25 Aralık 2018 Salı

Asgari ücret yazıları (I-II-III-IV-V) - AZİZ ÇELİK

En büyük ücret pazarlığı başlıyor.(I)

Asgari ücret pazarlığının önümüzdeki hafta başlaması bekleniyor. Aralık ayı boyunca sürmesi beklenen görüşmeler sonucunda 2019 yılı asgari ücreti saptanacak.
Aslında bu sadece asgari ücretlilerin değil, Türkiye’nin ücret pazarlığı. Saptanacak asgari ücret milyonlarca işçinin ve ailesinin yaşam şartlarını ve kaderini belirleyecek. Asgari ücret, baz ücret olması nedeniyle sadece asgari ücret alanları değil ülkedeki genel ücret seviyesini de doğrudan etkiliyor. O nedenle aralık ayı boyunca çalışma hayatının en önemli gündemi asgari ücret olacak. Şimdiden yaşanan enflasyon mu, hedeflenen enflasyon tartışmaları başladı bile. Konunun yaşamsal önemi nedeniyle aralık ayı sonuna kadar yazılarımı asgari ücret konusuna ayırmaya karar verdim. Asgari ücret pazarlığı sürerken konunun değişik boyutlarını ele almaya çalışacağım.
ASGARİ ÜCRETLİLER ÜLKESİ TÜRKİYE
Asgari ücret deyip geçmeyin. Asgari ücret, işçi sınıfının ücretidir. Milyonlarca ücretlinin ve ailesinin yegâne geçim kaynağıdır. Peki asgari ücretin kapsamında olan işçi sayısı ne kadardır? Bu konuda zaman zaman farklı rivayetler dolaşır. Sayıyı tam olarak saptamanın bazı güçlükleri vardır. Asgari ücret kapsamındaki işçi sayısına iki kaynaktan ulaşmak mümkün: Bunlardan biri Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) kayıtları diğeri ise TÜİK Hanehalkı İşgücü Araştırması (HİA) verileri.
SGK kayıtları sadece kayıtlı işçileri ve kuruma yapılan ücret bildirimlerini esas almaktadır. Dolayısıyla bu veriden asgari ücret altında (kayıt dışı) çalışanların sayısına ulaşmak zor. Öte yandan bilindiği gibi SGK’ye bildirilen ücret ile işçiye ödenen ücret farklılık gösterebilmekte. Örneğin işçinin ücreti asgari ücret üzerinden bildirilmekte ancak ödeme asgari ücretten daha yüksek yapılabilmektedir. Bir diğer yöntem ise bankadan ücret ödeme zorunluluğu nedeniyle ücretin asgari ücret üzerinden gösterilmesi ama ücretini bankadan alan işçiden bir kısmının geri alınmasıdır. Bu yönteme özellikle tekstil sektöründe rastlanıyor. TÜİK verileri ise beyana dayalı olduğu için farklılıklar gösterebiliyor. Öte yandan sadece tamı tamına asgari ücret alanları değil asgari ücrete çok yakın ücret alanları da (asgari ücrete komşu) asgari ücret kapsamında değerlendirmek gerekir.
Bu çerçevede bakıldığında TÜİK HİA mikro verilerine göre (2017) asgari ücret ve asgari ücret altında ücret alanların sayısı, 1,8 milyonu asgari ücretin altında olmak üzere yaklaşık 8,5 milyondur. Bu sayıya asgari ücretin biraz üzerinde ücret alanlar dâhil değil. SGK verilerine göre ise (2017) asgari ücret ve asgari ücretin yüzde 10’u civarında ücret alanların toplamı 7,4 milyondur. Bu sayıya asgari ücretin altında ücret alan 1,8 milyon işçi dâhil değil. Bu sayıyı da eklediğimizde asgari ücret altında ve asgari ücrete çok yakın ücret alanların sayısı 9,2 milyona yükselmektedir.
TÜİK ve SGK verilerini birlikte ele aldığımızda 9 milyon civarında işçinin asgari ücret altı ve asgari ücretin yüzde 10 üstü civarında ücret aldığını söylemek mümkündür. Öte yandan asgari ücret sadece asgari ücret civarında ücret alanları değil ücretle çalışan herkesin ücretini yukarı çekmektedir. Bu nedenle asgari ücret sadece asgari ücret değildir.
TESPİT KOMİSYONU CUMHURBAŞKANLIĞI’NA BAĞLANDI 
Peki milyonlarca işçinin ve ailesinin kaderini etkileyen asgari ücret nasıl saptanıyor? Dünyada asgari ücretin tespiti ile ilgili farklı modeller var. Bunlara önümüzdeki yazılarda değineceğiz. Türkiye’de asgari ücret üçlü bir mekanizma olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından belirleniyor. Komisyonda beş hükümet, beş işveren ve beş işçi temsilcisi yer alıyor. İşçi ve işveren temsilcileri en çok üyeye sahip en üst kuruluşlar tarafından (işçi temsilcileri Türk-İş işveren temsilcileri ise TİSK tarafından) saptanıyor. Komisyonda DİSK ve Hak-İş yer alamıyor. Komisyon kararları kesin nitelikli olup itiraz edilemiyor. Toplu pazarlık sürecinde olduğu gibi uyuşmazlık prosedürü işlemiyor.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yapısı günümüze kadar hep iş kanunları ile saptandı. Asgari ücret iş kanunları ile düzenlendiği için bunu saptayacak komisyonun da iş kanunu içinde yer alması kanun yapma tekniği ve yasama kalitesi açısından son derece önemli. Ancak geçen aylarda sessiz sedasız bir biçimde Komisyon ile ilgili önemli bir değişiklik yapıldı.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 10 Temmuz 2018’de yayımlanan 1 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) ile İş Kanunu’ndan çıkartılarak Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içine alındı. 1 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 522 maddesinin (f) bendi ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içindeki idari kurul, konsey ve komisyonlar arasına alındı. Böylece Komisyon doğrudan Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmış oldu.
Bilindiği gibi Asgari Ücret Tespit Komisyonu 4857 sayılı İş Kanunu’nda açıkça düzenlenmişti ve bu nedenle konunun CBK düzenlenmesi Anayasa’nın 104. Maddesi’ne göre mümkün değildi. Komisyon’un Cumhurbaşkanlığı’na bağlanmasında şöyle dolambaçlı bir yol izlendi: Önce 700 Sayılı KHK ile Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na ilişkin İş Kanunu’nun 39. Maddesi’nin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırıldı ve ardından Komisyon 1 Sayılı CBK ile düzenlendi.
Komisyon’un neden İş Kanunu sistematiği dışına çıkarıldığına ilişkin bir gerekçe kamuoyu ile paylaşılmadı. Bildiğimiz kadarıyla bu konuda Komisyonun işçi ve işveren taraflarının görüşü alınmadı. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun Cumhurbaşkanlığı teşkilatı içine alınması CBK ile komisyonun yapısının değiştirilmesine olanak tanımaktadır. Komisyon İş Kanunu kapsamında kalsaydı TBMM’nin kanunla yapabileceği bir değişiklik şimdi Cumhurbaşkanı tarafından tek başına yapılabilecektir.
***
Asgari ücret yüzde 30 eridi!
Asgari ücret, yapılan yüzde 14.2’lik zamla 2018 yılı için brüt 2 bin 29 lira, net bin 603 lira olarak belirlenmişti. 2018 başında 427 dolara karşılık gelen asgari ücret, bugünkü kura göre 303 dolara kadar geriledi. Diğer bir ifadeyle Türkiye’deki ekonomik kriz nedeniyle asgari ücret 2018 yılı içinde yüzde 30 oranına eridi.
_____________________________________________________________________
‘Ücretlerin tunç kanunu’ yerine asgari ücret(II)
Asgari ücret işçi sınıfının 200 yıla yakın bir mücadelesinin sonucunda kazanılmış bir haktır. Ücretli çalışmanın (kapitalizmin) ortaya çıkmasından bu yana ücretlerin düzeyinin ne olması ve nasıl belirlenmesi gerektiği tartışması önemini korudu. Klasik liberal iktisatçılar “ücretlerin tunç kanunu” olarak adlandırılan yaklaşımla ücretler seviyesini emeğin arz ve talebine bağlıyordu. Klasik iktisatçılar ücret artışlarının doğal bir mekanizma sonucunda, işgücü arzının artışına ve azalışına bağlı olarak oluştuğunu ve bu nedenle de ücretleri hükümetlerin ya da sendikaların gayretleriyle doğal düzeyin üzerine çıkarmanın bu dengeyi bozacağını ve hatta ücretleri daha da düşürücü sonuçlar doğuracağını savunuyordu.
Klasiklerin ücret teorisi, gerçekte düşük ücret düzeylerini haklı göstermek gibi bir amaç taşır. Kapitalizm çalışma ve sözleşme “özgürlüğü” getirmiştir. O halde ücretlerde bu özgürlük çerçevesinde taraflar arasında serbest sözleşmeyle belirlenmeliydi!
İlk Asgari Ücret Yasaları
Ancak liberal iktisatçıların bu iddialarına karşın sendikaların temel var oluş nedeni ücretleri ve çalışma koşullarını iyileştirme mücadelesi olmuştur. Asgari ücret 1830 ve 40’larda İngiltere’de Chartist hareketin gündemin olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısında sosyalist hareket bir yandan ücretli kölelik olarak adlandırdığı kapitalizme son vermek için çalışırken, bir yandan da ücretlerin sınıflar arasındaki mücadeleyle belirleneceğinin farkındadır. Bu nedenle 19. yüzyılının sonuna doğru toplu pazarlık ve sendika hakkı önem kazanır.
Asgari ücrete ilişkin ilk yasal düzenlemeler 19. yüzyılın sonunda mümkün oldu. Yeni Zelanda 1894’te ilk yasal asgari ücret düzenlemesini kabul eden ülke oldu. Yeni Zelanda’yı 1896’da Avustralya izledi. İngiltere’de ise 1909’da ilk asgari ücret düzenlemesi kabul edildi. ABD’de 1909’dan başlayarak bazı eyaletlerde kadınlar için asgari ücret uygulaması kabul edildi. Fakat 1923’te ABD Yüksek Mahkemesi asgari ücreti anayasaya aykırı buldu. 1938’de Roosevelt federal bir asgari ücretle ilgi yasa çıkardı ve nihayet Yüksek Mahkeme 1941’de yasayı geçerli saydı. Asgari ücret başlangıçta daha çok özellikle korunması gereken işçi kategorileri için bir önlem olarak düşünüldü.
Uluslararası Bir Norm Olarak Asgari Ücret
Asgari ücret 1919’da Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kuruluşu sırasında da gündeme geldi ve Versailles Antlaşmasında yer verilen ILO’nun kuruluş ilkeleri arasında ücretle ilgili şu hükme yer verildi: “Her çalışana ülkesinin ve zamanın koşullarına göre makul bir yaşamı sürdürebilmesi için uygun bir ücret ödenmelidir.”
ILO 1928’de kabul ettiği 26 sayılı Asgari Ücret Belirleme Yöntemi Sözleşme ile uluslararası bir norm getirdi. ILO 1970’de 26 sayılı sözleşmenin yerine daha kapsamlı 131 sayılı Asgari Ücret Tespitine İlişkin Sözleşmeyi kabul etti. Sözleşmenin 3. maddesine göre, asgari ücretin tespitinde işçilerin ve ailelerinin ihtiyaçları, ülkedeki genel ücret seviyesi, hayat pahalılığı, sosyal güvenlik yardımları ve diğer sosyal grupların göreli yaşama standartları dikkate alınmalıdır. Türkiye 131 sayılı ILO sözleşmesini henüz onaylamadı.
Asgari cüret konusu İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal devlet uygulamalarına paralel olarak yaygınlaştı. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin asgari ücretle ilgili 23. maddesinde “Çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yolları ile de desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır” ilkesine yer veriyordu.
1961 yılında kabul edilen Avrupa Sosyal Şartı’nın ve 1996’da kabul edilen Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın 4 (1) maddesi ise ‘‘Tüm çalışanların, kendileri ve ailelerine iyi bir yaşam düzeyi sağlamak için yeterli adil bir ücret alma hakkı vardır’’ hükmünü içermektedir. Türkiye tarafı olduğu Avrupa Sosyal Şartı’nın bu hükmünü onaylamamış ve çekince koymuştur.
Türkiye’de Asgari Ücretin Gelişimi
Türkiye’de asgari ücret tartışmaları 1920’lerin başlarına kadar gitmektedir. Kurtuluş Savaşı sırasında 1921’de kabul edilen 151 sayılı Ereğli Kanunu ile kömür ocaklarında çalışan işçiler için asgari ücret uygulaması kabul edilmiştir. 1923 yılında toplanan ve yeni Türkiye’nin izleyeceği iktisat politikalarının şekillendiği İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen işçi grubu talepleri arasında asgari ücret miktarının tespiti de yer alıyordu. Ancak 1920’li yıllarda benimsenen iktisat politikaları nedeniyle bu mümkün olmadı. Asgari ücretin yasalaşması 3008 sayılı ve 1936 tarihli ilk İş Kanunu ile mümkün oldu. Diğer bir ifadeyle asgari ücret Türkiye’de bir erken cumhuriyet dönemi kazanımıdır.
Ancak 1936’da yasalaşan asgari ücretin uygulanması için 1951 yılını beklemek gerekmiştir. İlk asgari ücret uygulaması mahalli komisyonlar düzeyinde yerel olarak başlamıştır. 1967’de yeni İş Kanunu’nun kabul edilmesiyle asgari ücret yerel komisyonlar yerine üçlü bir yapıdan oluşan merkezi bir komisyona verilmiştir. Merkezi asgari ücret tespiti 1969-1974 arasında bölgesel olarak yapılmıştır. 1974 yılında ise ulusal asgari ücret uygulamasına geçilmiştir.
Halen dünyada üç temel asgari ücret belirleme yönteminden söz etmek mümkündür: 1) Asgari ücretin doğrudan hükümet tarafından belirlenmesi, 2) Asgari ücretin hükümet ve sosyal taraflar arasında müzakere veya danışma yoluyla belirlenmesi, 3) asgari ücretin ulusal veya sektörel toplu pazarlık yoluyla belirlenmesi. Türkiye’de asgari ücret üçlü bir mekanizma olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu tarafından bölge ayrımı olmaksızın ulusal düzeyde, yaş ve sektör ayırımı yapmaksızın tek tip olarak saptanmaktadır.
Asgari ücret 200 yıla yakın bir mücadele sonucunda “ücretlerin tunç kanunu”nun yerini aldı. Ancak asgari ücretin hangi ölçütlere göre belirleneceği meselesi önemini koruyor. Ve daha da önemlisi asgari ücretle çalışan işçi sayısının azaltılması…
