6 Nisan 2019 Cumartesi

İstanbul'da AKP zaman kazanmaya mı çalışıyor? - Murat AĞIREL

Bu aralar sıkça söylenen Hint atasözünü hatırlatmak istiyorum: "Eğer birileri oturduğu koltuktan kalkmakta sıkıntı yaşıyorsa, kesin altına pisletmiştir."
31 Mart'ta yapılan seçim sonuçları ile ilgili süreç halen tamamlanmamış ve görünen o ki 12-13 Nisan tarihlerine kadar da tamamlanmayacak gözüküyor.
Anadolu Ajansı'nın (AA) veri girişini saatlerce durdurarak başlayan kaos sürüyor.

Toplum gergin.

Halk, iktidarın, bir an önce hayat pahalılığına çözüm olacak ekonomik müdahaleler bekliyor. Toplumda, AKP'ye yönelik tepki de bu yüzden diğer seçimlerde görülmemiş şekilde artıyor.

İktidar, il-ilçe seçim kurulları ve YSK'ya sürekli farklı bahanelerle başvurarak AA'nın başlattığı bilinmezliği destekleyen adımlar atıyor.

İşte tam bu süreçten sonra...

Cumhuriyet gazetesi yazarı değerli dostum Barış Terkoğlu'nun yazısında belirttiği kaos ekibi "Pelikancılar" devreye girdi.

Sosyal medya hesaplarından CHP'nin kendi sandık sorumlularını bilgilendirmek amacı ile kurduğu ara yüz sistemindeki bilgileri "şaibe" varmış gibi servis etmeye başladı. Bu çürütülünce bu sefer yalan haberler devreye girdi.

"YSK tüm oyları sayma kararı aldı", "Sandık başkanları gözaltına alındı", "İl Seçim kurulu başkanın kocası FETÖ'den sorgulandı" gibi yalan ve tek amacı kaos yaratmak olan safsatalar ile sosyal medyayı ve AKP tabanını kışkırtmaya çalıştılar.

Sonrasında aynı ekip cep telefonlarına, kişilerin sosyal medya hesaplarına "bir tanıdığım gönderdi", "eniştem duymuş", "tuvalette konuşurken duydum" gibi safsata akla gerçeğe uygun olmayan algı operasyonu malzemelerini servis etti.
Bu ekip, seçim akşamı İstanbul'da yaşanan mağlubiyetin sorumluları olarak da isim isim AKP üyesi ve taraftarları tarafından yazıldı.

Ben ayrıntısına girmeyeceğim.

31 Mart gecesinden bu yana İstanbul'da birçok noktada seçim kurullarında sandık ve oy nöbetindeydim. Sayılan sayılmayan oyları rakamları kamuoyundan önce bizler tanık oluyoruz.

Sadece şunu söyleyebilirim. Yasa dışı müdahaleler olmadığı sürece Binali Yıldırım'ın, Ekrem İmamoğlu'yla aradaki farkı kapatması mümkün gözükmüyor.
Bunu sadece biz mi görüyoruz hayır tabii ki...

AKP yetkililerinin tamamı da bu verileri görüyor ve biliyor.

O zaman karşımıza şu soru çıkıyor.

AKP sonucun değişmeyeceğini bildiği halde neden geçersiz oyların sayılması için ısrar ediyor?

Cevap olarak da aklıma gelen tek şey süre kazanmak... Neden böyle diyorum; İmamoğlu açıklamasında, aldığı bir duyumdan bahsetmişti. İBB içerisinde bir temizlik söz konusu demişti.

Kaynaklarımı aradım ve sordum.

Bu iddia belediyede görevli bir dostum tarafından da onaylandı. Hatta bu konu hakkında biraz daha bilgi vereyim.

İBB Başkan danışmanı olan bir ismin bilgisayarına format atılmasını istediği bilgisine ulaştım. Müdür, müdür yardımcısı konumundaki kişilerin odasında kağıt imha ettiklerine dair iddialar kulislerde konuşuluyor.

AKP'nin sonucu değiştirmeyeceğini bile bile itiraz etme nedeni bu çalışmalara zaman kazandırmak mı bilmiyorum. Ancak başka bir durum daha söz konusu...
O da İBB'nin 2019 bütçesi.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin 2019 yılı bütçesi, 23 milyar 800 milyon liradır. Belediyeye bağlı İETT ve İSKİ gibi kuruluşlar ile birlikte toplam bütçesi 34 milyar 801 milyon lira.

Bütçe bu kadar sanmayın! İstanbul Büyükşehir Belediyesine ait 28 iştirak var. Toplam ciroları da 24 milyar lira.

Yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin toplam hükmettiği para 82 milyar lirayı buluyor.

Peki, 2019 yılı içerisinde bu paralar hangi yatırımlara harcanacak?

...

Acaba arkada alelacele pastadan pay kapma telaşı mı var?


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

Hâkime saldıran Erdoğan'ı Ali Topuz ve Cindoruk kurtarmıştı! - Arslan BULUT

AKP Genel Başkanı sıfatıyla seçim sonuçları üzerindeki tartışmaları yorumlayan Tayyip Erdoğan, "Bu işler kitapta yazıldığı gibi değil. Önce öğrenin" dedi.
Kitaptan kasıt, seçim yasası olmalı. Yasada yazıldığı gibi yapılmazsa, seçimlere seçim denilebilir mi? Gerçi Erdoğan, bu sözlerden sonra seçim sonuçlarına itiraz süreçlerini anlattı ve "Son kararı Yüksek Seçim Kurulu verir" dedi. Örnek olarak da kendisinin milletvekili seçildiği hatta mazbatasını aldığı halde, bu sonucun iptal edilerek tercih oylarıyla öne geçen partisinin adayı Mustafa Baş'ın milletvekili olduğu 1991 genel seçimlerini hatırlattı.

Bu hatırlatma yerindedir ama eksiktir. Zira bundan önce de Erdoğan Beyoğlu belediye başkanlığına aday olmuş ve SHP'li rakibi karşısında seçimi kaybetmişti.
Ondan sonra ne olduğunu ise Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu'nda görevli 2. Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi Nazmi Özcan'ın avukatı Ali Rıza Dizdar, odatv'ye anlatmıştı.

Tutanakta imzası bulunan Soner Kalkan, ifadesinde şunları söylemişti: "Tayyip Erdoğan isimli şahıs yanında birkaç kişi olduğu halde içeriye girdi. Ve Seçim Kurulu Başkanı'na 'Şu haline bak sarhoş adam. Şu adalete bak. Kimlere kalmış. Seni yakacağım. Hepinizi adlı tıbba göndereceğim, (hâkime hitaben) Seni süründüreceğim. Yakacağım' şeklinde tehditte bulundu."

Beyoğlu İlçe Seçim Kurulu'nun şikâyeti üzerine Recep Tayyip Erdoğan hakkında 18 aydan iki yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.

Erdoğan, 31 Mart 1989 tarihinde polisler nezaretinde Beyoğlu Adliyesi'ne getirildi. Erdoğan, tutuklanacağını anlayınca mahkemenin bekleme salonundan kaçtı. Bunun üzerine Erdoğan hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı.

***

Bundan sonrasını ise KKTC'de bulunduğu sırada beyin kanaması geçiren ve tedavisi İstanbul'da devam eden Ali Topuz, içinde benim de bulunduğum bir heyete anlatmıştı: "Oğuzhan Asiltürk telefonla aradı. Genel başkanları Necmettin Erbakan'ın selamlarını iletti ve bir ricası bulunduğunu söyledi. Erbakan'ın 'Bizim gençlerden Tayyip Erdoğan bir hata işlemiş. Ali Bey'in dünürü de Ağır Ceza reisi. Acaba devreye girmesi mümkün mü?' dediğini belirtti. Dünürüm, bu tür müdahalelere kapalı birisiydi. Tam bir kanun adamı idi. Epey düşündüm ve sonunda aradım. Bana yapılabilecek bir şey olmadığını, saldırıya uğrayan hâkimin şikâyetten vazgeçmesi halinde bile kamu davasının devam edeceğini ancak sanığın cezasının hafifletilebileceğini söyledi. Sonunda Nazmi Bey'in şikâyetten vazgeçmesi sağlandı. Erdoğan'a da 'bir süre ortalıkta görünmesin' diye haber gönderildi. Böylece Erdoğan ağır bir ceza almaktan kurtuldu."

Bu arada, şimdi Erdoğan'ın "bedel ödeyecek" dediği Hüsamettin Cindoruk da Erdoğan'ı kurtarmak için bizzat devreye girdi.

