3 Temmuz 2019 Çarşamba

Örtülü savaşın yeni cephesi: Libya’da neler oluyor?- EMRE KÖSE

2011’de NATO müdahalesiyle Muammer Kaddafi’nin devrilmesinin ardından Selefi cihatçı örgütlerin yatağı haline gelen ve yakın zamanda yerel hükümetler arasındaki nüfuz mücadeleleriyle anılan Libya, bölgesel güçler arasındaki örtülü savaşın yeni sahası olarak öne çıkıyor.

NATO müdahalesi, 2012'de ABD Büyükelçisi Christopher Stevens’ın öldürülmesi ve 2015-2016 yıllarında IŞİD ile UMH güçleri arasındaki Sirte savaşlarının ardından Libya, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tanınan, Fayiz es-Serrac başkanlığındaki Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne (UMH) yaptığı askeri sevkiyatlar ve lojistik desteğin artışının yol açtığı gelişmelerle yeniden gündemde. Bu durumun, UMH’nin rakibi Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’ne bağlı General Halife Hafter komutasındaki Libya Ulusal Ordusu’nun son aylarda Trablus kentine başlattığı askeri operasyonu sekteye uğratması sonucu başlayan gerilim Türkiye için yeni bir krize dönüştü.

NELER OLDU?
Libya’da Müslüman Kardeşler bağlantılı UMH ile Hafter’e bağlı güçler arasındaki savaş, Katar ve Türkiye ekseniyle, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır arasındaki bölgesel güç mücadelesinin askeri çatışmaya dönüştüğü ilk saha olmasıyla öne çıkıyor.

Geçtiğimiz aylarda Hafter’e bağlı güçler tarafından Trablus’a başlatılan askeri operasyon, Türkiye’den UMH’ye, BMC üretimi “Kirpi” model zırhlı araçların ve “Bayraktar” model insansız hava araçların (İHA) hibe edilmesinin yanı sıra yapılan geniş çaplı askeri sevkiyat neticesinde durdu ve bunu takiben Libya Ulusal Ordusu Generali Ahmed Manfur, haftasonu Türkiye’ye ait bir İHA’nı düşürüldüğünü açıkladı. Bunu takiben Hafter’e bağlı güçler Türkiye’ye karşı bir ‘genel seferberlik’ ilan ettiklerini duyurdu. Hafter komutasındaki Libya Ulusal Ordusu’ndan geçtiğimiz hafta yapılan yazılı açıklamada şu ifadeler yer aldı:
“Libya Ulusal Ordusu güçleri Libya topraklarında terörle mücadele ederken ülkemiz yıllardır Türk lojistik desteğine maruz kaldı ve son günlerde bu, savaş uçaklarının kullanılmasıyla, paralı askerleri taşıyan ve silah-mühimmat yüklü gemilerin gönderilmesiyle doğrudan bir Türk müdahalesine dönüştü. Bu nedenle Libya Ulusal Ordusu Genel Komutanlığı, Hava Kuvvetleri’ne Libya karasularındaki Türk gemileri ve teknelerini hedef alma talimatı verdi. [Trablus merkezli] geçici hükümet, Libya’da faaliyet gösteren tüm Türk şirketlerini sınır dışı etmeli ve Libya üzerindeki tüm projelerdeki faaliyetlerini sonlandırmalı, Türk işletmelerini ve ürünlerini boykot etmeli ve bu terörist Türk saldırganlığına yanıt olarak Türkiye’den Libya havaalanlarına yapılan sivil uçuşları durdurmalıdır.”

Aynı zamanda, Libya’da 6 Türk vatandaşının Hafter güçleri tarafından alıkonulduğu haberleri geldi. 

Yerel kaynak Al-Marsad, alıkonulan Türkiye vatandaşlarına ait pasaportların görüntülerini yayımladı. Bu görüntülere göre, alıkonulanlar arasında çok sayıda üst düzey Türk askeri yetkili ve diplomat yer alıyor. Kaynağın aktardığına göre, o isimler şöyle: Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Tümgeneral Göksel Kahya, [Akıncı Üssü davasında tanık olarak dinlenen] Tümgeneral İrfan Özsert, Tümgeneral Levent Ergün, İrfan Altındağ, Foça Amfibi Deniz Piyade Tugay Komutanı Tuğamiral Gürsoy Çaypınar ve Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Selçuk Yavuz.

Diğer yandan Doha yönetimi, Libya Ulusal Ordusu saflarında Çad ve Sudan’dan gelen ‘paralı askerlerin’ yer aldığını iddia etti. El Cezire kanalı da, UMH’ye bağlı güçlerin Trablus’un güneyindeki Garyan’da Hafter güçlerinden ele geçirdiği ABD yapımı “Javelin” tipi tanksavar roketlerin fotoğraflarını yayımladı. Bununla birlikte Libyan Express haber sitesi, bu roketlerin Hafter güçlerine BAE tarafından tedarik edildiğini bildirdi. Akademisyen ve araştırmacı Frederic Wehrey, cumartesi günü New York Times (NYT) gazetesinde yer alan yazısında, Javelin tanksavar roketlerinin ABD tarafından BAE’ye 2008 yılında satıldığını hatırlattı. Bunun yanı sıra Libya Ulusal Ordusu’na müttefikleri tarafından Ürdün üretimli Mbombe ve El Mared tipi zırhlı araçların hibe edildiği de öne sürülüyor.

Sudanlı askerlerin Hafter’e bağlı güçlerle birlikte savaştığı yönündeki iddia Sudan’da Ömer el-Beşir yönetimine karşı başlayan ayaklanma sonrasında meydana gelen askeri darbenin ardından ortaya atıldı. Nitekim kurulan cuntanın (Askeri Geçiş Konseyi) Suudi Arabistan ve BAE’den aktif destek aldığı biliniyordu.

HALİFE HAFTER’İN YÜKSELİŞİ
Bugün Libya’nın doğusunu kontrol eden Halife Hafter, bu bölgeyi 2014'te Mısır’ın desteğini alarak ele geçirdi.

Hafter, daha sonra Bingazi’deki cihatçı gruplara karşı başlattığı ‘Haysiyet Operasyonu’na öncülük etti. Hafter’in başlıca iddiaları arasında Selefi cihatçı örgütlerin ülkedeki varlığını sonlandırma ve liman kentlerindeki silah kaçakçılığını durdurma yer alıyordu.

Hafter, çöl bölgesinde hakimiyet kurmayı kısa sürede başarabilse de liman kentlerinde kontrol sağlamayı uzun bir süre başaramamıştı.

Bu yılın nisan ayında Halife Hafter’e bağlı güçler Trablus kentini ele geçirme umuduyla geniş çaplı bir askeri operasyon başlattı. Uluslararası alanda kabul gören tek yerel yönetim olan UMH ülkenin çok küçük bir kısmını kontrol ediyor. 

Hafter’in Trablus harekatının başarısız olmasının sebebi, tüm umudunu dış müttefiklerinin aktif desteğine bağlamış olmasıydı. Libya Ulusal Ordusu, Bingazi ve Derne’deki operasyonları sırasında hem Mısır özel kuvvetlerinin hem de BAE’nin operasyonel hava desteğini almıştı. Ancak Hafter’in BM tarafından tanınan UMH’ye yönelik saldırıları, uluslararası toplum önünde Hafter’in koşulsuz destek bulmasına engel oluyor. Hafter güçleri, müttefiklerinden örtülü olarak silah yardımı alabilse de desteği istikrarlı bir biçimde sağlamakta güçlük çekiyor.

Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi ise, Hafter'in askeri başarısızlığını görerek ateşkes kapısını kapatmıyor. Tobruk hükümetinin başbakanı Abdullah el-Sinni, geçen ay Al-Hurra televizyonuna yaptığı açıklamada, Libya Ulusal Ordusu’nun ateşkesi kabul etmeye istekli olduğunu belirtti.

ABD VE RUSYA’NIN KONUMU NE?
Libya’daki mevcut krizde ABD ile Rusya’nın kiminle çalışmayı seçtiği henüz muğlak. ABD tarafından Libya krizi için şu ana kadar iki kez görüş bildirildi. İlkinde ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Hafter’in eylemlerini kınayarak ateşkes çağrısında bulundu, ikincisinde ise ABD Başkanı Donald Trump, Hafter’le bir telefon görüşmesi gerçekleştirdikten sonra “yanlışlıkla” desteğini açıkladı.

Libya’ya yönelik bu yaklaşımların hangisinin Washington için geçerli olacağı belli değil. Görünüşe göre, ABD içerisinde Mısır’da Sisi-İhvan çekişmesine benzer bir ikilik söz konusu.
Rusya, Libya ihtilafında her iki tarafla da ilişkileri sürdürmeye devam ediyor. Rusya’nın zımni olarak Hafter’i desteklediğini dair emareler görülse de Moskova, Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın aksine, kırmızı çizgiyi geçmedi ve UMH’nin ortağı olarak görülmeye devam ediyor. 
ABD’ye benzer şekilde Kremlin’den de Libya için gelen sinyaller yeterince net değil. Tobruk hükümetine Pantsir hava savunma sistemi satan Rusya, UMH’yle de ilişkilerini sürdürüyor. Ne Fransa ne de İtalya, birbirlerinin desteklediği gücü Libya’daki enerji çıkarları için bir tehdit olarak görmüyor. Görünürde Paris, Hafter’i desteklerken Roma da Serrac’ı destekliyor.