_____________________________________________________________________
İşçiye ücret asgari işverene teşvik azami(III)
2019 asgari ücret tespiti için ilk toplantı 6 Aralık 2018 günü yapıldı. İkincisi bu hafta, 13 Aralık’ta. Asgari ücret Tespit Komisyonu’na Türk-İş heyeti içinde katılan asgari ücretli kadın işçi Gülden Görmez asgari ücretle geçinmenin nasıl imkansız olduğunu anlatırken, komisyonda işverenleri temsil eden TİSK’in Başkanı Kudret Önen “Asgari ücret yatırımları, işsizlikle ve enflasyonla mücadele hedeflerini desteklemeli” dedi. Asgari ücretin işçinin yaşam koşulları dışında neredeyse her şeyi desteklemesini isteyen TİSK başkanı, asgari ücrete verilen devlet desteğinin artırılarak devam etmesini istedi. Ben de bu haftaki yazımı asgari ücrete sağlanan teşviklere, asgari ücretin görünmeyen yüzüne ayırdım.
Bilindiği gibi işçiler net asgari ücrete odaklanırken, işverenler için esas olan asgari ücretin maliyetidir. Bu gayet sınıfsal bir tutum. İşverenler asgari ücretin maliyetini düşük tutmak ister. Bunun için iki yol söz konusu: Asgari ücreti mümkün olduğunca düşük tutmak veya bu olmuyorsa işverene maliyetini düşük tutmak. Vergi ve sigorta primlerini kamuya yüklemek, devletten teşvik koparmak.
Sermaye tarafının 2000 yılından bu yana saptanan 18 asgari ücret kararının sadece ikisine itiraz ettikleri biliniyor. İşçi tarafı ise 13 kez itiraz etti. Bir diğer ifadeyle asgari ücret tutarı sermayedarlar için kabul edilebilir bulunuyor. Bu nasıl oluyor? Bunun sırrı büyük ölçüde teşviklerde.
İŞVERENLER İÇİN ASGARİ ÜCRET TEŞVİK CENNETİ
Asgari ücretin neti ile işverene maliyeti arasındaki makas daralıyor. Asgari ücretin işverene maliyeti asgari ücretten daha yavaş artıyor. DİSK-AR tarafından hazırlanan Asgari Ücret Gerçeği (2019) raporunda yer alan tespitlere göre 2007 yılında asgari ücretin işverene maliyeti net asgari ücretin yüzde 70 fazlası iken, 2018’de yüzde 49 fazlasına geriledi. Bir yandan Asgari Geçim İndirimi’nin (AGİ) asgari ücretin bir parçası sayılması öte yandan ise 2008’den itibaren işverenlere uygulanmaya başlanan 5 puan SGK işveren payı indirimi asgari ücretin işverenlere maliyetini düşürdü. Bunun anlamı asgari ücretin maliyetinin bir bölümünün işverenlerin sırtından alınıp kamuya yüklenmesidir.
Saptayabildiğimiz kadarıyla asgari ücrete dönük en az 15 tür işveren teşviki var. Asgari ücret teşviklerinin biri hariç (5 puan SGK prim indirimi) diğerlerinin tümü İşsizlik Sigortası Fonundan sağlanıyor. Bir diğer ifadeyle İşsizlik Sigortası Fonu adeta işverenlere asgari ücret destek fonuna dönüşmüş durumda. Bu teşviklerin tümünü bir gazete yazısında ele almak mümkün değil. Belli başlılarını ve özelliklerini ele almakla yetinelim:
5 Puan SGK İşveren Payı İndirimi: Asgari ücret işveren desteklerinin en uzun sürelisi ve kapsamlısı budur. 2008 yılından bu yana uygulanan bu teşvik ile işverenler tarafından ödenmesi gereken yüzde 20,5 işveren sigorta payı yüzde 15,5’e düşürüldü. Böylece neredeyse işçilerin SGK pirim payı (%14) ile eşitlendi. Böylece 416 TL olan işveren payı 101 TL indirimle 314,5 TL’ye düştü. Bu destek Temmuz 2018 ayı itibariyle 1 milyondan fazla işyerinde 8 milyondan fazla işçi için uygulandı. Bu desteğin kaynağı bütçe.
100 TL Asgari Ücret Desteği: 5510 sayılı Kanunun Geçici 75. maddesi uyarınca işverenlere sabit bir asgari ücret desteği sağlanıyor. 2018 yılı için bu destek günlük 3.33 TL olmak üzere aylık 100 TL’dir. Bu destek Ocak-Eylül ayları arasında 9 ay uygulanıyor. SGK primlerinden 100 TL indirim yapılmış oluyor. Bu destek neredeyse tüm işyerlerini kapsıyor. Bu desteğin kaynağı İşsizlik Sigortası Fonu.
İlave İstidam Teşviki: Bu teşvik özel sektörde işverenin mevcut istihdama ilave işçi işe alması durumunda uygulanıyor. İşverene sağlanan destek asgari ücretli işçi için 883 TL. İşçinin ücretine göre bu destek 2 bin 151 TL’ye kadar çıkıyor. Kaynağı İşsizlik Sigortası Fonu. Bu teşvik sadece Temmuz 2018’de 57 bini aşkın işyerine ve 313 bin işçiye uygulandı.
Kadın, Genç ve Mesleki Yeterlilik Teşviki: İşsiz olan kadın ve gençler ile mesleki yeterliliği olan işsizler özel sektör işverenleri tarafından istihdam edildiğinde prime esas kazanç üst sınırına kadarki sosyal güvenlik primi işveren payları (416,05 ila 3.120,37 TL arası) İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor. Teşvik 6 ay ile 54 ay arasında uygulanmaktadır. Bu teşvik sadece Temmuz 2018’de 152 bin işyerine ve 382 bin işçiye uygulandı.
İşbaşı Eğitim Teşviki: Özel sektör işverenlerinin işbaşı eğitim programlarını tamamlayan 18-29 yaş arası kişileri imalat sanayiinde istihdam edilmeleri durumunda SGK işveren payları (416 TL) İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanıyor.
Bölgesel Teşvikler: 5510/81. madde kapsamında bölgesel teşvik kapsamındaki il ve ilçelerde özel sektör işverenlerine asgari ücret tutarı üzerinden ilave altı puanlık SGK işveren payı indirimi sağlanıyor. Bu teşvikler işçi başına 223 TL ile 700 TL arasında değişiyor. Bu teşvikler Temmuz 2018 itibariyle 250 bin işyerini ve yaklaşık 1 milyon 6 bin işçiyi kapsadı.
Bu teşvikler yanından kapsamı daha sınırlı olan “bir senden bir benden”, “engelli istihdam teşviki”, “işsizlik ödeneği alanların istihdamı” gibi başka teşvik türleri de söz konusudur.
İŞVEREN YÜKÜMLÜLÜĞÜ HALKIN SIRTINA YÜKLENİYOR
SGK verilerine göre asgari ücret için sağlanan teşvikler neredeyse özel sektör işverenlerinin tamamını kapsıyor. Bazı işverenler birden çok teşvikten yararlanabiliyor. 2018 temmuz ayı itibariyle 1,5 milyon civarındaki işyeri 12 milyonu aşkın işçi için çeşitli teşviklerden yararlandı.
Teşviklerin kamuya maliyeti ise çok daha çarpıcı. Teşviklerin en yaygını olan 5 puanlık SGK işveren payının bütçeden karşılanması uygulamasının 2010’dan bu yana hazineye yükü 106 milyar TL’ye ulaştı. 2017 yılında 23,6 milyar TL olan 5 puan desteğinin, 2018 yılında 20,3 milyar TL olması bekleniyor. 2016-2018 döneminde işverenlere sağlanan 5 puan SGK indiriminin kamuya maliyeti 66 milyar TL’yi aştı. İşsizlik Sigortası Fonundan sadece 2016 ile 2018 Ekim ayı arasında yaklaşık 18 milyar TL işverenlere teşvik olarak gitti. Bütçe ve İşsizlik Sigortası Fonundan toplamda işverenlere sağlanan üç yıllık asgari ücret teşvik tutarı 85 Milyar TL civarında.
Özetle asgari ücretin işverenlere maliyetinin giderek artan bir bölümü kamu kaynaklarından, halkın vergilerinden ve işçilerden kesilen işsizlik sigortası primlerinden karşılanıyor.
_____________________________________________________________________
Asgari ücret tespitinde TÜİK yok hükmünde(IV)
Asgari ücret tespitinde sona doğru geliniyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonu 2. toplantısını 13 Aralık 2018 Perşembe günü yaptı. Beklendiği gibi toplantıdan sonuç çıkmadı. Komisyon üçüncü toplantısını bu hafta yapacak. Bu hafta yapılacak toplantının önemi, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından komisyona bir işçinin asgari geçim tutarına ilişkin rakamın sunulacak olması. TÜİK, Komisyona her yıl bir işçinin geçimi için gerekli besin içi ve besin dışı harcamalara ilişkin asgari tutarı hesaplayıp sunuyor.
Ancak bir devlet kurumu olan TÜİK tarafından sunulacak olan asgari geçim tutarına ilişkin tutarın komisyon tarafından dikkate alınıp alınmayacağı merak konusu. Çünkü yıllaradır TÜİK tarafından hesaplanan tutar dikkate alınmadan karar veriliyor.
Asgari Geçim Tutarını TÜİK Hesaplıyor
Bilindiği gibi Asgari Ücret Tespit Komisyonunda yer alan beş hükümet temsilcisinden biri TÜİK’ten katılıyor. Asgari ücret tespitine ilişkin ayrıntıları düzenleyen Asgari Ücret Yönetmeliği’ne göre “Komisyon, ücretin belirlenmesinde; ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik durumu, ücretliler geçinme indekslerini, bu indeksler yoksa geçinme indekslerini, fiilen ödenmekte olan ücretlerin genel durumunu ve geçim şartlarını göz önünde bulundurur.”
Ülkemizde ayrı bir ücretliler geçinme endeksi olmadığı için TÜİK asgari ücretli bir işçi için asgari geçinme ücretine ilişkin hesaplama sunuyor. Yönetmeliğe göre Komisyon asgari ücretin belirlenmesinde bütün kamu kurum ve kuruluşları ile üniversitelerle işbirliği yapabilir. Bu çerçevede TÜİK, Komisyona bir rapor sunuyor. Ancak Komisyonun üniversitelerle nasıl bir işbirliği yaptığına dair bir bilgi yok.
Bilindiği gibi yönetmeliğe göre asgari ücret, İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti ifade ediyor. Ülkemizde asgari ücretin tespitinde uluslararası normlara aykırı bir biçimde işçinin ailesi dikkate alınmıyor.
TÜİK tarafından her yıl Komisyona sunulan asgari geçim tutarına ilişkin rakamın bağlayıcılığı bulunmuyor. Ancak bir devlet kurumu olan TÜİK’in sunduğu rakamın baz kabul edilmesi ve asgari ücret pazarlığının diğer faktörler de dikkate alınarak hiçbir şekilde bu rakamın altına düşmeyecek şekilde saptanması gerekiyor. Ancak bugüne kadar böyle olmadı. TÜİK’in sunduğu rakamlar komisyonda dikkate alınmadı.
Asgari Ücret TÜİK Önerisinin Ortalama 340 TL Altında
Tabloda 2003’ten bu yana TÜİK tarafından hesaplanan asgari ücret ile komisyon tarafından saptanan net asgari ücret yer almaktadır. Tablodan da görüleceği üzere, net asgari ücret düzenli olarak TÜİK tarafından hesaplanan asgari ücretin altında kalmaktadır. Net asgari ücret bazı yıllar TÜİK tarafından saptanan tutarın yüzde 66’sına kadar gerilemekte, TÜİK tarafından hesaplanan tutarın üçte biri daha düşük saptanmaktadır. Son beş yıldır saptanan asgari ücret TÜİK önerisinin yaklaşık 340 TL altındadır. TÜİK hesabına göre işçilerin ortalama aylık kaybı 340 TL’dir.
TÜİK tarafından 2017 Aralık ayında Asgari Ücret Tespit Komisyonuna sunulan ve Kasım 2017’deki asgari geçinme düzeyine ilişkin rakam 1,894 TL idi. Saptanan asgari ücret ise 291 TL eksiğiyle 1603 TL oldu. TÜİK bu hafta Komisyona 2019 yılı için yeni bir öneri sunacak. Bu önerinin ne olacağı merak konusu. Ancak 2017 Kasım ayından 2018 Kasım ayına yaşanan ortalama yüzde 25 civarındaki TÜFE dikkate alındığında, TÜİK tarafından Komisyona sunulacak tutarın 2300-2400 TL bandında olması beklenir. Kuşkusuz bu tutar Kasım 2018 için geçerli olan tutar olacaktır. 2019 yılı asgari ücretinin bu tutar baz alınarak ve bunun üzerine enflasyon ile büyüme beklentisinin eklenmesi gerekir.
Komisyon Çalışmalarında Gizliliğe Son Verilsin
Yönetmeliğe göre (Madde 9) Komisyon görüşmeleri ve çalışmaları gizlidir. Başkan, üyeler ve raportörler ile bu maddenin kapsamına giren kişi ve kuruluşlar bu görevleri dolayısıyla öğrendikleri her türlü bilgi ve belgeleri gizlemekle yükümlüdür. TÜİK tarafından komisyona sunulan rakamların ayrıntıları yayınlanmıyor. TÜİK tarafından sunulan rakamlar basına sızan bilgilerden derlenebiliyor. Bu gizlilik uygulaması son derece tuhaf. On milyonları ilgilendiren Komisyon çalışmalarının şeffaf olması ve komisyona sunulan belge ve bilgilerin kamuoyu ile paylaşılması gerekiyor.
TÜİK tarafından 2300-2400 TL bandı altında sunulacak öneri oldukça şaibeli olacaktır. Bu açıdan TÜİK tarafından komisyona sunulacak verilerin ayrıntılarının kamuoyu ile paylaşılması büyük önem taşımaktadır. Yönetmelikteki gizlilik hükmünün yasal ve anayasal dayanağı yoktur. Bu hüküm anayasanın sosyal devlet ilkesine ve bilgi edinme hakkına aykırıdır. Komisyondaki işçi temsilcileri (Türk-İş heyeti) TÜİK tarafından sunulacak önerinin ayrıntılarını kamuoyu ile paylaşmalıdır.
_____________________________________________________________________
Asgari ücret saptanırken sendikaların hali(V)
Asgari ücretin ülke çapında bir toplu pazarlığa dönüşmemesinin tek sebebi mevzuat değil. Sendikaların da bu konuda yeterince çaba harcadığını ve müzakere sürecini bir mücadele sürecine dönüştürdüğünü söylemek mümkün değil.
Asgari ücret pazarlığında sona geliniyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun 17 Aralık 2018’de yaptığı üçüncü toplantıda beklendiği gibi TÜİK bir işçinin asgari geçim tutarına ilişkin rakamları sundu. Bu hafta (20 Aralık 2018) yapılacak dördüncü toplantıda 2019 asgari ücretinin saptanması bekleniyor.
Asgari ücret en büyük ücret pazarlığı olmasına karşın, bir toplu pazarlık şeklinde yürütülmüyor. Karar genellikle hükümet+işveren blokunun oylarıyla alınıyor ve kesin nitelikte. Ancak asgari ücretin ülke çapında bir toplu pazarlığa dönüşmemesinin tek sebebi mevzuat değil. Sendikaların da bu konuda yeterince çaba harcadığını ve müzakere sürecini bir mücadele sürecine dönüştürdüğünü söylemek mümkün değil. Son düzlüğe girilirken kim ne diyor ve ne yapıyor?

TÜİK ENFLASYONUN ALTINDA ARTIŞ ÖNERDİ

TÜİK, Komisyona ağır işlerde çalışan bir işçi için asgari geçim tutarını Kasım 2018 itibariyle 2213 TL olarak sundu. TÜİK miktarı bir önceki yıla göre yüzde 16,8 oranında artırmış oldu. Kasım 2018’de yüzde 25,4 olarak açıklanan enflasyona rağmen TÜİK’in yüzde 16,8’lik bir artış öngörmesi gerçekten ilginç. Geçen haftaki yazımda TÜİK’in önerisinin 2300-2400 TL aralığında olmasının gerektiğini yazmıştım. Komisyon çalışmalarına ilişkin tuhaf gizlilik yöntemi nedeniyle TÜİK’in sunduğu önerinin ayrıntıları kamuoyunca bilinmiyor. TÜİK bilgilenme hakkı çerçevesinde hesaplamasının ayrıntılarını kamuoyu ile paylaşmalıdır. Aksi halde TÜİK önerisi şaibe altında kalacaktır.
İşverenler asgari ücret artışı konusunda bir rakam telaffuz etmiyor. Bunun yerine hükümetin enflasyon hedefine uygun artış ve artışın yükünün devlet tarafından üstlenilmesini istiyor. Yeni teşvikler talep ediyor. İşveren tarafının asgari ücreti 1900 TL civarında tutmak istediği söylenebilir. Öte yandan geçmiş yıllarda net asgari ücretin TÜİK hesabının yüzde 15 ile 30 altında saptandığı düşünülecek olursa, TÜİK hesabı 2019 asgari ücretinin düzeyi konusunda da bir fikir vermiş oluyor

SENDİKALAR ETKİN BİR KAMPANYA YÜRÜTMÜYOR

Asgari ücret tespit sürecinde temel bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Asgari ücretin sadece bir müzakere işi olmadığının kavranması ve konunun tüm ücretli çalışanlara ve topluma mal edilmesi gerekiyor. Asgari ücret tespit süreci ulusal ölçekli bir kampanyaya dönüştürmeden anlamlı bir sonuç almak mümkün değil. Bunun için üç işçi konfederasyonun ortak talepler etrafında ortak bir araya gelmesi aklın gereğidir. İmza, basın açıklaması, miting, uyarı grevi de dahil anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış barışçıl toplu eylem hakkının kullanılması gerekiyor.
Asgari ücret tespit sürecinde güçlü bir kampanya yürütülmesi ve barışçı toplu eyleme başvurulması önünde yasal bir engel yok tersine güçlü hukuksal dayanaklar var. Anayasanın güvence altına aldığı barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı şimdi kullanılmayacaksa ne zaman kullanılacak? ILO normlarına göre asgari ücret talebiyle yapılacak iş bırakma eylemi meşrudur. Üç işçi konfederasyonunu asgari ücret etrafında ortak bir kampanya yürütmekten alıkoyan nedir?

TÜRK-İŞ KOMİSYONDA ÇARESİZ

Türk-İş, Komisyonda işçi tarafını temsil ediyor. Bugüne kadar kararların ezici çoğunluğuna muhalefet etti. Komisyonda hükümet+işveren blokunun dediği oluyor. Türk-İş asgari ücretin dayanması gereken ilkeler konusunda genel kabul gören ilkeleri savunuyor. Kamuoyuna pek yansımasa da asgari ücret hakkında bir rapor hazırladı. Ancak Türk-İş asgari ücret sürecini müzakere masasına sıkıştırmış durumda. Net ve güçlü bir taleplerle ortak bir kampanya ve mücadele konusunda istekli davranmıyor. 2019 asgari ücret talebi tam olarak belli değil. Oysa ücret pazarlığında sendikalar somut ve net bir taleple, bunun gerekçelerini de açıklayarak masaya oturur. Türk-İş uzun süre “2000 TL+” formülünü savundu ancak bunu somutlamadı. Son günlerde 2380 TL anlamına gelebilecek rakamlar telaffuz edildi. Ama Türk-İş’in net önerisi resmi olarak kamuoyuna açıklanmadı. Türk-İş’in bu yıl müzakere tutumunda yaptığı tek anlamlı ve sembolik değişiklik komisyona asgari ücretli bir kadın işçiyi katması oldu. Ancak bunun dışında neredeyse hiçbir şey yapmadı. Türk-İş Başkanı Atalay asgari ücret ve işçi haklarının savunulması konusunda ağzını açacak oldu güdümlü medya tarafından neredeyse linç edilecekti.

DİSK TOPLU PAZARLIK VE ORTAK TUTUM ÖNERİYOR

DİSK asgari ücret tespit müzakerelerinde yer alamıyor. Ancak buna rağmen asgari ücreti masa başı müzakere ile sınırlı görmüyor. Yıllardır asgari ücret tespit sürecinde kapsamlı raporlar hazırlıyor ve kamuoyuna sunuyor. Gücü oranında kampanyalar düzenlemeye çalışıyor. Basın açıklamaları, bildiriler, afişler hazırlıyor. İmza toplamaya çalışıyor. Ayrıca işçi konfederasyonlarının ortak tutum alması için çaba harcıyor. Örneğin bu çerçevede DİSK yönetimi Türk-İş yönetimini ziyaret ederek ortak tutum alınması konusunda görüşlerini iletti ama somut bir ilerleme sağlanamadı. DİSK asgari ücretin topluma ve işçilere mal edilmesi konusunda çaba harcasa da bu çabalarının etkisi sınırlı kalıyor, yaygınlaşamıyor. DİSK 2019 asgari ücret talebini görüşmeler başlamadan önce net 2800 TL olarak açıkladı. DİSK asgari ücretin toplu pazarlıkla saptanmasını savunuyor.

HAK-İŞ DÜŞÜK PROFİLİ TERCİH EDİYOR

Son yıllarda hızla tırmanan üye sayısı ile göze çarpan Hak-İş asgari ücret konusunda düşük bir profil sergilemeyi, öne çıkmamayı tercih ediyor. Oysa taşeron işçileri üye yaparak üye sayısını astronomik bir şekilde artıran Hak-İş, asgari ücretle en çok ilgili olması gereken örgütlerden biri. Çünkü 2020 yılı ortalarına kadar toplu pazarlık hakkı ellerinden alınan taşeron işçilerin önemli bir bölümü Hak-İş üyesi. Bu işçiler yılda 4+4 zamma mahkum edilmiş ve ücretleri asgari ücret seviyesine gerilemiş durumda.
Ancak buna rağmen Hak-İş’in asgari ücret talebi belli değil. 2000 TL’yi az bulduğunu açıklayan Hak-İş, asgari ücret tespit komisyonu çalışmalarını kast ederek “bu komediden bir şey çıkmaz” diyor ve “bizler en büyük konfederasyon olursak bu yöntemi değiştirebiliriz” iddiasında bulunuyor. Ancak yüzbinlerce üyesi olan bir konfederasyon olarak somut bir talep açıklamıyor ve bir kampanya yürütmüyor. Bu kadar olanağa rağmen, bu kadar düşük profil oldukça manidar. Hak-İş’in resmi internet sitesinde son zamanlarda asgari ücrete ilişkin ne bir rapor ne de bir basın açıklaması yer almıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Hak-İş asgari ücreti bir sendikal rekabet konusu olarak görüyor. “Biz müzakerelere katılırsak şapkadan tavşan çıkartırız” demeye getiriyor.
Asgari ücret müzakere masasına sıkıştırılmaya devam edilirse ve milyonların meselesi haline getirilmezse kimse şapkadan tavşan çıkaramaz. Bu hafta açıklanacak ve işçiler için tatmin edici olmaktan uzak olacağı neredeyse kesin olan asgari ücret, sendikal hareketin sessizliğinin ve etkisizliğinin de bir sonucu olacak.
AZİZ ÇELİK / BİRGÜN

Dinci vesayet siyaseti - TURAN ESER

Askeri vesayeti gitti, dini vesayet geldi. Bu kez siyaset dinciliğe sığındı.
Bunun son örneği 11 Aralık’ta TBMM’de, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) bütçe görüşmelerinde yaşandı. AKP, CHP, HDP, MHP ve İYİ PARTİ adına DİB bütçesinide kapsayan konuşmalar yapıldı.
167 sayfalık tutanakta, bu partilerin sözcüleri tarafından okunan dualar vardı. Dincilik vardı! Mezhepçilik vardı!
CHP, Kuran-ı Kerim’den aktarmalar, camilerin desteklenmesi, imamların özlük haklarını savunan, sözleşmeli olanların kadrolu olmasını talep eden konuşmalar yaptı.
HDP grubu adına Şafi imamların sayılarının artırılması talep edildi. Türk İslam Sentezine ve tekçiliğe davet çıkaran MHP, AKP ve İYİ PARTİ vardı. 
Ama inanç özgürlüğü ve laikliği kimse konuşmadı!
Herkes dinci vesayete sığınarak her şeyi söyledi. Ama DİB bütçesini de içeren, 167 sayfalık görüşme tutanaklarında, Alevilik, Gayri Müslimler, Ateistlik, laiklik, inanç özgürlüğü ve kadın kelimesi yer almadı!
Hiç bir parti sözcüsü, DİB’nın laikliğe aykırılığını, din, vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğü için dinin devlet tekelinde olmamasına dair tek bir görüş beyan edemedi.
DİB’nın Alevilere, Gayrimüslimlere, kadınlara ve ateistlere yönelik ayrımcılık politikalarını gündeme almadı. Dertleri siyasetin evrenselliği değil, dincilik oldu.
HDP grup sözcüsü “Allah’ım, eğer Halkların Demokratik Partisi bu şekilde iktidar olacaksa sen ona bu iktidarı nasip etme diyorum, hepinizi Allah’a emanet ediyorum” diye dua okuyor.
CHP grubu adına konuşan Tanju Özcan ise, “ahiret inancımız var değil mi? Vallahi benim de var” diyerek Al-i İmrân suresinin 185’inci ayeti kerimesini okuyor. CHP sıraları alkışlayınca hızını alamıyor, ardından Bakara suresinin 28’inci ayeti kerimesini okuyor.
TBMM Partileri din vesayetine ve hakim islamcı atmosfere teslim olunca, laikliği, din, vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünü değil, mevcut din, devlet ve toplum ilişkisi içinde konumlanmayı tercih ediyorlar.
Dinci vesayetin esiri olarak, DİB için uhrevi fikir üretenler, laiklik için dünyevi fikir üretemiyor. Kurdukları her cümle dinin devlet eliyle tekelleştirilmesine hizmet ediyor.
Halkın yarısından fazlasının hakkını helal etmediği Diyanet, yüzde 34’lük bir bütçe artışı ile 2019’da 10,4 milyarlık bütçeye kavuşuyor.
Sadece HDP’li üç Alevi vekilli, Zeynel Özen, Kemal Bülbül ve Ale Kenanoğlu’nun bu duruma dayanamayıp, kendi grup konuşmaları da dahil, bireysel söz haklarını kullanarak eleştirmeleri, DİB bütçesine karşı çıkan tek ve sahici konuşmaları yaptıklarını belirtmeliyiz.

LAİKLİK KARŞITI “LAİKLİK”

167 sayfada, Türkiye’de laikliğin yaşamasını, kurumsallaşmasını engeleyen, laiklik karşıtı bir laiklik savunulmuştur. Dinin devletleştirilmesini, devlet eliyle din, dindar, hutbe ve fetva üretmeyi laiklik sanan siyaset fukaralığı, Türk tipi laikliğin, laiklik karşıtı ideoloji olduğunu 94 yıldır kavrayamadılar.
“Laik TC. Devleti”nin TBMM’de yapılan konuşmalara bakın, kendinizi mescitte sanırsınız. Sadece dincilik ve “ben senden daha çok müslümanım” derinliğinde konuşmalar var.
TBMM, kimin daha müslüman, daha çok mezhepçi ve dinci olduğunu kanıtlamaya döndü. Geçenlerde de Adalet Bakanı TBMM kürsüsünden, “Bizler kulaklarımızda ezan sesleri ile büyüdük” derken, CHP sözcüsünün cevabı “Elbette bizde gazel sesleriyle değil, ezan sesleriyle büyüdük, alnımız secdeye geldi” oluyor.
Kendilerinden olmayanları yok sayan, ötekileştiren, dışlayan ve laiklik karşıtı siyasetin tek panzehiri laikliktir.
Laiklik kazanılmadan, siyaset demokratikleşmez ve toplumsal barış sağlanamaz. İşte bu nedenle siyasetin uhrevi retoriği ve dini değil, demokratik ve laik dili ve dünyevi manifestosu olur.
Çünkü siyaset gökyüzü ile değil, yeryüzünde yaşayan insanla alakalıdır.
Turan Eser / BİRGÜN

Sadık Usta ve dünyayı değiştiren düşünürler - ÖZDEMİR İNCE

Karl Marx, “Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamışlardır, oysa sorun onu 
değiştirmektir” der ve siyaset dünyasında akan sular durur. Ama Marx’tan önceki ve çağdaşı filozoflar dünyayı yorumlamasalardı, “dünyayı değiştirmek” ihtiyacı Sakallı’nın aklına gelir miydi? Felsefesiz eylem kuru gürültüdür. Dünyayı yorumlayan filozoflar, amacı ve hedefi de gösterirler ama “komutan” değildirler. Marx, Kapital’de, Komünist Manifesto’da, Fransa’da Sınıf Mücadeleri’nde yorumu aşıp yol gösterirken de filozoftur. “Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamışlardır” derken kendisini de eleştirmiştir. “Oysa sorun onu değiştirmektir” derken de filozoftur.

***

Sadık Usta, “Peki ne yapılmış, ne yapmışlar” sorusunun cevabını “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” (Kafka Yayınları) dizisinde (4 kitap) arıyor. 
[17. yüzyılla birlikte bilim adamları, yüzyıllardır özgür düşünceyi yasaklayan skolastik felsefeye meydan okuyorlardı ama attıkları adımlarla, henüz sistemin bütününü sorgulayamıyorlardı, çünkü ellerinde doğanın gizemini çözecek bilimsel veriler, olayların nedenini ortaya koyacak mantıklı kanıtlar ve en önemlisi de keşifleri kolaylaştıracak devrimci metot ve araçlar yoktu. Dolayısıyla bu durum, geçmişi sıkı bir eleştiriye tabi tutarak aşmayı sınırlıyordu.]
***

[İnsanın en büyük handikaplarından biri, gelişmeleri sadece büyük dehaların (felsefe ve siyaset, bilim, kültür ve sanat insanları) zihinsel beceri ve buluşlarına indirgeyen dar görüşlülüğe ve anakronik (zamanı şaşırmış) bir anlayışa sahip olmasıdır. Çoğunlukla zannedilir ki insanlık, büyük dehalar yeterince ileriyi göremedikleri için çok daha ileriye gidememiştir. Bu sorunlu anlayış, kendisini en çok siyaset alanında göstermektedir. Halbuki büyük dehalar da günlük hayatta kullandığımız araçlar gibi belli bazı toplumsal koşulların ürünleridir. Nasıl ki bir aracın ortaya çıkması için önce ona olan ihtiyacın ortaya çıkması gerekiyorsa, büyük dehaların, teorisyenlerin, filozofların ve bilim insanlarının ortaya çıkması da belli bazı koşullara bağlıdır. (…)]

***

[Kapitalizmin gelişmekte olduğu tarihsel momentte, Amerika’nın keşfi, yeni deniz yollarının (Afrika’nın güneyden aşılması) bulunması, Asya’nın ve Pasifik’in derinliklerine uzanarak elde edilen yeni pazarlar, Avrupa’nın merkezinde kurulan yeni dağıtım merkezleri ve ticaret kentleri, yükselmekte olan burjuva sınıfına hem yeni bir ufuk kazandırmış, hem de yeni olanaklar sunmuştu. 
Akdeniz’in öneminin azalması, Avrupa’nın gelişmekte olan ülkelerine (İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere) yeni kapılar aralamış ve onların sömürge edinme, fetihler gerçekleştirmelerine yol açmıştı. Sömürgelerle birlikte rekabetin ve savaşların çapı da bir kat daha artmıştı. 
Amerika’nın yağma edilen altın ve gümüşü, Çin ve Hindistan gibi devasa çapta hammadde kaynak ve pazarları, Avrupa merkezli ticaret burjuvazinin artan gücüne yeni bir güç daha katmıştı.]
***

Henüz çatal ve kaşığa ihtiyaç duyulmayan ilkel yaşam koşullarında bunların icat edilmesini istemek beyhudece bir beklenti olurdu. Nasıl ki 1900’lerin başında bilgisayar, internet, online satış şirketleri olamıyorsa, büyük dehalar da tarihin ihtiyaç duyduğu ilkeleri, teorileri ve kılavuzları ancak toplumlar onlara ihtiyaç duyduklarında ortaya atabiliyorlardı. Bu yüzden her gelişmeyi, teoriyi, felsefi ilkeyi zamanın koşulları içindeki yeri ve anlamı çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

***

Ben ne diyordum? İnsanların ihtiyaçları hep vardır ama bilinçlendikleri zaman solu ve sosyalizmi arayıp bulacaktır. Tıpkı kalemi, diş fırçasını, tekeri, uzay mekiğini buldukları gibi.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

ABD, Irak-Suriye hattını bırakmaz - EROL MANİSALI

Trump’ın “60 gün içinde Suriye’den çıkacağız” açıklaması ABD’nin 70 yıldır bu coğrafyadaki fiilen ve silah zoru ile uyguladığı politikaya tamamen ters düşüyor. 
Üstelik: 
-Tam da İsrail - S. Arabistan - Mısır üçgenini en sonunda kurmuş ve ABD çıkarlarının emrinde uygulamaya başlamış iken 
-Rusya’nın Suriye ile 49 yıllık üsler anlaşmasına karşı, fiilen ABD askerini ve her türlü ağır donanımını Irak ve Suriye’nin (yüzde 25’lik) bir bölgesine, PKK ve YPG ile birlikte yerleştirerek son 50 yıldır yürütmekte olduğu Kürdistan projesinin iki temel ayağını AB desteğini de alarak oluşturmuş iken 
-S. Arabistan başta Körfez ülkelerine olağanüstü silah satışları ile ABD çıkarlarına bir düzen kurmuş iken 
-Ankara’yı Müslüman Kardeşler maşası ile Suriye bataklığının içine sokup, Şam ile düşman durumuna getirmiş iken 
-Doğu Akdeniz ve Kıbrıs çevresinde Türkiye’ye karşı İsrail-Mısır-Yunanistan-Kıbrıs Rum işbirliğini, Amerikan şirketlerini de işin içine sokarak Rusya, Türkiye ve İran’ı sıkıştırma olanağını elde etmiş iken
-Bu anlamda Çin ve ŞİÖ’nün batı kanadını, kendi askeri varlığı ve yerel uzantıları ile kontrol eder iken 
-Emrindeki İncirlik Üssü’nden Suriye ve Irak dahil, bölgedeki her türlü askeri operasyonlarını rahatlıkla yürütür iken 
-Suriye ve Irak bölgesindeki uzantılarının her türlü silah sevkıyatını rahatlıkla, “ben yaptım oldu” dercesine yürütüp amaçlarına ulaşırken, “Trump’ın 60 gün içinde Suriye’den çekileceğini açıklaması” bugüne kadar verdiği sözlerle uyguladığı “oyalama taktiğini”, tekrardan başka bir şey değildir. 


Oyalanacak olan da Ankara’dır. Nitekim Ankara 3 gün önce “geldik, geliyoruz diye gün saydırdığı müdahale açıklamalarını”, erteliyoruz diye değiştirdi. Taktik amacına ulaşmıştır. 

Üstelik 60 gün sonraki seçime kadar, iktidarın elini rahatlatarak, Rusya ve Suriye konusunda almayı düşündüğü ödünlerin önünü açmıştır. Ankara, Moskova, Tahran üçgenindeki Suriye işbirliği oluşumunu, zayıflatmayı planlamıştır.

Ankara-Şam yakınlaşması, en büyük tehdit 
ABD için en büyük korku, Ankara-Şam yakınlaşmasıdır. Müslüman Kardeşler örgütü aracılığı ile bozduğu Ankara-Şam işbirliği geri dönerse, Suriye’nin bütünlüğü için Ankara-Tahran-Moskova-Şam dörtlüsü ortaya çıkar.
 
İşte o zaman ABD ve İsrail’in büyük Kürdistan projesi başta olmak üzere, bütün BOP hesapları altüst olur. Ankara-Şam yakınlaşması yeniden oluşur ise işler 180 derece tersine döner. Kazananların başında da Türkiye ve Suriye yer alır. 

Ancak ABD’yi rahatlatan en önemli faktör, Ankara yönetiminin anlaşılmaz bir biçimde, hâlâ Şam (ve Esad) karşıtlığının sürmesidir. Trump’ın, “60 gün içinde Suriye’den çekileceğiz” taktik oyalaması da muhtemelen anlaşılmaz “Şam karşıtlığından” kaynaklanmaktadır.
 
PKK ve YPG’nin “çekilme açıklaması” sonrası moralinin bozulmaması için Paris hemen devreye girmiş ve merak etmeyin, biz Suriye’de arkanızdayız demiştir. İsrail de, “Trump bizi zaten bilgilendirdi” diyerek işin stratejik değil, taktik olduğunu adeta itiraf etmiştir. 
ABD ancak, “İncirlik’ten de çekiliyorum” derse, o zaman, acaba gerçekten çekilmeyi mi kastediyor diye düşünmeye başlarım. Kenan Evren de, ABD’li general bana söz vermişti, demiş ve Yunanistan’dan okkalı bir kazık yemiştik.
 
Çözüm mü istiyorsunuz: Ankara Şam ile eski günlere dönmeden hiçbir şey çözülemez: o zaman Trump ve Putin’in oyuncağı olmaktan kurtuluruz: sözlerin ve taktik oyunların kurbanı olmayız, hâlâ anlayamadık mı? 

Büyük Atatürk daha o günlerde bile, bunu başarıyla uygulayarak sonuca ulaşmıştı. 

Bırakın tarihi, kendimizden ders alalım bari...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Suriye'ye asker gönderirken Akdeniz'den kuşatılıyoruz!.. - Ahmet TAKAN

Baştan dikkatinizi çekeyim;
Uzun bir yazı olacak. Ancak, her satırını usanmadan, sıkılmadan dikkatlice okumanızı öneririm. Bu satırlarda, ABD, "Suriye'den asker çekiyoruz" derken Akdeniz'den nasıl kuşatıldığımızı anlayacaksınız. İsrail ile dümenden yapılan söz düellosunun perde arkasını göreceksiniz. Kısacası nasıl bir tezgâha düşürüldüğümüzü!..

Türkiye'deki hayt huytlardan belki de farkına varamamışsınızdır. Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi liderleri İsrail'de düzenledikleri zirvede, Akdeniz'deki petrol arama ardından da taşıma faaliyetlerinin "güvenliğinin sağlanması" için ortak askerî güç oluşturmaya karar verdiler. Bu zirveye, İsrail'deki ABD Büyükelçisi David Friedman da katıldı. Ortak askerî güce ABD'nin de davet edildiği bilgisi medyaya düştü. ABD'nin son dönemde Rumlarla Güney Kıbrıs'da bir askerî üs için pazarlık masasına oturduğunu da hatırlayın!..

ABD'nin Suriye'den asker çekmesi ve sanki sahayı "kahraman" R. Erdoğan'ın direktifleriyle Türkiye'ye bırakıyormuş gibi yapması size çok şirin geliyor olabilir. Hedef ülkenin Türkiye olduğunu anlatabilmek için daha ne yapalım?..
Yunanistan Savunma Bakanı Kammenos, 19 Aralık'ta, Meis Adası'nda basına yaptığı açıklamada, "önümüzdeki aylarda Meis Adası'nın Münhasır Ekonomik Bölgesi ilan edilecektir" dedi. "Bunda ne var" mı?.. O zaman, Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım'ın YENİÇAĞ'a yaptığı özel değerlendirmeyi hafızalarınıza kazıyın;

"Yunanistan, Meis Adası'nda Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmek için hazırlık yaparken Türkiye, Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) gibi deniz yetki alanlarını belirleme konusunda geç kalıyor. Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye'nin Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge ilan etme hakkı var. Bu kapsamda Türkiye, 1986'da Karadeniz'de 200 millik Münhasır Ekonomik Bölge ilan etti. 2011'de Doğu Akdeniz'de KKTC ile Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzalayan Türkiye bugüne kadar Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'de Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmedi. 1982 Türk Karasuları Kanunu'na göre Ege Denizi'ndeki karasularımız 6 mil, Karadeniz ve Akdeniz'deki karasularımız ise 12 mildir.

Türkiye'nin Ege Denizi ve Doğu Akdeniz'de Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesini ilan etmemesinden istifade eden Avrupa Birliği sürekli olarak Kıta Sahanlığı haritaları yayınlıyor. AB, tüm resmî dokümanlarında Türk Kıta Sahanlığını kısıtlı olarak yayınlamaya devam ediyor. AB'nin yayınladığı haritalarda Türkiye, Ege ve Akdeniz'deki Anadolu kıyılarında dar bir alana hapsediliyor. AB Kıta Sahanlığı haritalarındaki sınırları esas alan Yunanistan da sürekli olarak Doğu Akdeniz'deki Kıta Sahanlığı sınırlarını gösteren haritaları yayınlıyor. Yunanistan, Doğu Akdeniz'deki Kıta Sahanlığını belirlerken ana kıtası ile Girit, Kerpe, Rodos ve Meis adalarından geçirdiği hattın güneyini esas alıyor. Yunanistan'ın yayınladığı haritalarda da Türkiye, Akdeniz'deki kıyı şeridinde dar bir alana hapsediliyor.

Türkiye'nin geç kalmasından istifade eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de 2003'te Mısır, 2007'de Lübnan ve 2010'da İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması imzaladı. GKRY'de Meis Adası'nı gerekçe göstererek Türk Kıta Sahanlığını yok sayıyor ve ihlal ediyor.

Dışişleri uyuyor mu?
 Doğu Akdeniz'de bu gelişmeler olurken Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile 21 Eylül 2011'de Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması imzaladı. Anlaşmanın koordinatları hakkında bilgi verilmedi. Anlaşma olumlu bir gelişme olmakla birlikte eksik kalmıştır. Anlaşmaya MEB Sınırlandırma Anlaşması da ilave edilmelidir
Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından 4 Ekim 2018 günü yapılan basın açıklamasında, 2 Mart 2004 ve 12 Mart 2013 tarihli notalarla Birleşmiş Milletler'e Kıta Sahanlığımızın dış sınırlarının bildirildiği ifade edilmiştir.

Ancak, BM'ye verilen 2 Mart 2004 tarihli notada sadece Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı doğu sınırının 32° 16' 18'' D boylamından geçtiği vurgulanmış, Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı batı ve güney sınırının nereden geçtiği deklare edilmemiştir.

BM'ye verilen 12 Mart 2013 tarihli notada da sadece Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı doğu sınırının 32° 16' 18'' D boylamından geçtiği vurgulanmış, Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı batı ve güney sınırının nereden geçtiği deklare edilmemiştir.

Çünkü Türk Kıta Sahanlığının batı sınırı içinde, Girit Adası güneyinde ve Yunan işgali altında olan 3 Türk adası var. Anılan adalar, Gavdos, Gaidhouronisi ve Koufonisi adaları olup 2004'den beri Yunan işgali altındadır.

Doğu Akdeniz Türk Kıta Sahanlığı
30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması Md. 4, 5 ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması Md. 12'ye göre Yunanistan'a Girit Adası'nın sadece dörtte biri verilmiş, Girit Adası'nın etrafındaki 14 ada ile adacık ve kayalıklar Türk egemenliğinde kalmıştır. Lozan Antlaşması'ndan sonraki süreçte Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ, Girit Adası üzerindeki haklarından fiili olarak feragat etmiş ve böylece Girit Adası'nın dörtte üçü aslına rücu ederek Türk toprağı olmuştur. Anılan Antlaşmalar ve BM Deniz Hukuku Sözleşmesi Md.76 ve Md. 121'e göre Doğu Akdeniz'de, Türk Kıta Sahanlığının batı sınırı 345' 00'' K enlemi ve 023° 20' 00'' D boylamından, doğu sınırı ise 340' 00'' K enlemi ve 032° 16' 18'' D boylamından geçmektedir.. Doğu Akdeniz'deki Türk Kıta Sahanlığı yaklaşık olarak 238.814kmdir. (234.814kmkaba ölçüm + 4.000kmince ölçüm ilavesi =238.814km)


Yunanistan, Türk Kıta Sahanlığını Satışa Çıkardı
İyon Denizi'nde ve Girit Adası bölgesinde bulunan hidrokarbon sahalarının araştırılması ve işletilmesi için ihale açan Yunanistan başlangıçta ihaleyi Girit Adası'nın batısı ile sınırlandırdı. Çünkü Yunanistan da Girit Adası güneyindeki sahanın Türk Kıta Sahanlığı olduğunu biliyor. Yunanistan, Türkiye'den tepki gelmemesi üzerine Girit Adası güneyindeki toplam 42.000 km2likTürk Kıta Sahanlığını, 2014 yılında parselleyerek satışa çıkardı.

İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Doğu Akdeniz'deki İsrail Doğalgazını Avrupa'ya ulaştırma konusunda anlaşmaya vardı. EastMed-Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru hattının beş yılda inşa edilmesi bekleniyor. Ancak anılan boru hattı Türk Kıta Sahanlığını ihlal ediyor.

Türkiye ne yapmalı?
* Türkiye, Doğu Akdeniz'de, batı sınırı 33° 45' 00'' K enlemi ve  023° 20' 00'' D boylamından, doğu sınırı ise 33° 40' 00'' K enlemi ve  032° 16' 18'' D boylamından geçen 238.814km2 lik Türk Kıta Sahanlığı (234.814kmkaba ölçüm + 4.000kmince ölçüm ilavesi =238.814km2 ) ve Münhasır Ekonomik Bölgesini derhal ilan ve deklare etmelidir.

* Libya ile Münhasır Ekonomik Bölge Sınırlandırma Anlaşması yapmalıdır.

* Kıbrıs Adası'nın batısında işgal edilen Türk Kıta Sahanlığına ve Girit Adası güneyinde Türk Kıta Sahanlığındaki bölgeye Sismik Araştırma Gemisi göndererek petrol ve doğal gaz arama çalışması yapmalıdır.

* EastMed-Doğu Akdeniz Doğalgaz Boru Hattının Türk Kıta Sahanlığından geçirilmesine engel olmalıdır."

Onca patırtı kütürtü arasında gerçekleri görmeniz ve de uyanmanız dileklerimle...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

23 Aralık 2018 Pazar

Hacettepe Çıkmazı - TOLGA BİNBAY

Aslında tam olarak bir çıkmaz da sayılmazdı. Hacettepe’den Hamamönü’ne çıkılan bir sokaktı. Biraz yan yatmış ama yıkılmamak, ayakta durmak için birbirine yaslanmış eski binaların arasından kıvrılır ve sonunda dar bir geçitle ana caddeye açılırdı. Korna seslerinin tüm hayatı bastırdığı iki cadde arasında uzanırdı. Talatpaşa’yı Dumlupınar’a bağlardı. Ya da Dumlupınar’ı Talatpaşa’ya. Bir nevi, tarihi bir kısa geçitti yani.

Adı Sarıkadın Sokağı’ydı. Nam-ı diğer öğrenci sokağı. Ekmek arası patates kızartması yediğimiz bir sokak. Öğrenciyiz tabii ki ve yurtta kalıyoruz. Hacettepe Merkez Kampüsü yurtlarında.

Üç blok var: A, B ve C. Tıp Fakültesi için C blok ayrılmış. Herkesin ders çalıştığı bir blok yani. Çalışma salonlarında bazı kişilerin sabit yerleri var. Masanın, sandalyenin üstünde isimleri yazıyor, başkası oturamıyor. Çünkü molalar dışında hep salondalar. Bir nevi orada yaşıyorlar. Tıp için.

Ben ve benim gibiler ise pek hazzetmiyor bu gömülme halinden. Ders, bilim falan sevmediğimizden değil ama ders merkezli bir hayata mesafeliyiz. Bir yandan tıp okuyup bir yandan da hayatı kaçırmama derdindeyiz. Daha doğrusu doludizgin yaşayıp aradan tıbbı da çıkarma telaşındayız. Ama yapacak bir şey yok, tüm her şeyin arasında tıp da bazen kaçabiliyor.

Çalışma salonlarına nadiren uğruyoruz. Ama vaktimizi öğrenci sokağının bir kısmını dolduran kafelerde king oynayarak da geçirmiyoruz. Başka bir kafa var bizlerde. Hatta birbirimizi bile bilmeden o başka kafalarda yaşıyoruz. O kafeler ise başka türde bir çalışma salonu. Sigara, avarelik ve lagara lugara! Bize sorarsanız hepsi aynı yere çıkıyor: Düzene uygun kafalara!

C bloktakilerin önemli bir kısmı tıp çalışma salonlarından B bloktakilerin önemli bir kısmı ise king çalışma salonlarından mezun oldu. Tabii ki C bloktan bazı öğrenciler de vardı king ming masalarında. Onlar da kâğıt oyunları kralı olarak diplomalarını aldılar. Bir nevi yan dal uzmanlığı yani.

Zorlu bir kampüstü Hacettepe. Yokuşun tepesinde kurulu. Öyle ODTÜ gibi yeşillikler içinde falan değildi. Zaten adı üstünde, tepe üstüne kurulmuş. Sürekli tırmandığınız bir okul. Derse yetişmek için tırman, otobüse binmek için tırman, gitmek için tırman, dönmek için tırman. Tırman da tırman!

Sıhhiye’deki merkez kampüse ulaşmaya çalıştığım ilk günü halen hatırlarım. Hatta bir tek zihnimle değil tüm bedenimle, sancıyla hatırlarım! Ankara sıcağında, elimdeki bavulun her adımda daha da ağırlaştığı, o tepeden şu tepeye sürekli tırmandığım bir yolculuk gibiydi Hacettepe’ye gitmek. Altı üstü kayıt olmaya gelmiştik ama işte o kapıdan şu kapıya derken en sonunda kendimizi Beytepe kampüsünde bulmuştuk.

Körüklü otobüsün bile söylene söylene, homurdana homurdana gittiği ve arada da hani neredeyse soluklanmak için durup tısladığı bir saatlik bir yol vardı aynı üniversitenin iki kampüsü arasında. Evet, iki kampüsü vardı üniversitenin. Birbirinden kopuk iki ayrı dünya.

Ve zorlu bir okuldu Hacettepe. Dereli, tepeli ve bir ayrı kafalı. İçinden çıkanlarda bıraktığı izleri (hani siz ne kadar kaçmış olsanız da)  mezun olup bambaşka iklimlere gelince anladım. Bir elbise gibiydi üstümdeki Hacettepe kimliği. Kaçsam da yapışan; hiç fark ettirmeden işleyen.

Tıp ile “tıp” üzerinden mesafeliydik belki ama siyaset üzerinden tıbbın tam da içindeydik. Toplumsal tıpla ilgili sürekli kafa yorduğumuzu hatırlıyorum: Ivan Illich’in kitabı (Sağlığın Gaspı), kütüphanedeki “Soviet Socialized Medicine” kitabı, Alma-ata Bildirgesi, Herkes İçin Sağlık hedefi, Dünya Sağlık Örgütü’nün dönüşümü ve sağlığın temel belirleyeni, yani toplumsal eşitsizlikler. Müfredatta olmayan yüzlerce başlık arasında arıyorduk: Kendi müfredatımızı.

Öyle günlerdi. Ve tüm bu hengâmenin arasında okul kulüpleri çölde vaha, denizde ada gibiydi bizler için.

Kulüplere çevre edinmek, sevgili edinmek, vakit geçirmek ve de kendimizi denemek için değil, bir araya gelmek için gidiyorduk. Neredeyse her hafta ayrı bir öğrenci etkinliğinin olduğu günlerdi, o günler. Koşa koşa giderdik söyleşilere, sunumlara ve de konferanslara.

Şükrü Erbaş’ı hatırlıyorum mesela bir etkinlikte. Sanırım Kitap Kulübü davet etmişti. Etkinlik mekânı Tıp Fakültesi’nin meşhur M salonu olmasa bile R salonuydu sanırım. S de olabilir, emin değilim artık.

Tıklım tıklım doluydu içerisi ve şair, hemen az ilerideki genelevlerde çalışan kadınlara götürdüğü gelinliği anlatmıştı o gün bizlere. O zamanlar cinsiyet meselelerine duyarlı değildik. Şimdi düşünüyorum da bugün anlatsa şair, kesin birileri çıkıp laf ederdi, “kadınlara bula bula gelinliği reva görmek erkek egemen düşüncesinin bir tezahürüdür sayın bay şair” diye.

Acemilik işte. Olmamışlık belki de. Biz zaten uzaktık bunlara. Cahili olduğumuz için değil lügatimizde olmadığı için. Ama zaman değiştiriyor insanı. Yine de bazı şeyler değişmiyor. Mesela kalabalık bir etkinlikte Ahmet Altan’ın göklere çıkarılıp Nâzım Hikmet’in hani neredeyse faşist ilan edildiğini de bilirim. Hem de tek bir kriterle: “Ama işte o hiç değinmemiş şiirlerinde bizlere” diye.

Sonra Mesut Odman’ı hatırlıyorum. Yine R Salonu’nda. Kamudan yeni ayrılmıştı sanırım. Gazete yazıları kaleme alıyor ve elinde beyaz kartlarla konuşuyordu. Kartlar sarı da olabilir, tam hatırlamıyorum ama okuma notları almak diye disiplinli bir uğraş olduğunu o zaman öğrenmiştim. Ve ben de notlar almaya karar vermiştim. Ha, hayata geçirdim mi, o ayrı! Ama halen hatırlarım elindeki kartları tek tek çevirişini ve konuşurken notlarına göz atışını.

Sonra Özgür Şen. R değilse S salonu. Oradayız, hep beraber. O zaman tabii ki genciz (Tamam, şimdi “yaşlı” da sayılmayız ama bayağı bir genciz işte). Konumuz “demokrasi” meselesi. O zaman da şimdi olduğu gibi herkes “demokrasi” istiyor. Daha doğrusu herkes bir an önce bir şeylerden kurtulmak istiyor ama ne yapmak gerektiğini de pek takmıyor! Bulutsuzluk Özlemi’nin “Acil Demokrasi” şarkısı da o dönemde halen popüler. Ve ilk o konuşmada anlıyorum aslında Acil Demokrasi’nin bir siyasi program olduğunu ve hem şarkı olarak hem de işaret ettiği siyasi hat olarak kafama pek yatmadığını.

Madem rock’a kaydı Hacettepe Çıkmazı, tabii ki unutulmamalı: bir de Dr. Skull vardı. Unutulur mu!

O zamanlar daha “kongre turizmi” icat olmamış. Üniversitenin tüm salonlarında bir tür “kamusal kullanım hakkı” var. Kampüs’teki konserler, kongreler ve söyleşiler ücretsiz. Bir öğrenci için bulunmaz nimet yani. M Salonu’nda Dr. Skull çıkmıştı sahneye. Kimsenin rock dinlemediği günlerde, Türkçe sözlü rock ile. Ama… 
Ama ayrı bir toplama seslenirdi bu konserler. Siyaseti tehlikeli bulan, hatta “bilimsel ve mesleki gelişim” için gereksiz bulan bir geniş toplamdı bu. İnsanlığa faydalı olmak fikrinin altını oyan bir uzak durma hali vardı işte Dr. Skull ve onun temsil ettiği geniş düzlükte. O arkadaşlarımızın arasında da yalnızlık çekerdik.
Şairlerin, düşünürlerin ve siyasal tıbbın peşinden koşan bizim gibilerden ya uzak dururlar ya da bizlerle hiç konuşmazlardı. Çok ayrı dünyaların insanlarıydık. Ne yazık ki! Ama hepsi, yani çoğunluğu “laik ve özgür bir cumhuriyetten” yanaydı. Hani elini taşın altına çok da koymadan.

Aradan geçen şu 20 yıl ise tıpkı Hacettepe’nin o çıkmaz sokağı gibiydi. O geniş toplamın siyasetle olan mesafesi yine o geniş toplamın kıymet verdiği her şeyin eriyip gitmesine neden oldu.

Sokak ise yıllar içinde çok değişti. Gerçi halen dar bir geçit ile bağlanıyor Talatpaşa’ya ama evler bir güzel elden geçti. Daha dün yapılmış gibiler artık.

Halen etkinlikler yapılıyor mu bilemiyorum. Sanırım yapılıyor. Ahmet Telli ise bizim zamanımızda ne M Salonu’na geldi, ne R Salonu’na ne de fakültenin mavi, beyaz, kırmızı turuncu amfilerine. Sanki O’nu hep başka yerlerde dinledik. Üniversitede değil.
Ama gelseydi, onun gibi uzaklara bakar ve dizelerini mırıldanırdık, mutlaka:
...
büyük aşklar yolculuklarla başlar 
ve serüvenciler düşer bu yollara ancak 

Tolga Binbay / SOL

Dünya büyük bir akıldışılığa sürükleniyor! - Erhan Nalçacı

New York metrosu Ankara metrosundan neredeyse yüz yıl önce, 1904’te açılmış. İleride tarihçiler ülkeleri birbirleriyle karşılaştırmak için kent metrolarının kuruluşunu dikkate alacaklar sanırım.

Ancak günde 6 milyondan fazla insan taşıyan New York metrosunun her yerinden döküldüğü söyleniyor. Hâlâ bilgisayarlı sisteme geçilemeyen sistemde, haftada 70 binden fazla gecikme yaşanıyor. Çöplerin ve farelerin işgal ettiği metronun yenilenmesi için 40 milyar dolara yakın bir yatırım gerektiği bildiriliyor. Buna karşılık ABD’de kamusal kaynakların kısıtlılığı buna izin verecek gibi gözükmüyor. Elektrik şebekelerinden su dağıtım sistemlerine kadar birçok noktada toplumsal yaşamın niteliği azalıyor. Aylarca söndürülemeyen yangınlarda kamusal kaynakların kısıtlanmasının etkisinden bahsediliyor.
Bu yazının yayınlandığı cumartesi günü haberlere göz attığınızda, ABD hükümetinin kapandığını okuyabilirsiniz. Eğer 21 Aralık Cuma günü Trump’ın Meksika sınırına örmeyi planlandığı duvar için 5 milyar dolarlık ek bütçe Kongre’de onaylanmazsa ABD hükümeti kapanacak. Bu güvenlik ve sağlık gibi bazı sektörlerin dışında tüm kamusal hizmetlerin durması anlamına geliyor.
İnsana sanki gerçeküstü bir hikâye gibi geliyor ama bu ilk değil ABD’de, en son 2013’te Obama döneminde 16 gün hükümet kapalı kalmıştı. Şimdi niye kapanıyor? 
Bütün ABD-Meksika sınırına duvar örülmediği için!
Yaşananların insanlık dışı bir sosyopatlık göstermesi bununla sınırlı değil, orman yangınını söndüremeyen, metroyu çalıştıramayan, fareleri kentlerden uzaklaştıramayan ABD, 2019 için rekor bir silahlanma bütçesi açıkladı. Trump başkanlığa geldiğinden beri askeri harcamalar sürekli olarak arttı ve önümüzdeki yıl için 725 milyar dolar civarında ve tüm dünyadaki devletlerin askeri harcamalarını alt alta toplasanız, ancak bu kadar edecek bir askeri bütçe söz konusu.

Bütçenin kalemleri de biliniyor, nükleer silahlar yenileniyor, nükleer cephanelik büyüyor, uzay savaşı teknikleri geliştiriliyor, siber savaş için olanaklar artırılıyor vb..

Ve ABD ilan ettiğini yaptı, Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan kısa bir süre önce çekildi. Bu pratik olarak şu anlama geliyor, ABD başta Avrupa olmak üzere müttefik topraklarına yaygın olarak nükleer başlık taşıyan füze rampaları yerleştirecek.

Rusya bunun açık bir savaş hazırlığı olduğunu söyledi.
Emperyalizm devletleri ile bir bütün, ABD olmasaydı da başka bir devlet hiyerarşinin tepesinde olsaydı, durum değişmeyecekti, bir mantıksızlık denizinde görülmemiş bir emekçi halk düşmanlığı.

Bir sona doğru geliniyor.

Bu koşullarda gözleri Suriye’den çok ABD’nin Ukrayna aracılığı ile gerçekleştirdiği Kerç Boğazı kışkırtmasına çevirmekte yarar var. Sonuçta ABD Rusya’yı kuşatmak için gerekli odaklanmayı Suriye yüzünden sağlayamıyordu.

Ukrayna; ABD ve İngiliz askerleri tarafından eğitilen kuvvetlerini Kırım sınırına yığmış durumda ve önümüzdeki haftalar içinde kışkırtmanın yeni bir boyuta taşınması bekleniyor.

Tam bu esnada; ABD Suriye’den birliklerini çekme kararı alıyor, Türkiye operasyonu erteliyor, Türkiye 3,5 milyar dolarlık Patriot füzesi ısmarlıyor, ABD’li yetkililer öylesineymiş gibi Montrö Boğazlar Anlaşmasına değinip geçiyorlar, doğru veya yanlış S-400’lerin ABD’nin incelemesine izin verileceği sızdırılıyor.
Gerçi bir yandan Rusya ile ticaret anlaşmaları imzalanıyor, Astana süreci devam ediyor, ama bir yandan Türkiye ile Rusya arasına Kırım anlaşmazlığı gelip yerleşiyor. Türkiye Kırım’ın Rusya’ya bağlı olduğunu kabul etmiyor ve Rusya’nın gayrimeşru ilan ettiği Kırım Tatar Meclisi ile ilişkisini sürdürmeye devam ediyor.

Belli ki 2019 çok önemli gelişmelere gebe!

Buna karşılık emekçi sınıflar bütün ama bütün istem listelerinin en başına emperyalizmden kurtulmayı koymalılar. Çünkü böylesine bir akıldışılık ve çürüme içinde eşitlik ve özgürlük mücadelesi için büyük olanaklar doğuyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Cumhuriyette hortlaklar dönemi - ÖZDEMİR İNCE

Karl MarxII. Napoleon’la dalga geçmek için, “Çeyrek porsiyon Napoleon” der. İşin içinde, kuşkusuz, özenme, özenti, taklit var. Demek ki yeğen Napoleon, fil olmaya kalkışan kurbağa gibi amcasına öykünmeye çalışmış ve işi berbat etmiş. Zaten etti! 
Yetenekli biri olumlu bir örneğe özenip başarılı olduğu zaman, taklit ettiği söylenemez, izinden gittiği söylenir. Bu örnek çok enderdir. Yeteneksizler ve deliler hep kötü örneklere özenir: HitlerMussoliniFranco gibilere.

***
Şimdilerde ortalıkta bir Abdülhamid Han hayaleti dolaşıyor. “Hayalet”in sevimli bir yanı var. Aslında “Abdülhamid Han’ın hortlağı” demek gerekir. Hortlak, yani mezarından çıkarak insanları korkuttuğuna inanılan ölü, korkunç bir yaratık. Moda sözcükle “zombi”. Millet “zombi”yi “aptal, bön, budala” yerine kullanıyormuş, ama yanlış. Zombi düpedüz hortlak anlamına gelir.
 
Uzun lafın kısası: AKP’nin şanlı “devr-i felâket”ine meftun bit pazarı düşkünleri  “Han” dedikleri II. Abdülhamid hülyalarına dalıyor. Dalsınlar bakalım: Sonunda, somut olarak karşılarında Abdülhamid’in hortlağını gördükleri zaman ödleri patlayacak.

Karşılarında bir Franketayn (Frankenstein) yaratığını görünce, “Ulaa bu nedir!?” diye çil yavrusu gibi dağılacaklar. Ulaaa, paranızı pul eden; ata mirası malınızı mülkünüzü satıp barlarda yiyen; şeker fabrikalarınızı satıp kumara basan; Sümerbankınızı kumaya tapulayan; Telekomunuzu elin Fellahına peşkeş çeken müsibettir, hortlaktır, zombidir. 
Abdülhamid’in özenilecek yanı yok mu? Var! İmam hatip yerine çağdaş okullar açmış adam. Ama bu hayırlı işini örnek almıyorlar; siyasal İslamcılığına (Panislamizm) özeniyorlar.
***
Bu gevezeliği, Cüneyt Akman’ın Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet (Tekin Yayınları) adlı kitabını bir kez daha takdim etmek için yazdım. 2 Kasım 2018 günü yayımlanan “Kahrolsun İstibdat Yaşasın Hürriyet” başlıklı yazımı “Okumaya  ‘İslamofaşizmin tarih öncesi’ bölümünden başlayın. Çok ilginç olur!” diye bitirdiğim anda şimdi okumakta olduğunuz yazıyı düşünmeye başlamıştım.
 
Gerçekten ilginç: Cüneyt Akman, Osmanlı’nın çöküş dönemini tasvir edip anlatırken AKP’nin tek adamlı “Yükseliş Dönemi”nin (!) gerçekçi fotoğrafını çekiyor. Ara Güler işi. O anlatırken bu yükseliş döneminin bir “Yağma Hasan’ın böreği”, bir “Han-ı yağma”  (Yağma Sofrası) dönemi; beton kalıplarının hapır küpür paylaşıldığı barbarlık dönemi olduğu anlaşılıyor. 

Tevfik Fikret bu dönemi yüz yıl önce şiirle söylüyordu: “Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say: / Soy sop, şeref, gösteriş, oyun, düğün, konak, saray,/ Tüm sizindir efendiler, konak, saray, gelin, alay;/ Tüm sizindir, tüm sizindir, hazır hazır, kolay kolay.../ Yiyin, efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin, / Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!”

***
Kitapta ilgimi en çok II. Mahmut dönemi ile “Savaşlar: Türkiye’nin Felaketleri”  bölümü çekti: Osmanlı militarizminin en çok zafer kazandığını sandığı yıllarda  ordunun temelini teşkil eden Müslüman-Türk nüfus hemsayıca, hem sıhhatçe, hem de ekonomik olarak gitgide mahvolmaktaydı. 

Halkın buna karşı neredeyse yüzlerce yıl süren aktif veya pasif direnişleri (isyanlar, ‘kaçgun’lar, asker kaçaklıkları) militarist egemen sınıflar tarafından tarihte görülebilecek en kanlı şekillerde bastırıldı ve ‘tedib’ harekâtları ülkeyi neredeyse dış savaşlar kadar şiddetli bir mahva sürükledi.” (s.88) 
Ve ardından, siyasal İslamcı meftunlarının günümüzde hortlayan Devr-i Abd El Hamid’i geldi. Ben de, 2019’da yayımlanacak kitabım “Ortak Akılsızlık Halleri”nde hortlak taklitçilerinin sefalet sahnelerini anlattım.

Özdemir İnce / CUMHURİYET