Erdoğan, 27 Nisan tarihindeki ilk celseye geldi. Beyoğlu Asliye Ceza Mahkemesi, yapılan duruşmanın ardından Erdoğan'ı tutuklayarak Bayrampaşa Cezaevi'ne gönderdi.

4 Mayıs 1989 tarihine kadar cezaevinde kalan Erdoğan, tekrar hâkim karşısına çıktı. Mahkeme, Erdoğan'ı 500.000 TL kefaletle serbest bıraktı. Mahkeme, Erdoğan'ı yargılama sonunda hâkime hakaret suçundan 6 ay hapis ve 20 bin TL para cezasına çarptırdı. Hapis cezası TCK'nın 72. maddesi gereğince 920 bin TL para cezasına çevrilerek tecil edildi.

***

Şimdi Yüksek Seçim Kurulu, AKP'nin her itirazını kabul ediyor. Ankara AKP yetkilisi, "Yeni sayımlar beklentilerimizi karşılamıyor. Sonuna kadar itiraz edeceğiz" diye açıklama yapabiliyor! Yani kazanana kadar mı?
İstanbul'da İl Seçim Kurulu Başkanı'nın eşi hakkında bir isim benzerliği kullanılarak "FETÖ'cü" diye yayın yapılıyor! Yani hâkim tehdit ediliyor! Yenilgiyi hazmetmek neden bu kadar zor geliyor acaba?


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

5 Nisan 2019 Cuma

Halkımız siyasallaşıyor - ÜNAL ÖZMEN

Seçmen olarak tercihimizi ekonomiye bakarak belirleyeceğimizi öngörenler yanıldı. Sonucu hâlâ öyle değerlendirenler ise yanılgılarında ısrar ediyor. Seçmen ekonomiyle ilgilenmedi, hem de hiç… 
İnsanlar, oyunu kullanırken alım gücünün düşmesine, işsiz kalmasına, enflasyona, kur artışına, kamu mülklerinin talan edilmesine bakmadı. Ekonominin 24 Haziran Genel Seçimine etkisi ne idiyse bunda da o kadar oldu. Ekonomi seçmenin eğilimini etkileseydi 2002 benzeri bir sonuç ortaya çıkması gerekir krizin sorumlusu AKP’nin oyu yüzde 15’in altına düşmüş, siyasi hayatında ekonomiyle uzaktan yakından ilgisi olmamış MHP kapısına kilit vurmuş olurdu. 
24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP-MHP ittifakının oy oranı 52.59 İdi. 31 Mart 2019 yerel seçiminde iktidar partilerinin oy oranı aşağı yukarı aynı, 51.64. 2002’de iktidar partisini sandığa kilitlemiş bir halkın, ondan daha hafif olmayan ekonomik krizin hesabını görmeyi nüfusun sadece yüzde birine bıraktığı düşünülemez! 
AKP-MHP ortaklığının (en) başarılı olduğu illerin ve bölgelerin ülkenin en yoksul kentleri olmasına sosyolojinin başka açıklamaları olabilir. Fakat işsizlik oranının en yüksek olduğu, yoksulluğu iliklerinde hisseden Ağrı, Urfa, Şırnak, Yozgat, Adıyaman gibi illerin yoksulluğunun ve kendisini kimin yoksul bıraktığının farkında olmadığını söyleyemeyiz.
Yoksulluk, kültürel etkileşime kapalı toplumları dönüştürmez; aksine, içine kapanmış toplumlar, hayatı dirimsel varlığını sürdürmekten ibaret görür ve kültürel değişime direnir. Yoksulluğun ve işsizliğin kıskacındaki İç, Doğu ve Güney Doğu ile Karadeniz bölgelerinin muhafazakârlığını, siyasal toplum olma yolundaki yavaşlıklarına bağlamak yanlış olmaz. Siyasallaşamayan toplumlar kendisini aç bırakanlardan hesap soramaz. 
Muhafazakârların kaybettiği yerlerin, ise yaşam kalitesini iktisat dışı etkenlerle ilişkilendirebilen dışa açık (kültürel anlamda sınır) bölgeler olduğu görülüyor. Bu bölgeler, iktidarın ekonomik yaptırımına rağmen tercihini yaşama biçimini değiştirme/değiştirmemeden yana yaptı. Devletin “beka meselesi” olarak görülmesini istediği (eğer gerçekse) dış tehdidin menzilinde olmalarına rağmen! 
Seçim dini ve laik kültür arasında yapıldı. Harita bunu açıkça gösteriyor. Ve bu iyi bir şey. Ekonomiye göre belirlenen davranış sonuçta çıkara dayalı, stratejik bir karardır. İdeolojik (siyasi) tercih, ekonominin de gözetildiği, ilkelere dayanan insana özgü kararın sonucudur ve daha değerlidir. Çünkü meselemiz bizi yoksullaştıranla, varlığımızı çalanla değil, onun ideolojisiyledir. 
Yavaş yavaş, kıyılardan içe doğru yurttaşlaşıyoruz. Ankara’da 25 ilçenin 22’sini, İstanbul’da 39 ilçeden 25’ini AKP-MHP ittifakında bırakıp büyükşehirleri CHP’ye devreden halkımız, muhafazakârlığımı kendi içimde, özel alanımda yaşamak istiyorum; dışarıda, büyük ölçekte seküler düşünüyorum demiş olabilir. Muhafazakâr toplumların siyasallaşması böyle olur; temkinli fakat kalıcı…
Siyasal İslam’ın sonunu gören Türkiye tavrını yeniden belirliyor. Hangi ilkeler etrafında birlikte yaşayacağımıza karar verme aşamasındayız. Bir yurttaş olalım, ilkelerimizi belirleyip birlikte yaşamaya karar verelim gerisi kolay…
Ünal Özmen / BİRGÜN

Seçim sonrasında birkaç tespit - KORKUT BORATAV

İttifakların ağır bastığı 31 Mart seçimleri, partiler-arası oy dağılımının hesaplanmasında güçlükler getiriyor. Önemli dağılım, bence, faşist ittifakın oy oranıdır.  İktidarın bekası açısından kritik olan eşiğin yüzde 52 olduğunu önce Bahçeli, seçimi izleyen balkon konuşmasında da Cumhurbaşkanı ilan etmişti.  Kesin olmayan sonuçlara göre, bu hedefin bir çentik altında kalmış görünüyorlar:  Yüzde 51,6…

İttifakın bu “eşiğe” nasıl yaklaştığını herkes biliyor: Hayalî bir “beka” sorunu; devletin tüm olanaklarının seferberliği;  Nazi-türü propaganda teknikleri; Cumhurbaşkanı’ndan ölçüsüz tehditler, ağır suçlamalar…

Yine de seçmenlerin yüzde 48,4ü faşist ittifaka “hayır” dedi. Sembolik önem taşıyan tüm büyükşehirlerde; işçi sınıfının yoğunlaştığı, sanayileşmiş, eğitimli bölgelerde muhalefetin   galibiyeti dikkat çekti.

1 Nisan sabahı, sıradan insanlarımızın pek çoğu rahat bir soluk aldı. “Bu karanlık, adaletsiz gidişe son vermek mümkünmüş” algılaması doğdu.

İktidar yerindedir; sınıflar-arası denge değişmemiştir; ama 31 Mart seçimleri İslamcı faşizme gidişi frenlemiştir. Bu nedenle küçümsenemez; önemlidir. İki büyük kentte belediye başkanlığını kazananların siyasî, ideolojik özellikleri güncel sorun değildir.

CHP’nin yeni belediye başkanlarını kutluyoruz; başarılar diliyoruz. Seçim başarılarına katkı yapan; seçim sonuçlarını nöbetleşe koruyan CHP örgütlerine, militanlarına, milletvekillerine de şükran borçluyuz.

CHP’nin özünde yer alan halkçı, Kemalist, devrimci, sol eğilimleri bu insanlar temsil etti; 1 Nisan’da “rahat soluklanmamızı” mümkün kıldı. Türkiye’nin geleceğine ilişkin iyimserliğimize de katkı yaptı.

“Merkez siyaset” gündemde mi?
Nisan 2017 Anayasa Referandumu   da benzer (%51,2 / %48,8’lik ) evet / hayır  dökümü ile sonuçlanmıştı. Böylece, son yıllarda İslamcı faşizme karşı Türkiye toplumunun kabaca yarısını temsil eden bir muhalefet bloku  oluşmuş görünüyor. Bu blok, Cumhuriyetçi, sosyalist, liberal akımlardan ve  HDP’den oluşmuştur.
“Kendiliğinden” oluşan bir muhalefet blokudur; bu nedenle ortak bir siyasî platformdan yoksundur. Ama, faşizme karşı direnme potansiyelini de içermektedir.
İktidar bloku yüzde 52’lik kritik oy hedefine yaklaştı; yine de bir moral sarsıntısı içindedir. Siyasî yansımalar mümkündür.

Seçim arifesinde AKP içindeki gerilimleri, “ılımlı / demokrat İslamcı” (veya “muhafazakâr”) bir partiye dönüştürme tasarımından ve (Abdullah Gül, Ali Babacan gibi) “eski tüfekler”in liderliğinden söz edilmekteydi. Bu girişim, büyük bir “merkez sağ / sol ittifak” tasarımının ilk aşamasını oluşturamaz mı? Büyük, “kozmopolit” sermaye çevrelerinin ve  Batı’nın Türkiye için ideal çözümü bu değil midir?

    Liberal akım, muhalefet blokunu doğal olarak merkeze çekme doğrultusunda etkilidir. Siyasî İslam’da “demokrasi” arayışı, Türkiye liberalizminin kalıcı bir özelliğidir. Bu “arayış”ın, 31 Mart sonrasında siyasete yansıması, olsa olsa CHP aracılığıyla gerçekleşebilir.

     CHP’nin egemen siyaset dilinin “Kemalizm”den arındırılıp “sosyal demokrasi”ye dönüştürülmesi liberal akımın etkisini yansıtıyor. Bu dönüşümün doğal bir uzantısı siyasî İslam ile uzlaşma, mümkünse ittifak arayışlarıdır. Örnekler çoktur. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun CHP adaylığı için Abdullah Gül’ü ikna çabalarını hatırlatmakla yetinelim.

Bu türden bir “merkez siyaset” arayışı, 31 Mart seçimlerinde Ankara ve İstanbul’da belediye başkan adaylarının seçiminde uygun ve yararlı olmuştur. Ancak, Türkiye siyasetine taşınırsa iki konuda farklı sorunlar içerecektir.
Birinci güçlük, “ılımlı siyasî İslam” ile CHP tabanının sola dönük, özünde Kemalist olan eğilimleri arasında laiklik konusundaki kan uyuşmazlığı ile ilgilidir.
İkinci güçlük, “merkez siyaset”in ekonomik krize karşı neo-liberal reçetelere teslimiyet tehlikesi ile ilgilidir.

Laiklik, CHP liderliği  ve sosyalistler
        Hukuk devletine ve parlamenter rejime dönüş, merkez siyasetin “ılımlı İslam” kanadı ile de uyumlu talepler olabilir. Ancak, 2019 Türkiye’si koşullarında merkez-sol, AKP rejimine “İslamcı faşizm” teşhisini koymazsa demokratikleşme gündemi eksik kalır. CHP liderliği ise, AKP rejimine “İslamcı” teşhisini koymamakta ısrarlıdır; zira, (onlara göre) “Türkiye’de laiklik tehditte değildir.”

    Referandum sonrasında AKP’nin İslamcı rejime geçiş stratejisinde bir değişiklik olduğunu düşünüyorum. Rejim değişikliğinin küçük, iddiasız adımlarla (adeta “çaktırmadan”) gerçekleşmesi daha güvenli görülmüş gibidir. Müftülere nikah yetkisi, okullara mescit, yeni eğitim müfredatı, Cuma namazına uyarlanan mesai, kadınlara ayrı otobüs gibi kimi uygulamalar örnektir.

    Bunlara resmî çevreler tarafından açıkça sahiplenilmeyen sembolik (heykel kırma, Ramazan yasakları, “dekolte” kadınları taciz gibi) saldırılar eklenmelidir. İktidar ile “muteber” cemaat / tarikat çevreleri arasında örtülü-açık işbölümü, eşgüdüm akla geliyor.

    Mevzuatta, yargının  içtihat ve uygulamalarında  küçük revizyonlar, hukuk sistemini fiilen  şeriata yaklaştıracaktır. Sokaklardaki yobaz baskıları, insanlarımızı “belâya bulaşmamak” için İslâmî hayat tarzına sürükleyecektir.

    Bunları iki-üç  yıl sonrasına taşıyın; İslamcı düzene yumuşak (“çaktırmadan”) geçiş kendiliğinden gerçekleşmiş olacaktır. Yeni bir anayasaya gerek kalmayacaktır.
    
    Laiklik gündemi ve mücadelesi, böylece, sadece dinî kuralların devletten, kamu yönetiminden, eğitimden uzak tutmayı kapsamaz. Günlük yaşamdaki özgürlük alanlarımızı, dinsel yobazlığa karşı korumayı da içerir. CHP tüm seçmen ve üye tabanı ile bu gereksinimlerin farkındadır. Ama bu farkındalık lider kadrosu tarafından siyasete taşınmamaktadır.

Buna karşılık, Haziran 2013 kalkışmasından bu yana Türkiye’de aydınlanmacı, cumhuriyetçi değerleri, kazanımları savunan ana akım Türkiye sosyalizmi oldu. Laiklik konusundaki somut mücadelelerin öncülüğünü de sosyalistler üstlendi. Dört yıl önce bilimsel-laik eğitim boykotu ve kampanyasının Birleşik Haziran Hareketi ve Eğitim-Sen tarafından örgütlendiğini; Halkevlerinin katkılarının da büyük önem taşıdığını hatırlatalım.

Siyasetin merkezindeki aymazlık sürdükçe, İslamcı düzene “yumuşak geçiş”i teşhir etmek, frenlemek de büyük ölçüde sosyalistlere düşecektir.

Krizde emeğin savunulması kime düşecek?
Kılıçdaroğlu’nun AKP’ye,  “krize karşı ortak çalışma” önerdiğini biliyoruz. Ancak, CHP’nin yayımladığıTürkiye’nin Krizi belgesi, AKP’nin ekonomik krize katkı yapan hatalarının doğru bir dökümünü yapmakta; çözüm önerileri ise, kriz konjonktürünü kapsamamaktadır.

Bu belirsizlik, neo-liberal şablonun iktisadî sağduyu önlemleri biçiminde sunulması ile sonuçlanabilir: Merkez Bankası bağımsızlığı, sıkı para - maliye politikaları ve yapısal reformlar… Geleneksel bir IMF programının  da ana öğeleri…
    
Türkiye’yi bu tür bir programa yönlendirmek için “finans kapitalin   ayak takımı” (çeşitli “yatırım uzmanları” kimlikleri ile) devreye girmiştir. Seçimi izleyen üç-dört gün içinde bu kampanyadan derlediğim bazı örnekleri (“tetikçi uzmanlar” yerine şirketlerinin  adları ile) aşağıya alıyorum:

    Rabobank: “Türkiye yöneticileri yerel seçimlerden hemen önce döviz piyasasının çalışmasını önlemeye ve böylece TL’nin istikrarını sağlamaya kalkıştılar. Maliyetine değer miydi?”
    ABN Ambro: “Bugünkü hükümet reform heveslisi görünmüyor; ekonomiyi daha fazla ucuz krediye boğmak gibi numaralara yönelecektir.”
Blue Bay Assets: “Hükümet hızla güven tazeleyen kapsamlı bir program sunmalıdır; aksi halde işler kötüleşecek ve başları derde girecek.”
    Commerzbank: “Bu seçim Cumhurbaşkanı için bir güvenoyu olarak görüldü; ama Erdoğan’ın politikalarına anlamlı bir değişiklik getireceğini sanmıyorum.”
    TS Lombard: “Arjantin de finansal güçlüklere sürüklendi; ama IMF’yi çağırdı. Bu sayede verileri herkese açıldı; zira IMF saydamlık getirir. Tamamen zıt bir durum yaşadığı için bugünkü Türkiye’ye  yatırım yapılamaz.”
    Oxford Economics: “Küresel finansa ihtiyacın varsa, onun kurallarına   göre oynayacaksın. Türkler, bu kuralları çok hafife aldı; Türk-usulü iktisadın uygulanabileceğini zannetti. Yeniden itibar kazanmak için çok zaman gerekecek.”

    Türkiye’nin bu tür “uzmanlara” muhatap hale gelmesi utanç vericidir.
IMF, finans kapital tarafından yaratılan bir bunalımın maliyetini sert kemer sıkma ve yapısal uyum reçeteleri ile emekçilere yıkar. Reddedilmelidir; çünkü finansal krizlerin yükü, borçlulara (yoksullara) değil, riskleri peşinen kredi maliyetlerine yüklemiş olan alacaklılara yansıtılmalıdır. Bu tür sağlıklı tepkilerin (sermaye hareketlerini sınırlayarak gerçekleşen) yöntemleri yıllardan beri geliştirilmiş; uygulanmıştır.

