1 Mart 2019 Cuma

Davutoğlu’nun genel merkezi - Barış Terkoğlu

Siz de mi bekliyorsunuz? 
Bugünlerde tanıdığım herkes Godot’yu bekler gibi yeni partiyi bekliyor. Adı belli değil, logosu çizilmemiş, kurucuları da ortada yok. Tek bildiğimiz, Erdoğan’ın eski yol arkadaşları kuracak. Birden fazla merkez çalışıyor. Bir ucunda Ahmet Davutoğlu öbür uçta Abdullah Gül var. 

Birkaç gün önce “Yeni Parti” adıyla bir internet sitesi ortaya çıktı. “Yoksa geldimi” dedik. “Olağan şüpheliler” ile konuştuk. Meğer yanlış alarmmış. Gizli bir el “Yeni Parti”nin internet sitesini piyasaya sürerken, ilan edilen manifestoyu ne Gülcüler ne Davutoğlucular sahiplendi.

Salı akşamı Erdoğan, “Bu ayrılanlarla bir daha beraber yol yürümek mümkün değil” diyerek Gülcülerin de Davutoğlucuların da artık AKP’de yeri olmadığını söylemiş oldu. 

AKP içinde mi denge kuracaklar yoksa yeni bir yol mu açacaklar” diye tartışılıyordu. Erdoğan, konuşmasıyla ilk ihtimali tamamen ortadan kaldırdı. 
Abdullah Gül, birlikte anıldığı Ali Babacan ile birlikte süreci sessiz ve derinden yürütüyor. Görüştüğü siyasetçilerin sırdaşlarından Gül’ün yeni bir harekete alan açtığını öğreniyoruz. 

Davutoğlu ise şaşırtıcı derecede daha açıktan oynuyor. Henüz “parti” demeseler de görüştüğüm destekçileri çalışmalarını gizlemiyorlar. “Hoca” dedikleri Davutoğlu, AKP’nin geldiği noktadan rahatsız olan küskünleri çevresinde topluyor. 
İşte bu noktada dikkat çeken bir ayrıntı var.

ABD’de başlayan tartışma 
Davutoğlu, 9 Şubat Cumartesi günü Ankara’da bir konferans verdi. Bu, sıradan bir konuşma değildi. Önce “Ankara’nın manevi başkenti” saydığı Hacıbayram Camii’nde öğle namazı kıldı. Kendisine ilgi gösteren kalabalığı selamladı. Yürüyerek konferans vereceği salona geçti. En ön sıralarda eski AKP’lilerden oluşan bir protokol vardı. Kürsüye “Sayın Başbakanımız” diye çağrıldı. 

Konferansın başlığı “Sistemik Deprem: Ulusal, Bölgesel ve Küresel Bunalım” idi. Tesadüf değil. 2016 sonunda, Trump’ın iktidara gelmesinin ardından, ABD’de liberallerin başlattığı “nereye gidiyoruz” tartışmasına Ahmet Davutoğlu da katılmıştı. Seçimden birkaç ay sonra California Üniversitesi’nin dergisine bu konuda bir makale yazdı. Ardından makaleyi genişleten Davutoğlu, konuyu bir kitaba dönüştürdü. Kitap, önümüzdeki dönemde Cambridge Yayınları’ndan İngilizce olarak çıkacak. Türkçeye de çevrilecek. Davutoğlu ABD’de başlattığı tartışmayı böylece Türkiye’ye taşıyacak. 
95 dakikalık konuşmayı izledim. Davutoğlu, görevi bırakması sonrasındaki AKP politikalarını sistematik şekilde eleştirdi. “Son dönemde düşünce hayatının sığlığı” ifadesini de kullandı, “baskının olduğu her yerde ikilitipler çıkar” sözleriyle gönderme de yaptı. Türkiye’deki baskı ortamını ABD’deki dönüşüm ile açıkladı. Sanki Trump’ın ya da Putin’in politikalarını eleştirirken Erdoğan’ın son yıllarına gönderme yapıyordu. Başbakanlığı bıraktığında enflasyonun yüzde 3 olduğunu söyleyerek, ekonomideki kırılmayı bile “herkesin kaybettiği” politik dönüşümle açıkladı. “Liyakatın yerini nepotizmin (kayırmacılık) aldığı bir yerde herhangi bir düzen kurmak mümkün değildir” dediği anlarda kızgın görünüyordu.
‘Reisçiler’in parmağı o vakfı gösteriyor 
Tam da “neler oluyor” diye düşünürken, “Reisçi”lerin uyarılarını duydum. “Davutoğlu’nun konuştuğu yeri gördünüz mü” diye soruyorlardı. 
Davutoğlu, Ankara’da Araştırma ve Kültür Vakfı’nda konuşmuştu. İlk değil, 25 yıl önce pek tanınmazken de aynı vakfın Trabzon şubesinde konuştuğunu kendisi anlatı. Vakıf, bugün “Yeniden Milli Mücadele” diye bilinen ve 60’ların sonlarındaki “Mücadele Birliği”nden süzülüp gelen grubun merkeziydi. Daha da ilginci var. Bu vakfı destekleyen kişi, Ankara’da herkesin bildiği gibi Melih Gökçek. Hatta vakfın kritik isimleri arasında Gökçek’in bürokratları da var. Sürpriz değil. Zira Gökçek de “Mücadele Birliği” ekibinden geliyor.
Davutoğlu’nun çıkış yaptığı günlerde, AKP camiasının çok konuştuğu, elden ele dolaşan bir yazı var. Kaleme alan, bir dönem Başbakanlık’ta Davutoğlu ile birlikte çalışan Ömür Çelikdönmez. Davutoğlu’nun çocuk yaşlarda “Mücadele Birliği” ile tanışmasını anlatan yazı, sonrasında da bu yapıyla ilişkisini sorguluyor. Davutoğlu’nun 28 Şubat’a rağmen Harp Akademileri’nde ders veriyor olmasını bile, devlet ve askerle her zaman iyi ilişkilere sahip olan yapılanmaya bağlıyor.
Sözünü ettiğim makale, devletin zirvesinde yolu “Mücadele Birliği”nden geçenlerin fotoğrafını veriyor. Verdiği isimlerden (Hakan Fidan hariç) çoğunluk bugün Erdoğan’ın çevresinde pek de görünmeyen kişiler. Buraya uzun bir isim listesi bırakarak sizi yormayayım. Geçtiğimiz günlerde, muhalif sözler söyleyince Erenköy Cemaati’nin yayınlarından kovulan Davutoğlu’na yakın yazar Ahmet Taşgetiren’in bile bir zamanlar yolunun Mücadele Birliği ile kesiştiği hatırlanırsa karşımıza karmaşık bir mazi çıkıyor. 
Söylenti öyle yayıldı ki; vakıf, Davutoğlu’nun partisiyle ilgisi olmadığını anlatan bir açıklama yapmak zorunda kaldı. “Mazi arkeolojisi yaparak gündem oluşturmanın herhangi bir anlamı ve yararı yoktur” diyerek de “Yeniden Milli Mücadele” tartışmalarından uzak durmak istediğini gösterdi. 
Nihayetinde “gelmez” denilen Godot bu kez galiba geliyor. Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan, tüm hamleleriyle Davutoğlu Partisi’ni erken doğuma zorlarken, Davutoğlu kendi yolunu sabırla örüyor. Trump karşıtı ABD demokratlarından İslamcı İHH’ye, liberal yazarlardan kimi tarikatlara uzanan şaşırtıcı bir ağ Erdoğan’ın karşısına çıkmaya hazırlanıyor. 31 Mart seçimlerine giremeyeceğine, 4 yıl da gündemde seçim olmadığına göre yeni partinin ufkunda ne var acaba?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Özhaseki bunu da yaptı! - BATUHAN ÇOLAK

AK Parti ve MHP'nin Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mehmet Özhaseki'nin geçtiğimiz günlerde bir videosu ortaya çıktı.

Çözüm sürecinde çekildiği anlaşılan görüntülerde Özhaseki, PKK'lılar için "gerilla", terörle mücadele için ise "öldürme, yok etme" tanımını yapıyordu. Bugünlerde "zillet ittifakının gizli ortağı" diye tanımladıkları HDP'liler bile bu kadar cesaretli değiller!

Montaj yok, çarpıtma yok, gizli çekim yok.

Özhaseki bizzat mikrofona konuşuyor.

Bu görüntüler sosyal medyada dolaşmaya başladıktan sonra internet siteleri arasında ilk haberleştiren Yeniçağ oldu. Kısa zamanda yarım milyon insana ulaştı, birçok internet sitesi kullandı.

Bu video, dünyanın neresine giderseniz gidin, yalanlanması mümkün olmayan gerçek bir haberdir.

Başkalarını PKK ile iş birliği yapmakla suçlayan bir aday, doğrudan örgütü aklayan sözler söylüyor.

Konuyla ilgili olarak İYİ Parti İzmir Milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Aytun Çıray da açıklamalarda bulundu.

Katıldığı televizyon programında konuşan Çıray, "PKK teröründen bahsediyorlarsa şehitlerimize bir gram saygı duyuluyorsa Sayın Özhaseki'nin o adaylıktan el çektirilmesi gerektirir. Çünkü PKK terör örgütüne kimse gerilla diyemez" ifadelerini kullandı.

Çıray'ın açıklamalarını da haberleştirdik.

Özhaseki'den bir açıklama gelseydi onu da haberleştirecektik. Ancak Özhaseki haberle ilgili konuşmak yerine ne yaptı biliyor musunuz? Mahkemeye gitti.
Özhaseki, "Kişilik haklarıma saldırı yapılıyor" diyerek şikâyette bulundu.
Ankara Sulh 5. Ceza Hâkimliği şikâyeti yerinde buldu!

Yeniçağ'ın da aralarında bulunduğu tam 25 sitenin ilgili haberlerine "erişim engelleme kararı" çıktı.
Mahkemenin verdiği kararda aynen şu ifadeler var:
"... Adlı URL adreslerinde müvekkil aleyhine yazılan ve kişilik haklarını ihlal edici nitelikte olan içeriklere erişimin engellenmesini talep etmiştir.
Başvuru dilekçesi ile ekindeki ibraz edilen çıktılara göre URL bağlantısındaki içerik başvuranın kişilik haklarını ihlal edici nitelikte bulunduğundan; Kişilik hakları kişinin hür ve bağımsız varlığının önemli bir parçası olup; kişinin yaşadığı toplumda, ilişki kurduğu çevrede şerefi ve saygınlığını sarsacak, onu küçük düşürecek, yanlış tanıtacak, zora sokacak, düşmanca bir ortama itecek her türlü davranış kişilik haklarına saldırıdır. Yayın içeriğinde sarf edilen ifadelerin talep edenin kişilik haklarını ihlal ettiği sonucuna varıldığından talebin kabulüne dair aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur."

Evet, mahkemenin verdiği karar aynen bu şekilde.

Erişim engelleme kararı alındıktan sonra Erişim Sağlayıcıları Birliği'nden bir e-posta aldık. Özetle, "Biz içeriğinizi engelliyoruz, siz de 7 gün içerisinde haberi sisteminizden silin" diyorlar.

İşte Türkiye'nin geldiği son durum.

İşte haberciliğin sıkıştırıldığı ortam! Özhaseki, kendi söylediği sözlerin "kişilik haklarını incitici" olduğunu düşünüyorsa, çıkıp özür dilemelidir.

Hukuk tarihinde, kendi sarf ettiği sözler için erişim yasağı aldıran başka bir kişi var mıdır, bilemiyorum.

Hukuk tarihine o denli hâkim değilim ama, 2019 yılında, kendi sözlerini "kişilik haklarına saldırı" olarak değerlendirip karar aldıran bir kişi var. Ve o kişi ülkenin başkentini yönetmek istiyor!

Şimdi yorumu değerli okuyucularımıza bırakıyorum.

Haberimizde ek yorum yok, değerlendirme yok, analiz yok!

Özhaseki'nin geçmişte söylediği sözler var, Özhaseki'nin bizzat kendisi var, görüntüleri var.

Bunun neresi kişilik haklarına saldırıdır, bunun hangi tarafı suçtur?

Eğer, Özhaseki bu sözlerini suç olarak düşünüyorsa, aynaya bakmalıdır. Bir adım ötesine götürelim, bu sözlerin devlet politikası olarak uygulandığı çözüm sürecine dönelim.

Askerlerimizin önünden elini kolunu sallayarak geçen teröristlere göz yumulduğu o günleri hatırlayalım!

Hatta, kimler bu askerî operasyonları engelleyip, teröristlerin her yere yerleşmesine müsaade ettiyse onları yargılayalım.

Çözüm sürecinin hukuki bir sorumluluğu vardır. Ancak kimse hesap sormamıştır, kimse de hesap vermemiştir!

O dönemde, izlenen yanlış politikalar yüzünden binin üzerinde şehit verdik.

Terörle mücadelede gereğinden çok fazla harcama yapmak zorunda kaldık.

Bunların hesabını kim verecek?

Kendi sözlerinize erişim yasakları getirerek, bu işten sıyrılamazsınız.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

Türkiye'de ne olursa İslâm dünyası bayram eder? - Arslan BULUT

Tayyip Erdoğan, "Biz tökezlersek Avrupa'dan Amerika'ya kadar tüm Batı'da yükselişe geçen İslâm düşmanları adeta zincirlerinden boşalmışa döner. Biz tökezlersek, coğrafyamızdaki tüm insanları birbirlerine kırdırmak için her gün yeni oyunlar çevirenler bayram eder. Biz tökezlersek hiç şüpheniz olmasın, bölgemizdeki diğer halkların yaşadıkları felaketin bin beteriyle karşılaşırız. Bunun için Türkiye'nin mutlaka dimdik ayakta kalması şarttır." dedi!

                                                             ***

Peki ama "Fas'tan Endonezya'ya kadar uzanan 22 İslâm ülkesinin haritasını değiştirmek" olarak açıklanan Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanı, İslâm dünyasına bugüne kadar nasıl bir katkıda bulundu ki?

BM Genel Sekreteri Ban-Ki Moon, Erdoğan'a, "Orta Doğu'da liderliğinize ihtiyaç var" diye seslenmişti. Avrupa Musevi Kongresi Başkanı Besnainou, Türkiye'de Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ile görüştükten sonra "Erdoğan'ın, İslâm dünyasının sözcüsü olması gerekiyor" demişti.

"Büyük Ortadoğu Projesi, Türkiye'nin dış politika ilkelerine uygundur. ABD ile birlikte hareket ediyoruz. Amacımız İslâm ülkelerine özgürlük ve demokrasi getirmek. Olumsuz bir tablo çıkarsa İran'a kapılarımızı kapatmak zorunda kalırız" diyen de Abdullah Gül idi.

Gül, Çankaya Köşkü'nde İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres onuruna verdiği yemekte yaptığı konuşmada da İsrail'in güvenliği ve tanınmış sınırlar içinde yaşama hakkına sahip olmasının, Türkiye'nin Orta Doğu politikasının değişmez önceliklerinden olduğunu söylemişti.

                                                             ***

30 Nisan-1 Mayıs 2005 günlerinde, Topkapı'daki Eresin Otel'de "Uluslararası İslâm Dünyası Sivil Toplum Örgütleri Toplantısı" yapılmıştı. Toplantıyı "Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı" düzenlemiş görünüyordu ama arka planda, "Türk Dışişleri Bakanlığı Büyük Ortadoğu Projesi Genel Koordinatörü" Ömür Orhun, yani doğrudan AKP hükümeti vardı!

Al-Nil adlı Mısır gazetesinde yazan Abdullah Hasan Mustafa, bu toplantının, Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan'da hayata geçirilen Soros darbelerinin bir devamı niteliğinde olduğunu yazmıştı.

El Küdüs El Erabi adlı gazete ise Mısır ve Suriye'deki İhvanı Müslimin örgütü ve sivil toplum kuruluşları için ABD'nin 1.1 milyar dolar kaynak ayırdığını ve bu örgütleri kullanarak, Arap ülkelerinde darbeler hazırladığını, para ile ilgili haberlerin USA News gazetesinden alındığını da yazmıştı.

Bu gazeteler, Türkiye'deki toplantının aslında Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında AKP ile ABD arasında imzalanan gizli bir anlaşmadan kaynaklandığını iddia ediyordu.

Kısacası, Arap Baharı, bu toplantıda tezgâhlanmıştı!

                                                            ***

Alman Süddeutsche Zeitung gazetesinde yazan Kai Strittmatter, 2009 Aralık ayında Patrik Bartholomeos'un sözcüsü Dositheos Anagnostopulos'un kendisine, Erdoğan hakkında, "Bu insan tarihe geçecektir. Hıristiyanlar için böylesine girişimde bulunan bir Başbakan görmedim" dediğini yazmıştı.  

"Gölge CIA" denilen Stratfor'un yazışmalarında, Tayyip Erdoğan'ın, Kissinger'e "Bir noktada İsrail'le köprüleri atıp, İslâm dünyasına yaklaşacağını" söylediği ve Kissinger'ın "Erdoğan, İslâm dünyasının lideri olmak niyetinde" dediği ortaya çıkmıştı.
Nitekim Erdoğan, Davos'taki "one minute" senaryosu ile bu hedefine ulaşır gibi olmuştu.

                                                            ***

Erdoğan'ın, ABD projesine uyarak Libya ve Suriye'nin iç savaşa sürüklenmesinde oynadığı rol ve Mısır'da ABD'nin önce kullandığı sonra darbe ile düşürdüğü İhvan örgütünün hamiliğinden ayrılamaması, böyle bir liderliği imkânsız hale getirdi.
ABD, BOP'u derinleştirmiş ve "İslâm içi çatışma stratejisi" uygulamaya başlamıştı. Irak, Libya ve Suriye'de Müslümanlar birbirini kırıyor, Türkiye'yi yöneten kadro, bu üç ülkedeki yangınlara körükle gidiyordu. Bu politikadan vazgeçildiğine dair hiçbir işaret de yok!

Şimdi bu bilgiler ışığında herkese soralım: Türkiye'de ne olursa İslâm dünyası bayram eder?


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

28 Şubat 2019 Perşembe

Saltanat kayığında Giresun Karşılaması - ALPASLAN SAVAŞ

Güzel oyundur Giresun Karşılaması.

Adını kızlı erkekli, karşılıklı oynanmasından alır.

Seksenlerde bir avuç gencin bir araya gelerek kurduğu GİFSAD (Giresun Kültür Sanat ve Folklor Derneği) karşılamanın tüfekli de oynandığını tespit etmiştir. 

Yaptıkları ilk gösteride tüfeklere barutun biraz fazla konması nedeniyle kapalı spor salonunun aydınlatma lambaları isabet almış olsa da kimsenin burnu kanamamıştır.

Tüfekli ya da tüfeksiz, Giresun Karşılaması güzeldir. Yiğitliği ve dostluğu simgeler. Kentin cesaretidir.

İki gün önce Giresun’da bir başka karşılama vardı. “Seçim mitingi” için kente gelen Erdoğan, CHP’li Belediye Başkanı Kerim Aksu tarafından çiçeklerle karşılandı.

“Ne var bunda?” diyenler olacaktır.

Daha beterlerinin yanında Kerim Aksu’nun karşılamasının masum bile kaldığı söylenebilir.

Örneğin İstanbul’da Ataşehir belediye başkanı görevden alındığında, iki kilometre uzaktaki Maltepe belediyesinin başkanı Ali Kılıç soluğu İçişleri bakanı Süleyman Soylu’nun yanında almıştır. Ziyaretin sebebinin aynı akıbete uğramamak için bakanla verilecek samimi bir fotoğraf karesi olduğu kısa sürede anlaşıldı.

Milas’ın “takım değiştiren” belediye başkanının sözünü hiç etmeyeceğim. Erdoğan’la yaptığı ve kaydedip yayınladığı telefon görüşmesini izleyip insanlığından utanan bir tek ben değilim diye düşünüyorum.

Fotoğraf karesi deyip geçmeyin. Kimi cesaret, kimi icazet vesikasıdır.
Oysa Giresun halkının 17 yıllık AKP iktidarı boyunca kaybettiklerinin hesabını sorma cesaretine ihtiyacı var.
Giresun halkı ne mi kaybetti?
En başta kentin kimliğini.
Karadeniz’de sırtını dağlara vermiş güzel bir kıyı kenti Giresun. Giresun’u güzel kılan, fındığıyla, yaylasıyla, deniziyle, FİSKOBİRLİK ve SEKA gibi iki dev kamu tesisiyle tam bir Cumhuriyet kenti olmasıydı. Kaybedilen, kentin bu kimliğidir ve Giresun’da yaşayan emekçi halka maliyeti çok büyük olmuştur.

Kentteki her aileden en az bir kişi ya SEKA’da, ya FİSKOBİRLİK’te çalışmıştır. Sadece bu kent için değil, çevre iller için de can damarıydı bu iki kurum.
Şimdi SEKA yok. Tespit raporunda 60 milyon lira değer biçilen fabrika 2003 yılında Milli Görüşçülere 5 milyon liraya satıldı. Şimdi SEKA arazisinin üzerinde TOKİ konutları yükseliyor.

FİSKOBİRLİK’in de akıbeti farklı değil. Entegre tesis parçalandı, fındık alımlarında ve üreticiyi desteklemede etkisi azaltıldı. Şimdi sadece Giresun’da değil tüm ülkede fındık İtalyan gıda tekeli Ferrero’nun insafına terk edilmiş durumda. Ve tabii fındık üreticisi de…

Bu iki kurumun yerine ne kondu peki? Başta Gülen cemaatini finanse eden, sonra AKP’nin Giresunlu bakanı Canikli’nin TMSF eliyle üzerine çöreklendiği Akın Çorap ile Damat markasıyla üretim yapan Giysu tekstil fabrikası. Birkaç yüz işçinin çalıştığı bu fabrikaların adı uzun çalışma saatleri, düşük ücretler ve güvencesiz çalışmayla anılıyor.

Daha fazlasını ve ayrıntılarını önümüzdeki hafta bu köşeye taşıma sözü vererek bunları kentteki yağmanın küçük bir özeti olarak aktarmış olayım.

Belli ki Giresun’da bu yağma unutturulmaya çalışılıyor.

Saltanat kayığında Giresun Karşılaması oynanmaz. Hatırlatmaya buradan başlayacağız demektir.

Alpaslan Savaş / SOL

28 Şubat hafif darbesi - NAZIM ALPMAN

Eski Çok Darbeli Parlamenter Demokratik Sistemin son askeri müdahalesi olan “28 Şubat Post-Modern” darbesinin üzerinden 21 yıl geçmiş bulunuyor. Siyasi tarihimize adı “28 Şubat Süreci” olarak tescil edilen geçen yüzyılın son darbesinin, entelektüel camiada başka bir adı vardı: “İslamcıların 12 Eylül’ü…”


İktidardaki Refah Partisi- Doğru Yol Partisi Koalisyonu’nun (Refah-Yol) iktidardan indime operasyonu 28 Şubat 1997 günü Ankara’da yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısıyla başlamıştı.
O gün (28 Şubat 1997 Cuma) biz İstanbullu bir grup gazeteci İstiklal Caddesi üzerindeki bir lokalde toplanmıştık. Yemekli davetin sahibi Yurttaş Girişimi’ydi. Konusu ise bir aydır sürmekte olan “Sürekli Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemi hakkında bizlerin fikrini almaktı. Her gece saat 21.00’de ev ve işyerlerinin elektrikleri 1 dakika süreyle yanıp sönüyordu. Eylem bir ay süre için hedeflenmişti. Şimdi soru şuydu:
-Ne yapmalıyız? Tamam mı, devam mı?
O geceden aklımda iki gazetecinin sözleri aklımda kaldı. Birinci Fatih Altaylı’ya aitti. Eylemin devam etmesinden yana olduğunu kendine özgü üslubuyla şöyle ifade etti:
-Benim bir gazete köşem (Hürriyet) bir radyo programım (Radyo D) bir de televizyon programım (Teke Tek) var. Siz bitirseniz bile ben devam edeceğim.
Son cümlesiyse tarihiydi:
-Bu işin bokunu çıkarana kadar gideceğim!..
Diğeriyse Ayşenur Arslan idi. Bizler orada dünyadan ve Türkiye’den habersiz neşeli demokrasi amaçlı toplantımıza devam ederken Ayşenur’a bir haber gelmişti:
-Arkadaşlar mesleğimle ilgili bir bilgi vermek istiyorum… Şu anda Ankara’da bir darbe oldu!
Oluşan sessizliği Tuğrul Eryılmaz yaygın medyanın haberciliğine iğne batırarak bozdu:
-Ama önce reklamlar!
Ankara’da sürmekte olan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı o saatlerde sona ermişti. Hükümete tavsiye edilen 18 kararın pek çoğu Refah Partisinin temel değerleri tersyüz ediyordu. Bu kararların uygulamasını Refah Partisini yapması demek kendi kendisini imha etmek anlamına geliyordu. Başbakan Necmettin Erbakan devam etmekten bu kararları uygulamaktan yana görüntü veriyordu. Hatta iki gün sonra Mehmet Barlas’a “askerler beni seviyor” diyecekti. Bunun üzerine Barlas acı gerçeği bütün çıplaklığıyla yüzüne karşı söyleyecekti:
-Siz devrildiniz Sayın Erbakan!.. 
Bu özel bilgiyi Mehmet Barlas İZTV’de yaptığım “Yüzyılın Son Darbesi” belgeselinde kameralarımıza söyledi.
Zaten kısa süre sonra Refah Partisi kapatıldı. Yerine Fazilet Partisi kuruldu. Sonra o da kapatıldı. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığından alınıp Pınarhisar Cezaevine konuldu. İmam Hatiplerin orta kısmı kapatıldı. Kamusal alanda türban takmak yasaklandı.
İslamcılar kendi 12 Eylül’lerinde işte bu kadar büyük çileler çektiler.
28 Şubat’ın yirmi birinci yıl dönümünde günümüz Türkiye’sine bakınca (siyasi parti liderleri yıllardır hapiste, cezaevlerinde 263 bin kişi var, bu sayının 70 binini üniversite öğrencileri oluşturuyor, 6081 akademisyen üniversiteden uzaklaştırıldı, 41 bin 705 öğretmen okullarından atıldı, 650 bin kişi denetimli serbestlikle yarı- özgür) çok naif kalmıyor mu?
İslamcılar açısından post-modern darbenin çıtası bir hayli düşük kalmıştı. O yüzden şu ad daha uygundur:
-28 Şubat hafif darbesi..!
Nazım Alpman / BİRGÜN

Petrol bulundu - ÖZGÜR GÜRBÜZ

17 yıla yakın bir süredir iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin herhalde en çok müjde verdiği konu enerji. Gazeteler, “petrol, gaz ve kömür bulduk” haberleriyle dolu. İnanmazsanız, Google’a “petrol bulduk”, “gaz bulduk” diye yazıp aratabilirsiniz. 10 bine yakın sonuç çıkıyor…


Diyelim ki bulduk, nerede bu gaz, kömür ve petrol? Buhar olup uçmuşa benziyorlar çünkü enerji ithalatı verilerine bakınca deftere olumlu yansıyan bir şey göremiyoruz. Türkiye 2017 yılında kullandığı doğalgazın yüzde 99’unu ithal etmiş. İthalat 2016’ya göre yüzde 19 artmış.
Petrolde de durum farklı değil. 2016 yılında tüketimin sadece yüzde 7’ye yakını yerli üretimle karşılanmış. Petrol üretimi birkaç bin varil artsa bile tüketim öyle hızlı artıyor ki, açılan küçük kuyuların, talebi karşılaması ve ithalat ihracat oranını ülkenin lehine çevirmesi olası değil. Tüketimi azaltmak, verimi yükseltmek nedense kimsenin aklına ya da işine(!) gelmiyor.
Yerli kömür seferberliğine rağmen orada da tablo kapkara. Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) verilerine göre, aslan payını kömürün oluşturduğu katı yakıtlarda dışa bağımlılık oranı 2016’da yüzde 60’ı geçmiş. Hâlbuki seferberlikten önce, 2008’de bu oran yüzde 44’ün altındaydı. Yatıp kalkıp yerli kömürden bahsediyoruz ama yaktığımız kömürün yarısından fazlası ithal. 2017’de ithal kömüre 4 milyar dolar ödemişiz. 
Sonuç ortada. Biz, karada, denizde her yerde petrol ve gaz ararken enerji ithalatı ve enerjide dışa bağımlılık artıyor. TMMOB Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu’nun hazırladığı son raporda enerji ithalatının 2018’de yüzde 15 oranında arttığına dikkat çekilmiş. 2017 yılında enerji girdileri ithalatına 37 milyar dolar ödeyen Türkiye, 2018’de 43 milyar dolar ödemiş. Toplam ithalatın yüzde 20’si enerjiye gitmiş. 
Asıl sorun yeterince kömür çıkarmıyor, petrol kuyusu açmıyor veya doğalgaz aramıyor oluşumuz değil. Asıl sorun, geleceği görmeden, planlamadan, Türkiye’de olmayan bu kaynaklara bel bağlayan bir ekonomik sistem kurmakta ısrar etmemiz. Petrol yok ulaşım karayoluna bağlanmış. Gaz yok yapılan konutlarda verimlilik ihmal edilmiş, gelen gazın yarısı doğalgaz santrallarına gitmiş. Kömür kalitesiz, onun yerine elektrik üretiminde kullanılacak güneş gibi kaynaklar var ama hep engellenmiş. Yerin altına bakmaktan üstteki kaynakları göremiyoruz. 
Sadece elektrikli araçlar üzerinden bir örnek vereceğim, siz petrol kuyusu kazmanın ne kadar anlamsız olduğunu anlayacaksınız. 2013 yılında tüm dünyada 250 bin elektrikli araç vardı. 2017 sonunda sayıları 3 milyonu geçti. Uluslararası Enerji Ajansı 2030’da 125 milyon elektrikli aracın yollarda olacağını söylüyor. Unutmadan söyleyelim, bu araçların elektriği kömürden değil yenilenebilir enerjiden gelmek zorunda yoksa iklim değişikliği sorunu çözülmeyecek.
Hava kirliliği de birçok ülkede, başta dizel motorlar olmak üzere araç filosunu değişmeye zorluyor. Birleşik Krallık’ta, 2040 yılından itibaren tüm yeni otomobillerin sıfır emisyonlu (petrolle çalışmayan) olması isteniyor. Norveç petrolle çalışan araç satışını 2025’te, Fransa 2040’ta yasaklamayı planlıyor. Birçok Avrupa kentinde dizel araçların vergileri artırılıyor, şehir merkezlerine girmesi yasaklanıyor.
Türkiye ise her sabah, yeni bir “petrol bulundu” haberiyle uyanıyor, köprü ve otoyol projesiyle güne başlıyor. Bilmem durumu anlatabildim mi?
Özgür Gürbüz / BİRGÜN

27 Şubat 2019 Çarşamba

İkinci Pelikan vakası - VOLKAN ALGAN

Davutoğlu ve ekibinin, başka bir deyişle Erdoğan’ın zayıflatıldığı bir AKP denemesinin boşa düşürülmesi olayını hatırlayan vardır.

Mayıs 2016’da internet üzerinden “Pelikan Dosyası” başlığıyla bir blog hesabı açılmış, buradan imzasız tek bir yazı yayınlanmış, Davutoğlu’nun Erdoğan’ın arkasından ne işler çevirdiği cümle aleme ilan edilmişti. Sonraki gelişmeler bu operasyonun Erdoğan’ın isteği ya da onayı dahilinde yapıldığını göstermiş, başlayan tartışma sürecinin sonunda Davutoğlu istifa etmek zorunda kalmıştı. 

                                                              **

Şu aralar Davutoğlu, Babacan ve Gül isimleri etrafında yeni parti kurma girişimlerinden bahsediliyor. İddia o ki çok sayıda şehirde örgütlenme hazırlıklarını tamamlayanlar bile var. Partinin kuruluşunun ilan edilmesi için seçim sonuçlarının beklendiği söyleniyor.

Önceki gün yayına alınan “yenibirparti.com” adresli sitede, adı açıklanmayan bir partinin kuruluş çalışmalarından bahsedildi. Bahsi geçen partinin sadece adı değil, kimlerden oluştuğu da açıklanmadı. Buna gerekçe olarak da isimlerin, parti programının önüne geçmesinin istenmediği söylendi. Doğal olarak gözler de eski AKP’li bu isimlere çevrildi.

Böyle parti ilanı mı olur demeyin, artık oluyor. Yine de bu yöntemi basit bir pazarlama tekniği olarak görmemek için çok neden var.

Adı geçen eski AKP’li zatların korkaklık, temkinlilik ve garanticilikleriyle nam salmış olması ve belli yerlerden güvence almadan, AKP’nin gerilediğine dönük net bir fotoğraf ortaya çıkmadan –mesela seçim sonuçları- bir adım atmayacaklarını tahmin edebiliriz. Bu sitenin yayınlanmasında onların parmağı var mı bilemiyoruz. Dün çıkan bir haberde Gül ve Davutoğlu ekiplerinin bu iddiayı yalanladığı söylendi.

Her ne kadar Babacan’ın ismi güçlü ihtimal olarak geçse de, bu ilanın arkasından çok alakasız isimler de çıkabilir. Ya da bu girişim seçim sonuçlarına göre tamamen rafa kalkabilir. Neticede imzasız afişler, partisiz adaylar dönemindeyiz. Kimin eli, kimin cebinde belli değil.

En nihayetinde bu isimlerin sözlerine güvenmek için bir neden de yok.
Zaten olay bir parti kuruluşundan çok bir operasyonu andırıyor. Yazının girişine dönecek olursak tıpkı Pelikan hadisesindeki gibi, yine bir imzasız deklarasyon söz konusu. Benzerlik sadece biçimsel de değil.

Pelikan dosyasındaki içerikte AKP içindeki sırlar, kamuoyu önünde konuşulamayanlar, taraflaşmalar ilk defa bu kadar açık şekilde ortaya saçılmıştı. O yüzden sonuç da verdi.

Şu isimsiz parti ilanında yer alan içerikte de, herkesin bildiği ama kimsenin açıkça, kamuoyu önünde söylemeye cesaret edemediği siyasi sırların ifşa edildiğini görüyoruz.

Babacan, Gül, Davutoğlu gibi isimlerin rahatsızlığı az çok biliniyor ama kimse bu isimlerden AKP’ye dönük açık bir siyasi eleştiri duyamadı bugüne kadar. Sadece tahminler yürütülüyor.

İşte bu sitedeki isimsiz-imzasız parti manifestosu ve vaatlerle birlikte, böyle bir siyasi çerçeve ilk defa ortaya atılmış oldu.

Kuruluş çalışmalarına başlandığı iddia olunan partinin manifestosunu bu sitenin okurlarının yabancısı olmadığı bir kavramla özetlemek mümkün: Normalleşme vaadi.

Öncelikle partinin merkez sağda olduğu, sağın “dört eğilimini” de bünyesinde birleştireceği ilan ediliyor. O eğilimlerin ismi anılmasa da merkez, milliyetçi, muhafazakar ve koyu İslamcılık (milli görüş geleneği) olduğunu tahmin etmek güç değil. Aslında AKP’nin üzerine çöktüğü sağ geleneğin neredeyse tamamı işaret ediliyor.

Partinin “biz kimiz” başlığı altında ilan edilen görüşlerinde AKP’nin ilk yılları övülüyor, ancak artık yorulduğu, yerini daha genç ve yıpranmamış yüzlere bırakması gerektiği dile getiriliyor.  “Kutuplaşmadan” ve “otoriterleşmeden” duyulan rahatsızlık ifade edildikten sonra demokratikleşme vaat ediliyor. Bunların ardından devlet tecrübesine sahip icraat odaklı bir ekip olduklarının altı çizilerek sermayeye “normalleşeceğiz” “işimize bakacağız” “bizi tanıyorsunuz” mesajı veriliyor. Dış politikanın aşırılıkları eleştiri konusu yapılırken, Suriye Devleti ile işbirliğinin, Kürt ve Alevi başlıklarında liberal bir uzlaşının kapısı aralanıyor. 

Açıklamada “Erdoğan tipi” başkanlık eleştirilirken, denge unsurları kuvvetlendirilmiş bir başkanlık sistemiyle yola devam edileceğinin vurgulandığı görülüyor.

İşte “yenilik” dedikleri aslında bu: Yani “normalleşme”... Özetle AKP’nin başkanlık sistemi, düzen siyasetindeki sağcılaşma, piyasalaşma gibi düzen açısından tüm kazanımları sahiplenilirken, bir iki makyajla AKP’nin ilk yıllarına dönülecek!
Vaatler kısmına yazmayı düşünmemişler ama bunca yıl sonra emekçilere de “biz bu b*ku niye yedik o zaman” sorusu düşecek herhalde.

AKP’nin seçimlerde gerileyeceğine dönük beklenti, TÜSİAD cephesinden yapılan eleştirel açıklamalar ve yeni parti söylentilerinin eşliğinde yapılan bu deklarasyonun ne sonuç vereceğini, arkasından kimlerin çıkacağını ya da çıkamayacağını göreceğiz. Ancak her koşulda gerekli yerlere gerekli mesajların verilmesi, AKP düzenini referans alarak, onun “karşı devrimi” sahiplenilerek kaleme alınan ilk derli toplu metin olması bu çıkışı dikkate değer kılıyor.

Böyle parti kurulur mu bilemiyoruz ama böyle “mesaj” verilir!

Burada ilan edilen metin, AKP iktidarının eleştirisinde önümüzdeki dönemin referanslarından biri olacak gibi görünüyor. Çünkü sermaye koridorlarından, kapalı kapılar arkasında yapılan ittifak görüşmelerine, AKP içindeki memnuniyetsizlerden, emperyalist merkezlere kadar geniş bir koalisyonun isteklerini burada bulmak mümkün.

İşin bir diğer yönü de, bu metnin altına bugün AKP dahil tüm düzen partilerinin imzasını atmasının mümkün olması. Belli pazarlıklarla Erdoğan’ın bile... İmzasız olması bu açıdan manidar sayılabilir.

Kim bilir belki de Erdoğan’ın danışmanlarından birinin zihni sinir projesidir bu iş. Çıkıp “bu ülke normalleşme getirilecekse onu da biz getiririz” deyiverirler.

Şapkadan tavşan çıkar mı bilinmez, ama bu tablodan emekçilerin hayrına bir şey çıkmayacağı açık.

Volkan Algan / SOL

Okur garantili gazete(ANALİZ): Hürriyet’in sırrını ortaya döken yazarı kovdular- Orhan Gökdemir

Türkiye’de her şey gibi basın da büyük bir çöküş içinde. Gazeteler, TV kanalları iktidarın eki haline getirilirken, gazetecilik de meslek olarak çok sıkıntılı bir süreçten geçiyor. Çünkü tek okuyucusu iktidar olan bu tür gazetelerde muhabir olmaz, haber müdürü olmaz, köşe yazarı olmaz. Çünkü yazılacak tek şey iktidara iş dilekçesidir. Çöküşü bundan daha iyi ne anlatabilir?

Dün, bir öğretim üyesi Hürriyet'in tirajını sosyal medya hesabı üzerinden rakam vererek açıkladı; “Hürriyet gazetesi İstanbul gerçek bayi satışı 28.000, toplam Türkiye bayi satışı 60.000. Bu sayılara inilmesinin tek nedeni sosyal medya ve dijital devrim mi?” diye yazdı.

Paylaşımı yapan kişi Prof. Teoman Cem Kadıoğlu’ydu. Kadıoğlu, Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde öğretim üyesi ve Galatasaray Divan Kurulu üyesi. Bir başka özelliği Demirörenlere satılan Posta’da sağlık yazıları yazması. Bu paylaşım üzerine, ben de isim vermeden bu paylaşımdan söz edip verilen tiraj rakamının doğru olduğunu, AKP’nin basını tasfiye etmek için Demirörenlere verdiğini yazdım. Birkaç saat sonra Kadıoğlu’nu arayıp yazılarına son verildiğini tebliğ ettiler.

Gazetelerde bu ikiyüzlülük her zaman vardı. Tirajlarını şişirirler, reklam verene daha büyük gösterirler kendilerini. Devlet ilanlarından gelen gelirlerini de böylece büyütürler. Fakat “amiral gemisi” Hürriyet’in Demirörenlere zimmetlenene kadar böyle bir ihtiyacı olmamıştı. Artık var. Gurubun bir yazarı Hürriyet’in İstanbul bayi satışını 28 bin, toplam bayi satışını 60 bin olarak verdi. Gerçek rakamlar olduğundan kuşku duyulmamalı. Basın ile iktidar bülteni aynı şey değildir ve yandaşlığın da bir sınırı vardır. Sınır aşmanın hazin sonucudur bu.

Kadıoğlu’ndan önce başka bir holding gazetesinde yazan Fatih Altaylı da benzer bir açıklama yapmış, "Bundan 15 sene önce gazetelerin 5-6 milyon tiraj vardı. Eskiden Hürriyet ve Sabah'ın hafta sonu tirajı 2 buçuk milyondu. Ben iddia ediyorum Hürriyet bugün 100 bin satmıyor" demişti.

Fatih Altaylı’nın yazdığı gazete de benzer bir sebepten kapatıldı. “Alo Fatih” sonunu getirdi Habertürk’ün. Artık sadece iktidara doğrudan tutunan gazeteler satıyormuş efekti yaratabiliyor. O Sabah’la, Yeri Şafaklar iktidarın desteğiyle yayın yapabiliyor. Tek okuyucuları ve tek alıcıları var; iktidar.

Hürriyet’i “satın alan” Demirören ailesi, sahibi olduğu Vatan gazetesini kapattı, Milliyet’i süründürüyor, kapattı kapatacak. Bunun üzerine Hürriyet’i neden aldığı ilk bakışta muamma. Aile, yıllar evvel Milliyet ve Vatan’ı Aydın Doğan’dan satın alarak gazetelerin için boşalttı. Bu hizmetinin karşılığı TOTAL ile mükafatlandırıldı. Öyleyse Hürriyet’i aldıktan sonra verilen ihalelere yeniden bakılmalıdır.

Hürriyet'in resmi tirajı 250 bin dolayında. Kim alıyor gerçek tirajdan geriye kalan 190 bin gazeteyi? Devlet, belediyeler, devlet ve belediyelerden ihale alan şirketler, THY, devlet kütüphaneleri. Bir kısmını da bedava dağıtıyorlar. Patron cebinden vermediğine göre bedava gazetelerin paraları bir yerlerden geliyor. Hürriyet Demirörenlere “Okur Garantisi” ile satılmıştır.

Kapatılmadan önce Zaman gazetesi de 1 milyon tiraj gösterirdi ama herkes 20 bin civarında bayi satışını olduğunu bilirdi. Fethullah gitti yöntemleri kaldı yadigâr.
Türkiye’de her şey gibi basın da büyük bir çöküş içinde. Gazeteler, TV kanalları iktidarın eki haline getirilirken, gazetecilik de meslek olarak çok sıkıntılı bir süreçten geçiyor.

Çünkü tek okuyucusu iktidar olan bu tür gazetelerde muhabir olmaz, haber müdürü olmaz, köşe yazarı olmaz. Çünkü yazılacak tek şey iktidara iş dilekçesidir.       

Çöküşü bundan daha iyi ne anlatabilir?

Orhan Gökdemir / SOL

CHP kimin sorunu? - AYDEMİR GÜLER

Sosyal-demokrasinin ne olup ne olmadığını tartışmayacağım. Bizim açımızdan belli çünkü. İşçi sınıfı hareketinin devrimci Marksist kanadı 20.yüzyılın başlarında yeniden şekillendi ve Komünist Enternasyonal’le birlikte komünist partiler ailesi olarak siyasete doğdu. Biz yalnızca sermaye diktatörlüğünün en geleneksel, sağcı temsilcilerinin değil, onunla bütünleşme yoluna giren sosyal-demokrasinin de reddiyiz. Sosyal-demokrasi emekçilerin hayatını en fazla biraz ve o da geçici olarak iyileştirir. Esas işlevi bu yolla emekçileri düzene bağlamaktır. Biz bunun reddiyiz.

Türkiye’de sosyal-demokrasi Kemalizmin içinden doğdu. Bununla da ilgili olarak nerede durduğumuz belli. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet büyük bir tarihsel ilerlemedir ve komünistler kendilerinin eseri olmayan tarihsel ilerlemelerin mirasçısı, sürdürücüsüdürler. Bütün tarihsel ilerlemeler, sömürü düzenini aşmadıkları ölçüde onun sınırlarına çarpıp kırılırlar. Çoğu zaman sahipsiz kalırlar. Komünistler bu mirası kapsarlar, aşarlar ve sömürü düzeninin ötesine yürürken yeniden biçimlendirirler.

Aklımız net ve ne sosyal-demokrasiyi ne de Kemalizmi “tanımlamak” diye bir muammayla karşı karşıyayız.

                                                 *            *             *

Tarih ve teoriden değil, hayatın kendisinden söz edelim bugün.
Kendi payıma “solun CHP sorunuyla” pratik olarak yaklaşık kırk yıl önce tanıştım. Mahallenin devrimci gençleri olarak muhtarlık binasının kullanılmayan bir odasını kütüphane olarak düzenlemiştik. Gelenimiz gidenimiz vardı; tek bir örgütten değildik, dağınıktık o anlamda, ama klasik sayılacak bir siyasi çalışma yürütme çabasındaydık. İşimize karışmayan, tersine bizi çok destekleyen ilerici muhtar ağabeyimiz bir gün partinin gençlik kollarının kongresine katılmamızı rica etti bizden. Aramızda CHP üyesi yoktu hiç, ama delegelerden katılmayanlar oluyordu. Eğer gelirsek katılmayanlar adına onun göstereceği listeye oy kullanabilirdik… Bu sevimsiz davete ben icabet etmedim, ama ne olduğunu merak edip görmeye gittim. Ortada iki liste vardı ve ne biri ne diğeri CHP’liydi! Meğer aslında bizim muhtar da pek CHP’li değilmiş…

Başka bir sefer, politik bir çalışmada başı derde giren bir tanıdığımın CHP üye kartını göstererek gördüğü muameleyi hafiflettiğini dinledim. Tuhaf ama, sosyalistler ceplerinde önünden bile geçmedikleri bir partinin kartını taşıyorlardı.

Tabii, adı konmamış bir karşılıklılık vardı bu ilişkide. Sosyalistler hiç olmazsa seçimlerde CHP’nin başarısını istiyor, diliyor, çoğunlukla destekliyorlardı. “Büyüdüğümüzde”, bu işlere devam edeceksek, sosyalist olmadığını çok iyi bildiğimiz CHP, hepimiz gayet iyi biliyorduk ki, bir ihtimaldi... O kongrede sahte oy kullanmadım, CHP kartı edinmedim, CHP’li olma ihtimalini aklımın ucundan bile geçirmedim. Ama solda durum yaygın olarak buydu. Sanmayın ki, devrimciler CHP’nin içinde cirit atıyordu. Ya zamanı geldiğinde kapının önüne kondular, ya da gerçekten CHP’li oldular…

Biraz tarih ve teori her zaman gerekir. “Solun CHP sorunu” yukarıdaki örneklere yansıyan türden bir şeydir ve bu sorunun solun düzenden kopamayışlarla bezeli tarihine içkin kaynakları vardır. Bu sorunun solun sosyalist iktidarı, sosyalist devrimi hedefleyemeyip kısmi kazanımlarla yetinen teorisinde de kaynakları vardır. Tarih ve teori dediysek, bugünlük bu kadar yeter…

                                                *             *             *

Geldik 2019’a… “Solun CHP sorunu” sürüyor. Soy ismiyle müsemma İstanbul CHP başkan adayı Ekrem Bey, Cumhurbaşkanının meşruluğunu tartışmayı aklımızdan geçirmeyiz diyor, ama sorun ortadan kalkmıyor. 2019’da solculuk Başkanlık sisteminin, mevcut Cumhurbaşkanının, onun partisinin, imza attıkları karşı-devrimin, emekçilerin haklarını ezip yerine kurdukları sadaka/zekât sisteminin, yobazlığın, kentleri öldürmelerinin, yağmanın… tüm bunların meşruiyetini sorgulamakla başlar.

“Solun CHP sorunu” bugün de dün de solculuğun nereden başlayabileceğini ayırt edemeyenlerin sorunudur. Böyle bir derdi olmayanlar, mesela biz, işin bu kısmıyla “doğrusunu yaparak” uğraşırız. Biz düzeni sorgularız, teşhir ederiz ve sosyalist bir alternatifi somutlamaya gayret ederiz. Yukarıdaki anlamda CHP sorunu, sosyalizm mücadelesi yükseltildiği ölçüde ortadan kalkacaktır. Seçim mi; sosyalizmi temsil eden adaylar çıkartırız. Düzeni savunan herkesle ve her fikirle mücadele ederiz…

Ancak CHP ile ilgili sorun keşke yalnızca soldakinden ibaret olsaydı… Değildir. Geçmişe hiç girmeyeyim, bugün “CHP’lilerin” de bir CHP sorunu vardır!
Memleketin bugünkü halinden memnuniyet duymayanlar, şiddetle rahatsız olanlar… En fazla CHP’de toplulaşmış durumda. Peki bu insanlar bugün CHP’den ne işitiyorlar?

AKP düzeniyle birlikte yaşanabileceğini duyuyorlar örneğin. Hatta mevcut başkanla da yaşanabileceğini! Pahalılık, işsizlik ve yoksulluğun özelleştirmelerle, borç ekonomisiyle ilgisinin kurulmasına gerek olmadığını dinliyorlar. Her gün ölen işçilerin kayıtlara kaza diye geçebileceği söylenmiş oluyor onlara. Diyanet, imam hatipler, kuran kursları mı; hepimizin Müslüman olduğu tekrarlanıp duruluyor. Yine İmamoğlu’na, “bir elin verdiğini diğer el asla görmeyecek” lafı vesilesiyle göndermede bulunayım, sadaka mantığına yazılan güzellemeleri duyuyor CHP’liler CHP’den…

Oysa memnuniyetsiz ve rahatsız olan insanlar başka şeyleri ya biliyor, ya seziyorlar. Memleketin kurtuluşunun emekçilerin haklarını almalarından geçtiğini, ekonominin piyasa canavarının elinden kurtarılması gerektiğini, dinin toplumsal ve siyasal yaşam üstünde kurduğu tahakkümün yanlış olduğunu, dahası dinin egemenliğinin ahlaksızlığın kaynağı olduğunu, adaletin ancak adaletsizliklerle hesaplaşılarak tesis edilebileceğini, eşit olmayanların özgürlüğünden söz etmenin yalanın dik alası olduğunu… ya biliyorlar ya da seziyorlar.

Bu bilgi veya sezgi doğrudur. Türkiye’nin kurtuluşu aydınlanmada, yurtseverlikte, kamuculukta ve hakkı yenen emekçilerdedir.

Bilgisi veya sezgisi doğru olanların en fazla topluca kümelendiği siyasi parti CHP’dir. Sonuç olarak bu anlamda CHP’li olanların bir CHP sorunu vardır.

                                                  *             *             *

Bu ikinci sorun, ilkinden çok daha yakıcı. İlkini biz, komünistler hallederiz. Sosyalizm ve devrim başka, sosyal-demokrasi ve Kemalizm başka. Bu zihin açıklığını biz sağlarız.

Diğeri için ise aydınlanmacıyım, yurtseverim, kamucuyum diyenlerin yerlerinden kalkması gerekiyor.

Aydemir Güler / SOL

Türkeş Üniversitesi, sağcılaşma, normalleşme - FATİH YAŞLI

“Reis” Cumhur İttifakı’ndaki ortağı MHP’ye kuruluşunun ellinci yıldönümünde bir jest yaptı ve Adana Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nin adının Alparslan Türkeş Üniversitesi olarak değiştirilmesi için talimat verdi. Ortaklar açısından gayet normal, gayet anlaşılır.

Normal ve anlaşılır olmayan ise, daha doğrusu “ilk bakışta” öyle görünen şey ise CHP ve İyi Parti’nin, bu değişiklik Meclis’e geldiğinde elde tuzluk koşmuş ve “evet” oyu vermiş olmaları.
Normal şartlarda, MHP’den ayrılan bir ülkücü fraksiyon olmakla birlikte öyle ya da böyle muhalefet partisi konumunda bulunan ve geçen yıl yaptığı benzer teklif AKP-MHP tarafından reddedilen İyi Parti’nin, bunu doğrudan Bahçeli’ye verilmiş bir hediye olarak görmesi ve reddetmesi gerekirdi.
Ve yine normal şartlarda, CHP’nin hem tarihsel olarak siyasi yelpazede temsil ettiği yer hem de yaslandığı sosyolojik taban nedeniyle, yani meselenin ortaklar arası bir hediyeleşme olmasının da ötesine geçen bir perspektifle, ilkesel bir karşı duruş sergilemesi beklenirdi.
Peki “ilk bakışta” normal ve anlaşılır olmayan, aslında neden gayet normal ve gayet anlaşılır oldu?
Çünkü “AKP-MHP blokunu geriletme” diye rasyonalize edilmeye çalışılan politik tutum, daha baştan siyaseti hem ideolojik hem politik olarak yeni rejimin çizdiği sınırlar ve koyduğu kurallar çerçevesinde kabul ediyor.
AKP’nin MHP’yle kurduğu ittifak sonrası, Türk-İslam sentezinin 12 Eylül’den beri devletin resmi ideolojisi haline geliş süreci büyük ölçüde tamamlanmış ve düzen siyasetinin referans noktası haline gelmiş durumda. Buna bir ülkücü fraksiyon olan İyi Parti’nin itiraz etmesi zaten beklenemez, Kılıçdaroğlu CHP’si ise Yaşar Okuyan’la, Mansur Yavaş’la, Ozan Arif anmasıyla, “Millet İttifakı”yla, birebir sahiplenmese de Türk-İslam sentezini yeni rejimin ve siyasetin “yeni normal”i olarak görüyor ve kendisini bu “yeni normal”in içinde bir yerlere yerleştirmeye çalışıyor.
İdeolojik olarak böyle, politik olarak ise Türkeş Üniversitesi örneğinin bir kez daha gösterdiği üzere, sanki ortada normal bir rejim varmış, siyaset normal şartlarda icra ediliyormuş, “Reis” her gün Millet İttifakı’nı Kandil’le ya da FETÖ’yle ilişkilendirmiyormuş gibi yaparak tam da AKP-MHP bloğunun istediği bir “normalleşme”nin, aslında “biat” anlamına gelen bir normalleşmenin değirmenine su taşınıyor.
Normal olmayan bir rejimi normalleştirmenin ve uzlaşma arayışının en çok rejimin kurucu unsurlarının işine yarayacağını ve açıkça biat olarak görüleceğini ise Devlet Bahçeli’nin memnuniyetinden anlayabiliyoruz. Bahçeli, Meclis’te ortaya çıkan tablo için “gösterilen uyumun, anlayışın, işbirliğinin ve hoşgörünün hem kalıcı olması, hem yaygınlık kazanması huzursuzluk ve gerginlik tortularını kazıyıp atacaktır” diyor.
Türk-İslam sentezi, 12 Eylül darbesi sonrası, sermayenin çıkarlarına en uygun ideoloji olduğu için devlet katında büyük teveccüh görmüştü; çünkü işçi sınıfı mücadelesini zor aracılığıyla bastırmak yeterli olmayacak, toplumu topyekûn bir şekilde sağcılaştırmak gerekecekti.
Bugün de düzen siyasetinin topyekûn sağa çekmesi ve muhalefetin Türk-İslam sentezi aracılığıyla yeni rejimin sınırlarını ve meşruluğunu kabul etmesi benzer bir ihtiyaca denk düşüyor. Türkiye kapitalizmi bir krize doğru doludizgin giderken, bunun olası siyasal sonuçlarından duyulan ürküntü, düzenin bütün aktörlerini hem rejime yakınlaştırıyor hem sağa çekiyor. Sağcılaşma normalleşmeye ve normalleşme sağcılaşmaya tekabül ediyor, sermaye düzeni çıkışı bu ikisinde görüyor.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

"Türkiye üretmesin projesi"ni kim uyguladı? - Arslan BULUT

Sebze fiyatlarındaki artışı durdurmak için belediyeler tanzim satış çadırları kurdu, beşe alıp üçe sattı. Çadırlarda bakliyat satışına da başlandı.

Peki bu durum ne kadar sürdürülebilir? Evet, bahar gelip doğal üretim başlayınca sebze fiyatlarında düşüş olacaktır ama acil tedbirler alınırken, sorunun temeline de inmek gerekmez mi?

2008 yılında TZOB Başkanı Şemsi Bayraktar uyarmıştı: "Eğer Türkiye'de üretici desteklenmez ise gıda sıkıntısı baş gösterecek ve insanlar aç kalacak. Üretimi desteklemekten başka bir çaremiz yok. Bu nedenle topraklarımız çok kıymete bindi. Çiftçilerimize çağrıda bulunarak, 'arazilerinizi yabancılara satmayın, çünkü gelecek 10 yıl içinde en zenginimiz çiftçiler olacak' diyorum."

Bu uyarının üzerinden 11 yıl geçti. Üretim desteklenmediği için ekilmeyen arazi oranı arttı. Çiftçilik, büyük şirketlerin eline geçmeye başladı. Hükümet ise her defasında artan gıda fiyatlarını, yandaş şirketlere ithalat yaptırarak durdurmaya çalıştı! Asıl sorun, üretimdeki azalmaydı ama hiçbir tedbir uygulanmadı!

***

Çiftçiler, toprağı zehirleyen Amerikan firmalarına karşı dava açtı. Avukat Senih Özay, Tarım ve Orman Bakanlığı'na da başvurarak kansorejon içerikli tarım zehirlerinin piyasadan toplatılmasını, Monsanto şirketinin lisanslarının iptalini istedi. Bakanlığın başvuruyu cevapsız bırakması üzerine Bergamalı çiftçiler Hamza Kural ve Tahsin Sezer ile birlikte idare mahkemesine başvurdu. Ankara 18. İdare Mahkemesi'nde görülen davada Monsanto şirketi de müdahil olarak Tarım ve Orman Bakanlığı yanında yer aldı. Üstelik şirket, mahkemeye sunduğu dilekçede, Türkiye'de ruhsat aldıkları yabani ot zehirlerinde Dünya Sağlık Örgütü'nün kanserojen olduğunu tespit ettiği glifosat etken maddesini kullandığını kabul etti.

Davaya bakan Ankara 18. İdare Mahkemesi, bakanlığa başvurunun avukat Senih Özay tarafından yapıldığını, bu nedenle İzmirli çiftçiler Kural ve Sezer'in ruhsat iptaline ilişkin dava açamayacağına hükmetti. Mahkeme, Özay'ın ise "tarımla uğraşmadığını" kaydederek başvurusunu geri çevirdi. Özay, "Mahkeme bana, 'Sen avukatsın. Tarlan mı var, bitki mi ektin? Zehir mi attın' diye soruyor. Olması mı gerekiyor? Halk sağlığı için mücadeleye devam edeceğiz" dedi.

***

Oysa aynı dönemde, Amerikan gıda tekellerine karşı, Avrasya'nın tahıl ambarı konumundaki Kazakistan, Ukrayna ve Rusya, "ortak buğday pazarı" kurmaya karar vermişti.

Türkiye ise 57'nci hükümet döneminde Amerikan buğday tekellerinin baskısı ile çıkarılan buğday yasası ile buğday üretimini kısıtlamıştı. AKP döneminde de Türkiye, Amerikan şirketlerinin hazırladığı sözde ulusal "Biyogüvenlik Yasası" ile kendi tarım alanlarını genetiği değiştirilmiş organizmalarla yapılan tarıma açmaya zorladı.

Türkiye'yi yönetenler, Henry Kissinger'ın "Petrolün kontrolüyle bütün bölge ve kıtaları, gıdanın kontrolüyle de bütün insanları kontrol edebilirsiniz" sözüyle hareket eden ABD'nin ve Türk çiftçisinin üretmemesi için para veren AB'nin baskılarına karşı direnmedi. Ne istiyorlarsa yaptılar.

Köylü de emek harcamadan verilen paraya alıştırıldı! Zaten büyükşehirlerde, köyler de yok edildi. Şimdi iktidar, patates, domates, kuru fasulye ve nohut satarak çaresizliğini sergilemiş oluyorlar.

***

Türkiye, bu duruma aniden gelmedi. Hükümetler, tütün yasası, pancar yasası, buğday yasası çıkararak, üretimi azalttı! Denilebilir ki, Türkiye tarımının çökertilmesi için bir proje hazırlanmış olsa ancak bunlar yapılabilirdi.

Projeyi ABD ve AB'nin gıda tekelleri hazırladı, bizimkiler uyguladı! Aslında bu uygulamalar, Yüce Divan'da yargılanmayı gerektiren suçlardır. Çünkü Türkiye'de gıda güvenliğini yok etmişler, ABD ve AB'nin çıkarlarına hizmet etmişler, üretimi azaltarak, ithalatla yandaş zenginleştirmişlerdir.


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

26 Şubat 2019 Salı

Bir paket çayın ekonomi politiği - ORHAN GÖKDEMİR

Birinci sahne…
AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, partisinin “İstanbul Sandık Başkanları Buluşması”nda açıklamalarda bulunuyor. Açıklama dedikleri seçmene oy karşılığında çay dağıtılması… “Bütün hanım kardeşlerim, inşallah hazırlanan 200-250’şer gramlık çay poşetleri var” diyor büyük bir buluş yapmış edasıyla. Bu çaylar seçmene torbalar içinde verilecek. Torba da torba, boru değil kenevirden imal edilmiş. Elinde tuttuğu çay paketini ve kenevirden dokunduğunu söylediği bez torbayı gururla havaya kaldırıyor, çayı kapana yanında bez torba bedava.

Peki, sandık başkanları nasıl kapacak kenevir torbalardaki çayları? 

Şöyle açıklıyor merakla bakan ekibe; “Bütün hanım kardeşlerim, hazırlanan çay poşetlerini teşkilatımız sizlere teslim edecek, siz de bunları ikram edeceksiniz ve ‘keyifli saatler’ diyeceksiniz. Bununla beraber inşallah evlere gireceğiz ve evlerde bu keyifli saatler olurken bir diğer tarafta da inşallah siz unutulmayacaksınız, biz unutulmayacağız ve beraberce bu yolda yürüyeceğiz.” 

Kimin aklına gelir ki? Çayı veriyorsun, keyifli saatler diliyorsun, oyu kapıyorsun…

Peki, çayların parasını kim veriyor? 

Orasını bilemiyoruz. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde denetim de yok, basın da. Soru sormak imkânsız. Bu haberde geçen “sandık başkanları” da bizim bildiğimiz resmi sandık başkanları değil zaten. Onları toplayıp çay dağıttırmayı akıl edemediler daha. Bu haberde adı geçenler AKP’nin gayrı resmi sandık başkanları. Anlayacağınız her sandığı partili bir görevliye zimmetlemişler, başkan atamışlar. Seçim günü adam adama markaj yapacaklar o görevlilerle. Çay dağıttıkları kişilerden verdikleri oyu soracaklar. AKP’ye verdilerse eğer, “keyifli saatler” dileyecekler. Vermedilerse bir daha çay yok. Yani AKP paralel bir sandık kurulu oluşturmuş. Ne kimse sorabilir, ne kimse yazabilir.

Belli ki çay paketleri ve paralel sandık başkanları ile de mücadele edeceğiz bu seçimde de. Fakat her halükarda bizimkinden daha zor iktidar partisinin durumu. Büyük düşünen Türkiye’den 200 gram çay düşünen Türkiye’ye ulaşmayı başardılar kısa zamanda

***

İkinci sahne…
Görüntüyü izlemişsinizdir. Kamera arkada çekimde. Cumhurbaşkanının ense tıraşı üzerinde dört kapısı açık, kapılarda atlamaya hazır silahlı korumaların sarktığı bir jeep’in ilerlediği görülüyor. Yolun iki tarafı üçer beşer metre aralıklarla dizilmiş polislerle çevirili. Lüks otobüsün torpido ceplerinde çay paketleri dizili. Cumhurbaşkanı bu çayları birer ikişer alıp polis duvarının arkasında bekleyen kalabalığa doğru fırlatıyor. Kalabalık hoplaya zıplaya kendisine fırlatılan çay paketlerini yakalamaya çalışıyor.

Bu ne? 

İktidar partisi AKP’nin yerel seçim çalışması. Devletin kaslı kolları etkinliğin her yanında ama halkla kurulan bağ 200-250 gramlık çay paketinden ibaret.

***

Üçüncü sahne…
AKP Cumhurbaşkanı Erdoğan partisinin Kayseri mitingine cumhurbaşkanlığı uçağıyla gidiyor. Havaalanından miting alanına doğru Cumhurbaşkanlığı logosu taşıyan otobüsle ilerliyor. Geçeceği yol üzerinde binlerce polis önlem almış durumda. Yol kenarında kendisini selamlayanlara 200 gramlık çay paketlerini fırlatıyor keyifle.

Mitingde Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’la Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank var. Yani cumhurbaşkanı ile birlikte hükumet de orada. Miting katılımcılarına “Nasılsınız gadasını aldıklarım?” diye seslenen Erdoğan "31 Mart’ta hesabımızı kitabımızı sağlamca yapıyor muyuz? Kayseri, 31 Mart’ta bir kez daha tevazu ve gayretle memleket işi gönül işi diyor muyuz?" diyor. Gönül işe nerede? Çay paketinin içinde!

200 gram çaya kilitlenmiş bir düzen politikasıdır bu. İçinde çay vardır lakin politika falan yoktur. 15 yıldır iktidardadırlar, fiili bir olağanüstü hal yürürlüktedir, her sözleri fermandır, her istekleri emirdir. Onların adamı olmadan iş tutmak, onların olurunu almadan adım atmak imkân dâhilinde değildir. Araziyi oğlan, hazineyi damat tutmuştur, ülkenin tapusu ellerindedir. Ama işte bütün bunlara rağmen gelecekleri 200 gram çay paketine bağlıdır. Son seçimin işporta tezgâhına dönmesini esbab-ı mucibesi budur. 

Tarih bu seçimde kimin kazandığını değil, işte bu acıklı sahneleri not edecektir.

***

İktidarın mecburiyeti ortada. Peki, halkın 200-250 gramlık çay paketi için hoplayıp zıplamasını nasıl açıklayacağız?

Dün bir haber düştü basına. Türkiye'nin tek gümüş fabrikası olan Kütahya Eti Gümüş’ün kapısına kilit vuruldu geçen hafta. 1987'de kurulmuştu fabrika. 2004'te 41 milyon 200 bin dolara özelleştirildiğinde kasasında 20 milyon dolar para vardı. 

Fabrika 15 yıl önce büyük vaatlerle özeleştirilmişti. Maliyetler düşecek, karlılık ve verim artacaktı, öyle söylediler. Özelleştirildikten 15 yıl sonra üretim durdu, 950 işçisi de kapı dışarı edildi. Ne maaşlarını verdiler, ne tazminatlarını. Eti Gümüş, ilin son fabrikasıydı. Daha önce Manyezit İşletmeleri (KÜMAŞ), Kütahya Gübre Fabrikası (TÜGSAŞ), Azot Fabrikası, Şeker Fabrikası, Seyitömer ve Tunçbilek Termik Santralı aynı kaderi paylaştı. O kuruluşlarda çalışan binlerce işçi, büyük işsizler ordusunun neferleri arasına katıldı. İş yok, gelir sıfır. Mecbur çalacak iktidar partisinin kapısını, çalamayanlar bir paket çay için hoplayıp zıplayacak. Emekçinin düşküne dönüşmesi böylece tamamlanacak.
Bu da dördüncü sahnedir…

Kütahya büyük resimdeki küçük bir ayrıntı sadece. AKP laik cumhuriyetle birlikte ülkeyi tasfiye etme göreviyle iktidara geldi. Hakkını verelim, layıkıyla yaptı görevini. İşsizler düşkünlerle yarışıyor aşağıda. Yukarıda Saray’da acımasız bir yer kapma yarışı.

3-4 yüzyıl önce İngiltere’de ortaya çıkmıştı bu gelişme. “Çitleme” hareketi ile şehre göçen köylüler, geniş işsizler yığını oluşturmuştu. Devlet baş edemeyince “Düşkünler Yasası” çıkardı, işi olmayan kiliseye sığınıyor, yiyecek yemek ve yatacak yer gösteriliyordu. Ancak, iş bulanların hali düşkünlerden daha kötüydü. İşi bırakıp kilisenin şefkatli kollarına koştular haliyle. Tarihin kaydettiği en büyük yozlaşmalarından biri böyle ortaya çıktı.

İngiliz sendikal hareketinin başlama tarihi, Düşkünler Yasasının kaldırılması ile başladı. Düşkün, düşmüştür; vatanı, ülkesi, dini, imanı, aklı, mantığı, ahlakı olmaz.

Geliyoruz son sahneye. Demek ki devrim yapmadan önce, düşkünlüğü kaldırma borcumuz var. Bir paket çay için hoplayıp zıplamayacak bir halkımız olacak. Onun için üç otuz paraya sattıkları, yağmalattıkları o fabrikalara el koyacağız, ayağa kaldıracağız. Emekçiler için emekçilerle birlikte kaldıracağız şalterlerini.

Düzen mi dediniz? 

200-250 gramlık çay paketi kadardır hükmü. Bir paket çayın ekonomi politiğidir bu.

Orhan Gökdemir / SOL