16 Ekim 2019 Çarşamba

Suriye notları - AYDEMİR GÜLER

Geriye doğru bakarsak önce uluslararası politik koşulların Türkiye’nin savaşa kalkışmasına uygun hale getirildiği bir hazırlık evresinden geçildiğini ayırt edebiliyoruz. İçerideki koşulların gayet uygun olduğu ise tezkere ve harekât boyunca düzen içi muhalefetin performansına bakarak anlaşılabilir!

ABD ve Rusya’nın TSK-ÖSO’nun sınırı geçmesine yeşil ışık yaktıkları kesin. Burada Türkiye’nin de dahil olduğu en az üç taraflı bir anlaşma vardır. Çoktandır denklemde önemsiz kalan Avrupa Birliği’nin ve belli bir öneme hep sahip olagelen İran’ın biraz geriye itildikleri de açık.

Türkiye’nin askerini ortaya sürmesinin ilk akla getirdiği, Kürt-Amerikan ve Rus-Suriye eksenlerinin sarsılması oluyor. AKP’nin ABD ve Rusya’ya yönelik stratejisi “yaranmacılık” sözcüğüne denk düşüyordu: Yani Türkiye’nin sırasıyla Kürtlere ve Esat’a oranla daha yararlı bir partner olacağına büyük güçleri ikna etmek! Bu çabasında sonunda başarıya ulaştığını sanan Erdoğan, bir ölçüde yanılmıştır, ama bir ölçüde de bu zannını kamuoyuna pazarlamaya uygun veriler elde etmiştir.
Netliğe ihtiyaç var... ABD, Trump’ın deli saçması sözlerini biraz kenarda bırakırsak Kürt faktöründen vazgeçmiş değil. Hele karşısındakilerin yaranmacılıkta AKP’yi aratmadıkları da ortadayken… Merak eden Suriye Demokratik Güçlerinin “genel komutanı” sıfatıyla hızla popülerleşen Kobani’nin demeçlerine göz atsın. Trump “Kürtleri kim meraklıysa o korusun” diye aşağılarken, “komutan” dost kalmak için adeta yalvarmaktadır.

Amerikan kaynaklarına daha yakından bakıldığında PYD-YPG’nin biraz hizaya sokulmasında karar kılındığı seçiliyor. Söz konusu olan milliyetçilik olduğu için, Suriye nüfusunun en fazla % 8’i Kürtlerden oluşurken Kürt hareketinin ülke coğrafyasının üçte birine yakınını kontrol etmesindeki orantısızlığa işaret edebiliriz. Bu açı şimdi daralacak. Ama bu daralma ortaklığın feshedildiği anlamına gelmek zorunda değil.

Dahası ve belki daha önemlisi, Kürt dünyasında ve ABD ortaklığında bir de Barzani olgusu var. Barzani de yakın geçmişte “gerçekçiliğin” sınırlarını ihlal etmiş ve bağımsızlık referandumuna kalkışmıştı… Bu bir denge oyunu. Şimdi Barzani ağırlığı diğerinin aleyhine artacak.

Kürt hareketlerinin Akdeniz’e uzanan bir koridor oluşturmakla ilgilendikleri bir AKP uydurması değildir. Kimi Kürt temsilcileri Türkiye’deki “barış süreci” ve Suriye’deki iç savaşın “Lazkiye’yi içine alan bir Kürt oluşumuna” evrileceğini geçmişte dile getirdiler. Başka temsilcilerse Ankara’nın asıl derdinin Akdeniz’e uzanacak bir Kürt koridorunu engellemek olduğunu iddia etmişlerdi. 

Yanlış değil. Şimdi AKP güvenli bölge diye, Lazkiye değil ama Hatay’dan geçen bir koridor kurmaya kalkışmış oldu. Sonucun farklı olmayacağı, mutlak stratejik ağırlığın Türkiye’ye de bırakılmayacağı birkaç günlük gelişmelerle açıklık kazandı. 

Büyük güçler arasındaki dengeleri de yansıtan sentez bölgesel iktidarın parçalı tutulmasıdır. PYD geçici tahtından indirilirken mirası pay edilmektedir. Serbest bırakılan IŞİD kadroları parçalar arasında onların da olacağını göstermektedir.
Bu arada Trump’ın kendisi psikiyatrinin konusu olsa bile gelişmelerde bir stratejik akıl kesinlikle var. ABD emperyalizmi eski dünyanın merkezini kilitleyip çözümsüzlüğe bırakmak ve asıl yükselen Çin ile ilgilenmek eğiliminde.

Suriye-Rusya eksenine gelince; Şam’ın iki gündür elinin güçlenmesi, burada da bir sarsılma yaşandığını örtmesin. Bundan yaklaşık bir yıl önce Suriye halkının, ordusunun ve liderliğinin başarıları eski Suriye’yi geri getirme olasılığını gündeme taşımıştı. Bu umuttan çok daha uzak düşmüş durumdayız. Rusya’nın varlığı Şam’ı kurtarmak için elzem olmakla birlikte, bugünkü emperyalist rekabetin ufkunda toprak bütünlüğünü sağlamış bir Suriye yoktur ve bu parçalanmışlık durumunun bir unsuru da Rusya’dır. 

Bütün bunlar Şam ve Moskova arasında gerilim yaşanmadan gerçekleşmiş olamaz. Eksen ayaktadır ama geçenlerde, Rusya -lafı Esad’ın ağzından alıp- “istenmezsek biz de gideriz” deme ihtiyacını boşuna hissetmedi. Rusya’nın kendi çıkarları için orada bulunduğu da, gitmesini kimsenin istemeyeceği de açıklık kazanmış bulunuyor.

Biraz da içeriye dönelim…

AKP sık sık “kesin karar anı” ilan ediyor. Beka söylemi böyleydi. Suriye savaşı da bir başkası. Sonuçta dedikleri çıkmıyor. Büyük kırılma anı gelmiyor. AKP seçimi kazanınca Türkiye şeriatın egemenliğine girmiyor, Erdoğan da padişah ve halife olmuyor. Şimdi de enerji yollarını ele geçirmek, bir milyon kişiye konut inşa etmek, demografik yapıyı ters yüz edip sınır boyundan Kürtleri elimine etmek gibi “rekorlar” kırılmayacak. 

Ama AKP bu savaştan belli bir enerji toplayarak çıkacak. Veya daha doğrusu karşısındaki geniş politik muhalefetin enerjisizliğini dosta düşmana göstererek… AKP Suriye seferinden ters yüz olup geri çekilse bile, emperyalistlere ve sermayeye dönüp “benim yerime tercih ettiklerinizin halini görmüşsünüzdür” diye sırıtırsa hiç de haksız olmayacaktır.

Yıllardır Türkiye’nin AKP’nin arzu ettiği hale dönüşmesinin imkânsız olduğunu söylüyoruz. Bundan da fazla doğru olan, düzen muhalefetinin herhangi bir derde deva olabileceğidir.

Aydemir Güler / SOL

15 Ekim 2019 Salı

Sormadan edemedim - HAYRİ KOZANOĞLU

Bugün barışı dillendiren herkes önemli ve değerlidir. Ancak başından beri bu kirli oyunu fark eden, “Suriye’de devrim oluyor” safsatasına prim vermeyenleri ayrı tutalım lütfen!


Sormanın, sorgulamanın, akıl ve mantık doğrultusunda fikir beyan etmenin hoş karşılanmadığı, hatta cezaya layık görüldüğü bir dönemden geçiyoruz. Gelgelelim bir askeri operasyona dahi Barış Pınarı adı verilmesi, toplumda “barış” ihtiyacının ne kadar güçlü hissedildiğinin en açık kanıtı. Biz de ülkede, bölgede, tüm dünyada barış arzuladığımız için, bu yazıda kafamıza takılan soruları sıralamaktan geri durmayacağız…

Öncelikle bırakın Türk, Kürt, Arap bölge halklarını, kimsenin tırnağına taş değmesin istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, hemen hemen tüm savaşlar gibi Suriye iç savaşının da emperyal ve sınıfsal boyutları var. Başta ABD büyük kapitalist devletlerin çıkarları peşinde, yani “emperyalizmin” müdahalesiyle bir ülke bu hale geldi. Cephede savaşanlar bütünüyle yoksul halkın çocukları ve hepsinin annesi yavrusunun evine dönebilmesi için dua ediyor.

Bu nedenlerle bugün barışı dillendiren herkes önemli ve değerlidir. Ancak başından beri bu kirli oyunu fark eden, Suriye’nin egemenliğini savunmakta tereddüt etmeyen, emperyalizmin bu trajedide rolünü gözden kaçırmayan, cihatçıların “özgürlük savaşçısı” etiketiyle ülkede at oynatmasına karşı çıkan, “Suriye’de devrim oluyor” safsatasına prim vermeyenleri ayrı tutalım lütfen!
İşte samimi olarak aklıma takılan sorular:
  1. Her ülkenin sınır güvenliğini sağlama hakkı vardır. Ancak uzun süredir sınır hattında ciddi bir çatışma olmadan, bir taciz atışı dahi gerçekleşmeden, sivillere yönelik bir tehlike baş göstermeden “bir gece ansızın” diye diye neden böyle maliyetli bir operasyon başlatıldı? Madem böyle bir operasyona girişilecekti, niye başta Akçakale ve Nusaybin gelmek üzere sivilleri tahliye etmek için gereken önlemler alınmadı?
  2. Operasyonun meşruiyetinin Adana mutabakatına dayandırılmak istendiği görülüyor. 1998’de imzalanan anlaşmanın muhatabı Suriye yönetimi olduğuna göre, Şam ile niye anlaşma, görüşme, uzlaşma yolu aranmıyor da Afrin’de, Cerablus’ta olduğu gibi tek taraflı bir fetih harekatına girişiliyor?
  3. Diyelim Barış Pınarı Harekatı’nda istenilen askeri amaca ulaşıldı. Siyasi bir çözüme ulaş madan Türkiye’nin Kürt sorunu çözülmüş olacak mı? Suriye’de askeri hedeflerin gerçekleşmesi PKK’nın ülkemizdeki faaliyetlerini ortadan kaldıracak mı, yoksa azdıracak mı?
  4. Bu kadar güçlü bir devletiz de neden resmi sıfatlı kimse, “sınırları aşarsanız ekonominizi mahvederim” diyen Trump’a tek laf etmiyor? O sınırların ne olduğunu bu ülkenin yurttaşları bizler bilmiyoruz. Sizler biliyor musunuz? Biliyorsanız niye toplumu bilgilendirmeden, halkın ucunu bucağını bilmediği bir operasyonun sonuna kadar arkasında durmasını bekliyorsunuz? Kendi ülkesinde ne dışişlerinin, ne Pentagon’un ne de genel kurmayın uyarılarını dikkate almadan, “kendi tweetlerinin doğrultusunda giden” Trump’ı “ne yapsın o da tweet atıyor!” diye savunmak Türkiye’nin Cumhurbaşkanına mı kaldı?
  5. Ekonomi kötüye giderken, zamlar almış yürümüş, halkın pahalılıktan imanı gevremişken; insanları geçici de olsa hamasi söylemlerle yatıştırmayı, sindirmeyi başarsanız da, bu askeri operasyonların mali yükünü nasıl karşılayacaksınız? Hazine, Merkez Bankası’nın ihtiyat akçesine dahi el koyacak duruma düşmüşken, Fırat’ın doğusu hamlesinin bütçeye yükü ne olacak? Yoksa olağanüstü durum gerekçesiyle ifade özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü askeri bahanelerle askıya mı alacaksınız?
  6. Suriye Milli Ordusu adını verdiğiniz; kılığı, kıyafeti, davranışlarıyla cihatçı olduğu her halinden belli güruhla Türk Silahlı Kuvvetlerini nasıl yan yana getiriyorsunuz? Kontrol ettiğiniz bölgede fark etmeden IŞİD’in gözetimini üstlendiğinizin farkında değil misiniz? 10 Ekim anmasını daha yeni gerçekleştirdiğimiz, acılarımızın henüz dinmediği bir dönemde IŞİD’in başımıza yeni felaketler getirmesinden hiç mi korkmuyorsunuz? Suriye Milli Ordusu’nun unsurlarıyla IŞİD’in aynı familyadan geldiğini,benzer hassasiyetlere sahip olduğunu, bunun ne tür güvenlik riskleri barındırdığını düşünmüyor musunuz?
  7. Türkiye kontrol altına alacağı bölgeye sayıları iki milyona ulaşan Suriyeli mültecileri yerleştirmeyi planlıyor. Bu bir “etnik mühendislik” değil midir, o bölgenin asli unsuru olmayan insanların orada mecburi iskanı hangi hukuka dayanıyor? Suriyeliler açısından oraya zoraki nakil bir insan hakları ihlali olmayacak mıdır? Orada “Milli Suriye Ordusu” da cirit atarken ne tür toplum modeli uygulanacak, nasıl bir yaşam tarzı geçerli olacaktır? Yoksa Türkiye’de layıkıyla hayata geçiremediğiniz İslami Toplum modeli o coğrafyada mı karşılık bulacaktır?
  8. Lübnan, Filistin, Mısır, Suudi Arabistan farklı tellerden çalan Arap dünyasını Türkiye karşıtlığında birleştirmeyi nasıl başardınız? Yeni-Osmanlıcılığın tüm Arap coğrafyasında geri tepeceğini, körü körüne Müslüman Kardeşler savunuculuğunun sizi Ortadoğu’da iyice yalnızlaştıracağını hiç mi düşünmediniz? Yıkmayı arzuladığınız Esat rejimini giderek güçlendirdiğinizin farkında değil misiniz?
  9. Bir soru da CHP’ye yöneltelim? Tezkereye “evet” dedikten sonra “Suriye devletinin başında kim varsa onunla görüşme yapılması gerektiğini vurguladık” savunmasının inandırıcılığı ne? Görüşme için mi, askeri harekat için mi onay verdiğinizi bilmiyor muydunuz? Erdoğan’ın operasyonu “fetih” diye adlandırmasına neden bu kadar şaşırdınız? Size “birer ikişer dakikalık” bilgi verilmesinden şikayet ediyorsunuz da, 17 yıldır Erdoğan’ı tanımamış olmak mazeret mi? En kritik kavşakta yanlış manevra yapan, muhalefet etme cesareti gösteremeyen bir partinin, halka güven vermesini nasıl bekliyorsunuz?
  10. “Bu saçma ve sonu gelmeyen, çoğu da aşiret kavgası olan savaşlardan çekiliyor ve askerlerimizi eve getiriyoruz” belki de Trump’ın şu ana kadar ki en mantıklı tweetiydi. Peki ABD’nin Suriye’den asker çekerken Suudi Arabistan’a Muhammet bin Salman’ı korumak üzere 1800 ek birlik göndermesi ne anlama geliyor? Acaba yeni silah alım siparişleri de yolda mı?
  11. Putin’in sessizliği hayra alamet mi? Türkiye’nin operasyonuna örtük destek vermesi, Esad yönetiminin İdlib’i ele geçirme planının bir parçası mı? Oradan kaçacak Suriyelilerin kontrol altına alınacak bölgeye yerleştirilecek olmasına ilişkin gizli bir mutabakat mı gelişmeleri böyle sükunetle izlemesine neden oluyor?
  12. Bir soru da Kürt bölgesel yönetimine: Amerikan şemsiyesinin ilelebet sizi korumaya devam edeceğini mi umut ediyordunuz? Eliniz zayıflamadan önce, son tahlilde o ülkenin yurttaşları olduğunuzu hatırlayıp Suriye yönetimiyle anlaşma yoluna gitseniz, sizin için daha iyi olmaz mıydı?
Yazı kaleme alındıktan sonra SDG ile Suriye Ordusu’nun anlaşmaya varması, ABD’nin 1000 askerini bölgeden çekmesi yazının özünü değiştirmiyor. Biz sormaya, sorgulamaya. barış istemeye devam ediyoruz.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

12 Ekim 2019 Cumartesi

2020’ye doğru: IMF ve emekçi halklar - ERHAN NALÇACI

2019’un son ayları sanki 2020’de olacakların bir uvertürü gibi. İktisadi kriz, bölgesel paylaşım savaşları, emekçi halkların bunlara tepkisi…

Bir süredir IMF’yi bir aktör olarak ortalıkta fazla görmüyorduk. 

Ancak IMF ile anlaşma yaparak borç alan ve bunu emekçi halkın sırtına yıkmaya çalışan Ekvador hükümeti halkın ayaklanması ile başkenti terk etmek zorunda kalınca, IMF tekrar gündeme geldi.

Gençlerimiz IMF’yi belli bir yaşın üstündekiler kadar bilmeyebilirler. Oysa epey bir zaman IMF ile birlikte yaşamıştık.

Gençler bugün IMF’yi merak edip öğrenmek isterse nereye bakar diye internet sitelerine bir göz atabilirsiniz. En popüler siteler o kadar sığ ve çarpık bilgi sunuyorlar ki, tam bir şebekeyle karşılaştığınızı fark ediyorsunuz.

IMF 1945’te emperyalist düzenin patronluğu İngiltere’den ABD’ye geçerken kuruluyor. IMF’nin karar altına alındığı toplantıda IMF’nin ikizi olan Dünya Bankası’nın da kurulmasına karar veriliyor.

Her iki kurum, ABD emperyalizminin dünyayı yönetmek, hegemonyasını pekiştirmek ve yaymak için kullandığı araçlar haline geliyor. 1945’ten 2010’lara kadar ABD’nin tartışmasız emperyalizmin ve karşı-devrimin en baskın gücü olduğu dönemin askeri olmayan araçları olarak tescilleniyor.

İlk elden ulaşılan internet kaynakları IMF’nin uluslararası bir iyilik kurumu olarak istikrarsızlığa karşı kurulduğunu ve küresel ölçekte ülkelerin ekonomilerinin istikrar içinde olması için çabaladığını söylüyor.

Evet, tabii öyle. Ama kimin için istikrar?

Emperyalist dünya, hiyerarşinin altındaki ülkelerin ürettiği artı-değerin sürekli olarak daha üstteki ülkelerin tekellerine doğru emilmesi anlamına geliyor. 
Doğrudan yatırımlar ile ucuz emek gücünün sömürülmesi, dengelenmemiş ticaret ile kaynak aktarımı.

Banka tekellerinin verdiği borçların faizlerinin geri ödenmesi.
Kıymetli kağıtlara çekilen rantiye sermayenin artı-değeri ülke dışına pompalaması.

Korudukları istikrar, işte bütün bu sömürü çarkının iyi işlemesidir.
Bu sömürü çarkı, bu emme-basma tulumba, bu emekçilerin canını çıkartan mekanizma verimli çalışıyorsa onlar için istikrar vardır.

Ama istikrar sürekli bozulur.

Ya sömürünün dozu kaçmıştır ve bir yerden sonra ne borçlar geri ödenebilir, ne ortada bir pazar kalır.

Ya da emekçi sınıflar, iktidara gelemeseler bile, kendi ürettikleri değerlerin daha farklı paylaşımı için bir siyasi olanak yakalamışlardır. Sömürü düzeni devam eder ama aslında kendilerine ait olan ama el konan ürünlerinden biraz daha fazla pay alacaklardır.

İşte IMF bir yandan, Dünya Bankası diğer taraftan kurtarıcı olarak ortaya çıkarlar.
Anlaşma yapılırsa, IMF faizi makul bir borç verir, ama burada amaç genel sömürü çarkını ayakta tutmaktır. Dünya Bankası, özelleştirmeleri ileri sürer. Onların alçak dillerinde bunlar “yapısal reformlar”dır. IMF ülkenin tasarruf etmesini ister, yani emekçi halka ayrılan pay daha da küçültülmeli, ülkeyi sömüren tekellerin payı artırılmalıdır.

IMF ve Dünya Bankası, dünyanın gördüğü en hilebaz, en emekçi halk düşmanı yapılardır.

Şimdi Ekvador’a bir kez bakın, IMF anlaşması sonrası, ön ismini söylemiyoruz (Lenin), çünkü bu ismi taşıyabilecek son insan olan Moreno alçağı IMF’ye teslim ettikten sonra ülkeyi akaryakıta yapılan desteklemeyi durdurunca yoksul halk ayaklandı.

Arjantin IMF’den 57 milyar dolar borç aldı ve IMF’nin “istikrar” önlemleri, dünyanın en büyük et üreticilerinden olan Arjantin halkını et yiyemez hale getirdi.
Pakistan ise borçtan bunalınca IMF ile anlaşma yapmak zorunda kaldı.

Geçenlerde Korkut Boratav soL Portal’daki köşesinde AKP hükümetinin IMF’den şimdilik borç almasa bile onun istikrar direktiflerine uyarak yeni ekonomik programı açıkladığını kanıtlarıyla sundu. 

2020’de dünyadaki emekçi halkları zor günler bekliyor. Bir yandan sırtına yıkılmaya çalışılan ekonomik kriz, diğer yandan yine sırtına yıkılacak bölgesel savaşlar.

2020’nin açılışını yaşıyoruz.

Erhan Nalçacı / SOL

11 Ekim 2019 Cuma

Behice Boran: Bir kadın, bilim insanı, sosyalist...- SOL

1 Mayıs'ta doğan Behice Boran, “sosyalist doğulmaz, sosyalist olunur” düsturuyla biçimlendirdiği hayatını, mücadelenin içinde bir yiğit devrimci kadın olarak geçirdi. Hayatı boyunca örgütlü mücadelenin içinde yer aldı, bir Marksist bilim insanı olarak sınıf hareketinde özgün yaklaşım yolları aradı.


Ankara’da bir akademisyen ve sosyalist bir kadın
Behice Boran, 1910’da doğar. Amerikan Kız Kolejini bitirir ve yüksek öğrenimini yapmak için Amerika’ya gider. Doktorasını tamamladıktan sonra Türkiye’ye döner. 1939’da doçent olarak atandığı Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde sosyoloji bölümünde ders vermeye başlar.

Bu dönemde, Ankara’da ki aydınlarla çeşitli dergi ve dernek çevrelerinde biraraya gelirler ve savaşa ve o dönemde yükselen ırkçılığa karşı mücadele verirler. Önce, Pertev Naili Boratav, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes ve Mediha Berkes ile Yıırt ve Dünya dergisini daha sonra Muzaffer Şerif Başoğlu ile bu gruptan ayrılarak “daha ideolojik safta” olduğunu söylediği Adımlar dergisini çıkarırlar.

Yine bu dönemde DTCF’deki öğrencileri ile birlikte, Ankara ve Manisa’ya giderek Türkiye’de bir ilk olan sosyolojik saha çalışmalarını gerçekleştirirler.

1942 yılında Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) üye olan Behice Boran, bu dönemde siyasi tavrını ortaya koyan çalışmalarını ve örgütlü mücadelesini sürdürür. Sosyalist kimliği ile tanınan Boran ve arkadaşları faşist çevrelerce tehdit edilir, sağ kanadın bazı yazarlarınca hedef gösterilir ve yönetimden çeşitli baskılar görür. Tehdit edilen onlar olmasına rağmen, 1948 yılında başka arkadaşlarıyla beraber siyasi görüşleri nedeniyle üniversiteden uzaklaştırılır. Çok sevdiği mesleğinin elinden alınması, bu dönemde işsizlik nedeniyle yaşadığı zorluklar ve diğer baskılar onun sosyalist mücadeledeki kararlılığını etkilemez ve ülkesinde kalıp direnmeye ve mücadelesini sürdürmeye devam eder. Eşinin de işini kaybetmesi üzerine İstanbul’a taşınırlar.

Siyasi tutuklamalar başlıyor
1950 yılında Türkiye Barışseverler Cemiyeti kurulur, Behice Boran başkanlığa seçilir. Aynı yıl derneğin Adnan Menderes hükümetinin kararına karşı yayımladığı Kore’ye asker gönderilmesini kınayan bildiri nedeniyle, 15 ay hapis cezası alır ve oğlu Dursun’u hapiste dünyaya getirir. Bu doğum üzerine dostu Melih Cevdet Anday, “Dursun Bebeğe Ninni” şiirini kaleme alır. Daha sonra Ruhi Su’nun bestelediği şiirin bir bölümü şöyledir:

“…….
Daha neler var neler var daha
İşte kundak
İşte hapis
İşte kavga
İşte Dursun bebek bizim dünya
Dandini dandini dastana
Bostana girmiş danalar
Böyle tosunlar doğursun yarına ninni
Bizim aslan gibi analar.”

Türkiye İşçi Partisi
1961 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulur. TİP, gücünü solun ülkedeki varlığından alan ve aynı zamanda ona güç katan bir süreçte var olur ve sosyalist harekete önemli deneyimler miras bırakır. Kuruluşta sendikal örgütlenmenin ağırlıkta olduğu partileşme sürecinde, Marksist yapıtlar hızla Türkçeye çevrilir, teorik ve pratik mücadelede yol kat edilir.

Behice Boran, 1961’de kurulan TİP ile ilgili şunları söylemiştir:
“TİP’in kuruluşu olayı çok anlamlı ve önemli bir gelişmenin ifadesidir. Kurucuların işçi sınıfından gelişi bu sınıfın sendikal örgütlenme ve mücadele bilincinden politik düzeyde örgütlenme ve mücadele bilincine yükselmesinin bir belirtisi ve sonucudur.”

TİP hareketinin ve Behice Boran’ın savunduklarının bu dönemde sosyalist mücadeleye kazandırdığı önemli noktalardan biri de, Kürt meselesindedir. Kürt halkının, yaşadıkları bölge ve adaletsizliklerin tespiti ile demokratik haklarının savunulması başlıkları TİP tarafından konu edinilir. TİP, Kürt halkına olduğu gibi Alevilere baskı yapılmasına da karşı çıkarak, eşit biçimde yurttaşlık koşullarından yararlanmaları için mücadele eder.

TİP, 1965 yılında meclise girince, Behice Boran da Urfa’dan milletvekili olur.

70’ler
Takip eden yıllarda TİP içinde ayrışmalar başlar. 1968 yılında yönetimi değişen partinin 1970 yılında 4. Büyük Kongre’si toplanır. Behice Boran Genel Başkan seçilir ve Türkiye tarihindeki ilk kadın parti genel başkanı olur.

1970 yılındaki Büyük Kongre’de birçok önemli karar alınır ve partinin siyaseti yeniden şekillenir. TİP, Kürt meselesi ve sendikal konularda, radikal kararlar alarak “güler yüzlü sosyalizm” diyen Mehmet Ali Aybar’ın ekibi, Yön Hareketi ve MDD (Milli Demokratik Devrim) tezini savunan hareketlerle aralarına bir mesafe koyar. Bu radikal kararlar parti programını Leninist bir çizgiye taşır. Aynı zamanda kapatılmasının da bahanesi olacaktır.

Çok geçmeden, 12 Mart 1971’de muhtıra verilir, ordu ülke yönetimine el koyar ve TİP kapatılır. Behice Boran’ın da içinde bulunduğu yöneticiler tutuklanır. Behice Boran mahkemede, “Demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ile bütünleşen Türkiye İşçi Partisi’ni yargılayanları yargılama” çerçevesinde bir savunma yapar. Savunmanın sonunda yargılayan Hakim “Sizi tanımak şerefi de, sizi yargılamak bedbahtlığı da bize nasip oldu” diyecek ve görevinden alınacaktır. Mahkeme sonunda 15 yıl hapse mahkum edilir.

1974’teki af yasasıyla serbest bırakılırlar. Hapisten çıkmalarının hemen ertesinde mücadeleyi yeniden örgütlemenin yollarını arayan partililer 75’te 2. TİP’i kurarlar. Yeni kurulan TİP, ilkinin yaygınlığına ve örgütlülüğüne ulaşamayacaktır.

1 Mayıs 1979, Taksim’de
1979 yılı 1 Mayıs’ında İstanbul’da sokağa çıkma yasağı vardır. Behice Boran ve protesto kararı alan TİP yönetimi, yasağı delerek 1 Mayıs alanına Taksim’e çıkarlar. Hepsi tutuklanırlar ve 25 gün tutulduktan sonra salıverilirler.
12 Eylül 1980 darbesi ile birlikte sola büyük bir saldırı gerçekleşir diğer siyasi partiler gibi TİP’de kapatılır. Behice Boran, evinde gözaltında tutulurken hastalanır ve hastaneden yurtdışına çıkarılır. 81’de ise “Yurda dön” çağrısına uymadığı gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarılır. Siyasi çalışmalarına yurtdışında devam eden Behice Boran, 1987’de Brüksel’de vefat eder.
Yoldaşı Durmuş Tiryaki, Behice Boran’ı ve TİP deneyimini anlattığı yazısında “Kadın kişiliğini, bilim insanlığını, eylemciliğini politikada yeniden üretmiş politikaya bilimsel bir nitelik kazandırmış sınıf hareketine ve sosyalist kurama özgün yaklaşımları hep aramıştır” der ve “Kadın kimliğini anti-erkek ve cinsiyetçi bir perspektiften çıkartıp “birlikte kurtuluş” eksenine oturtmuştur.” diye ekler. Sosyalist siyasette ilkleri gerçekleştirmiş, hayatını sosyalizme adamış bir kadın, Behice Boran, mücadeleye yüklü bir miras bıraktı.

SOL
Pazar, 01 Mayıs 2011 

10 Ekim 2019 Perşembe

İmam hatipleştirilen eğitim sisteminde laik özel okul pazarı - ALPASLAN SAVAŞ

AKP için eğitim sistemi hep öncelikli konular arasında yer aldı. Amaç muhafazakâr ideolojinin zorunlu eğitim sisteminin temeli haline getirilmesi idi. Büyük ölçüde başardılar. Şimdi elimizde 5 bine yakın imam hatip ortaokulu ve lisesi ile bu okullarda öğrenim gören yaklaşık 1,5 milyon genç var. 

İmam hatipler, eğitimdeki gericileşme bilançosunun sadece bir kısmıdır. Kur’an kursları, vakıflar, cemaat yurtları, cami altı-kayıt dışı medreselerle birlikte düşünüldüğünde eğitim sistemindeki tahribat sanıldığından daha büyük boyutlardadır.


Madalyonun bir yüzünde imam hatipleştirme ve gericileştirme, diğer yüzünde ise özel okullaştırma ve piyasacılık var. Din işlerinden sadece siyaset değil aynı zamanda ticaret çıkarmak, AKP’nin en iyi becerdiği iştir. Dolayısıyla elimizde imam hatiplerin yanında bir de büyük bir özel okul pazarı bulunuyor.

Düzenek şöyle işliyor. Milyonlarca aile, çocuğunu mahallesindeki imam hatibe yollamak zorunda kalıyor. Bunu yapmak istemeyene ikinci seçenek olarak “özel okul pazarı” sunuluyor. Dar gelirli ve yoksul ailelerin bu şansı bulunmuyor ama belirli bir düzeyde borçla yaşayabilecek ve düzenli ödeme yapabilecek gelire sahip olanlar için bu kapı sonuna kadar açık. Bu pazarda her bütçeye uygun bir özel okul bulunuyor. 

Aynı şekilde her “eğilime” uygun bir okul da bulunabiliyor. Dinci içeriğinden taviz vermesin ancak akademik olarak imam hatipler gibi de yetersiz olmasın diyene, tesettürlü öğretmenlerin ve Arapça takviyeli derslerin yer aldığı kolejler, cemaat okulları kapılarını açıyor. Aynı şekilde çocuklarının laik eğitim almasını isteyen aileler de koridorları Atatürk resimleriyle doldurulmuş okulların kapısını çalabiliyor.
Devletin kurduğu, muhafazakârına dinsel, sekülerine laik eğitim satan patronların oluşturduğu büyük bir pazar bu. 

Tarikatlar bu pazarda başından bu yana vardı. İçlerinde en büyük payı yıllarca Gülen cemaati aldı. Şimdi onun payını başka tarikatlar paylaşıyor. 

Seküler eğitim pazarı ise diğerine göre biraz daha yeni. Bu pazardaki özel okul patronlarının temel satış enstrümanı “laiklik”. Aralarında popüler kısaltması “ay-bi” olan International Baccalaureate diplomalı okullar da bulunuyor ve bu okulların patronları bununla orta sınıfın “memlekette artık durulmaz” duygusunu hızla nakde çeviriyor. İçlerinde tüm ülkeye yayılmış onlarca okula sahip ve bir şekilde sırtını AKP’ye dayamış Doğa Koleji gibi dev organizasyonlar da var, tek okuldan ibaret ama Atatürkçülük konusunda “iddiası kuvvetli” olanlar da. İkinci grupta “Köy Enstitüsü” ismini kullanan yaratıcı tüccarlara bile rastlıyoruz. 

İmam hatipler, imam hatipleştirilen devlet okulları ve cemaatlerin özel okullarından oluşan “muhafazakar pazar” arkasında dindar ve kindar, hemen yanı başında “seküler pazar” kapağı yurt dışına atıp paçayı kurtarma hedefiyle yetişmiş, bireyciliği kutsal, kendine laik bir genç kuşak enkazını arkasında bırakmaya aday.
Düzenin eğitimde geldiği nokta budur. Peki bunun sorumlusu tek başına AKP midir? 

İmam hatipleştirmenin AKP iktidarı tarafından 17 yıl boyunca sürdürülen sistematik bir programla sağlandığı doğrudur. Ancak CHP liderinin “İmam hatipleri biz açtık, neden kapatalım” sözü asla bir gaf değildir. Eğitimde gericileşme aynı zamanda, cumhuriyetin temel değerleri arasında yer alan laikliği çoktandır mezara gömen sermaye sınıfının projesidir.

İmam hatipleşme ile özel okullaşma bir madalyonun iki yüzüdür. Eğitimin gericileştiği düzende laikliği alınıp satılabilir bir meta haline getirmek de yalnızca sermaye sınıfının başarabileceği bir iştir. Bu nedenle Türkiye’de sermaye sınıfıyla bağlantılı hiçbir siyasi özne eğitim sisteminde piyasacılık-gericilik bağını koparamaz, laik ve bilimsel eğitim vaat edemez. Zaten eden de yok.


Laik ve bilimsel eğitimin gerçekleşebileceği tek düzen sosyalizm artık. 

Gelin yazıyı bunu örgütlemeye çalışan eğitim emekçilerinin 5 Kasım dünya öğretmenler gününde yayınladıkları “eğitim bildirgesine” göz atarak bitirelim:

Alpaslan Savaş / SOL 

TKP'li Eğitim Emekçileri: Çocuklarımızı sermayenin istekleri doğrultusunda eğitmeyi kabul etmiyoruz.

Türkiye Komünist Partili (TKP) Eğitim Emekçileri, yaptıkları açıklamada, eğitim-öğretim sisteminin patronların ve gericiliğin elinde olduğunu, eğitim kurumlarının karanlığa teslim edildiğini söyledi. 'Eğitim Emekçileri Bildirgesi' yayımlayan TKP'li öğretmenler, parasız, eşit, bilimsel, laik eğitim hakkı ve güvenceli çalışma koşulları için mücadele edeceklerini duyurdu.
TKP'li öğretmenlerin açıklamasında, "Geleceğimizi, sermaye sınıfının istekleri doğrultusunda eğitmeyi kabul etmiyoruz. Çocuklarımızı gericiliğe teslim etmemek için çağrı yapıyoruz. “Güzel bir gelecek umudu” ile devam edilen okullarımızı, para tuzakları olmaktan ve gerici, sapık tarikatların kovalamaca oynadığı alanlar olmaktan çıkaracağız" denildi.

'ÖĞRETMENİN YERİ SINIFIDIR'
Türkiye Komünist Partili öğretmenler tarafından yapılan açıklama şöyle:
Türkiye Komünist Partili öğretmenler olarak, öğretmenlerin meslek etiğinin ve meslek onurunun hiçe sayıldığı bu zaman diliminde eğitime dair görüşlerimizi paylaşmak isteriz.

Türkiye'de eğitim-öğretim sistemi, patronların ve gericiliğin elindedir. İktidardaki siyasi parti 18 yıldır dinselleştirdiği eğitimi yine bir patron olan Ziya Selçuk’un yöneticiliğinde sermaye sınıfına teslim etmiştir. Tüm eğitim kurumları bilimsel, kültürel, entellektüel açılardan karanlığa teslim edilmiştir. Gençliğe işsizlik korkusu, kötü çalışma koşulları, gelecek kaygısı ve umutsuzluk vaat edilmektedir.
Eğitim, insanın yetenek ve yaratıcı gücünü ortaya çıkaran, geliştiren, bilimsel içerikli bir etkinliktir. Müfredattaki bilimsel olmayan içerik endişe vericidir. Evrim öğrenmeyen çocukların, evren ve doğa ile sağlıklı bir bağ kurmaları engellenmektedir. 

Onun yerine hikâye anlatıcılından öteye geçemeyecek kimi derslerde insanlığın zihni, varlığını anlamlandırmaktan uzak fikirlerle doldurulmaktadır. Pedagojik açıdan çocuğa uygun olmayan hikâyeler çocuğa bilgi olarak sunulmaktadır.
Yeni yönetmelik değişikliği ile gerici vakıfların okullardaki varlığı güçlendirilmiştir. Çocukların hayalleri cennete gitmek ya da çok para kazanmak seçenekleri ile budanmaktadır. Ülkemizin geleceği ve çocuklarımız, bu karanlık ellerden alınmalı, eğitim sistemi halkımızın çıkarlarına göre eşit, parasız, laik ve bilimsel bir şekilde düzenlenmelidir.

Özel sermaye yatırımları doğrudan devlet eliyle desteklenirken diğer yandan öğrenciler, veliler ve eğitim emekçileri sermayenin ölçüsüz sömürüsüne maruz bırakılmaktadır. Bir yandan sektörleşen eğitim alanında, her bir emekçi hanesindeki eğitime ayrılan bütçe giderek artmakta, devletin asli sorumluluğu olan eğitim-öğretim halkın sırtına bir kambur olarak yüklenmektedir. Bir yandan eğitim emekçileri, sözleşmeli öğretmenlik, ücretli öğretmenlik, özel eğitim kurumlarında öğretmenlik, özel ders öğretmenliği, etüt öğretmenliği gibi ağır sömürü seçeneklerinden birini seçmeye ve güvencesiz çalışmaya zorlanmaktadır. İş güvencesinde yoksun uzun çalışma saatleri olan emekçilerin maaşları, özlük ve sosyal hakları ödenmemektedir. Patronlar devlet desteğiyle vurgun yaparken ticari bir işletmeye dönüşen eğitim kurumlarında hak aramak suç haline gelmiştir.
Öğretmenlik, “projeci” zihniyete evrak yetiştirmek, adaletsiz olduğunu bildiğimiz sınavlara öğrenci hazırlamak ve müfredat yetiştirmekle sınırlı bir meslek değildir. Tüm bu kaosun içinde, bezdiren ve sömüren sistem en çok fedakârlık duygusu üzerinde tepinerek öğretmeni kullanmaktadır.

Geleceğimizi, sermaye sınıfının istekleri doğrultusunda eğitmeyi kabul etmiyoruz. Çocuklarımızı gericiliğe teslim etmemek için çağrı yapıyoruz. “Güzel bir gelecek umudu” ile devam edilen okullarımızı, para tuzakları olmaktan ve gerici, sapık tarikatların kovalamaca oynadığı alanlar olmaktan çıkaracağız.

Parasız, eşit, bilimsel, laik eğitim hakkı ve güvenceli çalışma koşulları için mücadele edeceğiz.

TKP'li Eğitim Emekçileri olarak aydınlanmacı, ilerici, özgürlükçü ve eşitlikçi değerlerin ancak sınıfımızın çıkarını gözeterek emeğimizi ürettiğimizde gerçekleşeceğini biliyoruz.  “Eğitim” dedikleri bu alanın içinde devinen öğretmenlere, velilere ve gençlere sesleniyoruz; bu barbarlıktan biricik kurtuluş olan sosyalizme gönüllü olmaya davet ediyoruz. Örgütlülüğümüz bir gövde oluşturacak ve bu karanlık, çıkarcı, yağmacı düzene dur diyecektir.
Ülkemizin ve çocuklarımızın geleceği için ilan ediyoruz!

Eğitim Emekçileri Bildirgesi
1.    Eğitim temel bir haktır, alınıp satılamaz! Eğitim, tüm yurttaşların eşit şekilde faydalanabileceği her kademede bedelsiz verilmek zorundadır.
       a-Okullarda bağış adı altında kayıt parası, staj dosya ücreti, kurs ücreti, ödev parası, kültürel faaliyet ücreti, temizlik maliyeti ya da personel gideri toplanamaz. Hiçbir öğretmen para toplamaya zorlanamaz.
       b-Okullarda kayıt parasına göre oluşturulan “iyi sınıf”, “iyi öğretmen” gibi eşitsizliği besleyen uygulamalar derhal sonlandırılmalıdır.
       c- Öğrenci, ebeveyn ve öğretmen işbirliğini artırmak için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
       d- Meslek liselerinin sermaye kuruluşlarıyla yaptığı protokoller iptal edilmeli, bu okullar sermayenin değil toplumun çıkarlarına göre yeniden örgütlenmelidir.
       e- 18 yaşın altındaki çocuk ve gençlerin eğitim süreçlerinin bir parçası olmayan işlerde çalıştırılmaları yasaklanmalıdır.
       f- Staj adı altında çocuk işçiliğine son verilmeli, stajyerler için patronlara ödenen ücret öğrenciye burs olarak verilmelidir.
       g- Endüstride staj yapan öğrencilerin güvenli ve sağlıklı koşullarda eğitim görebilmeleri için ek güvenlik ve denetim önlemleri geliştirilmelidir.
       f- Devlet özel okullara ödediği katkıyı kamuya aktarmalıdır.
       h- Çocuk işçiliği engellenmeli, çalışan yoksul emekçi çocukların koşulları değişmeli, çocukların sağlıklı bir şekilde yetiştirilmeleri ve eğitim almaları sağlanmalıdır.
       ı- Eğitim hizmetinin bir parçası olan barınma ve ulaşım devlet güvencesinde olmalı çocuklarımızın hayatı büyük felaketlerle sonuçlan gerici tarikatlara bırakılmamalıdır.

2.    Eğitim bilimsel içerikli, ilerici bir etkinliktir.
       a- Eğitim devlet güvencesinde fırsat eşitliği sağlanarak bilimsel bir bakış açısıyla verilmelidir. Her türlü gerici yapı ve tarikatlar bu alandan kovulmalıdır.
       b- 16 yaşından küçük çocukların okulda veya okul dışında dini eğitime tabi tutulmalarına ve zorunlu din derslerine girmeleri engellenmelidir.
       c- Eğitimin dinselleştirilmesi ve gericiliğin kadro yetiştirme amacından kaynaklanan İmam Hatip okulları, sıbyan mektepleri gibi kurumlar kapatılmalıdır.
       d- Karma eğitimi kaldırmaya teşebbüs edilen tüm girişimler iptal edilmelidir.
       e- MEB'in sözleşmelerle okullara soktuğu gerici derneklerle işbirliği sona erdirilmelidir.

3.    Özel okullarda çalışan öğretmenlerin, özlük hakları, devlet tarafından karşılanan sosyal yardımları güvence altına alınmalı, patronların el koymasına izin verilmemelidir. MEB, öğretmenlerin iş güvencesini sağlamakla, çalışma yaşamına bir standart getirmekle sorumludur.

4.    Öğretmenler insanca bir yaşam sürebilecekleri sosyal güvencelere kavuşmalıdırlar.
       a- Eğitim fakültesi mezunu öğretmen adayları sınavsız, mülakatsız atamaları yapılmalıdır.
       b- Haksız yere KHK ile işten atılan öğretmenler derhal işlerine, sınıflarına dönmelidir.

5.    Müfredat bilimsel bir bakış açısıyla yazılmalı. Evrim biyoloji kitaplarında yerini almalıdır.

9 Ekim 2019 Çarşamba

İçiniz yanmıyor, hiçbirinizin…- MURAT SEVİNÇ / DİKEN

650 bin civarında genç yurttaşın ‘bedelli askerliğe’ başvurduğu Türkiye’de bir kez daha ‘savaş-fetih’ güzellemesi başladı. Yaklaşık yetmiş yıldır ABD desteği olmadan evinin yolunu bulmaktan aciz memleket sağı ve en güçlü müttefikleri ‘ulusalcılar’ adetleri olduğu üzere riyakâr ve süfli ‘emperyalizm’ eleştirisine koyuldular. Her şey olması gerektiği gibi! 
Kuşkusuz, ABD Başkanı Donald Trump ırkçı ve dengesiz müteahhitin kendine yaraşır cahil ve küstah ‘tweetleri’ uygun zemini hazırladı. Oysa Kürtleri ve Türkleri aynı anda aşağılayan satırları, herkesin birlikte hareket etmesi için fırsat olabilirdi. Ama… Türkiye… İşte… Bizi bozar… Ne yazık ki…
Dün gece, Suriye ve Irak’a sınır ötesi operasyon konusunda cumhurbaşkanına verilen iznin bir yıl uzatılmasına ilişkin tezkere, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi.
Anayasa değişikliği ardından işlevini kaybeden parlamentonun, herhangi bir etkilerinin kalmadığının farkında olup bunu belli etmemek için mütemadiyen boş konuşmayı sürdüren muhalefet vekilleri, pek bir şey tartışamadan, konuşmanın yararsızlığından emin, ‘evet’ oyu verdi. Bir partinin milletvekilleri dışında.
“Evet” dediler, çünkü tarihsel misyonları ve yetenekleri başka bir şey yapıp söylemelerine engel. Bu kadarlar. Onlar da, bizler gibi farkında ne olduklarının. Zaten AKP bu nedenle 18 yıldır iktidarda. Zira en iyi iktidar biliyor muhalifin kumaşını, çapını, sınırlarını.
Had safhada İyi Parti genel başkanının, tarihsel bağlamından kopuk atıflarla süslü malum konuşmasıyla ilgilenmiyorum bir yurttaş olarak. Milliyetçi sağ işte. Zamanında bir hocamızın, saçma konuşan bir profesör için dediği gibi, “Her kahvede bunlardan üç beş kişi vardır!”


Asıl sorun, tabanının ‘sol’ yanının taleplerine inatla direnen ve buna karşın ‘solculuk’ iddiasından vazgeçmeyen ana muhalefet partisi liderinin ifadeleri.
Önce internette okudum açıklamasını. Yanlış anladığımı düşünerek bir kez daha okudum. Farklı sitelere baktım. Her yerde aynı sözler. Ne olur ne olmaz diyerek görüntüsünü seyrettim. Şöyle demiş Kılıçdaroğlu:
“Orada askerlerimiz var. O askerleri korumamız lazım. O askerlerin burnunun kanamaması lazım. O nedenle bu tezkereye, askerlerin hatırı için, oraya oğlunu gönderen askerlerin annelerinin hatırı için, o çocukların burnu kanamasın diye, bu tezkereye içimiz yana yana evet diyeceğiz.”
Birkaç kez dinledim. Yoruldum ve söylediğinin mantığını anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Aptal muamelesi yapmanın yalnızca iktidardakilerin hevesi olmadığını kanıtlamak ister gibiydi.
Konuşmayı yapan ve bizler, hepimiz biliyoruz neden “Evet” dediğini. Hepimiz farkındayız ‘gerçek’ nedenin. Yalnızca Kürt antipatisiyle açıklamanın yetersiz kalacağı, daha basit ve görünür bir gerekçeyle: Siyaseti, her şeye rağmen Erdoğan yapıyor. Muhalefetin sınırlarını çizen de o. Erdoğan’ın ‘izin verdiği’ alanda at oynatabiliyorlar yalnızca. Kürtlerle yan yana gelme ve Erdoğan/AKP tarafından ‘itham edilme’ ihtimalinden ölesiye korkuyorlar. Siyaset dediklerinin merkezinde, “Aman fırsat vermeyelim” var. Çapları, güçleri, yetenekleri bu kadar.
Ve kuşkusuz siyasetten başka her şeye benzeyen bu tavırlarını eleştirenleri, müstehzi bir gülümsemeyle karşılıyorlar. Bir ‘ölümlüyle’ karşılaşan ‘seçilmişin’ anlayışlı görünmeye çabalayan küçümser gülümsemesi. Her niteliksizin dudağının kenarına ilişmiş kibirle maluller.
Kendilerine, 80 milyonda bir ve başkaca hiçbir şey olmayan bir yurttaş olarak, Sebastian Haffner’in (1920-30’lara ilişkin gözlemlerini yazan Alman hukukçu) olağanüstü güzellikteki ‘Bir Alman’ın Hikâyesi’ adlı kitabının, 1930’lar Alman sol muhalefetinin ‘aptallığını’ betimlediği sayfalarından kısacık bir alıntıyla yanıt vermek isterim:
“…Sosyal demokratlar 1933’teki seçim mücadelesini dehşet verecek kadar aşağılayıcı bir tarzda, Nazilerin sloganlarının arkasına takılıp kendilerinin de ne kadar ‘milli’ olduklarını vurgulamaya çalışarak geçirmişlerdi.”
O sosyal demokratlar da, elbette siyaset yaptıklarını ve çok haklı olduklarını düşünüyorlardı, diğerleri gibi.
Muhterem Türkiye sosyal demokratları,
İktidarın dış siyasetine yönelttiğiniz onca itiraz ve eleştirinin ardından, o ‘evet’ oyunu neden verdiğinizi, bilip anlamak isteyen herkes biliyor, anlıyor. ‘Anayasa aykırı anayasa değişikliğini’ desteklediğinizde ne olacağını, kimlerin dokunulmazlığının kaldırılacağını biliyordunuz. Bizler de, sizlerin bildiğini biliyorduk! 
Aklı başında insanların sizlerden başkaca bir beklentisi yok.
Hiç olmazsa, “İçimiz yana yana” demeyin.
İçiniz yanmıyor. O koltuklarda oturan hiç kimsenin, içi yanmıyor.
Yalan söylüyorsunuz.
Söylemeyin…
Murat Sevinç / DİKEN

8 Ekim 2019 Salı

Türban başörtüsü değildir - ÖZDEMİR İNCE

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Adana’da katıldığı Dünya Avşarlar Derneği dördüncü kuruluş yıldönümü şenliğinde özetle şunları söylemiş:
“Bizim de çok kabahatimiz, kusurumuz var. Bir başörtüsü meselesini Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel meselesi haline getirdik. Sana ne kardeşim ya, kadın ister başörtüsü takar, ister takmaz. O kız çocuğumuz üniversiteye gidiyor mu, okuyor mu, imkânını sağlıyor muyuz? Derdin o olmalı. Çocuklarımız okumalı, bilimi öğrenmeli ve hayatı sorgulamalı. ‘Neden Türkiye bu haldedir?’ demeli. Bunları yapmalıyız.”

Kılıçdaroğlu yanılıyor ve başörtüsü ile türbanı karıştırıyor. Sözcükleri yanlış kullanınca işte böyle olur. İslamcılar hile yaparak bir tür üniforma olan türbana “başörtüsü” dediler. Ancak Cumhuriyetçiler bu tuzağa düşmediler, başta ben fakir olmak üzere geleneksel başörtüsüne değil, türbana karşı çıktılar. Rahmetli dostum Tunuslu şair ve filozof Abdelwahab Meddeb başörtüsü ile türban farkını şöyle açıklıyordu. Açıklamaya Türkiye’yi ben kattım:
“Geleneksel başörtüden ideolojik başörtüsüne geçildi. Daha önce Pakistan’daki, Hindistan’daki başörtüsü sariye benziyordu. Fas’taki ise cebellaya benziyordu. İkisinin arasında bir benzerlik yoktu. Bugün, başörtüsü -ya da hicap- Endonezya’dan Paris’e, İstanbul’a kadar aynı: Türban yani. Geleneksel başörtüsü ile hiçbir ilişkisi yok, her yerde Siyasal İslamın simgesi oldu. Evrensel amaçlı bir üniforma oldu. Henüz kazanamadı ama Müslümanın aklı (mantığı) İslamcılığın etkisine girdi. Böyle bir etki son derece tehlikelidir.”

***

Kıdemli imam hatipli Ahmet Hakan, Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasının üzerine mal bulmuş mağribi gibi atladı: “CHP, biraz da şartların zorlamasıyla ve hayli gönülsüz olarak başörtüsünü mesele olarak görmekten vazgeçtiğine dair işaretler vermişti ama özeleştiriye asla ve kata yanaşmamıştı. / Dikkat! Dikkat! / Bu bir ilktir! / CHP, ilk kez bu konuda yan yollara sapmadan şahane bir özeleştiri yaptı./ Mırın kırın etmeden... Hepimizin ama hepimizin... / Bu özeleştiri nedeniyle... / Ayakta alkışlamamız gerekir Kemal Kılıçdaroğlu’nu...” (Hürriyet, 5.10.2019)

***

Türban”, yukarıda da işaret ettiğim gibi İslamcılığın evrensel boyut kazanmak için kullandığı en önemli silahtı. Başörtüsünün Tanrı buyruğu olduğunu ileri sürüyordu. Ama yalan söylüyordu, Kuran’da başörtüsünü zorunlu kılan özel bir ayet yoktu. Nûr suresi 31’inci ayetini tanık göstermeleri de mümkün değil(di).
Nûr Suresi 31. ayet: “Söyle inanan kadınlara: Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını (ferçlerini) saklasınlar… Örtülerini göğüsleri üzerine indirsinler.”
Bu ayet dilimize mealen türlü türlü tercüme edilmiş. Ama Muhammed bin Hamza 15. yüzyılda saptırmadan şöyle çevirmiş:
“Dakı eyit mu’mine avratlara: Örtsünler gözlerinin bir nicesin, dakı saklasınlar ferçlerini. Dakı göstermesinler bezeklerini… Dakı bıraksunlar derinceklerini göncükleri üzre…” (Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976, s. 283-284)
Günümüz Türkçesi ile şöyle: “Ve söyle inanan kadınlara: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ve saklasınlar cinsel organlarını. Ve göstermesinler zinetlerini (süslerini)… Ve yakaları üzerine bıraksınlar başörtülerini…”

***

Derincek “başörtüsü” anlamına geliyor. Ama bu başörtüsü, kadınların, erkeklerin, putperestlerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Müslümanların güneşten ve çöl kumlarından korunmak için başlarına örttükleri geleneksel örtü. Bugün de var. Kuran, “başınızı örtün” demiyor, “başınızdaki örtüyü çıplak göğsünüze indirin, salın” diyor. Çünkü İslamdan önce putperest Arap kadınları göğüslerini örtmüyorlardı.
Bu konuda birçok yazı yayımladım, ayetin Almanca, İngilizce, Fransızca ve İtalyanca çevirilerinden örnekler verdim. Bana sadece küfrettiler, ölümle tehdit ettiler.
***
Türban geleneksel başörtüsü değildir. İslamcı cihadın simgesidir! “Türban”a “Başörtüsü” demek selefi İslamcı AKP’nin tuzağına düşmek olur!

Özdemir İnce / CUMHURİYET