Şu anda Arjantin, bir IMF programını, krizi daha da derinleştirerek yaşamaktadır. CHP’nin “merkez siyaset” güzergâhı ise Arjantin’e yönelir.

Türkiye’nin finans kapitale, IMF’ye teslimiyet eğilimlerine karşı direnmesi için de sosyalistlerin, solcuların   devreye girmesi gerekecektir.

Korkut Boratav / SOL

Hüsnü Mahalli: Perde arkasında Fırat’ın doğusu var - Doğan Ergün

Türkiye-ABD ilişkilerinde en önemli gerilim başlığını, Ankara-Moskova hattında S-400 füze savunma sistemleri ve Suriye başlıklarında süregiden yakınlaşma oluşturuyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ABD’li mevkidaşı Mike Pompeo arasında önceki günkü görüşmede de gündeme gelen Suriye başlığında gelinen aşamayı, bölge uzmanı, yazar Hüsnü Mahalli ile konuştuk.

Trump tweet atar.
- Ankara-Washinton hattında Suriye konusundaki farklı yaklaşımlar gündemden düşmüyor. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de yerel seçim ve iç politikayla ilgili yoğunluk olduğu için dış politika biraz geri itildi. Aslında Ankara tıkanmış durumda. ABD ise S-400 ve F-35’ler konusunu ciddiye aldığını gösterdi. Seçim sonuçlarının belli olmasının ardından ABD Başkanı Donald Trump’tan bir tweet gelebileceğini düşünüyorum. 

Ancak gerilimde perde arkasındaki asıl konu, her iki ülke için de stratejik önemi olan Fırat’ın doğusu. ABD; Suriye, Irak, İran ve Türkiye’yi bu konuyla meşgul ederek, İsrail’e verdiği destek ve Tahran’a uygulanan basıncı perdelemek istiyor. Aslında İsrail’in kurulmasına imkan veren Balfour Deklarasyonu ve Sevr’in suya düşmesiyle yüz yıl ertelenen bir mevzu bu Kürt meselesi. Öte yandan, iktidar tarafından dile getirilen “bekâ meselesi” bununla ilgili. Ancak sorun, Türkiye’nin kendi dış politika yanlışlarından kaynaklanıyor. İktidar, bu yanlışların bedelini Türkiye’ye ödetiyor. 

Çözüm Suriye’den geçiyor.
Türkiye, ekonomi ve dış politika bakımından ciddi bir bunalım içinde. Umarım bundan ders çıkarırlar. Türkiye ile Suriye ilişkileri düzelirse, Irak, İran ve daha bir dizi sorun düzelecek. Suriye bu bölgenin kilit ülkesidir. Abdullah Gül, 2009 yılında ilk ziyaretlerinden birini Suriye’ye yaptığında Ortadoğu’nun kapıları Türkiye’ye açıldı. Yine aynısı olabilir. Sen Suriye’yle ilişkilerini düzeltebilirsen Fırat’ın kuzeydoğusu sorununu çözebilirsin. Bunu da “savaş perspektifi” ile değil, “çözüm” adına söylüyorum.

İdlib’le düşünsel akrabalık var.
- Suriye’de bir başka önemli konu da İdlib sorunu. İdlib için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Türkiye, İdlib konusunda istekli görünmüyor. İdlib’deki muhaliflerin AKP iktidarıyla ideolojik akrabalığı var. Dünyada Müslüman Kardeşler AKP’ye sempatiyle bakarken, Ankara’nın İdlib’de Şam ve Rusya’nın istediği adımı atması çok zor. Rusya ise “İdlib için ilelebet beklemeyiz” dedi. Muhtemelen seçimleri bekliyorlardı. Mayıs ayında yapılması beklenen Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Putin’in görüşmesinde muhtemelen bu konu görüşülecek ve bir noktaya bağlanacaktır. 

- Bugün Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun masasında da İran’a bağlı güçlerin Suriye’den çıkarılması konusu var.
Bu noktada öncelikle Suriye’nin tutumu önemli. Esad biliyorsunuz iki ay önce Tahran’a gitti. Bu konuda net bir tutumu var. İran ve Suriye birbirlerinden vazgeçmez. Irak-İran savaşında da Baba (Hafız) Esad İran’dan yana tavır koydu. 

Arap ülkeleri suspus.
Rusya’nın ise büyük devlet olarak kurduğu ilişkiler, BMGK’deki konumu, farklı yerlerdeki üsleri vb. düşünüldüğünde yaklaşımı tabii ki Suriye’den farklı. Bu nedenle İran için net bir tercih yapmak zorunda değil. Ancak, şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki, Putin, Suriye-İran bağını çöpe atacak bir adım atmayacaktır. Zaten böyle olsaydı Suriye’ye S-300’leri vermezdi. Suriye’de İran’ın askeri varlığının Golan’dan kaç km. uzaklaşacağı gibi görece küçük meseleler gündemde olabilir. Oysa, aslolan, Kudüs meselesidir, Golan meselesidir. Dahası, çok yakında ABD Filistinlilere Ürdün’den alınacak bir toprak parçasını işaret edecek ve Batı Şeria’yı da ellerinden almak isteyecekler. Tüm bu başlıklarda özellikle Arap ve İslam ülkeleri suspus kalıp hiçbir şey yapmıyor.

Doğan Ergün / CUMHURİYET

NATO ile kriz hilafet rejimi için mi? - Arslan BULUT

ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, "Türkiye bir tercih yapmak zorunda. Tarihteki en başarılı askeri ittifakta kritik öneme sahip bir ortak olarak mı kalmak istiyor? Yoksa ittifakımızı sarsacak pervasız kararlar alarak bu birlikteliğin güvenliğini riske mi atmak istiyor?" diye bir mesaj yayınladı.
Pence'in sözlerine, Türkiye adına Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, aynı yöntemle; Twitter mesajıyla cevap verdi:"Amerika Birleşik Devletleri bir tercih yapmak zorunda! Türkiye'nin müttefiği olarak mı kalmak istiyor, yoksa NATO müttefiğinin düşmanları karşısında savunulmasını hiçe sayarak teröristlerle ortaklık kurup dostluğumuzu riske mi atmak istiyor?"

***

Fuat Oktay'ın bu çok net cevabı, Türkiye ile ABD arasında asıl sorunun, S-400 füzeleri değil, ABD'nin Suriye'de PKK/PYD ordusu kurması ve Türkiye'nin müdahalesini de önlemesi olduğunu gösteriyor.

Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'nun Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüşmesinin ardından ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Robert Palladino, yaptığı açıklamada, "Bakan Pompeo, bölgedeki tek taraflı Türk askeri harekatının potansiyel olarak yıkıcı sonuçları olacağına dair uyarıda bulunurken, kuzeydoğu Suriye ile ilgili devam eden müzakerelere destek verdiğini belirtti" ifadelerini kullandı.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy ise bu açıklamaya cevaben "Görüşmeden önce kaleme alındığı aşikar olan bu açıklama, görüşmenin içeriğini yansıtmıyor." dedi.

***

ABD, Türkiye'yi NATO'dan çıkarabilir mi? Kuzey Atlantik Antlaşması'nın 13'üncü maddesi şöyle: "Antlaşma 20 yıl boyunca yürürlükte kaldıktan sonra herhangi bir taraf, ayrılma bildirimini Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti'ne vermesinden bir yıl sonra taraf olmaktan çıkabilir. ABD Hükümeti aldığı her ayrılma bildiriminden tüm tarafları haberdar edecektir."

Bu maddeden ve antlaşmanın tamamından, NATO'nun ABD demek olduğu anlaşılıyor. Yine de antlaşma, ABD'ye hiçbir ülkeyi, NATO'dan çıkarma yetkisi vermiyor. Türkiye kendisi isterse NATO'dan çıkabilir.

Kâğıt üzerinde durum böyle ama ABD, diğer NATO ülkelerini de ikna ederek Türkiye üzerinde baskı kurabilir. Böylece Türkiye NATO'dan ayrılmak zorunda kalabilir.

ABD'nin Türkiye'yi "S-400 sistemini alırsan NATO üyeliğin sona erer" diye tehdit etmesi ciddi bir baskıdır. Türkiye'nin kendi hava savunma sistemini kurması, NATO ülkelerinin saldırısını da imkânsız kılmak demek oluyor. Şu anda Türkiye'nin hava savunma sistemi yok. Zaten Türkiye'nin NATO'ya karşı hiçbir savunma sistemi yok! Ergenekon-Balyoz operasyonları bir NATO saldırısıydı. 15 Temmuz darbe girişimi, bir NATO saldırısıydı. Türkiye'nin Suriye'den kuşatılması bir NATO saldırısıdır. Beş milyon Suriyelinin Türkiye'ye sürülmesi bir NATO planlamasıdır! NATO demek, ABD demek ise gerçek budur.

***

ABD ve PKK'nın, Türkiye Cumhuriyeti'ni bir Türk-Arap-Kürt federasyonuna çevirmek için, IŞİD düzeneğini kullandığı ve Suriyelileri bu hedef için Türkiye'ye sürdüğü açıktır. Türkiye bu tuzağa kendi kararı ile düşürülmüştür.
Peki, Türkiye'deki siyasi iktidar, Suriyeliler konusunda ne yapmaya çalışıyor?
Prof. Dr. Ümit Özdağ, Destek Yayınları arasında çıkan, "AKP Rejiminin Dörtlü Krizi: Kaçınılmaz Çöküş" adlı son kitabında şu değerlendirmeyi yapıyor:
"Erdoğan'ın asıl amacı, Türk devletinin demografik yapısını değiştirerek millet kimliği yerine ümmet kimliğine dayanan yeni bir sosyoloji yaratmaktır. Erdoğan, bu sosyoloji üzerinde, amaçladığı hilafet rejiminin daha rahat oturacağını düşünüyor. AKP ileri gelenleri, yavaş yavaş alıştırma süreci diye adlandırabileceğimiz bir strateji çerçevesinde, 'Suriyeliler, büyük devlet olmak için büyük fırsata dönüşebilir' diyerek, Suriyelilerin Türkiye'de kalacağını bunun için söylüyor."

"Türkiye, NATO'da mı kalacak, yoksa Avrasya'ya mı dönecek" derken, ülkenin adım adım Hilafet sistemine sürüklendiğini görmek gerekiyor!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Akseki'de neler oluyor?..- AHMET TAKAN

Toroslar'dan, Antalya'nın güzel ilçesi Akseki'den yayılan kötü kokular Ankara'ya kadar ulaştı. Çok ciddi iddialar var. Bölge insanı çok huzursuz... Bölgede  mermer ocaklarının açılması için yapılan planlamalar ve baskılar halkı iyice germiş. Akseki ve çevresine fiziki olarak mermer ocaklarının açılmasının mümkün olmadığı belirtiliyor.  Çevredeki  tarihi yerlerin talan edilmesinden, doğal güzelliklerin yok edilmesinden endişe ediliyor...


Aksekililer seslerini duyurmak için kapı kapı dolaşıp birçok ilgili yere müracaatta bulunmuşlar. Doğayı,tarihi ve tarımı yok edecek mermer ocaklarının açılmasını önlemek için kritik eşikteler. Güzelsu Kültür ve Dayanışma  Derneği Yönetim Kurulu Başkanlığı, belgelerle ekli kapsamlı resmi bir dilekçe hazırlayıp 1 Nisan'da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na gönderdi. Aynen yer vereceğim bu dilekçeyle herhalde  fazla lafa gerek kalmayacak!..

***

"Antalya ili, Akseki ilçesi, Güzelsu Mah. (Güzelsu, Pınarbaşı, Çaltılıçukur, Çukurköy, Taşlıca Mah.) Mevkiinde, Tcknomer Turizm Tanm Madencilik İnşaat Tic. Ltd. Şti. ("Teknomer") tarafından 201800575 (97.83 ha) ve 201800638 (49,92 ha) ruhsat nolu sahaların "2-b Grubu Maden (Mermer)"' projesi ("Proje") altında ÇED 1-2 izni (beraberce "ÇED İzni") İstenmektedir.

11 Nisan 2019 günü Proje ile ilgili ikinci IDK toplantısının yapılacağını öğrendik. Yöre halkının Projeye ÇED izninin kesinlikle verilmemesi talebini tekrar iletir, aşağıdaki hususları ÇED izni verilmemesi yönünde bilginize sunarız:
l. Teknomer'in ruhsatlan ve istediği iki ÇED alanı dört mahallenin ortasında ve bu mahallelerin yaşam alanı içindedir. Bu nedenle yöre halkı "ÇED izni verilmemesi" yönünde 728 imza verdi. Ekte bu konuyu özetleyen bir sunumu ilginize sunuyoruz. Ek-1
a. Bozulmamış ve çok özel bir doğaya sahip olan bu dört mahalle, meşhur düğmeli evleriyle alternatif turizm için oldukça uygundur. Açılacak olan bir mermer ocağı (ilk mermer ocağı olacak ki bu da konunun önemini artırıyor) tüm bu güzelliği ve değerleri geri dönüşü olmamak üzere bozacaktır.
b. ÇED2 alanı dört mahalleye ortalama 1.5 km mesafededir (ikisine yaklaşık 930 metre) ve ortalama 460 m mesafede çevresinde 12 ev bulunmaktadır. Zeytin, üzüm, meyve ve sebze yetişen tarlalara çok yakındır.
2. Teknomer'in bölgedeki ruhsatlarının içinde ve yakınlarında 17 nokta arkeolojik alan olarak Temmuz 20l8'den bu yana korumaya alınmıştır. Bu sayı daha da artacak. Çünkü bölgede araştırmalar henüz çok yeni.
a. Akseki Belediyesi bölgeyi 1. Derece Arkeolojik SİT Alanını Etkileme Geçiş
Planı altında korumaya almak için 22 Mart 2019 günü resmi işlemleri başlatmıştır. Bu resmi süreç tamamlanmadan olumlu ÇED kararı ALINMAMALIDIR. (Ek-2)
b. Birinci İDK'dan sonra; i-) ÇEDI alanında bir tane 1. Derece ve bir tane koruma olmak üzere iki yer arkeolojik alan olarak tescillendi, ve ii-) Eski ÇED4 alanında bulunan ana kayaç üzerinde bulunan "AO" antik yerleşke sınır işareti yazıtı nedeniyle de bu ana kayaç koruma altına alındı (2019-22 sayılı dilekçemizin ekinde ayrıntılı bilgi size sunuldu). Bu durumda Teknomerin Temmuz 2018'de talep ettiği 5 ÇED alanının üçünde 1. Derece Arkeolojik Sit alanları ve tüm beşinde de Arkeolojik Koruma alanları tespit edilmiş oldu. Teknomerin elemanları ve danışmanları bu tarihi eserleri görmediler mi? Bu tarihi eserleri neden ÇED raporunda işleyip ÇED Komisyonunun dikkatine sunmadılar?
3. Akseki İlçe tarım ve Orman Müdürlüğü söz konusu dört mahallede 11500'e yakın yetişkin ve verimli zeytin ağacı tespit etmiştir. Bölgenin özel mikro kliması zeytin için elverişli bir ortam sunmaktadır. Bu zeytinlerin hemen hemen hepsi de Teknomer'in istediği ÇED alanlarına 3 km'den daha yakındır.
a. Antalya il Tarım ve Onman Müdürlüğü, tüm ısrarlarımıza rağmen (Ek-3 GÜZDER avukatının ilgili başvurusu), bölgenin zeytin varlığını tespit ve tescil etmediği için, Akseki Mahkemesine zeytinlerin tespiti için başvuruldu. Bu resmi süreç tamamlanmadan olumlu ÇED kararı ALINMAMALIDIR. (Ek-4)
b . Zeytinler, endemik bitkiler, arkeolojik alanlar vb nedenlerle mahkemeye gideceği kesin olan bir ÇED kararı neden alınsın? Mahkeme sonuçlanıncaya kadar yapılacak olan tahribat nasıl tekili edilecek?
4. Bölge çok özel bir mikro klimaya sahiptir. Tespit edilen yüzlerce endemik bitki ve endemik fauna risk altındadır.
a. ÇED 2 (önceden ÇED 5) alanı içinde Aralık 2018'de 24 endemik bitki tespit edilmiştir ve bunlardan 8'i korunması zorunlu kırmızı listededir.  2019-08 sayılı dilekçemizde bu raporu ilginize sunduk. Teknomer söz konusu 24 endemik bitkiyi tespit ettirmek ve nasıl koruyacağını açıklamak durumundadır. Dar yayılımlı bu kadar endemik bitkinin olduğu bir alana ÇED izni verilmemelidir.
b. Bölge Türkiye'de bulunan 7 endemik memeliden 4'ünü barındıran tek yerdir. Aynı şekilde Türkiye'de 7 endemik omurgalıyı barındıran tek yerdir. Prof. Dr. Mustafa Sözen'in ilgili raporu ektedir. (Ek-5)
c. Bölgenin doğal ve kültürel varlıklarını korumak üzere 21 Şubat 2019'da Akseki Belediyesi söz konusu bölgeyi de kapsayan bir alan için resmi Doğal Sit başvurusunu yapmıştır. Bu resmî süreç tamamlanmadan olumlu ÇED kararı ALINMAMALIDIR. (Ek-6)
5. Teknomer ASAT'a sulu kesim için günlük 50 m3 suya ihtiyacı olduğunu belirtmiştir. Söylenenin aksine ASAT su temini için bir protokolün olmadığını bildirdi (2019-22 sayılı dilekçemizde ASAT'ın ilgili cevabını size sunduk). l.İDK komisyonu neden yanlış bilgilendirildi? Bu durumda; Teknomer 50 m3/gün suyu nereden temin edecek? Hangi yolu kullanarak taşıyacak.Köy yolları blok taşıyan kamyonlar ve su taşıyan tankerleri kaldıracak durumda değildir. Vatandaşın mal ve can güvenliği söz konusudur)? ASAT'ın yazılı cevabı açıkça ancak "insanı amaçlar" için su temin edebileceğini ve Teknomer ile herhangi bir anlaşmasının olmadığını söylemektedir, "Sulu Kesim" yapacağını söyleyerek zeytinlere ve çevreye zarar vermeyeceğini belirten Teknomer, günlük su ihtiyacını nasıl temin edeceğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklamalıdır. ASAT'ın cevabını ve yolların durumunu ekte tekrar ilginize sunuyoruz. (Ek-7)
6. İstenen ÇED alanları dere yataklarına ve pek çok tatlı su kaynağına çok yakın. Bu nedenle dere yatakları ve çok hassas su kaynakları tehdit altında olacak. DSİ 13. Bölge Müdürlüğü ÇED 2 alanına koyduğu şerhi neden kaldırdı? Teknomer 1. İDK'da sadece 4 yıl için plan sunmuştu. Ama 1.İDK'da muhtemelen 30-50 yıl sürecek reservden söz etti. Bu durumda 30-50 yıllık işletmenin pasasını dere yataklarına zarar vermeden nereye atacağını açıklamalıdır. ÇED 2 alanına yakın dereleri ve tatlı su kaynaklarını gösteren şemayı ekte ilginize sunuyoruz. (Ek-8)
7. Söz konusu ÇED alanlarını Akseki-Manavgat ana yoluna bağlayan köy yolları dar (yer yer 4-5 metre), keskin virajlı ve rampadır. Bu yollarda su taşıyan tankerler ve blok taşıyan kamyonlar can ve mal güvenliğine ciddi risk oluşturacaktır. Yine söylenenin aksine bu yol Eski Murtiçi denen yerleşim alanından geçmektedir. Ek-5'te yolların durumu tekrar ilginize sunulmuştur.
8. 08 Nisan 2019 tarihinde bu konuyu ele alan bir çalıştay Antalya'da yapılacak, İlgili kurum ve kuruluşlar davet edilecek. Çalıştay Bildirgesini 2.İDK toplantısında ilginize sunacağız.

Yukarıda açıklandığı üzere ÇED 1 ve 2 alanı çok özel bir bölgede bulunmakta ve ÇED izni verilmemesi yönünde çok geçerli nedenleri bulunmakta. O halde burada ÇED izni için ısrar etmenin nedeni nedir? Yukarıda açıklanan nedenlerden ötürü geri dönüşü olmayacak bir hataya yol açmamak adına Projeye kesinlikle ÇED İzni verilmemesi hususunda.

Gereğini arz ederim."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

4 Nisan 2019 Perşembe

Nanköristan! - NAZIM ALPMAN

GEÇEN Pazar günü yapılan 31 Mart 2019 Mahalli İdareler Seçimleri sonuçlandı. En baştan söylemek gerekirse  “tam bir vefasızlık” olarak tarihe geçecek derecede,  “örnek” bir seçim oldu.

Olmasına oldu da, ister istemez insan’ın durup bakıp 

şöyle diyesi geliyor:
-Oldu mu ya?
Özellikle de İstanbul’da ve Ankara’da… Sonra Adana’da, Antalya’da, Mersin’de, Bolu’da, Artvin’de, Kars’ta, Diyarbakır’da, Batman’da, Mardin’de, Siirt’te, Van’da seçmenler çok ama çok ayıp ettiler!
İzmir, Eskişehir, Aydın, Muğla, Çanakkale, Edirne, Tekirdağ’ı hiç saymaya bile gerek yok. Onlar yıllardır iflah olmaz bir muhalefet etme hastalığına tutulmuş gidiyorlar. Allah onların şifasını versin deyip geçilebilir.
Ama o İstanbul ile Ankara seçmenlerine söylenecek iki lafı olmalı taa 1994’ten bu yana kesintisiz 25 yıl hizmet veren bu iktidarın:
-Yazıklar olsun!..
Bunu söyleyip, iktidara büyük bir sadakatle bağlı olan değerli sanatçı Orhan Gencebay’ı 27 kanalda birden canlı yayına alıp sazı ve sözü ona bırakmalı:
“Yazıklar olsun/ Yazıklar Olsun/ Seçmenin böylesine/ Yazıklar olsuuunnn!..”
İstanbul iktidarın hizmetlerinden en fazla istifade eden şehrimizdir. Marmaralar, raylar, havaalanları, köprüler, yaya kaldırımları, tüneller, plazalar, kuleler, yatay tarlalarda tavşan gider ekine, kupon arsalarda mimariler dikine… Neler yapıldı neler?
Bu cehape zihniyeti gözleri, kör kulakları sağır ediyor. Yapılanları görmediği gibi anlatılanları da duymuyor. O kadar bağırarak söylendi:
-Bu seçim bir bekâ meselesidir!..
Dinlemediler…
Anlamadılar…
Anlayanlar da yanlış anladılar!
İktidarın elindeki belediyeler sahiplerinden(!) alınıp muhalefet partilerine teslim edilirse ülkenin bağımsızlığı kaybolur. Bir daha koydunsa bul. Tıpkı demokrasi gibi. Bir kere kaldırmaya gör, artık zor bulursun. Ama demokrasisiz kalmanın bir mahzuru yok. Tanrı lidersiz bırakmasın. Liderin varlığı da belediye seçimlerine bağlı. Eğer çok istediği şehirleri alamazsa lider, kızar ve çeker gider!..
Yoo öyle hemen “nerede o günler?” falan denilmesin. Yüz yılda bir gelir böylesi liderler. Tıpkı Büyük İstanbul Depremi gibi… Büyük liderlerle büyük felaketler arasında tarihi bağlar vardır. Bir lider gelir ülkesini felaketlerin içinden çekip çıkarır. Bazen de tersi olur. Alır götürür felaketleri ortasına bırakır. Bunlar yüz yılda bir olur.   
Peki ya Ankara seçmenine ne demeli? Ankara’ya yapılan iyiliklerinin başında “Melih Gökçeksiz hava sahası” yaratılması gelir.  
Ankara’da her renkten solun asla yerinden indiremeyecekleri Melih Gökçek, çek-çek biçiminde, “metal yorgunu” bir siyasetçi yapıldı, çektirip makamından ittirildi.
Ankara bu iyiliği de anlamadı…
2019 Mahalli İdareler Seçimlerine besteleriyle damga vuran Kayahan’dan gelsin bu durumun şarkısı o zaman:
“Beni anlamadın ya… Ben ona yanıyorum!”
Yazının sonunda ben yine başa dönüyorum. İktidar en büyük hizmetleri verdiği, en parlak başarıları sergilediği, en çok betonu döktüğü, en yüksek binaları diktiği, altgeçitlerle üstgeçitlerin sel suları arasında dans ettiği şehirlerde belediye başkanlıklarını kaybetti. Bu iyilikler kişiye özel olsaydı “nankör” denilip geçilirdi. Bu vefasızlık ülke sathına yayılmışsa -kimse kusura bakmasın- topunun ağzına öpücük kondurmak şart olur:
“Nanköristan!” 
Nazım Alpman / BİRGÜN

Seçimsiz değil örgütsüz 4,5 yıl istiyorlar - Alpaslan Savaş

İstanbul'un ve Ankara’nın kaybedilmesini es geçtiği balkon konuşmasında hatırlattı Erdoğan: “4,5 yıl cumhurbaşkanıyım, aynı süre boyunca ittifak parlamentoda, partim iktidarda.”

Kolay yenilgi kabullenmeyen biri için bu alışılmadık rıza durumunu “demokrasiye sadakat” olarak niteleyen çıkacağını sanmam.

Açık ki Türkiye burjuvazisi ve uluslararası sermaye, ülkenin en büyük iki kentinin artık iktidar partisi tarafından yönetilmeyecek olmasının memlekette yeni bir kriz başlığına çevrilmesini istemiyor. Erdoğan’ın balkondan hatırlattığı, kendisine hatırlatılanlardır. İstanbul’dan havalanıp Ankara’da balkona çıkana kadar geçen sürede birilerinin arayıp bu yüzden kulağını çekmesi gerekmiyor. Temsil ettiği sınıfın gözetilmesi gereken çıkarları olduğunu Erdoğan iyi bilir. Balkonda “önümüze bakıyoruz” demesi bu çıkarlar doğrultusunda hareket etmesini bilmesindendir.

Sandıklara itirazlar ya da köprülere asılan teşekkür pankartları bu tabloyu bozmuyor. 20 yıllık suçun delillerinin temizlenmesi için iki günden fazlasına ihtiyaç duymak, kazananı şaibe altında bırakmak ve her şeye rağmen şansını sonuna kadar zorlamak beklenen davranışlardır. O kadar gürültü elbette çıkacak.

"Kazan kazan" ilkesi işliyor. Şimdi Erdoğan, kendisine yönelik meşruiyet tartışmasında, rejimle uyumu tescillenen muhalefetin güçlü kabulünü bir kez daha cebine koymuş oldu. Sermaye sınıfı ise daha kolay yönetilebilir bir Erdoğan’ı… Aydemir’in (Güler) geçen günkü yazısında “Tek adamsız başkanlık” diye adını koyduğu durum bu işte.

Patron örgütlerinin ardı ardına “seçim bitti, şimdi ekonomiye odaklanalım” açıklamaları ile Erdoğan’ın “4,5 yıl seçim yok, ben de başkanım” sözleri aynı doğrultuya işaret ediyor. “İşimize bakalım” diyorlar; kazanmaya devam etmeliler.
Patronlar “yapısal reform” talebini koro halinde henüz seçim akşamı bu nedenle gündeme getirdi.

Duyan, seçim dönemi iktidarın patronları değil geniş halk kesimlerini gözeten ekonomi politikaları uyguladığını zanneder.

Krizin kendini hissettirdiği ve seçim sathına girilen son 6-8 ay içinde yaşananlara bakın. Reel ücretler düştü, fiyatlar artı. İstihdam azaldı, işsizlik rekor düzeye ulaştı. Patronlar ise ne istediyse fazlasıyla aldı.

Şimdi “yapısal reform zamanı” diyorlarsa işçi sınıfı yeni bir saldırı dalgasıyla daha karşı karşıya kalacak demektir.

Türkiye ekonomisinin dışarıya teknolojik ve mali bağımlılığı, “yapısal reformlar” için emekçi halkın cebinden oluşturulacak yeni kaynak havuzlarından ötesine izin vermiyor. Konya’da üretilen robotumsuyla mı ülke sanayileşecek? Sadece kaynakların halkın çıkarları doğrultusunda kullanımını temel alan bir merkezi planlama ile çözülebilecek bu sorunun serbest piyasa ekonomisi içinde çözümü bulunmuyor.

Yapabilecekleri tek şey ortaya çıkan maliyeti işçi sınıfına yüklemeye devam etmektir.

Bu nedenle “yapısal reform” dediklerinde anlaşılması gereken kıdem tazminatının tasfiyesidir. Amaç patronların yükümlülüğünü azaltıp, atıl duran parayı piyasaya çıkarmak. Al sana patronlar için, işçinin sonradan ödenecek ücretinden oluşturulacak yeni bir fon, yeni bir kaynak havuzu.

Yapısal reform dedikleri, ellerinde patlayan zorunlu bireysel emeklilik sisteminin yeniden yapılandırılmasıdır. Boyacı küpü hesabı, milyonlardan yeniden zorunlu kesintiler yapılacak. 

Yapısal reform işsizlik sigortası fonundan patronların daha fazla yararlanmasıdır. Yatırımlar için istisnalar sağlamak, vergi indirimleri getirmek, neredeyse ayda bir teşvik sistemini güncellemek, borç yapılandırmak, borçlanmayı kolaylaştırmaktır.

Faturayı emekçilere kesecekler.

Tek koşulla. Seçimsiz 4,5 yıl, örgütsüz 4,5 yıl anlamına gelirse…

Alpaslan Savaş / SOL

Bu bir başarı ama... - Ergin Yıldızoğlu

Yerel seçimlerin sonuçları muhalefet açısından geleceğe ilişkin umut veren bir başarı ama, duruma bakarken soğukkanlı olmak gerekir. Uluslararası basında yankılanan, içeride sevinçle karşılanan “Sonun başlangıcı” yorumları oldukça yüzeysel. İktidarın gü­cünü, medyanın durumunu, karşımızda da “seçimler üzerinden darbe yapıldı” diyebilen hastalıklı ruhların olduğunu unutmamakta yarar var.

Genel manzara
Muhalefet üç büyük kenti aldı ama, oyların ülke çapında, coğrafi, sınıfsal da­ğılımında 2014 yerel seçimlerine kıyasla önemli bir kayma göremiyorum. Bu kez AKP, ya “nasıl olsa iktidarız, risk almaya değmez” diye düşündü, ya “oyları çal­maya” gücü yetmedi. 
AKP 2014’te toplam oyların yüzde 43.16’sını, 2018 genel seçimlerinde de yüzde 42.56’sını almıştı. Bugün oylarını yüzde 44.42’ye yükseltmiş görünüyor, hem de bir ekonomik kriz ortamında. CHP’nin oy oranları aynı dönemlerde sırasıyla 26.6, 22.64 ve 30.07 olmuş. Bu HDP’den gelen oylardan arındırıl­dığında 3-4 puan azalacağı düşünülse bile önemli bir artışa işaret ediyor. Buna karşılık toplumdaki bölünmüşlük, kutup­laşma da devam ediyor.

Oyların coğrafi dağılımında da kay­da değer bir değişiklik yok.  

İstanbul’u İmamoğlu kazandı ama, ilçeler bazında AKP’nin konumunda bir gerileme 
gö­rülmüyor. Ankara ve İstanbul’u kazanan adayların, CHP ya da sosyal demokrasi geleneğinden gelmediğini unutmayalım. 

Haritaya bakınca, ülkede küresel kapitalizmin dünyasıyla (sermayenin uygarlığıyla) ekonomik ve kültürel olarak en fazla bütünleşmiş bölgelerin, bu kez İstanbul’u ve Ankara’yı da içine alarak yine kırmızıya boyanmış olduğunu görü­yoruz. AKP’nin oy tabanını, yine ağırlıklı olarak, ekonomik açıdan görece zayıf ve kültürel olarak içine kapanık bölgeler oluşturuyor. HDP’nin sayısal olarak oyu­nun azaldığını düşündüren bir gelişme söz konusu ama, bunun özel koşullar­dan kaynaklandığını, seçmeninin HDP’yi terk etmemiş olduğunu düşünüyorum.

Oyların sınıfsal dağılımına bakınca, İstanbul’u, Bursa, Sakarya, Kocaeli gibi sanayi merkezlerini örnek alırsak, işçi sınıfı, vasıfsız emekçiler, orta sınıflar (“yeni” ve geleneksel) gibi kategorilerin yoğunlaştığı ilçelerdeki tercihlerin dağı­lımı, 2014 seçimlerinden bu yana değiş­miş gibi durmuyor: İşçi sınıfının, emekçi­lerin, “yoksul-dar gelirli” kategorisine so­kabileceğimiz seçmenin, derin ekonomik krize karşın AKP’ye terk etmemiş olduğu söylenebilir.

Balkon konuşması
Erdoğan balkon konuşmasında kendi tabanına, kapitalist sınıflara ve muha­lefete yönelik mesajlarla dolu bir resim sundu. Kendi tabanına: Moralinizi boz­mayın, korkmayın, ben ve partim iktidar­dayız; boynunuzu eğdirmeyeceğiz (aç bırakmayacağız, refahınızı arttıracağız değil), milleti küçümsetmeyeceğiz; ulaştığınızı düşündüğünüz toplumsal  statüyü kaybetmeyeceksiniz. Sermaye sınıfına ve liberal entelijansiyaya: Dört yıllık seçimsiz dönem, serbest piyasa, yapısal reformlar. Ulusalcı entelijansiya­ya: Kürt sorunu tehlike olmaktan çıktı.

Ne ki AKP’nin bu resmi koruması son derecede zor. Ekonomik “reform” lafını duyunca aklına neo-liberalizm gelenlerin de bir kez daha düşünmesi gerekecek. Resesyon, işsizlik, sermaye kaçışı, borç yükü, devalüasyon ortamında, serbest­leştirme, serbest piyasa, bütçe disip­lini, krizi aşmaya yardımcı olmaz; kay­nak sorununu aşacak düzeyde özelleş­tirme nesnesi de kalmadı. Dahası, bu tür “reformlar”, zaten daralmakta olan bir ekonomide AKP açısından siyasi, dolayısıyla ekonomik intihar anlamına gelir. 

Bütçe disiplininin de bir neo-liberal programın parçası olarak değil, muhalif belediyelerin “yönetemediklerini” kanıtla­makta kullanılacağını düşünüyorum. 

Müdahaleci, rant yaratılmasına, pay­laşımına, yandaşları kayırıcı ekonomi politikalarına öncelik verilmesinin yanı sıra, kaynak yaratmak amacıyla, büyük sermayeyi hedef alan önlemler de söz konusu olabilir. Siyasal İslamın egemen sınıfı, destek burjuvazisi kendilerini bir ölçüde koruyabilirler ama, kriz içinde kaynak sorunu derinleştikçe, “pasta iyice küçüldükçe” 4 yıllık istikrarlı dönem beklentisi de buhar olup uçar. Orta dö­neme,  pazartesi yazımda vurguladığım biçimde hazırlanmak gerekiyor!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Pelikancılar neden saldırıyor - Barış Terkoğlu

Siyaset, bir grubun meselesini herkesin haline getirme sanatıdır. Sınıf siyaseti, bir sınıfın çıkarını herkesin çıkarıymış gibi göstermedir. 

Eskiden Türkiye’de “asıl mesele” diye söze başlayan, koltuk altı kitaplı, çoğu posbıyıklı abiler vardı. Sandık çevresinde pek dolaşmaz, “işin aslı”nı anlatırlardı. Sonra onlar bıyıkları kestiler, kitapları bıraktılar. Neo-liberalizmin dilini öğrendiler. Etnik ve mezhep politikalarından kafalarını kaldıramaz oldular. Biz de demirin tuncuna kaldık.

31 Mart’tan beri en çok İstanbul’u konuşuyoruz. Gerçekten konuşuyor muyuz? Pazartesi akşamı bunu düşündüm. 

Pazar gecesi tablo netleştikten sonra iktidarın açıklamalarını dinleyip “herhalde kaos olmayacak” diyenler çoğunluktaydı. Pazartesi akşamı bir anda iktidar içinde  “Pelikancılar” olarak bilinen “yeni paralel yapılanma”ortaya çıktı. Hani şu muhtıra gibi bir bildiri yayımlayıp Ahmet Davutoğlu’nu deviren ekip. Albayrak’ı “ikinci ve üçüncü adam” kabul eden grup. Kimi savcılardan polislere, bürokratlardan gazetecilere adeta “parti içinde parti” gibi hareket eden hizip. Karşıtlarının telefonlarını bile dinleyebildikleri, gerektiğinde yargı eliyle ya da medya araçlarıyla tasfiye edebildikleri herkesin bildiği sır. 

AKP içinde dertleştiğiniz dostlarınız var mı? Biraz eşeleyin bunlardan nasıl yaka silktiklerini görün. “Bizden” lafının onlar için ne ifade ettiğini size anlatsınlar. 

Sakın önemsiz sanmayın... 

Sahi Binali Yıldırım İstanbul Belediyesi başkan adayı oldu da ilçe belediyelerinin adayları nasıl belirlendi? Yıldırım’ın çevresinin seçim döneminde il başkanını değiştirmek istediğini herkes anlatıyordu da neden olmadı? CHP’nin İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nu günlerce tartıştık da AKP İl Başkanı’nı ortalıkta gören oldu mu? Sahi sabah akşam “28 Şubat” diyenler şu bildiriyle hükümet devirme işleri hakkında ne düşünüyor? Gerektiğinde provokasyonla sandığa el koymaya nasıl bakıyor?

Devlet içinde çatışma
Cumhurbaşkanı’na bile “eski dostları” tarafından şikâyet edilen, gizli anayasalarını kimsenin bilmediği Pelikancılar’dan bahsediyordum... 

Pazartesi gecesi önce “YSK tüm oyların yeniden sayılmasına karar verdi”diye “Pelikan gelini” ortaya çıktı. Devlet yalanladı. Ardından İstanbul’da 30 sandık başkanının operasyonla gözaltına alındığını duyurdular. Hem Valilik hem Emniyet Müdürlüğü yine yalanladı. “Gaziosmanpaşa’da şokgörüntüler! CHP’liler polise saldırdı” diye bir kez daha şanslarını denediler. Bu kez Kaymakamlık devreye girdi yalanladı. Yine düğmeye basılmış gibi bazı yerlerde güruhları devreye girdi, CHP’lilere saldırdı. Polis havaya ateş açtı, durdurdu. 

Sanki devletin içinde devlet, devletin bir başka kanadıyla kavga ediyordu. Yaptıklarını muhalif biri yapsa muhtemelen ertesi gün “darbe girişimi” suçlamasıyla soluğu hapishanede alırdı. Neyse ki yargı kime dokunabileceğini kime dokunulmayacağını iyi biliyordu! 

Sahi nedir bu “yeni paralel devlet”e İstanbul için silah çektiren? 

Bu grubun merkezindeki Sabah Grubu’nun patronunu bilmeyen kaldı mı? 

17-25 Aralık operasyonlarından sonra Sabah-ATV, Kalyon İnşaat’ın oldu. Grubun içinde olduğu Zirve Holding’in satıştan kısa süre önce, 23 Ağustos 2013’te, İstanbul Ticaret Odası’na kaydettirildiği ortaya çıkınca kafalar karıştı. Sanki şirket gazete almıyordu da gazete kendisini alacak şirketi seçiyordu!

Kalyon’un İstanbul sırları 
Peki Kalyon İnşaat’ın İstanbul’daki işlerine bakan oldu mu?
Belki de sır oradadır! 

-Mecidiyeköy-Mahmutbey metro hattını onlar yapıyor. Hasköy’deki tünel işini de. 
-Asya bölgesi içme suyu projesinde de varlar. 
-Başakşehir Stadyumu’nun inşasında da. 
-Ataköy Atık Su Arıtma Tesisi de Kalyon’a verildi. 
-Meşhur Tavukçu Deresi ıslahı da. 
-Taksim Meydanı Projesi’ni mi hatırlatayım? 
-Terkos-İkitelli İçme Suyu Hattı’nı mı? 
-Beykoz Dereseki’de yeşil alan talanıyla inşa edilecek 553 villa projesini yapacak şirketin Kalyon iştiraki olduğunu biliyor musunuz? 
-Çağlayan Meydanı’ndaki otopark ihalesi bile Kalyon’da. Fikirtepe’nin yol altyapı işleri ihalesi de onların. 

Yaptıkları ev inşaatları bir yana, İstanbul’da doğal olarak belediye ile çalıştıkları, 3. havalimanı gibi merkezi hükümetin dağıttığı onlarca ihale var. 

Belediyenin kafelerinden çalışma alanlarına kadar sattıkları binlerce gazeteden, aldıkları '6 Milyonluk reklamlardan bahsetmiyorum bile. 

Haliyle Kalyon için İstanbul milyon değil milyarlarca kazanç demek. Küçük bir ülkeye yetecek kadar rant demek. Sahi Sabah-ATV bu paralarla alınmadı mı? Bütün motivasyon kaynakları, ellerinde tuttukları bu ekonominin yönetiminde inisiyatifi kaybetmek olmasın? 

En bayağı çıkarlar en yüce söylemlerin ardına gizleniyor... 

Günlerdir “beka”“terörle mücadele”“istiklal savaşı” diye çırpınanların heybelerindeki asıl mesele anlaşılıyor mu? Ellerindeki rantı, “herkesin davası” haline getirmek için ülkeyi ateşe atmaktan çekinmiyorlar.

Zaman Gazetesi’nin patronuna Taksim Meydanı’ndaki ihaleyi verince AKP kampanyalarını yöneten 15 Temmuz şehidinin eşi Nihal Olçok isyan etmişti ya. Keşke bugün kışkırtılan yoksul halk çocukları da bir an “kimin çıkarı için” diye düşünse.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET