7 Eylül 2018 Cuma

Ziya Selçuk Kemalizmle belaya soktuğu başını Atatürkçülükle kurtaracak-ÜNAL ÖZMEN

Ziya Selçuk, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı olduğunda kendi eğitim anlayışına yer açmak için önceki sistemini ağır ve insafsız bir dille eleştirdi. Eleştiriden Atatürk ve Atatürkçülük de nasibini aldı. Ne yazık ki çoğunlukla katıldığım eleştirileri, bir eğitimcinin görüşü olarak değil, haklı olarak bürokratı olduğu islamcıların adına yapılmış tepkisel konuşmalar muamelesi gördü.

‘’Marjinal gruplarca popularize edilen ve günlük siyasetin malzemesi haline getirilen”, “medyada kullanıldığı anlamda Kemalizm eğitimin yapı taşı olamaz’’ sözü ve sabah törenlerinde öğrencilere okutturulan “Andımız”a yönelik eleştirisi (Sözcü, “Andımız” tartışmasını başlatanın Ziya Selçuk olduğunu bilse, herhalde dün manşetten yaptığı “Açılım yüzünden kaldırılan Andımız yeniden okunsun” çağırısı yapmazdı.) Ziya Selçuk’u sert bir tartışmanın içine çekmişti. Daha sonra sözlerine Kemalizm Atatürkçülük ayrımı yaparak açıklık getirmeye çalıştıysa da istifasına kadar Atatürk’le sorunlu liberallerden biri olduğu algısını kıramadı.

İlk iktidar yıllarında AKP’nin en çok dikkat ettiği şey Atatürkçülüğü ve Atatürk’ü tartışmaktan uzak durmaktı. AKP, yıkım ekibini oluştururken yıkıma hangi cumhuriyet değerlerinden başlanacağını liberaller etüt ediyordu. Selçuk’un Kemalizm’le ilgili sözleri ve yeni müfredatlarda Atatürkçülük konularının azaltılması, kendilerini Atatürkçü sayan dönemin paşalarının da dikkatini çekti. O tarihlerde kendisi ile yapılan söyleşilerde askerlerin Atatürkçülük konusunda uyarı ve telkinleri olmadığını söylese de MGK toplantılarına çağırılıp nezaket dışı yöntemlerle uyarıldığından haberdarız.

Ziya Selçuk kendisi hakkındaki kamuoyu yargısını, işletmeci olarak okuluna döndüğünde kırmaya çalıştı. İşletmeci olarak okul müşterilerinin talebine (Atatürkçü okul) karşılık vermesi gerekiyordu. Başarılı da oldu. Yine de Selçuk’un kendine göre bir Atütürkçülük anlayışı olduğunu, başarısını tüccar riyakarlığına bağlamanın haksızlık olduğunu özellikle belirtmeliyim. Bu nedenledir ki Selçuk’un milli bayramların tekrar okullarda kutlanması, derslerde Atatürkçülüğe yer verilmesi kararının muhafazakar Atatürkçülüğe uygun samimi bir girişim olduğunu söyleyebilirim.

Ziya Selçuk’un Atatürkçülere uzattığı bu zeytin dalını, Bekir Coşkun’un aksine islamcı yönetimin (Erdoğan’ın) bilgisi veya arzusu dahilinde gerçekleştiğini düşünmüyorum. Çünkü bana göre Ziya Selçuk’un hükümet içindeki konumu, koalisyon hükümetinin muhafazakar Atatürkçüleri temsil eden küçük ortağına denk geliyor. Eğitimde Atatürk ve Atatürkçülük laikliği çağrıştırır, Ziya Selçuk bağlamından koparmaya yeltenmezse, Erdoğan’ın tahammül sınırı Atatürkçülüğün bu anlamına dayanamaz.

Eğitimde yeni paradigma ne olabilir ki?
Eğitimde biri kamucu diğeri piyasacı olmak üzere iki paradigma vardır. Piyasacı, dinci ve gelenekselcidir; kamucu, demokratik, laik ve bilimseldir. 15 Ekim’de açıklanacağı duyurulan eğitimdeki yeni paradigma hangisi olabilir? Mevcut paradigma dinci-piyasacı, diğer seçenek bilimsel, laik ve demokratik eğitim olduğuna göre iktidar değişmeden paradigmanın değişmesi sizce mümkün mü? Daha net bir soru; islamcı bir yönetim, eğitimi laikleştirir mi?

AKP’nin kuruluşundan bugüne çeşit çeşit Erdoğan gördük. Fakat o kendi haki rengini hiç değiştirmedi. Ziya Selçuk, eğitimde paradigma değişiminden söz ederken acaba Erdoğan’ın değişmezlik özelliğini dikkate aldı mı? 

Reis zihniyetini değiştirmeden ona, onun adına hizmet yapan paradigmasını değiştirebilir mi?

Diyelim ki dediğim gibi Ziya Selçuk hükümetin üyesi değil de ortağı, eli güçlü ve Erdoğan ona mahkum; devletin bakış açısı değişmeden bir biriminin paradigması değiştirirse ne olur? Tavuğun tilki inine girmesi gibi birşey olur herhalde. Mesela Erdoğan “kindar, dindar” nesiller isterken siz ona ‘o dediğin yok, laik gençler verelim” diyebilir misiniz?

Türkiye, 2003’te teşebbüs ettiği eğitimde paradigma değişimini Erdoğan’ın himayesinde 2012’de tamamladı. Buradan geriye dönüş elbette paradigma değişimini gerektirir. Ancak bunun Erdoğan yok sayılarak gerçekleşmesi mümkün değil. 

Kısacası paradigma değişimi, mevcut paradigmanın muhalifi olmasından ötürü iktidar değişimine tekabül eder. İktidarı değiştirmeden paradigmanızı, (burası muhalefete) paradigmanızı değiştirmeden iktidarı değiştiremezsiniz…

Ünal Özmen / BİRGÜN

Diktatör ölünce - Serdar Çelik / BİRGÜN

1975’te Franco öldüğünde kendisine şaşaalı bir cenaze merasimi yapılıp tüm devlet başkanları cenazeye davet edilmesine rağmen törene sadece o zamanki Şili Devlet Başkanı Augusto Pinochet, Ürdün Kralı I. Hüseyin ve Monaco Prensi Raniero katılmışlardır.

36 yıl boyunca ülkesi İspanya’yı, taraftarlarının gözünde, önceleri Yahudiler sonra Mason lobisi daha sonra komünistler ve son olarak da İspanya’nın gelişmesinde gözü olan uluslararası güçlerden koruyan bir şef olarak yöneten, sıkı Katolik, aşırı milliyetçi ve dibine kadar muhafazakâr, Falanjist Parti Lideri General Francisco Franco’nun 20 Kasım 1975 tarihindeki ölümü, günümüz İspanya’sının yeniden doğumu olmuştur.

Tarihi boyunca Monarşiyle yönetilen ülkede 1931 yılında yapılan yerel yönetimler seçimini monarşi karşıtı Cumhuriyetçilerin kazanmasıyla ülkeyi terk edip Roma’ya kaçan XIII. Alfonso’dan sonra ülke demokratik cumhuriyet rejimine geçmişti fakat pek çok demokratik reforma rağmen Cumhuriyetçiler 1936 yılında iç savaşın çıkmasını engelleyememişler ve Napoleon Bonaparte’dan sonra Avrupa’nın en genç 2. generali (34 yaşında) olan Franco, askeri bir darbeyle kendisini İspanya Kralı ilan etmişti.

Oğlu olmayan ve tek kızının kocasıyla son yıllarında ülkeyi yönetmeye çalışan diktatör; artık damadın bu işi götüremeyeceğini anlamasından mıdır? Yoksa kendince, ölmeden önce hak yerini bulsun, krallık şeceresi kaldığı yerden devam etsin diye midir? Bilinmez, kendisinden sonraki kralın Roma’ya kaçan kralın oğlu Juan Carlos olacağını sağlığında belirtmiş ve hatta onu bu göreve hazırlamıştı.

Bir taraftan da Franco ölmeden ülkeye huzur gelmeyeceğini düşünen, çoğu yurt dışında yaşayan ve kimisi diktatörlükle ters düşen eski faşistler, kimisi liberaller kimisi de komünist ve sosyalistlerden oluşan bir avuç İspanyol da Franco sonrası için deklerasyonlarda bulunuyorlardı. Bunlar, 1970’lerin başında Madrid'deki yakın ülkeler büyükelçilerinin bir toplantısında söylenen “Francodan sonra İspanyada kan gövdeyi götürür” tezinin aksine belki de iç savaş yaşamış bir neslin çocukları olarak savaşsız, darbesiz, yalansız ve çıkar gözetmeden nasıl bir ülke düze çıkar üzerine kafa yoruyorlardı. O zamanlar Amerikayı özgürleştirdiği düşünülen Kennedy’nin Franco’ya müdahale edip İspanya’yı da özgürleştireceğini düşünenler de az değildi.

1975’te Franco öldüğünde kendisine şaşaalı bir cenaze merasimi yapılıp tüm devlet başkanları cenazeye davet edilmesine rağmen törene sadece o zamanki Şili Devlet Başkanı Augusto Pinochet, Ürdün Kralı I. Hüseyin ve Monaco Prensi Raniero katılmışlardır.

Yeni kral I. Juan Carlos’un kraliyet tacını takar takmaz, 1960’lı yılların sonlarında başlayan ve yasadışı kabul edilen sendikalaşma ile yetmişli yıllarda durdurulamaz boyutlara ulaşan öğrenci hareketlerinin getirdiğini sandığım bir zorlamayla bundan sonraki rejimin “Parlamenter Monarşi” ve devletin de “Sosyal ve Demokratik Hukuk Devleti” olacağını ilan ediyordu. Şimdilerde o günler üzerine analizler yapan yakın tarihçilerin, gazetecilerin ve yazarların birleştikleri ve kansız, darbesiz, geniş bir konsensusla sağlanan bu geçişin o yıllarda her biri geniş kitlelere hitap eden eski faşist lider Ridruejo’nun bir Fransız gazetesine söyledikleriyle efsanevi komünist lider Carillo’nun “Franco’dan sonra devrim veya darbeyle değil reformla düze çıkacağız” yönündeki açıklamalarının çakışması ve her ikisininde “Franco’nun öldüğü gün kutlanması gereken bir gün değildir, önemli olan kimin elinden olursa olsun İspanyolların kaybettikleri özgürlükleri tek tek ve gerçekten ele geçirmeleridir” yönündeki açıklamalar bence de birbirinden kurtulmak isteyen insanların bir araya gelmesini sağlayan en büyük etken olmuştu.

I. Juan Carlos bu düzeni kurmak için oluşacak geçiş dönemine başbakan olarak da Franco dönemi bakanlarından, hem de tek parti olan Falanjist Partinin, bakanlar kurulundaki temsilcisi konumundaki Milli Hareket Bakanı Adolfo Suarez’i başbakan olarak atamıştır.1969–73 yılları arasında İspanyol Radyo Televizyon Genel Müdürlüğü de yapan genç Suarez o yıllar için popülaritesi yüksek olan ve pek çok kesim tarafından ılımlı gözüken bir isimdir.

Suarez’in hazırlayıp 1976 yılında Kraliyet Kamarası’na sunduğu Politik Reform Kanunları’nın kabul edilmesiyle, tam anlamıyla demokrasiye geçilmiş olmasa da bunun için önemli bir yolun önü açılmış oluyordu. Yine bu yıllarda, çift parlamenter (Millet Meclisi ve Senato) rejimin kurulması, Kral’ın yetkilerinin kısıtlanması, Komünist Parti’nin yasallaşması ve o zamana kadar bölücü kabul edilen partilerin de katılımıyla, 1936 yılından sonraki ilk bağımsız genel seçimlerin 1976 yılında yapılması sağlanmıştır.

95 yıla sahip olduğunu savunduğumuz cumhuriyetimizin 35 yıllık İspanyol demokrasisinden alacağı dersler olması her ne kadar 20 yılını İspanya’da geçirmiş bir Türk olarak beni biraz üzse de, orada hayretler içinde yaşadığım ve nasıl oldu da Franco öldüğünde onun naaşı önünde bitmez tükenmez kuyruklar oluşturan bu koyu katolik dindar, muhafazakâr ve büyük şef hayranı İspanyollar bu hale geldi diye hâlâ düşünüp dururum.


Hemen seçimlerin ardından gerçek parlamenter demokrasiye geçebilmek için ihtiyaç duyulan ve temelinin Özgürlük-Adalet-Eşitlik olacağı açıklanan yeni anayasanın oluşturulması için Kraliyet Kamarası ve Millet Meclisi Anayasa Komisyonu’nun seçtiği ve liberal merkezci partiden 3, Hıristiyan Demokratlardan 1, birleşik Katalanlardan 1, sosyalist partiden 1, komünist partiden 1 kişiden oluşan ve “Anayasanın Babaları” adı verilen 7 kişilik bu kurul bir anayasa taslağı hazırlamak üzere görevlendirilmişlerdir. O yıllarda pek çok insanın kabul etmediği, eleştirdiği, özellikle Basklı’ların, Katalan bir temsilci olmasına rağmen kendilerinden bir temsilcinin olmadığı için protesto ettiği bu kurul, halen anlatılan önemli politik anekdotlarla yaklaşık bir yıl süren bir çalışma sonrasında Millet Meclisi ve Senato’da ayrı ayrı görüşülüp kabul edilmek üzere şimdiki İspanya’nın temelini oluşturan yeni anayasa taslağını hazırlamışlardır.

Daha sonra Anayasa Bayramı ilan edilen, 6 Aralık gününde halkın %87 oyla kabul ettiği bu anayasa, halen İspanya’da güncelliğini koruyan anayasadır.

1979 yılında yürürlüğe giren ve yürürlüğe girmesiyle birlikte Kraliyet Kamarasının ortadan kalktığı ve bir önceki meclislerin feshiyle İspanya, yeni anayasası gereği, Otonom bölgelerinin de inisiyatif aldığı meclisleri seçmek üzere yeni seçimlere gider. Bu seçimleri İspanya’da geçiş dönemini yöneten Adolfo Suarez’in partisi UDC kazanır. Ancak toplama merkezcilerden oluşan parti içindeki çatışma ve ayrışma 1981 yılında Adolfo Suarez’i istifaya zorlar. Onun ayrılmasıyla partinin ve hükümetin başına geçen Jose Calvo Sotelo’nun meclisteki güvenoyu oylaması sırasında, o yıllarda bu gelişmeleri içine sindiremeyen ve keskin gruplaşmaların oluşturduğu kargaşa ortamından yararlanmak isteyen Albay Antonio Tejero’nun Meclisi silahlı adamlarıyla basarak bir askeri darbe girişiminde bulunması kırılgan demokrasilerin neler doğurduğunun açık göstergesi olarak bizim yaşadıklarımızla da özdeşleşmektedir. 24 saatlik olması nedeniyle bizim 15 Temmuz’a da benzeyen bu girişim Kral Juan Carlos’un da gayretleriyle tüm taraflar toplanarak askerleri kontrol altına almasıyla tarihe geçmiştir. Devamında Calvo Sotelo 1982 yılı için erken seçimleri ilan etmiş ve bu seçimlerde PSOE’nin (İspanya Sosyalist İşçi Partisi) Endülüslü bir çiftçi ailesinin avukat oğlu olan genç lideri Felipe Gonzalez, rahat bir ekseri çoğunlukla, çoğu Franco döneminin, bizim imam hatiplerin daha radikali olan kilise okullarından mezun sosyalist milletvekilleriyle yeni anayasalı, yeni İspanya’nın, yeni yüzü olmuşlardır.

Sosyalistler 14 yıllık yönetimleri sırasında İspanya dış mihrakların düşmanlığını unutmuş, Avrupa Birliğine üye olmuş, özellikle adalet, eğitim ve sağlık konularında köklü reformlar yapılmış ve dini baskılarla büyüyen nesillerin çocukları, ebeveynlerinin zamanında ahlaksız sayıldığı için cinsel organların isimlerinin dahi sözlüklerde yazılmasının yasak olduğu fakat kilise papazlarının pedofili skandallarının ayyuka çıktığı bir dönemden tabiri yerindeyse tereyağından kıl çeker gibi ve çok kısa sürede tüm özgürlüklerin saltanat sürdüğü bir yaşam standardına kavuşmuşlardır.

95 yıla sahip olduğunu savunduğumuz cumhuriyetimizin 35 yıllık İspanyol demokrasisinden alacağı dersler olması her ne kadar 20 yılını İspanya’da geçirmiş bir Türk olarak beni biraz üzse de, orada hayretler içinde yaşadığım ve nasıl oldu da Franco öldüğünde onun naaşı önünde bitmez tükenmez kuyruklar oluşturan bu koyu katolik dindar, muhafazakar ve büyük şef hayranı ispanyollar bu hale geldi diye hala düşünüp dururum. Her bakımdan pek çok benzerlik yaşadığımız bu ülkenin yakın geçmişi bence ülkemizin geleceğini görmek isteyen insanların araştırması gereken önemli bir mecra.

Ben dört köpekle savunduğum ve bir kadın başkan tarafından yönetilen Cunda'daki 100m2’lik özgün cumhuriyetimde edebiyat ve çeviriden vakit çaldıkça bu konuya kafa yorup araştırmalar yapmaya devam ediyorum, benden yardım isteyenlere de elimden geldiğince yardımcı olmaya hazırım.

Serdar Çelik / BİRGÜN

Kuşbakışı ekonomik bilanço - KORKUT BORATAV

Bir ekonomik krizin gündeme geldiği aylardan beri içte-dışta tartışılmaktadır. Ben de kervana katılmış;  nedenlerine değinmiştim. 


10 Ağustos tarihi yazımdan aktarayım: “Neoliberal dönemde ekonomilerini finans kapitale sınırsızca açan  ülkelerde ‘dış kaynak girişlerinde ani duruş veya tersine dönüş’, bir kriz türünün nedeni olarak görülüyor.” 

Bu kriz türünün çevre ekonomilerinde 1980 sonrasındaki örneklerine değinmiş ve eklemiştim: “Türkiye, ‘serbest sermaye hareketleri’ dalgasına 1989’da katıldı. 1994, 1998/99, 2001 ve 2008/9’da bu tür dört krizden geçti.” 

Daha sonra son verileri inceleyerek şu sonuca varmıştım: “Bu tür krizleri tetikleyen ana etken, yani dış kaynak girişlerinde bir önceki yıla göre  ani duruş ve kısmen tersine dönüş, Türkiye’de Mart-Haziran 2018’de gözlenmiştir.” 

Krizin tetiklenmesi; gelişimi… 
Bugünlerdeki kriz algılaması döviz (dolar) fiyatlarının hızla tırmanmasından kaynaklanıyor. 

Pahalılaşan dolar, genel-geçer bir kriz etkeni değildir. Büyük dış açıklar veren; kendi parası (TL) ile dışarıdan  borçlanamayan; üstelik fazlasıyla “dolarlaşmış” bir ülkede, döviz krizi hızla reel ekonomiye taşınır: Dolar borçlusu olan devlet, şirketler, bankalar ödeme güçlükleriyle karşılaşırlar. Zincirleme etkiler tüketime, yatırıma, üretime, istihdama, millî gelire yansır. 

Sert küçülme dönemleri, bazen bankacılık ve borç krizleri ile iç içe girebilir ve ekonomik bunalım bir finansal krizle birleşmiş olur. 

Kriz sürecinin nasıl seyrettiğini üç doğrultuda izlemeye çalışalım: Krizi tetikleyen etkenler devam ediyor mu? Ekonomide küçülme başladı mı? Borç krizi olası görünüyor mu? 

Dış kaynaklarda “ani durma” sürüyor mu?
Mart-Haziran 2018’de yabancı sermaye hareketleri 12 ay öncesine göre yüzde  85 oranında geriledi; üstelik, Mart ve Haziran’da “net çıkış” gösterdi. Bu olgunun Türkiye’de kriz ortamını tetikleyen ana etken olduğuna yukarıda değindim.    Temmuz ve sonrasının ödemeler dengesi istatistikleri yayımlanmadı; ama, kısmî göstergelere bakarsak “ani durma / sert çıkış” eğilimi sürmektedir. 

TCMB istatistiklerine göre Temmuz ve Ağustos’ta yabancıların hisse senedi ve tahvillerden 890 milyon dolar  net çıkış gerçekleşmiştir. Sermaye hareketlerinin üç ana kaleminden birinde “kan kaybı” süregelmektedir.

“Kan kaybı”nın dolaylı yansımaları da var:  TCMB brüt rezervleri,  Haziran sonu ile Ağustos’un son haftası arasında 2.6 milyar dolar düşmüş; Mart-Haziran dönemindeki 11,9 milyar dolarlık  erimeye eklenmiştir.

İkici yansıma,  doğrudan döviz fiyatlarında gözleniyor:  30 Haziran 31 Ağustos arasında TCMB’nin efektif dolar satış fiyatı yüzde 43 oranında sıçramıştır. Ancak uyaralım ki, “finansal kargaşa” döneminde döviz piyasaları çok “sığlaşmıştır” ve küçük boyutlu işlemler aşırı fiyat dalgalanmalarına yol açmaktadır. 

“Durgunlaşma” mı? “Küçülme” mi? 
Dış kaynaklardaki “sert durma”, istihdam, üretim, millî gelir verilerine nasıl yansıyacak? Durgunlaşma mı, küçülme mi gündemde? 

1994 ve sonrasında Türkiye ekonomisinin yaşadığı dört krizde dış kaynak hareketlerinde düşme / net çıkış 12-13 ay sürmüştür. Bu “dışsal şok”un milli gelire etkisi, bazen derhal gözlenmiş; bazen üç-beş ay sonrasına sarkmıştır. 

“Sert durma”nın göreli büyüklüğü nasıl ölçülebilir? Gerilemenin sürdüğü dönemlere ait sermaye hareketini bir önceki (“canlı”) dönemden çıkarınız. Ortaya çıkan “eksi değer”, negatif dışsal şok olarak yorumlanabilir. 

Sözünü ettiğim dört krizde bu dışsal şok dolarlı millî gelirin yüzde 6,4’ü ile 10,8’i  arasında değişmiştir. 

Bu yılın Mart-Haziran aylarında sermaye hareketlerinde gerilemenin yol açtığı negatif dışsal şok, 2017 millî gelirinin  yüzde 2,2’si ile sınırlı kalıyor.  Dolayısıyla hem süre, hem de hacim olarak 2018’deki “sert durma”, Türkiye’nin önceki krizlerinde gözlenen boyuta ulaşmamıştır. 

Peki sonraki aylar? 

TÜİK’in Mayıs-Haziran istihdam ve sanayi üretim istatistikleri, ekonomide küçülmeye değil, yavaşlamaya işaret ediyor. 

Dış kaynaklarda gözlenen olumsuz hareketleri telafi eden etkenler nelerdir? 

Cumhurbaşkanı yerel seçimlere kadar bütçe musluklarını gevşetmekte ısrarcı görünüyor. Kamu maliyesinden gelen genişleyici etkenler, olumsuz dış kaynak hareketlerinin daraltıcı sonuçları ile karşı karşıyadır.

 2018’in ilk yarısında bu zıt etkenler (anlaşılan) durgunlaşma ile sonuçlanmaktadır. Haziran sonrasında ise küçülme gündemdedir. Bazı göstergelere değinelim:
Cumhurbaşkanı’na rağmen kredi faizleri tırmanmaktadır. Ağustos 2017 /Ağustos 2018’e ait ihtiyaç, taşıt ve ticarî kredi faiz oranlarının ortalamasını karşılaştırınız:  %16,8→  %25,6. Özel destekli konut kredilerindeki artış temposu daha da hızlıdır: %12,5 →%20,0… Kredi maliyetlerinde tırmanma ekonomiyi aşağı çekmektedir. 

İç talepte daralmanın kestirme bir göstergesi, ithalat istatistiklerinde yer alır. Haziran 2018’den itibaren her ay ithalat, hızlanan bir tempoyla daralmaktadır; bir önceki yıla göre Ağustos ithalatı %19,3 düşmüştür.

TL’nin reel devalüasyonunun tetiklediği bir ithal ikamesi mi?  Boşuna umutlanmayınız. Pahalı dövizin sanayinin rekabet gücünü ilerletmesi, günü gününe gerçekleşemez; üretim yapısının yeni baştan dönüşmesi programlanmalıdır;  zaman alır. 

Sanayi sektöründe eğilimler hangi doğrultudadır? 

TÜİK’in yeni baştan oluşturduğu üretim endekslerini bırakalım; farklı bir anketin sonuçlarına bakalım: Uluslararası karşılaştırmalarda kullanılan Markit’in sanayi sektöründeki büyüme / küçülme eğilimlerini  yakından izleyen PMI endeksi… Sektör-içi anketlerle derlenen sipariş, üretim, istihdam, stoklar gibi bilgilerden türetilen endeksin değeri 50’nin altına inerse, küçülme söz konusudur. 

Türkiye’de PMI sanayi endeksi İstanbul Sanayi Odası  tarafından hesaplanmaktadır.  Mayıs-Ağustos aylarında PMI kesintisiz 50’nin altında seyretmiştir; beş aylık ortalama 48,1’dir. Ağustos endeksi 46,4’e düşmüş; sanayide daralma eğiliminin hızlandığı belirlenmiştir.  

Bu göstergelere bakarsak Türkiye ekonomisi, 2018’in ikinci yarısında durgunluktan küçülmeye geçmektedir. 

Dış borç krizi gündemde mi?
Türkiye’nin döviz varlıkları, önümüzdeki aylarda dış dünyaya karşı borçlarını, diğer yükümlülüklerini karşılayamazsa bir  dış borç krizi söz konusu olur.

Bankalardaki borç yapılandırma müzakerelerinin dış dünyaya taşan izlerini sürerek fazla mesafe alamayız. IMF’nin Nisan 2017’de yayımlanan Türkiye Raporu’ndan hareket etmeyi yeğliyorum. (Mayıs’ta bu raporu “2019’da Ekonomiye IMF Programı” başlıklı bir yazıda gözden geçirmiştim.)

Bu raporun sonunda “Türkiye Dış Borcunun Sürdürülebilirliği” başlıklı bir Ek yer alıyor. (Ek V, ss.55-57). Burada, 2017 verilerinden hareket edilmekte; sonraki yıllara ait kestirimlerin devamı halinde dış borçların 2019’da yüzde 54,6’ya çıkacağı; daha sonra yüzde 52 civarında istikrar bulacağı   öngörülüyor. Bu “normal” senaryo altında dış borçlar sürdürülebilecektir. 

Ne var ki, bu ılımlı öngörüye, IMF, bir “felaket senaryosu” olasılığı da ekliyor: “TL yüzde 30’luk bir değer yitirme ile karşılaşırsa,  GSYH’ya oranla toplam dış borç stoku yüzde 83’e ve özel sektör dış borcu yüzde 60’a çıkacaktır.”  Bu olasılıklar altında dış borçlar, sürdürülebilir eşiği aşmış olacaktır. Millî gelire oranı  yüzde 60 sınırını aşan dış borçlar riskli görülür.

IMF, şu olasılığı gündeme getiriyor:  Döviz fiyatları (dolar) ulusal fiyatlardan (enflasyondan) çok daha hızlı artarsa dolarlı milli gelir aşağı çekilir; dış borçların milli gelire oranı da, sürdürülemez eşiğe çıkabilir. 

Burada enflasyonu içeren TL’li milli gelirin 2018’deki büyüme hızını bilmemiz gerekiyor. 2018’in ilk sekiz ayında döviz fiyatları enflasyonun üzerinde seyretti: TÜFE endeksi yüzde 12,3; dolar yüzde 73,3 arttı. Bu tempo yıl sonuna kadar sürerse, IMF’nin felaket senaryosunda yer alan TL’nin %30’luk değer yitirme eşiği aşılacak; dolarlı milli gelir önemli ölçüde düşecektir. (Reel büyüme, yüzde 12’lik enflasyona olsa olsa beş puan ekleyebilir.) 

2017 örneğini vereyim: Doların ortalama  fiyatı %21 artmış ve cari fiyatlı (enflasyonu içeren) GSYH  sadece %19 büyümüş; dolarlı milli gelir de 2016’ya göre yüzde 1,6 oranında düşmüştür. 

2018 için bu konuda bir kestirim yapamam. Ama, böyle bir hesabı, dev yatırım bankası Morgan Stanley (“çaktırmadan”) yapmış: Türkiye’nin 2018’de cari açığının 51 milyar dolara ve milli gelirin yüzde 6,7’sine ulaşacağını öngörmüş. Bu sayılardan 2018’in dolarlı milli gelir toplamı 761 milyar dolar  olarak türetilmektedir.  467 milyar dolarlık dış borç stoku da milli gelirin yüzde 61’ini aşar ve bir dış borç krizi gündeme gelir.

Fazla  dert etmeyin; ülkeyi yöneten yüksek makama kulak verin: Bu da geçer yahu…  

Korkut Boratav / SOL

ABD’de darbe tehdidi - CEYDA KARAN

Ortadoğu coğrafyasını neoliberal sisteme monte etmeye çalışırken ‘halk iradesi / temsiliyet’ten yola çıkan; siyaset üstü bir ‘insan hakları/özgürlükleri olgusu’  uydururken, insanların yaşam tarzları için ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ algısı yaratan; bu algı üzerinden ‘demokrasinin tüm renklerini saçmak’ gibi bir saçmalığı yayan Amerikan demokrasisi; büyük tehlike altında.


Daha açık yazalım, ‘darbe’ tehdidi altında. Şaka yapmıyorum.

***

Amerika’nın önde gelen liberal gazetesi New York Times, dün Trump yönetimi içindeki direnişin bir parçasıyım” başlığıyla bir ‘isimsiz yazarın’ makalesine yer verdi. Öncelikle gazetenin makaleyi ustalıkla sunduğunu belirtelim. Makaleyi, ‘üst düzey yetkilinin kimliğini ifşa etmenin görevini tehlikeye atacağı’ vurgusuyla duyuran gazete, ‘okurlarını böyle önemli bir perspektiften mahrum bırakmamayı’ görev bilmiş. 

Peki, ‘isimsiz yazar’ ne yazmış? Diyor ki: “Başkan için çalışıyorum fakat benimle aynı düşünenlerle birlikte kendimi başkanın gündeminin bazı kısımları ve kötü eğilimlerini engellemeye adadım.” 

Makalede, Trump’ın liderliği altında ülkenin bölünmüşlüğünün arttığı belirtiliyor. Yönetimin başarısının arzulandığı vurgulanıyor, hatta vergiler, deregülasyon ve askeri mevzulardaki başarılar teslim ediliyor. Ancak başkanın liderlik tarzı ile ‘ani ve hızla değişen’ kararları anımsatılarak akıl sağlığının güvenilmez olduğu, asıl sorunun ise ‘ahlaksızlığından’ kaynaklandığı kaydediliyor. Trump’ın demokrat olmadığı, basını düşman ilan ettiği anımsatılıyor. 

‘İsimsiz yazar’ dış politikayı ihmal etmemiş. Trump’ın Putin ile iyi ilişkiler kurmak istemesi, Moskova’yı cezalandırmaktan kaçınmaya çalışması ve iki Kore’nin barıştırılması girişimleri sıralanıp, ‘otoriterliğe biat’ olarak sunulmuş. Yakınlarda ölen neocon senatör John McCain anılmış. Trump’ın ‘kötü idaresine’ karşılık kendilerinin  ‘demokratik kurumları korumaya ant içtikleri’ belirtilip, alenen ‘ABD’de çift başlı başkanlık olduğu’ vurgulanmış. Yani seçilmiş başkanın iradesi hilafına bir derin devlet olduğunu söyleyenleri ‘komploculukla’ suçlayanlar olumsuzlanmış.

***

Trump’ın tepkisi elbette sert oldu, Twitter’dan ‘HAİN??’ diye yazdı, ‘isimsizyazarı’ ‘korkaklıkla’ itham etti. Sözcüsü Sarah Sanders “Trump’a oy vermiş 62 milyon insanın bu korkak için oy kullanmadığını” belirtti. ‘Acınası, pervasız’ diye nitelediği makalenin yayınından ötürü ‘hayal kırıklığı duyduklarını’ ancak ‘şaşırmadıklarını’ ekledi. Gazeteden özür talep ederken, “Bu korkak doğru olanı yapmalı ve istifa etmeli” dedi.

***

Elbette Amerikan kamuoyu yazarın peşine düşmekte gecikmedi. NY Times artık hatayla mı bilinmez, Twitter hesabından ‘erkek’ olduğunu açık ederken, metinde geçen 
‘lodestar’ (çobanyıldızı) sözcüğünden hareketle Başkan Yardımcısı Mike Pence’in ismi ortaya atıldı. Kendisi bunu 2001’den beri tekrarlar dururmuş. Ama “O yazamaz, belki metin yazarı Stephen Ford’dur” fikri öne çıkarken, onun da bir senedir çalıştığı anımsandı. Tabii bu kelime üzerinden ‘hedef saptırma’ amacı güdüldüğünü söyleyen eksik değil.

***

Amerikan demokratik sistemi düşünülürse ‘başkana komplo kuran darbeciler’ ithamı haksız değil. Tabii başlarına ‘Trump türü belalar’ gelenler, bizim coğrafyadaki  ‘jüristokrasi’ tartışmalarını anımsayıp utanacak değiller. NY Times’ın yaptığı ise olanca ustalığına rağmen bal gibi ‘psikolojik operasyon’.Üstelik işin burada kalmayacağını Trump’la kapışmış eski CIA Başkanı John Brennan’ın makaleyle ilgili “Yaklaşan felaketin bütün ikaz işaretlerini görüyorum” demesinden anlayabiliriz.

***

ABD’de kasımda ara seçimler var ve siyasi arenanın iyice kızışacağı açık. Yazarın ‘neocon cepheden’ olduğunun altını çizenler ise haklı olarak dış politikaya dikkat çekiyor. Britanya hükümeti, Rusya’ya yeniden çürük Skripal ithamlarıyla yüklenirken, Trump’ın bir üçüncü dünya savaşı riskini de göze alarak Suriye’yi bir başka kimyasal komplo ile yeniden vurması mı hedefleniyor? 2017’de kampanyasında ettiği onca lafı yutup Suriye’yi vurduğunda “İşte şimdi ABD Başkanı oldu” diyenler, o zaman mı ‘darbeden’ vazgeçecekler, göreceğiz.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Öyle yedik, öyle yedik ki araçların sayısını unuttuk! - Batuhan ÇOLAK

"Dış güçler düğmeye bastı!
Dolara karşı direneceğiz!
Emperyalizm kaybedecek!
Millî hükümet yıkılmayacak!"

İktidar ve sözcüsü yayın organlarından gelen ekonomi açıklamalarında sıklıkla duyduğumuz başlıklar...

Bu ve benzeri açıklamalar geldikçe hayat pahalılığı artıyor, ekonomiye olan güven sarsılıyor.
İşin en tehlikeli boyutu olan hammadde ihtiyaçları artık karşılanamıyor. Birçok üretici, satıcıya ürün aktaramıyor. İşin içinden çıkamayan yüzlerce fabrika, sigortadan para alabilmek için kendi kendini kundaklıyor. Sigorta firmaları büyük bir maddi yük altında... Bazıları ise tükenme noktasında.
İlaç sektöründeki durum korkutucu boyutlara ulaşmış durumda. İthal ilaçların sevkiyatı sağlanamıyor, doktorlara "ithal ve pahalı ilaç çok hayati olmadıkça yazılmasın" talimatı veriliyor. Yıllardır peynir-ekmek gibi satılan çok bilindik ilaçlar bile bulunamıyor.

Fırıncılar sık sık haberlere konu oluyor. Un stokunun bitmek üzere olduğunu ve yakında üretimde kısıtlamalara gidilmek zorunda kalabileceklerini açıklıyorlar. Eskiden bu açıklamaları hükümetten izinsiz yapabilmek mümkün değildi. Ama artık insanlar mecburiyetten konuşmaya başladılar, çünkü biraz daha susarlarsa "haşlanan kurbağa" gibi sessizce yok olacaklar.

Bu gelişmelerden sonra dün çok kritik bir karar alındı. Un ihracatı yapan firmalara kısıtlamalar getirildi. Böylece iç piyasada tükenme noktasına gelen un ikame edilmeye çalışılacak. Ancak burada da ihracat yapan firmaları korkutan bir durum söz konusu... Anlaşma yaptıkları, imza attıkları, söz verdikleri yabancı firmalara ürün gönderemeyecekler. İç piyasaya verecekleri ürünleri istedikleri fiyattan satamayacaklar.

Un stoklarının bitmesi durumu aslında dünden bugüne gelişen bir süreç değildi. Devleti yönetenler işin nereye, hangi boyuta gideceğini kestiremediler.

Takip etmediler, dinlemediler...

Saray inşaatlarına, süslemelerine, davetlere harcadıkları mesaiyi; ekonomiyi düzeltmek, tasarruf politikalarını belirlemek için harcamadılar.

Böyle olmayınca başı-sonu belli olmayan, devletin herhangi bir dairesinde başkan olan, en ufak bir belde belediyesinin bile trilyonluk araçlara bindiği yeni bir dönem doğdu.

Kontrolün ne kadar yetersiz olduğunu dün bir kez daha anladık.

Hazine ve Maliye Bakanı, tüm kamu kurumlarından, bakanlıklardan, bağlı ilgili kuruluşlardan, KİT'ler ve belediyelerden acil olarak sahip oldukları ve kiraladıkları araç envanterlerini istedi.
Nasıl yani?
Devletin en üst ekonomi kurumlarında bu listeler zaten kayıt altında değil miydi?
Bunca yıldır kimin hangi aracı aldığı, hangisini resmi hangisini gayriresmi olarak kullandığı bilinmiyor mu?
Ne yazık ki bilinmiyordu. Çünkü ne bir liste ne de bir denetim vardı ortada.

Ödeneği alan, altına en lüks aracı çekip, kimselere de hesap vermeden harcadıkça harcadı.
Devlet, 2010 yılında araç alımları için 265 milyon TL harcarken, 2016 yılında tam 2.3 milyar TL harcıyor. Bu rakamlar sadece resmiyete dökülenler... Geri kalan yılları ve farklı harcamaları siz düşünün!

Türkiye'ye en büyük operasyonu ne yazık ki kendi insanı yapıyor!

Geçtiğimiz günlerde bir valinin kullandığı aracı nasıl lüks bir şekilde donattığını ve bununla da yetinmeyip içinde poz verdiğini gördük.
Valilik'ten açıklama geldi. Özetle deniyor ki "O araç 2014 model, eğer başka yere yaptırsaydık 120 bin liraya yapılacaktı, biz 60 bin liraya yaptırdık. Ayrıca bizim bir de makam aracımız var o 2008 model. Onunla da bir kere yolda kalmıştık..."

Vah, vah, vah...

Devletin valisi nasıl 2014 ve 2008 model araçlara biner? Nasıl yolda kalır... Kendisine tez vakitte Diyanet İşleri Başkanı'na "çerez parası" denilerek verilen milyonluk Mercedes'ten alınmalı.

                                                                          ***

Sadece iş bilmeyen yöneticiler, lüksü düşünen ve geldiği konumu hayatının en önemli mertebesi sayanlar bizi bu hale getirmedi. Yönetim anlayışımız da ekonominin enkaza dönüşmesinde büyük etken.

Somut örneklerle gidelim.

Birçok ilde, yeni yaşam alanları oluşturulurken "kent planlaması" yapılmıyor. Trafik denetimleri yetersiz. Ara sokak ve caddelerde doğru düzgün bir planlama yok. Haliyle ne oluyor? 20 milyona yakın insanın yaşadığı İstanbul'da 5 kilometrelik yolu bazen 40 dakikada alıyorsunuz. Sebebi öylesine park edilmiş araçlar, yetersiz yollar, trafiği kilitleyen dolmuş ve otobüsler. Peki bu gecikmede harcadığınız yakıt miktarınız ne oluyor? Tam ikiyle çarpılıyor. Bir günde yüz binlerce araç bu plansızlık ve trafik kaosundan dolayı epey fazla benzin tüketiyor. Sonrasında petrol ithalatımız rekor üstüne rekor kırıyor.

Bir diğer konu da inşaatlarda. Denetim yok, belirli prosedür yok. Cebine parasını koyan inşaat yapıyor. Binaların altında ne bir otopark ne doğru düzgün bir asansör ne de nitelikli bir ısı yalıtımı var. Sonra ne oluyor? Sokaklarda dakikalarca araç yeri aranıyor, trafik oluşuyor. Evler doğru düzgün ısınmadığı için fazladan yakıt tüketimi yapılıyor.

Hem elektrikte hem de doğal gazda ithalat rekorları kırıyoruz. Cari açığımızın en büyük sebeplerinden biri de enerji...
                                                                            ***

İşte bu tabloda kimse kimseyi kandırmasın!
Bu kara tablo göz göre göre gelmiştir.
Saraylarda yapılan ikramları da görünce olan yine vatandaşa olmuştur! 


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

Afrin gidiyor sırada Hatay var beyler!.. - Ahmet TAKAN

Bir gözünüz bugün İdlib'de diğeri döviz kurlarında... En sonda söyleneceği baştan söyleyelim. Türkiye, felç edilmiş durumda!. İktidar temsilcilerinin verdiği görüntüye kanarsanız, Türkiye'de her şey güllük gülistanlık. Tam bir bahar havası hâkim. Bakanlarımız yurt dışına gidip geliyor... Oralardan bakanlar Ankara'ya geliyor.... Havuz medyasının sayfaları bol gülücüklü fotoğraflarla, Türkiye'ye destek mesajları ile dolu... Uluslararası telefon hatları sürekli meşgul çalıyor. Biz arıyoruz onlar arıyor... Diplomasi trafiği baş döndürücü bir hızla devam ediyor!.. Dünya lideri yeni ittifaklar kuruyor!..

Saha?..
Gerçekler bambaşka. Havuz medyasının görüntü ve fotoğraflarıyla taban tabana zıt. Masada, lehimize olan, kazandığımız, veya az bir parça avantajlı duruma geçtiğimiz tek bir husus yok!.. Ha, buna Katar da dahil!.. Katar konusunda, ekonomi koridorlarındaki çalkantıları ve konuşulanları şimdilik kaydıyla bana ayrılan sütuna taşımıyorum...

Ancak bu, son Londra temaslarını da ıskalayacağımız, görmezlikten geleceğimiz manasına da gelmiyor. Hazine ve Maliye Bakanı damat Berat Albayrak, Londra'da dünyanın en büyük finans kuruluşlarından 11'inin başkan ve üst düzey yöneticileri ile buluştuğu sırada "Londra'da 15 trilyonluk buluşma" manşetleri atılıyordu havuzda.
Ver coşkuyu ver coşkuyu...
Damat bey döndü geldi Ankara'ya, havuzda Londra temaslarının sonuçlarına dair tek satır yok. Sanki Londra'ya gidilmemiş, o muhteşem (!) görüşmeler hiç yapılmamış!.. Bizimkisi meraklı gazetecilik. Londra'da neler oldu diye İngiltere'de ve Türkiye'de ekonomi ağırlıklı kaynaklarımla kısa bir görüşme trafiği gerçekleştirdim.
Üzülerek belirteyim, sonuç hüsran onların deyimiyle de "fiyasko"...

Londra'daki "büyük buluşma"ya -isimleri bende saklı- Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun bir golf arkadaşı ve Londra bankacılık faaliyetleri olan bir Türk aracılık etmiş. Kaynaklarımın ifadesini aynen aktarıyorum; "Sonuç yok ama bu 2 isim Türkiye'den aracılık faaliyetleri için biraz para tırtıklamışlardır." Bu arada, -isterseniz siz buna piyasa dedikodusu diyin- görüşmelerde Türkiye'den Londra'ya kaçırıldığı ileri sürülen 100 milyar dolar üzerindeki paranın aktarılmasına da "mümkün değil" cevabı verilmiş. Bu parayı kaçıranlar listesinde bazı askeri isimler olduğu iddiasına da hiç inanmak istedim. Londra'daki kaynaklarım, "görüşmeler neden olumsuz sonuçlandı" soruma ise şöyle yanıt verdiler;
"Bakan beyin konuşma tarzı çok ilginçti. Bu tarz, konuşmayı dinleyenleri gülüp geçmekten öte korkuttu. Albayrak'ın konuşması 'dünya gerçeklerinin dışında' olarak değerlendirildi. Öyle bir konuşma yaptı ki, bu gülmeyi geçti, korkuttu. Türkiye gibi önemli bir ülkenin önemli bir makamında oturan adamı gelip öyle şeyler konuşuyor ki, çok korkuttu."

Ankara'daki ekonomi bürokrasisi Londra temaslarını şu çerçevede değerlendiriyor; "Avrupalıların derdi kendi bankaları, verdikleri parayı çevirtmek. Az bir para verebilirler faizleri yükselterek. Örneğin libor artı 2 iken bu libor artı 6 olabilir..." 

                                                                          ***

İflas eden dış politikamızın Suriye ayağında da çok acıklı bir tablo ile karşı karşıyayız. Gözlerimiz bugün Tahran'da İdlib konusunda yapılacak üçlü zirvede. Putin, Ruhani ve Erdoğan'ın zirve ardından bol gülücüklü, şen şakrak fotoğraflar vereceğinden şüpheniz olmasın. Ancak ortada tam manasıyla bir tiyatro döndürülüyor. Bu üç ülkenin hiç birinin hesapları -Suriye ve özelde İdlib- birbiri ile örtüşmüyor. Bunun üstüne bizim artı olarak PKK/YPG sıkıntımızı ekleyin.

Bütün, "İslami" terör gruplarını bizim de rızamızla   Hatay'ımızın sınırında İdlib'e gayet bilinçli olarak sıkıştırdılar. İşlerin bu noktaya geleceği taa başından belliydi. İdlib'de gözlem noktaları kurduk diye iç kamuoyu avutuldu. Tahran'daki zirve öncesinde Rusya havadan Suriye rejimi karadan İdlib'i vurdu. Tüm bunların ABD ile anlaşılarak yapıldığından kimsenin en ufak şüphesi olmasın. Er ya da geç Suriye'nin İdlib'e sürdüğü kara güçlerinin içinde PKK/YPG olduğu da tüm belgeleriyle ortaya çıkacak. Ki, biz bunu aylar öncesinden bu köşeden yazdık durduk!..

"İdlib... İdlib..." derken Suriye'de kendi iç güvenliğimiz için tutunmaya çalıştığımız diğer stratejik noktalarda neler olduğundan haberli misiniz?.. Sanmıyorum!.. Çünkü bir gözünüz İdlib'de diğeri döviz kurlarında... Sahadaki istihbarat ve güvenlik kaynaklarımızdan ulaştığım bilgileri şöyle özetleyebilirim;
Afrin'de kontrolü kaybetmek üzeriyiz. PKK/YPG, ÖSO güçlerine yoğun olarak saldırıyor. TSK kayıp vermemek için Afrin merkezine çekildi. Bu da yetmiyormuş gibi ÖSO güçleri kendi aralarında çarpışmaya başladı. Savaştan kaçan ÖSO'cular duvarlardan atlayıp Türkiye'ye geçmeye çalışıyorlar. Alan hakimiyeti her an YPG'ye geçebilir. Münbiç bildiğiniz gibi. ABD ile Münbiç mutabakatı yine fiyasko ile sonuçlandı. Esad, Rusya, ABD ve YPG ile birlikte hareket ediyor. Bizimkiler, Rusya üzerinden Esad'a etki etmeye uğraşıyor.

Böyle giderse sonuç olarak;
Enerji hattı oluşacak. YPG, ABD'nin bekçisi olarak kalacak. Rusya payını alacak. Biz, kayıplarımızla kalacağız!..

Tefecilerin eline kaldık!..

Daha da acısı ,"İdlib...İdlib.." derken Hatay'dan olacağız... Ya sonrası?..

Uyanın beyler... Uyanın...

Yazmaktan kalemimizde mürekkep kalmadı, anlatmaktan dilimizde tüy bitti!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

ABD'nin Suriye projesi Öcalan'dan! - Arslan BULUT

ABD, Rusya, İran ve Türkiye İdlib konusuna kilitlenmiş durumda. Üstelik ABD hariç diğer üç ülke bugün Tahran'daki zirvede İdlib'i konuşacak. ABD, son raporlara bakılırsa, İdlib'i Suriye'nin parçalanması sonucunda özerk bir devlet olarak tasarlıyordu. Rusya'nın müdahalesi bu projeyi bozdu.
Türkiye ise Dışişleri Bakanı düzeyinde "Suriye, İdlib'i işgal etmek istiyor" diye garip bir açıklama yaptı! Zaten sorun bu bakış açısında değil mi? Bir ülke kendi toprağını teröristlerden temizlemek isterse işgalci mi olur? Öyleyse Türkiye neden kendi şehirlerinden PKK'yı çıkarmaya çalışıyor? Suriye de Rusya'nın yardımıyla aynısını yapmaya çalışıyor işte...

                                                                           ***

İdlib bu kadar önem kazanmışken, ABD derin devletinin unsurlarından bir olan "Uluslararası Kriz grubu", 5 Eylül 2018 tarihinde, yani iki gün önce "Suriye'nin Kuzey Doğusunu Stabilize Etme Anlaşması" başlıklı bir rapor yayınladı.

Bu grup, görevinin, "çatışmaların önlenmesi ve barışın şekillendirilmesi için politika yapıcıların ve diğer kilit çatışma aktörlerinin algılarını ve eylemlerini etkilemek" olduğunu açıklıyor!
Suriye'nin Kuzeydoğusu ise Fırat'ın doğusu denilen ve PKK/PYD'nin ABD desteğinde hâkim olduğu bölge... Raporda özetle şöyle deniliyor:
"Başkan Donald Trump, 2018'in Mart ayında, ABD'nin Kuzeydoğu Suriye'den çekilmesi kararı aldığını açıkladı. Kuzeydoğu Suriye, iç savaş sırasında güvende ama ABD'nin askerini çekmesi durumunda, rakip güçlere yol açılmış olur. Bunlar arasında Türkiye ve Beşar Esad rejimi de var. Bunun yerine, Washington ve Moskova, Suriye ve bölgedeki müttefiklerini, Suriye'nin ademi merkeziyet içinde yönetilmesine dair bir anlaşmaya varmasına yardım etmeli. YPG'ye bu müzakereler için gereken zaman ve imkânlar sağlanmalı... Üstelik, YPG ve Şam bir anlaşmaya varmış olsalar bile Türkiye, hızlı bir ABD çekilmesinden sonra Kuzeydoğu Suriye'yi kapmak için hızlı bir askeri müdahaleye başvurabilir.

YPG/PYD'nin siyasi hedefleri, Abdullah Öcalan'ın Türkiye'de hapsedilmesi sırasında geliştirdiği bir kavram olan 'demokratik konfederalizm' kavramı etrafında şekilleniyor. Demokratik konfederalizm, Türkiye, Irak, İran ve Suriye'nin devlet sınırları içinde Kürtlerin ve diğer dini ve etnik toplulukların haklarını güvence altına alabilecekleri araçları sağladıkları, savunma haklarını ve kapasitesini de içeren yüksek derecede yerel özyönetimin sağlandığı derin bir adem-i merkeziyetçilik biçimi olarak anlaşılmaktadır.

YPG/PYD de bunu savunuyor. Şam'da liderlik, federalizm önerilerini tekrar tekrar reddetti ama özerk yönetimler olabileceğini kabul etti.

Şam ile bir YPG/PYD anlaşması, ABD ve Rusya'nın garantörlüğünde ademi merkeziyete odaklanmalıdır. PYD ise PKK'yı ikna ederek Türkiye'ye yönelik saldırıları durdurmasını isteyebilir. Böylece, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeydoğusuna saldırması riskini azaltabilir."

                                                                          ***

Mehmet Yuva da konuyla ilgili yazısında bir Amerikan istihbarat heyetinin Haziran ayında Şam'a gelerek, Suriye istihbaratı ile görüştüğünü hatırlattı ve şu bilgileri verdi:
"ABD heyeti, askerlerini Fırat'ın Doğusundan ve Suriye-Ürdün sınırındaki El-Tanef askeri üssünden tamamen çekme karşılığında üç talepte bulundu:

İran ve ona tabi milis Kuvvetlerin Suriye'nin Güneyinden tamamen çekilmesi; Suriye hükümetinin Suriye'nin Doğusunda mevcut olan zengin petrol ve doğal gazdan ABD şirketlerinin pay alacağını yazılı bir teminat ile garanti altına alması; ölü veya hayatta kalmış yabancı savaşçılar hakkında teferruatlı bilgi paylaşılması.

Suriye adına orgeneral Ali Memluk, önerilerin tamamını reddetti."

                                                                        ***

Kısacası, hesap Türkiye'nin atacağı adımlara göre yapılıyor. Bu sebeple, Türkiye en kısa sürede Şam ile anlaşmalı ve Fırat'ın doğusuna müdahale etmelidir.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

Ilıcak "casus" muymuş!!! - SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Bu yazıyı internet ortamında yazıyor olsaydım, bol miktarda kahkaha emojisi koyardım başlığın hemen yanına!
                               ***

Nazlı Ilıcak için "yalan yazdı" diyebilirsiniz, "iftira attı" diyebilirsiniz, "halkı kin ve düşmanlığa sevk etti" diyebilirsiniz, "provokasyon yaptı" diyebilirsiniz, "vicdansız", "insafsız", "gözünü kin, hırs bürümüş" diyebilirsiniz, o adi, aşağılık, rezil kumpasa çanak tuttu, "suçu ve suçluları övdü" diyebilir ve buradan bir "ortaklık" durumu da çıkarabilirsiniz...
Ama...
"Askeri ve siyasi casus" diyebilir misiniz; işte ondan hiç emin değilim.
Vatan-millet sevdasına, sadakatine kefil olduğumdan değil; "casus" olabilmek için gerekli asgari "nitelikleri" taşımadığı aşikar olduğundan!
Kişinin "gizli bir hedef"e -bile isteye- hizmet edebilmesi için en azından onu "gizli tutabilmeyi" becerebilmesi gerekir mesela!
Yoksa bilmeden hizmet etmiştir ama ona "casusluk" değil "maşalık" yani kullanılmış olmak deniyor bildiğim kadarıyla.
Eh, bu tip örgütlerin kullandığı her "maşa" da böyle "müebbet"le cezalandırılacak olsa aldatıldıkları, kandırıldıkları için bunu yapmış olanlar dahil medya ve siyaset mahallelerinde adam kalmaz valla!
                                                                          ***
Uzatmayalım...
Elbette benim emin olup olmamamın hiçbir hükmü yok; zira, 15 Temmuz darbesine karıştığı iddiasıyla ağırlaştırılmış ömür boyu hapse çarptırılan Ilıcak'ın şimdi de yargılandığı Taşhiye davasında, "askeri ve siyasi casusluk" suçundan müebbet hapsi istendi!

                                                                         ***
Ilıcak'ın;
Merhum Ali Tatar için yazdıklarını... Merhum Kuddusi Okkır için yazdıklarını...
Kâşif Kozinoğlu'ndan Murat Özenalp'e, İlhan Selçuk'tan Türkân Saylan'a, Fatih Hilmioğlu'ndan Abdülkerim Kırca'ya kadar yüzlerce "insan" sadece vicdanın değil aklın da sınırlarını zorlayan bir zulüm altında inlerken, kaleminin nasıl "oh" çektiğini unutamam...
O milyonlarca suni, sahte, üretilmiş belgeden oluşan dosyalardan cımbızladığı cümleleri nasıl çarpıttığını, nasıl gerçekle hiç ilgisi olmayan senaryolar yazıp toplumun kafasını bulandırmaya çalıştığını, bildiğiniz "gayrinizami harp(!)" komutanlığına soyunduğunu unutamam...
Bizi nasıl hedef gösterdiğini unutamam...
Acı hatıraları taze bunca "operasyon"dan sonra Ilıcak'ın akıbetini "ilahi adalet" sayıp, "oh" çekme sırasına geçeceğimi sanırdım;
Tıpkı onu polislerin arasında emniyete götürülürken gördüğüm o ilk gün gibi bugün de yapamadım, "oh" diyemedim.
Aklımın bir köşesinde bugünler için sakladığım botoks espri vardı; yapamadım, o kadar insanlıktan çıkamadım.
Bazen "misliyle karşılık vermek" olmuyor çünkü "adaletin tecellisinin" karşılığı!

                                                                         ***

Adaletin tecelli edebilmesi için her şeyden önce Ilıcak'ın "adil yargılandığına" dair kimsenin kafasında, en ufak bir soru işareti kalmamış olmalı;
Öyle mi peki?
Misal...
Aynı davada, aynı suçtan yargılandığı Mehmet Altan salıverilirken, onun cezaevinde bırakılmasını kimse sorgulamadı mı?
                                                                          ***

Dün, 'yanlış mı hatırlıyorum' diye Ilıcak için "müebbet" istenmesine sebep yazıyı ve yazıdaki "gizli belge"yi yeniden okudum.
Yeniden okudum.
Yeniden okudum.
Düşüncem değişmedi;
"Casus" değil de daha ziyade "çantacı" filan deniyor bu işleri yapanlara bizim meslekte...
Elimde delilim yok şudur, budur diyemem ama ortalıkta hâlâ hissedilen zeka, akıl, algı düzeyleriyle asla ve kata ulaşamayacakları ortada olan bilgileri "servis" yoluyla yazdığı açık olan o kadar çok "gazeteci" kılıklı eleman var ki...
Hepsini "müebbet"le mi yargılayacaksınız yani?
Ilıcak, zinhar sütten çıkmış ak kaşık değildir... Mevzu bahis dönemin medyadaki en lekeli isimlerindendir... Müsebbibi olduğu fenalıkların bedeli de elbet hukuk nezdinde ödetilmelidir... Ama, yarın bugünlerin de "lekeli" ilan edilmemesi için bu bedel ödetilirken kullanılan yegane ölçü "evrensel hukuk kuralları" ve "adalet" duygusu olmalıdır.
Yapılan buysa mesele yok...
Ve fakat değilse buyurun "kıyamet günü"nü düşünmeye!

                                                                          ***
Keşke olsaydı...
MHP'nin af talebiyle ilgili konuşan Adalet Bakanı  "Cumhurbaşkanımızın söyledikleri belli, onun üzerine söyleyecek bir şeyimiz yok" diyor.
Kişi ve konudan bağımsız tamamen ilkesel bir eleştiriden hareketle soruyorum:
Her konuda "Cumhurbaşkanımızın söyledikleri üzerine söyleyecek bir şey olmayacak" ise, o zaman başta bakanlıklar olmak üzere onca kurum niye var ki?
Özellikle de mevzu Adalet Bakanı'nın çalışma alanı olduğunda "herkesin sözünün üzerine söz söyleyebilecek bağımsızlıkta" bir mekanizmanın işlemesi gerekmez mi?
Her şey bir yana Cumhurbaşkanımızın, "sözünün üzerine söz söylemekten" çekinmeyecek, onu yoğun temposunda takip etmesine, derinlemesine incelemesine imkan olmayan yığınla konuda aydınlatacak, bilgilendirecek, zaman zaman ikazlarda bulunacak kimselere ihtiyacı yok mudur?


Selcan Taşçı Hamşioğlu / YENİÇAĞ

6 Eylül 2018 Perşembe

‘Taş devri’ne hoş geldiniz - AYŞE YILDIRIM

“Nereye gidiyoruz? Tuvalet kâğıdı: 58.90” yazıyordu bir sosyal medya kullanıcısı yaptığı paylaşımda. 

“Hadi canım” dedim. “Ne zaman yükseldi bu kadar. Kesin zamlarla dalga geçiyordur.” 
Ama ‘araştırmacı’ gazeteciliğime yenik düşüp Google’da küçük bir tarama yapmaktan kendimi alıkoyamadım. 

Ne yazık ki gördüğüm rakamlar o paylaşımı doğruluyordu. Bildiğim markalar, bilmediğim markalar… Fiyatları üç aşağı beş yukarı aynıydı. 

Hatta öyle ki bazı alışveriş siteleri fiyatı 80 liralardan açıyordu. Sonra indirim üzerine indirim yapıp 40 küsurlara getiriyordu. 

Üç beş gün arayla fiyatları yukarı doğru seyreden her şey gibi tuvalet kâğıtları da yukarı doğru gidiyordu. Bir arkadaşıma söyleyince hiç de şaşırmadı. Daha 10 gün önce aldığı tuvalet kâğıdına bugün 2 liradan fazla zam yapıldığını söyledi. 

“Bu gidişle her seferinde tek yaprak kullanacağız sanırım” dedi. 


Çok boktan bir durum değil mi? 


Hayır aslında hiç değil. 

Günlerdir hâlâ konuşabilen ve yazabilen ekonomi uzmanları sesini duyurmaya çalışıyor: “Henüz krizin tam olarak içine girmedik. Çok daha derin bir kriz geliyor.”İşte o derin kriz böyle yavaş yavaş, meşhur deyimle iğneden ipliğe yapılan zamlarla geliyor. 

Limonu, soğanı, patatesi konuşuyoruz ya işte onların son noktası olan tuvalet kâğıtları da bundan nasibini alıyor. 

Sonuçta o da kâğıttan üretiliyor. Üstelik hammaddesi selüloz da ithal ediliyor. Ambalajı, nakliyesi derken her şeye gelen zam zaten kullanımı düşük olan temizlik yani tuvalet kâğıtlarının fiyatlarını da uçuruveriyor. 

Tıpkı yıllardır ayakta durmaya çalışan ama buna rağmen gazetecilik yapmakta direnen üç beş gazetede olduğu gibi. (Malumunuz gazeteler de kâğıda basılıyor. Üstelik tuvalet kâğıtlarından daha kaliteli olduğu için daha pahalılar.) 

Dün Evrensel’in Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, iktidarın kontrolünde olmayan basın kurumlarının içinde bulundukları kâbusu aşmak için nasıl çabaladıklarını anlatıyordu. 

Küçülen mizah dergileri, sayfa azaltan ve zam yapan gazeteler ve bu gidişle hiç basılamayacak olan gazeteler.. İşsiz kalacak emekçiler.. Sonuçta gerçeklerden habersiz kalacak insanlar.. 

Polat, “İktidar ilişkilerinin her gün yeniden üretildiği haber ve iletişim mecralarına mahkûm edilmek istemeyenlerin, kendi seslerine, sözlerine alan açan basın kurumlarına sahip çıkmaları son derece hayati bir ihtiyaç” diyordu. 

Polat’ın ve diğer üç beş gazetenin benzer çağrıları karşılık bulur mu? İnsanlar bu krizde gazeteler için de bir bütçe ayırabilir mi? 

Aksi halde muktedirin istediği olacak. Susturamadığı o birkaç gazete de kendiliğinden susacak.
 
Ve sonuçta o arkadaşın ‘Nereye gidiyoruz’ sorusunun yanıtı da ortaya çıkacak. 
Taş devrine doğru gidiyoruz büyük bir hızla. 
Tuvalet kâğıdı alınamadığı için taşa silinilecek. 
Basılacak kâğıt alınamadığı için taşa yazılacak. 
Ama taş bulursanız tabii. Malum her yer beton. 
Düğünlerde gelin ve damada protesto edilen dolar yerine tuvalet kâğıdı bile takılabilir. 
Bu manzaralar uzak değil. 

‘Yeni Türkiye’ dedikleri ‘Taş Devri’ymiş meğer.

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET