13 Ağustos 2019 Salı

Dayanışma ekonomilerinin felsefesi + Kooperatifçiliğin sarkacı - UMUT KOCAGÖZ

Dayanışma ekonomilerinin felsefesi (I)
Sağlıklı gıdaya adil bir şekilde erişmek istiyorsak, bir tüketim kooperatifinin, gıda topluluğunun veya başka türde inisiyatiflerin parçası olmamız, bunların yaşamasına katkı sunmamız bir zorunluluk. Ancak bu çalışmalar kâr amacı gütmediği için, gönüllülük temelinde yapılan çalışmalar oldukları için, bir tür zorunlu-gönüllü olma hali ortaya çıkıyor.


Türkiye’de dayanışma ekonomilerine yönelik ilgi artıyor. Dayanışma ekonomileri, kooperatif tipi örgütlenmelerden kolektiflere, derneklerden enformal topluluklara çeşitlilik gösteriyor. Yerel seçimler sürecinde birçok adayın mahalli meclislere, kooperatiflere, katılımcılığa yönelik söylem geliştirdiğini gözlemledik. Bahsi geçen niteliklerin dayanışma ekonomisi temelli örgütlenme pratiklerinin temel nitelikleri oldukları öne sürülebilir. Bu bile bu örgütlenme deneyimleri üzerine düşünmemizi önemli kılıyor. Yurttaşların yönetim süreçlerine katılımları, bütçe oluşturma ve denetleme pratikleri nasıl gerçekleşecek? Büyük bir ilçenin yerel yönetimi hangi unsurlardan oluşabilir? Dayanışma ekonomisi pratikleri, yerel yönetimlere bir katkı sunabilir mi? Bir tür “kendini yönetme” deneyimi olarak dayanışma ekonomileri halkın kendi kendini yönetme kapasitesini doğrudan arttırıcı etki yaratabilir mi? Bu sorular pratikte cevaplanacak. Ancak, dayanışma ekonomilerinin ortaya çıktığı zemini tartışmakta fayda var.
PARÇALANAN HAYATLAR
Neoliberal politikalar özelleştirme, güvencesizleştirme ve borçlandırma ekseninde ciddi bir sosyal tahribat yarattı ve insanların gündelik yaşam pratiklerini değiştirdi. Bu pratiklerin temelinde, insanın kendisine yatırım yapan “insan sermaye” düşüncesi var. Bugün mevcut gerçeklikte toplumsal ilişkiler, neoliberal iktisadın mantığı tarafından biçimlendiriliyor. Sosyal ilişkiler eski hallerinden çözülürken, yatırımcı-rekabetçi mantık ile yeniden düzenleniyor: İş yeri, ev, arkadaş ortamı, aile ortamı, politik ortam vb. her türlü yaşamsal mekân, her türlü sosyal ilişki bu ekonominin konusu haline gelmiş durumda.
Böylesi bir konjonktür, biyopolitika kavramında ifade edildiği üzere, yaşamın kendisini politika alanının içine çekti. Sosyal, iktisadi ve siyasal arasındaki ayrım ortadan kalkarken, iktisadi olan siyasalı, siyasal olan sosyali karşılıklı belirliyor. Hayat iktisadın daha çok tabi kıldığı bir alan haline geldikçe, hayatın her alanındaki ilişkilerin örgütlenmesi politik bir mesele olarak düşünülebilir.
Böylesi bir durumda, parçalanan hayatların nasıl bir politik organizasyon ile yönetileceği sorusu karşımıza çıkıyor. Dayanışma temelli örgütlenmeler, bu soruya iktisadi ve sosyal olarak dayanışmacı türde organizasyonlar ile cevap bulma niyetinde. Bu örgütlenmeleri yayılabilen, yeniden üretilebilen, farklı bağlamlarda çoğaltılabilen formlar içerisinde düşünmek olası. Katılımcılarının karar alma, inisiyatif alma ve uygulama, yani genel olarak “yapabilme kapasitelerini” geliştiren ve genişleten böylesi formların dayanışma için tabandan bir zemin açtığını söyleyebiliriz. Böylece parçalanan ve atomize olan hayatların, ilişkilerinin tözünde dayanışmanın olduğu yeni tipte örgütlenme modelleri ile yeni hayatlarda bir aradalık inşa ettiğinden bahsedebiliriz.
HAYATIN (YENİDEN) ÜRETİMİ BAĞLAMINDA ÖRGÜTLENME
Neoliberal kapitalizm içerisi-dışarısı ikiliğini piyasa mantığını yeniden üretme bağlamında ortadan kaldırdı. Dolayısıyla neoliberal kapitalizme karşı mücadele, hayatın farklı alanlarında, türlü çeşitte, türlü mücadele yöntemleriyle, bunların birbirlerine bağlanmasıyla, dayanışma ile hayata geçebilir. Üretim zamanı ile (yeniden) üretim zamanı arasındaki ilişkiyi bu bağlamda yeniden düşünmek gerekir. Parçalanan hayatları belirleyen kapitalist kâr mantığı, sadece üretim zamanı içerisinde değil, hayatın tamamında egemenliğini inşa eder. Başka bir ifadeyle, çalışma zamanının dışında kalan zamanının kendisi de metalaşmaya tabi tutulur, piyasa ilişkilerine bağlanır, dolayısıyla üretim-zamanının dışında değildir. Kapitalizm, hayatın üretimidir. Böylece, kapitalizme karşı mücadele hayatın herhangi bir üretim anına müdahale ederek başlayabilir.
Üretim zamanı (çalışma) içindeki mücadele tipleri ile yeniden üretim zamanını “ele geçirme” arasındaki mücadeleler arasında kardeşlik vardır. Bu kardeşlik ilk bakışta hızlıca ve kolayca görülemeyebilir. Mücadele içindeki kişilerin ilgi, beceri ve yeteneklerine bağlı olarak, bu mücadeleyi yaygınlaştırmaları, geliştirmeleri, birleştirmeleri, bu kardeşliği açığa çıkartan pratikleri icra etmesine bağlıdır. İşyerinde sendikal bir deneyim yaşayan işçinin mahallesinde tüketim kooperatifi içinde çalışması birbirini güçlendiren pratiklerdir. İşçinin sendikal deneyimi, örgütlenme becerisini tüketim kooperatifine aktarmasına, tüketim kooperatifindeki gıda egemenliği eğitimi, çalışanın kendi sağlığı ile ilgili süreçleri hak mücadelesine çevirmesine vesile olabilir. Arada kazanılan ölçülemeyecek bilgi, beceri, yapabilme gücü ve işbirliği deneyimini de ekleyelim.
Biyopolitik koşullarda her türlü yaşamsal pratik politikanın olduğu gibi örgütlenmenin de konusudur. Dolayısıyla yaşam bir örgütlenme deneyimi olarak yaşanır. Herhangi bir olguyu (eğitim, sağlık, mühendislik, gıda tedariki) kimin ve nasıl organize ettiği, toplumsal ve kişisel bir deneyim olarak hayatın nasıl organize edildiğini de belirlemektedir. Dolayısıyla hayatın deneyimlenmesi hayatın üretimi ve örgütlenmesi süreçleri ile bir aradadır. Parçalanmış hayatlarımızda bunu bu bütünlükte hissetmeyiz. O bütünlük, farklı dayanışma pratiklerinin bir araya gelmesiyle örülebilir.
HİZMET OLGUSUNUN POLİTİK KRİTİĞİ
Peki, bu farklı hayat pratikleri nasıl örgütlenecek? Kompleks hayat ilişkileri birtakım toplumsal ihtiyaçların ve yaşamsal faaliyetlerin başkaları tarafından yapılmasını getirir. “Hizmet üretimi” olarak ifade edilen bu faaliyetler, çöplerin toplanmasından bulaşıkların yıkanmasına, yemek yapımından gıda tedarikine, hayatın farklı faaliyetlerini kapsar. Hizmetin nasıl tanımlanacağı ve nasıl ölçüleceği birtakım ekonomik tartışmanın önemli konusunu teşkil eder. Gönüllülük esasıyla çalışan bir tüketim kooperatifinin dükkanına geldiğinizde, dükkanda nöbetçi olan gönüllünün size bir tür hizmet ürettiğini söyleyebiliriz.
Hizmet olgusunun politik eleştirisi, hizmet eden ile edilen arasındaki farkı tartışmaya açmakla mümkün. Hizmet, genel algımızda bir devlet mantığı: Birtakım işlerin havale edilmesi, bizim adımıza yapılması. Örneğin, sağlıklı gıdayı tedarik etmek ve denetlemek, bir toplumsal görev olarak devletin sorumluluk kapsamına alınabilir. Devlet bunu yaptığında kamu için ve kamu adına yapar. Faaliyeti yapan kadrolar memurlardır. Toplum bu memurlara bu hizmet üretimi için finansmanlık yapar. Dolayımsız bir şekilde bu ilişkinin koşulu böyledir. Ancak, devletin kamu adına hangi hizmetleri, nasıl yerine getireceği bir “karar alma süreci” sorunudur. Dolayısıyla hizmetin politik eleştirisi aynı zamanda kamunun karar verme sürecinin eleştirisi olarak düşünülebilir.
Ortak sorunları ortaklaşa çözmek için ortaya çıkan dayanışma temelli örgütlenmenin tözü güvendir. Ortada bir kader ortaklığı vardır ve kader ortaklığını paylaşanların birbirlerinden başka güvenecekleri kimseleri yoktur. Hizmet, kader ortaklığının tepeden bir şekilde bölünmesi, bir devlet zihniyeti olarak “kurtarıcıların” başkaları adına karar vermesini de beraberinde getirir. Halbuki, eşitlik yoksa, güven de, dayanışma da mümkün değil.
Gönüllülük ve hizmet üretimi arasındaki ilişki, kimin karar aldığı, kimin karar alma süreçlerinde yer aldığı, bu kararların nasıl uygulandığı gibi sorulara verilecek cevaplar üzerinden okunabilir. Hizmetin politik eleştirisi bizi egemenlik mefhumuna götürüyor.
EGEMENLİĞİN MODALİTESİNDEKİ DEĞİŞİM
Dünyanın bu yeni aklında egemenliğin bir kurulma biçimi var. Birkaç yılda bir yapılan seçimlere oy vermek suretiyle katılan vatandaşlar, bir tür yurttaş olmaktan ziyade, kimlik, kültür, cemaat ve hassasiyetler üzerinden kamplaşan pasif oy vericilere dönüşüyor. Egemenlik de, hangi iktidar blokunun devlete sahip olduğu üzerinden gerçekleşiyor. Devletin şirketsel yönetimi, piramitsel bir yapılanma olarak devlet katmanlarında kimin hakim olduğuna bağlı olarak kimin zenginlikten ne tür bir pay aldığına bağlı.
Bu modalite elbette yurttaşı bu zenginlikten pay alma zorunluluğunda olan – kendi bacağından asılan- bir girişimciye dönüştürme eğiliminde. Piyasanın ihtiyaçlarını, dilini, tekniğini, bürokrasisini, patronaj ilişkilerini bilen yurttaşlar, piyasadan pay alarak birer aktör haline geliyor. Mevut kamplaşmalar içerisinde, egemenlik modalitesini değiştirmenin bir yolu yeni türde ilişkiler üretmek olabilir. Dolayısıyla, bizim başka bir egemenlik modalitesi düşünmemiz, yani egemenliğin icra edileceği farklı ilişkilenme düzlemlerini tartışmamız gerekiyor. Bu durum, dayanışma eksenli örgütlenme deneyimlerine dayanan bir ‘kamu’nun da düşünülmesi anlamına geliyor.
AKTÖR SORUNU
Neoliberal kapitalizmin insanı tek başınalığa ve girişimciliğe mahkum edilir, rekabetçilik yasaları içerisinde başkalarının üzerine basarak adaletsizliğin yeniden üretilmesinin vesilesi olur. Bu insan, piyasasının tam boyunduruğu altında, parçalanmış hayatlar, çözülmüş toplumsal ilişkiler, müşteriliğe indirgenmiş şirket devlet içerisinde yalnız, bir başınadır. Sorunları kendisi çözmek zorundadır. Tercihleri, ilgileri, becerileri, yedikleri, seyahatleri, bu dünyayı duyumsaması ve yapması ancak bu dünya içerisinde bir anlam ve mana düzlemine oturur. Neoliberal insan kendisini üretir, kendisini üretirken neoliberal kapitalizmi üretir. Onun aktörleşmesi, parçalanmış hayatlar ve toplumsal ilişkilerin üretilmesidir.
Neoliberal kapitalizmi üretmek/yapmak ile kapitalizm olmayan bir dünyayı yapmak esasında aynı dünyanın zemininde gerçekleşir. Kelebek aynı kozadan çıkacaktır; ancak mesele nasıl çıkacağı, nasıl uçacağı, nasıl bir hayat yaşayacağı. Kelebek tek başına kozasından çıkmayacak; çıktığı bir dünya olacak ve o dünya çelişkiler ve çatışmalarla dolu olacak. O dünyada hayatta kalma mücadelesi aynı zamanda o dünyayı yapma mücadelesi olacak. Dayanışma ağlarını kurması, geliştirmesi, o dünyanın sorunlarına karşı mücadele edecek gücü ve beraberliği oluşturması bir yöntem olabilir. Dayanışma temelli örgütlenmenin felsefesinin yapı taşı bu kozalakta yatar.
Bunun için, toplumun kuruluşunu ‘yukarıdan aşağıya’ değil, ‘aşağıdan aşağıya’ düşünmek gerekir. Ne yapılacak ise onu yapacak aktör “biz”. Egemenliği yeni bir şekilde düşünmenin bam teli bu ‘biz’. Çünkü “biz” öznesi ile politikayı tahayyül etmek, tüm çalışan sınıfların kamuyu yeniden tanımlaması ve inşa etmesini, bunu yaparken de “kendi” kamu modellerini bir siyasal proje olarak inşa etmesini beraberinde getirir. Dolayısıyla kamu, bizin dışında ve bizim için hizmet üreten bir yapı olarak düşünülmez. Bizim kurduğumuz, bizimle birlikte var olan bir yapıdır.
Dayanışma ekonomileri esas olarak bu egemenlik düzleminde çalışmalarını sürdürüyor. Bir yandan hayatta kalmak ve neoliberal kapitalizmle mücadele etmenin yollarını aramak, bir diğer yandan kendi örgütlenme biçimlerini eşitlikçi, dayanışmacı, katılımcı formlarda hayata geçirerek şirket modelinin dışında yeni bir modalite icat etmek. Esas farkın işte bu modalitenin icat edilmesinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
ZORUNLU GÖNÜLLÜLÜK
İşinden çıkıp evine gitmeyen bir emekçi, nasıl oluyor da vaktini başka bir şey değil bir tüketim kooperatifinde gönüllülük yaparak geçiriyor? Kendisini bu dayanışma ekonomisi ile nasıl özdeşleştiriyor, burada ne türden bir çıkar birliği yahut kader ortaklığı görüyor?
Yukarıda çok kabaca betimlemeye çalıştığım koşullarda, zorunluluk ile gönüllülük arasında ilginç bir bağ ortaya çıkıyor. Eğer ki neoliberal kapitalizme karşı hayatta kalmaya mecbursak, dayanışma ekonomilerini icat etmeye, katılmaya, parçası olmaya da mecburuz. Örneğin, sağlıklı gıdaya adil bir şekilde erişmek istiyorsak, bir tüketim kooperatifinin, gıda topluluğunun veya başka türde inisiyatiflerin parçası olmamız, bunların yaşamasına katkı sunmamız bir zorunluluk. Ancak bu çalışmalar kâr amacı gütmediği için, gönüllülük temelinde yapılan çalışmalar oldukları için, bir tür zorunlu-gönüllü olma hali ortaya çıkıyor. Bu gönüllülük, kişilerin burada kendi emeklerinin karşılığını almak dışında bir kâr amacı beklememeyi ifade ediyor. Dolayısıyla, dayanışma ekonomileri öncelikle kâr olgusunu yerinden etmek suretiyle kapitalist ilişkilere müdahale ediyor. Patronsuz bir işletme, sahibi olmayan bir tüketim kooperatifi, böylesi dinamiklere dayandığı zaman şirket kapitalizminin karşısına konumlanabilir. Bu deneyimler, ‘aşağıdan’, çalışanların bizatihi pratikleri olması sebebiyle, yeni bir kamu inşa edebilir ve kendisinin kamu olarak tanınmasını sağlayabilir.
BİRTAKIM SORULAR VE SONUÇLAR
Dayanışma ekonomilerinin zorunluluk, gönüllülük ve arzu temelli dünyası nasıl kendi dışına açılabilen, toplumun yeniden örgütlenmesinin bir zemini olarak hayata geçebilecek? Ne türden örgütlenme tarzları bu sorulara hakiki cevaplar verebilir? Yurttaşlar eğer “biz” olarak kendi sorunlarını çözmek zorunda ise, inşa edilen örgütlenmelerde – dayanışma ekonomilerinde- ne türden bir kamusallığı da örgütlemek zorundalar? Bu kamusallık, ne tür örgütlenme modelleri ile hayata geçebilir? Bu örgütlerde emeğin değeri nasıl ölçülür, hizmet nasıl anlam kazanır, yurttaşların böyle bir çalışmayı sahiplenmesi, katılması, kendinin kılması nasıl mümkün olur?
Dayanışma ekonomilerinin ne tür bir egemenlik modalitesi üzerinde çalıştığını tartışmaya açarken esas yapmak istediğim şey bu pratiklere ne türden bir gözlükle bakacağımızı da sorunsallaştırmaktı. Değer üretimi ve bu değerin nasıl belirlendiği önemli bir tartışma başlığı. Örgütlenmelerin ne tür bir mekanizma kurduğu, katılımcı, eşitlikçi, demokratik yapıları ne kadar işletebildiği de ayrı bir başlık. Son olarak, bu örgütlenme pratiklerinin ne kadar kendi içine kapalı olduğu, ne kadar sınırlı bir çevre ile ilişkili olduğu, ne kadar toplumsallaşabildiği ve çalışmalarını ne kadar “herkes-için” yapabildikleri de esas kriterlerden biri.
Bu kriterlere bağlı kalarak dayanışma temelli örgütlenme pratiklerine bir politik çerçeve çizmek mümkün. Bu politik çerçevenin modalitesinin “biz” olarak yeni bir kamu icat etmek olduğu açık ve bu kamunun nasıl bir toplumsallık inşa edeceği, toplumun genelinde ne türden etkiler yaratacağı ve daha büyük dönüşüm süreçlerinin ne şekilde parçası olacağı esas sorularımız. Bunları tartışmaya devam edeceğiz.
 Kooperatifçiliğin sarkacı (II)
Kooperatifçilik en çok ezilenlerin kendi özgürleşme kapasitelerini geliştirdiği noktada, kitlesel bir halk hareketi olarak inşa edildiğinde alternatif bir model haline gelebilir. Bunun yolu, bu örgütleri mülk edinmeden, özgürleşmenin patikalarını takip etmek olabilir.
Dayanışma ekonomileri (1) kapsamında ele alınabilecek en popüler örgütlenme tipi kooperatifler. Türkiye tarihinde daha çok “tepeden” kurulan kooperatif tipleri baskın olsa da, tabandan kurulan ve öznelerinin bizzat aktörleşebildiği kooperatif deneyimleri de mevcut. Güncel kapitalist dünyada ise kooperatifler kamu ve özel dışında veya arasında üçüncü bir yol olarak görülüyor. Böylece, kolektif aktörleşme deneyimlerine dayanan, son derece piyasacı deneyimlerden politikayı müşterekleştiren ve kolektif örgütlenmeleri teşvik eden örneklere, geniş bir yelpaze içerisinde kooperatif deneyimleri ortaya çıkıyor.
Kooperatif tipi örgütlenmeler, tanımlı bir insan kümesinin somut sorunlarını çözmesinin bir aracı. Türkiye’de farklı sorun alanları için farklı tipte kooperatifler mevcut: Tarımsal kalkınma, üretim ve işletme, tüketim, araştırma, eğitim vb. Uluslararası Kooperatifler Birliği’nin (ICA) 1995 yılında gözden geçirerek kabul ettiği kooperatifçilik ilkeleri, örgütlenme modeline dair bir çerçeve çizmeye çalışmış: Gönüllü ve herkese açık üyelik, demokratik katılım ve denetim, özerklik ve bağımsızlık, şeffaflık, dayanışma ve işbirliği. Elbette her kooperatif deneyimi kendi bakış açısı ile bu ilkeleri sahipleniyor ve uyguluyor. Kapitalist pazar, kamu sistemi ve insan ilişkileri çerçevesinde, her kooperatif kendince bir yol tutuyor. Dolayısıyla, her kooperatif jenerik olarak dayanışma ekonomisi çerçevesinde değerlendirilse bile farklılaşmaları görmek önemli. Bu farklılaşma bir sarkaç gibi düşünülebilir (2). Sarkacın uçları, çeşitli katmanlarda gidilebilecek sınırları belirler. Kooperatifçilik ilkeleri doğrultusunda, sarkaç metaforu bize yol gösterici olabilir.
1. KAPSAM ALANI EKSENİ
Her kooperatif bir işletme olarak tanımlanır. Bir işletmenin faaliyet gösterdiği somut bir mekân veya sektör vardır. Ölçek olarak bu mekân bir mahalle, kampüs, işyeri, köy, ilçe vb., sektör olarak da yayıncılık, gıda, tarım, mimarlık, bilişim, sanat, ve türlü emek sektörleri olabilir. Bu ölçeklerin hepsi bir kapsam alanını (3) ifade eder. Her kapsam alanı, üretim ve iktidar ilişkilerini ifade eder. Dolayısıyla, kooperatifler belirli bir kapsam alanında, o alanın yönetsel ilişkilerinin kurucu bir unsuru ve parçasıdır.
Kapsam alanı ekseninde, sarkacımızın bir ucu kooperatifi alanın tekil bir aktörü olarak tanımlar. Klasik bir işletme olarak kooperatif, bu kapsam alanındaki diğer işletmelerden bir tanesidir. Mahalle ölçeğindeki bir işletme kooperatifini düşünelim. Temel amacı aracısız ürün tedariki ve sosyal fayda üretmek olan bu kooperatifler, bir kooperatif mekanı vasıtasıyla çalışmalarını sürdürebilir. Bu kooperatifler odağına belirli bir bölgedeki bir grubun sorunlarını çözmek üzere, kolektif bir işletme yapısı kurarak, çeşitli dezavantajlı gruplara destek olmayı da önceleyerek, bir sosyal işletme modeli geliştirebilir. Böylece, kooperatif modeli kullanılarak, kısıtlı bir grup tarafından toplumun çeşitli sorunlarının çözüldüğü bir dayanışma pratiği ortaya çıkar. Sorunu çözenler ile sorunları çözülenler arasında bir açı farkı vardır. Bir araya gelen grup, somut sorunları beraber deneyimleyen kişiler olabileceği gibi ortak fikirlere sahip bir grup da olabilir. Bu işletme, patronsuz bir işletme deneyimi olarak ortaklarına ve başka kişilere istihdam yaratır. Çalışanların işletmenin yönetiminde kontrolü olması sağlanır. Bu tür bir kooperatif, içinde yer aldığı sektör ve mekânsal ölçekte başka türlü yapabilmenin yolunu gösterir. Ürettiği hizmetin niteliği, hizmet ürettiği kişilerin bu işletmeyi tercih etmesini sağlar. Çalışanların özyönetim pratiğini güçlendirir ve farklı sektörlerden çalışanlara da ilham verir. Faaliyet gösterdiği kapsam alanında ise bir işletme olarak sınırlıdır. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bu tür kooperatiflerin kadın, işletme ve sosyal hizmet kooperatifleri olarak faaliyetler gösterdiğini söyleyebiliriz. Odağına dezavantajlı kesimleri alan bu deneyimler, istihdam yaratarak, adil ücretlendirme ve kolektif çalışma pratiklerini geliştirerek güçlenmeyi mümkün kılıyor.
Sarkacın diğer tarafına uzandığımızda ise işletme ile mahalle sakinleri veya sektör emekçileri arasında daha dolayımsız bir ilişki tarif edilir. Kooperatif bir işletme olarak “Güzel Mahallesi Kooperatifi”, “Güzel Üniversitesi Kooperatifi”, “Güzel İşçileri Kooperatifi” gibi spesifik bir mekana, iş koluna, işçi kesimine, işyerine gönderme yapar. Bunu mümkün kılan şey, kooperatifin katılıma açık, demokratik ve yatay bir ilişkiyi hedeflemesi; kapsam alanındaki yurttaşları aynı düzlemde eşitlemesidir. Kooperatifçilik ilkeleri bağlamında söyleyecek olursak, ortak sorunlar yaşayan insanların ortak çözümler geliştirmesi, eşitlikçi ilişkiler inşa etmesini de mümkün kılar. Burada, sorunu yaşayanlar fikri ortaklıkları yahut arkadaşlık ilişkileri üzerinden değil, sınıfsal pozisyonları ve bu pozisyonların tekabül ettiği mekânsallıkları (sektör veya lokasyon) üzerinden tanımlanır. Bu açıdan, hizmet üretimi bir kendini-yönetme pratiğinin önünü açabilir. Böylece kooperatif, belirli konulara dair bir (yerel-sektörel) yönetim organı (veya bileşeni) olma imkanı sunar. Son dönem ortaya çıkan ve mekânsal göndermesi açık olan tüketim kooperatifleri, tarımsal kalkınma kooperatifleri, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren eğitim ve işyeri kooperatifleri bu tür bir eğilimin örnekleri olarak düşünülebilir.
2. KAPSAYICILIK EKSENİ
Kooperatifler kolektif oluşumlardır. Her kolektifin bir kapsayıcılık tanımı ve tarzı vardır. Sarkacın bir yanında kısıtlı bir gruba dayanan topluluk tipinde kapsayıcılık modeli yer alırken diğer tarafında ise çalışma yapılan yereli ve sektörü kapsayan bir toplumsal örgütlenme modeli hayal edebiliriz.
Topluluk tipi örgütlenmeler benzer hisleri, arzuları, renk tercihlerini, politik yönelimleri paylaşan, fikir ve gönül birliği türünde oluşumları ifade eder. Bu tür kooperatiflerin daha uzlaşmacı, daha az çatışmacı, daha çok benzer özelliklere sahip, daha iyi anlaşan bir grup olacağı düşünülebilir. Böylesi bir durum kooperatifte bir araya gelen kişilerin aynı zamanda ortak bir sosyallik ve arkadaşlık inşa etmesini de beraberinde getirir. Kooperatifçiliğin temel dinamiklerinden biri olan güven hususu arkadaşlık ilişkilerine de sıkı sıkıya bağlı hale gelir. Bu tür kooperatiflerin iyi bir işletme yönetimi inşa edebildiğini, sürdürülebilirliği daha kolay sağladığını gözlemleriz. Kapsam olarak ise sınırlı kaldıklarını ifade edebiliriz.
Sarkacın diğer ucundaki toplumsal örgütlenme modeli ise daha karmaşık, çatışmalı, renkli bir oluşumu ifade eder. Bu kooperatifçilik modelinde toplumsal sorunlar ve çatışmalar daha açık yaşanır, toplumsal canlılık daha ortadadır. Ortak sorunları yaşayan insanların tanımı geniştir, bu genişlik bir kamusallık oluşturur. Aynı ilçe sınırları içerisinde yer alan çiftçileri kapsayan bir kitlesel kooperatif, çiftçilerin sektörel sorunlarını dayanışmacı bir şekilde çözmeyi hedeflerken ilçe ölçeğindeki bütün çiftçileri kapsamayı amaçlar. Bir araya gelme dinamiği, ortak sorunları paylaşmanın sınıfsal ve mekânsal dinamiğidir. Yahut, bir mahalledeki tüketim kooperatifi, mahallelinin sorunlarını çözmeyi amaçlaması itibariyle o mahallelinin kooperatifi olmayı, yani belirli bir kesime ait olmayan bir kooperatif olmayı önüne koyar.
3. KATILIMCILIK EKSENİ
Kooperatifler, ideal olarak patronsuz örgütlenmelerdir. Gerçekte ise birtakım yatay ve dikey hiyerarşiler, açık, gizli ve örtük iktidar mekanizmaları ortaya çıkabilir. Türkiye’deki kooperatifçilik mevzuatının belirlediği yönetsel yapı da bu durumu pekiştirebilir. Katılımcılık ekseni, kooperatifin nasıl yönetildiğini tanımlar. Sarkacın bir ucunda, katılımı resmi genel kurul ile sınırlayan ve yönetim kuruluna yönetme yetkilerini devreden, başkanları ve yöneticileri olan kooperatifçilik modeli vardır. Bu modelde kooperatif ortaklarının katılımcılık düzeyleri son derece düşüktür. Türkiye’de birçok kooperatifin karar alma süreçlerini klasik modele göre sınırladığını görüyoruz. Bu durum, kooperatiflerde özyönetimin hayata geçme pratiğini sınırlandırıyor.
Dikey veya yatay hiyerarşik örgütlenme modeli kooperatif katılımcılarının kooperatife yabancılaşmasını, karar alma süreçlerinden uzaklaşmayı, iktidar mekanizmalarının ve patronaj ilişkilerinin ortaya çıkmasına vesile olur. Türkiye’de örneğini çokça gördüğümüz bu model, yatay ilişkileri ve dayanışmayı teşvik eden kooperatifçiliğin kötü namının oluşmasına ciddi bir katkı sunmuştur. Patronaj ilişkilerinin yanı sıra, güvensizlik, yolsuzluk ve rekabet gibi unsurların kooperatifler içerisinde ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Sarkacın öbür ucunda katılımcı mekanizmaları gelişkin ve açık bir model hayal edebiliriz. Resmi yapının dışında başka karar alma süreçlerinin ve kolektivitenin sağlandığı mekanizmalar olabilir. Bu mekanizmalar, kooperatif katılımcılarının karar alma süreçlerinde nasıl yer alacağını organize eder, kooperatif işlerinin gönüllü bölüşümünü mümkün kılar, işbirliğini pekiştirir. Böylece kooperatif sürecinde yer alan kişilerin formel olarak eşitlenmesinin yanında gerçek eşitliğinin sağlanması da mümkün olabilir. Ovacık Kooperatifi’nin fiyat belirlenme süreçlerinde çiftçilerle müzakere süreçleri işletmesi; Hopa Çay Kooperatifi’nin yönetim sürecini bir meclis ile tasarlaması, Kadıköy Kooperatifi’nin haftalık toplantılarla karar alma süreçlerine tam katılımı hedeflemesi iyi ve ilham verici örnekler olarak gösterilebilir. Katılımcılığın gelişmesi, kooperatiflerin özyönetim deneyimini güçlendirmesi açısından elzemdir.
4. ÖRGÜTLENME EKSENİ
Kooperatifler belirli türde ürünlerin dolaşımını yaparlar. Bu ürünler çeşitli tüketim ürünleri, hizmet ürünleri, finans ürünleri olabilir. Dolayısıyla, ürünlerin pazara erişimi kooperatiflerin önemli bir işlevidir. Kapitalist rekabet koşullarında hayatta kalmak için kooperatifler kendi pazarlama stratejilerini geliştirirler. Özellikle üretici temelli kooperatifler için bu elzemdir.
Tarımsal kalkınma ve kadın işletme kooperatifleri bu doğrultuda tefeci-tüccar yapısına, aracılığa, şirketleşmeye alternatif bir model geliştirme potansiyeli taşır. Üreticinin ürününü satmak gibi acil ihtiyacına somut bir çözüm geliştirmek bu kooperatiflerin en temel görevlerinden. Üreticiden ürünleri alma, işleme, depolama, ambalajlama ve sevk etme gücü yüksek olan kooperatiflerin gerek üretici gerek tüketicilere daha fazla güven verdiği, acil sorunlara kalıcı çözümler ürettiğini özellikle Ovacık Kooperatif deneyimi üzerinden gözlemliyoruz.
Acil sorunlara çözüm, zaman baskısını ortaya çıkarır. Yapılması gereken işlerin bir grup emekçinin sırtına yüklenmesi, zaman baskısı ile baş etmede temel stratejidir. Böylece, kooperatif işlerini bir grup emekçinin uzun yıllar üstlendiği, yeni kişilerin yönetsel süreçlerde pek kolay yer alamadığı durumlar ortaya çıkar. Türkiye’de bir çok kooperatifin yönetsel mekanizmaları içerisinde uzun yıllardır başkanlık yapan (10 ila 40 yıl), kooperatifin bir çok işini sırtlanmış emekçi kişiler yer alıyor. Kooperatiflerde özellikle yeni ve genç kooperatifçi kadroların yetişmesi, sorumluluk alması, yönetsel süreçleri üstlenmesi ve devam ettirmesi hususlarında sorunun bir yanı bu işlerin cazibeli olmaması iken bir diğer yanında örgütlenme perspektifinin gelişkin olmaması yer alıyor. Katılımcı, demokratik, yatay mekanizmalar inşa etme ve süreç aktarımları konusunda yaşanan sorunlar da belirleyici. Bu açıdan, sarkacın bir yönü dar kadro işi kooperatifçilik modeline gönderme yaparken bir yönü ise kitle kooperatifçiliğine işaret ediyor.
Bu olguyu hesaba katarak düşündüğümüzde “pazarlama” olgusunun başka dinamikleri açığa çıkıyor. Üretici temelli kooperatiflerde yönetimde sorumluluk alan kadrolar işin pazarlama kısmı ile ilgilenirken diğer üreticiler kooperatifi ürünlerini pazarlayan güvenceli bir kurum olarak görebiliyor. Böylece kooperatiflerin piyasa koşulları, üretici talepleri, tüketici talepleri arasında salınması durumları gözlemleniyor. İyi kooperatif iyi bir işletme olarak üreticilere güvence veren ve ürünlerini iyi pazarlayan, kullanıcılara da ürün konusunda iyi pazarlama yoluyla güvence veren kooperatifler olarak görülüyor. Belirli bir bölgedeki üretim kapasitesini arttırma, daha fazla üreticinin ürününü alma ve pazarlama imkanları böylece gelişebilmektedir.
Benzer bir durum son zamanlarda sayısı artmakta olan tüketim kooperatifleri için de geçerli. Sorun çözme odaklı bir grubun, bütün sorunları üstlenerek çözmeye çalışması, bir süre sonra bu kooperatifleri pazarlama faaliyetine indirgeyebilir. Örneğin, çeşitli tüketim kooperatiflerinin daha fazla üreticiden ürün tedarik etmek, daha fazla ürün kapasitesine sahip dükkanlar işletmek, daha fazla satış yapmak, internetten satış yapmak, tek bir kooperatif kurarak bütün ülke sathına seslenmek, zincir mağazalar açmak gibi pazarlama stratejileri izlediğini görüyoruz. Dolayısıyla pazarlama olgusu kooperatiflerin sorun çözme kapasitelerini geliştirirken “sorunları ben çözerim” yaklaşımını derinleştirerek kitlesel örgütlenme süreçlerinin aksamasına vesile oluyor.
Halbuki, kolektif sorunları çözmenin yanında “sorunları kolektif olarak çözme” gibi bir başka dinamiğin de olduğunu, bunun da sarkacın diğer yakasını oluşturduğunu düşünelim. Ovacık ve Kadıköy Kooperatifi’nde rotasyon uygulaması, Kadıköy Kooperatifi’nde eğitim ve aktarım çalışmaları düzenlenmesi, örgütlenmenin derinleşmesi için iyi ve ilham verici olabilir.
5. DAYANIŞMA EKSENİ
Kooperatiflerin şirketlere döndüğü bir sosyo-tarihsel süreçte, artık ne yazık ki rekabetçi bir kooperatifleşme olgusunun da ortaya çıktığı söylenebilir. Dolayısıyla sarkacın bir yanına bu rekabetçi hissi pekiştiren modeli koyarken bir diğer yanına ise dayanışmacı pratikleri güçlendirmeyi, işbirliklerini pekiştirmeyi önceleyen bir kooperatif anlayışını koyabiliriz.
Kooperatifler dayanışma örgütleridir. Ancak, örneğin, kendi ortakları ve “müşterileri” ile dayanışan kooperatiflerin başka kooperatifler ve kooperatif ortakları ile rekabet etmesi söz konusu olabilir. Yahut hizmet üretme amaçlı çalışan kooperatiflerin başkalarının hizmet üretme olgusunu kendilerine rakip olarak görme durumları olabilir. Pazar olgusunun bu şekilde kooperatifleri sıkıştırması ve birbirleri ile rekabete sokmasına karşı dayanışmacı kooperatifleşme olgusu sarkacın diğer yanını oluşturur. Bu diğer uçta hem kooperatifler arası dayanışma teması pekiştirilirken ortak çalışmalar yapılması, işbirlikleri düzenlenmesi, ortak sorunlara ortak çözümler aranması gibi durumlar söz konusu olabilir. Geçtiğimiz 13. Karaburun Bilim Kongresi’nde (4) görünen işbirliği süreci bunun bir vesilesi olabilir. Bu işbirliğinin sonucu olarak ortaya konulan bir takım somut hedeflerin planlanması ve hayata geçirilmesi, rekabetçi süreçlerin önüne geçmek için panzehir etkisi yaratacaktır.
SONSÖZ
Dayanışma ekonomilerinin gelişmesi ve yaygınlaşması için yukarıda özetlediğimiz farklı tipte örgütlenme biçimleri ortaya çıkmaya devam edecektir. Bu deneyimlerin birbirleriyle konuşması, birbirlerinden ve dünya deneyimlerinden öğrenmesi gelişmeyi mümkün kılacak en temel olgu. Aynı zamanda bu deneyimleri destekleyecek kamu politikalarının oluşturulması, dayanışma ekonomilerinin kanun ve mevzuatlara bağlı olarak desteklenmesi ve teşvik edilmesi Türkiye’de filizlenmeye başlayan bu süreci kolaylaştırma ve yaygınlaştırma için elzem görünüyor. Özyönetim ve özörgütlenme dinamiklerini güçlendiren, dayanışma temelli bir araya gelişleri ve yaşamsal örgütlenmeleri teşvik eden kooperatifçiliğin, önümüzdeki ekonomik ve siyasal krize güçlü bir alternatif oluşturması hayal değil.
Bizim açımızdan kooperatifçilik, emekçi sınıfların yaşadıkları sorunlara kendi çözüm yollarını üretmelerini ifade eder. Halkı kurtarmak için yukarıdan ve devletçi bir model olarak geliştirilen ve Türkiye’de sayısı ve türü çokça bulunan kooperatifçilik modelleri, alternatif kooperatifçilik bağlamında sarkacın dışında yer alır. Kooperatifçilik en çok ezilenlerin kendi özgürleşme kapasitelerini geliştirdiği noktada, kitlesel bir halk hareketi olarak inşa edildiğinde alternatif bir model haline gelebilir. Bunun yolu, bu örgütleri mülk edinmeden, özgürleşmenin patikalarını takip etmek olabilir.
UMUT KOCAGÖZ / duvaR
(1) Bu yazı, bir önceki yazının bir devamı olarak da okunabilir:
(2) Bu konuda bknz: Kadıköy Kooperatifi Postası 
(4)  Ayrıntılı sonuç raporu için bknz: https://kadikoykoop.wordpress.com/2018/10/24/kooperatifcilik-sinirlar-ve-imkanlar/ Ayrıca, benzer bir çalışma grubunun bu yıl da kooperatifçilik, kriz ve dayanışma ekonomileri üzerine Karaburun’da oturum düzenleyeceğini belirtelim.



6 Ağustos 2019 Salı

O vekile bu para çok bile - ALİ SİRMEN

Milyonlarca kişinin açlık sınırının altında süründüğü, yoksulluk çizgisinin altında kaldığı bir ülkede, 22 bin 200 lira aylık alan, ayrıca ek ödenekleri olan milletvekillerinin, aldıkları para ile giderlerini karşılayamadıklarını söyleyen TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un, geçim sıkıntısı çoktan had safhaya varmış, vatandaş ile alay ettiğini söylemek yanlış değil. Burada hemen, kamuoyunun çoğu zaman milletvekilleri maaşları konusuna yeterince sağlıklı biçimde eğilemediğini ve ucuz duygu sömürüsünün kurbanı olduğunu, milletvekillerinin yüksek gelirleri olmasını doğal bulduğumu yıllar boyu belirttiğimi vurgulamak isterim. 

Bu aslında pek kişisel bir görüş değil, çoğu demokraside sol partiler millettin temsilcilerinin yüksek ücretler almasını, böylelikle siyasetin bir ölçüde sermayenin ve varsılların tekelinde kalmamasını yeğlerler. Bir paylaşım kavgası olan siyasetten, milletvekili gelirleriyle kıyaslanmayacak gelirler peşinde olan sağ ise, milli iradenin ücretlerinin düşük olmasını savunur.
***

Milletvekili maaşlarının belirli bir düzeyin üstünde olmasını savundum. 
Çünkü, milletvekili milli iradenin temsilcisidir, milletin çıkarını, ülkenin selametini savunacaktır.
 
Milli iradenin temsilcisi, ülkenin toprağını, suyunu, gölünü, denizini, ovasını, ormanını, tarihini, değerini saldırılardan masun tutmak için savaşacaktır. Milli iradenin temsilcisi vicdanının üstünde cüzdan baskısı duymamalı, özgür olmalıdır ki baskılara dirensin. 
Milli iradenin temsilcisi, paranın temsilcisi baskı lobilerinin girişimlerine karşı dururken, ihtiyaç içinde olmamalıdır ki, işlevini tam olarak yerine getirsin.
 
İşte bu nedenlerle, demokrasinin koruyucusu konumunda olması gereken milli iradenin temsilcisi milletvekillerinin aldıkları paranın bulundukları göreve uygun bir düzeyde olmasını savundum. 


TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un halkın geçim sıkıntısının had safhaya ulaştığı bir dönemde milletvekili maaşlarının yetmediği açıklamasındaki gustosuzluğu görmezden gelmek imkânı olmadığını vurgularken, yine de yukarıda açıkladığım görüşlerin geçerliliklerini koruduklarını belirtirken bir de milli iradenin temsilcisi milletvekilerinin durumlarını düşündüm.
***

Artık onların, yürütmeyi denetleme gibi bir işlevleri kalmamıştır. 

Yürütme karşısında elleri kolları bağlı konumdadırlar. Bizzat kendileri bakanlara erişememekten yakınmaktadırlar. 

Hatta milli iradenin temsilcilerinin yürütmeye yönelttikleri soru önergelerine bile ilgili makamlar keyiflerine uygun bulurlarsa cevap vermekte, çoğu zaman aldırmamaktadırlar. 

Milli iradenin temsilcisi milletvekillerinin herhangi bir denetim işlevleri kalmadığı gibi, dolaylı yollarla bütçe üzerindeki kontrolleri de ortadan kaldırılmıştır. 

Ülkemizdeki demokrasinin durumu, onların demokrasinin koruyuculuğunda ne denli başarılı veya başarısız olduğunun en güzel göstergesidir, başka söze gerek yok! 
Peki, yürütme karşısında eli böğründe olan milletvekili çıkar çevrelerine karşı vatanın toprağını, suyunu, gölünü, ormanını korumak işlevini ne kadar yerine getiriyor? Kaz Dağları’nın ormanlarına son zamanlarda yapılan bir yabancı saldırı var.
 
Kaz Dağları’nın Çanakkale’nin içme suyu kaynağını da kapsayan havzasında, siyanürle altın aramak için vahşi bir katliama başvuran yabancı şirkete karşı, insanlar, kurumlar, sivil toplum kuruluşları seferber oldular. 

Bunların arasında bölgenin iktidar partisi AKP milletvekillerini boşuna aradım, yoktu. Cümle âlem milletçe ayaktaydı, ama bölgenin AKP’li milli irade temsilcileri araziye uymuşlardı. 

Milli iradenin temsilcilerinin bu durumunu görünce, insan gerekli olup olmadıklarını düşünüp, maaşları için de “ne kadar olursa olsun, çok bile” diyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Kaos içinde gezintiler - Ergin Yıldızoğlu

Çin Halk Cumhuriyeti “Yeni dönemde ulusal savunma” başlıklı bir rapor yayımlayarak uluslararası ilişkileri değerlendirdi, kendi çıkarlarını korumaya kararlı olduğunu açıkladı. ABD dış politika çevrelerinin dergisi The National Interest’te raporu değerlendiren bir yazı, “Gelmekte olan belaya hazırlanın: Uyarıldık” notuyla bitiyordu. 


Rapora göre bu “yeni dönemi”, uluslararası ilişkileri “destabize” edici güçler, uluslararası stratejik rekabet, işbirliğinin yerini çatışma ve şikâyetin alması karakterize ediyor.
Ben bu “yeni dönemin” karakterini, geleceğe ilişkin tanımlanabilir bir yapılanma belirtisi üretmeyen devinmelerin kaosunun belirlediğini düşünüyorum.

Kutuplardan kutupsuzluğa
Devletler arası ilişkiler egemenlik bağımlılık ilişkileridir. Bir devletler kümesinin, görece istikrarlı bir yapı kazanabilmesi için bir hegemonya ve hiyerarşi içinde adeta “dondurulması” gerekir. Bu düzenin hiyerarşisi içinde yerini beğenmeyenlerin, dışına çıkmak isteyenlerin bastırılmasına ilişkin savaşlar yaşanabilir. Kapitalizmin tarihinde biri Birleşik Krallık, ikincisi ABD merkezli olmak üzere iki küresel “düzen” yaşandı. 

Uluslararası ilişkililerin ABD merkezli Batı ve SSCB merkezli Doğu olarak bölünmesiyle de hegemonya ve hiyerarşi düzenini tanımlamak üzere “kutup” kavramı literatüre girdi.
Doğu blokunun dağıldıktan sonra ABD merkezli bir tek kutuplu dünya önerisi Rusya, Çin, Avrupa ve birçok gelişmekte olan ülke tarafından reddedilince çok kutuplu bir dünya arayışı gündeme geldi. Ancak, güçlerin yükseliş hızı, dünya ekonomisindeki yapısal (yeni bir sermaye birikim rejimi doğuramayan) krizin getirdiği sarsıntılar  düzenli hiyerarşileri içeren kamplaşmalara izin vermedi. Böylece içindeki, kimi eski- yeni büyük güçlerle, adeta “herkesin herkese karşı” konuşlanmaya başladığı, ancak bir kaos kavramıyla tanımlanabilecek bir dünya düzensizliği şekillendi.

Popülizm filan 
Bu uluslararası düzensizlik içinde, ulus devletlere ilişkin ve kaos üreten eğilimleri güçlendiren başka gelişmeler de var. Bu gelişmeler genel olarak, otoriter popülizmin yükselişi olarak tanımlanıyor. 

Ancak, popülizmin yükselişi, çok daha uğursuz, “yeni faşizmin” değirmenine su taşıyan bir olgu. Bir tarafında halkın, egemen düzenin çeşitli krizlerini (ekonomik, sığınmacılar, demografik ve kültürel sarsıntılar), etkilerini yönetemeyen seçkinlere yönelik tepkileri var. Diğer tarafta da, George Monbiot’un işaret ettiği gibi, krizlerin ürettiği “felaket kapitalizminden”, vergilerden kaçarak, ayrıcalıklı rant olanakları bularak, tekel kârlarını konsolide ederek yararlanmaya çalışan “oligarkların”, bu olanakları sağlayacak, milliyetçi, yerlici, ırkçı, dinci liderleri ve hareketleri iktidara getirmek için halkın tepkilerini kullanma çabaları var.

Herkes herkese karşı
Bu dağılmaya bir düzen verebilecek bir “merkez” de yok. Örneğin, Çin yükseliyor, “Yol ve Kuşak” projesiyle, ucuz ve kolay borçlandırmayla adeta emperyalizmin artık çok iyi bilinen, gizlenemeyen yöntemleriyle kendine yeni etki alanları açıyor, bu alanları askeri konuşlanma noktaları olarak değerlendirmeye başlıyor, ama hemen tepki uyandırıyor. Çin’in yükselişi ve yeni nüfuz alanlarının çoğalması, ABD’de gerginlik yaratıyor. Ancak ABD’de Trump yönetimi, Batı ittifaklar düzenini, Avrupa platformu, Japonya ilişkileri üzerinden restore etmeye çalışmak yerine, uluslararası anlaşmalardan çıkıyor, aşırı sağcı, demagog liderleri destekleyerek Avrupa Birliği’ni destabilize ediyor. Aynı anda ABD karşıtı bir güç olarak yükselmeye çalışan Rusya’da benzer yollarla AB’yi destabilize etmeye çalışıyor. 

Bu sırada Rusya, Pasifik’te ve Çin denizinde ABD’ye karşı denizde ve havada Çin’le birlikte devriye geziyor. ABD, NATO’dan yakınırken, Çin, Almanya Fransa gibi Avrupa ülkeleriyle ortak manevralar düzenliyor. Türkiye tüm itirazlara karşın S-400’leri alarak. Hem bir bağımlılık ilişkisinden öbürüne atlıyor, hem de NATO ve Batı ittifakına bir istikrarsızlık unsuru daha ekliyor. Bu resme kaos dinamikleri üzerinde bir “çarpan etkisi” yaparak, doğrudan gezegen üzerindeki yaşamın kendisini tehdit eden iklim krizini de eklemek gerekiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

YAŞ kararlarının anlamı - Mehmet Ali Güller

Yüksek Askeri Şûra (YAŞ) kararları nasıl değerlendirilmeli?
İki ölçütümüz olmalı:
Birincisi, terfi edenlerin yeterliliklerinden önce terfi etmesi gerekenlerin neden ettirilmediği üzerinde durarak bir değerlendirme yapmalıyız.

İkincisi, YAŞ kararlarını hükümetin Türk ordusunu ilgilendiren politikalarıyla birlikte ve bir bütün olarak değerlendirmemiz gerekiyor.

Kararları hangi ölçütle değerlendirmeli?
Ölçütümüz neden terfi edenlere bakmaktan ziyade terfi ettirilmeyenlere bakmak şeklinde?
Şundan: Terfi edenler elbette iyi askerdir, vatanseverdir, henüz o görevin rütbesinde olmasalar bile elbette verilen görevleri en iyi şekilde yapmaya çalışacaklardır, bunda bir tereddüt yok. 

Salt, terfi edenlere bu gözlükten ve toptancı bir yaklaşımla bakmak, bir YAŞ analizi olmaz; kuru bir TSK propagandası olur. Ve elbette öylesi bir değerlendirme en çok YAŞ’ın tek karar verici mekanizmasına dönüşerek sarayı memnun eder!
Sağlıklı bir analiz için, süresi dolmadan emekli edilenlere, terfisi geldiği halde bekletilenlere bakmak gerekir.

FETÖ-metre rahatsızlık mı yarattı? 
Uzun uzun isimleri ele almayacağız. Zira meselemiz isimler değil, yukarıda da belirttiğimiz gibi, tasfiye edilenlerin yerine gelenler de ellerinden geleni yapacaktır. Ancak “tipik” olması nedeniyle iki örnek üzerinde duracağız:
İlki Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Tümamiral Cihat Yaycı

Tümamiral Yaycı’nın terfi etmesi bekleniyordu. Çünkü Yaycı iki özelliği nedeniyle öne çıkan bir isimdi. Hazırladığı FETÖmetre ile FETÖ’cülerin temizlenmesinde çok etkili bir isimdi. Öyle ki, yönteminin ordu dışındaki kurumlarda da uygulanması gerektiği herkesin mutabık olduğu bir konuydu. 

Onu öne çıkaran bir diğer özelliği ise Doğu Akdeniz konusunda hazırladığı çok önemli kitabıydı: Sorular ve Cevaplarla Münhasır Ekonomik Bölge. Akademisyen kimliği de olan Tümamiral  Yaycı, Türkiye’nin bu en önemli sorununda yapılması gerekenleri anlatıyordu kısacası... 

Ancak Tümamiral Yaycı, iki yıl önce birlikte terfi ettiği ismin terfi etmesine rağmen, terfi ettirilmedi!

FETÖ raporu rahatsızlık mı yarattı?İkinci örneğimiz Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Tuğgeneral Nerim Bitlislioğlu  geçen yılki YAŞ’ta pasif bir göreve atanmıştı, şimdi de emekli edildi. 

Oysa Tuğg. Bitlislioğlu, Genelkurmay’ın o çok önemli FETÖ raporunu yazan kritik önemde bir isimdi! TSK içinde FETÖ’yle mücadelede en öndeki komutanlardan biriydi!
15 Temmuz gecesi FETÖ’cülere direnenleri, Ergenekon-Balyoz kumpaslarında FETÖ’nün hedefi olanları ama bu YAŞ’ta tasfiye edilenlerin uzun listesinin dökümünü yapmıyoruz bile...

Zira sayıları, aynı özellikte olup da terfi ettirilenlerden çokça fazla!

TSK’ye kumpaslar sürüyor!Gelelim diğer ölçütümüze… Bu YAŞ’ı, hükümetin TSK’yi ilgilendiren politikalarından bağımsız, tek başına bir teknik mesele olarak değerlendiremeyiz. 

Öncelikle YAŞ artık, konuya vâkıf sicil amirlerin karar mercii olduğu biryapı değil; Maliye Bakanı’nın, Milli Eğitim Bakanı’nın içinde yer aldığı mini bir bakanlar kurulu adeta. Dolayısıyla kimin terfi edeceğinde askerlik ölçütlerinden çok, siyasi ölçütler kullanılıyor artık! 

Diğer yandan biliyorsunuz, 15 Temmuz’u fırsata çeviren iktidar TSK’nin yapısını bozdu: Jandarma Genel Komutanlığı ile Sahil Güvenlik Komutanlığı’nı İçişleri Bakanlığı’na, kuvvet komutanlıklarını Milli Savunma Bakanı’na, Genelkurmay Başkanı’nı ise saraya bağladı! Askeri liseleri kapattı, harp okullarının yerine sivil bir rektöre bağlı savunma üniversitesi kurdu. Askeri hastaneyi askerden koparıp Sağlık Bakanlığı’na bağladı. Askeri yargıyı lağv etti. Kısacası orduyu parçalara ayırdı! 

Ve son olarak askerliği 6 aya indirerek ve bedelli askerliği sürekli hale getirerek, TSK’yi pratikte askersizleştirmiş oldu! 

Dolayısıyla YAŞ kararları bu politikalardan ayrı yorumlanamaz. Zira tek başına şu karar bile YAŞ’ın sonuçlarının AKP politikalarıyla birlikte okunması gerektiğini göstermeye yetmektedir: Hiçbir korgeneral orgeneral yapılmadı ama iki ordu komutanı emekli edildi. Dolayısıyla orgeneral rütbesindekilerin komuta edeceği ordu komutanlıkları, korgeneral rütbesiyle komuta edilecek şimdi!

Peki ne anlama geliyor tüm bunlar? Anlamı açık: Ordumuzu hedef almayadevam ediyorlar!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Hayıflanırsa yaşlanacak bir kuşak - Asaf Güven Aksel

Bizi daha kapıda görür görmez, kovmaktan beter ederdi, sanmam ki yaşıyor olsun. Sağ elinin dışını sol elinin avucuna vurur birkaç kere, geçerdi dalgasını. “Aha, geldiler yine, az kuru, az pilav, bol ekmek, su katiyen yok!”

Bakmayın, severdi aslında en kötü müşterisi olan bizleri, bu birbuçuk metrelik Arnavut. Zülbahar. Yeldeğirmeni’nin en sık gittiğimiz lokantasının sahibi, aşçısı, garsonu.

Şap şap şap, aha geldiler. “Az kuru, az pilav, bol ekmek...” Ortalık çeşme dolu, kim şişe suyu alır ki?

Lokantanın dış cephesi yazılarımızla dolu, haftalık gazetemize mecburi abone, çaktırmadan mühimmat deposu, genellikle paramız çıkışmaz yaz deftere, o da böyle karşılar işte...

Zülbahar severdi bizi, bakmayın.

Son görüşüm, yine bir grup arkadaşla 12 Eylül’den epeyce sonra gidişimizdeydi. “Kawa” Vedat, daha dün ayrılmışız gibi, “açız Zülbahar ama paramız yok” repliğini tekrarlayınca, “geçti o günler geçtiii” demişti alçak sesle. “Veririm sizi askere bak!” Sonra göz ucuyla arkada bir masayı işaret etmişti. Tehdit miydi, uyarı mı anlamadan bakmıştık. İki gariban piyade, kepleri masada, fasulyeye yumulmuş kaşıkla. Gülüp oturmuştuk ve son darbeyi vurmuştuk: “Karnıyarık var mı karnıyarık?” Afallamıştı: “Bıraktınız mı lan o işleri?”

Bu soru, hem de kaygı dolu bu soru, bir tipolojiyi, bilince çıkmayan gözlemle kavrayış derinliğindeydi. Sezmişti Zülbahar, o el şaklatan şeyin, yalnızca parasızlıkla ilgili olmadığını.

Bazen barbunyayla, nadiren pırasayla filan zenginleşse de, gene de sınırlı o mönüden fazlasını yemek ayıptı bizde. En ucuzu, en yetinilebileni, bölgemizdeki halkın tenceresinde en sık kaynayanı seçerken, damak tadı, besin değeri, can çekmesi, ikinci plana düşerdi.

Geçmişin, arşivlerde çalışmakla öğrenilebileceği sanılır. Bir kronolojik dökümle, tarihsel dönemeçlerin analizini ıcığına cıcığına yapabilmeye elveren belgeleri değerlendirme yetisiyle, ne olup bittiğinin kavrandığı düşünülür. Çok da yanlış değildir hani, hatta içinde yaşarken belirgin olmayan etkenlerin açığa çıkışı anlamında sağlıklıdır da, bugünden geriye doğru bakış.


Ama bu, nesneleşmiş, soğuk bir tarihtir aynı zamanda. Yaşanan bir zaman diliminin somut atmosferinde yer alan kanlı canlı insanlar, bir genellemede şöyle bir değinilen sosyolojik olgulara dönüşür. Anılarda bile. Zülbahar’a bu soruyu sorduran şey, birkaç cümlelik açıklamadan ibarettir dokümanter çalışmada. Yaşayanlar için ise hiçbir zaman ayrılamayacakları kişilik oluşumunun parçasıdır. Bir deneyimin, bilmekten öte bir şey oluşudur, yapıtaşılığıdır.

Kimileri, özellikle 12 Eylül sonrası, bütün bu “gayri insani zorlamalar”dan öyle bir kurtuldular ki, “yaşam zevkleri”ni keşifleri öyle gelişti ki, hızla zıddına dönüştüler, arkalarına bakmadan, geçmişlerine öfkeyle gittiler.

Kimileri, bu “kısıt”ları, sokağı kuşatmış atmosferle bağını kopartarak, yalnızca bir zihniyetin dışlaşması olarak tanımladılar ve “insani duyarlılıklar” edebiyatını yükselterek gittiler.

Kalanlar, sürekli tırpanlanan bir solda deneyim aktarımının mümkün olamadığını, çok genç, neredeyse çocuk yaşta omuzlara binen sorumlulukların ve feodal kültür ağırlığının yarattığı bir sendromla karşı karşıya kalmışlıklarını anlayan ve “aşarken” de, davranış motiflerindeki “sığ”lıklarla birlikte sahiplenebilenler oldu.
Bu davranışları karikatürize etmeden, devrimci mücadeleyi bunlara indirgemeden, bir dünyayı değiştirme iradesi olarak, adanma ve özgürleşme bilinci yanıyla taşıdılar. Sevdiler o çocukça pozlara bürünmüş hallerini de, saygıyla andılar, dudak bükmeden, büktürmeden büyüdüler, olgunlaştılar.

Bir arşiv çalışmasında da görebilirsiniz, ama bir de yaşarken düşünün. Daha Che’nin acısı da etkisi de çok taze. Vietnam dünkü mesele. Mao yaşıyor/yeni ölmüş, Kültür Devrimi sönmemiş, Ho Amca unutulmamış. Pek beğenmesek de, “sosyalist blok” var. Asya, Afrika, Latin Amerika ayakta. 12 Mart’ın faşizmi de, Deniz’ler, Mahir’ler, İbo’lar da uzansan dokunulur henüz. Gecekondular çatışıyor, işçiler grevlerde, köylüler toprak işgalinde, üniversiteler marşlarla açılıyor. Faşist terör ve katliamlar gemi azıya almış, asker sokağımıza girmiş, parlamento felç. “Kurtarılmış bölge”ler var, “kırdan şehire gerilla”lar. Dünya çalkalanıyor, Türkiye sarsılıyor.

Ve bütün bunlar bir eda olup siniyor üstümüze, kayda değmez bir ayrıntıda, “az kuru, az pilav” gibi dokümanter niteliği olmayan bir şeyde bile.

“Geçmişi tararken” kesitler görürsünüz, aralarındaki bağlantılar, deneyimlenmemiş atmosferde zor kurulur. Lokantada bir masaya bakar ve dersiniz ki o zaman, “niye böyle aptalca şeyler yaparlarmış ki, ne ilkellermiş”.

Sezmişti bunu Zülbahar. Lokantasının mavi demir parmaklıklı kapısına dayanıp bakıyordu bize. Genceciğiz… Kimileyin, bilincimize karşı da edamızla savaşıyoruz.

Paramız ancak buna yetiyor zaten, ama sorun o değil, az kuru ver Zülbahar. Ne kadarcık yer ki şu Yeldeğirmeni, şu İstanbul, şu Türkiye. Önünden geçiyor parke taşlı anayol, karnıyarık yerken görülürsek, olmaz.

Akla sığmaz, tuhaf şeylerdir bütün bunlar elbet. Hele ki bir arşiv taramasında!
Bakmayın siz ama, Zülbahar severdi bizi. Devrimi yapamamış olsak da ve o zaten buna ihtimal vermemiş olsa da.

Bugün “aşmışlık” kibirine kapılmaksızın, bütün hamlıklarımıza, pozlarımıza, öykünmelerimize de saygıyla, onların bizi biz yaptığını bilerek ve şükran duyarak, başka bir yol bırakmayan koşulları ve ona yetecek düzeydeki birikimi unutmadan, yitirdiklerimize minnetle, bugünden geriye bakmayı arşivden okumuşluğun ya da pişmanlığın küçümseyiciliğine bırakmadan anmak istedim bir enstantaneyi.
Anmak istedim, Türkiye’nin herhangi bir köşesindeki “proleter devrimci” genç müdavimli salaş lokanta kadar küçücük bir an olarak. Çünkü, artık yaş ilerledi, yaprak dökümü başladı bizim kuşakta. Ve gidenlerin ardından, paylaşımlarda, sohbetlerde, gelip dayandığı siyasal yaklaşımlarda, giderek artan hayıflanma izleri görülür oldu. Başka bir kuşağın yaşamadığı, yaşayamayacağı bir tarih diliminden, bolca acı anımsanıyor şimdi. Bu acılara, “saçma sapan anlayışlarla yaşanamayan gençlik” söylemi eşlik ediyor. Artıyor…

Alın o zaman, bir lokanta mönüsünden daha saçma sapanı olur mu? “Bıraktınız mı lan o işleri!” dedirten mönü kadar çocukçası?

Belki de çoğu okuyana anlamsız gelecek bu yazıya, 24 Temmuz 1973’te, “yardım ve yataklık”tan yargılandığı THKP-C davasından cezaevindeyken, hastalığının tedavisine izin verilmeyerek öldürülen Hatice Alankuş’u anarken gelişen bir sohbete tanıklık sebep oldu.

Kendilerini yeterince anlatamamış, başkalarınca epey hoyrat anlatılmış bir kuşağın, zamanının azaldığı duygusuyla hırçınlaşması ne kadar insancaysa, o kadar da risklidir. Yaşadıklarının boşa gittiği, fedakârlıklarının bir sonuç elde edemediği duygusu ve ifadesi eşlik ediyorsa anımsamalara, bilinç bulanması devreye girmeye başlamıştır.

Bunun bir yönü, evet, cılızlaşsa da halen diri birşeylerdir, çıkılan yoldan ayrılmamışlık iddiasıdır. Ama bir yönü, ya vazgeçmeye meylediştir, ya vazgeçmişliği aklamadır, ya yaşamları pahasına kurmak istedikleri dünyadan uzak , düzen içi “başarmışlığa” fit oluştur, ya yakışıksız bir “hiç değilse”ye diz çöküştür.
Biliyoruz, Zülbahar’ın lokantası, sıkıyönetimden, sokakta vızıldayan kurşunlardan, dipçiklerden, darbelerden, işkencelerden, işsizliklerden, dağılmış ailelerden, yitirilmiş yoldaşlardan, yok edilmiş geleceklerden, darağaçlarından, zindanlardan bir parçadır. Biliyoruz, minicik, kayda değmez, saçma bir parçadır. Ama bütüne aittir. O bütün, bir kuşağı ayakta tutan, değerlerini bugüne taşıyan, caydırılamayan edadır, bilinçtir. Yalnızca acıların tanımlayamayacağı bir bütün.

Bütün karşıtların acımasızca hırçınlığı doğaldır da, bir kuşağın kendi adına hırçınlaşması risklidir. Neler çekildiğinin ifadesi, bugüne nasıl gelindiğinin bir ayrıntısı, göze sokulmayan bir parçasıysa anlamlı, ama bir hayıflanma vesilesiyse yaşlandırıcıdır. Belki, küçük yaşantılar, unutulmuş parçacıklar, bütünü yeniden görmeye, bir silkinmeye vesile olur böyle anlarda, genç tutar dimağı.
Zülbahar severdi bizi, severdi. Sümerbank botlarıyla, hep biryerlere yetişircesine hızlı ve kararlı adımlarla önünden geçişimizi… İzlerdi.

Ve o izlerken, “hiçbir şeye yaramadığı” sanılan mücadeledeki bir birey oluştur, bu hayıflanacak bilincin bile kaynağı, bilinsin istedim. Bize devreden kuşakları, bizden devralan kuşakları, yok edilemeyen sosyalizm mücadelesinin hiç durmayan akışı olarak görmek bile, “onca fedakârlığa bir arpa boyu yol” hayıflanmasının erken yaşlanma hastalığı olduğuna yeterli kanıt değil mi?
“Fedakârlık” apoletini kendine takanların yolu, “alacak talebi” durağına varır. Yorulanlar içindir. O güzergâha devrimciler çıkmaz, o durakta inmez.  Öyle ki, Zülbahar bile elini avucuna vurmaz orada…

 Asaf Güven Aksel / SOL

Mutlaka Engels: Hep Seninleyiz General! - (Gamze Yücesan-Özdemir) / SOL

Her kim ki Marksizmi tarihsel materyalizmden ayırmak ister, her kim ki Marksizmin canlı, diri ve hayatı kavrayan geleneğini terk etmek ister, her kim ki Marksizmden devrim ihtimalini eksiltmek ister, Engels'i karşısına alır. 124. ölüm yıldönümünde bugün Engels'i anmak, tarihsel materyalizmi, devrimi ve sınıf mücadelesini savunmaktır.


Her kim ki Marksizmi tarihsel materyalizmden ayırmak ister, her kim ki Marksizmin canlı, diri ve hayatı kavrayan geleneğini terk etmek ister, her kim ki Marksizmden devrim ihtimalini eksiltmek ister, Engels'i karşısına alır. 

Engels’in bir eleştiri odağı olarak yeniden “keşfi” ile post-Marksizmin, sol liberalizmin yükselişi arasındaki bağlantı oldukça derindir. O, eleştirilerin merkezindedir: Marx'ın eserlerini vülgarize eden, Stalinizmin günahlarını yaratan, Marx'ın yöntemini doğa bilimlerine yanlış uygulayan, Marx'taki farklı siyaset felsefelerini yok eden olarak...

Engels'i eleştiren, Marksizm okumalarından Engels'i çıkaran, Engels'in katkısını reddeden yıllar, bilgi üretim süreçlerinde karşı devrimci paradigmaların egemen, teoride ve siyasette kendi irademizle toplumsal ilişkileri dönüştüremeyeceğimiz iddialarının hakim olduğu yıllardır. Devrim ihtimalinin ortadan kalktığını tartışan teorik “sefalet”in ve “sınıftan kaçış” ile boşalan siyasetin yıllarıdır.

124. ölüm yıldönümünde bugün Engels'i anmak, tarihsel materyalizmi, devrimi ve sınıf mücadelesini savunmaktır. Engels'i anmak, onun devrimci özne kavrayışına, onun siyasal ufkuna sahip çıkmak ve solun uzun gecesi sona ererken sosyalizmi yeniden talep etmektir.

ENGELS İÇİN İŞÇİ SINIFI: DEVRİMCİ ÖZNE
Engels kendisini kurtaracak koşulları ararken kendisi ile birlikte bütün insanlığın kurtuluşunu da getireceği için evrensel sayar işçi sınıfını. Teorisyen-eylemci Engels, işçi sınıfının yeni bir toplum hedefine ulaşmada devrimci özne olduğu fikrinin ilk sahibi ve en bilgili savunucularından biridir. Engels, gençliğinde yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu'nda devrimci özneyi gözlemler, anlamaya ve açıklamaya çalışır.

İşçi sınıfını üretim noktasının, gündelik hayatın ve toplumsal yeniden üretimin bütünlüğünde ele alır. Engels, işçi sınıfını oturduğu yerlerde görmek, günlük yaşantısında gözlemek, işçilerle yaşam koşulları ve acıları hakkında konuşmak, onları ezenlerin sosyal ve politik iktidarına karşı oluşturdukları sınıfın mücadelesine tanık olmak ister. İşçi sınıfının gündelik hayattan işyerine, yabancılaşmadan siyasallaşmaya, iktisadi varoluştan siyasal/ideolojik varoluşa kadar tüm boyutları Engels'in derdi, çabası ve mücadele alanıdır. 

Post-Marksizmin “Marksist geleneğin sınıfı yalnızca üretim noktasında gördüğü ve gündelik hayatı, kültürü ve ideolojiyi açıklamakta yetersiz olduğu” iddialarını çok önce geçersiz kılan Engels hem devrimci tarihin teorisyeni hem de teorinin devrimcisidir.

Engels’in düşüncesinde proletarya sefalet koşullarına rağmen yalnızca acı çeken değil, bu koşulları ortadan kaldıracak güce de sahip olan sınıftır. Teorisyen-eylemci, onları yalnızca sermayenin baskısı altında acı çeken değil, yeni bir yaşam kurmak için savaşan ve buna gücü yeten insanlar olarak tasavvur eder. Siyasi tarihte yer alan binlerce çırpınışa, altüst oluşa, sınıf çelişkileri altında toplumları saran dinamizme bakıp da sınıf yerine ezilenler, madunlar, proletarya yerine prekarya gören post-Marksizmin Engels'e öfkesini anlamak zor değildir.

ENGELS VE MARKSİZMİN SİYASAL UFKU: DEVRİM
Engels'in siyasal ufku devrimdir. Engels’in doğrudan ya da dolaylı varlığı Marksizm’in devrimci yüzünün gülücüğüdür. Teoriyi siyasal pratiklerle daha fazla bağlantılandırmak ve siyasal eyleme daha fazla yer açmak Engels'in belki de en önemli katkısıdır. Komünist Manifesto'daki şu cümle Engels’in sesidir: "Tek sözcükle bizi, mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette, bizim niyetimiz de zaten budur."

Engels’in yöntemi de devrimcidir. Teorisinin belkemiği olduğu kadar siyasal duruşunun da pusulasıdır bu yöntem. Bu yöntem ile Engels olguları ve toplumsal gerçekliği önceler fakat burada kalmayarak olgu ve örüntülerden genelleştirilmiş soyutlamalara ulaşır. Bu anlamda olguların gerçekliğini ampirisizme düşmeden ele alma yetkinliği mümkün olur. Siyasal duruş ise yöntemin sağladığı pusula ile sosyalist bir toplumu inşa etmek, bir amaca doğru, sorumlulukla, gayretkeşlikle yürümektir.

Felsefeyi, doğa ve toplum bilimlerini oldukça kapsamlı ele aldığı Anti-Dühring’te tam da bu yürüyüşü mümkün kılmak ister. Devrim ihtimalinin siyasal ufuktan silindiği, siyasal alanın müzakereler ve tartışmalar üzerinden tanımlandığı günümüzde bu kitap, özcülük, determinizm ve indirgemecilik iddialarıyla karşı karşıyadır. Lenin ise aynı kitap için "Anti-Duhring, sınıf bilincine sahip her işçinin el kitabı haline gelmişti" der. Marx'ı yalnızca bir entelektüel ve teorisyen olarak görmek isteyenler için Engels'i ve Lenin'i yok sayma süreci birlikte ilerler.

Engels devrimi mümkün kılacak siyasal stratejilere de sahiptir. Henüz 21 yaşındayken Berlin’de bir topçu birliğinde gönüllü askerlik görevi yapar ve askerlikle ilgili tüm bildiklerini işçi sınıfının kendini özgürleştirme mücadelesi için kullanmayı amaçlar. Tam da bu nedenle, General'dir Marx'ın aile çevresinde.
Devrimi mümkün kılacak siyasal eylemliliğin içinde de yer alır Engels. Marx'ın ölümüne kadar onunla birlikte, onun ölümünden sonra ise kendi başına, hem uluslararası işçi hareketinin hem de sosyalist hareketin gelişmesi için çalışır. Marx'ın ölümü sonrası takipçileri oldukça sınırlıyken, Engels'in ölümünün ardından, Marx ile birlikte kurdukları hareket dev bir sosyalist işçi hareketine dönüşmüştür.

MARX'I VE MARKSİZMİ ONSUZ DÜŞÜNEMİYORUZ
Engels tüm yaşamı boyunca hem devrimci özne arayışında hem de siyasal ufkunda yol arkadaşı ile birlikteydi. Marx ve Engels, siyasi eylemde de teorik üretimde de birlikteydiler. Kavramlar üzerine tartışmalar kişisel yazışmalarının önemli kısmını oluşturur. Yazışmadıkları yerde uzun uzun yürüyüp konuştular. Marksizm Engels olmadan düşünülemez. Üretmiş oldukları ortak eserler, birlikte verdikleri siyasal mücadele, yüzlerce mektup, sayısız anı ve tanıklıklar da bu birlikteliğin inkar edilemez olduğunu gösteriyor.

Kapital’in II. ve III. ciltleri bir dehadan kalan düzensiz not yığını, yorumlar, alıntılar olmanın ötesine geçebildiyse bu da Engels’in yoğun çabası sayesindedir. Bu iki cilt bir insanın yapıtıdır ama bu yapıt başka bir kimse tarafından su üzerine çıkartılamazdı. Bu inanılmaz çaba uzun yol arkadaşlığının dayanışması olarak değil de Engels'in tahribatı olarak değerlendirildiğinde ise nereye geldiğimizi biliyoruz: Kolektif üretimi, "biz'i unutan ve "ben"i, "bireyi" sahiplenenlerin durağına. Bu durakta Engels bulunmaz.

Biz biliyoruz ki sınıfla ilişkisi zayıflayan, devrim ihtimalini unutan post-Marksizmin, sol liberalizmin Engels'i reddi gayet anlaşılır teorik ve siyasal bir reflekstir. Ve yine biz biliyoruz ki dünya bir duraktan ibaret değildir.

124. ölüm yıldönümünde, biz devrime ve sosyalizme inanmış olanlar Engels'in aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz. 

Hep seninleyiz General!

Gamze Yücesan-Özdemir / SOL

4 Ağustos 2019 Pazar

Merkez sağ ve İYİ Parti (I-II-III) - ÖZDEMİR İNCE

(I)

2 Temmuz 2019 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Selda Güneysu imzalı çok önemli bir haber yayımlandı: 
“İYİ Parti’de rota 2023. Gelecek genel seçime Akşener etrafında kenetlenerek  gitmeyi planlayan partide ‘CHP gölgesi’nden kaçılacak. İYİ Parti yönetimi, 2023’e dek AKP ve MHP’den kayan oyları konsolide etmeye çalışacak, çizgisini ‘Atatürk’ün ilke ve devrimlerini savunan, milli değerler etrafında birleşen, bu ilkedeki herkese kapısı açık parti’ söylemiyle oluşturacak.”

***

İYİ Parti kurulduğu günlerde, sitemde (ozdemirince.com) 27 Kasım 2017 günü “İYİ PARTİ KURULDU AMA...” başlıklı uzun bir yazı yayımlamış ve kuruculara ilham (!) versin diye 1994 tarihli bir yazıma (Yozlaşmanın Tohumları) da yer vermiştim. Bilgi ve ilginize:
***
Yozlaşmanın tohumları! 
Bugünkü yozlaşmanın tohumları, Demokrat Parti’nin Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından kurulmasıyla (7.1.1946) birlikte ekilmiştir. 14 Mayıs 1950 ise yalnızca Demokrat Parti muhalefetinin değil, aynı zamanda “karşı devrim”in de iktidara gelişidir. 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetiminde, İkinci Dünya Savaşı sırasında, iyice bunalan halk, Demokrat Parti’yi çok somut, çok acil gereksinim ve amaçları için desteklemişti: Demokrasi, özgürlük, eşitlik, toplumsal ve ekonomik gelişme, çağdaş yaşam... Halk, tek parti yönetiminin, insan haklarına dayalı çağdaş demokrasiye dönüşmesini istiyordu. Bu nedenle, muhalefeti döneminde ve 1950 seçimleri öncesinde bir tür sol politik söylem kullanan Demokrat Parti’nin peşinden gitti. 14 Mayıs 1950 günü Demokrat Parti’yi iktidara getiren halk, ezanı Türkçeden Arapçaya çevirsin, bol kepçe imam hatip okulları açsın, öğretim birliğini (Tevhidi Tedrisat) bozsun, Cumhuriyet devrimlerinin temellerini dinamitlesin diye bu partiye oy vermemişti; tam tersine çağdaş Cumhuriyet, çağdaş demokrasi, insan hakları, toplumsal refah için oy vermişti. 

Ama Demokrat Parti, kendisini iktidara getiren halka on beş gün içinde ihanet etmeye başladı. Bu ihanet, politik yelpazenin ortasının sağında yer aldığı ileri sürülen partiler (Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi) marifetiyle sürdürülmüştür. Bu partiler, evrensel anlamda merkez ve merkez sağ partiler gibi, gerçekten demokrat ve liberal partiler olmamışlar, olamamışlar; ancak, bu sıfatları, aşırı sağı besleyen bedenlerini gizlemek için kullanmışlardır. 

Bu partiler için demokrasi çoğunluğun diktatoryası”, kapitalizm vahşi kapitalizmliberalizm ise vurgun ve kapkaç düzeni” olarak anlaşılmıştır. Son aylarda yılan hikâyesine dönüşen özelleştirmenin, yani KİT’lerin özelleştirilmesinin geçmişi Demokrat Parti’nin 1946 parti programına dayanır: “İktisadi Devlet Teşekkülleri’nin (KİT’lerin eski adı) özel teşebbüse devri.” “KİT’ler özelleştirilsin mi, yoksa yeniden düzenlensin mi” sorusu geride kaldığı için, biz şöyle bir soru sorma hak ve özgürlüğüne sahibiz: “Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi KİT’leri tek başlarına özelleştirebilecek milletvekili çoğunluğuna sahip olmalarına karşın bu işlemi neden gerçekleştirmemişlerdir?” 

Merkez sağ partilerin yıktığı laik ve eğitim-öğretim birliğine dayalı eğitim düzeninin tarihi gözden geçirilmeden bugünkü yozlaşmanın gerçek boyutları anlaşılamaz. Bu yozlaşma Haziran 1950’de başlamıştır, ancak cumhuriyetçi, demokrat ve aydınlanmacı öğretmen kadroları karşısında başlangıçta başarılı olamamış; bu kadroların emekli olmaları, kimilerinin meslekten uzaklaştırılmaları sayesinde, 1960’ların ortalarından itibaren alabildiğine hızlanmıştır.
 
(Varlık dergisi, Kasım 1994)

(II)

Kaldığımız yerden devam edelim. Tehlikeli soruları şimdilik zulaya kaldıralım ve İYİ Parti’nin programına bakalım.
 
Daha programın girişinde (İyi Bir Türkiye) “İyi bir TÜRKİYE için yola çıkıyoruz. İyi insanları insanlık tarihine armağan etmiş bir milletiz.. Hoca Ahmet YeseviMevlana, Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre bu milletin iyi insanları arasından yetişti. Onlar insanlara iyiliği, iyi insan olmayı öğütlediler. İyiliğin peşinden koştular. İyi insanlar bu toprakları onurlandırdıktan sonra bu topraklardan o büyük Osmanlı Devleti doğdu. Bu devlet büyüdü üç kıtaya hâkim oldu o insanların torunlarıyla, Sarı Saltuklarla... Gittiği yerlere sevgi kültürünü götürdü. Yaratılanı, yaratandan ötürü sevdiklerini söyleyerek ‘Bizler bu inançla yola çıkıyoruz’ ” diyorlar.

***

Referans verdikleri insanların hepsi tarikat kökenli kişiler. Sarı Saltuk onların yanına değil Şeyh Bedreddin’in yanına yaraşır. “Allah aşkıyla yanıp tutuşan” Yunus dışında tamamı bir tarikatın şeyhi... O da en azından tarikat ehli... Demek ki MHP’nin kof hamasetinden kurtulamamışlar. Bilimi kendine rehber yapmış, çağının çağdaşı bir cumhuriyetçi parti böylesine çelişkili ve içi boş laflarla kendisini takdim eder mi? Ayrıca hangi iyilik: Din kaynaklı soyut iyilik mi, yoksa bilinç kaynaklı somut iyilik mi?

***
İlkeler savruk: 
• Türk milletine güveni esas almak 
• Açık, dürüst ve hesap verebilir olmak 
• Çoğulcu, katılımcı, kapsayıcı pozitif siyaset yapmak 
• Somut hedeflere sahip olmak ve odaklanmak 
• Çözüm üretmek ve çalışkan olmak 
• Eleştiriye açık ve özgür düşünceli olmak 
• Siyaseti değerler üzerinden üretmek ve yapmak 
• Milliyetçiliği kültürel ve ekonomik alanlara taşımak. 
• Farklılıklara saygılı olmak 
• Milli menfaatlerimizi her alanda ön planda tutmak.

***
Çoğu boş laf: Bir demokratik Cumhuriyette Türk milletine güveni esas almayıp da kime güveneceksin? 
• Siyaseti “hangi” değerler üzerinden üretip yapacaksın? 
• “Milliyetçiliği kültürel ve ekonomik alanlara taşımak” ne demek? Milliyetçilik taşınmaz. Vardır! Milliyetçilik cenderesine kapatılmış kültür ve ekonomi olmaz. Olursa yozlaşırlar! 
• Farklılıklara saygılı olmak! Demokratik ve laik bir Cumhuriyet zaten farklılıklara saygılıdır. Gerçekten demokratik, gerçekten laik, gerçekten sosyal, gerçekten hukuka dayalı bir devlet kurmak mı istiyorsun, onu söyle, yeter.

***

27 Kasım 2017 günü sitemde (ozdemirince. com) yayımlanan yazımın bir bölümünü okudunuz. Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda, gelecekte İYİ Parti’ye ihtiyacı var. Yerel seçimlerde ve özellikle İstanbul seçiminde bunun somut örneğini gördük. Bütün partilerden beklenen mevcut anayasanın 2. maddesinde yer alan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin her anayasasında yer alması zorunlu olan ilkelere bağlılık ve bağımlıktır.        
***

Milletimizin mukaddesatı ve değerleri” ne demek? “Milletimizin mukaddesatı ve  değerleri” taa 2. Mahmut’tan bu yana yenilik ve çağdaşlaşma karşıtlarının ağzına sakız olmuştur. Bu sakız Birinci Meclis’te muhalifler, Cumhuriyet sonrası kurulan iki muhalif parti (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası ),1950’den sonra iktidara gelen partiler tarafından çiğnenmiştir. Ebedi, ölümsüz değerler yoktur. Varsa, bunlara dogma denir. Ahlak kuralları, görenek ve gelenekler de zaman ve zemine göre değişir. Kuran, hadisler ve menkıbeler faslına girmek istemiyorum. Bu değerlerin her ülkede türlü türlü yorumları vardır. 

Cumhuriyet ve ilkeleri dogma değildir. Bu ilkelere göre cuma günü komşudan tuz istemek günah değildir. İki bayram arasında ister evlenirsiniz ister evlenmezsiniz. 
Bir ulusal devlet milletinin değerlerini anayasası ve yasalarıyla korur; bir başka otorite yoktur.

(III)

Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığı döneminde neredeyse tam anlamıyla Cumhuriyetçi olmuştu ama başbakanlık dönemlerinden birinde şöyle demişti: 
“İmam hatip okullarının gayesi, sadece din adamı yetiştirmek değildir. Dinini bilen Türk vatandaşı doktor, mühendis, hâkim olsa daha iyi değil mi? Bugün ortaöğretime giden 3 milyona yakın öğrencimizin 240-250 bini klasik eğitime ilaveten din eğitimi veren bu okullara gidebiliyor. Bu okulların önü üniversiteye açıktır. Onu biz yaptık... Şayet Kuran kursları veya din eğitimi, bu kanuna (Tevhidi Tedrisat Kanunu’na) ters düşüyorsa yanlış olan, din eğitimi değildir, Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur... İslam birliği konusunda asıl mesele, her ülkenin İslamı doğru anlayıp tatbik ederek Kuran’ın getirdiği nizamı yaşamaya çalışmasıdır. O zaman, İslam dünyası gerçek manada güçlenmiş olur.” (htp://blog. milliyet.com.tr/cdenizkent)

***

Böyle konuşan bir siyasetçi asla siyasetin merkezinde ya da merkez sağında olmaz. İslamcı sağdadır ve bir anlamda AKP’nin amip anasıdır. Adnan Menderes’in Demokrat Partisi de ne merkezde ne de merkezin sağında idi. AKP’yi genlerinde taşıyan bir amip idi.
 
Merkez sağ ve sol anayasanın ilk 4 maddesini itirazsız kabul etmek ve onlara bağlı olmak zorundadır. Evrensel ölçekte merkez sol ile merkez sağ arasında küçük ama çok derin bir fark vardır. Anayasamızın ikinci maddesini anımsayalım: 
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.” 
Ben anayasa yazarı olsam, daha kurumsal olacağı için, “Atatürk milliyetçiliği” yerine “Cumhuriyet milliyetçiliği” yazardım. 

Merkez sol tam anlamıyla “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devlet” yandaşıdır. 
Merkez sağ ise liberal meşrebini sosyal devletle uzlaştırmak zorundadır.
İYİ Parti’nin görünürde anayasanın ilk dört maddesi ile bir sorunu yok. Buna göre Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan Partisi’nden çok daha çağının çağdaşı ve önünde ders çıkarılacak kötü örnekler var.

***

Bir başka önemli ölçüt de anayasanın 174. maddesi tarafından korunan Devrim Yasaları’dır: 
MADDE 174. - Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz : 

1. 3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu; 
2. 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında Kanun; 
3. 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; 
4. 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü; 
5. 20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun; 
6. 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; 
7. 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun; 
8. 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.

***

İYİ Parti “Atatürk’ün ilke ve devrimlerini savunan, milli değerler etrafında birleşen, bu ilkedeki herkese kapısı açık parti” olacağını söylüyor. Milli değerler eğer Cumhuriyet devrimlerinin kapsamı içinde değilse, ne anlama gelmektedir? Türkiye’nin çağdaşlaşmasının önünde çok büyük iki engel var: 
1-Diyanet İşleri Başkanlığı; 
2-İmam Hatip Okulları. 
AKP ve MHP için bu iki engelin “engel” sayılmadığı ortada. Bu iki engel Devrim Yasaları bağlamında yer alan ilk kuruluş kanunlarına göre mutlaka tımar edilmelidir. Bu konuda sadece İYİ Parti değil, CHP de çok kararlı olmalıdır.

Özdemir İnce / CUMHURİYET