BM Güvenlik Konseyi tarafından son 8 yıl içinde kabul edilen 1970, 1973 ve 2420 sayılı kararlar, silah ambargolarının uygulanmasını öngörse de ülkeye dönük silah girişi ivmesini hiçbir zaman yitirmedi. Libya, milislerin kendilerini bölgesel ve uluslararası güçlerle aynı hizada tutmaya istekli oldukları sürece sporadik çatışmalara girmeye devam edecek.

Emre Köse / SOL

Zamların sebebi bu kıyaklar mı? - Murat AĞIREL

İstanbul seçiminin bitmesinden sonra zamlar yağmur gibi yağmaya başladı.
BOTAŞ konut ve sanayide doğalgaza zam yaptı, elektrik üretim şirketlerine sattığı doğalgazının fiyatını yüzde 6.5 artırdı. Şeker ve çay fiyatlarına yüzde 15 zam geldi. EPDK Elektrik fiyatlarına yüzde 14,98 zam yaptı. Motorine 22 kuruş benzine ise 27 kuruş zam yapıldı. Benzinin litresi 7 TL'yi geçti!

Eğer sen devlet olarak TÜPRAŞ'ı özelleştirip fiyat belirleme konusunda başrolü kaybedersen rolün sadece akaryakıttaki "vergi" oranını belirlemek olur maalesef.
Dolar kurunun 5,65'e düştüğü ve Brent petrolünün 65 dolar seviyesinde olduğu bir zamanda benzine yapılan bu zam dolar yükseldiğinde yapılacak büyük zammın da habercisi.

Peki…

Bizler elektrik, akaryakıt ürünlerine yapılan zamlar ile inim inim inlerken bu ürünleri bizlere pazarlayan, satan firmaları denetleyen devletimizin kurumu Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu yani EPDK ne yapıyor dersiniz?
Yanıtlayayım.

EPDK kestiği cezaları tahsil edemiyor ya da etmiyor!

2017 yılı Sayıştay raporunda Sayıştay denetçilerinin tespitlerine de yansıyan durumu aktarıyorum.

Yapılan denetimlerde; beş yıllık dönem içerisinde kurul tarafından verilen toplam 3.7 milyar lira tutarındaki idari para cezasının ancak yüzde 2,67'lik kısmının tahsil edilebildiği ortaya çıktı.

YÜZDE 2.67!
Verilen cezaların yüzde 66,67'lik kısmı hakkında dava açıldığı ve davası sonuçlanan cezaların yüzde 96,4'ünün mahkemelerince iptal edilmesi de ayrıca tartışma konusu.

Bunlara ek olarak 1.2 milyar lira tutarındaki diğer önemli bir kısmı hakkında dava açılmadığı veya açılan davaların EPDK lehine sonuçlandığı durumlar var. Bu durumlarda ceza kararı mahkemelerce onaylansa bile, yani tahsilât için yasal hiçbir engel kalmadığı halde cezaların tahsil edilmediği tespit edildi.
İlgililerden tahsil edilen toplam 100 milyon TL tutarındaki para cezasının, 93.9 Milyon TL'lik kısmı EPDK'ya, 6.1 milyon TL kısmı vergi dairesine ödenen tutarlardan oluşuyor.

İdari Para cezalarının (İPC) sektörel dağılımına göre, yüzde 82,17'lik oranla petrol piyasası ilk sırada yer alıyor. Petrol piyasasını yüzde 7,88 LPG, yüzde 7,41 kaçakçılık, yüzde 2,26 elektrik, yüzde 0,27 doğalgaz piyasaları takip ediyor.

Sayısal olarak bakıldığında, dava açılan 3 bin 389 adet İdari Para Cezasının;

1.5 milyar lira tutarındaki bin 607 adedinin mahkeme kararıyla iptal edildiği,
731 milyon lira tutarındaki bin 339 adedi hakkında dava sürecinin devam ettiği,
23 milyon lira tutarındaki 122 adediyle ilgili iptal talebinin mahkemece reddedildiği,
57.1 milyon lira tutarındaki 82 adedi hakkında tahsilat için vergi dairesine yazıldığı,
32.9 milyon lira tutarındaki 85 adedi için dava açılması sebebiyle tahsilatı durdurma yazısı yazıldığı,
76 milyon lira tutarındaki 154'ünün ise diğer kalemlerden oluştuğu görülüyor.

Rakamlar inanılmaz değil mi?
Mahkeme kararı ile iptal olan rakam 1.5 milyar lira. Yani eski para ile 1.5 katrilyon lira. Sayıştay'ın denetiminde EPDK'nın verilen para cezalarının ancak yüzde 3'ünü tahsil ettiği görülüyor.

Sayıştay bu durum ile ilgili ilginç ifadeler kullanıyor:
"Devasa büyüklüğe ulaşan ve yıllardır tahsil edilmeyerek sürüncemede kalan bu cezaların tahsil edilememesinin; bir tarafta yüksek faizlerle borçlanılarak finanse edilen Genel Bütçe için önemli bir kaynaktan mahrum kalınmasına, diğer taraftan sektör üzerinde düzenleme ve denetleme yetkisi olan EPDK'nın etkinliğinin zayıflatmasına yol açtığı değerlendirilmektedir."

Bir kamu kurumu nasıl olur da mahkemede açtığı davaların hemen hemen neredeyse hepsini kaybeder?

Verilen idari para cezalarına karşı bu kadar çok dava açılması ve davaların neredeyse tamamına yakının kaybedilmiş olması olağan bir sonuç değildir.
Sayıştay nedenlerini sorguluyor tabii ki.

Çıkardığı sonuçlar şöyle:
1 -  Kurumun idari para cezalarına ilişkin uygulamalarını sorgulamasını ve gözden geçirmesini gerektirdiği;
2 - Mahkemelerce verilen iptal kararlarının önemli bir kısmının usul yönünden görülen eksikliklerden kaynaklandığı, bu eksikliklerin;
a) İlgili yönetmelik uyarınca yürütülen soruşturmaların mahkemelerce son zamanlarda soruşturma olarak kabul edilmemesi,
b) Petrol Piyasası Kanunu kapsamında üst sınırdan verilen para cezalarında mahkemelerin gerekçe araması,
c) Cezalara ilişkin yazılı savunma istem yazılarının posta memuru tarafından usulüne uygun tebliğ edilmemesi,
d) Yeterli derecede adres araştırması yapılmadan ilanen tebliğ yoluna gidilmesi gibi, temel sebeplerden dolayı para cezalarına karşı açılan davalarda esasa girmeden verilen cezaların iptal edildiği gibi nedenleri Sayıştay tespit etmiştir.

Her iki dönemi (2005-2012 ve 2013-2017) birlikte değerlendirdiğimizde, 13 yılda verilen idari para cezalarının toplam tutarının 6.8 milyar lira gibi inanılmaz bir rakama ulaştığını görüyoruz. Yapılan tahsilatın ise 307 milyon TL (% 4,5) olduğu, yasal bir engel bulunmadığı halde tahsil edilmeyen tutarın ise 2.4 milyar lira olduğu resmi raporlara yansıyor.

Vatandaşın, küçük esnafın bırakın 2.4 milyar lira gibi bir uçuk parayı, devlete olan 100 TL borcunu tahsil etmek için vergi daireleri inanılmaz sıkı çalışırlar. Ama gelin görün ki vatandaşına, küçük işletmelere şahin olan kurumlarımız bu kadar büyük meblağlı alacaklarını yıllardır tahsil etmiyor ya da edemiyor.

EPDK'nın kesmiş olduğu cezaların mahkemeler tarafından iptal edilmesi, evrakların yanlış hazırlanması, yanlış tebliğ edilmesi sizce de tesadüf, hata yapma boyutunu çoktan aşmamış mı?

Umarım bu hususta sorular soracak bir merci çıkar ve Türk Milleti adına bu hayatın olağan akışına ters olan bu durumu sorgular.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

Trump, Erdoğan'ı bunun için mi övdü? "S-400'ler aktive edilmeyecek!" - Arslan BULUT

Hemen herkes, Trump'ın Osaka'da bir taraftan Türk heyetini göstererek "Bakın bunlara… Central Casting… Bunların benzerlerini üretebileceğiniz bir Hollwood seti yok" diyerek dalgasını geçerken, Tayyip Erdoğan'a haksızlık yapıldığına dair sözleri neden söylediğini merak etmiştir. Öyle ya düğün değil, bayram değil, Osaka'da Trump, Erdoğan'ı neden över gibi yaptı?

Gerçi Trump, bunu "Amerika'yı sevdiği için" yaptığını söyledi ama, Amerika'nın çıkarları Türkiye'nin S-400'leri almamasını gerektiriyor. Türkiye'nin ise bu hava savunma sistemine acil ihtiyacı var çünkü artık tehdit ABD ve NATO ülkelerinden geliyor.

Öyleyse Trump, Türkiye'den nasıl bir taviz aldı? S-400'ler konusunda mutabakat mı sağlandı?

***

Bu düşünceyi doğrulayan değerlendirmeler var. Birincisi ABD'li Senatör Lindsey Graham'a ait.

Suputnik'teki habere göre Graham, Türkiye'nin Rusya'da alacağı S-400 hava savunma sistemlerini aktive etmemesi ve Amerikan yapımı Patriot'ları alması karşılığında yaptırımlardan vazgeçebileceklerini söyledi.
Aktive etmemek, yani çalıştırmamak!

Üstelik Graham, Tayyip Erdoğan'ın "Yaptırım söz konusu olmayacağını Trump'tan duymuş olduk" sözlerini de kastederek bu tarz bir diyaloğun geçtiğinden kuşkulu olduğunu de söyledi!

Graham, "Şu an Türkiye'deyim ve Türk medyasında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, görüşmeleri sırasında Trump'ın 'S-400'leri aktive ederseniz yaptırımların etrafından bir yol buluruz' dediği yönündeki iddiası bildiriliyor. Bu konuşmanın gerçekleştiğinden kuşkuluyum. Bu bizim yasalarımıza göre imkânsız, eğer Türkiye Ruslardan aldıkları S-400 füze bataryalarını aktive ederse, yasalar uyarınca yaptırım uygulanması gerekir." dedi.

***

İkinci değerlendirme ise İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener'den geldi.
Akşener, partisinin grup toplantısında şöyle dedi: "Trump ile görüşme maalesef rehin alındığımızı ortaya koydu. Trump'ın açıklamalarında yaptırımların gündemden düştüğüne dair bir izlenim yok. Görünen o ki S-400'ler alınsa bile depolarda çürüyecek, gıcır gıcır patriotlar, Boeingler alınacak. İktidar, Suriye'deki hatalarını küçük bir ölçekte Libya'da yapmaya devam ediyor."

Akşener daha önce de S-400 anlaşmasıyla ilgili olarak "Senin F-16'ların onları tanımıyor, onlar F-16'ları düşman uçağı olarak görüyor. Koyacaksın bir depoya çürüyecekler" demiş ve "Büyük bir güvensizlik durumunda sarayın korunması için alındığına dair bir duyum var. Umarım doğru değildir." diye bir açıklama yapmıştı.

CHP adına ise daha önce Genel Başkan Yardımcısı Ünal Çeviköz, "Türkiye, S-400 satın alma kararını NATO boyutuyla görmesi gerektiğini anlarsa, bu ikilemden çıkmak daha kolay olacaktır. Kurulması önerilen komisyonun çalışmaları bitene kadar S-400'lerin konuşlandırılması ertelenmeli." diye görüş bildirmişti.

***

Bir de İngiliz Financial Times gazetesinin analizi var. odatv'nin yayınladığı habere göre gazete,Türkiye'nin Rusya'dan alacağı S-400 hava savunma sistemi ile ilgili olarak ABD Başkanı Trump'tan ılımlı mesajlar almış olsa da konunun ABD ile Türkiye arasında "yavaş çekim ilerleyen çarpışmadan" bir "felakete" dönüşebileceği yorumunda bulundu!


Toparlarsak, Türkiye'nin Rusya'dan S-400'leri alacağı ama, İsrail füzelerini takip edebilecek, Ege ve Doğu Akdeniz'de stratejik üstünlük sağlayacak bir yere yerleştirmeyeceğine dair Trump'a güvence verdiği anlaşılıyor.

Graham "aktive etmeyecekler" dediğine göre Meral Akşener'in duyumunun doğru olduğu anlaşılıyor.

İlk bakışta herkes "Büyük bir güvensizlik durumunda sarayın korunması için alındığına dair bir duyum var." sözlerini yadırgamıştı ama en iyi ihtimal bu zaten!

Türkiye'nin düşürüldüğü acı durum böyledir dostlar!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

2 Temmuz 2019 Salı

ABD’de Başkanlık yarışı kızışıyor(I-II) - Zülal Kalkandelen

(I)

Bu hafta 2020’de ABD Başkanlık seçimine girmek için aday olan Demokratik Partililerin TV tartışmalarını izledim.

İstanbul’daki seçimden önce TV tartışması diye halka izlettirilen program, Türkiye’de haftalarca konuşuldu ya, insan Amerika’dakini izleyince farkı görüyor. 

Türkiye’deki program, adayların birbirleriyle göz teması bile kurmadan, görüşlerini tek bir gazeteciye aktardığı, heyecansız bir monolog gibiydi. ABD’de stüdyoda izleyici halk kitlesi de var ve beğendikleri yanıtları alkışlıyorlar. 

Yanlış anlaşılmasın; “Amerika ne kadar demokratik!” gibi gerçek dışı abartmalar yapacak değilim. Kapitalizmin iliklerine kadar işlediği toplumlarda “demokrasi” sadece aldatmacadır. 

Nitekim Demokratik Parti, TV tartışmalarına katılacak aday adaylarını belirlerken iki ölçüt koydu:
1- Demokratik Parti Ulusal Kongresi tarafından onaylanan güvenilir üç ulusal ya da eyalet kamuoyu anketine göre en az yüzde 1 desteğe sahip olmak.
2- 20 farklı eyalette en az 200 olmak üzere 65 bin ayrı bağışçıdan para yardımı toplamış olmak. 

Yani destekçiniz azsa ve para toplayamıyorsanız, daha en baştan yoksunuz.

***

Bu yılki tartışmalarda 20 aday adayını iki grup halinde stüdyoya aldılar. 10’ar kişi, iki saat boyunca 3 gazetecinin sorularını yanıtladı. 

20 kişiden 6’sı kadın ve aralarında Amerikan halkını temsil edecek şekilde Hint, Meksikalı, Asyalı, İspanyol ve Afrika kökenliler de var. 

En tanınanı,Obama döneminde başkan yardımcısı olan Joe Biden. Herhalde bu tanınmışlığın avantajı olarak anketlerde ilk sırada ama yine de desteği yüzde 40’ın altında.

Kapitalizmi kurtarmak veya sanık olarak yargılamakİkinci sırada, Massachusetts Senatörü, Harvard Hukuk Profesörü ElizabethWarren var. Ben kendisini 2004, 2008 ve 2012’deki kongrelerde ve Büyük Kurultay’da dinledim.
2012’deki Büyük Kurultay’da en büyük alkışı Obama Amerikası’nı anlatırken verdiği örnek ile almıştı: “Milyonerlerin de sekreterler gibi vergilerini tam ödeyecekleri bir ülke.” 
Bu haftaki TV tartışmasında en büyük alkışı, “Kim özel sağlık sigortasının kaldırılıp  devlet destekli sağlık sigortasının getirilmesini savunuyor” diye sorulunca elini kaldırdığında aldı. “Sağlık sigortası temel bir haktır ve ben bunun için savaşacağım!dedi kararlılıkla. 

O grupta Bernie Sanders olsaydı, kuşkusuz o da elini kaldırırdı. İkisi de parti içindeki ilerici sol kanatta yer alıyor ancak Warren ile Sanders arasında önemli bir fark var: Warren, kapitalizmi halk için kurtarmayı hedeflerken; Sanders, kapitalizmi sanık sandalyesine oturtuyor. 

Warren’ın ardından anketlere göre 3. sırada Bernie Sanders yer alıyor. 2016 ABD Başkanlık seçiminde Hillary Clinton’a karşı yakaladığı rüzgâr artık o kadar güçlü değil ama gelecek aylarda ne olur bilinmez.

Gençler meşaleyi istiyorTartışmanın en ilginç bölümlerinden biri, 38 yaşındaki Kongre üyesi EricSwallwell’in 77 yaşındaki Joe Biden’a karşı atağı ve 76 yaşındaki Sanders’ın buna tepkisiydi.
“Bir başkan adayı Kaliforniya’daki Demokratik Parti Kurultayı’na gelip ‘Meşaleyi yeni kuşak Amerikalılara devretmenin vakti geldi’ dediğinde 6 yaşındaydım. O aday, o dönemin senatörü Joe Biden’dı. İklim değişikliği,bireysel silahlanma şiddeti ve öğrencilerin kredi borcu gibi sorunlara çözüm getirmenin tek yolu meşaleyi devretmektir” diyerek Biden’ı eleştirdi Swallwell. 

Biden, “Ben hâlâ o meşaleyi tutuyorum” diyerek geçiştirse de, Sanders, yüksek sesle yanıtladı: “Mesele kuşak meselesi değil! Mesele, kimin Wall Street, fosil yakıt endüstrisi, ekonomi ve siyaset üzerinde inanılmaz etkisi olan büyük sermayenin üzerine gitme cesaretine sahip olduğu!” 

(II)

6 Kasım 2020’de yapılacak seçimde Cumhuriyetçilerin adayı tekrar Trumpolur mu henüz belli değil ama Demokratik Parti onun karşısına çıkaracağı adayı belirlemeye çalışıyor. 

Aday adaylarının hepsinin üzerinde yüzde 100 uzlaştığı tek konu var: Ülkedeki en büyük sorun Donald Trump. 

Bunun dışında farklı yaklaşımlar sergiliyorlar. En fazla gündeme gelen konular ekonomi, göçmen politikası, sağlık sigortası, silahsızlanma, yurttaşlık hakları, iklim krizi ve dış politika.

Irkçılık sorunu tartışmaya damgasını vurdu
Bunları parti içinde tartışırken birbirlerini eleştirmekten de geri kalmıyorlar. Özellikle Joe BidenObama döneminde Başkan Yardımcılığı sırasında yaptıkları nedeniyle ateş altında.

İki ayrı program halinde yapılan yayında en gergin anlar da, 54 yaşındaki siyah Senatör Kamala Harris’in, “Buradaki tek siyahi insan olarak ırk meselesi hakkında konuşmak isterim” diye söze başlayıp doğrudan Biden’a bakarak konuştuğunda yaşandı. Irkçı olduğunuzu düşünmüyorum ama okullardaki ırkçılıkla mücadele için farklı kökenden öğrencilerin okula aynı otobüsle taşınması uygulamasına karşı çıktınız. Kaliforniya’da devlet okullarına entegre edilen ikinci sınıftan küçük bir kız vardı ve okula her gün otobüsle giderdi. O küçük kız bendim derken sesi titredi. 

Biden, sadece ülke çapında bunun kural olmasına karşı çıktığını söylese de, gerçekten de Amerikan tarihindeki en ırkçı yasa önerilerinden birini veren senatöre geçmişte destek olmuştu. 

Bu nedenle TV performansından sonra partililer arasındaki desteği yüzde 5 azalırken, Kamala Harris’inki yüzde 6 oranında arttı.

***

Irk ayrımcılığı sorununa değinenlerden biri de, Indiana eyaletindeki South Bend kentinin 37 yaşındaki Belediye Başkanı Pete Buttigieg’dı. Aday adayları arasında en genç olanı o. 

16 Haziran’da 54 yaşındaki, 7 çocuk babası Eric Logan adlı siyah vatandaşın, polis tarafından sorgulama sırasında arabada öldürülmesi, South Bend’de ırkçılık tartışmalarını alevlendirdi. 

Buttigieg, bu olay sorulduğunda hayalini şöyle anlattı: Bir gün beyaz bir şoför ve bir siyah şoför, polisin kendilerine yaklaştığını gördüklerinde, tam olarak aynı duyguları hissetmesi; korku değil, güven duymasını sağlamak istiyorum.” 
Trump’ın seçim kampanyasından bu yana ırkçılık ABD’de tırmanıyor. Nitekim Şubat 2019’da Pew Araştırma Merkezi tarafından yapılan bir çalışmaya göre, beyaz Amerikalıların yüzde 63’ü, siyahların ise yüzde 84’ü, polisin siyahlara daha az adil davrandığını düşünüyor.

Devlet eliyle çocuk kaçırma
En çok eleştiri alan konulardan bir diğeri, Trump’ın göçmen politikasıydı. Eski Colorado Valisi John Hickenlooper, Amerika’da utanç konusu haline gelen uygulamanın adını koydu: Devlet görevlileri, çocukları ailelerinin kollarından çekip kafeslere koyuyor ve onları başkalarının evlat edinmesi için çalışıyor. Biz Colorado’da buna çocuk kaçırma diyoruz!” 

Dünyanın en zengin ve göçmenlerden kurulu ülkesinin, göçmenlere zulmü utanç tarihine geçti. 

El Salvadorlu Oscar Alberto Martinez Ramirez ve 23 aylık kızı Valeria, 23 Haziran’da Meksika ile ABD’yi ayıran Rio Grande Nehri üzerinden ABD’ye geçmeye çalışırken öldü.

Henüz 2 yaşına basmamış bir bebek, yüzü yere dönük şekilde bir nehrin sularında bu dünyadan göçtü. Babası ev yapmak için gerekli parayı toplamak istiyordu. 
Böyle bir dünyada Trump ve onun gibiler sorundur, ona oy verenler de, onu Başkan yapan sistem de... 

Ama tüm bunların asıl kaynağı nedir derseniz, o insanlığa dair daha derin bir sorun: Açgözlülük, sömürü ve bireysel faydacılık.
Kapitalizm, insanlığın bu büyük defolarının üzerinde yükseldi.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET      

Kaybın telafisi yok - OĞUZ OYAN

İslamcı iktidarın İstanbul’u yitirmemek için umutsuzca çırpınması boşuna değildi. Her şeyini ortaya koyması, üç ay içinde olmadık ittifaklara/dışlamalara yönelmesi, hata üstüne hata yapmayı göze alması, son bir simgesel zafere şiddetle ihtiyaç duymasındandı. Çünkü yönetememe sorunları giderek büyümekteydi. AKP siyaseti okuma becerilerini tüketmişti; iddiası/ufku kalmamıştı ve yönetemiyordu. Daha önemlisi, otokratın her derde deva olacağını sandığı monolitik yönetim biçimi beklenenin tersine partisi içinde dahi sindirilememiş, örtük eleştirilerin odak noktasına yerleşmiş, partide ahenksiz sesler artmıştı.


Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi (CYS) denilen ucube yönetim yapısının eleştirilerin odağına yerleşmesi yalnızca AKP-içi siyaset yapma teamüllerine uyum sağlayamaması, tek kişide aşırı güç yoğunlaşmasının karar alma sürecinde hatalara/aşılamayan sorunlara yol açması (geçen yılın faiz inatlaşmasının yol açtığı döviz krizini hatırlamak yeterlidir), atanmışları (ki bunların parti aidiyetleri sorunluydu) seçilmişler aleyhine öne çıkarması, yasamanın AKP kanadını yürütmeden iyice uzaklaştırması değildi. Bunlar kuşkusuz önemliydi. Ama iki maddi neden daha vardı. 

Birincisi, sistemin yönetici sınıfının, sermayenin, beklenebileceği gibi bu sisteme uyum sağlaması mümkün olamadı. İktidarın eteklerinden hiç ayrılmayan sermaye gruplarını saymazsanız, büyük (egemen) sermaye çevresi bu çok kişiselleşmiş yönetim yapısını benimsemedi/benimseyemezdi. İktidara ulaşım kanallarının bu denli sınırlandırılması, sistemin rant dağıtma düzeneklerinin bu denli monolitik bir yapıya bağlanması, hukuk normlarının bu denli CYS odaklı olarak dönüştürülmesi/esnetilmesi, Türkiye’nin tarihsel gelişmişlik düzeyinin çok gerisine düşmekteydi. Korkut Hoca’nın da vurguladığı gibi (Sol Haber Portalı, 28 Haziran 2019), “kurumsallaşamayan bu tuhaf rejim, Türkiye’nin gelişkinlik düzeyindeki bir kapitalist toplumu yönetemez” idi.

İkincisi, AKP içinde siyaset yapanların önemli bir grubunu oluşturan küçük-orta boy girişimciler de yeni yönetim sisteminden hoşnut değillerdi. CYS etrafında yeniden oluşan patronaj ilişkileri, eş-dost kayırma sistemi kapsayıcılıktan çok dışlama etkileri üzerinden algılanıyordu. Gerek merkezi gerekse yerel yönetimler, iktidar partisinin içinde kümelenen çıkar gruplarının taleplerini giderek ya ikinci plana atmakta ya da karşılayamamaktaydılar. Bütçe olanaklarının daralması, iktidar partisinin yönetimindeki yerel yönetimlerin aşırı borçlandırılması, bunlara ekonomik krizin olumsuz etkilerinin de eklenmesi sonucunda iktidar partisinin içi bir süredir karışmaktaydı zaten. AKP’nin “borçlan-tüket”, “borçlan-yatırım yap” tarzı ekonomik büyüme modelinin sonuna gelinmişti ve yerine yeni bir model konulacağı yoktu.

Şimdi İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya gibi güçlü büyükşehirlerin kaybedilmesiyle AKP’nin yönetim krizi büyüyecektir. İstanbul’un simgesel öneminin böyle bir maddi temeli de bulunmaktaydı. Bu kaybın telafisi yoktu. ‘İstanbul’u yöneten Türkiye’yi yönetir’ sözünün sahibi bizzat bugünkü iktidar mensuplarıydı. O halde İstanbul’un yönetimini bırakmamaları şarttı. 

Bu nedenle İstanbul’a ve diğer kayıp büyükşehirlere el atmaktan vazgeçmek istemeyeceklerdir. Bunun için üç yoldan ilerlemek niyetinde oldukları anlaşılıyor: 

(i) 2972 sayılı Mahalli İdareler (…) Hakkında Kanun’un büyükşehir belediye meclislerinin oluşumunda temsilde adalet ilkesini hiç gözetmemiş olmasından sonuna kadar yararlanmak. (Bkz: 30 Haziran tarihli Birgün Pazar’daki yazım). Yani düşük nüfuslu/kırsal nitelikli çevre ilçeler üzerinden orantısız bir biçimde belediye meclisine taşınan “partili” üyeler üzerinden büyükşehir belediye başkanını dizginlemek, çalıştırmamak, ödüne zorlamak, başarısız kılmak stratejisini uygulamak. (İstanbul ve Ankara belediyelerinin buradan sıkıştırılmasına dair çok sayıda örnek şimdiden oluşmuştur). 

(ii) Belediyelerin/büyükşehirlerin imar ve kentsel dönüşüm alanlarındaki birçok yetkisini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devretmek (bu süreç başlamıştır). 

(iii) Daha da ileri giderek, belediyelerin yürütme organı olan ve doğal olarak başkan lehine bir yasal bileşimi olan belediye encümeninde çoğunluğu meclisten gelen üyelere veren bir yasal düzenlemeye giderek belediye başkanını iyice kötürümleştirmek.

Şu encümen konusuna biraz daha yakından bakalım. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 33.maddesine göre, “Belediye encümeni, belediye başkanının başkanlığında; 
a) İl belediyelerinde ve nüfusu 100.000'in üzerindeki belediyelerde, belediye meclisinin her yıl kendi üyeleri arasından bir yıl için gizli oyla seçeceği üç üye, malî hizmetler birim amiri ve belediye başkanının birim amirleri arasından bir yıl için seçeceği iki üye olmak üzere yedi kişiden,
b) Diğer belediyelerde, belediye meclisinin her yıl kendi üyeleri arasından bir yıl için gizli oyla seçeceği iki üye, malî hizmetler birim amiri ve belediye başkanının birim amirleri arasından bir yıl için seçeceği bir üye olmak üzere beş kişiden, oluşur”.

Kuşkusuz belediye başkanı ile meclis arasında siyasi uyum olursa belediye encümeni çok daha verimli çalışabilecektir. Ama düzenlemede görüldüğü gibi, belediye meclisinin karşıt partilerden oluşma olasılığına karşı belediye başkanının encümendeki çoğunluğu sürekli olarak elinde tutması gözetilmiştir. Gözetilmiştir, çünkü belediye encümeni belediye başkanının bakanlar kurulu gibidir; onu başkandan alırsanız, başkan belediyeyi yönetemez. 

5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu madde 16’ya göre de durum benzerdir: “Büyükşehir belediye encümeni, belediye başkanının başkanlığında, belediye meclisinin kendi üyeleri arasından bir yıl için gizli oyla seçeceği beş üye ile biri genel sekreter, biri malî hizmetler birim amiri olmak üzere belediye başkanının her yıl birim amirleri arasından seçeceği beş üyeden oluşur. 

Belediye başkanının katılamadığı toplantılarda, encümen toplantılarına genel sekreter başkanlık eder”.

Görüldüğü gibi, yasa yapıcı yönetim ilkelerinin asgari normlarını gözetmiş ve belediye başkanına, başarısından sorumlu olduğu yerel yönetim biriminin icrai organında tereddüde yer bırakmayan bir çoğunluk hakkı tanımıştır. Büyükşehir belediyelerde bu oran BB lehine asgari 6’ya 5’tir. Meclis ile BB arasında uyum varsa kuşkusuz bu oran başkan lehine daha fazla bükülecektir.  

Şimdi “tarafsızlığı” üzerine ant içmiş olan Cumhurbaşkanı üzerinden yürütülen kampanya, belediye encümeninde üyelerin çoğunluğunun meclis tarafından belirlenmesi gerektiği üzerinedir! (CYS’de tam tersinin yapılıp TBMM’nin yetkilerinin CB’na aktarıldığına bakıldığında, nalıncı keseri tarzı “düşünce tutarlılığı” insanı etkiliyor!). Milli iradenin tecellisine karşı açılan bu savaştan (veya kamu yönetimi ilkelerine karşı işlenecek bu cinayetten) en olumsuz etkilenecek belediyeler arasında CHP yönetimindekiler başı çekecektir kuşkusuz. Peki, bu gözü dönmüşlük prim yapar mı?

Bu “el mi yaman bey mi yaman” inatlaşmalarının, sokak dövüşçüsü tarzındaki kural tanımaz yöntemlerin, yenilgiyi hazmedememe görüntüsünün AKP/RTE siyasetinin artık çok bezdirici bir veçhesini oluşturduğunu 23 Haziran seçimi bütün açıklığıyla göstermişti. Ama anlamak istemedikleri görülüyor. Sorun şu ki, yitirilmiş belediyeleri çalıştırmamaya ve arkadan dolanarak yönetmeye dair hamleler AKP’yi daha da aşağıya çekecektir. Adil siyaset/yönetim normlarını çürüttükçe, faullü dövüşmeye meylettikçe iktidar kendi seçmeninin gözünde bile hızlı bir meşruiyet aşınmasından kurtulamayacaktır. 

Bu yokuş aşağı inişin “kaçış rampaları” geride kalmıştır. İnişin sonunda bir düzlük olduğu bile artık şüphelidir. 

Oğuz Oyan / SOL

1 Temmuz 2019 Pazartesi

Kübalılar Çernobil çocuklarını anlatıyor - Hatice İkinci / SOL

Chernobyl dizisine dair tartışmalar sürüyor. Öyle ki diziyi izledikten sonra “sorun santralde değil sosyalizmdeymiş” bakış açısına rahatlıkla sahip olabilirsiniz. Bu bakış açısı üzerine söylenecek çok şey olsa da biz bu hafta bu tartışmaları bir kenara bıraktık ve Küba’nın Ankara Büyükelçisi Luis Alberto Amoros Nunez ile dizide anlatılmayan sosyalizmi konuştuk.

Amerikan HBO kanalında geçtiğimiz aylarda yayınlanan Chernobyl dizisine dair tartışmalar sürüyor. 

Dizi hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Diziye dair bu tartışmaların temelini, yalan- yanlış verilere dayanan anti-komünist anlatım oluşturuyordu. 

Gerçekten de Çernobil nükleer santralinde yaşanan patlamanın hemen öncesi ve sonrasını anlatan dizide, kazanın tüm sebepleri ve sonuçlarının sosyalizmle ilişkilendirildiğini görürüz. Öyle ki diziyi izledikten sonra “sorun santralde değil sosyalizmdeymiş” bakış açısına rahatlıkla sahip olabilirsiniz.

Bu bakış açısı üzerine söylenecek çok şey olsa da biz bu hafta bu tartışmaları bir kenara bırakacağız ve Küba’nın Ankara Büyükelçisi Luis Alberto Amoros Nunez  ile dizide anlatılmayan sosyalizmi konuşacağız.

Büyükelçi Nunez ile sohbetimizi aktarmaya başlamadan önce, 26 Nisan 1986'da Çernobil'de yaşanan felaket sonrasında 26 binden fazla çocuğun Küba'ya tedavi görmeye gittiğini ve Küba Sağlık Bakanlığı'nın öncülük ettiği bu tedavi programının 1990-2011 yılları arasında devam ettiğini hatırlatalım. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bölgedeki sağlık sisteminin çökmesinin ardından bunların bir sonucu olarak derin bir iktisadi krize sürüklenen Küba’nın, bu en karanlık döneminde 10 bin kilometre uzaktaki çocuklara yardım elini uzatmakta tereddüt etmediğini de söyleyelim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Küba, bu tedavi programını başlatmaya nasıl ve hangi sebeplerle karar vermişti?
Program, o zamanki Sovyetler Birliği hükümetinin dünya kamuoyuna yaptığı yardım çağrısıyla başlatıldı. Yapılan çağrı ile nükleer patlamanın ülke nüfusu özellikle de çocuklarda açtığı yaraların sarılması amaçlanıyordu. Küba devriminin imza attığı bütün önemli olaylarda olduğu gibi Küba bu çağrıya da yanıt verdi.
1990’lı yılların başında sorunun büyüklüğünü ve ne tür bir yardımda bulunulabileceğini tespit etmek amacıyla bir grup Kübalı uzman Ukrayna’yı ziyaret etti. Uzmanlara eşlik eden tıbbi ve siyasi yetkililer daha fazla hastanın tedaviye ihtiyacı olduğunu tespit ettiler ve böylece bu iş birliğine karar verildi. Aynı yılın 29 Mart’ında hastalar Küba’ya gelmeye başladılar.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Çocukların bölgeden uzakta tedavi edilmesini hangi gerekçelerle önermiştiniz?  
Programın iki temel amacı vardı. Birincisi yaşanan felaket nedeniyle hastalanan çocukları tedavi etmekti. İkincisi ise ülkelerinde devam edilecek olan bakım hizmetlerinin belirlenmesi için gözlem altında tutulup tetkik edilebilecekleri temiz bir bölgeye getirmekti.
Karar verilirken 1981 yılında Küba’da ortaya çıkan kanamalı dang salgınında yaşanan deneyimden yola çıkıldı. Bu salgın da çocukları çok kötü yönde etkilemişti. Binlerce Çernobil çocuğunun tedavi gördüğü Tarara sayfiye yerinde 1981 yılında 75 bin Kübalı çocuğa interferonla immünolojik tedavi uygulanmıştı.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Havaalanında çocukları bizzat karşılayan Fidel Castro’nun yetkililere verdiği ‘basın önüne çıkılmaması’ direktifini sormak istiyorum, gerekçesi neydi?
Konuyla ilgili ayrıntıları bilmiyorum ancak Küba devriminin tarihi liderinin bu işin reklamının yapılmaması talimatını verdiğini biliyorum. Çünkü yapılan yardım, “Sovyet halkına, kardeş bir halka” karşı yerine getirilen temel bir görevdi. Bu yaklaşım Fidel Castro’nun özgeciliğinin ayrılmaz bir parçasıydı ve Küba devrimine daima böyle bir özgecilik rehberlik etti.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu programın adı Tarara idi sanırım, Tarara programına kaç çocuk dahil edildi, tedavi başarısı olarak programın rakamsal sonuçları var mı elinizde?
Küba’nın muazzam siyasi iradesi sayesinde ülkemizde 1990-2011 yılları arasında 26 binden fazla hasta tedavi gördü. Bunların yüzde 84’ünü çocuklar oluşturuyordu. Çernobil’in acı dolu mirası konusunda kapsamlı, kitlesel ve ücretsiz bir sağlık programı geliştiren tek ülke Küba oldu.21 yıl boyunca Ukrayna’dan 16 bin çocuk, 3 bin yetişkin kabul edildi.
1990-1992 yılları arasında Rusya’dan 2715 çocuk, 213 yetişkin, Beyaz Rusya’dan 671 çocuk, 59 yetişkin geldi.Programdan Moldavya’dan 4 hasta, Ermenistan’dan da 11 hasta yararlandı.Program kapsamında gelen çocukların çoğunluğu Küba’da 45 günlük bir tedavi alırken azımsanamayacak sayıda çocuk ise Tarara sayfiye yerinde bir yıl veya daha uzun süreyle kaldı. Gelen çocukların yüzde 67’sinde tiroid, vitiligo, saçkıran ve sedef hastalığından kaynaklanan sorunlar görülüyordu.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Programın detayları nelerdi? Tedavinin bilimsel katılımcıları ve önceliklerinden söz edebilir misiniz?
Daha önce de belirttiğim gibi programın iki temel amacı vardı: Çocukları tedavi etmek ve temiz bir alanda gözlem altında tutup tetkik etmek.

Programın özgül amaçlarıysa şunlardı: Hastaların sağlık durumunun tespit edilmesi, önleyici ve tedaviye yönelik tıbbi prosedür ile ağız ve diş sağlığına yönelik adımların belirlenmesi, fiziksel ve zihinsel rehabilitasyon programlarının uygulanması, hastalık seyrinin değerlendirilmesi ve hastaların uzun süreli olarak takip edilmesi.

Çocuklar klinik özellikleri bakımından dört gruba ayrılıyordu (bu sınıflandırmayı geldikleri ülkedeki Kübalı doktorlar ve o ülkenin doktorları yapıyordu): İleri derecede hasta olanlar ki bunlar doğrudan hastanelere veya araştırma enstitülerine geliyorlardı. Saçkıran ve sedef gibi psikosomatik olduğu düşünülen hastalıklara yol açan ileri düzeyde psikolojik rahatsızlık yaşayanlar, karmaşık semptomlara sahip olmayanlar ve görece sağlıklı çocuklar.

Başlangıçta Tarara’da 350 çocuk kapasiteli bir altyapı oluşturuldu, hastane yatakları yerleştirildi. Öne çıkan hastalıklar çerçevesinde uzmanlık alanları belirlendi ve bu alanlarda daimî şekilde hizmet verecek uzman hekim ve hemşireler tayin edildi.

Hastalara yönelik özel ağız ve diş sağlığı hizmetleri de planlandı. Bunun temelinde radyasyonun diş çürüklerine ve başka türlü ağız hastalıklarına yol açtığı yönündeki hipotez yatıyordu (nitekim çocukların büyük bir kısmında diş çürükleri mevcuttu). Gelen bütün hastaların taşıdığı radyasyon düzeyi Küba Radyasyon Hijyeni Merkezi’nde ölçüldü ve sonuca göre genetik muayeneye ihtiyaç olup olmadığı belirlendi.

Tarara’da saç dökülmesi ve sedef hastalığı nedeniyle plasenta histoterapi tedavisine ihtiyaç duyan çocuklar için ayrı bir bölüm açıldı. Bu bölümün direktörü, bu tür patolojilerin ve vitiligo gibi diğer bazı hastalıkların tedavisi için insan plasentası içerikli yirmiden fazla ürünü  geliştiren Dr. Carlos Manuel Miyares Cao’ydu. Çocuklara aynı zamanda bir psikolojik bakım programı da uygulandı
.
Verilen sağlık hizmetleri üç ayrı düzeyde yapılandırılmıştı. 
Birinci düzeyde Tarara’daki konutlarda kalan hastalara farklı klinik alanlarda aile hekimleri ve hemşireleri tarafından bütünlüklü bir tıbbi bakım hizmeti sağlanıyordu. Bu tedavi sürecine psikologlar ve diğer tıp uzmanlarının yanı sıra tercümanlar da eşlik ediyordu.

İkinci düzeyde Tarara Çocuk Hastanesi’nde kalan çocuklara sağlanan yatılı tıbbi bakım hizmetleri yer alıyordu.

Üçüncü düzeyde ise Havana’daki farklı çocuk hastanelerinde, uzman enstitülerde ve son teknolojiyle donatılmış çeşitli merkezlerde tedavi gören çocuklara verilen tıbbi bakım hizmetleri yer alıyordu. Bu hastane, enstitü ve merkezler arasında Hematoloji ve İmmünoloji Enstitüsü, William Soler Çocuk Hastanesi Kardiyoloji Merkezi, Uluslararası Nörolojik Restorasyon Merkezi (CIREN) ve Plasenta Histoterapi Merkezi gibi kurumlar yer alıyordu.
Küba devletine bağlı farklı kurum ve enstitülerden katılıma olanak sağlayan bu interdisipliner çalışma sayesinde tedavi süreçlerinin başarıyla sonuçlanması mümkün oldu.
----------------------------------------------------------------------------------------------
Kaç yıl sürdü bu program?
Farklı etapları olan bu program 21 yıl boyunca ücretsiz olarak yürütüldü. 2011 yılında sonlandırılmış olmasına karşın Ukraynalı ve Rus hasta gruplarının Küba’ya tıbbi amaçlı ziyaretleri devam ediyor. 2016 yılından bu yana bu hastaların büyük çoğunluğu Havana’nın batısında bulunan Siboney Uluslararası Kliniği’nde tedavi görüyorlar.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Küba halkının programın sürdürülmesi sırasındaki katkı ve fedakarlıklarından bahsedebilir misiniz?
Küba halkı, 1990’larda Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve ABD ablukasının sıkılaştırılması sebebiyle, “Özel Dönem” olarak adlandırdığımız süre boyunca büyük fedakarlıklarda bulundu. Bununla birlikte, ekonomik açıdan çok zor koşullara karşın Küba “Çernobil çocuklarına” özel sağlık hizmeti sunmaya devam etti. İşçi sınıfı enternasyonalizmi ve dayanışmasına olan bağlılığımız bunu gerektiriyordu.

“Çernobil çocukları” programı siyasi irademizin, dayanışmacılığa ve insancıl bir bilinç yaratmaya dayalı ilkelerimizin bir ifadesiydi.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Dünyanın çeşitli bölgelerinden, özellikle savaş coğrafyalarından benzer yardım talepleri geliyor mu? Gelirse olanaklarınız aynı şekilde geçerli mi?
Küba halkı dünyanın dört bir yanına on binlerce uzman, özellikle de doktor yollayarak çok sayıda uluslararası dayanışma örneği sergiledi, sergilemeye devam ediyor. Birkaç yıl önce Afrika’da ortaya çıkan ebola salgınıyla mücadele için yollanan doktorları, kısa süre önce Mozambik’te olduğu gibi doğal afetlerden etkilenen yardıma muhtaç kesimlere hizmet vermek için yollanan sağlık personelini, “Daha Fazla Doktor” programı kapsamında Brezilya’da hizmet veren binlerce doktoru hatırlatmak yeter.

Dolayısıyla, Küba devriminin iş birliği ve dayanışma iradesi daimî bir uygulama halinde varlığını sürdürüyor. Çatışma bölgelerine yönelik insani yardım bu açıdan ayrıcalıklı bir durum teşkil etmiyor.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Tedavi edilen çocuk ve aileleri ile Küba’nın iletişimi halen sürüyor mu?
Evet. Küba’da kaldıkları döneme ilişkin çok hoş anılara sahip olan ülkemizle mükemmel bir ilişki sürdüren bu çocukların ve ailelerinin çoğunluğuyla iletişimimiz devam ediyor. Bu kişilerin kayda değer bir kısmı Küba’yla dostluk ve dayanışma hareketleri içinde çok etkin bir şekilde yer alıyor.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Dünyada hemen her ülkede bu tür (nükleer) program ve tehditler yaygın ve güncelken, kapitalist ülkelerde sizin programınıza eşdeğer bir program hazırlığı var mı?
Bildiğim kadarıyla Küba örneğine benzer bir deneyim yaşanmadı. Bana kalırsa Küba’nınkine benzer programların hayata geçmemesinin nedenleri bencillik, dayanışma kültüründen yoksunluk, önde gelen kapitalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda işleyen eşitsiz ve adaletsiz dünya düzeni.

“Radyoaktif çocuklar” olarak adlandırılan Çernobilli çocukların Avrupa’da hiçbir ülke tarafından kabul edilmediğini, bu çocuklar karşısında yüreği sızlayıp onları kabul etme kararı alan tek ülkenin Küba olduğunu belirten yazarlar oldu.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Küba olmasaydı bu çocukların tedavilerinin nasıl olacağına dair bir ortak fikir var mı?
Bu soruyu yanıtlamak için Küba devriminin lideri Fidel Castro tarafından 16 Nisan 2001 tarihinde dile getirilen şu sözleri tekrarlayacağım: “Sosyalizm olmasaydı, 1986 yılında meydana gelen Çernobil nükleer kazasından etkilenen üç ülkeden gelen 19 bin çocuk ve yetişkin tedavi olma imkanına sahip olamayacaktı; bu çocuk ve yetişkinlerin büyük çoğunluğuna Özel Dönem’in en zor koşullarında sağlık hizmeti sağlandı.”

Hatice İkinci / SOL

Osaka’da CEO’lar mutabakatı - Mehmet Ali Güller


Japonya’nın Osaka kentindeki G20 Zirvesi sırasında Erdoğan ile Trump’ın bir araya gelecek olması, haftalardır merakla bekleniyordu. Zira Türkiye S-400 alma kararlılığını ilan ediyor, ABD de S-400’den vazgeçmediği taktirde Türkiye’ye yaptırım uygulayacağını ve F-35 programından çıkaracağını söylüyordu. 

Gazeteler Erdoğan-Trump görüşmesini “yaptırım yok”, hatta “ABD geri adım attı” şeklinde verdi. Peki, öyle mi?

Trump’ın yaptırım kaldırma yetkisi yok.
Kuşkusuz Erdoğan’ın “Trump bugün yaptığı açıklamada yaptırım konusuna açıklık getirdi. Böyle bir şeyin olmayacağını kendisinden dinlemiş olduk” sözlerine bakarak görüşmeden “yaptırım yok” sonucu da çıkarılabilir; Trump’ın “Obama yönetimi Türkiye’nin Patriot almasına izin vermedi, bu sebeple başka füze almak zorunda kaldılar. Türkiye başka biriyle anlaşınca da ‘Tamam size satarız’ dediler. Bence Türkiye’ye adil davranılmadı” sözlerine bakarak “ABD geri adım attı” sonucu da çıkarılabilir... 

Ancak her iki sonuç da görüşmenin esas sonucunu vermez, eksik ve yanlı kalır. Şundan: Trump’ın “yaptırım yok” sözü olsa bile, böyle bir yetkisi yok! 

ABD Kongresi, “ABD’nin Düşmanlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele EtmeYasası”nı (CAATSA) Trump’a rağmen çıkardı. Çünkü Kongre, Obama döneminde uygulamaya konan yaptırımları güvenceye almak istiyordu. Trump yasayı Kongre’nin baskısı üzerine Ağustos 2017’de imzalamak zorunda kaldı. 
Yani CAATSA, fiilen ABD Başkanı’nın yaptırım kaldırma yetkisini sınırlandırmak için çıkarıldı! 

Dolayısıyla Trump’ın CAATSA yaptırımlarını kaldırma yetkisi yok, gerekçe gösterebilmesi şartıyla yaptırımların uygulanmasını 6 ay erteleme yetkisi var sadece...
Bu durumda Osaka’daki Erdoğan- Trump görüşmesinden çıkan esas sonuç ne oldu peki?
50 milyar dolarlık ‘yaptırım’
Özeti şu: Erdoğan ve Trump, iki devlet adamı olarak değil ama ülkelerini şirket gibi yöneten iki iş insanı olarak, iş konuştular, alışveriş mutabakatı yaptılar. 
Bunu da Erdoğan açıkladı zaten: “Bizim S-400 olayı bir taraftan yürürken Amerika’dan da Lockheed Martin’den Boeing uçaklarını alıyoruz. 100 adet Boeing alıyoruz Lochkeed Martin’den. Serbest piyasa ekonomisinin olduğu bir dünyada bunları birbirine karıştırmayacağız.
Yani fiilen Erdoğan yaptırımların “ertelenmesi” karşılığında, ABD’den 100 Boeing uçağı alma sözü vermiş oldu.

Trump’a! Yaptırımın mı, yoksa 100 Boeing almakla başlayacak alışverişin mi Türkiye adına daha az maliyetli olduğunu iktisatçılar hesaplayacaktır... 

Zira Erdoğan, Trump’a “stratejik ortaklıkları ve savunma sanayiine yapmak istedikleri  yatırım” nedeniyle “ABD ile 75 milyar dolarlık ticaret hacmine doğru ilerlediklerini” söyledi!
Şaşırıyoruz, çünkü Türkiye ile ABD’nin mevcut ticaret hacmi 20 milyar dolardır ve bunun 75 milyar dolara ilerleyebilmesi, ancak “ABD’den sürekli silah/uçak alımı” ile mümkün olabilecektir!  Ve eğer alacağımız Boeing’ler 747 modeliyse, tanesi 400 milyon dolardan 100 tanesi 40 milyar dolar yapar ve 20 milyar dolarlık ticaret hacmimiz 60 milyar dolara çıkar. Erdoğan’ın belirttiği 75 milyar dolara çıkmak için de Patriot almak gerekir ek olarak!
Trump’ın ‘güzel insanları’ 

Yani anlayacağınız Osaka’dan “krizi erteleme” karşılığında ABD’den yüklü uçak alımı sonucu çıktı esas olarak.

Trump’ın Türkiye heyetine “Ne kadar güzel insanlar. Bunlarla anlaşmak çok kolay. Hiçbir Hollywood setinde bu kadar güzel insanı bir arada bulamazsınız” diye seslenmesi ve Türk heyetinin “çuval” kadar incitici bu ifadeye gülümsemesi yeterince açıklayıcı... 

Nitekim Trump “güzel insanlarla” kolay anlaşmasına örnek bile verdi: “Erdoğan çetin biri ama ben kendisiyle iyi anlaşıyorum. PYD’yi vuracaktı, yapmamasını istedim, bunu yapmadı.” 

15 Mart 2015’te “Ben bu ülkenin şirket gibi yönetilmesini istiyorum” diyen ve “başkanlık sistemi” adı altında Türkiye’ye CEO olan Erdoğan’ın yönetim maliyeti, gün geçtikçe daha da ağırlaşıyor...

Mehmet Ali Güller/ CUMHURİYET

Madalyonun öteki yüzü - Ergin Yıldızoğlu

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın iktidarının  yalnızlaşma  sürecinin iki düzeyde hızlandığına dikkat çekmiştim. Yenilenen İstanbul seçiminin sonuçları, yalnızlaşma sürecinin artık yalnızca halktan değil, egemen sermayeden de “rıza alma” kapasitesini yitirmenin ötesine geçtiğini gösteriyordu. Şimdi, hem yerli ve uluslararası egemen sermaye iktidara karşı bir tutum alıyor, hem de toplumu sarsmaya başlayan bir karşıt dalga var. Bu, bir karşıt-hegemonya odağını yaratma, yönetime taşıma potansiyeline sahip bir dalgadır.

Çok tehlikeli bir durumBu iki düzeye bir üçüncü düzeyi eklemek gerekiyor. AKP’de temsil edilen siyasal İslamın yönetici oligarşi içindeki ve lideriyle arasındaki uyumu yitirmiştir. Karşımızda, bir bozgun, panik havası, bu havadan kaynaklanan fevri ve çelişkili refleksler var.
Şimdi, ülkede iki açıdan çok tehlikeli durumlar var. 
Birincisi; bir hegemonya çöktü, iktidar bloku, rejim dağılıyor. Ancak, henüz yeni bir karşıt hegemonya odağı, iktidara aday “tarihsel blok” yok. Böyle kırılma dönemlerinde, Gramsci’den ödünç alırsak, “türlü canavarlar” kolaylıkla boy gösterebilirler. 
İkincisi, ya devlet başa ya kuzgun leşe... Acilen bir şeyler yapmazsak galiba daha çok kuzgun leşe” ruh halinde bir siyasi merkez, muhalefetin momentumunu kırmak, karşıt dalgayı söndürmek için kimi maceralara kalkışabilir (ilk anda akla Suriye, Doğu Akdeniz geliyor). 

Perşembe günü, bu tehlikeli durum içinde, egemen sermayenin seçenekleri üzerinde düşünüyordum. Bu yazıda, madalyonun öbür yüzüne, muhalefetin ve muhalefet içindeki sosyalistlerin, HDP’nin seçenekleri üzerinde düşünmeye çalışacağım.

Lider ve muhalefet dalgasıİki seçim arasında yükselen, hâlâ yankılanmaya devam eden dalga İmamoğlu’nu lider olarak kabul etmiş görünüyor. Ancak bu dalganın umutları ve beklentileriyle, “liderinin” kimliği ve hesapları arasında tam bir uyum olduğu söylenemez. Hatta, kimi kültürel konularda, özellikle laiklik, sivil toplum, haklar ve özgürlükler alanlarında liderin, kimi ifadeleri, liderin dalganın gerisinde kaldığını düşündürüyor. 

Ülke, önemli “reformlar” yapılmadan aşılması olanaksız bir ekonomik krizin içindedir. Bu “reformlar” egemen sermayeye kaynak transferine ilişkindir. Ekonomi-politik açıdan en mantıklı olanı, bu kaynakları, sistem dışına çıkarılmış servetleri geri getirerek, israfı önleyerek, devlet kaynaklarından beslenen asalakları tasfiye ederek yaratmaktır. Ancak, bunu başarmak için atılması gereken adımların getireceği riskleri, egemen sermaye almak istemeyecektir. Dolayısıyla, yükü omuzlamak halka düşecektir. Ya halk omuzlamak istemezse... 

Egemen sermaye, siyasal İslamın kurduğu rejimin araçlarının, söylemlerinin, muhalefeti denetlemek gerektiğinde, getireceği avantajları, en azından bu aşamada yitirmek,  “leğenin kirli suyuyla birlikte bebeği de atmak” istemeyecektir. 

Şimdi, muhalefetin, taleplerinde ısrar etmesi, liderini de bu taleplere sadık kalmaya zorlaması gerekiyor. Bunu başarmak, çeşitli sınıfsal, etnik, örgütsel ve kültürel farklılıkların çokluğu bir muhalefet dalgası için çok zor, ama olanaksız değildir. Bu, çok zor olanı başarmak açısından, laik halkçı Cumhuriyetçilere, sosyalistlere ve Kürt siyasi hareketine önemli görevler düşüyor. 

Muhalefetin, laik-halkçı Cumhuriyetçi kanadının, “AKP’nin fabrika ayarları” söylemine, siyasal İslamla uzlaşma girişimlerine, “Cumhuriyet Olayı” üzerine revizyonist Osmanlıcı tarih yorumlarına, Kürt siyasi hareketini muhalefet dışına itmeye, yalnızlaştırmaya yönelik provokasyonlara karşı uyanık olması gerekiyor. 

Sosyalistlerin ise siyasal İslamın kültür politikalarıyla, krizin yükünü emekçilere yüklemeye yönelik “reform” paketleriyle mücadele etmesi... Bunun için muhalefet içinde, en azından bir eşgüdüm yaratmanın, güçlerini birleştirerek etkilerini artırmanın yollarını bulmaları gerekiyor. 

Bu süreçte HDP’nin önemi ihmal edilemez. Ancak, HDP’nin, kendisini İmralı ve Kandil etkisinden yalıtmadan muhalefet bloku içinde şovenizme ve ayrımcılığa karşı bir antidot olmaya devam etmesinin, potansiyellerini gerçekleştirmesinin zor olacağı anlaşılıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yargılanacaklar - Murat Ağırel

Yazdığım yazılar ve katıldığım programlar sonrası okuyuculardan ve izleyicilerden gelen geri dönüşleri çok önemsiyorum. Yaptığım hata var ise hatayı görmemi ve düzeltmemi, eksik olduğum konuda ise tamamlamamı sağlıyorlar.

Birçok konuda geri bildirim alıyorum.

İçlerinde sıkça gelenler ise "Biz bilsek ne olur", "Yazdın da ne oldu? Sanki yargılanacaklar!", "Sen neden devamlı bu konuları yazıyorsun?", "Sana bu evrakları kim servis ediyor?" soruları oluyor.

Birincisi kimse bana bir şey servis etmiyor araştırıyorum. Herhangi bir yazımda okuduğunuz en ufak detayı doğrulamak için saatlerce bazen günlerce uğraşıyorum.

Ama en önemlisi…

Değerli okuyucular sizler bilince çok şey oluyor. Siyaset artık hayatımızın her noktasına kadar ulaştı. Ev misafirliğine, kahve sohbetine, maç keyfine her alanda üç kelimeden birisi artık siyaset…

Tam da bu noktada yazdığım yazılar sizler tarafından kaynak gösteriliyor. İktidar partilerinin destekçileri dahil gerçek bilgi ve belgeye dayalı haberleri önemsiyorlar. Dikkate alıyorlar. Dinliyorlar.

"Yazdın da ne oldu? Sanki yargılanacaklar" diye soruyorsunuz ya…


Evet yargılanacaklar.
Ben tarihe not düşüyorum.
Haramileri, nüfuz ticareti ile zenginleşenleri yazıyorum. Yazmaya da devam edeceğim. Şu anda yargılanmamaları, yargılanmayacakları anlamı taşımamaktadır. Eninde sonunda bu milletin kuruşuna göz diken her kim olursa Türk adaleti hesabını soracaktır.
Buna tüm kalbimle inanıyorum.
"Sen neden devamlı bu konuları yazıyorsun? Eline ne geçiyor?" diye soruyorsunuz ya…

Ben gençlik yıllarımdan itibaren kolay bir hayat yaşamadım. Devamlı bir mücadele içerisindeydim. Sokaktan gelen ve daima sokakta olan bir gazeteciyim. Gençlik yıllarım ve sonrası Uğur Mumcu, Doğan Avcıoğlu ekolünü takip etmek ile geçti. Yön ve Devrim dergilerinin şu andaki düşüncelerimin mimarı olduğunu da açıkça söyleyebilirim.

Daha önce mücadelemi sokakta verdim. 'Biz Kaç Kişiyiz' sivil toplum platformunun kurucularından biri olarak şu anda yaşadıklarımızı ve yaşayacaklarımızı uyarmak için herkesi bilgilendirmek ve haberdar etmek için il il, ilçe ilçe gezdim. Sonunda kumpas davası olan Ergenekon davasının içine atıp susturmaya çalıştılar.

Yine susmadım bu sefer hem sivil toplum örgütünde hem de siyaset sahnesinde mücadele verdim. Şimdi ise yazıyorum ancak yine sokaktayım. Beni bir gün oylarımızı korurken görürsünüz, diğer gün haksızlığa uğramış yurttaşların yanında, bir gün EYT'lilerin mitinginde yetişebildiğim her mücadele içinde varım.

Çünkü batıyoruz.

Bu cennet vatanın tüm kazanımları yok ediliyor.
2002 yılından itibaren yaratılan sahte cennet yerini artık cehenneme bırakmak üzere. Ekonomi damada teslim edildi çöktü. Tarım konusunda kendi kendimize yeten ülke konumunda iken saman ithal eden ülke pozisyonuna düştük. Coğrafi konum gereği tehdit ve baskı altındayız. Komşu ülkeler ile sırt sırta olmamız gerekirken düşman olduk. Ateş çemberi içindeyiz. Ülke topraklarının dışı bu durumdayken üniformalı teröristleri askeriyenin içine soktular şimdi de temizlemek için şanlı orduyu bitirme noktasına getirdiler.

Mondros Ateşkesinden sonra en büyük asker terhisini yaptık.

Ülkemizin kaynakları Saray'a yakın bir avuç yağdanlıklara peşkeş çekiliyor. Bu yağdanlıklar menfi çıkarları için ülkenin geleceği veya vatandaşların yaşadığı zorlukları umursamaksızın beslendikleri kaynakları yağmalamaya devam ediyorlar. Bunları çoğunlukla nüfus ticareti yolu ile yapıyorlar. Parti üyesi, onun akrabası bunun okul arkadaşı, şunun yeğeni, bu vakıf şu vakıf...

Hepsi aynı zümre.

Biz 5 adım geri çekilmek zorundayız. Tabloya dışarıdan bir göz olarak bakmak zorundayız. Yeniden toparlanmak için, ayağa yeniden kalkmak için yapılanları bilmemiz, yağmayı ve yolsuzlukları engellememiz gerekiyor.

Nasıl yapacağız?

Vakıflara, derneklere, cemaatlere oluk oluk para akıtmayacağız. Vakıfların yönetimde bulunan iş adamı, hacı, hoca, akraba, partili her kim olursa olsun imtiyaz sağlanmasına engel olacağız.

Damatlara, çocuklara, akrabalara şirketler kurdurup araç kiralama, organizasyon gibi makyajlar ile belediye kaynaklarını yağmalatmayacağız.

Belediyenin içerisinde resmi statü ile çalıştığı halde kendisine şirket kuran, akrabasına, eşine, dünürüne, arkadaşına şirketler kurdurup belediyenin ihalelerine girip, haksız şekilde kaynakların yağmalamalarına izin vermeyeceğiz. Kaynakların ihale yöntemlerindeki açıklar ile adrese teslim edilmesini önleyeceğiz.
Parti ve kişi ayırt etmeksizin tam bu noktada bu yapılanları belgeleyip sizlere aktarmak benim boynumun borcudur.

Bitmeyecekler biliyorum.
Her dönem olacak.
Ben de her dönem ifşa edeceğim.
Bu soyguncu, yağmacı kitle bitene kadar devam edeceğim.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