1 Haziran 2018 Cuma

Söz uçar Gezi kalır - MİNE SÖĞÜT

Ne denirse denilsin... 
İster hamasi anılarla anılsın... 
İster komplo teorileriyle dibi kazınsın... 
İster bir rüya olsun, hayattan uzak dursun... 
İster tarihe, dış güçlerin oyununa gelmiş bir avuç gencin yersiz heyecanı olarak kaydolsun... 
İster barışçıl bir ayaklanmanın küçücük nişanı gibi ya da ufacık bir kuş gibi, kelebek gibi, böcek gibi omzumuza konsun dursun... 

Gezi; 
İktidarın tarumar etmek için elinden geleni yaptığı o koca ve derin ve eski meydanın kıyısında... 
İçinde bundan beş yıl önceki kalabalığı ve heyecanıyla... 
Daha da önemlisi niyeti ve aklıyla, daha daha da önemlisi dili ve değerleriyle, yaşanan yenilgileri, yılgınlıkları, pişmanlıkları, karamsarlıkları, şüpheleriyle... 
Minicik, ufacık, daracık haliyle... 
Bir dev gibi, bir yanardağ gibi, bir çağlayan gibi, sonsuz bir evren gibi, üstüne üstlük bir de hâlâ muhtemel gibi... 
Aklımızın ve kalbimizin bir köşesinde duruyorsa; 
Yakınından ve uzağından ve içinden ve dışından geçen... 
Geçmiş gitmiş bitmiş bir zamana derin derin iç geçiren birilerinin aklını bitmek tükenmek bilmez bir inatla ve inançla hâlâ karıştırıyorsa; 
Gezi’nin üzerinden zaman, TOMA’lar, fişekler, ölümler, seçimler, patlamalar, tutuklamalar yargılamalar, savaşlar... 
Gezi’nin üzerinden geçen.. geçen.. geçen.. ve sanki çok ama çok yakında gerçekten de geçip gitmek üzereymiş gibi görünen iktidar insanlara öğretmek istediğini öğretememiş, onları korkutmak istediği kadar korkutamamış, onları yıldırmak istediği kadar yıldıramamış olmasından eninde sonunda bir şey öğrenecek ve bizzat korkacak, bizzat yılacak demektir. 
O gençlik bundan beş yıl önce sokaklara ivedi bir zafer için dökülmedi. 
Herhangi bir devrim ateşini körüklemedi. 
Herkesin aklını başına getirmedi. 
Bu beş yıl içinde ve hatta bugün bile Gezi için yapılan güzellemelere (bu yazı dahil) bir kahkahası olsa, önce Gezi kendisi bizzat gülüp geçerdi. 
Ama o, daha önemli bir şey yaptı. 
İktidarın başarı algısında derin bir yara açtı. 
15 Temmuz gibi bir garabeti, Gezi gibi bir hareketin karşısına koyabilecek kadar çaresiz hale düşen iktidarın kendine güvenini derinden sarstı. 
Gezi sadece var olarak ve bir başarıyı değil sadece varoluşu kutsayarak kendi kendine büyük bir şey başardı. 
Bu ülkenin bir avuç gencinin ve onların heyecanla peşine düşen birkaç avuç yetişkinin deneyimlediği o içe dönük ve anlamlı Gezi zamanlarına o gün baktığınızda başka, dün baktığınızda başka ve bugün baktığınızda yine başka bir şey görmeniz... 
Gezi’den hem bir umut besleyip hem de umut kesmeniz... 
Gezi bir hayal miydi gerçek miydi ve hayal neydi gerçek neydi tam olarak bilememeniz.. mesele değil. 
Bırakın kaybettik mi kazandık mı sorusuna bir türlü veremediğiniz o tereddütlü cevapla, ruhunuz bir kedi merdiveni gibi bir yükselsin, bir insin. 
Siz şu beşinci yıldönümünde üşenmeyin, bir ara evden çıkıp Gezi Parkı’na gidin ve ıhlamur kokularını derin derin içinize bir çekin. 
O kokuyu duyduğunuz an anlayacaksınız. 
Söz uçar. 
Anlam uçar. 
Her şey uçar.


Gezi kalır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Örnek - Meriç Velidedeoğlu

Geride bıraktığımız “27 Mayıs” günü; TC Devleti’nin başındaki Erdoğan, partisi ve başkanı olduğu, iktidardaki partisi “AKP”nin, Balıkesir’de yaptığı seçim propagandası mitinginde şöyle haykırdı: “Hiçbir gücün karşısında eğilmedik!” 
Bu vurgulamayı duyunca, yine gerilere doğru kayıverdim.
 
Eğilmek bir yana, Afganistan’ın, dahası bölgenin etkin güçlerinden biri olan “Hizbi İslam” örgütünün lideri ‘Gulbeddin Hikmetyar’ın ayak dibine oturup, ondan “feyz (!)” aldığının belgesi olan o ünlü resmi (1985) anımsamamak elde değil. 
Demek “33 yıl” geçmiş, Hikmetyar’dan “feyz (!)” aldığından bu yana... 

Ve değerli dostlar, Erdoğan’ın gençliğinde yaşadığı bu “Hikmetyar” konusu önemli şu sıralarda; neden derseniz, Erdoğan seçim konuşmalarında yoğun olarak gençlere sesleniyor; öğütler veriyor, onların yapmaları gerekenleri bir bir sayıp döküyor, anlatıyor, “Eyy geçler!” diye haykıra, haykıra... 

Bu durumda, gençlerin kendilerine böyle seslenenin, bu çağrıyı yapanın, onca merdiveni çıkıp tepeye nasıl ulaştığını haklı olarak bilmek, öğrenmek istiyor. Ayrıca kendilerine önemli bilgiler veren, uyarılar yapanı da örnek olmaları da her zaman olası. 
Eh, o zaman sürdürelim bu konuda basında yer alan birkaç olayı. 

İlkin yandaş basında pek yer verilmeyip, değinilmeyenlere olabildiğince dokunarak. 
Yine de uzunca bir süre gündemde kalmıştı, “Zapsu” olayı; Erdoğan’nın “özel danışmanı” olarak görevlendirilen (2006) Cüneyt Zapsu, o yılın nisan ayında ABD’de en üst yetkililerin önünde yaptığı bir konuşmada, Başbakan Erdoğan’ı bol bol övdükten sonra, “Onu delikten aşağı yuvarlamayın -kimilerine göre süpürmeyin-   ‘kullanın’  (...) “kullanın’” diye seslenmekten çekinmez... 

Bu “aşağılama”, Türkiye’de duyulunca, tüm yürekler kabardı. Tepki yağdı... 
Ne var ki Başbakan Erdoğan’dan “tık” çıkmayacaktı... Bilmem anımsadınız mı değerli dostlar? Evet ne ses, ne seda... 

Bir atasözümüz, “Sükût ikrardan gelir!” demiş; buna göre “susmak”, “kullanılmayı kabullenmek” olmuyor mu diye sormuşum bir yazımda (2.7.2010). Aslında Erdoğan’ın bu tutuma varması adım adım olmuştu. 

