4 Ağustos 2019 Pazar

Ozanlar aşktan ölür - Mine G. Kırıkkanat

Aleksandr Puşkin’in büyük dedesi, Osmanlı Padişahı III. Ahmet tarafından 1704 yılında Rus Çarı I. Petro’ya armağan gönderilen Afrikalı esir, zekâsı ve becerisiyle “Büyük Petro’nun zencisi” olarak ünlenen İbrahim Hannibal’di. 

İşte bu yüzden, gelmiş geçmiş en büyük Rus ozanı olarak bilinen Puşkin, iri dudaklı, kıvırcık saçlı ve gözleri ateş saçan bir melezdi. 

Puşkin’in melezliğini, ben de bilmezdim. Büyük ozanın hayatını yazan; kendisi de Ermeni asıllı Rus göçmeni, Fransız yazar Henri Troyat’dan öğrendim. 

Troyat’nın “Kanda kırma, kültürde Fransız ve ruhta Rus” diye tanımladığı Puşkin, eğitimini aldığı Çarskoy Selo Lisesi’nde ilk şiirini Fransızca yazacak kadar Fransa hayranı olup, arkadaşları arasındaki lakabı “Fransız”dı. 

Kaderin cilvesine bakın ki ölümü, kıskandığı genç bir Fransızın elinden oldu.

Otuz yedi yaşında ölümsüz 
1837 yılının ocak karlarıyla kaplı, puslu bir sabah ayazında iki adam birbirlerine arkalarını dönüp yürüdüler. Yüz yüze döndüklerinde iki silahtan biri daha önce patladı. 
Ve Rusların “ölümsüz” sandıkları büyük ozan, aldığı ölümcül yaranın kanıyla kızaran beyaz karlara devrildiğinde; yalnızca 37 yaşındaydı... 
Neden? 
Tabii ki bir kadın yüzünden. 
Kuş beyinli, ama kuğu boyunlu Natalia’nın mülkiyeti, dünya şiirini en büyük ozanından öksüz bıraktı.
 
Puşkin, yalnız şiir yazarken değil, yaşarken de bir fırtınaydı. Zamansız ölümünü hissediyormuş gibi, ağız dolusu lokmalar koparta koparta, hızla kemirdi ömrünü.

Deve gibi içer, dev gibi severdi 
Elini attığı her işi başarıyor, yazdığı her dize olay oluyor, kalemi bırakıp kumara, kumarı bırakıp kadınlara sarılıyordu. Deve gibi içiyor, dev gibi seviyor, iktidarla dövüşüyor, sürgüne gönderiliyor, çok büyük şair olduğu için bağışlanıp geri dönüyor, kumarda borçlanıyor, tabii şiir yazıyor ve ödüyordu.
 
Kadınların biri girip biri çıkıyordu hayatına. Zaten hepsi âşıktı Puşkin’e, belki de şiirine. Sonuç olarak elini sallasa, ellisi tellisi kapısında yatmaya hazırdı, tüm kadınların.

Ama işte, o kuş beyinli kuğu boyunlu Natalia var ya, Natalia... 

Puşkin sırılsıklam, evlenecek kadar vurulmuştu ona. Düğün oldu, evliler muradına ermişti, ama kerevete çıkanlar rahat bırakmadılar. 

Aşırı güzeldi Natalia, aşırı. Ve Rus sosyetesinin toplandığı salonlarda boy gösterdiği zaman, tüm erkeklerin yüreğini hoplatıyordu. İşin kötüsü, Natalia da hoşlanıyordu göz süzüp gerdan kırmaktan. Çar Birinci Nikolay bile asılıyordu Puşkin’in karısına!


‘Boynuz Nişanı’yla vurulmak 
Ama aralarında biri vardı ki, Natalia’nın gözlerini kamaştırıyordu. Puşkin’in karısı kadar aptal ve değersiz Georges de Heeckeren d’Anthes, Rus ordusuna kabul edilen bir Fransız subayı olup; ne yazık ki çok yakışıklıydı. 

1836 yılı kasım ayı başında Petersburg sosyetesinin başlıca eğlencesi, Puşkin’e “Boynuz Nişanı” verileceğini ilan eden anonim mektubun elden ele dolaşan kopyası oldu. Mektubun aslı, nişan takılacak ozana gönderilmişti tabii. Puşkin, çıldırdı. 

Mektubu yazan, Natalia’nın kalbindeki Fransız, George d’Anthes’ten başkası olamazdı. 
Puşkin, genç ve yakışıklı rakibini düelloya davet etti. Ama Fransız subayı, kendisini evlat edinen Rus babasının öğüdünü dinleyerek bir özür mektubu yazdı ve ozana, bir yanlış anlama olduğunu, kendisinin Natalia’ya değil, kız kardeşine âşık, hatta evlenmek istediğini belirtti.


Bacanak kurşunu 
Çok geçmeden de Puşkin’in baldızıyla baş göz edildi zaten. Ama George d’Anthes, aslında bal gibi onun karısına vurgun, hatta delicesine tutkundu ve kız kardeşiyle evliliğine rağmen, ışığa yönelen kelebek gibi Natalia Puşkin’in çevresinde dönmekten alamıyordu kendisini. 

Puşkin’in şiirleriyle iğnelediği, eleştirdiği kim varsa, ozandan intikamlarını sözde boynuzlarıyla alay ederek almaya başladılar. 

Onuru yaralanan ozan, George d’Anthes’i ikinci kez düelloya çağırdı. 

Ölüm, göğüs kafesinden çekip aldı canını. Hem de hiç kuşkusuz, tek bir dizesini okumamış cahil ve züppe bir Fransızın kurşunuyla. 

Yüzyıl sonra, katilin torunu tarafından Henri Troyat’ya teslim edilen bir mektubundan, güzel Natalia’nın vücudunu George d’Anthes’e asla teslim ve Puşkin’e ihanet etmediği anlaşılacaktı.
 
Ama Puşkin’i ruhen aldatmıştı ve ozanlar, bedenden çok ruhlarıyla kıskanırlar. Onlara unutulmaz dizeler esinleyen kıskançlık, bazen de öldürür.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

En anlamlı ödül - Zülal Kalkandelen

Şiddetsiz Toplum Derneği’nden geldi haber... 


2018 yılı Şiddetsiz Yaşam Ödülleri’ni açıklamışlar. İnsan Hakları, Çevre Hakları, Hayvan Hakları, Çocuk Hakları ve spor dallarında verilen ödüllerin anlamı büyük. 

İnsan Hakları dalında bu yıl verilecek ödüller için, terör ve şiddet eylemleri ile katledilen 8 bilim insanı, siyasetçi ve yazar seçilmiş.
 
1 Şubat 1979’da silahlı şiddete uğrayarak yaşamını yitiren Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi... 

21 Ekim 1999’da aracının üzerine bırakılan bombalı paketin patlaması sonucu can veren bilim insanı, yazar, eski Kültür Bakanı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı... 

31 Ocak 1990’da silahlı şiddet yüzünden aramızdan ayrılan bilim insanı, hukukçu ve yazar Prof. Dr. Muammer Aksoy... 

6 Ekim 1990’da evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucu katledilen ilahiyatçı akademisyen, yazar ve tarihçi Doç. Dr. Bahriye Üçok... 

18 Aralık 2002’de silahlı şiddete uğrayarak yaşamını yitiren bilim insanı, tarihçi, yazar Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu... 

11 Nisan 1980’de silahlı şiddet sonucunda yaşamı elinden alınan gazeteci, yazar Ümit Kaftancıoğlu... 

28 Şubat 1996’da silahlı şiddet yüzünden bu dünyadan ayrılan İsveç Başbakanı Olof Palme... 

27 Aralık 2007’de uğradığı silahlı saldırı yüzünden hayata veda eden Pakistan Başbakanı Benazir Butto... 

Alçakça suikastlar nedeniyle nice öncü aydınlarımızı kaybettik! Her biri insanlık adına yeri doldurulmayacak bir kayıp olarak tarihe yazıldı; yüreğimizde açılan yaralar hiç kapanmadı.

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, üniversitede çok sevdiğim, saygı duyduğum bir hocamdı; Siyaset Bilimi derslerini ondan aldım. Bombayla bedenini yok ettiler ama düşünceleri hiç ölmedi.

Bir ödülden daha fazlası 
Şiddetsiz Toplum Derneği’nin yöneticileri, beni de Hayvan Hakları dalında ödüle değer bulmuş. Ödül töreninin sonbaharda Ankara’da yapılacağını söylediler. 

Kışlalı Hocam ile aynı ödül nedeniyle adımın geçmesi, bende karışık duygular yarattı. Hem tarifsiz bir onur duydum hem de içim çok buruk...

Hocamın bize demokrasiyi anlattığı dersler sırasında da Türkiye’de demokrasi yoktu ama ülkenin bugünkü acınası halini görebilse neler derdi!

Akit adlı gazete müsveddesi, fotoğrafının üzerine çarpı atarak basmasa, hedef göstermese, Kışlalı Hocam yaşıyor olsa, gericileri nasıl da ifşa ederdi! 

Dinci yobazlar tarafından katledilmese, Cumhuriyet’teki köşesinde nasıl da korkusuzca yazardı olanları!

Hayattaki en büyük direniş 
Yaşam hakkı ve hayvan özgürlüğü mücadelesi içinde geçen onca yılın ardından bana da şiddetsizlik ödülünün verilmesi, benim için bir ödülün ötesinde anlam taşıyor. Çünkü hayatından şiddeti çıkarmayı hedeflemiş bir insanım.

Yaşadığımız toplumda bu mümkün mü” diye soranları duyar gibiyim. Haksız değiller.

Çoğu insan hoyrat, çoğu ilişki çıkarcı ve yüzeysel.
 
Bunların içinden sıyrılıp yozlaşmamayı başarabilir mi insan? İçtenlik, adalet, sevgi ve saygı dolu kendine özel bir dünyası olabilir mi? 

Adalet ve özgürlüğü insan, hayvan ve yeryüzü için talep eden biri, her yerinden şiddet fışkıran bir toplumda ayakta kalabilir mi? 

Yoksa zorunlu olarak ortama uyum sağlayıp dönüşür mü? 

Asıl mesele bu. 

Hayattaki en büyük direniş bu.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Orhan Koçak vakası - CÜNEYT CEBENOYAN (06/07/2019) / BİRGÜN

Yazımda “Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle” sunduğum varsayımı tamamen uydurmadır, ezberden konuşan Koçak’ın hayal ürünüdür.

Orhan Koçak, Ağustos 2017’de “Milli Anlar (I)”* başlıklı bir yazı yazmıştı Birikim’in web sitesinde. Bu yazı uzunca bir girizgahtan sonra Koçak’ın muğlak ifadesiyle hem olan hem de olmayan “asıl tartışma”ya, yani “Cüneyt Cebenoyan adlı Birgün yazarı”nın ifade ettiği varsayılan görüşlerine gelmişti. Bu yazıyı yayımlandığı sırada okumuştum.

Karanlığa baktığınızda karanlık da size bakıyor. Koçak’ın yazısını o dönemde unutmayı tercih ettim. Bir de eski kuşak olmak herhalde, basılı olmayan metinlere, basılı metinler kadar önem vermiyorum. Yoksa Birikim’i önemsemediğimden değil. Marksizm alanındaki ilk eğitimimi 70’li yılların sonlarında Birikimcilerden almıştım. İstanbul Erkek Lisesi ile okuduğum Avusturya Lisesi arasında bir köprü kurulmuştu ve ben de o köprüden geçmiştim.
Ama Koçak’ın yazısı artık bir kitabın parçası. Yazarın, Metis’ten çıkan Polemikler adlı kitabında, Birikim’in web sitesinde yayımlanan makalesi de yer alıyor. “İncitmemek önemlidir, asgari bir zarafet gerektirir”, diyen Orhan Koçak’ın yazısı zerre kadar zarif değil. Ve doğrudan incitmek amaçlı. Hatta mümkünse sosyal anlamda öldürmek. 
Ben, safça bir umutla bu kaba ve inanılmaz derecede saldırgan yazının orada kalacağını ummuştum ama olmadı. Metis Yayınları önemlidir. Kurucuları arkadaşımdır, aynı üniversitede aynı dönemlerde okuduk. Metis hayatımızda önemli bir rol oynamıştır. Christopher Caudwell’in “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” ve John Berger’in “Görme Biçimleri” kitapları, 80 sonrasının kültürel çölünde ufkumuzu genişletmişti. 
Orhan Koçak, doğrudan benimle ilgili paragrafta, “Aslında “asıl tartışma” filan yok, durum son derece basit: bir sinema eleştirmeni, Cüneyt Cebenoyan adlı BirGün yazarı, Fatih Akın isimli Türk/Alman yönetmeni tipik bir Hint milliyetçisi tarzında “yumuşak casuslukla” suçladı: Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle sunuyordu Akın. Ne yapmıştı Alman/Türk yönetmen? Bence fazla şekerli bir soykırım filmi yapmıştı. Ama Cebenoyan’ın burada sakarinden ziyade filmin kendisine itirazı olacağını tahmin ediyorum, hakkında hiçbir şey söylemediğini bildiğimize göre. İşte o gazete de öyledir: hem Enver Aysever en sık yazan köşecidir, hem de kendi kendini 1970’lerde hissetmek ister”, diyor.
Koçak’ın yazısının eleştirisine başlamadan önce olayların nasıl geliştiğini anlatayım. Bu bölüm, “Milli Anlar” başlığına da cevabım olacak.
Ablam Yasemin Cebenoyan, 30 Aralık 1994’te PKK tarafından öldürüldü. Daha spesifik olmak gerekirse, eylem Mesut Ünsal’ın direktifi üzerine Deniz Demir tarafından organize edildi. Bomba, Hamit Şen’in evinde hazırlandı. Daha sonra Gülşen Özdemir’le Deniz Demir bombayı The Marmara Oteli’nin cafe’sine (o dönemde Opera Pastanesi) yerleştirdiler. Bombanın patlamasıyla ablam Yasemin olay anında öldü, Onat Kutlar ise ağır yaralandı ve daha sonra hayatını kaybetti. Onat beyle de tanışmanın ötesinde birlikte çalışmışlığımız vardı. Eylemcilerin bir kısmı yakalandı, Deniz Demir itirafçı oldu, topu topu 9 yıl sonra dava sona ermeden serbest bırakıldı. Yatacağı 2-3 yılı daha vardı, yattı mı bilmiyorum. Hamit Şen de emniyet sorgusunda eylemcilere yataklık yaptığını kabul etti. Başka bir sürü somut delil de vardı ayrıca. PKK, hiçbir aşamada ne eylemi ne de eylemcileri inkar etti.  
Yıllarca PKK’den özür dilemesini bekledim ve talep ettim. Toplumsal Bellek Platformu olarak 30 Aralık 2010’da bir basın açıklaması yaptık. Bu açıklamaya Radikal gazetesinin sitesindeki Özgür Mumcu’nun 03/01/2011 tarihli “Bomba” başlıklı yazısından ulaşılabilir**. Bunun dışında da defalarca bu talebimi, olabildiğince alt perdeden, dile getirdim; sadece ve sadece küfürlerle, tehditlerle karşılaştım. Sonra yavaş yavaş bir şey kafama dank etti. Kimse, daha doğrusu PKK’nin önemseyeceği kimse PKK’yi Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan ve daha başka birçok masum kişiyi öldürmekle suçlamıyordu. Beni de önemsemiyordu örgüt, tek başıma ne bir iktidarım ne de bir ağırlığım var. Ortada onları zorlayacak bir talep olmayınca, PKK de bildiğini okumaya devam ediyor, “terör eylemi” dışında hiçbir tanıma sığmayacak eylemlerini sürdürüyordu.
Biz üç kardeştik ama birlikte büyüdüğüm, hemen hemen her gün iletişim halinde olduğum tek kardeşim Yasemin’di. Abim Sinan, Amerika’da yaşıyor ve yaşça aramızdaki fark daha büyük. Yasemin, benim en iyi ve en kötü yanlarımı bilen, bana sonsuz bir hoşgörüyle yaklaşan, birlikte ortak bir dil, ortak bir espri anlayışı geliştirdiğim tek kişiydi. Bana “lan oğlum Lümbül” diye hitap eden tek kişi (babam bana çok küçükken Lumumba dermiş, sonra bu Lümbül’e evrildi). Onun ölümü benim ve annem-babam için korkunç bir yıkımdı. Kuşkusuz abim için de… Mümkün olduğunca çok duygusal olmayan bir dil kullanıyorum ama yine de duygusal geliyorsa öyle olduğu için.
Orhan Koçak çok okuyan biri, muhakkak ki evlat ya da kardeş kaybının aileler üzerindeki yıkıcı etkilerini bilir. Bu konuda çok kitap yazılmış, çok film çekilmiştir. Çoğu evlilik, bu büyüklükteki bir depreme dayanamaz. (Belki benim annem ve babam da dayanamayacaktı. Onları da, sanki ablamın yerine gelmişçesine, onun öldüğü günde, 30 Aralık’ta doğan oğlum Ali’yle birlikte 17 Ağustos 1999 depreminde kaybedecektim.)
Orhan Koçak yine bilecektir ki kişi saldırıya, tecavüze, haksızlığa uğramışsa onun sağaltılmasında toplumun tavrı kilit rol oynar. Eğer saldırgan suçlanmak bir yana, saygı görüyorsa, saldırıya uğrayanın ruh sağlığına kavuşması, yasını tamamlayıp hayatına devam etmesi neredeyse imkansızlaşır. İşte benim yaşadığım tam da budur. Koçak’ın görmeyi tercih ettiği gibi “milli bir an” değil, son derece kişisel anlardır yaşadığım. Hoş, PKK hakkındaki negatif görüşlerim, kişisel tarihimle sınırlı olmanın ötesindedir ama şu anda bu olay bağlamında konuşuyoruz. PKK hakkındaki görüşümü, kişisel tarihim belirlemedi. Ama verdiğim tepkilerin dozunu, öfkeli çıkışlarımı elbette ki yaşadığım bu trajedi belirliyor.  
Benim ailemin katili PKK, sol ve liberal çevrelerin hatırı sayılır bir bölümünce suçlanmamaktadır. Örnekler çok. Bir tanesi: 10 Ocak 2019 tarihinde Ayşe Emel Mesci, Cumhuriyet gazetesinde “Sanırım Dönmeyeceğim” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda Onat Kutlar’ın öldürülmesi şöyle anlatıldı: “… Sonra çıktı, o daha yoldayken önce Yasemin Cebenoyan’ı, 11 gün sonra da Onat Kutlar’ı sevdiklerinden, hepimizden koparan kalleş, insanlık düşmanı bomba patladı.”  Yazıda failin belirtilmemesi ne tekil bir olay ne de bir ihmal sonucudur. Bu hep böyle ifade edilir ya da hiç edilmez. Kalleş bomba gitmiş, patlamış, öldürmüştür. Suçlu? Suçlu bomba, işte!
Tabii bitmeyen bir tartışma da failin gerçekten PKK olup olmadığıdır. Bu konuda çok yazdım, daha fazla yazmayacağım. Süleyman Demirel “bana, ‘sağcılar adam öldürüyor’, dedirtemezsiniz!” derdi. Demirel’in kastettiği sağcılar, MHP’nin vurucu timi ülkücülerdi. Yeni kuşaklar için böyle bir açıklama yapmakta yarar olabilir: Ülkücüler, Cuaron’un “Roma” filminde bizzat CIA ajanları tarafından eğitildikleri gösterilen “los Halcones” (Şahinler) adlı sağcı milisler gibiydiler. Emperyalizmin, komünizme karşı bizzat örgütlediği vahşi çeteler…
Ya da başka bir benzetme yapmak gerekirse bir holokost inkarcısına Yahudi soykırımının gerçekten olduğunu söyletemezsiniz. Benzer bir şekilde kimilerine PKK adam öldürüyor, Onat Kutlar’ı da PKK öldürdü dedirtemezsiniz. Hatta size entelektüel argümanlarla karşı çıkarlar. Barthes’ı yardıma çağırırlar: “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir”. Birincisi, ben kimseyi bir şey söylemeye mecbur tutacak bir güce sahip değilim. İkincisi, bu argüman her koşulda doğru değildir. İktidar, sizi bazen konuşmaya, bazen de susmaya mecbur edebilir. Benim herhangi bir iktidarım yok.
Ve bazen susmak suça ortak olmaktır. Süleyman Demirel’in susması bu türdendir, suçun ortağıdır. Sloganlarla, her an her yerde geçerli olduğunu iddia edilen savsözlerle bir yere varılmaz. Ben de bir sürü karşı slogan söyleyebilirim: “Susma, sustukça sıra sana gelecek!”, “Katilleri, koruyan cinayete ortaktır!” vb. Ya da Brecht’e atfedilen ama aslında Martin Niemöller’e ait sözleri hatırlatabilirim: Komünistleri, sosyal demokratları ve sendikacıları alırlarken susanlar, sıra kendilerine geldiğinde protesto edebilecek kimseyi bulamazlar çevrelerinde.
Katile katil dememenin mağdur üzerindeki yıkıcı etkisi, inkarcıların umurlarında değildir. Bunları anlatmasaydım, Fatih Akın’ın yeni film projesini, YPG’nin bir propaganda afişini paylaşarak ilan ettiğini gördüğümde duyduğum öfkeyi de anlatamazdım.
YPG’nin PKK’den farklı bir şey olduğunu iddia edenler var, ciddiye almıyorum. YPG’nin yani PKK’nin propaganda afişini paylaşarak yeni film projesinin haberini verdi Fatih Akın. Ben ailemin katilinin, katil olarak nitelendirilmesini beklerken belli ki onu yüceltecek bir film yapacaktı Akın. Bunun böyle olmayabileceği iddiasını da ciddiye almam mümkün değil. Paylaşılan bir propaganda afişiydi! Akın, örgütle arasına bir mesafe koymamıştı.
Akın’ın bu paylaşımını çeşitli internet siteleri haber yaptı. Ben ABC sitesinde gördüm. Ortada olan bir şey üzerine yorumumu yaptım, tepkimi gösterdim. Öfkelenmek dışında ne hissedebilirdim?
Fatih Akın, Almanya doğumlu, Almanya’da büyümüş ve yaşayan, kendisini en iyi Almanca ifade eden, Alman pasaportu sahibi, Alman bir yönetmen. Eğer casusluk yapacaksa Almanya aleyhine yapabilir. Almanya vatandaşı olmasına rağmen başka bir ülkeye mesela Türkiye’ye bilgi aktarabilir. Tersini yapması mantığa aykırı.
Gerçi bütün bunlar da alakasız çünkü ben hiçbir yerde Fatih Akın’ın casusluk yaptığını iddia etmedim. Ne yumuşak ne de sert. Bunu söylediğine göre iddiasını desteklemesi gerekir Koçak’ın.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı filmini oryantalist bulduğumu söyledim ama bu Koçak’ın iddiasından çok farklı bir şey. “Mustang”, “Sibel” ve “Dar Elbise” filmlerini de oryantalist bulduğumu söyledim başka yazılarımda. Bu filmlere oryantalist diyen sadece ben değilim. Açık Radyo’daki Erguvani İstimbot adlı programımda sanatçı/akademisyen Filiz Çiçek’le yaptığım programda “Duvara Karşı”yı ayrıntılı biçimde tartıştık. Ne demek istediğim, bu program dinlenirse daha iyi anlaşılır.***
Oryantalizmin ne olduğunu Koçak’a anlatacak değilim. Bir eseri oryantalist görmenin, yaratıcısını casuslukla suçlamaktan farklı bir şey olduğunu bilmesi gerekir. Ama zaten Koçak benim o sırada sözünü ettiğim “Duvara Karşı”yla ilgili bir şey söylemiyor. O sıralarda, sosyal medyada hakkında hiçbir şey söylemediğim ama daha önce gazetede hakkında eleştiri yazdığım Fatih Akın’ın “Kesik” filmi hakkındaki fikirlerimin ne olduğunu “tahmin ederek” konuşuyor! Koçak, her şeyi “gördüğünü” zannettiği için bir araştırma yapma gereği duymamış ve “Kesik” hakkında hiçbir şey söylemediğimi iddia etmiş! Oysa bir araştırma yapsaydı, “Kesik” hakkındaki yazımı net’te bulabilirdi****. Ama yazımın olmadığını varsayıp, kendisinin bana yakıştırdığı bütünüyle saçma ve yanlış düşüncelerle kavga etmeyi seçmiş Koçak.
Yazıyı okursanız görebileceğiniz gibi film hakkındaki fikirlerimle, Koçak’ın bana yakıştırdığı düşünceler taban tabana zıtlar. Yazımda “Türkiye’yi ve Türklüğü başkalarının ve özellikle de “Batı”nın hoşuna gidecek bir resimle” sunduğum varsayımı tamamen uydurmadır, ezberden konuşan Koçak’ın hayal ürünüdür.
Ama bunlar onun için önemli değil çünkü Koçak, Birgün yazarlarının birini tanımanın hepsini tanımak olduğu konusunda sabit bir fikre sahip. Bu birisi de Enver Aysever’den başkası değil. Koçak’a göre bütün Birgün yazarları birer Enver Aysever’dir, Enver Aysever de Koçak’a göre Birgün’de en çok yazısı çıkan yazardır. Bu sabit fikrin de yanlış olduğunu, bir istatistiğe filan elbette dayanmadığını söylemek gereksiz. Aysever Birgün’de iki dönem yazdı. İlk dönemi gazete yönetimi tarafından sonlandırıldı. Hepimizin tepkisini çeken bir yazı yazmıştı Aysever. Sonra geri döndü ve uzun gezi yazıları başta olmak üzere çeşitli konularda yazdı. Yaklaşık 2 senedir yazmıyor ama Koçak’a göre Birgün’de halâ en çok yazan köşeci odur. Aysever, Birgün’de yazmayı sürdürüyor olsaydı da Koçak’a şunu söylemek isterim: Bizler, Birgün yazarları tornadan çıkmadık, tek tip insanlar değiliz. Ne ben Aysever’i ne de Aysever beni temsil eder. Bu diğer Birgün yazarları için de geçerli. Bunları söylemek bile abes ama insan yazmak zorunda kalıyor.
Şöyle bir cümle dahi kurmuş Koçak: “Üzücü olan, o yaşa kadar hiç zihnimizi ve ahlakımızı zorlamamış, hep BirGün gazetesi yazarları gibi ezberle idare etmiş olmaktır.” Saygısızlığın, kabalığın, önyargının bu kadarına pes doğrusu. Bu net bir biçimde nefret söylemidir. Öyle bir gazete ki Birgün, yazarlarının bir tanesi bile zihnini hiç zorlamıyor, tek bir tanesi bile hayatında hiç ahlaki problemler yaşamıyor, ömrü boyunca bir zamanlar ezberlediği (düşünüp tartışarak vardığı bazı çıkarımlarla değil!) kalıplarla, şemalarla idare ediyor! Bir alt-insan türüyüz biz Birgün yazarları, Koçak’a göre. Düşünmeyiz, ezberleriz! Kesin ve değişmez doğru ve yanlışlarımız vardır ve hayat karşımıza ne çıkarırsa çıkarsın, en ufak bir tereddüt yaşamayız! Sadece yaşlanırız, değişimimiz sadece zamanla ölçülür. Ne faşizan bir düşünce yapısı, ne tepeden bakan ve dışlayıcı bir üsluptur bu! Koçak üzücü bulmuş halimizi ama gerçekte üzücü durumda olan o. Hoş, onun üzüldüğü filan yok. Benim de ona üzülecek halim yok bu yazdıklarından sonra.
Bütün yazı bir noktada bana geldiği için Koçak’ın benimle Orhan Pamuk arasında bir uçurum olduğunu, benim (yazara göre Ahmet Ümit gibi) Pamuk’u bir casus olarak gördüğümü düşünmek için nedenim var. Nüket Esen “Kara Kitap Üzerine Yazılar” adında bir kitap derlemişti. Kara Kitap’ı okuduğumda, sözü edilen mekanları ve insanların da bazılarını çok iyi tanıdığımı fark etmiş ve fotoğraflamıştım. Benim hayatımın geçtiği mekanlardı buralar çünkü. Esen, Pamuk’un kendisinden talebi üzerine, benim Pamukbank Genç Dergisinde Nisan 1991’de yayımlanan fotoğraflarımı da kitaba dahil etti. Bu kitap önce Can, sonra da İletişim yayınlarından çıktı ve defalarca basıldı (1992-2017 arasında). Kaderin cilvesi mi diyelim, Orhan Koçak’ın da “Kara Kitap Üzerine Yazılar”da bir makalesi var. Birkaç yıl önce Pamuk’la tanışma fırsatı da buldum. Henüz bu kadar ünlü olmadığı o yıllarda bu fotoğrafları görmekten ne kadar mutlu olduğunu söyledi. Daha sonra Pamuk’la az da olsa bir yazışmamız oldu. Kısacası Koçak yine boş konuşmuş. Ben, söylemeye gerek yok ya, Pamuk’u casus olarak görmüyorum; o da beni muhbir olarak görmüyor.
Orhan Koçak yabancı dil bilmeyen bir “bilinçsiz” olduğumu da düşünüyor olmalı ki asıl tartışmaya girmeden önce “bilinçsiz beşinci kol olmak” falan gibi lafları da araya sıkıştırdığı yabancı dil bilmek üzerine bir paragraf yazmış. Yine yanlış ve saçma varsayımlar…
Kitabın başına dönecek olursak, bana nasıl bağlandığını anlamak zor ama, Koçak, Hintli “milliyetçi” yazarlar üzerine de bir şeyler söylemiş. Hintli yazarların, anadilleri olan “Bengali ya da Marathi lisanında” yazıp, bir de bunların çevrilmesini bekleyecek kadar küstah olmalarını eleştirmiş. Sanırım Salman Rushdie gibi İngilizce yazmalarının gerektiğini söylüyor Koçak. Tagore, eserlerini Bengali dilinde yazmış, bir kısmını kendisi İngilizceye çevirmiş, Nobel ödülü kazanmıştı.  W.B. Yeats, ise Tagore’un eserlerini İngilizceye kendisinin çevirmesine çok sinirlenmiş ve Sir William Rothenstein’a yazdığı mektupta (1935) “Allahın belası Tagore… İngilizce bilmeyi, büyük bir şair olmaktan daha mühim sanıyor… Tagore, İngilizce bilmiyor, hiçbir Hintli İngilizce bilmez”, demişti. Koçak da İngilizce bilmeyi, büyük yazar olmaktan daha mühim sanıyor. Anadili Bengali olanların sayısı üç yüz milyon civarında (en çok konuşulan 6. dil), anadili Marathi olanların sayısı ise 90 milyon civarında (en çok konuşulan 19. dil). Koçak’a göre kayda değer bir yazar olmak için yine de bu dillerde yazmaya kalkmamalı kimse. Yoksa Koçak’ın ağzından şunu demiş olur: “Ben bu dilde, Marathi veya Bengali lisanında güzel şeyler yazıyorum, nokta. Artık eşek değiller ya, biri de gelip beni tercüme etsin.” Oysa Koçak’a göre onları bekleyen hazin son Ahmet Ümit gibi “bırakın İngilizceyi, Slovenceye, ya da daha Batıya doğru Portekizceye bile tercüme edilme fırsatı” bulmamaktır. “Portekizceye bile…”! Anadili Portekizce olan 250 milyona yakın kişiyle dünyanın en çok konuşulan 7. dilinden söz ediyor Koçak ve küçümseyici, elitist tonunu koruyor. Elitizm kavramı, aslına bakarsanız bu tutumu açıklamakta çok kibar kalıyor.  
Asıl tartışmaya dönecek olursak: Bir insanı muhbirlikle suçlamak onu sosyal anlamda öldürmeye teşebbüs etmektir. Aytekin Yılmaz, İletişim’den çıkan “Yoldaşını Öldürmek” adlı kitabında PKK, DHKP-C ve TİKKO’nun muhbir diye yaftaladıkları yoldaşlarını önce tecrit ettiklerini, sonra da soğukkanlılıkla boğduklarını anlatır. Bu cinayetler baklava yenilerek ve halay çekilerek kutlanır. Fatih Akın’ı casuslukla suçlamak, onu devlete ihbar etmektir. Koçak’ın yaptığı beni muhbirlikle suçlamaktır. Bu “yumuşak katilliktir”. Sosyal anlamda beni tecrit etme ve öldürme girişimidir. Daha azı değil.
Tanıl Bora ve Akif Kurtuluş bu yazıda anılmak istemezlerdi diye düşünüyorum. Kendilerine selam ve sevgilerimi iletiyorum.
Koçak, internetteki yazısında Celal hocaya selam etmiş. Aynı kişiden mi söz ediyoruz bilemem ama Sakallı Celal’in şu sözlerinin tam yeri: “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” ve de “Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”
CÜNEYT CEBENOYAN  / BİRGÜN
*Orhan Koçak’ın yazısı: http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8475/milli-anlar-i#.XQ5Fy-gzbIUBuradaki yazıyla, “Polemikler” arasında bazı ufak farklar var.
*** Duvara Karşı’ya dair Filiz Çiçek’le Açık Radyo’da yaptığım söyleşi: 
https://player.fm/series/erguvani-istimbot/erguvani-stimbot-7-temmuz-2014

Kimden yana taraf olalım? - ERHAN NALÇACI

Türkiye siyasetinde yeni bir arayış ve tasarım niyeti olduğunu herkes fark ediyor. Düzenin pasif aktörleri olarak görülen emekçi sınıflar yeni tasarımda taraf olmaya itiliyorlar.

Bir yanda demokrasi, uzlaşma, Anayasa’nın parlamentonun ağırlığını artıracak şekilde düzenlenmesi, diğer tarafta ABD’ye karşı milli duruş.

Hangisini seçelim?

İki tarafta da ilk bakışta cazip gelen şeyler var.

Oysa emekçi sınıfların gücü örgütlülüklerinden, aklı ise tarihi doğru yöntemle okumasından gelir. Çok kısaca yakın tarih için bu taraflaşmayı yerleştirmeye çalışalım.

İkinci Dünya Savaşı sonu ile Sovyetler Birliği’nin çözüldüğü 1990 arasında Türkiye sermaye sınıfı oldukça netti. Sınıfsal özellikleri nedeniyle ABD’nin tartışılmaz hegemonyasında ikinci sınıf bir sanayi ülkesi olarak emperyalist sistemden yana ve sosyalist sisteme karşı tavır aldı.

Ancak bu net tavra karşın, Sovyetler Birliği’nin olduğu bir dünyada ulusal bağımsızlık, kalkınmacılık, işçi hakları ve örgütlülüğü, sosyal devletçilik Türkiye kapitalizminin unsurları olarak kısmen korunabildi.

1990’dan sonra dünyada dengeler hızla değişti. ABD emperyalizminin liderliğinde bütün dünyanın bütünleşmesi hız kazandı. Bu dünyada bağımsızlığa, işçi haklarına ve örgütlü emeğe, sosyal devlete, kamuyu sermayeden koruyan yargıya, aydınlanmacılığa yer yoktu. Sosyalizmli dünyanın Türkiye’deki bütün kazanımları geri alınmalı, emperyalist sistem bir bütün olarak bir saatin dişlileri gibi çalışmalıydı.

Bu düzleme işi için AKP tasarlandı. Başından itibaren emperyalizmin ve sermaye sınıfının ortak hedefleri için hareket etti. Sosyal devleti, aydınlanmacılığı ve sermaye önündeki bütün engelleri temizlemek üzere yola koyuldu.

Öte yandan emperyalist sistem hiç de ABD sermayesinin hayal ettiği gibi pürüzsüz gelişmedi. Çin ve Rusya’daki sermaye birikimi güçlü devlet geleneği ile birleşince emperyalist rekabet dünyayı sarsmaya ve belirlemeye başladı.

Türkiye sermayesi ABD politikalarının çıkarlarıyla örtüşmediğini ve hatta zarar vermeye başladığını fark etti. İlk çıkış bir burjuva siyasi kliği olarak ordunun içinden geldi. Örneğin, donanma Karadeniz’de Rusya ile karşılıklı işbirliği yapıyor, emperyalist rekabet içinde ABD’ye olan koşulsuz bağlılık sorgulanıyordu.

AKP üstlendiği görev gereği, ülkenin tüm zenginliklerini sermayeye devrederken bütün direnç noktalarını temizlemeliydi. Ergenekon, Balyoz vb. davalar bu temizlik adına yapıldı. Türkiye’nin ulusal bir silah sanayisi geliştirmesi istenmiyordu. Arka arkaya intihar ettiği bildirilen Aselsan mühendisleri, silah sanayisindeki tasfiyeler de aynı doğrultuda okunmalı.

Öte yandan AKP’nin başardığı görev –emekçi halkın soyulması olarak alın- hızlı ve mükemmel bir sermaye birikimine yol açtı. Türkiye çok fazla doğrudan yabancı yatırım aldı. Gerçekten emperyalist sistemle bütünleşilmiş, emekçilerin direnemediği bir sermaye cenneti yaratılmıştı. Çeliğini, aşısını üretemeyen Türkiye bir pazar ve yabancı sermayenin üretim ilişkilerine dâhil olduğu bir coğrafya haline gelirken, Türkiye sermayesi giderek artarak yurtdışına sermaye ihraç etmeye başladı.

Bir kez daha denklem değişti, özellikle 2008 krizinden sonra Türkiye sermeye sınıfı sermaye ihraç ettiği her coğrafyaya devleti aracıyla müdahale etmek istedi. Bazen diplomatik, bazen örtülü operasyonlarla ve bazen askeri olarak… Türkiye sermayesi kendi çıkarını temsil etmeyen ABD’ye karşı bir bağımsızlık alanı kazanmaya ve yayılmacı bir politika izlemeye çalıştı. Yurtdışı askeri üsler, yerli silah sanayinin gelişmesi, AKP’nin 2011 sonrası eğilimleri, Cemaat’in kalkışması ve tasfiyesi bu bağlamda ele alınmalı.

Bu açılımın nasıl tıkandığını kısa bir süre önce bu köşede ele almıştık. Bu tıkanmayı aşmak üzere Türkiye siyaseti yeniden oluşturuluyor.
Şimdi emekçi sınıfların taraf oluşuna bakabiliriz.


Bir kere Türkiye emekçi sınıfları dünya halklarına karşı tarifsiz cinayetler işlemiş ve işlemeye devam eden, dünyanın en çürümüş sistemini temsil eden ABD’den yana olamaz. Emekçi sınıflar için bu seçenek, idare etmek bağlamında bile denklem dışıdır.

Ya ABD’ye karşı milli duruş? Beka sorunu?

Bir kere Türkiye emekçi sınıfları, kendisini soymuş ve sömürmekte olan sermaye sınıfı ile birlikte hareket edemez. Hele diğer ülkelerdeki emekçi sınıfların Türkiye sermayesi tarafından sömürülmesini kabul etmesi, bunun reel bir politika olarak görülmesi mümkün değildir.

Yayılmacılık, bu anlamda rekabet, sermayenin çıkarları için ülkenin yoksul çocuklarının yurtdışına ölüme gönderilmeleri kategorik olarak emekçi dünyasının dışında kalır.

Ayrıca bu köşede çok işliyoruz, emperyalist dünyanın diğer tarafına yaslanılmasının bedelleri bugün hemen anlaşılmaz ama yakın gelecekte ortaya çıkacaktır.

Türkiye emekçi sınıfları ve siyasetinin tek ilkeli ve ahlaklı duruş olması buna dayanır. 

Emekçi sınıfların tutabileceği tek taraf kendi tarafıdır.

Erhan Nalçacı / SOL

2 Ağustos 2019 Cuma

Oslo'dan sonra şimdi de PYD açılımı! - Arslan BULUT

Ankara'da garip işler dönüyor. ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey'nin, 22 Temmuz'da Ankara'da Milli Savunma Bakanlığı'nda yaptığı görüşmelerde 5 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge önerdiği basında çıkmıştı. Öneri, ABD'nin SDG dedikleri güçlerin komutanı Mazlum Kobani'ye ait çıktı.

Al Monitor-Türkiye'nin Nabzı bölümün yazarlarından Fehim Taştekin, "Kürtlerin Ankara'ya önerisi kilidi açar mı?" başlıklı yazısında "Heyecan yaratan Kürt açılımı" diyerek  Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Kobani ile Haseke'deki karargâhında görüştüğünü anlattı.

***

Kobani, Taştekin'e Amerikalılar aracılığıyla Türkiye'den görüşme talep ettiklerini ve çözüm olarak beş kilometre derinliğinde bir güvenli bölge planı sunduklarını söyledi.

Kobani'nin önerileri şöyle:
* Türkiye'nin istediği 30 kilometre derinliğinde bir güvenli bölge olamaz. Ama beş kilometre olabilir.
* Halk Savunma Birlikleri (YPG) beş kilometrelik alandan çekilir. Bu alana yerel askeri meclis olarak oluşturulan güçler yerleşir.
* YPG beş kilometre içindeki ağır silahlarını çekebilir. Menzili Türkiye'ye ulaşan silahlar da çekilebilir. Hatta 20 kilometre menzilli silahlar da 20 kilometre uzağa indirilir.
* Buna karşılık Türkiye saldırmayacağını taahhüt eder.
* Bu alanda uluslararası gözlemciler yer alabilir.
* Türkiye uluslararası gözlemcilerin parçası olamaz. Uluslararası gücün tarafsız olması gerekir.
* Türkiye'nin uluslararası güçte yer alması ancak şu şartla mümkün olabilir: Afrin'den çıkartılan insanlar geri dönmeli; Afrin'e yerleştirilen siviller ve milis güçler çıkartılmalı; el konulan mal ve mülkler iade edilmeli; bu süreç Afrin Sivil Meclisi'nin kontrolünde yürümeli ve uluslararası güvence olmalı. Eğer bu konuda gelişme olursa Türk askeri de devriyelere katılabilir.
* Türkiye'nin istediği şekilde (Fırat Kalkanı ile birlikte hareket eden) milis güçleri bölgeye giremez. Ancak bu bölgeden ayrılmış sivillerin geri dönüşünde bir engel yok.

Mazlum Kobani bu önerileri, Jeffrey aracılığıyla sunduklarını, MİT temsilcileriyle dolaylı görüşmeler yaptıklarını, MİT ile doğrudan görüşmelerin sadece geçmişte Kobani sürecinde gerçekleştiğini ve MİT Başkanı Hakan Fidan'ın bu görüşmelerde yer almadığını da belirtti.

Aynı yazıda Taştekin, SDG'nin, "Jeffrey, Ankara'ya geldiğinde CENTCOM Komutanı Orgeneral Kenneth McKenzie'nin PYD'ye 'ABD, Türkiye'nin saldırmasına izin vermeyecek' garantisi verdi" diye açıklama yaptığını da bildirdi!

***

Görüldüğü gibi PKK ile bir açılım denemesinden sonra, PYD ile de görüşmelere başlanmış oldu! Oslo'da Türkiye'yi PKK ile masaya oturtan, "koordinatör ülke" idi. Ankara'daki görüşmede ise PYD'nin önerilerini "ABD adına James Jeffrey" dillendirdi. Sonuçta Türkiye, PYD ile tekrar masaya oturtulmuş oldu. Türkiye yine  küçük düşürüldü.

Türkiye'nin bu garip önerilere muhatap edildiği anlaşılırken İran'ın ABD'nin müttefiklerini IŞİD'i silâhlandırmakla suçladığı saatlerde, Tayyip Erdoğan, Suudi kralı Salman ile telefonla görüştü. Trump'ın damadı Kushner ise İsrail'de idi...
Bu arada ABD, Basra Körfezi'nin güvenliği için Almanya'dan askeri katkı istedi! Almanya "Biz İran ile görüşmelerin devam etmesini doğru buluyoruz" diye açıklama yaparak, bu kuşatmaya katılmayacağını açıkladı.
Bu gelişmeler, büyük olayların habercisi...

***

Türkiye geçici koruma statüsündeki Suriyelileri tartışırken, Türkiye'ye sokulmuş "küçük gerilla grupları" harekete geçirilebilir ve bir kaos ortamı oluşturulabilir. ABD, bunun projesini yaptı ve uyguluyor.

Bütün bu sebeplerle, Türkiye, öncelikle kendi güvenliği için tedbir almak durumundadır. "Güvenli bölge" laflarıyla belki kitleler bir süreliğine uyutuluyor ama gerçekler ortaya çıkınca büyük bir güvensizliğe sebep oluyor...


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

1 Ağustos 2019 Perşembe

Kıdem tazminatı, BES ve pes! - SERDAL BAHÇE

Bakan Albayrak yine kameraların karşısına geçti ve yine pek de derli toplu olmayan bir temenniler yığınından oluşan yeni dönem paketini açıkladı. Paket paket üstüne, reform reform üstüne, hepsi emekçi sınıfın üstüne…Yine bolca gülümsedi ve önemli yerleri hatırlattı. Hatırlattığı önemli reform adımlarından biri de kıdem tazminatı ile ilgili olandı. Bakan her kesimi mutlu edecek bir reformun çalışmalarına girişildiğini ve önümüzdeki yıl içinde bunların sonuçlandırılacağını ve bunun da çok ama çok önemli olduğunu vurguladı. 

Kıdem tazminatı için bir fon kurulacak ve bu da Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) ile bütünleştirilecekmiş. Böylece bir süre sonra bu bütünleşik fon milli gelirin % 10’una ulaşacakmış. Ne güzel, ne harikulade… Sermayenin yatırımlarının bile istatistiklere akrobasi yapılarak % 20’ler civarına çıkarıldığı bir ülkede emekçilerden haraç misali kesilecek bu kesintilerin biriktiği fon mili gelirin onda birine eşit olacak ve sanayinin emrine amade kılınacakmış. Gerçekten çok önemliymiş.

Bakan bilmiyor olabilir ama temel çalışma hukuku açısından işçi sınıfından yapılan zorunlu fon kesintileri yine işçi sınıfı için harcanmalıdır kuralı uzunca bir süredir geçerli olan bir kazanımdır. Kısacası, ve öncelikle, emekçiden yaptığın kesintileri sermayenin emrine amade kılıyorsan en temel burjuva çalışma hukuku ilkelerinden birini çiğniyorsun demektir. 

Ancak kime söylüyoruz? 

Şu zavallı işsizlik sigortası fonunun yıllardır başına gelenlere bakınız bir kere. Asli amacından gayrı her şey için kullanıldı; otoban yapıldı, sermayeye teşvik oldu, verimsiz ve ülkenin geleceğine zerre kadar hayrı bulunmayan yatırımların finansmanı için kullanıldı; bir tek işsize yar olmadı. Oysa emekçilerin ücretlerinden onlar işsiz kaldıklarında yaşam akçesi olsun diye kesilen ödentilerden oluşmaktaydı. İşsizlik fonundan yararlanabilme şartlarını öyle bir ayarladılar ki işsizin işsizlik fonundan yararlanabilme olasılığını balinaların uçabilme olasılığına eşitlediler. Böylece işsizin yararlanamadığı ancak onlar için oluşturulmuş fon sermaye için yedek akçeye dönüştü. 

Kıdem tazminatı fonunun kurulmasını ve BES ile entegre edilmesini öngören reform adımı 11. Kalkınma Planı’nda da zikredilmektedir. Bu arada hem reform kavramı hem de adı geçen kalkınma planı ilgili olarak birkaç değinide bulunmak gerekiyor.

Sermaye yanlısı/emekçi düşmanı programın son evresi, 2002 yılından bu yana geçen kutlu iktidar süresi içinde işler iyi de gitse kötü de gitse nerdeyse 6 ayda bir önümüze bir reform paketi geldi. Öyle ki artık Türkiye’nin çalışan kitleleri bir tür reformofobiye kapıldılar. Artık her an yeni bir reform gelebilir diye kaygı içinde beklemekteyiz. Artık birileri bir şeyleri eleştirmeye kalksa onu "ağzını hayra aç, her an bir reform paketi gelebilir" diye korkutur olduk. Reform sözcük anlamıyla yeniden yapılandırma anlamına gelmektedir. 

Neden bu kadar çok yeniden yapılandırıyoruz? 

Ya da neyi yeniden yapılandırıyoruz? 

Reform halihazırdaki yapıda bir aksaklık, bir deformasyon görüldüğünde gündeme alınan bir adımdır. Bu kadar çok yapılandırma herhalde yeniden yapılandırmanın kendisinin bir sorun olduğunu göstermektedir. Yıllardır bütçe reformları, vergi reformları, idare reformları, yargı reformları, ekonomik yapı reformları ve diğer reformlarla süslenmiş çok renkli bir hayatı yaşayıp gidiyoruz işte. Sürekli reform yapıyı amorf, kuralsız, şekle girmeyen bir yapıya dönüştürmektedir. Çok açıktır ki bu da kuralsızlığı ve denetimsizliği birikim açlığının hizmetine sunmak isteyen sermaye ve mülk sahiplerinin işine gelmektedir. 

Bu arada her reform yeni bir yasal çerçeve demek ise tam da burada burjuvazinin tarihsel bir stratejisine parmak basmak gerekiyor. Yasalarla ilgili bir terminoloji kullanarak, burjuvazinin tarihsel olarak de jure ile de facto arasındaki makası ve açıklığı sürekli kendi lehine kullanma eğiliminde olduğunu altını çizerek vurgulamamız gerekmektedir. “De Jure” yasaların öngördüğü, yasalara göre olması gereken anlamına gelmektedir. “De Facto” ise gerçeklikte olana işaret eder. Burjuvazi kendi koyduğu hukuka uymama konusunda yüzsüz bir mahirlik gösterme kapasitesine sahiptir. Örneğin Türkiye’de yasal olarak işleyen bir asgari ücret belirleme mekanizması vardır. Asgari ücret komisyonu her yılın belirli bir döneminde toplanır ve takip eden yıl içinde geçerli asgari ücreti belirler. Tespit edilen ücret aslında yasal bir minimumdur. Kısacası yasa/kanun hükmündedir. Buna uymayan işveren cezalandırılmalıdır. 

Öyle değil mi? 

Ancak nerede, Türkiye’de mi? Resmi verilere göre bile Türkiye emekçilerinin nerdeyse üçte biri asgari ücretin altında ücretlerle çalışmaktadır. Neden? Çünkü işsiz sayısının çok yüksek olduğu ülkemizde işveren işçiyi (hem de resmi belgelerde asgari ücret alır gibi gösterirken) asgari ücretin altında ücreti kabul etme konusunda ikna ederken pek de zorlanmamaktadır. Ya bu ücrete çalış, ya da kapıda bekleyen senin gibi binlercesinden birini alırım demektedir. Kısacası işçi sınıfının verili örgütsüzlüğü içinde ona şantaj yapmaktadır. Türkiye burjuvazisi mi, yüzsüz ve vahşidir. Böylece asgari ücretin hiçbir bağlayıcılığının olmadığını anlıyoruz; burjuvazinin de jure yerine de facto’ya yaslanarak bir tür ucuz emek cennetinin keyfini çıkardığını da tespit etmiş bulunuyoruz.

Burjuvazinin de facto katakullilerinden diğer bir örnek de son günlerin en yakıcı konusu olan kıdem tazminatı hakkında verilebilir. Bugün Türkiye işçi sınıfının zaten çok küçük bir bölümü kıdem tazminatına hak kazanmaktadır (gazetelerden birinde % 8 gibi bir oran verilmişti). Geri kalan çoğunluk ise kıdem tazminatını rüyasında bile görmemektedir. Tekstil, inşaat, gıda ve hizmetler gibi ucuz emek sömürüsü üstünde yükselen gözde sektörlerimizde şöyle bir uygulama oldukça yaygındır. İşçi her yılın sonuna doğru resmen işten çıkarılır, takip eden yılın başında tekrar işe alınır. Böylece resmi belgelerde sürekli bir yılın altında çalışmış gibi görünür (Üstelik bu uygulamaya sadece kayıtlı olma şansına sahip olanlar maruz kalırlar. Bir de kayıtlarda bile görünmeyen koca bir kitle vardır). 

Ne kadar zekice değil mi? 

Böylece bu sektörlerdeki işçiler hiçbir zaman bir yıldan fazla çalışır gibi görünmediklerinden kıdem tazminatından sürekli mahrum kalırlar; hep ofsayt olurlar ve ama hiç gol olamazlar. Peki bunlar olur iken, işler bu minvalde yürütülürken kapitalist devletin çalışma hukukuna uyulup uyulmadığını kontrol eden saygın kurumları ne yaparlar? Bilenler beri gelsin.

De jure’nin değil de facto’nun geçerli olduğu bu ortamda bu kadar reform ne işe yarar; işte soru budur. Reform yeni bir kurumsal ve yasal bir düzenleme anlamına geliyorsa egemen sınıfının kendi yasalarına uymadığı bir ülkede ne halta yarayacaktır? 

Soru budur işte. 

Gelelim 11. Kalkınma Planı’na. Adına aldanmayın sakın. 

Kapitalist dünyada kapitalist devletlerin artık kalkınmanın öznesi olmak gibi bir işlevleri yoktur. Bu nedenle “kalkınma” kavramı resmi belgelere her girdiğinde bir tür anakronizm olarak durmaktadır. Anakronizm ise vadesi dolmakla birlikte şu ya da bu şekilde, ancak içi boşaltılarak, ayakta tutulurmuş gibi görünen kurumların ve süreçlerin içinde bulundukları durumdur. Kısacası görüntüsünün ve adının var olması ancak kendisinin artık namevcut olması durumdur. 

Türkiye’de kalkınma planları 1980 sonrasında tüm işlevlerini yitirdiler. Aslında hem kalkınmaya yönelik olmaktan çıktılar hem de planlamayı zinhar günah hale getirdiler. 1980 sonrası kalkınma planlarına bakıldığında kalkınmanın bir hedef olarak bile olmadığı, plan denilenin ise abuk subuk, içsel tutarlılığı olmayan bir temennilerden ve boş sözlerden oluşan bir çorba olduğu görülecektir. 11.’si de bir istisna değildir. Her plan gibi önce dünya ve Türkiye ile ilgili teşhisler verilmektedir. Sonra ise hedeflere ve temennilere geçilmektedir. 

Detayları gelecek yazıların konusu olacağından sadece birkaç belirleme yapalım. Öncelikle teşhislerin çoğu hatalı temennilerin ve hedeflerin çoğu ise Türkiye kapitalizminin, tıknefes ekonomimizin, yapısal kısıtları göz önüne alındığında ulaşılamazdır. İkincisi ise plan niteliği olmayan ve kalkınma hedefi gütmeyen önceki kalkınma planları gibi içsel tutarlılığı yoktur.

Kıdem tazminatına geri dönelim. Hükümet yanlısı sendika konfederasyonunun sözcülerine bile “artık biz de sinirliyiz” naraları attıracak kadar ciddi bir sorundur kuşkusuz. Denilebilir ki halihazırda işçi sınıfının çok küçük bir bölümünün yararlanabildiği bir olanak için bu kadar tantana çıkarmak uygun değildir. Açıkçası bu saflık olacaktır, bazı zinde sendikaların da açıkladığı gibi bu Türkiye İşçi Sınıfı için son direniş mevzisidir. Üç nedenle. Birincisi mücadele de facto için verildiği kadar de jure için de verilmelidir. Yasal mevzi önemli bir mevzidir. Her mevzi kaybı işçi sınıfında daha büyük bir moral çöküntüye yol açmaktadır. İkincisi de büyük bir krizin eşiğinde olan sermayedarlarımız şimdi orada burada birikmiş tüm fonlara göz dikmiştir. BES, Merkez Bankası ihtiyat akçesi, İşsizlik Sigortası Fonu; ellerinden hiçbir şey kurtulmamaktadır. Bu ölçüde ölçüsüzleşmiş ve pervasızlaşmış bir sermaye sınıfına sınırlarını bildirmek önemli olmalıdır. Üçüncüsü ise emekçilerin gelirlerinden kesilenler (adları her ne ise) emekçiler için helal, başkası için haramdır kuralının altını yeniden doldurabilmemiz gerekmektedir. 

Serdal Bahçe / SOL

İlker Belek'e sorduk: Nedir bu alternatif tıpla alıp veremediğiniz? - MEHMET KUZULUGİL

32 yaşında meme kanseri teşhisi konan İngilizce öğretmeni Merve Gülşah Şahin'in 'alternatif tıp' tedavisi sonrası yaşamını yitirmesi 'alternatif tıp' tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Halk sağlığı uzmanı Doç. Dr. İlker Belek, konuya ilişkin soL'un sorularına yanıt verdi. Belek, 'Tıp bilimdir, bilimin alternatifi olmaz, bugün bilim ile şirketlerin çirkin ilişkisine itiraz edenlerin yapması gereken, bilime değil, kapitalizme karşı çıkmak' diyor.


32 yaşında meme kanseri teşhisi konan İngilizce öğretmeni Merve Gülşah Şahin'in "alternatif tıp" adı altında yapılan tedavi sonrası yaşamını yitirmesi, "alternatif tıp" tartışmalarını yeniden gündeme getird.
Halk Sağlığı Uzmanı Doç. Dr. İlker Belek, tartışmaya ilişkin soL'un sorularına çarpıcı yanıtlar verdi.

Bugün esas şirketleşme ve ticarileşmenin alternatif tıp denilen alanda yaşandığını ve 100 milyar dolarlık bir paranın döndürüldüğünü vurgulayan Belek, "Tıp bilimdir, bilimin alternatifi olmaz, bugün bilim ile şirketlerin çirkin ilişkisine itiraz edenlerin yapması gereken, bilime değil, kapitalizme karşı çıkmak ve antikapitalist, sosyalist mücadele içinde yer almaktır. İnsan sağlığıyla ilgili fikirleri olanların, bu fikirlerini halklaştırmaları, halkın hizmetine sunmaları için yapmaları gereken ilk şey, o fikirlerini yine bilimin, modern tıbbın araştırma metodolojisiyle sınamak olacaktır" diyor.
Belek'in soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

KÂR İÇİN HALK SAĞLIĞI FEDA EDİLİYOR
soL'da geçtiğimiz günlerde yer alan bir habere okurlarımızdan ilginç tepkiler aldık. Bunların bir kısmını sizinle de paylaşmıştık, hatta bazı okurlarımızla yazıştınız da. Birden çok okurumuzun e-posta yoluyla dile getirdiği bir eleştiri kabaca şöyleydi: Alternatif tıp uygulamaları ölümlere yol açıyor demişsiniz ama asıl modern tıp ölümlere yol açıyor. Hatta bir okurumuz, "modern tıp" olarak adlandırdığı uygulamalar bütününün kapitalizmin dayatması olduğunu düşünüyordu. Ne dersiniz? Modern tıp kapitalizmin bir dayatması mı? Ve gerçekten asıl "modern tıp" mı öldürüyor? 
Kapitalizmin, şirketlerin, tekellerin tıbbı kendi çıkarları için kullandığı, ilaç tekellerinin tıp alanından para kazandığı, para kazanmak için ar-ge yaptıkları, vb, tüm bunlar doğru. Bundan bir kaç yıl önce New England Journal of Medicine'ın (dünyanın en saygın tıp dergilerinden birisi) editörü, Amerikan FDA'yı (dünyada en çok yeni ilaç onayı veren kurum) ilaç şirketlerinin uşağı olmakla nitelemişti. Çünkü FDA'nın, ilaç şirketlerinin baskısıyla, ilaç şirketlerinden para alarak, gereken araştırma prosedürünü tamamlamadan  (dikkat bilimsel araştırma sürecinden söz ediliyor ve bu bilimsel süreç epey zaman alıp, şirketlerin yeterince kar edememesine yol açıyor) ilaçlara kullanım onayı verdiği ortaya çıkmıştı. 
Ancak tüm bunlar modern tıbbın değil, gerçekten de kapitalizmin suçudur, maniplasyonlarıdır. Zira modern ile kapitalizm bir ve eş şeyler değildir. Şirketsiz, tekelsiz kapitalizm olmaz. Şirket, tekel varsa, kar için halk sağlığı feda edilecek demektir.

Bilim dalları, bilimsel anlamıyla, modernite, aydınlanma sürecinde ortaya çıktı, gelişti ve bu süreç kapitalizmin geliştiği süreçle de bir şekilde ilişkili olarak gerçekleşti. Kapitalistleşme süreci ve bir sınıf olarak burjuvazi 16-17. Yüzyıllardan itibaren bilim dallarının gelişmesini destekledi. Yalnızca tıp için değil, tüm bilim alanları için geçerlidir bu. 

'KÜBA TIBBI HER BAKIMDAN DÜNYAYA ÖRNEK OLUŞTURUYOR'
Ama dediğim gibi buradan tıp ile kapitalizmi aynı şeyler olarak gören bir sonuç çıkarılamaz. Eğer ortada alternatifi yoksa, her şeyi olduğu gibi bilimi ve tıbbı da kapitalizm ve tekeller kendi çıkarları için kullanırlar. Aksini düşünecek olursak, bugün Küba tıbbını da yerin dibine sokmamız gerekir, ama öyle değil, Küba tıbbı her bakımdan dünyaya örnek oluşturuyor, bilim ve tıp Küba sosyalizminin ellerinde tamamen farklı bir bağlama oturuyor, yalnızca halka hizmet ediyor. Küba’daki modern ama kapitalist olmayan tıptır. Sağlığa zarar veren tıp değil, kapitalizmdir. Sınıfsal bakamayanlar bu ayrımı da göremiyorlar.

Aslında “modern tıp” nitelemesi de doğru değil. Çünkü modern olan tıptır, tıp moderndir, bunun nedeni de bilimsel olmasıdır. Tıbbın modern olarak nitelenmesi, başka kollarının da olabileceği yanılsaması yaratır. Zaten alternatifçilerin gerçekleştirmeye çalıştıkları ilk şey bu yanılsamadır. 

Öte yandan bilim, çok kısa süre içinde, 19. Yüzyılın başlarına denk gelir, kapitalizmin toplumsal ölçekte yarattığı sorunlara karşı sınıf mücadelesinin içinde de yer almıştır. Bu özellikle tıp için geçerlidir. Örneğin patoloji biliminin kurucusu olarak kabul edilen Virchow (ki sosyal tıbbın kurucusu olarak da kabul edilir), “hekimlik sosyal bir bilimdir” diyerek Hekimlikte Reform isimli bir dergi çıkarmış ve ömrünü tıp üzerindeki kapitalist hegemonyayı kırmaya adamıştır. İşte dünyada sosyal tıp, bizde ise daha çok halk sağlığı olarak isimlendirilen bilim alanı o çabaların ürünü olarak doğmuş ve gelişmiştir. Üstelik klasik halk sağlığı kitaplarında Engels de, çok yerinde bir yaklaşımla, halk sağlığı biliminin kurucuları arasında anılır. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu başlıklı kitabı siyasi bir kitaptır ve bir halk sağlığı kitabıdır. Halk sağlığı bilimi antikapitalist mücadele ekseninde gelişmiştir. O nedenle 19. Yüzyılın önemli siyasetçileri halk sağlığıyla ilgilenmişler ve aynı dönemin halk sağlıkçıları da siyaset yapmışlardır.

'TIP BİLİMDİR, BİLİMİN ALTERNATİFİ OLAMAZ'
Tıp bilimdir, bilimin alternatifi olmaz, bugün bilim ile şirketlerin çirkin ilişkisine itiraz edenlerin yapması gereken, bilime değil, kapitalizme karşı çıkmak ve antikapitalist, sosyalist mücadele içinde yer almaktır. İnsan sağlığıyla ilgili fikirleri olanların, bu fikirlerini halklaştırmaları, halkın hizmetine sunmaları için yapmaları gereken ilk şey, o fikirlerini yine bilimin, modern tıbbın araştırma metodolojisiyle sınamak olacaktır. 

'BİLİMSEL SINAMADAN GEÇEMEYECEKLERİ İÇİN YANAŞMIYORLAR'
Alternatif tıp denilen alanın en önemli sorunu ise tam da budur:
Önerdiği yöntemleri bilimsel araştırma metodolojisiyle sınamaya yanaşmıyor olması. Araştırma yapmaması: Kohort, vaka kontrol araştırmaları, gerekli istatistik analizler… Neden biliyor musunuz: Bilimsel sınamadan geçemeyeceğini bildiği için.

Modern tıp mı, alternatif tıp mı daha çok öldürür? Ampirik veriler ölçeğinde soruyorsanız, bu soruya bilmiyorum yanıtını vermek zorundayım, kimsenin elinde de bu konuda sağlıklı veri olduğunu sanmıyorum. Çünkü, dediğim gibi alternatif dünyası tam bir muamma. Kim kayıt tutacak, sorunları kim, nasıl ve hangi havuza bildirecek? Alternatif tıp mecrasında herkes aktör olarak yer alıyor: Mahalledeki üfürükçüden tutun, herkes. Buranın kamusal herhangi bir denetim altına alınma ihtimali bulunmuyor. Tersine Sağlık Bakanlığı kamusal denetim diyerek bu alanın önünü açtığında kaosu, düzensizliği, alternatif terörünü desteklemiş oluyor.
Ama şurası kesin: Bugün bulaşıcı hastalıklar, örneğin çocuk felci, kızamık ortadan kalktı, ortalama insan ömrü 85’e çıktı ise (20. Yüzyılın başında ancak 30 idi), artık çocuklarımız basit bir boğaz infeksiyonu nedeniyle böbrek yetmezliğine girmiyorsa, vb, vb, vb… bunda modern tıbbın (örneğin aşıların, suları klorlamamızın, antibiyotiklerin, MR’ın…). ve tıbbın halklaştırılması mücadelesi yürüten pek çok uzmanlık alanından hekimin (Peter Frank, Alfred Grothjan, Che, Semeshko, Nusret Fişek, Nevzat Eren…) çok önemli payı var.

'BURADAN MODERN TIBBA DEĞİL, KAPİTALİZME ELEŞTİRİ ÇIKMALI'
Bir okurumuz, asıl kapitalizmin dayatması olan modern tıbbın insanları ölmekten beter süründürdüğü görüşünde ve kazananın ilaç firmaları olduğunu söylemiş ve şöyle demiş: Başka ülkelerde bizim ülkemizdeki kadar radyoterapi kullanılmıyor demiş, ne dersiniz?
Yabancı ülkelerde bizim ülkemizdeki kadar radyoterapi kullanılmadığı ya da radyolojik tetkik yapılmadığı saptaması da doğru. Biz MR’da ve tomografide Avrupa lideriyiz. Bu konuları çok uzun süredir sol.org’da ele alıyor ve bu denetimsiz sürecin yalnızca şirketlere para kazandırdığını, halk sağlığına zarar vermekten ve ülke ekonomisini batırmaktan başka işe yaramadığını açıklıyoruz. Ama yine aynı noktadayız: Buradan modern tıbba değil, kapitalist sisteme eleştiri çıkmalı. Tıbbın, bilim insanlarının, hekimlerin şirketlerle kirli ilişkiler içinde olduğunu mu söylüyorsunuz: Bunda da önemli doğruluk payı var. O halde tıbbı ve hekimliği bu kirlilikten kurtarmak için toplumsal, sınıfsal mücadele verelim. 

'ESAS ŞİRKETLEŞME, TİCARİLEŞME ALTERNATİF TIPTA YAŞANIYOR'
Bir nokta daha: Alternatif denilen alanın tıp gibi kirli ilişkiler içinde olmadığına dair kanı tam bir yanılgıdır. Bugün esas şirketleşme, ticarileşme o alanda yaşanıyor. Çünkü modern tıp işçi sınıfının mücadelesi sayesinde 20. Yüzyılın başından itibaren bütün dünyada önemli derecede kamunun denetimine alınmış durumda. Alternatif alanında dönen paranın yıllık 100 milyar Dolar civarında olduğu tahmin ediliyor ve ben bunun çok düşük bir tahmin olduğunu tahmin ediyorum, çünkü o alanda bilinmeyen, kontrolsüz o kadar çok şey var ki. Orada yaşanan sorunlar, ancak, yapılanlar ölümle sonuçlandığında bilinir hale gelebiliyor.

Şunlar gülünç argümanlar: Başka ülkelerde bizim ülkemizdeki kadar radyoterapi kullanılmıyor. Eee…, ne yapacağız yani radyoterapi çok kullanılıyor diye piyasaya sülük mü süreceğiz? Kana kan, dişe diş misali. Yapılması gereken açık ve basit: Tıbbı piyasadan kurtarmak ve tıbbi teknolojinin hasta ve toplum yararına kullanılmasını sağlayacak bilimsel kriterler geliştirmek. Yine bilim. Üstelik şunu da ekleyeyim: Alternatif saçmalığı, tıbbi teknolojinin bize göre daha mantıklı biçimde kullanıldığı Batı ülkelerinde de yaygınlaşıyor. Neden mi? Aynı nedenle: 1- Orada da hükümetler, kamu sağlık harcamalarını azaltmak ve sağlık maliyetlerini toplumun üzerine yıkmak için, kamu sigorta sistemlerinin dışında alan alternatifi destekliyorlar. 2- Orada da muhafazakarlaşma, gericilik toplumları esir alıyor.

'BİTKİLERLE TEDAVİNİN ADI FİTOTERAPİDİR'
Kışkırtıcı bir soru soralım. Tıp şifalı bitkileri yok mu sayıyor? Yani şöyle bir iddia için ne dersiniz: ilaçlar, hastaneler, tedavi yöntemleri iyi hoş da... Alternatif yöntemlerle de iyileşebiliyor insanlar. Hekimler bunu da yok saymasın!

Başlarken bir bilgi: Alternatif tıp denilen alan yalnızca bitkilerle tedavi değildir. Bitkilerle tedavinin adı fitoterapidir, ama fitoterapi dışında alternatif olarak nitelenen yöntemlerin sayısı, en azından Sağlık Bakanlığının ilgili yönetmeliğinde 15’tir. Ama bunların dışında niceleri var: Örneğin avuç içindeki çizgilere bakarak hastalık tanısı koymak. Dalga geçmiyorum, bu alternatifçilerin ayrı bir uzmanlık alanı: Hangi birisini ele alacağız? 

'YİNE BİLİM BELİRLİYOR'
Diyelim ki sizin andığınız fitoterapiyi: Evet, hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiği söyleniyor? Hangi dozda, hangi sıklıkta alınacak, o bitki hangi yöntemle içindeki zararlı olabilecek maddelerden ayrıştırılıp, insanların kullanabileceği preparat haline getirilecek, tablet formunda mı, şurup formunda mı içilecek? Tarçın nefes açıcıdır deniliyor değil mi? Hangi miktarda, ne kadar kaynatarak, kaynatarak mı, kaynayan suyla karıştırarak mı, tarçını hazırladınız diyelim, oda ısısında kaç saat, gün bozulmadan şifa verici etkisini koruyabilir? Bin bir tavsiye var değil mi bu soruların her birisiyle ilgili olarak. Gerçekten şifa veren etkisi var mı, herkeste mi, öksürükte ise hangi tür öksürükte? Nasıl yanıtlayacağız bu soruları? Yine bilimle. 
Evet pek çok bitki kullanılmakta oldukları şekilde pek zararlı değildir, annelerimizden, nenelerimizden gelen bilgiyle idare edebiliriz. Ancak pek çoğu için de durum böyle değildir. Hatırlarsınız bir zamanlar zakkum konusu vardı. Bir hekim zakkumla kanseri tedavi ettiğini ileri sürüyordu. Tartışmalar, ortalık toz duman olmuştu. Ne oldu şimdi zakkum ve kanser ilişkisi? O zaman da aynı şeyi söylemiştik: Zakkumun kanseri tedavi ettiği konusunda teziniz varsa, kanıtlayınız. Tezin kanıtlanması sorumluluğu tez sahibinindir. “Ben böyle inanıyorum, düşünüyorum, inanmayan kanıtlasın” diyemezsiniz.

Ama eczacılık fakültelerinin farmakognozi bilim dalları zaten bunlarla ilgilenmiyor mu? Yani fitoterapi denilen alternatif alan, aslında farmakognoziden rol çalmaya, bilimsiz farmakognozi inşa etmeye çalışmış olmuyor mu?

MUCİZE ETKİLERİ OLSA SÖZÜ EDİLEN BİTKİLERİ HALKA, AKTARALARA BIRAKILAR MI?
Bir uyarı: İlaç firmaları ve eczacılık, tıp gibi bilim dalları, bitkilerin etkili oldukları iddia edilen hastalıklar konusundaki etkinliklerini araştırmıyorlar mı sanıyorsunuz. Eğer bitkilerin hastalıklar üzerinde sözü edilen türden mucizevi etkileri olsa tekeller hiç o sözü edilen bitkileri halka, aktarlara bırakırlar mı, para kazanmak, milyarca doları cebe indirmek varken. Şunu söylemeye çalışıyorum: Fitoterapide sözü edilen bitkilerin çok önemli kısmının hastalıklar üzerinde hiçbir etkisi yoktur ya da en azından iddia edilen düzeyde etkisi yoktur. Sağlığa yararlı etkileri olan bitkiler eczacılık ve tıp tarafından araştırılarak, endüstrinin hizmetine sunulmaktadır zaten. Tersine pek çok bitkinin, özellikle Uzakdoğu ülkelerinde kullanılan pek çok bitkinin, insan sağlığı üzerinde doğrudan zararlı etkileri kanıtlanmıştır. Alternatif uygulamalar pek çok durumda tedavinin gecikmesine ya da hiç uygulanmamasına neden oldukları için hasta sağlığı açısından ayrıca zararlıdırlar. 

Bu konudaki çok dramatik son örnek Bursa’dan geldi: Bir öğretmen meme kanserinin tedavisini radyoterapide, kemoterapide, cerrahide değil de açlık tedavisinde aradığı için hayatını kaybetti. Bu örnek gericiliğin toplumsal maliyetini de gösterir aynı zamanda. 

Halk sağlığını korumak her zaman eşitlikçi, ilerici, aydınlanmacı, kamucu mücadeleyi gerektirdi. Bugün bu gerçeği daha fazla derecede gündemimize almalıyız.

Mehmet Kuzulugil / SOL