16 Aralık 2018 Pazar

Sarı, çirkin, uyumsuz, ama hayatınızı kurtarabilir! - Mine G. Kırıkkanat

Türkiye’deki muktedirlerin, iktidar uydularının ve beslemelerinin Fransa’daki Sarı Yelekliler kalkışmasına bakıp “ya bize de sıçrarsa” korkusuyla titrediklerini görmek için ne medyum olmaya gerek var, ne de müneccim... 

Ortalık süt liman, ama havada tehditler uçuşuyor. Yedek iktidar şefi, fol yok yumurta yok demedi, “Sarı yelek giyen çıplak yatmayı göze almalı” dedi. 

Zatın sözlerine önce Fransız kaldım. Sarı yelek giyenin dövüleceği, sövüleceği, tutuklanacağı elbette açıktı. Ama niye çıplak yatırılacağını doğrusu anlamadım! 

Ankara’nın müstafi belediye başkanı, yedek iktidar şefinin çıplaklık tehdidine, sosyal medyada yaptığı bir yayınla açıklık getirdi: “Türkiye’de SARI YELEK alanlar SARI ETEK almayı ihmal etmesinler... Bilmem anlatabildim mi?” 

Evet, anlatabilmişti.
Muktedirlerin ödleri kopuyordu ve her korku ya da öfke nöbeti sırasında olduğu gibi suratlarında zaten eğreti duran terbiye maskesi düşüyor; ortaya nedense daima cinsel zorbalığa gönderme yapan galiz ilkellikleri çıkıyordu. 

Türkiye’yi çağdaş anlamda saygın bir devlet olmaktan çıkaran, hatta hızla barbarlaştıran sürecin; devlet insanlarında nezaket, zarafet ve ahlak eksikliğiyle başladığını düşünüyorum. Devleti yönetenler mi seçmenlerine örnek oldu, yoksa seçmen özdeşleştiği kişileri seçtiği için mi böyle oldu, tartışılır.

Ama sonuçta, Türkiye’de devletliler eğer nazik, zarif ve ahlaklı olup öyle davransalardı, zaman içinde kendilerine oy verenlere de yansırdı. Oysa şimdi, tepeden tırnağa ya da tırnaktan tepeye bir edepsizlik ve küfürbazlık yarışı içinde topluca çirkinleşiyorlar...

***

Eski AKP’li bakan Egemen Bağış da Sarı Yelek sendromundan mustarip. Korkmakla kalmıyor, iktidarın yedek değil, asli kadrosunda yer alan bir oyuncu olarak Fransa’daki Sarı Yelek hareketini analiz ediyor. Gerçi analizi biraz diyalize benziyor, ama Google’a sormadan ancak bu kadarını yapabiliyor, belli.

Egemen Bağış, İstanbul Esenyurt Üniversitesi’nde “Türkiye ve Gelecek Vizyonu” konulu bir konferans verirken; Fransa’daki Sarı Yelek eylemlerini 2013 Gezi Direnişi’ne benzetti ve “Gezi’de bize yaşatılanları şimdi Fransa ve tüm Avrupa yaşıyor, yaşayacak!” analizini yaptı.

Tüm AKP’nin paylaştığı analizde, şaşılacak bir şey yoktu. 

Ama Egemen Bağış, ansızın diyalize geçti: “Ne oldu, nasıl oldu bir anda bir kıvılcımla bu kadar sarı yelek nereden çıktı? Bu kadar insanın kumanyası,yeme içme ihtiyacı, doğal ihtiyaçları hepsi bir şekilde hallediliyor. Demek ki burada bir organizasyon var!”
Eski meski, AKP iktidarının Avrupa Birliği Bakanı... Baş Müzakereci... Devlet İşleri Bakanı... 22, 23 ve 24. dönem milletvekili... Halen Stratejik Danışman olan Egemen Bağış’ı bilgilendirmek haşa, ne haddime amma...

***

Gel gelelim, Fransa’daki Sarı Yeleklerin de tek ve bölünmez bir tarihçesi var! 
Fransız bakanlar kurulu, 13 Şubat 2008’de aldığı kararla 1 Ekim 2008’den öteye iki tekerli olanlar hariç tüm taşıtlarda, sarı yelek ve fosforlu arıza sinyali üçgen bulundurulmasını zorunlu kıldı. 

Sürücüleri, arızalanan arabadan çıktıklarında sarı yelek giymeye alıştırmak için de 18 Haziran’da kamusal afiş kampanyası başlatıldı. 

Kampanyada, sarı yelek giydirilmiş ünlü kişiler karşılıksız rol aldılar. Sanat ve spor dünyasından bu isimlerin arasında en akılda kalan afiş ise halen dünya modasının en büyük ismi Karl Lagerfeld’inki oldu. 

Siyah gözlüklerini zaten hiç çıkarmayan Lagerfeld, siyah papyon ve beyaz gömleği üzerine giydiği sarı yelekle poz verdiği spotta: 
“Sarı, çirkin ve hiçbir giysiyle uyumlu değil, ama hayatınızı kurtarabilir” diyordu. 

Aslında Karl Lagerfeld’e, çok çirkin bulduğu sarı yeleği tabii ki giydirememiş, ama fotomontaj yapmak için iznini almışlardı. Spot tümcesi ise birebir kendi sözleriydi. 

Taşıtlarda sarı yelek bulundurmak, çoğu Avrupa ülkesi için zorunlu. AB’nin tavsiye kararı var. 

Yani bu işler, sarı yelek bolluğundan işkillenen eski AB Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış’ı epeyce aşan, çoook daha organize işler! 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
Y.N. Bugün Eskişehir Kitap Fuarı’ndayım. Sevgili okurlarımı saat 13’ten öteye Kırmızı Kedi standına beklerim.  


Mucizeler ve sorumlular…- L. DOĞAN TILIÇ

Bu aralar, 31 Mart seçimine kadar, büyük devlet törenleriyle açılan yerlerden aman uzak durun. Sorumlusu olmayan bir mucizenin kurbanı olmak istemiyorsanız!

Yapay zekâ ve algoritmalar üzerine çalışanların demokrasi adına bir endişeleri var. Hemen her alanda kararların, bilgisayarlarda toplanan veriler ve yazılan algoritmalar üzerinden yapay zekâlarca alındığı bir geleceğe doğru gidiyoruz ya… Böyle olunca, yönetenler sorumluluktan kaçabilir; yapay zekâ öyle istedi, ben ne yapayım diyebilirler, diyenler var!

Oysa, demokrasinin olmazsa olmazlarından biri de karar alıcıların aldıkları kararların sorumluluğunu üstlenmeleridir!
Yöneticilerimiz sorumluluk almamak için bir gerekçeye ihtiyaç duymadığından, bizde böyle bir endişeye de gerek yok.

Perşembe günü, 9 insanımızın ölümüne, 48’inin de yaralanmasına yol açan “kaza” denemeyecek “mucize”den sonra, Erdoğan; “Kaza ile ilgili adli soruşturma başlamış, 3 kişi gözaltına alınmıştır. Sorumlular ortaya çıkarılacak ve gereken her şey yapılacaktır” dedi.

Sorumlular ortaya çıkarılacak ve gereken her şey yapılacak!

Her halde tıpkı bundan önceki “tren kazaları”nda olduğu gibi… En güvenli ulaşım aracı denilen treni en korkulan ulaşım aracı yaptıktan ve bunun bir tek siyasi sorumlusunu bulamadıktan sonra… Hangi sorumlu ortaya çıkarılacaksa?

Ulaştırma Bakanı Mehmet Cahit Turhan, iki trenin aynı hatta olması ve kafa kafaya çarpışmak gibi akıl almaz/mucize bir olayın gerçekleşmesi ardından, olay yerinde inceleme yaparken gazetecilerin sorduğu can alıcı sinyalizasyon sorusuna “Teşekkür ederim” diye cevap verdi.

“-Efendim, sinyalizasyon…? / 
-Teşekkür ederim. / 
-Efendim, iki trenin aynı rayda ne işi vardı? / 
-Teşekkür ederim.”

Sinyalizasyon sorusu can alıcı; çünkü canları alan sinyalizasyonun olmaması!
11 Ağustos 2004’te Tavşancıl’da iki trenin çarpışmasında 8 insanımız ölüp 88’i yaralandığında ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’dı. O günlerde gazeteciler bu durumlarda bir siyasi sorumlu olması gerektiğini düşünebiliyordu ve artık çoktan unutulan o “İstifayı düşünüyor musunuz?” sorusunu sormuştular.

“Düşünmüyorum, uygun bulmuyorum” diye, hiç düşünmeden cevaplamıştı Yıldırım: “Karayollarında yılda 5 bin kişi ölüyor, aldığım ilk izlenimlere göre kaza ışık ihlalinden. Ölenlerden ikisi demiryolu işçisi, ancak nerede çalıştıklarını, niçin burada bulunduklarını henüz bilmiyorum.”

Şimdi 9 insanımızın canını alan bu hattın “mucize” açılışında da Yıldırım, başbakan olarak cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikteydi. Aylardan Nisan, günlerden Nisan’ın 12’si Perşembe’ydi… Acele ediyorlardı, çünkü 24 Haziran’da seçim vardı ve seçim öncesi alelacele olabildiğince çok açılış yapılmalıydı!

“Yüklenici firma Kolin İnşaat’a da teşekkür ediyorum. Mucize sürede bitirdiler” dedi Başbakan Yıldırım.

Aynı törende, Erdoğan da; “Başkentray ile, neredeyse her kapıda bulunan otomobil ile ulaşım kolaylığı yaşıyorlar. Ağabeylerinizin, babalarınızın ömrü birkaç saatte bir gelen otobüsü, treni beklemekle geçti. Araba zengine mahsus, uçağa binmek rüyalarda görünüyordu. Havayolunu halkın yolu haline getirdik” dedi.

Bu iktidar, tam da seçimler öncesi, her işin “mucize” sürede bitirilmesi için bastırdı. Sonuç; trenlerin sinyalizasyon sistemleri olmadan açılan hatlarda kafa kafaya çarpışması gibi “mucizeler” oldu.

Mucize denilince; “Akıl yoluyla açıklanamayan, bu yüzden de tanrısal bir güç tarafından yaratıldığına inanılan doğaüstü olay”ları anlıyoruz.

Bizde sorumlular da tam böyle anladığından, onlarca can alan sorumsuzluklarda bir tek siyasi sorumlu bulamıyoruz.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

15 Aralık 2018 Cumartesi

Kulampara düzeni - ORHAN GÖKDEMİR

“Uçurtmayı Vurmasınlar”dan “Uçurtma Avcısı”na geçişin bu kadar kolay olduğu bir başka coğrafya var mıdır? Malum, ikisinin de kahramanı bir erkek çocuk. Birincisinin mekânı Türkiye, ikincisi Afganistan’da bir yerde geçiyor. İkisi de aynı adlı romandan uyarlanma. 
Farkı ne? 
Birincisi laik bir cumhuriyet olan fakat faşizmin ağır baskısı altındaki Türkiye’de geçiyor. 
İkincisi Taliban denilen yobaz cihatçı örgütün esareti altındaki Afganistan’da. 

Birincisinde mahpusta olsa bile çocuğun elinden tutan solcu ablaları var, ikincisi bir insanlık çölünün ortasında yapayalnız. Biri bizim Barış’ın öyküsü, diğeri Afganistanlı Gulâm’ın. Kahramanın ismi neydi hatırlamıyorum ama esası budur. 

Barış Türkiye’de faşistlerin, Gulam, Afganistan’da İslamcıların esiri olmuştur.

“Kulampara” diye bir sözcüğümüz var, tuhaf bir kültürel sentezin ürünü. “Gulâm” Arapça “oğlan” demek, “pâre” Farsça “sevici”... Bu sentez bu şekliyle gelip Osmanlı diline yerleşmiş. Askeri tarihte yeri var, “bıyığı terlememiş oğlan” demek. Tımar sahiplerinin harp esnasında birlikte götürdüklerine karşılık düşüyor. Henüz “seks kölesi” olmamakla birlikte belli ki bir tür köleden söz ediyoruz. Mehmet Zeki Pakalın “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”nde şöyle açıklıyor; “Mahbup, dost, muglim, lûtî yerine kullanılır bir tabirdir. Halk ağzında kulampara suretinde kullanılır.” Demek ki kelimeyi bir tür Arap-Fars-Osmanlı sentezi sayabiliriz. Oğlan sevici yetişkinler için kullanılıyor. Müslüman toplumlarda yaygındır ama en çok Afganistan’da kurumsallaşmıştır.

Afganistan'da nasıl toplumsal bir yaraya dönüştüğü "Uçurtma Avcısı" adlı roman ve uyarlaması olan aynı adlı filmde anlatılıyor. Bir sürü sakallı, şalvarlı, takkeli yobaz bu çocukları her türlü kullanmaktadır. Gulâmparalık, Afganistan-Pakistan hattında bir kültürel öğedir uzun zamandır. Bu adı taşıyan, bu adla ünlenen şahsiyetler bile vardır. Mesela Gulâm İshak Han Pakistanlı bir siyasetçidir. Kenan Evren’in yakın dostu olan Ziya-ül Hak ölünce yerine vekâleten devlet başkanı oldu. 1988’de yeniden seçildi. 1990’da Benazir Butto hükümetini, üç yıl sonra Şerif Navaz hükümetini görevden alarak parlamentoyu feshetti. “Gulam”lığı herhalde icraatlarından dolayı değildir.

Sadede geleyim; erkek veya kız çocuk istismarı müslüman toplumlarda yaygındır ve meşru kabul edilir. Bu işler daha çok cemaat, tarikat benzeri yapılar içinde döner. Taliban ülkeyi koca bir cemaate dönüştürdüğü için ulusal bir ölçeğe ulaşmıştır ama esası budur. Laiklik yoksa bu tür cemaatler hemen her yerde kulamparalar çetesine dönüşür. Fıtratındandır.

                                                             ***
Hep söylüyoruz, din çoğalıyorsa ahlak azalır. Ahlakla inancın bağı çok uzun süredir kopuk. Üzerine eğitimin dinselleştirilmesi geldi. Fethullahçılardan aldıkları yurtları okulları, başka tarikatlara teslim ettiler. Her yandan çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.

“Ulema” AKP iktidarından aldığı güçle evlenme yaşını beşe indirdi malumunuz. Ama duyanlar bunun kız çocukları ile ilgili olduğunu sanıyor. Son on yılda kamuoyuna yansıyan vakalar erkek çocukların daha büyük bir hedef olduğunu ortaya çıkarıyor. Dedik ya fıtratları böyle. Laikliği tepeleyip, dini her yere soktun mu bunun ilk sonuçlarından biri kulamparalığın hortlamasıdır.

Yakın zamanda Erzurum'da iki aile darp iddiasıyla birbirlerinden şikâyetçi oldu. Jandarma olayı araştırırken ailelerden birinin çocuğunun komşusu tarafından cinsel istismara uğradığı yönünde bilgilere ulaştı. Çocuk, ilkokul yıllarından itibaren cinsel istismara uğradığını anlattı. Duruşmada konuşan mağdur çocuğun annesi, sanığın ailesinin sürekli evlerine gelerek, kendilerine şikâyetten vazgeçmeleri konusunda baskı yaptığını ifade etti ve ekledi: "Sanığın annesi evime gelerek, 'Senin çocuğun erkek. Kızlığı bozulmadı ki. Bir şey olmaz, unutur gider' diyor..."

Erbaa ilçesindeki Çarşı Camii imamı İbrahim Galip, "Kadınlardan yönetici olmaz. Münafıktır kadınlar. Kadınların önderliğinde yol alınmaz" dedi bunun üstüne. Çocuklara tebelleş olmasıyla ünlenen “Nurofil”, "Erkeğe mesaj gönderdikten sonra Kuran ezberlesen ne işe yarayacak?" diye ekledi. Bütün bunlar olurken AKP’yi eleştirdi diye Fatih Portakal hakkında suç duyurusunda bulunan AKP’li avukatın çıplak fotoğraflarını ve videolarını çekip özel mesajla başka erkeklere gönderdiği anlaşıldı.

Bilmem “kulampara düzenini” neredeyse ülkenin bir haftasına sığan bu olaylardan daha iyi ne anlatabilir?
                                                            ***

Dini otorite kisvesine büründün ve beş yaşındaki çocukların yatağa atılmasına cevaz verdin. Üstüne bu lakırdıları emir telakki eden “Gulampara”lara teslim ettin bebeleri. Ne umabilirsin bu durumda?

Dünyada çocuk istismarının en çok yaşandığı 11 ülke arasında Türkiye ilk sırada yer alıyor. Türkiye Psikiyatri Derneği’nin araştırmasına göre, ülkemizde istismara uğramış çocuk oranını yüzde 33. Her 3 çocuktan 1'i demek bu. Araştırmalara göre istismarcıların en az yüzde 50’si çocukluğunda istismara uğramış kişiler. 2018 Türkiye'de Çocuk İstismarı Raporu'na göre cinsel suç mağduru çocukların yüzdesi 2014'ten 2016'ya yüzde 33 arttı. Çocuk mağdur sayısı 2014'te 74 bin 064 iken, 2016'da 83 bin 552'ye yükseldi.

Peki neden? Ortaöğretim yurtlarının neredeyse tamamına yakını tarikatların kontrolünde. İktidar politikasının bir tezahürü olan tarikat yurtları, yobazlığın, cinsel sapıklığın, kulamparalığın rutine döndüğü yerler haline geldi. Haliyle çocuk çığlıkları yükseliyor ülkenin her yanından. Tecavüze uğruyorlar, taciz ediliyorlar, yakılıyorlar, öldürülüyorlar. Kulampara düzeninin çarkları arasında öğütülmüş aileler ise bu çığlıkları seyretmekle yetiniyor.

                                                            ***

“Uçurtmayı Vurmasınlar”ın yönetmeni çivileme havuza atladı geçen hafta, “ben politik film yapmadım” dedi. Haklı, artık ülkenin gerçeği de politikası da orada değil. “Uçurtma Avcısı”nın eşiğindeyiz şimdi. Ülke büyük bir hapishaneye, harlı bir kadın ve çocuk cehennemine dönüştü. Bıraktık çocukların hapishanede büyümesini, tarikatların elinden nasıl kurtarırız diye kederleniyoruz.

"Afganistan'da çocuk çok ama çocukluk yok" deniliyordu “Uçurtma Avcısı”nın bir yerinde. Kulampara düzeninde çocukluk olmaz.

Mücadele etmezseniz, ayağa kalkmazsanız yakında bunun Türkçe versiyonunu da duyacaksınız: Türkiye’de çocuk çok ama çocukluk yok…

Orhan Gökdemir / SOL

Tam saha pazarlık! - ERHAN NALÇACI


Ukrayna’nın Kerç Boğazı kışkırtması yol açtığı olaylarla devam ediyor. Bu kışkırtmanın bir ABD planı olduğu ve Ukrayna’nın kendi başına Rusya karşısında herhangi bir kayda değer askeri varlığı olmadığı biliniyor. Bu kışkırtma sonuç vermeye başladı.

İki hafta önce işaret ettiğimiz, Ukrayna’yı devre dışı bırakıp Rus doğalgazını Baltık Denizi’nden Almanya’ya taşıyacak Kuzey Akımı 2, Avrupa Parlamentosu’nda tartışıldı ve Avrupa’nın enerji güvenliğini tehdit ettiği için durdurulma kararı çıktı. Farklı sermaye gruplarının temsilcilerinin oranı hakkında fikir verdiği için 433’e karşı 105 oyla bu kararın alındığını hatırlatalım.

Ukrayna’nın kışkırtmayı sürdürmek için Donbass’a saldırabileceği söyleniyor. Eski Alman Dışişleri Bakanı “Ukrayna’nın bu kışkırtma ile Almanya’yı savaşa çekmek istediğini” söyledi. Siz ABD çekmek istedi diye okuyun.

Anladığımız kadarı ile resmi olmayan bir söylemde kaldı, ama Ukrayna Montrö Anlaşması’na gönderme yapıp, bunun bir savaş hali olduğunu ve NATO gemilerinin sınırsızca İstanbul Boğazı’ndan geçerek Azak Denizi’ne gelmelerini istedi. ABD ve NATO bu isteği yalanlamadı ama zaten Karadeniz’deyiz diyerek sessizlikle karşıladılar.

Kısa bir süre önce Rusya’nın alternatif enerji hatlarından olan ve yine Ukrayna’yı devre dışı bırakan Türk Akımı tamamlanmış ve Avrupa bacağı görüşülmeye başlanmıştı. Bu doğalgaz kanalı da dolaylı olarak kışkırtmanın hedeflerinden biri haline geldi.

Bu esnada uzun süredir konuşulmakta olan, Trabzon’da Türkiye’nin donanma üssünün açılacağı haberi belirdi. Sürmene’de açılacak bu tam donanımlı donanma üssünün Türkiye sermayesinin Karadeniz’deki çıkarlarını mı koruyacağı, yoksa bir NATO üssü olarak mı işlev göreceği belirsiz ve pazarlık masasına yeni bir stratejik bir unsur olarak konulmuş oldu.

Bu karmaşık ve tedirgin edici durumda, İdlib anlaşmasının bir sonuca ulaşmadığı ve Türkiye’nin cihatçı çeteleri silahsızlandıramadığı anlaşıldı, ama Rusya'nın iyice karmaşıklaşan çok boyutlu formül nedeniyle Suriye devletini bir süre daha sakinleştirmeyi tercih ettiği görüldü.

İşte herkesin nefesini tuttuğu ama oldukça kritik olan uluslararası ortamda, Türkiye Fırat’ın doğusuna askeri operasyona birkaç gün içinde başlayacağını bildirdi ve sınıra askeri yığınak yapmaya başladı, ÖSO kuvvetlerini buraya kaydırdı.
Şimdi durumu daha iyi anlamak için, Sol Haber Portalı okuyucusunun çok aşina olduğu haritaya bir kez daha bakalım:

Harita Suriye’deki güncel siyasi durumu gösteriyor. IŞİD’in ABD emperyalizmi tarafından bahane olarak kullanılan varlığını saymazsak üç temel hegemonya alanına bölündüğü görülüyor. Kırmızı ile gösterilen geniş alan Suriye Devleti’nin ve Rusya’nın hegemonyasını, sarı ile gösteren alan Kürt güçlerine dayanan ABD hegemonyasını ve kuzeydeki mavi-yeşil renkler ise Türkiye’nin hegemonya alanlarını gösteriyor.

Fırat’ın doğusu diye adlandırılan bölgenin genişliği ve birçok ABD üssünü içermesi, Türkiye’nin Irak’a girer gibi burada operasyon yapmasının zorluğunu gösteriyor. Zaten böyle bir hava da yok. ABD yapılan görüşmelerde itiraz ediyor ama kıyameti koparmıyor. Borsa ve döviz fiyatları yerinde duruyor. Aksine pazarlık masasındaki unsurlardan, ABD’de tutuklu olan Halk Bankası yöneticisinin serbest kalması için sürecin başladığı duyuluyor.

Bu koşullarda Türkiye’nin emperyalist rekabette karmaşıklaşan pazarlık masası ve çok boyutlu formülde avantajlı bir durum gördüğünü ve elini güçlendirmek için bu operasyonu gündeme taşıdığını düşünebiliriz.

Formül; Karadeniz’de askeri dengeleri, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin nasıl uygulanacağını, enerji koridorlarını, Suriye’deki hegemonya alanlarının geleceğini, silah satış sözleşmelerini, İran ile ilişkileri, Doğu Akdeniz’de enerji rekabetini vb. içeren çok boyutluluğa sahip.

Ancak formül nasıl çözülürse çözülsün, emekçi sınıfların yararına değil.
2019 bu uğursuz formüle sahip pazarlığın ne şekilde seyredeceğini ve sadeleşeceğini izleyeceğimiz ve gücümüz yettiğince müdahale edeceğimiz bir yıl olacak.

Bu süreçte şu belgi bize yol gösterecek: Emperyalistlerin savaşı bizim savaşımız değil!

ERHAN NALÇACI / SOL




Çiftlikbank gibi yönetirsen! - Arif Kızılyalın

Galatasaray Porto’ya, Beşiktaş Malmö’ye, Fenerbahçe de Trnava’ya yenildi Avrupa kupalarında, Akhisar haftalar önce havlu atmıştı zaten Edirne dışındaki yarışa. Ulusal takımı hiç sormayın, Ay-Yıldızlı formamızı küme düşürmüşlerdi!
 
Bu, işin sahadaki görüntüsü. Madalyonun öteki yüzünde ise mali açıdan nasıl kayba koştuğumuz var, ama kimsenin sesi soluğu çıkmıyor.

Geçenlerde futbol ekonomisti Tuğrul Akşar’la konuşuyorduk, resmi rakamlarda Türk futbolunun borcu 16 milyar sınırına dayanmış, bunun da aşağı yukarı 14.5 milyarı 4 büyüklere ait. 

Nasıl olur demeyin! F.Bahçe şeffaf davranıyor hesap kitap işinde. Galiba mali işlere bakan sayın Burhan Karaçam, bankacılık geçmişinden olsa gerek, pembe yalanlarla günü kurtarmıyor, 5.5-6 milyarı kabul etti. Beşiktaş’ta işler biraz saklı gizli olsa da raporlara yansıyan borç 5 milyar civarında, Galatasaray Riva’yı, Florya’yı sattığı halde borcu 3 milyara indirebilmiş, transfer yapamıyor. Trabzonspor 1.5 milyarlık borcu ile derin sularda gemi yüzdürüyor. 
 
Borçlar nasıl büyüdü? 
Peki, bu borçlar nasıl büyüdü? Size takım ismi vermeden bir örnekle aktarayım. Şimdi örneğin Portekiz ligi takımlarından birinde oynayan bir futbolcu düşünün. Menajeri bu oyuncusunu bizim takımlardan birine pazarlamak istiyor. Pazarlıklar, opsiyonlar derken oyuncu 5 milyon Avro’ya imza atıyor; sözleşme yapılırken de “Bonservisi elinde sudan ucuz” diye anons ediliyor. Sonra bu oyuncunun hesabına geçen paranın 4 milyonu aynı gün menajerinin hesabına, menajerden de “ilgili” şahıslara aktarılıyor. Oysa biraz araştırılsa, oyuncunun Portekiz’de kazandığı yıllık paranın 120-130 bin Avro olduğu ortaya çıkar. Bir başka örnek de bilinen isimler üzerinden. Mesela Ulusal Takım’da “kazara” bir iki kere oynamış bir ismin menajeri 4 büyüklerden birinin başkanına telefon açıyor; “Bu oyuncunun bonservisi şu kadar” diye. Sonra öteki menajer daha az bir tutar söylüyor, 3. menajer rakamı iyice düşürüyor ve bizim yöneticiler de “Ezeli rakibimizin 5 milyona alamadığı oyuncuyu biz 3’e bitirdik” diye TV’lere demeç veriyor. 

Elbette kulübünün hukuk birimi olduğu halde, kendi şahsi hukuk bürosundan kulübe 2 milyon TL’lik fatura kesen, daha sonra da ortada “Sosyal demokratım, falanca belediyeye de adayım” diyen yöneticiler de yok değil ülkemizde!
 
Bu iddiaların bir bölümünü Cumhuriyet yazdı, geçenlerde gazeteci Atilla TürkerAsena Özkan’ın TV programında belgelerini göstererek açıkladı. 

O yüzden 15-16 milyarlık borca şaşırmayın. Çiftlikbank gibi yönetiliyor futbolumuz ne yazık ki! 
 
Kurtuluş reçetesi! 
Peki kurtuluş söz konusu mu? 
Elbette, şu an iki yol var gibi duruyor. 
İlki, kulüplerin Katarlı, Amerikalı, Dubaili birilerine satılıp, “şirket” yapısı ile yönetilmesi. Bu reçete gerçekten sıkıntılı, çünkü bu patronların İngiltere-Amerika-Fransa’daki gibi gelmeyeceklerini, olayın manipülasyona açık olduğunu, işin perde arkasına kayıt dışı “milyar dolarların” sıkışacağını biliyoruz. 

İkinci yol, çok daha riskli. Hatta bu yöntem Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş camialarının kanaat önderlerinin kulağına gitmiş ve endişeliler! Geçenlerde şöyle özetledi eski bir başkan yardımcısı olayı: “İktidar, kulüplerin borçlarını bir havuzda toplayacak, yönetimler direkt bu sisteme bağlı çalışacak, muhalefet asla olmayacak, borcunuzu kapayacağız, kazandığınız kadar harcayacaksınız, uslu çocuk olacaksınız!” 

İlk bakıldığında makul gibi duruyor, ama inanın ki Katarlı şirket sahiplerinin koyacağı para kadar riskli bu sistem. Çünkü birden X, Y, Z Belediyespor takımları peyda olacak ve futbolumuzun köklü spor kulüplerinin önüne geçecekler, tribünler ruhunu kaybedecek! 

Elbette bir 3. yol daha var; o da yasal bahis! Ama bu 3. kapı iktidarın işine gelmez. Çünkü yıllık 5-6 milyar TL’lik kayba uğrar sistem! 
Düşünsenize yasal bahis platformu İddaa’ya hayat veren 150 profesyonel kulübün ayaklanıp, “Siz yılda 9 milyar ciro yaparken, bize 450 milyon veremezseniz” 
dediğini ve hemen organizasyonundan çekildiklerini! 

İşte Türk futbolunu kurtaracak yol budur; madem Fenerbahçe’si, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı adını kullandırıp yasal bahise paydaşlık yapıyor, öyleyse karşılığını almalı; Arabın parası ile iktidarın ulufelerine muhtaç olmamalıdır! 

O yüzden, Kulüpler Birliği Başkanı Sayın Fikret Orman, Katar’a heyet yollayıp, borç için çözüm (!) arayacağına, önce kendi altın yumurtlayan tavuğu için kafa yormalı ve bir şekilde İddaa ihalesine Kulüpler Birliği’ni sokmalıdır!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Gündelik yaşamın siyasallaşması ve ittifak arayışları - İLHAN CİHANER

Ağır ekonomik kriz koşullarında yerel seçimlere doğru ilerliyoruz. Bu süreçte iktidar bloğu en çok siyasetsiz bir seçim süreci istiyor. Sahici anlamıyla siyasetin konuşulmaya başlanması, gündelik yaşamda derinden hissedilen krizin “siyasallaşması” anlamına gelecek. Bu gerçeğin farkında olarak hareket eden Neo-MC ittifakı ise, bütün çelişkilerine rağmen siyasi geleceklerinin ittifaka mahkum olduğunun farkındalar. Kaba çıkarlarını, koltuk sevdasını “devletin bekası” söylemi altına gizleyerek siyaseti halkın gözünden kaçırıp saray koridorlarına hapsediyorlar.


İktidar bloğunun siyasetsizleştirme politikasına karşı en iyi yanıtı tam da onların korktuğu gibi gündelik yaşamı siyasallaştırarak verebiliriz. Yerel seçimler, hepimizin parçası olduğumuz gündelik hayatın siyasallaşması için önemli fırsatlar sunuyor. Siyasetin, yoksulluğa, yozlaşmaya, istibdada karşı itirazı, yaşamın içerisinden nasıl yükselteceğini düşünmesi gerekir. Ancak iktidar bloğunun “siyasetsizlik” oyununa düşen “muhalefet”, neredeyse bütün seçimlerde, basitçe aritmetik hesaba indirgedikleri “ittifak” arayışları üzerinden “karşı siyaseti” üretebileceği yanılgısına kapılmış durumda.

İttifak, siyasetin doğasına içkin ve kategorik olarak ittifaka karşı çıkılmaz. Ancak ittifak arayışının kendisinin kurucu bir siyaseti inşa etme ihtimalinin olması gerekir. Siyaset sosyolojisinin işaret ettiği seçmen tercihlerini “değişmez bir veri” olarak düşünüp, siyasetin sınırlarını ya da kutuplarını aşma cesareti göstermeyen her siyaset ve ittifak arayışı “yenilgiye” mahkûmdur. Daha kendi seçmenini heyecanlandırmayı ya da bir biçimde ortaya çıkan bu heyecanı “ötelere” taşımayı başaramayan bir siyasetin iktidar ufkuna, cesaretine, iradesine sahip olduğuna inanmak elbette aldatıcı olur.

Rejim değişikliğiyle ucube bir sistemi bizlere dayatan iktidar bloğunun en büyük hedefi, gençlerin, işçilerin, işsizlerin, emeklilerin, kadınların, Kürtlerin ve toplumun kaybeden bütün kesimlerinin siyasetten çekilmesiydi; başka bir deyişle siyasetin yok oluşuydu. İslamcı ve Milliyetçi elitlerin geleceğini garanti altına alan bu yeni rejim, halkı süregiden krizlerle yaşamaya mahkum ediyor. Yeni rejimi siyaset mühendisliği ile dizayn ederlerken muhalefeti “kazansa da kaybedeceği” bir yere sıkıştırmayı düşlemişlerdi. İttifak arayışlarının karşı ve yeni bir siyaseti kurma iradesinden yoksun olması, yeni rejimi tasarlayanların düşlerini gerçekleştirmeye yakın olduklarını gösteriyor.

CHP’den ayrılsa rahatlıkla Neo-MC ittifakı içerisinde siyaset yapabilecek adaylara “indirgenmiş” ittifak arayışlarıyla bir sonuç elde edemeyeceğimizi, yeni bir siyaset kuramayacağımızı görelim artık!
Bizler, gündelik yaşamı siyasallaştırabilecek, halkı krize karşı koruyabilecek, dayanışmacı, paylaşımcı, özgürlükçü, cumhuriyetçi bir siyaseti, bu toplumun ezilen bütün kesimleriyle birlikte kurmalıyız.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

İstifa ettiremediklerimiz - BARIŞ İNCE

2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın özelleştirilmesi için hayata geçirilen hızlı tren projesi için alelacele bir açılış yapıldı. En yoğun hat olan Ankara-İstanbul hattındaki hızlı tren uygulamasına yetersiz altyapıya rağmen izin verildi. 22 Temmuz 2004 günü Sakarya’nın Pamukova ilçesinde Yakup Kadri Karaosmanoğlu adlı tren aşırı hızdan dolayı raydan çıktı. 41 kişinin ölümüne, 80’inin de yaralanmasına neden olan elim bir kaza meydana geldi.


İstifası istenen dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, “Ben zor anlarda bırakıp kaçacak adam değilim” dedi.

2008 yılında Kütahya’nın Çöğürler Köyü yakınlarında TCDD Pamukkale Ekspresi’nin vagonları raydan çıktı, 9 yurttaşımız hayatını kaybetti. Tren kazasını araştıran bilirkişi heyeti, Cumhuriyet Başsavcılığı’na “Güney Afrika’dan ithal edilen rayların gevrek bir malzeme olduğu sonucuna ulaşıldı” raporunu gönderdi. Bu rayların denetlenmesi için gerekli olan cihazların maliyetinin 600 bin lirayı bulması nedeniyle Hazine’den bir türlü onay çıkmamıştı. Gerekli ölçümler yapılmamıştı. Yetkililer, “Raylar donmuş, biz ne yapalım” dedi.

2009 yılında Bozöyük’te tren bir iş makinesine çarptı. TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, “5 yurttaşın ölümüyle sonuçlanan üzücü bir kaza yaşadıklarını” söylemekle yetindi. TCDD Genel Müdürlüğü’ne 2003 yılında getirilen ve döneminde kaza rekoru kırılan Karaman bu üç kazanın da sorumluluğunu üstüne almadı, istifa etmedi. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki ekibinde yer alan Karaman, dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın da hemşerisiydi.

2018 yılında Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde bir yolcu treninin devrildiği kazada 24 kişi hayatını kaybetti, 318 kişi yaralandı. Yetkililer, “aşırı yağışlar nedeniyle menfez ile ray arasındaki toprağın boşalmasından” kaynaklandığını belirtti.

Mühendisler Odası ise incelemelerinde altyapıdaki zayıflıklardan ve denetim eksikliğinden bahsetti. Yani ihmalden…

Devlet Demiryolları Genel Müdürü İsa Apaydın istifa etmedi. Kazada 9 yaşındaki oğlunu kaybeden acılı anne Mısra Öz’ü sosyal medya hesaplarından engelledi. 

Ve dün… Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren ile aynı güzergâhta yol kontrolü yapan bir kılavuz trenin çarpışması sonucu ilk belirlemelere göre 9 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Yetkililer kazanın neden olduğunu uzun süre belirleyemedi. Sinyalizasyon ihmaline dair herhangi bir açıklama gelmedi. Devlet Demiryolları Genel Müdürü İsa Apaydın, Twitter hesabını kilitledi!

Toplumu kaderciliğe mahkûm ettirmek için uydurulmuş “fıtrat” lafları arkasına gizlenen belli: “Rantımıza ve rahatımıza dokunmayın.” En temel hakkımız olan hesap sorma hakkımızı kullanmadıkça biz, bu pişkinlikleri daha çok izleriz.


Esas günahımız seçtiklerimiz değil, istifa ettiremediklerimiz!

Barış İnce / BİRGÜN

Yoksa siz hâlâ anormalleştiremediklerimizden misiniz? - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Geçtiğimiz Pazar günü yapılan seçimleri izlemek üzere Erivan'a giden Sedat Ergin, Ermenistan Dışişleri Bakanı Zohrab Mnatsakanyan'la konuşmuş.
Güya Ermenistan'da "sistemin eski aktörleri tasfiye edildi" ama kafa aynı kafa anladığım kadarıyla.
Efendim, onlar "Türkiye ile önkoşul olmaksızın görüşmeye, ilişkileri normalleştirmeye hazır"mış da, "Türkiye'nin de hazır olmasını umuyorlar"mış da, ama Türkiye de "Karabağ meselesini ilişkilendirmesinmiş çözüm"le!
Yahu sorun o zaten!
"Sorun", Ermenistan'ın Karabağ dahil Azerbaycan topraklarının yüzde 20'sinde işgalci durumda olması!
Türkiye, Ermenistan sınırını bu yüzden kapattı.
Türkiye, sınırını kapatma gerekçesi ortadan kalkmadığı, sınırını kapatırken koyduğu şart yerine getirilmediği halde "vatan toprağından" fedakârlıkta bulunacak, Hocalı gibi soykırımlara da başvurularak ele geçirilen Türk topraklarını Ermenistan'a terk edip üzerine bir bardak su içerek hiçbir şey olmamış gibi sınırını açacak ve bu -çok af edersiniz ama- enayiliğin, dahası onursuzluğun adı "normalleşme" olacak!
Doğmadan, anne karnında, ceninken işkenceye uğrayan bebeklerin vebali çarpar!

                                       ***
Malum, böyle bir "kavram" peydahlandı son dönemde;
En olmaz işleri, en garabet halleri yutturma ambalajı: Normalleşme.
PKK'nın bölücü taleplerini kabul etmek, "normalleşme".
İmralı'daki caniyle enseye şaplak ilişki kurmak, "normalleşme".
Terör örgütleriyle mücadeleyi bırakıp müzakere etmek, "normalleşme".
PKK'lı teröristin gizli tanıklığında, yıllarca PKK'ya kan kusturmuş Özel Kuvvetler Komutanı'nı müebbede mahkûm etmek, "normalleşme".
"Millî orduya kumpas" kurmak, "normalleşme".
FETÖ'ye "ne istedilerse vermek", "normalleşme".
Ermenistan'ın soykırım iftiralarını sineye çekmek, hatta kendi devletini terörist, katil, soykırımcı ilan etmek, "normalleşme".
Ermeni mezalimi anıtı yapılması gereken "tecavüz adası"ndaki Akdamar'ı ibadete açmak, "normalleşme".
Normal olanı yapıp "hooop, orada bir duracaksınız" demek ise ancak "marjinal"lerin, "faşist"lerin, "çapulcu"ların filan içine düşebileceği bir "anormalleşme";
Asıl "anormal" olan bir milletin, toplumun, ülkenin, devletin hakkından, hukukundan, egemenliğinden vazgeçmesini gerektiren "normalleşme"ler olduğu halde!
                                                            ***
Çok mu karışık oldu.
O zaman şöyle diyeyim özetle:
Nabız yokluyorlar. Sızacak bir çatlak arıyorlar.
Yoksa siz hâlâ "normalleştirme" diye kabule zorladıkları intihar eylemlerine yanaşmayan "anormalleştiremediklerinden" misiniz?

İyi ki öylesiniz!


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

Emin Çölaşan, Emin Kamer olsaydı. - Murat AĞIREL

Salı günü ajanslara düşen haberi gördüğümde aynen ben de Türk Ulusunun çok büyük bir kısmı gibi "hadi canım", "yok artık" dedim.

"Kesin şakadır bu! Gerçek olması mümkün değildir" dedim.

Ne yazık ki gerçekmiş...
Sözcü Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Metin Yılmaz, yazarları Emin Çölaşan, Necati Doğru ile İnternet Haber Koordinatörü Yücel Arı ve İnternet Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çetin hakkında "FETÖ silahlı terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya dâhil olmamakla birlikte örgüte bilerek yardım etme" iddiası ile 7,5 yıldan 15 yıla kadar hapisle cezalandırılması talep edilmişti.
Açıkçası "'FETÖ ile mücadele edilmiyor, FETÖ ile mücadele sulandırılıyor' diyenleri haklı çıkaracak bundan daha iyi bir örnek olamaz" yorumunu yaptım.

Hayatlarının çok uzun bir süresini mesleğine adamış her biri birbirinden değerli bu kişiler hakkında yapılan suçlama inanılır gibi değildi.

Neden inanılır değil, hemen sizlere daha önce yazdığım bir belgeli örnek ile açıklayayım...

Dosyanın adı: Akıncı Üssü İddianamesi!
İddianamede 1 numaralı sanık Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen gösterilirken, 2 numaralı sanık da "FETÖ'nün Hava Kuvvetleri İmamı" olduğu iddia edilen Adil Öksüz olarak belirtiliyor.

İddianamenin içinde bulunan diğer isimler ile ilgili EK klasörlerde yer alan istihbari bilgiler inanılır gibi değil. İddianamedeki 17.10.2016 tarihli "17-21.03.2016 tarihleri arasında Adil Öksüz ile birlikte yurt dışına giriş-çıkış yapan kişiler" başlıklı bilgi notunda belirtilen kısım aynen şöyle geçiyor:
"Adil Öksüz isimli şahsın 17.03.2016 tarihinde TK0003 kodlu uçuş ile İstanbul Atatürk Havalimanından (IST) ile J.F.Kennedy Havalimanına, 21.03.2016 günü TK0012 kodlu uçuş ile J.F.Kennedy Havalimanından İstanbul Atatürk Havalimanına dönen uçakta bulunan yolculardan Adil Öksüz ile birlikte gidip-döndükleri ve birlikte hareket ettikleri değerlendirilen..."

Kim peki bahsedilen isimler?
Veysel Alemdaroğlu, Erdem Efendioğlu, Salih Serhat İlhan, Atasay Kamer, Emin Kanar, Özgür Özdemir ve iki İsrail uyruklu kişi...
Yargı organları hemen harekete geçiyor.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Bürosu 01.11.2016 tarihinde 2016/103583 soruşturma no ile "ACELE-GÜNLÜ İŞ" notu ile yukarıda adı geçenlerin gözaltına alınması ile şahısların ikamet ettikleri adreslere göre ilgili Cumhuriyet Başsavcılıklarına talimat gönderiyor.

Ama kimisi tutuklansa da kimisi ise kaçıyor. Hakkında gözaltı kararı olmasına rağmen işlem yapılmayan tek bir isim var! Atasay Kamer.

İddianamede yer alan bilgilere göre Atasay Kamer, yurt dışına sadece Adil Öksüz ile değil birçok isimle seyahat etti.

Mehmet Ziylan, İzmir Ticaret Odası Başkanı Mahmut Özgener, Sabah gazetesi yazarı Sevilay Yükselir, Av. Kezban Hatemi, Cüneyd Zapsu'nun eşi Beyza Zapsu, Erkan Kurtulmuş, Hakan Şükür, Yazar Bejan Matur, sanatçı Muazzez Ersoy, futbolcu Okan Buruk, futbolcu İlhan Parlak, futbolcu Emre Bölezoğlu, Dursun Çetin, Gökhan Erdem...

Bu yazdıklarım benim iddiam değil bizatihi Akıncı Üssü İddianamesinde yer alan resmî istihbari belgelerde bulunan Atasay Kamer ile birlikte yurt dışına uçan isimlerdir.

Şimdi sorarım Atasay Kamer ile birlikte yurt dışına defalarca seyahat ettiği yukarıda isimleri yazılı kişiler hakkında, "FETÖ silahlı terör örgütü içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek yardım etme" iddiası ile bir soruşturma başlatıldığını duydunuz mu?

Hakkında istihbari bilgi notları ve gözaltı kararı olmasına rağmen hiçbir işlem yapılmayan ve davadan çıkarılan Atasay Kamer için ne demeli?

Emin Çölaşan, Necati Doğru, Metin Yılmaz, Mustafa Çetin, Yücel Arı hakkında iddia edilen suçlamayı okuyup, bir de Akıncı Üssü İddianamesi'nde yer alan, istihbari belgeler ile desteklenen bu isimler hakkında hiçbir işlem yapılmayışını görüyorsunuz değil mi!

İnsan bu isimleri karşılaştırınca, "Demek ki bu iddialar ile yargılanmamak için Emin Çölaşan değil-Emin Kamer, Necati Doğru değil-Necati Kamer olmak gerekiyor" demeden edemiyor.

Eminim Yüce Türk Yargısı gereken kararı verecektir.


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

14 Aralık 2018 Cuma

Millî Gelir Temmuz-Eylül istatistikleri - Korkut Boratav

TÜİK Temmuz-Eylül 2018’in gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) istatistiklerini yayımladı. Bu istatistikler önemlidir; zira Mayıs’tan itibaren döviz piyasalarından finansal sisteme yayılan krizin reel ekonomiye yansımasına ışık tutuyor.
Verileri, ileride ayrıntılı  inceler, tartışırız. Şimdilik ana gözlemleri vurgulamakla yetineceğim.

TÜİK, Temmuz-Eylül döneminde GSYH’nın yüzde 1,6 oranında büyüdüğünü belirlemiş. Sektörlere ve harcama kalemlerine baktığımızda, ekonominin üretken, dinamik çekirdeğinde zafiyet belirtileri, küçülme eğilimi ağır basmaktadır. 

Üretken sektörler küçülmeye başlamıştır 
Üretime göre hesaplanan millî gelir verilerini gözden geçirelim:
  • Ekonominin üç temel üretken sektörü küçülme veya sıfır büyüme güzergâhına girmiştir. Sektörlerin Temmuz-Eylül 2018’deki (parantez içindeki)   değişim yüzdelerine göz atalım: Tarım (1,0), sanayi (0,3), inşaat (-5,3)…
  • TÜİK, millî gelir istatistiklerinden önce 2018’in bitkisel üretim tahminlerini yapmıştı. Buna göre tahıl üretimi yüzde 4,2 oranında düşecek; sebze ve meyvede de yüzde 3’lük ve 1,7’lik gerileme gerçekleşecektir. Tarımsal GSYH Temmuz-Eylül döneminde zirveye oturur. TÜİK, düşen üretim tahminlerine rağmen bu üç ayda tarım sektörünün yüzde 1 büyümesini nasıl açıklayacaktır?  Çiftçinin eline geçen göreli fiyatlar (iç ticaret hadleri), üretimdeki düşmeyi fazlasıyla telafi edecek oranda sıçradı mı? 
  • İSO’nun sanayi sektörü için hesapladığı PMI endeksleri Temmuz-Eylül 2018’de aylık ortalama yüzde 5’lik küçülme belirledi. TÜİK’in GSYH tablolarında sanayi sektörü için belirlenen yüzde 0,3’lük büyüme dahi ileriki aylarda aşağı çekilebilir. 
  • Ekonominin en şişkin sektörü olan hizmetler, yüzde 4,5’lik büyüme temposu ile üretken sektörlerdeki sıfır büyüme / küçülme olgusunu telafi etmiş; toplam millî gelirin daralmasını önlemiştir. Bu büyümenin kaynağı ise seçim ekonomisidir. Bu durumu harcamalara göre millî gelir verilerine eğildiğimizde gözlüyoruz. 
Harcamalara göre millî gelirde durgunlaşma  
Millî gelir üretime (sektörlere) dayanılarak tahmin edilir. Harcamalara göre yapılan ikinci bir hesaplama ek bilgiler sağlar ve önceki ile tutarlı olması gözetilir. 
Harcamalara göre GSYH hesabında, özel tüketim, devletin cari harcamaları ve gayri safi sermaye birikimi(yatırımlar) iç talebin üç öğesidir. Dış ticaretin katkısı ise, mal ve hizmet ihracatı eklenerek, ithalat çıkarılarak belirlenir.  
Bu beş kalem, böylece GSYH toplamını verir.  Birkaç saptama yapalım. 
  • Millî gelirin gelecekteki büyüme potansiyelini belirleyen en stratejik harcama kalemi yatırımlar, yani gayri safi sermaye birikimidir. TÜİK verileri, Temmuz-Eylül 2018’de sermaye birikiminin yüzde 3,8 oranında düştüğünü belirliyor. Ekonomik dinamizmin aşınmasının anlamlı bir göstergesi daha… 
  • Aynı dönemin özel tüketim harcamaları ise durgunlaşmaktadır; ortalama büyüme hızı yüzde 1,1’dir. Buna karşılık, iç talebi canlı tutan tek kalem, cari devlet harcamalarındaki yüzde 7,5’lik büyümedir. Seçim ortamında hükümetin “can havliyle” cari kamu  harcamalarını pompalaması, millî gelir verilerine böyle yansıyor. 
  • Seçim ekonomisi, sektörel yapıyı nasıl etkiledi? Yanıt, yukarıda değindiğimiz hizmetler  sektöründeki büyümenin ayrıştırılmasında yatıyor. Bu sektörün GSYH’da kapladığı büyüklüğün yüzde 50’si kamu yönetiminden oluşur ve millî gelire katkısı, bütçeden yapılan cari harcamalarla ölçülür. Temmuz-Eylül 2018’de hizmetler sektörünün alt-kollarındaki büyüme tempolarını karşılaştıralım: Yüzde 10,2’lik bir tempoyla açık-ara en hızlı büyüyen  kesim de kamu yönetimidir. Seçim ekonomisi, böylece, üretken olmayan, özel tüketimi dahi besleyemeyen devletin şişkinleşmesi sonucunu vermiştir. 
Dış ticaretin katkısı: Dinamizm değil; yoksullaşma
Berat Albayrak,  son üç ayda ekonominin cari işlem fazlası vermesini “makro-ekonomik dengelenme” olarak gösteriyor. Doğru mu? 
Dış denge hesabının millî gelirdeki boyutuna göz atalım.
  • Harcamalara göre sabit fiyatlı (“hacim endeksli”) GSYH verilerine göre, Temmuz-Eylül 2018’de ithalat yüzde 16,7 düşmüş; ihracat yüzde 13,6 artmıştır. Bu iki etken birlikte millî geliri yukarıya çekmiştir.  Döviz krizi ile ortaya çıkan dışsal şokun ekonomik uzantıları söz konusudur. Dış dengenin düzelmesine ithalattaki düşmenin katkısı, artan ihracatın önüne geçmektedir. 
  • Bu hesaplama, dolarla hesaplanan dış ticaret verilerini TL’ye ve 12 ay öncesinin sabit fiyatlarına dönüştürerek yapılar. Aynı hesabı doğrudan doğruya ödemeler dengesinin Temmuz-Eylül dolarlı verileri ile tekrarlayalım: İthalat yüzde 14,9 düşmüş; ihracat sadece yüzde 4,7 oranında artmıştır. 
  • İşin özü şudur: Ekonomi küçülmeye, toplum yoksullaşmaya başladığı için  ithalat talebi de düşmektedir: Yatırımlar düşmüş, yatırım malı ithalatı daralmıştır.  İnşaat sektörü küçülmüş; sanayi sıfır büyüme konumuna geçmiş; bu üretken sektörlerin girdi ithalatı düşmüştür. Türkiye ekonomisi birden bire eskiden ithal ettiği yatırım mallarını ihraç etmeye mi başlamıştır? İhracat verilerine niçin yansımadı? Sanayinin temel ara-mallarında aniden ithal ikamesi mi gerçekleşti? Sanayi üretimine niçin yansımadı? Demek ki dış bağımlılığı hafifleten  yapısal ve dinamik bir dönüşüm söz konusu değildir.
  • Dış ticaret dengesindeki düzelmenin yoksullaşmadan kaynaklandığına ek gösterge verelim. TÜİK’in gelirler yoluyla hesaplanan GSYH istatistiklerinde yer alan ücret / millî gelir payının seyrini, 2017 ve 2018 Temmuz-Eylül ayları için karşılaştırın: %31,7 → %31,2… Üstelik 2016 ile karşılaştırılırsa ücret payındaki gerileme 2 puana çıkacaktır. Ücretlerdeki aşınmanın bir başka sonucu da var: Özel tüketim harcamalarının son üç ayda yüzde 1,1 oranında büyümesi,  nüfus artışının gerisindedir. Yani halkımızın kişi başına tüketimi düşmektedir.
                                                            ***
Berat Albayrak boş konuşuyor. Türkiye ekonomisi “makro-ekonomik dengelenme içinde değildir. Uluslararası sermaye ve AKP iktidarının yarattığı bir kriz içindedir.
Temmuz-Eylül millî gelir verilerini Ağustos-Ekim ödemeler dengesi istatistikleriyle birleştirin, krizin işlevi, kime, nasıl yaradığı da ortaya çıkacaktır: Finans kapitalin alacakları ve Türkiye burjuvazisinin talepleri, cari işlem ve bütçe fazlaları yaratılarak; ekonomi küçülerek, toplum yoksullaşarak  karşılanmaktadır. 

Korkut Boratav / SOL

‘İtiraz istemiyorum!..’ diyorsun yani? - Zafer Arapkirli

Seni gayet iyi anlıyorum. Bağırmana gerek yok aslında. Usulca, “mutedil ve oturaklı devlet insanı” ayaklarında, hatta ortalık yerde avazın çıktığı kadar bas bas bağırmadan, yazılı bir açıklama ile söylesen de… 
Gayet iyi anladım seni. 

Diyorsun ki; 
“Biz bu ülkeyi istediğimiz gibi yönetiriz. Senin ‘gık’ın bile çıkmasın. 
İstediğimiz zulmü yaparız. Toplumun (bizim ve yandaşlar dışındaki) tüm kesimlerini yok sayarız. 

Yetim hakkı yeriz. Çalar, çaldırırız. Elimizi her cebe daldırırız. Yolsuzluğun rüşvetin, evvelallah dalağını yardırırız. 
Açgözlü patronlara, emekçinin iliğini kemiğini sömürtürüz. Patronun önüne yatarız icabında. Vergisini affeder, borcunu iptal eder, ihalesine ihale katarız. Çalışanın hakkını gasp etmesine alkış tutarız. İşçisini şantiyede tahtakuruları ile aynı yatakta yatırmasına, kölelik çizgisinde ücret vermesine, hatta onu bile aylarca geciktirip vermemesine ses çıkarmayız. 

Memurun, ırgat gibi çalıştırılıp hak aramasının önündeki tüm engelleri tıkarız. 
Emeklinin çürümeye terk edilmesini, bir an önce ölmek için dua etmesini (ve mümkünse duasının gerçekleşmesini) sağlarız.
 
Akademisyeni, öğrenciyi dahi bilcümle okumuş yazmış insanı okuduğuna pişman edecek bir ortam hazırlarız. Okumuş yazmış aydınlanmış olmasından kaynaklanan bir bilinçle, itiraz etmesine, örgütlü her türlü meslek erbabının örgütlü ses çıkarmasına şiddetle tepki gösteririz. 
İnsan olmasından kaynaklı doğuştan gelen (ve tabii ki çuvalla vergi ödeyen bir vatandaş olmasından kaynaklanan bir şekilde) bir hakla, parasız temel, sağlık, eğitim, ulaştırma, adalet gibi hizmetlerden yararlanmasını engelleriz. Bunları paralı hale getirir, piyasa koşullarına kurban ederiz.
 
Yerelde ve ülke çapında çevreyi hoyratça mahveder, müteahhitleri zengin etme pahasına koca ülkeyi bir beton yığını haline getiririz
Temel hak ve özgürlüklerin üzerinden buldozerle geçeriz. Nefes aldırmayız. İnsanların kafasında sürekli bir “Soruşturma-Dava-Mahkûmiyet (hatta bir köşede usulca infaz) kılıcı sallandırır, hayatından bezdiririz.
 
Gazetecinin en ufak bir sorgulama isteği ve iştahını anında bastırır, anasından doğduğuna pişman ederiz. Zaten, piyasa koşullarını bile hiçe sayıp kendi tayin mekanizmamızla atadığımız patronlarını arayıp işten kovdururuz. İtaatkâr olmayanları, sırtlanlarımızın çakallarımızın önüne atmakla tehdit ederiz. 
Ama... Sen, bunların hiçbirine itiraz edemezsin. Etmeyeceksin ulan! 
Edersen, ezeriz! 
Sarı yeleğini çıkarır, çıplak yatırırız! 
Haddini bildiririz. 
12 Eylül öncesinde bunları yapanlara yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır. 
Bakıyorum, “Dersini yeterince almamış” görünüyorsun? 68 ve 78 kuşağı ağabeylerine ablalarına bir sor, sana anlatsınlar. Şehit listelerini sana bir zahmet göstersinler. 
Bak, demedi deme… 
15 Temmuz gecesi köprü üzerinde olanları hatırla. Kıtır kıtır doğrarız, bahçıvan bıçağı ile. Yaylım ateşine tutarız. 
Uyarmadı deme. “Alçak” ilan ederiz, ”terörist” ilan ederiz. PKK’den girer,FETÖ’den çıkarız. İtibar suikastına uğrarsın.. Ayağını denk al…” 
……. 
Duydunuz değil mi?.. 
Bu ülkenin vicdanlı, onurlu ve maalesef tam da bu yüzden ezilen, hor görülen insanları.    
Bu tehdide, bu sallanan parmağa dikkat et. İyi tanı bunu. 
Sandığa gittiğinde, “O parmağa” cevabını öyle bir ver ki, ertesi sabah pişman olsunlar. 
Ve tabii onların yardakçıları ile şakşakçıları da, “Biz niye bu kadar alçaltmışız, düşürmüşüz kendimizi?..” diye nedamet getirsinler. 

Olur mu? 
Bilmem? 
Ama olsun. Bir kerecik de olsun. 
Vicdanınıza, hiç olmazsa o gün, o “Sarı Yeleği” giydirin.. 
Bari, o gün.


Zafer Arapkirli / CUMHURİYET