“2003” yılında, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış; Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD’de, Başkan Bush ile görüşürlerken, verilenden daha çok “parasal” yardım istemelerini, Bush “at pazarlığına” benzetip, bütün dünyaya da duyurmuştu... Yine, ne bu iki bakandan, ne de Başbakan Erdoğan’dan hiçbir “ses” çıkmamıştı... 
Hele, Türkiye’nin “AB”ye girebilmesi konusuyla ilgili olarak, dönem dönem yayınlanan, “Avrupa Birliği İlerleme Raporu”nda, “Yolsuzluklar” diye yeni bir başlık açılması unutulmamalı... 

Bunu öneren Almanya, ülkesinde görülen ünlü “Deniz Feneri Yolsuzluğu” davasında, Türk Başbakanı’nın adının bol bol anıldığının da altını çizmiştir... 
Ne yazık ki, geçen yıl “ABD”de görülen “Rıza Sarraf Davası”nda da... 
Değerli dostlar, yazıyı burda noktalayalım; gerisi gelecek haftaya. 

Yeni de şuna değinelim; Erdoğan’ın bugün “AB”ye, “ABD”ye yaptığı “salvo”ları (yaylım atışları), onlar yıllarca önce bize yaptılar, üstelik rahatça, karşılık almadan... 
Bugün, Erdoğan’ın -üstüne üstlük- Müslüman dünyanın “lideri” olarak yaptığı çıkışlara, yeri geldikçe, diplomatik bir dille eleştiriler içeren yanıtlar vermeyi sürdürüyorlar. Kuşkusuz uygulamalarını da... 

“24 Haziran”ın anlamının, dış ilişkilere de, ciddi yer vererek ortaya konulması gerekir sanıyorum. 

Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Menderes üstünde tepinmek yeter artık! - ALİ SİRMEN

Hafta başında, 58. yıldönümünü idrak ettiğimiz, 27 Mayıs dolayısıyla Menderes’in idamı yine gündeme geldi. AKP’nin lideri bu konuda bir kez daha kendine göre çok ince bir yöntemle İnönü’yü hedef gösterdi ve Menderes’i idam ettirenin “İnönü düşüncesi”  olduğunu söyleyerek, zihinlerde bu siyasi cinayetten Atatürk’ün silah arkadaşı, Cumhuriyetin kurucusunun sorumlu olduğu algısını yaratmaya çalıştı. 
Oysa, İnönü’nün herhangi bir şekilde Menderes’in idamı ile sorumlu tutulmasına imkân yoktur. 

Tam tersine, Yassıada duruşmalarında karar aşamasına gelinmesinden önce İnönü, Milli Birlik Komitesi üyelerinin bir kısmı ile görüşerek idam hükmü verilmesinin çok sakıncalı olacağını anlatmaya çalışıyordu. İnönü kararların açıklanmasından iki gün önce 13 Eylül 1961 günü Milli Birlik Komitesi Başkanı Gürsel’e de bu düşüncesini bir mektupla bildirmişti.

***

Altan Öymen, yeni çıkan, 1960-61 yıllarını ve 27 Mayıs olayını bütün ayrıntılarıyla anlatan son kitabı “Umutlar ve İdamlar”da ( s.430 – 433) mektupta şu uyarıların yer aldığını anlatıyor: “Memleketimizin bugünkü halinde ne kadar az sayıda olursa olsun ölüm kararlarının tasdik ve infazı yüksek milli menfaatlere aykırıdır. Kansız bir ihtilal yapıldı. Böyle bir ihtilalden bir buçuk sene sonra geçmiş bir iktidar erkânının siyasi suçlardan dolayı idam edilmesi siyasi idamların bünyesinde zaten mevcut olan hak tereddüdünü azami ölçüde arttırmış olacaktır.”

İdamların infazının ordu tarafından istendiği izleniminin yaratılmasının en büyük mahzurlardan birini taşıyacağı ve karar verenlere tarih önünde hesapsız veballer yükleyeceği gibi, Türk ordusunun edebi şerefine karşı saygı duygusuyla bağdaştırılamaz olan böyle bir davranışın millette orduya karşı deva bulmaz bir kırgınlık yaratacağını da belirten ve bu konudaki düşüncelerinin Milli Birlik Komitesi’ne de bildirilmesini niyaz etmesiyle (yalvarması) son bulan mektubun, MGK’nin fırtınalı oturumunda İnönü’nün istediği gibi okunması engellenmişti. 

Bütün bu hususları kitabında etraflı biçimde yansıtan Altan Öymen, Adnan Menderes ve arkadaşlarının naaşlarının devlet töreniyle yeni kabirlerine nakledilmeleri dolayısıyla Aydın Menderes ile 1990 yılında yaptığı söyleşide, Aydın Bey’in annesi ile birlikte, idamları önlemesi için yaptıkları ziyareti ise şöyle anlatıyor (s.420): 
“...Bize fikir verenler oldu: ‘İsmet Paşa’ya gidin. Asker üzerinde, Milli BirlikKomitesi üzerinde etkisi vardır’ dediler... 

...Önceden muhterem eşi Mevhibe Hanım kapıyı açtı. Berin Hanım gelmişler.Berin Menderes’ diye haber verdiğini hatırlıyorum. İsmet Paşa hemen içeri geldi...
Ben annemle İsmet Paşa görüşürken, İsmet Paşa’nın yüzüne bakıyordum. Derin bir teessür gördüm. Göz pınarları doluydu diyebilirim. Sonradan zaman zaman kendi kendime ‘Acaba bana mı öyle geldi’ diye sormuşumudur. Çünkü zihnimizin çok çeşitli düşünceler, endişeler, üzüntülerle dolu olduğu bir zamandı. Ama gözlerimin tespit ettiği o fotoğrafta yanılmadığını zannediyorum. İsmet Paşa’nın ‘Çıldırmış vaziyetteler. Söz dinlemiyorlar. Her şeyi yapmaya çalıştım’ dediğini hatırlıyorum. 

Ayrıca konuşmasının bir yerinde anneme ve bana dönerek, netice ne olursa olsun, Adnan Menderes’in arkasından kimsenin bir şey diyemeyeceğini, geride kalan ailesi için üzüntü verici, gurur kırıcı hiçbir şey kalmayacağını, kalmasının söz konusu olmayacağını ifade etti.” 

İşte belgeleriyle ve bizzat evladının sözleriyle, Altan Öymen’in kaleminden Menderes’in idamında İnönü’nün tavrı. 

Bütün bunlardan sonra, olayda İnönü’nün sorumluluğunu ileri sürmek, hem tarihe ihanet, hem vicdana aykırılık, hem de İnönü’nün olduğu kadar Menderes’in anısına sayısızlıktır. 

Sağın birçok saygısız kesimi gibi AKP’ liler de Menderes’i oy için çok kullandılar. 

Yeter, Menderes üstünde tepinmeyi bırakın artık!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Topyekûn çöküşün ayak sesleri!.. - Mehmet FARAÇ

Kökünden sarsılması, zihinleri sallaması, umutları köreltmesi ve en derinden yalpalanması gerekiyormuş her şeyin... Yani genel tanımayla "dip" yapmak gerekiyormuş ağaya dimdik kalkabilmek için...

Bu yüzden mi acaba, "umut" diye, peşinden çığlık çığlığa koşulan ancak son yıllardaki her seçimde ne yazık ki hezimetle sonuçlanan bir ezeli mücadelenin ardından şaşırmaya başlıyor ortam?..
Yani, yıllardır ısrarla ve mücadeleyle beklenen bir değişim-dönüşüm özlemi gerçekten hâkim midir artık şu mazlumlaşan ülkenin tüm coğrafyalarına?..

Hiç kuşkusuz söyleyebilir dost da düşman da artık; Tablo her açıdan, aynı renkli ve coşkulu "bahar" manzarasını zihinlere nakşediyor vesselam...

Ve işte nihayet, son yıllardaki her seçimin ardından yaşanan yenilgi ve yılgınlık, çaresizlikleri de bir enkaz gibi dağırtırcasına yerle bir oluyor sanki!..

Ve de sonunda bir topluca ayağa kalkış, bir direniş ve bir birlik-bütünlük havası sarıp sarmalıyor bir zamanlar bezginlikten harap ve bitap düşmüş ortalığı...

Yıllar sonra; tam da umutların bertaraf olduğu, başların adeta zorla eğildiği, omuzların ne yazık ki viran olmuşçasına yıkıldığı ve en önemlisi de seslerin artık neredeyse kısıldığı bir zamanda, güneş doğuyorcasına, üstelik keskin ışıklar aydınlatıyorcasına "umut" var ortalıkta...

"Bu iktidar gitmez" çırpınışlarının neredeyse toplumun tamamına yayılmaya başladığı, herkesin adeta kaderine razı olmak zorunda bırakıldığı, beceriksiz muhalefetin ise ne yazık ki yıllar boyu "umut" yaratamadığı bir dönemde, siyaset ve toplumun üzerindeki ölü toprağı savruluyorcasına, sanki zaferi haber veren bir atmosfer hâkimdir artık topluma...

Farkında mıdır herkes; baharın derinden göklere kadar canlanışı gibi, doğanın filizden fidana çırpınışı gibi, mücadelenin yokluktan yeşerişi gibi, dünyanın renklenişi gibi ve güneşin nedense bir başka doğuşu gibi, bir "umut" rüzgârı da yorgun zihinleri okşarcasına esiyor artık ortalıkta...

                                                                         ***

Değişime gebe siyaset!..
Kirliliği yandaşlıkla örtmeye çalışan kiralık zavallılar gibi bataklığın içinde güllük gülistanlık bir manzara çizmeye çalışmıyoruz...

Olmayanı, duyulmayanı, görülmeyeni ve de hissedilmeyeni aksettirmiyoruz... Her şey net ve ortada... Her şey gözle görülüyor, her şey damarlarda hissedilircesine, çekinmeden, cesaretle ve direnişle gösteriyor kendini artık...

Görünen, gözlenen, gösterilen, tespit edilen, okunan, hissedilen, zihinlere nakşolan ve yüreklere nefes nefese kök salan bellidir artık;
Değişim ve dönüşümle toplumun her kesimini kendine getirmeye başlayan, adeta davul zurnayla gelen ve adeta zirvelerden aşağıya, büyüye büyüye gelen bir kartopunun toprağı sarsması gibi geliyor özlenen devasa "umut..."

Yani ülkenin neredeyse her köşesinde adımları duyulan, nefesi hissedilen, çığlığı yankılanan bir direniş ve silkiniştir devinimin gökkuşağı deryasında yaşananlar...

Ve mücadele ile "umut"tur tam anlamıyla bunun adı... Özetle, memleketi sarmalayan tablo tek kelimeyle budur işte;
Son yıllarda hiç olmamışçasına, hiç yaşanmamışçasına ve hiç filiz vermemişçesine can bulan; iç açıcı, gülümseten, yürekleri serinleten bir atmosferin ortasında, toplumu kendine getirmeye başlayan bambaşka bir hava var ortalıkta...

"Umut" rüzgârını büyüten, beli bükülmüş insanların direnme gücünü artıran, ezilmişleri ayağa kaldıran, ötelenmişleri kendine getiren, tüketilenlere can veren ve ufuktaki direnişi işaret eden tertemiz bir siyasal hava hâkimdir artık ortalığa!..

Kimse kendini kandırmasın, kimse "anket" yalanlarının cıvıklığında kendini bertaraf edilmiş hissetmesin ve kimse de "oldubitti"ye kanarak bir kenara çekilmesin...

Israrla ve ısrarla; bazen direnişle, bazen haykırışla ve bazen de "Gezi"de olduğu gibi öfkeyle, güneş gibi doğması istenen bir değişim ve dönüşüme gebedir artık bu topraklar...

Sarsıntı ve yıkımın aksine, artık silkinme ve uyanıştır günlerdir coşkuyla, heyecanla yaşananlar...
Nasıl anlatırsanız anlatın ve kim ne yaparsa yapsın, artık belli ki eskisi gibi olmayacaktır bu topraklarda hiçbir şey...

Ve belli ki gitmeyecek umutsuzluk artık eski zamana, takılmayacak o ezeli hezimet karanlık geçmişe ve yılmayacak eskisi gibi toplumun umut peşindeki tüm direnen bireyleri...

                                                                           ***

Sarsıntının dört ayağı!..
Yukarıda satır satır vurgulanan, gösterişten ve abartıdan uzak yansıtılan genel manzaraya bakıp da yanılmayın sakın...

Sanmayın iktidar kuleleri sarsılıyor yalnızca... Baskıcı, "dediğim dedik", bildiğini okuyan, kanun-kural dinlemeyen bir politik rant imparatorluğunun dört ayağı da sarsılıyor artık;
Siyasetiyle, bürokrasisiyle, tabanıyla ve de o yandaşlık bataklığında, artık kendi çamurundan kurtulamayan satılık medyasıyla...

Sanmayın ki yalnızca iktidardan nemalanan rantiye çevrelerinin kirli plazaları öncü sarsıntılarla yalpalamaya başlıyor...

Topyekûn bir çöküşün ayak sesleridir ortalıkta çınlayan...

Bir tuhaf sarsıntı, bir acayip değişim, bir şiddetli silkinme ve bir haykıran uyanışın alkış sesleri de duyuluyor ta derinlerden...

Televizyon ekranlarının paçalardan akarcasına dökülen hezimet gazete sayfalarının yandaşlık çamuruna daha da çok karışıyor artık!..

Yandaşlığın kiralık makyajı hızlıca dökülüveriyor ikiyüzlülerin o yapmacık suratlarından...
Lime lime dökülüyor pervasızlık, parça parça dağılıyor utanç verici iş birlikçilik ve tepelerden bayırlara yuvalanıyor meydan okuyan o zalim o pejmürde yılışıklık!..

Meral Akşener'e ambargo uygulayan yandaşlık çarkı kendi zalim ve mide bulandırıcı sansüründe tükeniyor ve Muharrem İnce'nin karşısında tutunacak dal arayan yandaşlık da ne yaparlarsa yapsınlar, "yalı" duvarlarında "alçı" tutmuyor artık...

Yazının başlığında duran "topyekûn çöküşün ayak sesleri"dir, pervasızlık da, kanunsuzluk da, yandaşlık da, ikiyüzlülük de, takiye de, ihanet de ve düşmanlık da...

Ve de dört koldan tükenişin, her yerden bitişin, her açıdan ezilişin; velhasıl dört ayak üzerinde, topyekûn yaşanan bir iktidar çöküşünün korkak ayak sesleridir artık her köşede duyulan... "Ahval ve şerait"  tam anlamıyla budur vesselam...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

Merrill Lynch himayesinde eyalet sistemine geçiş!.. Kaynak - Ahmet TAKAN

"Rüzgâr tersine döndü"
"İması bile yetti"
"100 milyar dolarlık bir fon yönünü Türkiye'ye çeviriyor"
"Doların ateşi düştü"

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve TCMB Başkanı Murat Çetinkaya'nın onarım görünümlü Londra ziyaretinin ardından havuz medyasının estirmeye çalıştığı seçimi kurtarmaya yönelik bu hava gerçekleri yansıtıyor mu?..

Tabii ki hayır!.. Çünkü çarşıda pazarda olan bizleriz... Markette bir poşetin, pazarda bir filenin kaç paraya dolduğunu bilen de bizleriz. Çarşının pazarının yangın yeri olduğunu da en iyi bilen bizleriz... 100 milyar dolarlık fon yönünü Türkiye'ye çevirse de onun yandaş iş adamının cebine girip yönünü tekrar yurt dışına çevireceğini de küfür yiye yiye alası ile öğrendik!..

Peki, Mehmet Şimşek ile Murat Çetinkaya'nın çok cilalanan Londra temaslarında ne oldu?.. Her şeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çok ağrıma giden şeyler işittim. İngiltere'deki haber kaynaklarımla ve Londra'daki gazeteci arkadaşlarımla duyduklarımı teyit etmek için çok sayıda telefon görüşmesi yaptım. Şimşek ile Çetinkaya'nın ziyareti öyle Türkiye'de pompalandığı gibi devlet ve hükümet organizasyonu ile yapılan temaslar değil. Toplantı tamamen, Türkiye'de iç politikaya yönelik sövmelere hedef olan  Bank of America Merrill Lynch'in organizasyonu ve katkıları ile yapılmış.

Bu organizasyonun sağlanması için de kapısında biraz ağlaşılmış!.. Zaten toplantıya iştirak eden uluslararası finans çevrelerinin temsilcileri de bu hususu Şimşek ve Çetinkaya'nın yüzüne karşı "Bu toplantıya, Merrill Lynch düzenlediği ve onun organizasyonu olduğu için katıldık" diye ifade etmişler. 

Merrill Lynch'in yüzü suyu hürmetiyle (!) yapılan toplantıya ilişkin can alıcı başlıkları şöyle toparlayabilirim:
Yatırımcılardan biri; "Verilen mesaj, geçen hafta Erdoğan'dan işittiklerimizden farklıydı. Ekonomiye ilişkin kararlarda son sözü verenin Erdoğan olduğunu düşünmemek elde değil. Lirayı kontrol altına almak için Şimşek'e gerekeni yapmasını söyleyen Erdoğan değil mi?" diyor. Bunun üzerine Şimşek ve Çetinkaya, yatırımcıların bastırmasıyla "Cumhurbaşkanının seçim üslubu" gerekçesine sığınıyor, R. Erdoğan'ın Maliye ve Merkez Bankası'nın işlerine müdahale etmeyeceğine ikna etmeye çalışıyorlar. Bunun ardından ise yatırımcılar, faizlerin 3 puan daha yükseltilmesini ve Erdoğan'ın Merkez Bankası ve Maliye'nin işlerine müdahil olmayacağının garantisinin kendilerine verilmesini istiyor. Londra'daki bazı kaynaklara göre, Erdoğan'dan bu taahhüt hem sözlü hem de yazılı olarak talep ediliyor. Şimşek, finansçılardan faiz artırımı için seçim sonuna kadar zaman isteyince de "Hemen Haziran ayında yapın" cevabını alıyor.

Evet!.. Türkiye'nin içine düşürüldüğü içler acısı tablo böyle... Londra'da Türkiye'den gelecek haberler bekleniyor!..

Maliye kökenli, CHP Ankara milletvekili Bülent Kuşoğlu'ndan bu ziyareti YENİÇAĞ'a değerlendirmesini istedik. Kuşoğlu şunları söyledi;
"Erdoğan ziyaretinde o kadar sert konuştu ki Türkiye hiçbir beklentisini alamadı. Ondan sonra zaten Maliye Bakanı ile Merkez Bankası Başkanı apar topar gittiler. Bunun nedeni Türkiye'nin ekonomik kaynak bulmaktaki çaresizliği. Orta Doğu ve Rusya'ya bu konuda güveniliyordu ama oradan da beklenilen olmadı. Dolayısıyla tıkandı kaldı Türkiye. Bu ziyaret aslında bir çaresizlik ziyaretiydi. Daha önce de İngiltere ile burada bir temas kurulmuştu. Erdoğan'ın ziyaretinin anlamı da aslında kapıyı zorlama girişimi. Bir kez daha İngiltere'nin kapısını çaldık. Sonuçta onlar da bir takım mesajlar verdi ama bugün ekonomik göstergelere baktığınız da sonuç iyi değil. Kur yükselmeye devam ediyor. 16 Nisan'dan bu yana Türk ekonomisi türbülansta gibi. "

                                                                         ***

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, ABD ziyareti öncesinde çok aşamalı Münbiç planlarından bahsediyor. Bu da Londra ile beraber yürütülen algı operasyonlarının bir parçası... Türkiye'de ne yazık ki doğrular söylenmiyor!.. PKK/YPG'nin Münbiç'de ufak sayılabilecek 2 üssü var. Aylardır oraya ABD ve Fransa hâkim. Yani bir nevi NATO üssü kuruldu. Cerablus ve El Bab'da ise önceki günden bu yana Ankara'ya ÖSO'cu grupların birbirine düştüğü ve çatıştıkları haberleri geliyor. Kendi aralarında Türkiye'yi hedef göstermeye de başlamışlar. Bu, Türkiye'nin ÖSO üzerindeki hâkimiyetini kaybetmesi demek. Suud, PKK/YPG'ye aktif yardımlarını artırıyor. Suudiler'in, YPG'ye "sınır kontrolleri için size her türlü yardımı yapacağız" sözü verdiği bildiriliyor. Gelen haberler arasında, "Suriye ve İran askerleri Golan tepelerinden çekildi yerlerine Rusya geçti" bilgileri de var. PKK/YPG Afrin'de ABD himayesinde pozisyon alıyor. Bu kısacık bilgiler bile, Türkiye'nin Suriye'de kontrolü ve kazanımlarını kaybetmesi anlamına geliyor.

Peki İngiltere'deki görüşmeler ile bu son yazdıklarımın arasındaki bağlantı ne?..

Verilecek esas taviz siyasi. Bu da çözüm sürecinin yeniden başlatılması. Türkiye önümüzdeki günlerde tekrar çözüm süreci ile karşı karşıya kalacak tekrar görüşmeler başlayacak. Bizden bekledikleri esas taviz bu. Bunu şimdi kimse söylemiyor. Bunun sinyalleri geliyor ama susuluyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bunun için getirildi. Bunun alt yapısıydı. Bunun üzerine yeni çözüm süreci binecek ve Türkiye eyalet modeline zorlanılacak. İngiltere'de olan bu.

Mevlüt Çavuşoğlu'nun ABD ziyareti öncesinde iktidar sözcülerinin güya Suriye için hep bir ağızdan seslendirdiği "kentlerin yerel halklar tarafından yönetilmesi" sizce neyin işareti?..
Neyin alt yapı çalışmaları?..
Hâlâ anlayamadıysanız, yakın tarihimizin sayfalarını bir zahmet karıştırıverin!..


AHMET TAKAN / YENİÇAĞ

31 Mayıs 2018 Perşembe

Kemal Okuyan'la 5'inci yıldönümünde Haziran Direnişi üzerine-SOL

Haziran direnişinin beşinci yıldönümünde TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan soL'un sorularını yanıtladı. Haziran direnişinin Türkiye toplumunun çok geniş bir bölmesinin Erdoğan'a kapsamlı bir yanıtı olduğunu vurgulayan Okuyan, Erdoğan'ın hamleler yapsa da bu kırmızı çizgileri aşamadığını ifade etti. 'Toplumdaki laik duyarlılık gerçek, siyasette ise büyük ölçüde sahtedir' diyen Okuyan, halkın karşısına gerçek bir seçenek yerine seçim aritmetiğiyle çıkanları eleştirerek 'Matematik hiç bu kadar acı çekmemişti' dedi. Okuyan 'yeni bir Gezi direnişi olur mu' sorusunu da yanıtladı.


TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Haziran direnişinin beşinci yıldönümünde soL'un sorularını yanıtladı. Laiklik ve yurtseverliğin 2013'te kendisini zorla kabul ettirdiğini vurgulayan Okuyan, siyaset cephesinde bundan hoşnut olmayanlar olduğunu söyledi. "Toplumdaki laik duyarlılık gerçek, siyasette ise büyük ölçüde sahtedir" diyen Okuyan, Gezi ölçeğinde yeni toplumsal hareketlerin olmayacağını düşünmenin saçma olduğunu dile getirdi. Okuyan "Bunların kalıcı, bugünkü köhne düzeni sarsacak etkide bulunması için Haziran Direnişi'ni fetişleştirmeden, onun dinamiklerini sağlıklı bir biçimde değerlendirerek sonuçlar ve dersler çıkarmak gerek. Türkiye'de emekçi halkı bu düzenin değişmesinin imkansız olduğu düşüncesinden kurtarmak zorundayız" diye konuştu.

Haziran Direnişi'nin yıldönümündeyiz. Bu ölçekteki bir toplumsal olayın beş yıl sonrasında Türkiye siyasetindeki etkisi konusunda ne söyleyebilirsiniz?
Haziran Direnişi Türkiye toplumunun karakterinde, deyim yerindeyse genetiğinde kalıcı izler bıraktı. Dolayısıyla Gezi'de başlayıp tüm Türkiye'ye yayılan 2013 direnişinin buhar olduğu değerlendirmelerinin bir karşılığı yok. Bu türden toplumsal olayların izlerinin kendisini ne zaman ve nasıl yeniden açığa çıkaracağı önceden kestirilemez. Ayrıca tersinden bakarsak, 2013'ün öbür tarafı, yani Erdoğan cephesi unutmuşa benziyor mu Haziran Direnişi'ni?

Erdoğan'ın hâlâ böyle bir toplumsal hareketten, Gezi'nin benzerinden çekindiğini söyleyebilir miyiz?
Siyasi iktidar şu anda sıkışmış durumda. 24 Haziran seçimleri öncesinde oyun kuramıyor, morali düşük. Ama yine de toplumda "yine yapacaklar bir numara" kaygısı var. İnsanlarla konuşuyoruz, hemen herkes "bu adam kaybetse de gitmez" düşüncesi baskın. Neden böyle? E çünkü sandık ve "yüksek siyaset" oyunlarında çok mahirler. Şimdi bir de Anayasa Mahkemesi'nin seçimi iptal olasılığı üzerinden değerlendirme yapılıyor. Bir sürü rivayet. Oysa Haziran 2013'te hem inisiyatif halka geçmişti hem de halkın özgüveni zirvedeydi. Erdoğan oyun filan kuramadı o dönemde. Aynısı Tekel direnişi sırasında da yaşandı.

Belirleyici olan sokak mı?
Belirleyici olan toplumsal mücadelenin yükselişidir ve bu açıdan sokaktaki hareketlenme en kritik göstergelerden, toplumsal mücadelenin en önemli kanallarından biridir. Ama Gezi sokaktan ibaret değildir. Haziran Direnişi Türkiye toplumunun çok geniş bir bölmesinin Erdoğan'a kapsamlı bir yanıtıdır. Erdoğan'a kırmızı çizgileri hatırlatmasıdır.

Peki o kırmızı çizgiler aşılmadı mı?
Hayır. Erdoğan Haziran Direnişi ile ilan edilen kırmızı çizgileri aşabilmiş değil. Hamleler yaptı, Türkiye'deki tahribatın boyutları genişledi ama 2013'te büyük bir patlama ile ortaya konan kırmızı çizgiler hâlâ duruyor. Siz milyonlarca insanın bu çizgilerden vazgeçtiğini düşünüyor musunuz? Bugün siyasi iktidarın birden fazla sıkıntısı var ve bunlardan birisi Türkiye toplumunun en az yarısının Erdoğan'ın önerdiği kıyafeti giymeyi reddetmesidir.

Dediğiniz gibiyse toplumda neden çaresizlik yayıldı? Bugün ilk kez Erdoğan'ın seçim kaybetme olasılığından heyecanlananlar bile çaresizlik ve umutsuzluk içinde.
Çünkü Erdoğan'a 2013'te kırmızı çizgiler çeken toplumsal kesimlerin özgüveniyle oynandı; siyaset cephesi yaptı bunu. Haziran Direnişi sırasında başladı bu. Erdoğan ile derdi olanlar, onu yeniden kontrol edilebilir bir noktaya çekmek isteyenler, onu benzer bir aktörle değiştirmek isteyenler, direnişin enerjisini kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmek istediler. Bu son derece doğal. Ancak Haziran Direnişi'nin laisist ve yurtsever karakteri karşısında çok zorlandılar. Herhangi bir siyasi aktörün yönetmediği bu ölçekte bir toplumsal hareketin manipülasyon girişimlerine karşı bu kadar dirençli olduğu bir başka örnek bilmiyorum. Bu direnç yalnızca sermaye sınıfını, uluslararası aktörleri rahatsız etmedi, sözüm ona "sol"da durduğunu söyleyenleri de kızdırdı. Keşke anti-emperyalizm ve aydınlanmacılık "sol"da sanıldığı ya da iddia edildiği kadar güçlü olsaydı.

Değil mi? Örneğin laikliğin değeri anlaşılmadı mı bugün?
16 yıllık açık İslamcı bir iktidar elbette bazı şeyleri öğretti ama ben Türkiye'de birçok kesimin laiklik konusunda samimi olduğunu düşünmüyorum. Zaten her şey ortada! Laiklik ve yurtseverlik 2013'te kendisini zorla kabul ettirdi ve siyaset cephesinde bundan hoşnut olmayanlar var.

CHP'yi mi kastediyorsunuz?
CHP ve düzen solunda yer alan herkesi. 2014'te ve 2015'te sandığı fetişleştirerek, seçimleri biricik kurtuluş aracı olarak göstererek ve üstelik İslamcılıkla flört ederek, etnik kimlikçi bir söylemle çıkış yolu işaret eden herkes Haziran Direnişi'nin izlerini silmeye soyunmuş demektir. Direnişin üzerinden bir yıl geçmişken Ekmeleddin gibi birini Haziran kitlesinin önüne koymanın başka açıklaması var mıdır? Evet, açıkça söylüyorum, toplumdaki laik duyarlılık gerçek, siyasette ise büyük ölçüde sahtedir. Yüzlerce kanıt gösterebilirim ama işe yaramaz. İşe yaramaz çünkü ilkesizlik, omurgasızlık kural haline gelmiş. Üzülerek söylüyorum, Türkiye'de "sol"un önemli bir bölümünün ne laiklikle ne antiemperyalizmle güçlü bir bağı kalmamış durumda. Onlarla oyalanmanın bir anlamı kalmadı. Sol Türkiye toplumunun dürüst, ikiyüzlülükten uzak kesimlerinde bu düzeni yıkma iradesini örgütleyerek ayağa kalkacaktır. Her geçen gün bunun mümkün olduğunu gösteren bulgularla karşılaşıyoruz. 

Siyaset-sokak ilişkisine dair seçimlerden sonrası için ne söylenebilir. Siyasi tartışmalar hep canlılığını korusa da sokak hareketliliği uzun süredir geri çekilmiş durumda. Yaklaşan ve hatta başlayan bir ekonomik kriz tartışması var. Ve seçimler... Tüm bunları birlikte düşününce yeniden sokağı da kapsayan bir siyasi canlanma olabilir mi önümüzdeki dönem? Örneğin yeni bir Gezi Direnişi olur mu?
Gezi'nin tekrarı olmaz. Tekrarı zaten etkisiz olur. Herkes öğrendi, ders çıkardı. Ancak bu etkide, bu ölçekte toplumsal hareketlerin olmayacağını düşünmek saçma. Olacaktır. Bunların kalıcı, bugünkü köhne düzeni sarsacak etkide bulunması için Haziran Direnişi'ni fetişleştirmeden, onun dinamiklerini sağlıklı bir biçimde değerlendirerek sonuçlar ve dersler çıkarmak gerek. Türkiye'de emekçi halkı bu düzenin değişmesinin imkansız olduğu düşüncesinden kurtarmak zorundayız. Kötünün iyisini tercih etme saçmalığından çıkarmak zorundayız. Siyaseti seçim matematiğinden ibaret gören kirli ve şantajcı vıcık vıcık bir "ticaret"ten ibaret görmelerini engellemek zorundayız. Örgütlenmeyip, mücadele etmeyip beyaz atlı prensi bekleme huyundan vazgeçirmek zorundayız. Kimlikçi siyaseti, emperyalist dünyanın ürünü sahte özgürlük reçetelerini bir kenara koymalarını sağlamak zorundayız. Sürekli pişman olup aynı hataları yapmamaları için gerçek bir seçenek oluşturmak zorundayız. 
Bunun için uğraşıyoruz. Ve karşımıza ne bir ilke ne bir program ne bir düşünce çıkıyor. Sadece ve sadece seçim matematiği. 
Matematik hiç bu kadar acı çekmemişti!  

SOL

Yalandan kim ölmüş? - AYŞE YILDIRIM

Kendi kendilerini yalanlamaya devam ediyorlar. 

“Terör gündemden çıktı”“Güneydoğu’ya huzur geldi” diyorlar hep bir ağızdan. Ama HDP’nin yüksek oy aldığı illerde seçim güvenliği bahanesiyle sandıkları taşıyorlar. 
Ne diyor YSK Başkanı Sadi Güven
“Kurulda titiz bir değerlendirmeyle karar verdik. Azami olarak seçmenlerin yürüyebileceği 5 kilometreyi esas aldık. Ama bu tümü için 5 kilometreanlamına gelmesin. Bizim taşıma kararı verdiğimiz sandıkların yarısı 2.5 kilometre mesafede.” 


Yani devlet sandıkların birleştirildiği yerde güvenliği sağlayabiliyor ama 2.5 kilometre ötede güvenliği sağlayamayacağını düşünüyor. Hem de az buz değil tam 19 il için söyleniyor bu.


Ama güvenli değil diye sandık kurmadıkları köylerden seçmenin rahat rahat yürüyebileceğini hesapladıklarını söylüyorlar. 


O kadar kötü niyetli olmayalım değil mi? 


Hadi olmayalım. 
Dün Cumhuriyet’in manşetindeydi Siirt’in Kocaçavuş Köyü’nde sandık birleştirilmesi talebine gerekçe gösterilen güvenlik olayları: “1995’te adamkaçırma, 1997’de silahlı çatışma, 1997’de bir güvenlik görevlisinin şehit olması…” 
Hadi gelin bir de Tosuntarla Köyü için öne sürülen gerekçelere bir göz atalım:  “Siirt Tosuntarla Köyü’nde (8) terör olayı meydana gelmiştir. Bunlardan14.01.1994 - 24.09.1993 tarihlerinde mayına basma, Eylül 1993 tarihinde silahlı çatışma, 12 Eylül 1995 tarihinde sivil halka saldırı, 10 Haziran 2008 tarihinde mayın bulma olayı meydana gelmiştir. 
Sınırlarında (3) terör duyumu, (9) telsiz kestirmesi alınmıştır. Sandık bölgesine ve yol güzergâhlarına BTÖ mensuplarınca EYP döşenebileceği, saldırı ve sabotaj tarzı eylemler yapılabileceği gerekçesi ile seçim güvenliğinin sağlanması açısından sandık birleştirmesinin yapılmasının uygun olacağı..” 



YSK, Kocaçavuş için sandık birleştirmesini kabul etti, Tosuntarla için reddetti.
Ne diyordu yine YSK Başkanı, “Sandıkların taşınma talebi ilk kez gelmiyor, taşıma da ilk kez olmuyor.” 

Oysa aynı YSK’nin üç üyesi şerh yazısında daha önceki seçimlerde hem de AKP dönemi seçimlerinde söz konusu bölgelerin hepsinde seçim sandığı konduğunu açıkça ortaya koyuyor. 

Hadi Diyarbakır’da seçmen sayısı azlığı iddiasıyla sandık birleştirilmesi isteklerinden iki tanesini daha okuyalım… 
“Argün mahallesi sandık bölgesindeki sandığın seçmen sayısının azlığı, 2006-2017 yılları arasında (1) terör olayı meydana gelmesi...” 


Oysa Argün’ün seçmen sayısı az filan değil, tam 320 seçmene sahip. 


1 Kasım 2015 seçimlerinde Argün’den HDP’ye 238 oy çıkmış, AKP’ye ise 43… 
Ne istenmiş peki? “Söz konusu mahalledeki sandıkların 2006-2017 yılları arasında (2) terör olayı meydana gelmesi nedeniyle Üzümlü mahallesi sandık bölgesine taşınmasının uygun olacağı...” 


Başka bir örnek; “Hazro-Dadaşağılı mah. Belirtilen sandık bölgesindeki sandığın seçmen sayısının azlığı.” 
Az denilen seçmen sayısı 774.
Taşınması istenilen yer ise “2006-2017 yılları arasında meydana gelen (1) terör olayı nedeniyle Dadaş mahallesi sandık bölgesine…” 

Bu iki istek de YSK tarafından reddedildi. Ancak bu örneklerin hepsi gösteriyor ki valilikler ya da il seçim kurulları pek bir ince çalışmışlar...

Ama bir şey bulamayınca 20-25 yıl öncesinin olaylarını bahane olarak sıralamışlar. 
Tam 144 bin seçmen.

Az buz değil. Bildiğimiz örnekler bunlar. Ya bilemediklerimiz. Sandıkların taşındıkları köylerdeki durum… 

Herkesin aklındaki kuşkuyu HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen açık açık dile getirdi: 
“HDP’nin yüksek oy aldığı köylerle ilgili taşıma kararı alınmış, sandıkların taşınacağı köylerde AKP’nin oranı ise yüzde 70-80. Tablo çok net ortada. Üstelik taşıma gerekçelerinin inandırıcılığı yok.”

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Peki, yalakalara ne olacak? - SELÇUK EREZ

Diktatörlerin yalakaları, çoğunlukça sevilmeyen, hor görülen, kötü sıfatlarla anılan kimselerdir. 

Yalakalık aslında zor bir iştir, herkes yapamaz. Bu kadar çok yalaka arasından sıyrılıp göze girmek kolay değildir! Birçoğu bu konuda her türlü rezilliği göze aldığı halde topu topu birkaç orta boy ihale kapabilmiştir, o kadar! 

Diktatörün keyfi, bu zavallıların başlarında sürekli dolaşan bir insansız hava aracı gibidir: “Ben kovmuş olmamayım, sen hemen istifa et” denmesi her an olasıdır. Ancak en tehlikelisi, diktatör, ulusça sepetlendiğinde bunların toptan işsiz kalmalarıdır. 

Böyle bir gelişmeye hazırlıksız yakalanmamak, çok sayıda vatandaşımızı acınacak hallerde görmemek için eski yalakalara şimdiden uygun işler düşünmeliyiz. 


Emekliye ayrılacak yalakalar için uygun yeni işler: 


1.Damlarda rüzgâr fırıldağı: Yalakalar, Çin sirklerinde, başını önce sol dizinin, sonra sağ koltuğunun altından geçirip sol ayağının başparmağıyla burnunu kaşıyabilen kemiksiz kızlara benzerler. Patronlarının dün söylediğini alkışladıktan bir gün sonra Beyfendi, öncekinin tam tersini buyurduğunda, hemen yüz seksen derece dönerek “Vallahi böyle de haklıdır!” diyebilmektedirler. Bütün kamu binalarının damlarına bu fırdöndülerden birinin atanması, rüzgârın yönünü doğru göstermeseler bile hiç olmazsa birkaçının aç kalmamasını sağlayabilir. 

2.Kırkpınarda pehlivan yağlayıcı: Yıllarca kendisini milletin, hatta yeryüzünün başpehlivanı sanmış olan bir tipi yağlamış olmak, onlara pehlivanları dilleri yerine natürel sızma zeytinyağı ile yağlamanın gerektirdiği yetenekleri kazandırmış olmalıdır. İşin erbabınca iyi yağlanan pehlivanların başarı şansı artar.
 
3.İskatçı: Birçok memlekette cenazelerde saçını başını yolup ağlaması için parayla tutulan insanlar vardır. Bizde de cenazelerde, ölmüşlerin yakınlarında fazla ağlayarak, bayılarak aileye sevgi ve sadakatını göstermeye çalışan amatörlere rastlanır. İçtenliksiz üzüntü sergileyebilmek, içtenliksiz sevinç sergilemek gibi bir yetenek olup bu özellik, kıdemli yalakaların marifetleri arasında yer alır. 

4.Porno filmlerinde figüran: Diktatörlerin iktidarları boyunca yaptıkları, müstehcen filmlerde izlenenlere benzer: Yalakalar da aslında hangi dümenlerin döndüğünü, hangi rezaletlere vesile olunduğunu bildikleri halde yapılanları methederler: Porno filmlerinde aktörler de, o filmlerde kalabalık edenler de zevk almasalar, hatta canları acısa bile gösteri boyunca keyiften dört köşe olduklarını yansıtan hırıltıların bin çeşidini çıkarmak zorundadırlar. 
Bu işler yalakaların ancak bir bölümünü kurtarır. Gerisi ise “Yahu neymiş meğerse? Vallahi bu kadar kötü ve insafsız olduğunu bilmiyordum!” gibi açıklamalarda bulunup iktidara yeni gelenlerin peşine takılır, kendilerini kurtarmaya çalışırlar. 
Başarı şansları? Demokrasi geliştikçe giderek azalır!

Selçuk Erez / CUMHURİYET

Geziden kalan umut... - ZEYNEP ORAL

1968’in ellinci; Gezi ruhunun beşinci yıldönümü... Tarihsel açılımları ne denli farklı olursa olsun, ikisinin ortak yanları, ortak yöntemleri vardı...


Bir ağaca sarılmakla, bir parkı koruma çabasıyla başlayan direniş, orantısız güçle bastırılmaya çalışıldığında, hepimiz büyüdük, hepimiz çoğaldık, hepimiz bir araya geldik... Birlikte hayal kurduk, birlikte muhteşem bir rüya gördük... 

Hepimiz dediğim, itirazı olan herkes... (Biat edenden, yandaştan, çıkar kollamaktan ya da korkudan boyun eğenden söz etmiyorum.) 

Hepimiz, yani bir araya gelmez, gelemez diye bildiklerimiz: Nişantaşlısıyla Kasımpaşalısı, Edirnelisi, Diyarbakırlısı, sağcısıyla solcusu, ateistle beş vakit namazında olan...Her dilden, her kökenden, her sınıftan, her yaştan, her renkten, her tercihten olan ... 

Taksim parkını, çevreyi korumaktan çok ötelere gitti, kimliğini ve insanlık onurunu korumaya dönüştü Gezi. 

Barikatlar kurulup yıkılırken... TOMA’lı, gazlı, sopalı, coplu, kurşunlu şiddet kafamıza, sırtımıza inerken daha çok büyüdük, daha çok çoğaldık. 

Artık Türkiye’nin her yeri Gezi’ydi.
Günlerden her gün Geziydi.
Ayrımcılığa inat, dayanışmanın adı Geziydi.
Gezi kimliğimiz
Öfke, şiddet, baskı arttıkça Gezi kimliğimiz bilendi.
Gezi kimliğinde tıpkı ’68’deki gibi “başka bir dünya mümkün” inancı vardı. “Genciz, güzeliz, dünyayı ve Türkiye’yi de değiştireceğiz” inancı vardı. 

Bir siyasi partinin, bir liderin başlattığı bir hareket değildi. Doğaçlamaydı. Emir komuta zinciri yoktu. Öfkemiz, haksızlıklaraydı. 

Öfkemiz ayrımcılığaydı. Öfkemiz buyurgan sese, aşağılayan, hakaret eden, yalan söyleyen, aptal yerine koyanaydı. Engellendikçe çoğalıyorduk.
“Çapulcu” aşağılanmalarına karşın “çapularak çoğalıyorduk”. Anamızı alıp da geziye gidiyorduk. Kâh “iki ayyaş”ın hesabını soruyorduk; kâh Hrant Dink’in.... 

Gezi kimliğimizde şiddet yoktu. En çok yaratıcılık vardı. Mizah vardı. Şiiir, müzik, türkü, dans, resim, tüm sanatlar vardı. Tencere tava müzikleri de, kuyruklu piyano da çalıyorduk... Klasik bale de, halay da bizimdi. Türkü de, arya da... Nâzım’dık, Ruhi Su’yduk, Hayyam’dık, Yunus’tuk... 

Çarşı’nın “Sen de sarılacak bir ağaç bul” bildirisiyle coşuyor; “Seccadesini sedye yapan cami imamına, su taşıyan kilise papazına; Kapısını arkadan sürgülemeyen Beşiktaş sakinlerine” otele, kafe ve dükkânlara teşekkür ediyor; “Toma Gitti/ Aşk Bitti” afişine; kimi kanallardaki Penguen filmlerine gülüyorduk...

Aşk olsun size çocuklar!
’68’le simgeleşen özgürlük, devrim, adalet, aşk ve gençlik duygusu ve düşüncesi günümüze dek emperyalizmle, totalitarizmle hep ama hep mücadele etmek zorunda kaldı. Her tür baskı ve sömürüyle de... Dünyanın her yerinde totaliter rejimler 1968 ruhunun esintisini hissettikleri an, onu yok etmek için ellerinden her geleni yaptılar ve yapıyorlar. 

Gezi olaylarından bunca korkulmasının nedeni işte budur.... 

Dün Mücella Yapıcı’nın da dediği gibi, bütün bunlardan geriye kalan, umut iklimidir. Ve bunu kimse yok edemez. 

Doğası, havası, suyu yok edilen; yolsuzluğu, hırsızlığı, talanı aklayan; hem parayı, hem canı, hem de adaleti “sıfırlamayı” iyi bilen ülkelerde bile bu UMUT yok edilemez.
Bu yazı Gezi’de yitirdiklerimiz ve her daim genç kalacak canları düşünerek bitsin. Onları Can Yücel’in ’68 ruhunu da yansıtan “Mare Nostrum” (Latince Bizim Deniz) şiiriyle anıyorum. 

“En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu.En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak...En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi...
Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!!!”

Zeynep Oral / CUMURİYET

Hindistan neden İran’ın yanında? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Donald Trump’ın “kişisel çabalarıyla” bozduğu anlaşmadan sonra İran’a uygulamaya başladığı, başta müttefikleri olmak üzere İran’la ilişkisi olan ülkelere de uymaları gerektiği konusunda tehditler savurduğu yaptırımlara en sert tepki Hindistan’dan geldi.

Hindistan Dışişleri Bakanı Sushma Swaraj, İran konusunda herhangi bir ülkenin değil BM’nin yaptırımlarını dikkate alacağını bildirerek, ABD’nin İran’a yönelik yaptırım kararını tanımadığını açıkladı. Yıllarca Bağlantısızlar Hareketi’nin liderliğini yapmış bir ülke olarak Hindistan’ın bu tutumu sürpriz değil ancak zaman zaman ABD ile bazı konularda yaptığı anlaşmalarla şaşırtıcı bir görünüm de veren Hindistan bu kez neden ABD’yle bu konuda ters düştü? 

Nedenlerini sıralamaya çalışayım. 

Hindistan başından beri İran’ın ABD ve Batı ile yaptığı nükleer anlaşmayı desteklemiş bir ülke. Öyle ki anlaşma iptal edilmeden önce BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan, yayılma karşıtı çerçeve ve uluslararası barış, istikrar ve güvenliğe önemli bir katkı sağlayan Ortak Kapsamlı Eylem Planı’nın (JCPOA) tam ve etkin bir şekilde uygulanması için desteğini birçok kez açıklamıştı. Bu Hindistan’ın Almanya, Fransa ve İngiltere ile aynı tarafta olduğunun ilanıydı.

Hindistan dünyanın en büyük üçüncü petrol tüketicisi. Enerji güvenliği ihtiyaçlarını karşılamak için Irak, Suudi Arabistan ve İran’dan petrol satın alıyor. İran geçen yıl Hindistan’a petrol tedarik eden üçüncü ülke durumuna yükseldi. Suudi Arabistan’ı bile geride bırakarak yani.

ABD/Batı ile yaptığı anlaşmadan sonra İran’a uygulanan yaptırımlar sona erdiğinde Hindistan ile İran, Hint şirketlerinin İran’a doğrudan yatırım yapmalarını sağlayan bir de anlaşma yapmışlardı. Hindistan, Hindistan’da bulunan İran bankalarına lisans vermeyi de düşünüyordu. Uluslararası alanda da İran, Hindistan lehine tavır alan bir ülke oldu hep. 

Bir de şu var tabii; İran-Hindistan ilişkisi sadece enerji üzerinden tanımlanacak bir ilişki değil. Şii İran’ın, Hindistan’ın çoğunluğu Sünni olan komşusu (düşmanı) Pakistan’la ilişkileri iyi değil. İran ile Hindistan’ı yakınlaştıran nedenlerden biri de bu. Hindistan’ın bölgesinde ve Orta Asya’daki nüfuz kazanma politikasında İran’ın önemli bir yeri var. Bölgede bir savaşın patlak vermesi durumunda, Hindistan Pakistan’a uluslararası yardım yollarını kesmek için de İran’la iyi geçinmek zorunda. Hindistan ve İran’ın, iki ülkeyi Pakistan’ı transit geçerek birbirine bağlayan bir gaz boru hattı projesi üzerinde çalıştıklarını da unutmayalım. 

Bir de psikolojik nedenler var ki atlanamaz. Şu yaptırımlar konusunda Hindistan’ın da bir deneyimi var. Yaptırım uygulamalarının ne anlama geldiğini biliyor. 1998’de, Hindistan kendi nükleer silahlarını test ettiğinde, Clinton yönetimi Hindistan’a yaptırım uygulamıştı.

Bu yaptırımların Hindistan ekonomisi üzerinde hiçbir etkisi olmadı, ama Hint yönetiminin ABD’ye olan kızgınlığını biledi. Daha sonraki yıllarda ABD ile ilişkiler öyle iyi bir noktaya geldi ki, oğul Bush zamanında Hindistan ile nükleer anlaşma imzalayabilmek için ABD yasalarını bile değiştirdi. Ama bu, yine de Hindistan’ın yaptırımlar konusunda ABD’nin “ikiyüzlü bir tutum takındığı”na olan inancını değiştirmedi. Hindistan yönetimi ABD’nin, nükleer silahlara sahip olan Pakistan’a hiçbir yaptırımda bulunmadığını anımsatıyor zaman zaman.

Bu nedenlerin de etkisiyle Hindistan, sadece Trump istedi diye İran’a uygulanan yaptırımlara evet diyecek değildi. Demedi işte.

Hindistan’ı zorlayacak olan, ABD’nin şimdi kendisine karşı alacağı tavırdan çok, İsrail’in tutumu. İsrail de Hindistan’ın iyi bir müttefiki aslında. Hindistan’a büyük miktarda askeri teknoloji satan bir ülke aynı zamanda.

Hindistan, İran’a yönelik ABD yaptırımlarına katılmamakla İsrail’den gelecek kızgınlığı “dengeci” politikasıyla çözmeye çalışacak. Bir İngiltere gezisinde Başbakan Modi’nin “İsrail’e de Filistin’e de gideceğim, Suudi Arabistan ile de daha fazla işbirliği yapacağım. Enerji ihtiyaçlarımız için İran’la da ilgiliyim” dediğini anımsatayım.

Dengeci, sakin dış politikasıyla bakalım tüm bu dengeyi tutturacak mı Hindistan. Ama güzel olan Trump’a hak ettiği yanıtı vermiş olması.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN