2 Mart 2018 Cuma

Çin anayasası değişirken - KORKUT BORATAV

Çin Ulusal Halk Kongresi toplanıyor
Çin Halk Cumhuriyeti’nin yasama organı olan Ulusal Halk Kongresi (UHK), 5 Mart’ta toplanacak.
Beş yılda bir düzenlenen Çin Komünist Partisi (ÇKP) kongrelerinden on dokuzuncusu Ekim’de yapıldı. Her ÇKP Kongresi sonrasında UHK de yenilenir. İlk oturumu önem taşır: Yeni Cumhurbaşkanı ve yeni Bakanlar Kurulu (“Devlet Konseyi”) belirlenir.
ÇKP’nin, Çin’i yöneten “öncü örgüt” olduğu malûmdur. Bu özelliği, UHK için de geçerlidir. ÇKP Merkez Komitesi’nin 26-28 Şubat tarihli toplantısı, UHK Mart oturumunun gündemini de belirledi: Cumhurbaşkanı, Devlet Konseyi adaylıkları ve Anayasa değişikliği önerisi…


ÇKP Ekim Kongresi’nde yeniden ÇKP Genel Sekreteri olan Şi Jinping’in Cumhurbaşkanlığı’na aday olduğu biliniyor; Devlet Konseyi listesi henüz açıklanmadı. UHK’ye taşınacak olan Anayasa Taslağı ise önceden yayımlandı.

Ulusal Halk Kongresi, bu tür önerileri genellikle kabul eder. Yine de, ÇKP yönetiminden gelen ekonomik ve sosyal konularla ilgili kimi yasa önerilerinin UHK’de revizyona uğradığı; stratejik önerilerin (nadiren de olsa) reddedildiği olmuştur. Örneğin, “yasal özel mülkiyet korunur” maddesinin 1998’de Anayasa’ya eklenmesi, uzun tartışmalardan sonra gerçekleşmişti.

Bugün son Anayasa değişikliği üzerinde durmak istiyorum. Bazı tepkileri değerlendirelim.

Anayasa Revizyonu
Anayasa değişikliği önerisi, 25 Şubat’ta Şinhua Haber Ajansı tarafından on bir başlık altında yayımlandı. Bunlardan üçü, Çin’in yakın geleceği için önem taşımaktadır:  Cumhurbaşkanı’nın görev süresi  uzatılmaktadır; ÇKP öncülüğü  vurgulanmaktadır ve yeni bir devlet organı olarak denetim komisyonları tanımlanmaktadır.

Bu üç önemli yeniliğe sembolik önem taşıyan bir öğe de eklenmektedir: “Şi Jinping’in yeni bir dönem için Çin’e özgü sosyalizm düşüncesi”  Çin Halk Cumhuriyeti’ne rehberlik eden ilkelere eklenmektedir. Kuramcılara açık, adlarıyla referans verilen diğer ilkeler Marksizm-Leninizm, Mao Zedong düşüncesi ve Deng Şiaoping Teorisi’dir. Şi, böylece, temsil ettiği “düşünce” ile, Mao’nun yanında, Deng’in ilerisinde yer almaktadır. Bu yeniliğin Ekim 2017’deki ÇKP Kongresi’nde Parti Programı’na da eklendiğini hatırlatayım.

Anayasa değişikliğinin diğer öğelerini sıralamakla yetinelim: ÇKP dışındaki örgütleri kapsayan Birleşik Cephe; Etnik gruplar arasında ahenkli ilişkiler, insanlık için ortak bir gelecek inşası, temel sosyalist değerlerin geliştirilmesi, devlet görevlilerinin Anayasaya sadakat yemini, ekoloji ile görevli yeni bir bakanlık, kentlerin yerel yasama yetkilerinin genişletilmesi…  


Çin Anayasası’nın 1983 revizyonunda Cumhurbaşkanı’nın görev süresi iki dönemle sınırlanmıştı. Bu sınırlamaya şimdiki öneri ile son veriliyor. 2002 sonrasında (yazılı olmayan) benzer bir ilkenin, ÇKP Politbüro üyeleri için de kabul edildiğine, 15  yıl  boyunca uygulandığına da işaret edeyim.

ÇKP’nin resmî organına göre, Şi’nin Genel Sekreterlik süresinin sınırlanması da son bulacaktır: “ÇKP Genel Sekreterliği, devlet başkanlığı ve başkomutanlıktan oluşan üçlü sistemin bütünlüğü ve iyileştirilmesi için Cumhurbaşkanlığı’nın iki dönemle sınırlamasının kaldırılması”  yararlı görülmektedir.Bu değişiklik Çin cumhurbaşkanının ömür boyu görevde kalacağı anlamına gelmemektedir.” (Global Times, 25 Şubat).

Anayasa metnine “ÇKP’nin öncülüğü, Çin’e özgü sosyalizmin belirleyici özelliğidir”  ibaresinin eklenmesi önerilmektedir. Parti organına göre, “benzer bir ifade Anayasa’nın girişinde yer alıyordu; ama, dış güçler tarafından desteklenen ve kışkırtılan bazıları bunun geçerliliğini tartışmaya açtı. ÇKP öncülüğünün Anayasa  metninde vurgulanması bu nedenle zorunlu oldu.” (Global Times, 25 Şubat).

“Yeni bir devlet organı olarak denetim komisyonları”, aslında “ÇKP öncülüğü”  önermesiyle bağlantılıdır. Şi Jinping döneminde bu örgütlenme, yolsuzlukla mücadele kampanyaları sırasında eyaletlerde, kentlerde, taşrada başlatılmıştı.  Anayasa’da yer almaması bir yana, biçimsel kurumlaşmasının dahi tartışmalı olduğu anlaşılmaktadır.
Revizyon önerisi “denetim komisyonları”nı anayasal bir kurumlaşmaya dönüştürüyor. Bunlar, kentlerde, eyaletlerde yolsuzluğa karşı mücadeleyi örgütleyecek; var olan yönetim birimlerine karşı özerk olacak; yargı ve güvenlik örgütleriyle işbirliği içinde çalışacak; hiyerarşik yapılanmanın son aşamasında Ulusal Halk Kongresi’ne karşı sorumluluk taşıyacaktır.

Çin’de muhalif sesler
Şi’nin görev süresinin uzatılmasına sosyal medya tepkileri denetlendi. Hong Kong basınında ise “aydınların tepkileri” başlığı altında iki görüşe yer verildi.
Muhalif bir yazar, Li Datong, Ulusal Halk Meclisi’nin Beijing temsilcilerine bir açık mektup kaleme almış:Cumhurbaşkanı’nın görev sınırlaması mutlakçı yönetimi sınırlayan en etkili önlemdi. Kaldırılması Çin’e kargaşa getirecektir. Seçmeniniz olarak bu anayasa değişikliğine karşı çıkmanızı rica ediyorum.”

Siyaset Bilimi ve Hukuk profesörü Çen Jieren’in  muhalefeti ise daha ılımlıdır:“Çin’de ülkeyi yönetebilecek yetenekte çok kişi olduğuna inanmalıyız. Çin’in umutlarını bir veya birkaç kişiye teslim etmek gerçekçi olmaz ve  Çin halkına güvensizlik  ifade eder.”(South China Morning Post, 26 Şubat).

Bu “liberal” muhalefetin sınırlı, etkisiz kalacağı öngörülebilir. Batılı gözlemciler, Şi Jinping’in yakın geçmişin en popüler lideri olduğu hususunda hemfikirdir. Dört yıl boyunca sürdürdüğü etkili, küçük-büyük tüm yetkilileri (“sinekleri ve kaplanları”) kapsayan yolsuzluk kampanyasının Çin emekçileri nezdinde Şi’nin itibarını yükselttiği anlaşılmaktadır.

Batı basınında rahatsızlık
Büyük ve etkili Batı medyası, Şi Jinping liderliğinin en az  on yıl daha uzatılmasını tedirginlikle karşıladı. Birkaç örnek vereyim.

Büyük finans basınının önde gelen sözcüsü Financial Times’ta “Şi’nin İktidar Hamlesine Karşı Açık Bir Batı Tepkisi Gereklidir” başlıklı imzasız makaleye (25 Şubat) göz atalım:
“Çin, diktatörlüğe kayma riskiyle karşı karşıyadır. Çin’de mutlakçı yönetim, Batı’ya karşı bir meydan okumadır. Şi, ABD ve Avrupa’nın boşalttığı kalkınma alanını bir ‘Çin çözümü’ ile doldurma iddiasındadır. Örneğin Kemer ve Yol Girişimi, gelişmekte olan dünya için, Batı’nın refah getirme tasarımlarından daha iyi bir seçenek olarak sunulmaktadır. Şi’nin  yönettiği Çin, Pax Americana’nın yarattığı dünya ile bütünleşmeyi düşünmemektedir. Uluslararası ilişkilerde kendi kurallarını koymakta; Batı-tipi demokrasiden daha üstün gördüğü bir yönetim biçimini izlemekte ve belirli bir kalkınma felsefesini yaymak istemektedir. Batı, temel çıkarlarına öncelik veren açık ve tutarlı bir Çin stratejisi geliştirmeye çalışmalıdır.”

Fİnancial Times’ın iktisat konularındaki başyazarı Martin Wolf da 29 Mayıs’ta aynı konuya dönüyor:
“Kolektif liderlikten mutlakçı yönetime dönüş, Çin’in demokrasiye ilerleyeceği umutlarını çökertmiştir. Ne var ki, son yirmi yılın felaketlerine (Irak savaşına, finansal krize, Trump’a)  bakan Çinliler de demokrasinin çok kötü durumda olduğunu düşünmektedir. Bir kere daha sistemler-arası rekabetle karşı karşıyayız: Demokratik ve komünist kapitalizmler arasındaki rekabet… Çin, artık, sadece yükselen bir güç değildir; yanı zamanda stratejik bir rakiptir.”

Son olarak ABD Dışişleri lobisinin etkili dergisi Foreign Policy’de (26 Şubat) Emile Simpson’un makalesine göz atalım. Başlık, yazarın meramını aktarıyor: “Küreselleşme Bir Çin Canavarı Yaratmıştır”.

Simpson’a göre Şi Jinping’in diktatörlüğe adım atması, “Pax America’ya tabi barışçı bir döneme, ‘tarihin sonu’na geçiş beklentisini çökertmiştir. Bu beklenti, demokrasi ile kapitalizmin el ele yürüyeceğini; serbest piyasaların Batı ekonomik modeli ile bütünleşme anlamına geleceğini varsayıyordu ve tutmamıştır.  Sonuçta, bir milyar insan yoksulluktan kurtulmuş; ama kendilerini siber-totaliter bir rejimde bulmuştur. Dahası, kendi değerlerini dış dünyaya ihraç etme niyetinde olan bir  Çin [yaratarak]…”
Tedirginliği kaynağı “sosyalizm” mi?

Batılı tepkileri farklı bir açıdan sorgulayalım: Çin’in Batı demokrasisi normlarına uymadığı, anayasa revizyonu gündeme gelmeden de malûmdu. Şimdiki tedirginliğin kaynağında, Ekim 2017 ÇKP Kongresi metinlerinde, Parti programında ve Anayasa değişikliği önerilerinde ısrarla “Çin’e özgü sosyalizm” teriminin korunması mı yatıyor? Daha da kötüsü, Şi Jinping’in bu eskimiş klişeyi,“yüzyılın ortasında Çin’de modern sosyalist bir toplum kurma”  hedefine dönüştürerek canlandırması mı rahatsızlık yaratmaktadır?

Aktardığım yazarlar, Batı kapitalizmin son yirmi yılının yüz kızartıcı bir felaketler bilançosu içerdiğini algılıyorlar, bazen açıkça ifade ediyorlar.

Bu algılamanın kendi toplumlarında yaygınlaştığını da fark etmemeleri imkânsız. Daha da kötüsü, olumsuz algılamanın, sistem-dışı beklentilere dönüşme eğilimleri de ortaya çıkmaktadır. Örneğin, kapitalizmin öncü ülkesi, emperyalizmin ağababası ABD’de genç kuşakların artan oranlarda sosyalizme sempati duydukları da haberleşiyor. (Bir örnek, “Amerikan Gençlerinde Sosyalizm Patlaması”, Rebecca Stoner, TruthOut, 18 Şubat 2018)
Çin’de kapitalizmi geliştirirken sosyalizm söylemini sürdüren Şi Jinping’in samimiyeti elbette sorgulanacaktır. Ancak, salt yönetimini meşrulaştırmak için dahi olsa, otuz yıl sonra “modern bir sosyalist toplum kurma” hedefini tasarlaması ve bunu bir Çin Rüyası özlemine bağlaması başka halklara da ilham verebilecektir; bu nedenle tehlikelidir.
Belki de 170 yıl sonra, bir kez daha “dünyada bir heyula kol geziyor… [Bu kez] sosyalizm heyulası…”

Çin’in (aslında sıradan) bir anayasa değişikliğinin bu kadar tedirginlik yaratması belki de burjuvazinin tarihsel ürküntüsünün  hortlamasındandır.

Korkut Boratav / SOL

Papağanlar - MESUT ODMAN

Söz etmek istediğimiz, bu adla bilinen ve pek çok türü bulunan kuşun kendisi değil elbet. Ama önce, bu konuda en kısa ansiklopedik bilgi :
Bunun sayıları 300’ün epey üzerindeki bir kuş türünün ortak adı olduğu biliniyor. Halk arasında onları farklı kılan en ilginç özellik olan konuşabilme, daha doğrusu, insan konuşmasını taklit etme yetisi bakımından en gelişkinlerinin ise gri papağan olduğu belirlenmiş.

Bizde de çok tekrar edenler bu kuşa benzetilir genellikle. “Papağan gibi konuşan” oldukça ağır bir eleştiri, hatta alay ve aşağılama ile karşılaşmayı göze almış demektir. Aynı şeyi, üstelik de ne olduğunu pek bilmeden tekrarladıkları düşünülenler için böyle söylenir.
Hemen hemen her konuşmalarını, yazılarını döndürüp dolaştırıp örgüte ve örgütlenmeye getiren, zaman zaman bunu bıktırıcı ölçüde tekrarlayanlar için bu kuş türüne göndermede bulunulmasını, böyle bir benzetme ile eleştiri yöneltilmesini yadırgamamak gerekir, bana sorulursa. Kendisini de o hatırı sayılır büyüklükteki toplamın içinde sayan biri olarak söylüyorum bunu.

Çok sık tekrarlamaksa o eleştiri sahiplerinin takıldıkları, eyvallah, ne olmuş, tekrarlıyoruz! Papağan benzetmesinden alınmanın gereği yok, oradaki anlam açıklamasının içinde yer alan “ne olduğunu pek bilmeden tekrarlamak” bölümü dışında.
Bıkıp usanmadan vurguladığımızın ne olduğunu, ne anlama geldiğini bize anlatan, neden tekrarlamak gerektiğini de öğrenmiş bulunduğumuz hayatın ve mücadelenin kendisidir. Dolayısıyla, benzetmenin o bölümü bize uymaz; uymadığı için de “bühtan” sayarız, kara çalma olarak görür ve reddederiz. Ama tekrar tekrar aynı sözü söyleme anlamında o sevimli kuşa benzetilmekten niye utanalım, neden kendimizi aşağılanmış sayalım? Her işin başı, çıktığımız yoldaki her başarının vazgeçilmezi bellediğimiz neyse, onu sık sık hatırlamış, aynı yolda yürüdüklerimize ve yürümeye çağırdıklarımıza hatırlatmış oluyoruz. Bunda ne kötülük var! Asla unutulmamasını ve gereğinin yapılmasını kolaylaştıracaksa, inanmış halkımızdan alışkınızdır, günde beş vakit de tekrarlarız.
Mahkum edilmek istendiğimiz bu dünyadan tiksiniyoruz. Onun nimetlerine de kurallarına da sınırlamalarına da kökten itirazımız var. Hepsini insanlığımıza hakaret sayıyor ve reddediyoruz. Bugün yaşadıklarımıza, bize dayatılanlara hiç benzemeyen, yepyeni bir hayatı mümkün ve gerekli görüyoruz.

Bütün redlerimizin ve kabullerimizin, bütün beklentilerimizin ve özlemlerimizin, bütün kurgularımızın ve hayallerimizin gerçekliğe dönüşmesinin ilk, esas, temel gereğinin örgütlenmek, örgütlenmemizi sağlamlaştırmak, güçlendirmek ve her koşulda tuttuğunu koparır duruma getirmek olduğunu biliyoruz. Bunu bilmeden, öğrenmeden, öğrendiğimizin gereğini yerine getirmeden herhangi bir umudumuzun olamayacağının, reddettiklerimize mahkum özlediklerimizden yoksun olarak yaşayıp ya da sürünüp gitmekten başka bizi bekleyen bir son bulunmayacağının farkındayız.
Onun için tekrarlayıp duruyoruz.

Çok uzun zamandan beri ve, umuyoruz aynı uzunlukta olmayacak, bir zaman boyunca daha…       

Geçmişte de o kadar çok tekrar ettik ki, bir ara, şu insanlığa yakıştıramadığımız düzenin en namlı siyasetçilerinden biri, aktif politik hayatının sonları yaklaşırken, herhalde bizden büyük ölçüde etkilenerek, örgütlülüğün erdemlerinden, “örgütlü toplum olma”nın gereğinden söz eder olmuştu. Bilmem kaç kere indirilip ondan bir fazla defa yeniden gelmekle ün kazandığı  yüksek makamların en yükseğinde, örgütlü toplum da örgütlü toplum deyip durmuştu.  

Bize gelince, bundan sonra da o kadar çok tekrar edip duracağız, durmayıp eyleyeceğiz ki, ezilip sömürülenler, boyun eğip sürünmektense yekinip dikilmeyi, bunun için de aralarında, karşılarında, önlerinde habire örgüt, örgütlen, örgütle diye tekrarlayanlara kulak ve el vermeyi bilecekler.

Bu arada, varsın, papağan da papağan diye tutturup kafa bulanlar eksik olmasın!

Ondan güzel kuş mu görmüşler!

Mesut Odman / SOL

Kötülük mü dinde, din mi kötülerin elinde? - ÜNAL ÖZMEN

Genellikle solcuların başına gelen, bir yanlışa kurban gitmemişse sağcıların pek başına gelmeyen, onların duymadığı bir dramdır gözaltında kaybolmak, ölmek, gözaltında ölenin ailesi olmak.15 Temmuz (2016) bahanesiyle ilan edilen olağanüstü hal, mağdurlar arasına dindar, sağcı muhafazakârı katarak tabanını genişletti. Gökhan Açıkkollu ve ailesi de bu dönemin ilk mağdurlarından biri oldu.

Gökhan Açıkkollu, Türk Eğitim Sen üyesi dindar bir öğretmen. Bir ihbar üzerine 23 Temmuz 2016’da gözaltına alınıyor. Gözaltının 14. günü, henüz ifadesi alınmadan kalp krizinden ölüyor. İfadesi alınmadan öldüğü için dava dosyası yok ve Gökhan Açıkkollu’nun, ihbarcının “bu da FETÖ’cü” iddiası dışındaki suçunu bilen yok. Ailesi, delil bulunamayınca işkenceyle itirafa zorlandığını, kalp krizini işkencenin tetiklediğini iddia ediyor.

İşkence iddiaları ciddi delillere dayanıyor: Ailenin elinde “kişi her ne kadar kalp krizi geçirmiş görünse de kalp krizini tetikleyen sebeplerin işkenceye (kaburga kemiğinde kırıklar, morartılar ve kanamalar) bağlı olduğu”nu belirten otopsi raporu var. Aile, işkence yapıldığına dair görgü tanıkları ve otopsi raporlarını delil göstererek İstanbul Terörle Mücadele Şubesi’nden davacı oluyor. Savcılık yapması gerekeni yapıyor; görevli kusuru yok diyerek ailenin şikâyetine takipsizlik kararı veriyor. Sulh ceza mahkemesi, ailenin takipsizlik kararına yaptığı itirazı kabul ediyor. Fakat sulh ceza, Temmuz 2017’de yapılan itirazı hâlâ incelemeye almadığı için dava açılmış değil.

Adli işlemler başlamadan idari işlem sonuçlanıyor. Gökhan Hocayı, gözaltına alındığı gün görevinden uzaklaştıran MEB, hocaya görevine iade yazısı yolluyor! Ölüm gibi dramatik bir olay birden mizah konusu oluyor; bu ne iş diye sorulunca MEB göreve çağırdığı öğretmenin ölmüş olduğunu anlıyor. Müsteşar, bakanlığının alay konusu olmasına dayanamayarak, adı geçen öğretmenin suçlu olduğunu gösteren delillere sahip olduklarını, suçsuz olduğu için değil öldüğü için görevine iade edildiğini tivitleyerek gülünç bir durumdan kurtulayım derken kendini gülünç duruma düşürüyor! 
Hakkında herhangi bir idari soruşturma bulunmayan, ifadesi alınmamış, savunmasını yapamamış ölmüş bir kişiyi hangi hukuk suçlu sayabilir?

Hikâyenin buraya kadar olan kısmı bildik devlet refleksi; yaşadığınız dönem, düzen ve rejimle birlikte değerlendirdiğinizde yadırgayamazsınız. Fakat hikâyenin sonraki bölümüne “yaratılanı yaratandan ötürü” sevenler dahil oluyor ve olay daha dramatik bir hal alıyor. 

Hikâyenin utanç verici kısmı burası; Gökhan Açıkkollu’nun ölümünden sonra başına gelenler: Aile cenazeyi İstanbul’da defnetmek istiyor. Fakat Adli Tıp Kurumu, İstanbul’a defnedecekseniz cenazeyi size veremeyiz, ısrar ederseniz herhangi bir dini vecibeyi yerine getirmeden Pendik’teki (açılışını “FETÖ” ilişkisi nedeniyle görevinden alındığı söylenen Kadir Topbaş’ın yaptığı!) “hainler mezarlığı”na biz defnederiz, emir böyle diyor. Aile cenazeyi İstanbul’a defnetmekte ısrar edince Adli Tıp, cenazeyi teslim edebilmeleri için savcılıktan izin yazısı getirmelerini istiyor. Savcılık, Adli Tıp’ın isteğini saçma buluyor ama yazı da vermiyor. Aile bu kez Terörle Mücadele Bürosuna yönlendiriliyor; Terörle Mücadele Bürosu ise aileyi Mezarlıklar Müdürlüğüne… Mezarlıklar Müdürlüğü, Terörle Mücadele Şubesine sakınca yok diye yazı gönderecek onlar da onaylayacak!

Haftanın son birkaç saatinde gerçekleştirilmesi olanaksız bir işlem peşinde koşması istenen acılı aile sonunda pes edip cenazeyi memleketleri olan Konya’ya götürmeye karar veriyor. Ailenin bütün çabası, cenazenin dini tören yapılmadan gömülmesini engellemek, ölülerine karşı dini görevlerini yerine getirmek. Fakat devlet ve tüm resmi dini otorite, birlik olup onların bu son arzusunu engellemeye çalışıyor.  Belediyeler, mezar kazmak için istenen kutsal iş makinelerini vermiyor. Kaymakam, ailenin bulduğu özel bir iş makinesinin sahibini bize neden haber vermedin diye sorguya çekiyor. İmamlar, Diyanet İşleri Başkanlığının talimatına uyarak cenaze töreninin hiçbir aşamasına dahil olmuyor. Gökhan Hoca eşi, iki çocuğu, annesi, babası ve birkaç köylünün katılımıyla köyünün mezarlığına defnediliyor. 15. yılını geride bırakan İslamcı iktidar, gündeminin birinci maddesinin (altı bakandan oluşan komisyon bu soruna sözde çare arıyor) taciz ve tecavüz olmasına da bakarak haklı olarak soruyoruz kötülük mü dinde, din mi kötülerin elinde?

Ünal Özmen / BİRGÜN

Şeker Fabrikaları.. Kooperatifçilikten ihanete... - ÖZLEM YÜZAK

Tabana dayalı eşitlikçi kalkınma modelinin en yaygın örneklerinden biri kooperatifler ve kooperatifçilik. İnsanlar tek başlarına yapamayacakları işleri “birlikten kuvvet doğar” sözünü dikkate alarak birlikte yapabilmenin yollarını aradılar ve neticede kooperatifler kurdular. Gelişmiş toplumların özellikle de Avrupa ülkelerinde ekonominin hâlâ en önemli itici gücü. Avrupa ülkeleri, ABD, Kanada gibi gelişmiş ülkeler kooperatifçilik hareketini geliştirerek özellikle dar gelirlilerin yaşam düzeylerinin iyileştirilmesinde ve ülke ekonomilerinin kalkınmasında büyük yararlar sağladılar ve sağlıyorlar. 

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kooperatifçilik aynı gerekçelerle Türkiye için de kalkınmanın itici gücü oldu. 1935’te bizzat Atatürk’ün desteği ve himayesi ile çıkarılan 2834 ve 2836 sayılı Tarım Satış ve Tarım Kredi Kooperatifleri kanunları kırsal alanda kooperatiflerin gelişip yayılmasında öncü oldu. Hatta Atatürk, Silifke Taşucu’ndaki Tekir Çiftliği Tarım Kredi Kooperatifi’nin kuruluşunu 36 üretici ile birlikte gerçekleştirdi ve 1 no’lu kurucu üye oldu. 

Gelelim bugüne... Özelleştirilmesi için düğmeye basılan 14 şeker fabrikası... 1575 köyden pancar alımı yapıyor... Bu fabrikalar için 47 bin 758 çiftçi toplam 1.25 milyon dekar alanda pancar ekimi yapıyor.. Yine bu 14 fabrikada, 4 binin üzerinde çalışanla, 7 milyon ton şeker pancarı işleniyor, 947 bin ton şeker, 322 bin melas, 2 milyon 74 bin ton yaş küspe üretiliyor. Bugüne kadar ağırlıklı olarak kooperatifçilik modeli ile süregeldi. Gösterilen gerekçe TürkŞeker’in zarar etmesi. Daha geçen seneden Orta Vadeli Program açıklanırken 2019-2020 yılları için 10 milyar liralık özelliştirme hedeflendiği ve TürkŞeker’e bağlı fabrikaların öncelikler arasında olduğu belirtilmişti. Kooperatifçiliğin yıllar boyu çıkar ve politika malzemesi olarak kullanıldığı bilinen bir gerçek. Tüm bunlar yüzünden kooperatifçiliğe karşı bir tepki oluşmuşluğu da malum. Ancak Kooperatif çatısı altında çok başarılı şekilde işleyen ve örnek modeller arasında gösterilen şeker fabrikaları da var. TürkŞeker’in neden ve nasıl zarar ettiğini sorgulamak gerekiyordu. Bunun yerine özelleştirme kararı alındı. 

Yine dönelim dünya kooperatifçiliğine... 1995 yılında İngiltere’nin Manchester kentinde 7 ilke kooperatifçiliğin evrensel ilkeleri olarak bütün ülkelerce kabul edildi. 
Bu maddeler: 1- Gönüllü ve Açık Ortaklık (Serbest Giriş), 2- Demokratik Ortak Kontrolü, 3- 0rtağın Ekonomik Katılımı, 4- Özerklik ve Bağımsızlık, 5- Eğitim Öğretim ve Bilgi, 6- Kooperatifler Arasında İşbirliği, 7- Toplumsal Sorumluluk. Bu ilkeleri hakkıyla yerine getiren kooperatifler büyüdü, üyelerini de zenginleştirdi. Hatta içlerinden bazıları dünyada önde gelen markalar haline geldi. Örneğin Migros, Groupama, Raiffeisen, Rabobank, Eureko... 2013 yılında bir yazımda İspanya’daki Mondragon Kooperatifleri’ni yazmıştım. Hatırlayıp bir göz attım: Her çalışanın ortak olduğu, ömür boyu istihdam garantisi, tüm kayıt ve raporlara eksiksiz erişim, tüm kararlarda eşit ve tek oy, yıllık kârdan eşit pay, sağlık ve emeklilik hakları, yanına bir de ekip biçebileceği küçük bir toprak parçası veren bir kooperatif. 

İspanya’nın Bask bölgesinde Mondragon isimli kasabada 1956 yılında küçük bir soba üretim atölyesi ve 24 işçinin katılımı ile başlar süreç. 2 yıl sonra sayı 158’e yükselir. 1959’a önce kendi bankası olan Caja Laboral Popular’ı, sonra da 1969’da hükümetin kooperatifleri sağlık sigortası kapsamı dışında bırakması ile kendi sağlık sigortası kooperatifi Lagun Aro’yu kurarlar. 1982’ye gelindiğinde, Mondragon, 20.000 çalışan- ortak, 85 sınai, 6 tarımsal, 3 hizmet kooperatifi, 45 kooperatif teknik okulu, bir banka, bir araştırma merkezi, bir politeknik, 14 yapı kooperatifinden oluşur hale gelmiştir. Günümüzde ise Mondragon Kooperatifleri’ne bağlı şirketlerde 85 bin işçi çalışıyor. Yıl sonunda elde edilen kârın yüzde 45’i Ar-Ge, yeni iş yaratma ve ilgili yatırım rezervleri olarak saklanırken, yüzde 45’i de işçi-üyelerin hesaplarına dağıtılıyor. Yüzde 10 oranında bir fon ise Mondragon’un idare ettiği sağlık, eğitim, konut ve diğer toplumsal faydaya ayrılıyor.
 
Bize dönelim... 
TEKEL kapandı, 300 bin çiftçi olumsuz etkilendi, fabrikalar yok oldu. 
Sümerbank kapandı, tekstilde dışa bağımlılık arttı. 
SEKA kapandı, Türkiye’de kâğıt üretilmez oldu. Köyler boşalıyor. Tarım ve hayvancılık bitiyor. 
Şimdi sıra şeker fabrikalarına geldi... 
Kapatın bakalım...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

‘26 Şubat’ (2) - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, başlığı oluşturan günün sabahında, kimi yurtlardaki minilere, bir “video” izletmişler; boyunlarında Erdoğan’ın resmi olan atkılar bulunan minikler, “Mazlumların umudu”, “Müslümanların sesi”, “Ümmetin gururu” diye haykırtılıyormuş!.. (Cumhuriyet, 26.2.2018) 

Erdoğan’ın doğum günlerini, kamusal, toplumsal, dahası miniklerle kutlamak için iyi bir başlangıç; ardından, “Arabesk” ustalarının ziyareti, görsel olarak tarihe not düşürecek toplu fotoğraf... 

İyi olmuş, “hoş” olmuş da, “Müslümanların sesi” olan böyle birinin, doğum gününde özyaşam öyküsüne, yine de, değinmek gerekmez miydi? 

Bu köşede, iki yıl önce, “26 Şubat” başlığıyla yer alan yazıda dile getirmiştim bu “yaşam öyküsü”nün kimi dönemlerini; dolaysiyle o yazıdan -izninizle- birkaç alıntı yapayım diyorum; bugünkü varsıllığına (zenginliğine) nasıl ulaştığına ya da ülkemizin ve adının karıştırıldığı kimi “uluslararası yolsuzluk” söylemlerine, davalara değinmeden.
 
İlk “26 Şubat” yazısı, “1985” yılından başlamıştı; Erdoğan bu tarihde “Refah Partisi”nin (RF) İstanbul İl Başkanı’dır; Türkiye’ye davet ettikleri kökten İslamcı bir “terör örgütü” olduğu da bilinen, “Hizbi İslam”ın lideri “Gulbettin Hikmetyar”ın ayaklarının dibine çökerek oturup çektirdiği resim ve böyle bir ilişki, gençliğinde ne tür bir eğitimden geçtiğinin de ortaya konuşudur. 

Bugün, “TC Devleti”nin başında olan bir kişi olarak Erdoğan, Anayasa’da yer alan, “demokratik hukuk devleti” belirlemesini, yalnızca, “hukuk devleti” diyerek kullanır, söz konusu edildiğinde de hep geçiştirir, “...öyle, böyle yok, ‘hukuk devleti” diyerek kapatır konuyu. 

Haklı... “Demokrasi”, kendisine göre “istediği durakta inip binilen bir ‘tramvay’ ” olduğuna göre ne demesi gerek? 

“Demokrasi” konusunda bu “ciddiyetten” uzaklaşma, ne yazık ki, “terör” konusuna da bulaşacaktır; pek söz edilmez, AKP iktidarının Diyarbakır’da düzenlediği (Ağustos 2014), “Yeni Türkiye’nin Açılan Kilidi” adlı çalıştayından. 

Uzun bir konuşma yapan, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay,“açılan bu kilitle”, Türkiye’ye neler sunulduğunu (!) şöyle anlatıyor: “Yeni bir yol haritası üzerindeyiz. Yeni yol haritası, sonuca götürücü olacaktır. Yasal düzenlemeler yapılacak. Biz kararlıyız (...) Çözüme en yakınız. Biz başaracağız!” Ve şunu da ekleyerek: “Güvenlik birimlerimiz, çözüm sürecinin hassasiyeti nedeniyle çok temkinli, çok dikkatli. Çünkü, bizim talimatımızdır bu!” 

Türkiye’nin tüm güvenlik güçlerinin, “çok temkinli, çok dikkatli oluşuyla”, iyice rahatlayan terör örgütü, vurucu saldırılarını başlatabilmek için, gereken düzenlemeleri yapmaya girişir; “kentlerde hendekler kazar, evlerde birinden diğerine geçen tüneller kazar; silahları depolar, siperler oluşturur; patlayıcı yapmak için tonlarca kimyasal maddeyi kırsal alana gömer; bir iç savaş hazırlığı gibi...” Gizlilik yok; apaçıkça; “TC Devleti”ni yönetenlerin gözleri önünde... 

Ve Erdoğan, bu “Çözüm Süreci”nde, örgütün de “onurlu-gururlu” olmasından söz ediyordu... (*) 

Ve değerli dostlar, “demokrasi”ye “tramvay” dediğinde, yalnızca dilimize dolamıştık... Yığınla “tramvaylar” üretti!.. 

Bu durumu, Sayın Erdal Atabek, köşesi “2000’li Yıllar”da, “Kırık Camlar Kuramı” ile nasıl açıklandığını, “26 Şubat” günkü “İktidar Cinayetleri” başlıklı yazısında, bilimsel bağlamda dile getirdi: “Bir mahallede bir ev. Evin bir penceresinin camı kırılır. Yerine takılmayınca, bir camı daha kırılır. Ev serserilerin mekânı olmaya başlar. Sonra orası, suçluların barındığı bir mahalle olur, ‘Kırık Camlar’ kuramı bu. Kırılan ilk cam.” 
Evet böyle; “ilk tramvay!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) M. Velidedeoğlu, “26 Şubat 2018” (Cumhuriyet)

1 Mart 2018 Perşembe

İnternet hızında tüketim - ASLI AYDIN

Türkiye, kredi kartları kullanımında Avrupa’nın birincisi. Ajans Press tarafından Bankalararası Kart Merkezi (BKM) verilerinden derlenen incelemeye göre 62,7 milyon kredi kartı, 133,3 milyon da banka kartı ile Türkiye Avrupa ülkeleri içinde en fazla karta sahip ülke.

Neden bu kadar çok kart kullanıyoruz? Çünkü az kazanıyoruz, çok harcıyoruz.
Düşük-orta gelir bandında yaşayanlar Türkiye’nin gelirinin yarısını aralarında paylaşmak durumunda kalıyorlar. Kalan yarısı sadece yüzde 20’lik kesim tarafından paylaşılıyor. Gelir dağılımının bu kadar adaletsiz, küçük bir azınlık dışında tüm nüfusun dar bir gelirle yaşamak zorunda kaldığı bu memleket, dünya ülkeleri içinde en hızlı tüketime sahip ülkelerden biri. Bu nasıl oluyor?
İyi bir şey mi yapıyoruz? Hele ki en son yüzde 10.35 olan ve çift hanelerden bir türlü inmeyen enflasyon oranına rağmen…

Öncelikle, ne çok tüketmek ne de az tüketmek iyi bir şey. İktisadi anlamda, tüketim olması gerekenden düşük olduğunda, o ülkede gereğinden fazla tasarruf yapılıyor demektir. Bu denli tasarrufun yatırıma dönüşme imkânı olsa da, tüketimin çok düşük olması şirket kârlarını düşürür, ücretler düşer ve toplum yoksullaşır. Japonya uzun yıllardır deflasyonun yaşandığı, bu duruma örnek bir ülke. Tam tersi, haddinden fazla tüketim yapılıyorsa, ülkede bu kez de tasarruf olmaz, dolayısıyla yatırım ve ona bağlı olarak istihdam da haddinden fazla düşük olur. Peki, tüketimin borçla yapılmış hali sürekli artıyorsa? Bu durum en fenasıdır işte. Keza hem bugünkü refahtan hem de gelecek refahtan çalınmış olunur. Tüketim ve yatırım harcamaları dışında önemli bir gelir faiz ödemelerine buhar olup gider.

İyi bir noktada değiliz. Tüketimi bu kadar kamçılayan etmenleri bir kez daha tartışmamız lazım. Bu etmenlerden iki tanesinin etkisi kuvvetli. Biri borçlanma imkânlarının artıyor oluşu, diğeri ise internet üzerindeki tüketim ortamı. Aslında ikisi birbirine bağlı. Gelir sahibi değilseniz bile borçlanabildiğiniz bu ülkede, bu borçlanmayı bulunduğunuz yerden anında internet üzerindeki bir alışverişe dönüştürebiliyorsunuz. Özellikle boş vakitlerinin çoğunu TV veya internette geçiren bir toplum olma özelliğiyle, internet ve kredi kartlarının bugünkü ekonomi açısından oldukça kullanışlı bir ikili olduğunu söylemek lazım.

“Bir tuşla yaşam” “Bir tuşla tüket”
Birkaç veriye göz atalım,
Ülkemizde internet alışverişlerinin yüzde 93’ü kredi kartlarıyla yapılıyor.
Özellikle, geçtiğimiz 10 yılda Internet üzerinden satış yapan firmaların sayısında da buna bağlı olarak hızlı artış yaşanıyor. Hatta satıcı olmak için firma olmak da gerekmiyor, internet üzerinde özellikle sosyal medya aracılığıyla akla gelebilecek her şey, aslen birey ama sanal ortamda dükkân olan her hesap üzerinden satılabiliyor.

Diğer bir taraftan TÜİK verilerine göre internet erişim imkânına sahip hane oranı yüzde 76. Bu hanelerdeki bireylerin yüzde 52’si ise satın alma faaliyeti (alışveriş ve bilgi edinme) amacıyla interneti kullanıyorlar. Yüzde 43’ü doğrudan alışveriş yapanlardan oluşuyor. Bu da yaklaşık 30 milyon kişinin internet üzerinden alışveriş yaptığını gösteriyor. Ciddi bir rakam.
BKM verilerine göre geçtiğimiz seneye göre kredi kartlarıyla gerçekleştirilen işlem tutarı yüzde 12 artmış. İnternetten yapılan kredi kartı işlemlerindeki artış ise yüzde 45. Toplam kredi kartları işlemlerindeki artışının yarısının sadece internet alışverişlerinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

E-ticaret sektöründe yer alan PayU’nun yaptığı bir araştırmaya göre, internet alışverişlerinde en çok giyim ve ayakkabıya harcama yapıyoruz. Elektronik alışverişi de ikinci sırada geliyor. Araştırmada işlem başına tutarlar incelenmiş, yemek ve hediyelik eşya kategorisi hariç ortalama işlem tutarlarının en az 100 TL’den başladığı yer alıyor. Raporun sunduğu en çarpıcı veri ise ülke genelinde her 10 kişiden birinin en az iki ayda bir internet üzerinden alışveriş yapması.
Evet, “bir tuşla yaşam” sloganıyla kitlelere ulaşan dijital ortamın ve onun merkezi haline gelen internetin her bireye yerinden tüm ihtiyaçlarını karşılama olanağı sunması yadsınamaz bir avantaj. Fakat diğer bir taraftan sosyal medyayı da arkasına alan bu dijital ortamın bir bütün olarak baştan başa bir tüketici davranışı yarattığı, ihtiyaçları bizatihi belirlediği ve tüketimi adeta yeni bir eğlence ve yaşam tarzına dönüştürdüğü de diğer bir gerçek. Bu tehlikeli kısmına dikkat etmek gerekiyor.

Özellikle yeni teknoloji transformasyonlarının konuşulduğu günümüz ortamında, teknolojinin nasıl ve ne alanda kullanıldığına da dikkat etmek gerekiyor. Tüketimi kamçılamak için mi kullanacağız, yoksa yeni üretim teknikleri mi geliştireceğiz. Yani diğer bir ifadeyle yeni teknolojileri üretmeye aday mı olacağız, yoksa başkaları tarafından üretilmişleri hazır paket olarak tüketerek bununla yetinecek miyiz?

Bu soruların elbette yanıtı belli. Fakat altını çizmek gerekiyor ki, Türkiye ekonomisinin nitelikli bir üretim hamlesine, nitelikli yatırımlara ihtiyacı var. Nitelikli bireyler yetiştirmek, ona uygun ‘yeni işler’ yaratmak zorunda. Bunu yapmaz ise zamanında kaçırdığı sanayileşme hamlesini bugün de kaçıracak, daha karanlık bir çağa mahkûm olmaktan kaçamayacaktır.

Aslı Aydın / BİRGÜN

İttifak oyunları - İLKER BELEK

AKP başkanlığı kapmak, MHP ise barajı aşmak için ittifaka girdiler. Oysa birbirleri hakkında daha düne kadar neler demiyorlardı?
Garip mi? Değil. Düzen siyaseti diye boşuna demiyoruz. İlke aranmayacak. Herkes kendi derdinde.
Ama yine de bu ikisi açısından bir ilke var: “Türkiye’yi terörden temizlemek” dedikleri şey.
Artık bu noktada, “çözüm” süreçlerinde AKP’yi yerden yere vuran MHP’nin mi dediği oldu, yoksa MHP mi PKK’yi aynı süreçte iyice yumuşattıktan sonra şimdi son darbeleri indirdiği iddiasında bulunan AKP’nin dediğine geldi, ayrı konu.

İsteyen bunu diline sarabilir, kesin olan ise AKP ve MHP’nin bundan başka söyleyebilecek hiçbir sözlerinin olmamasıdır. Bu konuda yapılanlar ise Türkiye’yi giderek daha fazla derecede emperyalizmin bölgesel oyunlarına bağlamaktadır.

İnanmayan Kürt sorununun Suriye üzerinden nasıl uluslararasılaştığına, emperyalistler tarafından nasıl kullanıldığına ve Salih Müslim’in AKP’nin bütün ısrarlarına rağmen Çek Cumhuriyeti tarafından nasıl salıverildiğine dikkat gösterebilir.

Kılıçdaroğlu baktı ki şimdilerde ittifak demokratlığın ve esnek siyasetin göstergesi, bir soru üzerine HDP ve Saadet Partisi ile ittifak için “neden olmasın” deyiverdi. Gerçekten çok haklı, neden olmasın ve hatta olmalı.

Artık ittifak işlerine el atmayanın siyaset yapmıyor diye değerlendirildiği bir aşamadayız.
Saadet’in başkanı, aydınlarımız Sivas’ta gericiler tarafından yakılırken O ilin belediye başkanıymış, Madımak önündeki saldırgan güruh tarafından “mücahit Temel” sloganlarıyla karşılanmış, hemen o anda “şunların ruhuna el Fatiha okuyalım” çağrısında bulunmuş, yıllar sonra katledilenler için “cayır cayır yanarak ölmediler, dumandan hayatlarını kaybettiler” demiş; bunların hiçbir önemi yok.
Partilerimiz ülkemizin yüksek çıkarları gereği yüksek siyaset üretiyorlar. Bu türden ayrıntılara takılmamak gerekiyor.
Kanımca hepsine her tür ittifak yakışır. Hatta en iyisi lafı uzatmadan AKP ile CHP’nin ittifak yapmasıdır. Böylesi demokrasinin en derin biçimde tezahür etmiş hali olur. Yüksek siyaset için en başta en yüksektekiler ittifaklaşmalı.

Bütün bu gelişmeler düzen partileri arasında gerçekten hiçbir fark kalmadığını gösteriyor. Öyle ki Ecevit’in partisi DSP’den AKP’ye yakınlaşma sinyalleri gidiyor. Aynılaşmayı görmek için daha ne olsun.

Nedeni Türkiye’nin sorunlarının büyüklüğü karşısında bunların iyice küçülmüş olmalarıdır. Küçülünce tek başlarına cesaret edemiyor, çaresiz kalıyorlar. Hesabı tutturmak için birbirlerine yapışmaları mecbur hale geliyor, bu noktadan sonra artık ayrı kalmak anlamını yitiriyor.

Sonra ileride, ne olur ne olmaz açıklamak icap ederse hesabıyla, “beni o kandırdı” diyebilecekleri birilerinin yanlarında olmasını da istiyorlar.

Türkiye’yi böyle büyük sorunlarla yüklü hale kapitalist düzen getirdi. Kaçınılmaz bir sondu bu. Yakın tarihi alırsak, Türkiye aslında 12 Eylül darbesiyle bitirilmişti. İhracata yönelik kalkınma diyerek emekçi halkı baskılamışlar, ülkemizi emperyalistlerin ucuz montaj hattı haline getirmişlerdi. Çin bu işe bizden sonra bulaştı.

Sonra o zeminde dinselleştirme operasyonu başlatıldı. Türkiye Yeşil Kuşak projesine dahil ediliyor, Mumcu, Üçok… katlediliyor, Kürt sorunu karşısındaki çaresizlikle kontrgerilla operasyonlarına hız veriliyor, güneydoğuda Hizbullah devreye sokuluyor, gericilik karşısında telaşa düşen ordu 28 Şubat’ta dinci gericiliğin eline arayıp da bulamadığı bir atılım fırsatı sunuyor, Erbakan’ın son partisi kapatılıyordu ve emperyalist merkezler Türkiye’de zaten batıyla uyumlu bir dinci parti arayışı içerisindeydi.

AKP o atılımın sonucu olarak iktidara taşındı. İşte ülkenin hali budur: Boğazına kadar borçlu, hayvan yemi, kırmızı et, limon… ithal ediliyor.

Hiç birisi bu sorunların altından kalkamaz. Çünkü bu sorunları bu düzen, kapitalizm yarattı ve bunların hepsi bu sorunların bu düzen, kapitalizm içinde çözülebileceği yalanını atıyor ve/veya yanılsamasına sahip.

Aynılaşmalarının ve seçim ittifakına sarmalarının nedeni budur. Sanki seçim seçimmiş, sanki sandık sandıkmış, sanki gelir dağılımının bu denli bozulduğu ve tekellerin ekonomiye bu denli hakim olduğu bir ortamda karar mekanizmalarını tabana yaymak olanaklıymış gibi, hepsi bir oyunun içindeler. Sadece oynamalarının görünür gerekçesi farklı: İktidar yönetiyormuş, muhalefet de muhalefet ediyormuş gibi oynamak zorunda.
İttifaklar ve bunun üzerine yapılan tartışmalar program pazarlayan tv kanallarına para kazandırır sadece, onun ötesinde de hiçbir şeye yaramaz.

Sistem tıkandı. Yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada. Türkiye’de eczaneye başvuran bir emeklinin gözüne sokulan muayene ve reçete farklarının da, genç işsizliğimizdeki tırmanışın da nedeni kapitalist düzenin tükenişidir. Çok benzer sorunlar Avrupa’nın göbeğindeki zengin ülkelerde de, Çin’de de, dünyanın her noktasında aynı şekilde yaşanmaktadır.

Her şey her zamankinden daha fazla derecede birbirine ve daha doğrudan biçimde kapitalist üretim ilişkilerine bağlı. Düzen siyaseti bu nedenle aynılaşıyor, düzen aynılaştırıyor ve bunlar demokrasi oyununa dalıyorlar.

Mide bulandırıcı mı? Evet.

Umutsuzluk verici mi? Hayır.

Umut bütün bu iğrençliğin, düzenin çaresiz hallerinin, halk sınıflarının dağınıklığının içinde.
Başka nasıl olacaktı? Yıkılan düzen iflasını mı ilan edecek, burjuvazi de kendi elleriyle iktidarı işçi sınıfına mı teslim edecekti?
Hep böyle oldu. Eşitlik mücadelesi hep böyle dönemlerde gelişti. Kaos ve toparlanış. Diyalektik.
Nereden mi biliyoruz? Tarihin kendisinden.
Çözüm kapitalizmi yıkmak, sosyalizmi kurmak, bunun için güçlenmek, örgütlenmek, bu fikri yaymak, bu düzenin emekçilerin üzerine yıktığı sorunlara karşı her yerde mücadele kanalları yaratmak.

Bu yönde hareketlenenlerin sayısı giderek artıyor, artacak.

İlker Belek / SOL

CHP’nin tüzük kurultayı - ALİ SİRMEN

AKP kongrelerini birbiri ardından toplayarak, Cumhurbaşkanı Genel Başkanı’nın önderliğinde var gücüyle 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlanır, bir yandan da TBMM’den bu oylama ile ilgili yasal düzenlemeyi geçirmeye çalışırken CHP de 9-10 Mart’ta toplanacak tüzük kurultayının son hazırlıklarını tamamlıyor. 2019 seçimlerinde CHP’nin kendisine düşeni yerine getirebilmesi için tüzük kurultayının kuruluşun yeni örgütlenme modelini yaşama geçirecek bir yapının önünü açma başarısını göstermesi şart.

Yeni tüzük ve yeni örgütlenme modeli konularına, yeri geldiğinde tekrar değineceğim. Bu konular, yaşamsal öneme sahip, 2019 seçimlerini de aşıp daha geniş sorunları kapsıyor ama aynı zamanda partinin gelecek seçimlerde kendine düşeni yerine getirebilmesini sağlayacak yapının önkoşulunu da oluşturuyor. Çünkü CHP’nin işlevini sürdürebilmesi artık yeni bir örgütlenme modelini zorunlu kılıyor. Bakalım yeni tüzük bu gelişmenin önünü açabilecek mi?
***

Ama dilerseniz önce öne alınmaması halinde, 2019’da yapılacak seçimde CHP’ye düşen rolün ne olduğuna bakalım.
AKP’nin MHP ile Cumhuriyet’e karşı oluşturdukları Cumhur ittifakı ile girecekleri seçimlerin, demokrasinin yolunu açması ancak son referandumda oyların hemen hemen yarısını almış olan “tek adam rejimine hayır” cephesinin yüzde elli artı bir ile “demokrasiye evet” cephesine dönüşmesiyle mümkün olabilecektir. 
Tek adam rejimine evet cephesinin bir arada durması, birlikte yürümesi mümkün bir cephe oluşturmasına karşılık, tek adam rejimine hayır cephesinin uzun süre bir arada gitmesinin mümkün olmaması uzun soluklu bir ittifakın önünü tıkıyor. İyi Parti ile HDP ve CHP’nin, AKP- MHP’nin karşısında blok oluşturmaları gerçekçi olmadığı gibi seçmen üzerindeki etkileri açısından fazla yararlı da görünmüyor. 
Ama tek adam rejimine hayır blokunun da önemli bir ortak noktası var: Demokrasi. 
“Tek adama hayır” cephesinin demokrasi asgari müştereğinde birleşebilmesi mümkündür. Bu da ancak seçimin ikinci turunda gerçekleşebilir. 
Bu gerçeğin farkında olan AKP bütün gücünü seçimi birinci turda almaya yöneltmektedir. Tek adama hayır cephesinin daha ilk turdan ortak bir aday çıkarması mümkün olmadığından, başlangıçta her parti kendi adayıyla yarışacak, son turda tek adamın karşısına çıkacak adayda birleşilmesi amaçlanacaktır. 
Eğer gerçekleşirse ikinci turun ilk adayı birinci oylamada en yüksek sonucu alacağı kesin olan Tayyip Erdoğan’dır. 
CHP işte burada devreye girecektir. Çünkü bugünden seçime kadar beklenmedik bir değişiklik olmadığı takdirde, ikinci sırayı CHP’nin adayı alacaktır.

***
İşte bu noktada CHP’nin kendisine düşen tarihi misyonu yerine getirebilmesi, kendi adayını belirlemedeki ustalığına bağlı olacaktır. 
Kesinlikle yeni bir Ekmeleddin skandalına düşmemesi gereken CHP, hem seçimin ikinci tura sarkması hem de ikinci turda adayının tek adama hayır cephesini çevresinde birleştirebilmesi için, kararlı ilkelilik ile faydacı uzlaştırıcılığı bir arada yürütebilecek bir adayı seçme ve bu amaca uygun, çok fazla olacağından kimsenin kuşkusu bulunmaması gereken, kışkırtmalara kapılmayan, bir kampanyayı yürütme konusunda başarı göstermesi gerekmektedir. 
Hem CHP’nin temel ilkelerini temsil eden, hem de bütün tek adam karşıtı cephenin üstünde birleşeceği bir adamı CHP’nin kendi kadroları içinden de bulması imkânsız değildir. Bu konuda daha şimdiden birden fazla isim saymak mümkün ise de şu an için gerekli ve de yararlı değildir. 
Önümüzdeki hafta toplanacak tüzük kurultayının işlevini layıkıyla yerine getirebilmesi partiyi bu usta işi politikayı oluşturacak örgütlenme modeline kavuşturmasıyla mümkün olacaktır. 
Kimse alınmasın ama doğrusunu söylemek gerekirse, şimdiye kadar yaşananlar, henüz bu modele erişilememiş olduğunu gösteriyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İtalya’da ‘Y-kuşağı’nın seçimi - Nilgün Cerrahoğlu

ROMA Yakın tarihin en sıkıcı seçimleri gibi görünmesine karşın, İtalya’nın pazar günkü sandık buluşması önemli. 

Yalnız “Millennial/Y-nesli” diye adlandırılan 2000 (1999!) doğumlu 21. yüzyıl kuşağının oy kullanacağı ilk seçim olması açısından değil, Avrupa’nın geleceği açısından da bu sınav kilit önem taşıyor. 

“Şok, şok, şok” Brexit depremi ardından Eski Kıta, geçen yılki Hollanda, Fransa, Almanya seçimlerini bir popülizm kasırgası altında nefes tutarak izlemişti. 
Martta yapılan Hollanda seçimlerinde ırkçı ve faşist Geert Wilderskâbusundan kıl payı dönülebildi. Wilders, iddia ettiği üzere ilk parti olamadıysa da ne ki 2. sıraya yerleşti. 
Fransa’da sonra Cumhurbaşkanlığı yarışında, merkez sağı tamamıyla oyun dışına iten ırkçıların Jeanne d’Arc’ı Le Pen, ancak şapkadan tavşan gibi çıkarılan Macron  mucizesiyle geri püskürtüldü. 

Güz başındaki Almanya seçimlerinde de, Alman neo-faşizminin yükselen son markası “AfD”nin sahne alışını izledik. 

“Almanya’yı yabancılardan geri alacağız” düsturuyla seçime giren ve 2. parti olmasından ürkülen AfD, 2. değilse de gene 3. parti olmayı başardı. 

Merkel’in Hıristiyan demokratları ile Alman sosyal demokratları arasında halen sürmekte olan “Grosse Koalition/ büyük koalisyon” görüşmeleri öngörüldüğü üzere eğer mutlu sonla biterse, AfD ana muhalefete el koyacak. Alman neo-faşistleri nereden baksanız, siyaseti şartlayacak.

Sosyalizmin krizi 
“Siyasetin unuttuğu adamlar/forgetten men” iddiasına sözde sahip çıkan bu aşırı sağ popülist partilerin iktidara gelmesi -şimdilik- önlendiyse de radardan çıkmaları özetle sağlanamadı. 
Avrupa’yı Avrupa yapan bütün -demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, refah devleti- değerlerine sırt çeviren bu partiler her halükârda, “haklar uygarlığını”oluşturan sosyal demokratlara büyük zarar verdiler. 
2008-2013 krizi, solun tabanında çalışan kesim ve küçük burjuvazinin belini büktü. 
Kural tanımayan küreselleşme, düzen aktörlerinin ve yerleşik kurumlarının inandırıcılığını yok etti. 
Bu başdöndürücü değişimin yarattığı tedirginlik, korku ve öfke ise her yerde   “tepki”  oylarını alan popülist partileri kanatlandırdı. Demagogların önünü açtı. 
Kaygı verici dönüşümü “3. yol”la savuşturmaya çalışan merkez sol oluşumlar ise gümledi. Referanslarını, projelerini ve kimliklerini yitirdiler. 
Elyssee’nin örneğin Macron’dan önceki sahipleri olan Fransız sosyalistleri bugün yüzde 10 bandı altında, dökülüyor. O kadar ki sonunda Paris’teki tarihi merkez binalarını dahi satmak zorunda dahi kaldılar. 

Sadece kendi ülkelerinde değil, Avrupa sosyal demokrasisinin gelişmesinde büyük katkıları bulunan Alman sosyal demokratları ise son kamuoyu yoklamalarına göre artık sadece yüzde 16-17 sınırında seyrediyorlar...

Sürprizlere açık 
Pazar günkü İtalya seçimlerinde, Eski Kıta’nın bu önde gelen ülkelerinde olduğu gibi sosyal demokratlar işte, kuvvetle muhtemel bir hezimetle yüzleşecek. 
Son yoklamalarda merkez sol “Demokrat Parti/Partito Democratico (PD)” her şeye rağmen hâlâ yüzde 28 oy oranıyla ilk parti olması beklenen 5 Yıldız’ın hemen arkasında, yüzde 22 ile 2. parti görünümünde... 

Bu, bundan beş yıl önceki seçimlere göre 3.5 puanlık bir düşüş demek. 2014’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde alınan yüzde 41’lik oy oranı ise artık uzak bir anı. 
Seçime günler kala PD’deki düşüşün aslında daha da sert olacağı ve partinin, yüzde 20’nin altına inmesinin büyük risk olduğu söyleniyor. 

4 Mart, sandıkta son dönemde sürekli gerileyen sosyalistlerin bu içler acısı tablosunu bir kez daha göz önüne sermesi açısından önemli. 

“Popülist partilerin” -ki ilk parti 5 Yıldız da bunlar arasında bulunuyorönlenemeyen yükselişini teşhir etmesi açısından da ayrıca dikkat çekici bir kilometre taşı olacak.
Bir de “yönetilebilirlik sorunu” var... 

İtalya’da 4 Mart’tan kimse istikrarlı bir hükümet çıkmasını beklemiyor. 
Seçmenin yüzde 30’unun kararsız olması, “basit çoğunluk - nispi temsilkarması” yeni ve karmaşık bir seçim sistemiyle sandığa gidilmesi de, olası hükümet formülleri üzerinde her türlü öngörüyü geçersiz kılıyor. 

Popülizmin yelkenlerini şişirmesi ve istikrar garantisi addedilen merkez solun gerileme eğilimi dışında, pazar günkü sınav tüm sürprizlere açık olacak.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET