5 Kasım 2019 Salı

‘Merhaba Güzel Vatanım’ ve hayal kırıklığım - H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Bu sezonun beklediğim filmlerinden biriydi.
İyi niyetle yola çıkıldığına inansam da, filmde hikayesi anlatılan her iki yazar; Nazım Hikmet ve Ahmet Ümit’e yazık eden bir film olmuş.
Önce filmle ilgili genel algımı söyleyeyim. Filmi izlerken ve filmden çıktığımda dramatize edilmiş bir belgesel izlediğim düşüncesine kapıldım. Bir film senaryosu değil, dokümanter senaryosu yazmış Ahmet Ümit, izleyene yeni bir şey katmayan bir dokümanter.
Nazım’ın zaten çok iyi bildiğimiz yaşam öyküsü ve ona koşut olarak anlatılan Gaziantepli bir devrimci gencin öyküsü var filmde…
Ancak büyük beyaz ekranda akmayan, insanı içine çekmeyen, dramatik bir merak, bir duygu uyandırmayan, yer yer şablonlara teslim olan bir öykü izledik. Her iki yazar arasındaki politik görüşleri dışındaki tek benzerlik ise, hayatlarının bir döneminde kaçak olarak Moskova’ya gidip KUTV’da eğitim almış olmaları.
Bilmeyenler için KUTV konusunda bir parantez açalım. Tam adı ‘Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ olan okul, uzun yıllar dünyadan birçok komünist aydının ve Türkiye’den de Nazım Hikmet ve benzeri birçok ismin eğitim gördüğü bir okul. İlk rektörünün Sultan Galiyev olduğunu bilmek belki meraklısı için ilginç olabilir. Kapatalım parantezi…
Çünkü filme hiçbir katkısı yok. Hem Nazım’ın hem de Ahmet Ümit’in Moskova’da yaşadıkları hayal kırıklıkları ve iç/dış sorgulamaları şematik bir biçimde anlatılmış.
Nazım’ın şiirlerindeki güçlü sesin kurulmasında başlangıç ilhamını veren Mayakovski ile karşılıklı konuştuğu sahne ise meseleyi bilmeyenlere bir şey söylemiyor. Ahmet Ümit’in yaşam öyküsü ve Moskova yolculuğu ile kurulan paralellikler ve bunları anlatan dış ses, bir yerden sonra epeyce zorlama geliyor.
Ayrıca Nazım neden hem kendisini hem de Ahmet Ümit’in hayatını anlatıyor, pek anlamlandıramadım…
Ahmet Ümit’in kişisel öyküsünün geçtiği mekânları ve yerleri filme katarken ekranda görünüp bunlarla ilgili bilgi vermesi filmi iyiden iyiye belgesel/biyografik bir biçime dönüştürmüş.
Nazım’ın annesi Celile hanım ise bir Anadolu kadını gibi resmedilmiş. Oysa eğitimi, yaşam kültürü ve giyim kuşamı, eldeki fotoğraflardan biliyoruz ki, tamamen farklıdır.
Gelelim oyunculuklara… Yetkin Dikinciler her zamanki doğal, samimi ve hakiki oyunculuğu ile filmi izlenebilir kılıyor. Berna Laçin ve Levent Üzümcü kısa rollerinin hakkını veren temiz bir oyunculuk sergilemişler.
Diğer oyuncular içinse gerek kamera önündeki duruşları, gerekse ses ve diyaloglarındaki performansları açısından bekleneni veremediklerini söylemekle yetinelim.
Bu arada o günlerde neredeyse 24 saat evi ve kendisi polis tarafından izlenen Nazım’ın kendisini kaçıracak motora doğru elinde kocaman bir tatil bavuluyla gelmesi de ilginç (!) olmuş.
Filmin yönetmeni Cengiz Özkarabekir başarılı bir belgeselci kimliğine sahip. Dolayısıyla bu kimliğe ihtiyaç duyulan çekimlerde yine aynı başarıyı tekrar ederken, dramatik sahnelerin çoğunda aynı performansı tekrar etmediğini gördük.
Filmin sonlarına doğru Ahmet Ümit’in bugününü ve kitap fuarındaki imza kuyruklarını gösteren sahneye neden ihtiyaç duyulduğu ise muamma…
Sonda yer alan “sanat uzun, hayat kısa” söylevi ise parmağı göze sokan öğreticilik içeriyor. Öyle ki “Ey seyirci, bak buraya kadar anlamadıysan, tekrar anlatayım” der gibi…
Sonuçta emek harcanmış fakat derdini tam alarak anlatamamış bir film var elimizde. Ahmet Ümit’i seven ve saygı duyan bir okuru olarak üzüldüm.
Ancak edebiyattaki kararlı tavrını sinemada da sürdürürse, bu filmi çok daha aşan senaryolar üreteceğine inancım yüksek.
Nazım’ın mısralarıyla bitirelim o halde: 
“Kabahat sende demeye dilim varmıyor ama / 
Kabahatin çoğu sende canım kardeşim”
H. AYHAN TİNİN / DİKEN

Yılın en yüksek enflasyonu - HAYRİ KOZANOĞLU

Ekimde enflasyon yüzde 2 arttı. Böylece yıllık enflasyon baz etkisiyle 8,55 olarak gerçekleşti. Bu manzara yanıltıcı. Öte yandan ekim enflasyonu son 12 ayın en yüksek oranını temsil ediyor. Enflasyonun artış eğilimine girmesi dikkat çekiyor.

Ekim ayında tüketici fiyat endeksi tahminlerin üzerinde, yüzde 2 arttı. Böylelikle Berat Albayrak’ın öngördüğü gibi son on iki ayın enflasyonu yüzde 8’lere inerek yüzde 8,55 olarak gerçekleşti. Yalnız burada kafa karıştıran bir rakam oyunu var. Şöyle ki; 2018 yaz aylarında yaşanan kur şoku bir anda fiyatları sıçratmış, ağustos-ekim aralığında yüzde 9,3’lük bir zıplama gerçekleşmişti. Ardından kasım ve aralıkta fiyatlar gerilemiş, yani eksi enflasyon söz konusu olmuştu. İşte bu ayrıksı durum nedeniyle yanıltıcı bir manzara ortaya çıkıyor.

Peki, gerçek durum ne? Cahit Sıtkı’nın “Otuz beş yaş” şiirindeki “Bir namazlık saltanatın olacak musalla taşında” dizesine benzer biçimde tek haneli enflasyonla bir ay böbürlenecekler ve kasımda tekrar iki haneli tüketici fiyatlarıyla karşılaşacağız. Hesap çok açık; 2019’un ilk on ayında fiyatlar yüzde 10,59 arttı. Kasım ve aralıkta tüketici fiyatları ortalama yüzde 1,5 kıpırdarsa, yılı yüzde 13,6’lık bir enflasyonla kapatacağız. Ayrıca ekim enflasyonu son 12 ayın en yüksek oranını temsil ediyor. Enflasyonun bir artış eğilimine girmesi dikkat çekiyor. Yeni Ekonomi Programı’ndaki (YEP) yılsonu yüzde 12 tahmininin kısa sürede aşılması kaçınılmaz görünüyor.

ORTALAMA ENFLASYON ÖNEMLİ
Burada önemli bir noktaya değinmek gerekiyor. Vatandaşın hissettiği enflasyon yılsonu düzeyi değil, yılın ortalamasıdır. Bu oran TÜİK’in verilerine göre yüzde 16,81’dir. Çünkü harcamalarımızı bir yıla yayarak gerçekleştiririz. Diyelim ki fiyatlar yılın 11 ayında toplam yüzde 15 arttı, aralıkta ise birden yüzde 15 düştü. Yılsonu enflasyonu -0- görünür. Hâlbuki biz 11 ay boyunca sürekli tırmanan fiyatlarla cebelleşmişizdir.

Bu konuda en çarpıcı örnek gıda fiyatlarında gözlemleniyor. Gıda ve alkolsüz içecek fiyatları son bir yılda yüzde 7,85 artmış görünüyor. Yaz aylarında iklim koşullarının da elverişli seyretmesi nedeniyle sebze ve meyveye yanaşmak biraz kolaylaştı. Ancak bu rakam azizliği, tüm yıl domatese, patatese, limona ne bedel ödediğimiz, her hafta pazarda filemizi kaça doldurduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Nitekim yine TÜİK’e göre, gıda fiyatlarında yıllık ortalama artış yüzde 22,25 olmuş.

ÇEKİRDEK ENFLASYON ARTIYOR
Ekim 2019’da endeksin kapsadığı 418 maddeden 33 maddenin fiyatı değişmezken, 289 maddenin fiyatı arttı, 96’sının ise düştü. Diğer bir ifadeyle, fiyat artışları iyice tabana yayılmış, enflasyon yönünü yukarı çevirmiş durumda.
B endeksi tabir edilen, işlenmemiş gıda ürünleri, enerji, alkollü içkiler ve tütün ile altın hariç TÜFE de aylık yüzde 1,58 arttı. Yani alkol, sigara “günahlarından” uzak duran vatandaşın da enflasyonu yükseliyor. Ekim ayı çekirdek enflasyonunun bir trende işaret ettiği düşünülürse, ibre her halukarda çifte haneli enflasyonu gösteriyor.

MB: GÜNAH BENDEN GİTSİN!
Hatırlanırsa, 31 Ekim 2019 günü Merkez Bankası (MB) 2019 yılı sonu enflasyon tahminini yüzde 12 olarak açıklamış, YEP’ten biraz daha ileri giderek 12 ay sonrası tahminini ise yüzde 8,5’e indirmişti. Merkez Bankası başkanının hangi misyonla atandığını; faiz indirim kararlarının, büyüme ve enflasyon hedeflerinin nereden dikte edildiğini hatırlatmaya bile gerek yok, sizler zaten biliyorsunuz.

Ancak Merkez Bankası ‘Profesyonelliği tamamen de elden bırakmayayım, söylemedi demesinler’ diye düşünmüş olmalı ki, Enflasyon Raporu’nda olası riskleri şöyle sıralıyor:
“Türkiye’nin risk primi, diğer gelişmekte olan ülkelere kıyasla yüksek seyretmeye devam etmekte; döviz kuru oynaklığı da yüksek seviyelerini korumaktadır. Küresel belirsizlikler ve jeopolitik riskler ile birlikte değerlendirildiğinde ülke risk primi ve kur oynaklığının orta vadeli enflasyon görünümü üzerinde yukarı yönlü risk oluşturmaya devam ettiği değerlendirilmektedir.”

Kısaca enflasyonun neden tutmadığını izah etmek için MB’nin bahaneleri çok. Yukarıdaki risklerin hepsinin teğet geçmesi, enflasyon tahmininin cuk oturması olasılığı da açıkçası pek yüksek görünmüyor.

Özetle, kurun durgun seyrettiği, talepte ciddi bir canlanma belirtisinin görünmediği bir ayda bile, yüzde 2’lik bir enflasyon açıklanması, önümüzdeki dönem için iyimser olmaya pek olanak tanımıyor.

 HAYRİ KOZANOĞLU  / BİRGÜN

Komünizm bu kış gelmez belki ama uykuları fena kaçıracak - İBRAHİM VARLI

Bu kış belki komünizm gelmeyecek ama egemenlerin rüyaları fena halde kaçacak. Dört bir yanda ayağa kalkan “baldırı çıplaklar” daha iyi bir gelecek umuduyla sokakları tutuşturmaya başladı. Eşitsizliğe, artan hayat pahalılığına ve yozlaşmış yönetimlere karşı Şili’den Lübnan’a, Haiti’den Irak ve Malezya’ya, dört bir tarafta haftalardır protestolar var. Katalanların İspanya’ya, Hong Kongluların Çin’e, Rusların Putin yönetimine karşı eylemleri de eklenince isyan dalgasının devasa hacminin tsunamiye dönüşme ihtimali müesses nizamları ürkütüyor. Bu aralar sönümlense de Sarı Yelekliler hareketi, Benelüks ülkelerindeki çiftçilerin isyanı Amerika’daki otomotiv-metal işçilerinin eylemlilikleri hepsi küresel kapitalist düzene karşı yaşanan rahatsızlıkların birer göstergesi.

BirGün Çeviri’de dün çıkan Rami G. Khouri imzalı yazıda özellikle Arap coğrafyasında yozlaşmış ve beceriksiz yönetimlerin hükmü altında yaşayan insanların yoksulluk, kırılganlık, dışlanma ve ümitsizlik pençesinde nasıl kıvrandıklarını, bunun da radikal örgütler için nasıl da ‘verimli toprak’lara dönüştüğünü çarpıcı biçimde anlatılıyordu. Arap coğrafyasındaki nüfusun yüzde 66’sının yoksul ya da kırılgan durumda olduğu, gençlere sunulan istihdam olanaklarının ihtiyacın ancak dörtte birini karşılayabildiğinin vurgulandığı yazıda, tüm bunlara karşı insanların reform, sosyal adalet ve çocuklarına iyi bir gelecek talepleriyle seslerini yükselttiklerine dikkat çekiliyordu.

Zengin Batı’nın yoksulları
Yoksullaşma sadece az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine mahsus değil. Almanya gibi en gelişkin kapitalist ülkelerde de yoksulluk oranında büyük artış var. Junge Welt’in geçen haftaki haberi ülkedeki tabloyu çarpıcı şekilde gözler önüne seriyordu. Buna göre 15 milyondan fazla Alman, ki bu nüfusun yaklaşık yüzde 18,7’si demek, yoksulluk tehdidi altında. Her yedi kişiden birisi yoksullukla karşı karşıyayken, halkın önemli kesimi sadece kira, ulaşım ve yemek için çalışıyor.

Avrupa Birliği genelinde ise fakirlik ve sosyal dışlanmadan etkilenenlerin toplam nüfus içindeki oranı yüzde 22,5’u buluyor. Yoksulluk tanımı değişse de, üçüncü dünya ülkelerindeki tanım ile gelişmiş ülkelerdeki tanımlama farklılık arz etse de tablo her iki cephede de benzer.

2 milyar yoksul
Küresel İnsani Yardım Raporu’nun 2018 verilerine göre dünyada 2 milyar kişi yoksulluk, 753 milyon kişi de aşırı yoksulluk içinde yaşamını sürdürmeye çalışıyor. 19 Ağustos Dünya İnsani Yardım Günü’nde açıklanan verilere göre de 42 ülkede 132 milyon kişi insani yardıma muhtaç durumda. 2019 Küresel Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi ve 17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü vesilesiyle yayımlanan rakamlar da dünya genelinde yoksulluğun ayrıntılı bir resmini çizerken insanların her gün yoksulluğu nasıl deneyimlediklerini çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. 

Endekse göre 101 ülkede yaşayan 1.3 milyar inşa, dünya nüfusunun yüzde 23.1’i, çok boyutlu olarak yoksul. Çok boyutlu yoksulluk içinde yaşayan insanların üçte ikisinden fazlası, 886 milyon, orta gelirli ülkelerde yaşıyor.

Korkmakta haklılar
Küresel kapitalist-emperyalist düzen büyük bir tıkanıklık içerisinde. Neo liberal sistem çatırdıyor, dünyanın dört bir tarafında sokağa çıkanların çocuklarına, o ülkelerin gençlerine ekonomik, siyasi, toplumsal açıdan hiçbir gelecek vaat edemiyor. Birleşmiş Milletler “Toplumlarda zenginler ile yoksullar arasındaki uçurumun artmasının toplumların dokusuna zarar verebileceğini ve istikrarsızlığa yol açabileceğini” uyarısında bulunurken, uluslararası finans-kapitalin seçkinleri kaygılı.

Kaygılar isyan dalgalarının birleşerek yerleşik düzeni yerle bir etmesinden. Sokak hareketlerinin devrimci bir mecraya akması halinde hiçbir bendin bu dalgaların önünde duramayacağının farkında egemenler. Toplumsal muhalefetin dalgasını bölmek, dindirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu kışın egemenler için bir hayli çetin geçeceği ortada. Komünizm gelmeyecek olsa da korkusu yeter!

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Gösterişli temsiller, lüks taşıtlar, tek bakan için kiralanan uçaklar: Bilanço dudak uçuklatıyor - OZAN GÜNDOĞDU

Ejder meyveli gösterişli temsiller, ülkede kimsenin binemediği lüks makam araçları, tek bir bakan için dünyanın öbür ucuna kalkan uçaklar ve dahası… 85 milyar açığı olan bütçeden harcanan kalemler dudak uçuklatıyor. Kiralama ve temsil giderleri yüz milyonlarca lira tutuyor.


Meclis’e gönderilen vergi paketi, gözleri devlet geliri ve harcamalarına çevirdi. Özellikle bütçedeki israf kalemleri, taşıt kiralama bedelleri, temsil giderleri kamuoyunun gündeminde. 

İsrafın önüne geçilememesi ise yeni vergilere olan tepkiyi büyütüyor. Zira devlet gereksiz harcamaları kısmak yerine ek vergilerle bütçe açığını kapatma yoluna gidiyor. Peki, bu yılın bütçe performansı nasıldı?

2019 bütçesine göre yılbaşında hedef, 80 milyar lira açık vermekti. Ancak ilk 9 ayın sonunda gerçekleşen açık 85 milyar lirayı yakaladı. Ancak bu hesap yapılırken gerek Merkez Bankası’ndan kullanılan 41 milyar liralık ihtiyat akçesi gerekse imar barışından elde edilen 23,5 milyar lirayı hesaba katmak gerekir. 

Eğer Merkez’in ihtiyat akçesi ve imar barışı olmasaydı ilk 9 aydaki bütçe açığı 85 milyar lira değil 150 milyar lira olacaktı.

Bütçedeki mevcut durum karşısında 2020’de ya vergi artırıcı ya da gider azaltıcı önlemler almak şart hale geldi. 

Ancak hükümet, bütçedeki “elzem olmayan” giderleri kısmak yerine vergi artırmayı tercih etti. Bol sıfırlı taşıt kiralama giderleri ve temsil, ağırlama tören giderleri dikkat çekici olanlardan. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın verilerine göre bu giderler ilk 9 ayda şu şekilde gerçekleşti;

>>Taşıt (makam aracı) kiralama giderleri; 405 milyon 51 bin lira
>>Hava taşıtı kiralama giderleri; 203 milyon 767 bin lira
>>Temsil, ağırlama, tören giderleri; 91 milyon 353 bin lira

Yukarıdaki giderler yıllar içinde azalmak bir yana artıyor. Bütçeyi yöneten hükümet ne uçaklardan ne milyonluk temsillerden, ne de lüks makam araçlarından vazgeçmiş değil. Bu giderlerde yıllar içinde yaşanan artış ise dudak uçuklatan cinsten. Karşılaştırmayı daha kolay yapmak adına giderleri ortalama dolar kuru cinsinden karşılaştırdık. İsraf kalemleri tablodaki gibi.

Makam aracı kira giderleri
2009 ilk 9 ay
(LİRA)75 milyon 27 bin TL
(DOLAR) 47 milyon 787 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)405 milyon 51 bin TL
(DOLAR)71 milyon 817 bin dolar

Hava taşıtı kiralama giderleri

2009 ilk 9 ay
(LİRA)59 milyon 220 bin lira
(DOLAR)37 milyon 719 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)203milyon 767 bin lira
(DOLAR)36 milyon 128 bin dolar

Temsil, ağırlama, tören giderleri

2009 ilk 9 ay
(LİRA)26 milyon 886 bin lira
(DOLAR)17 milyon 124 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)91 milyon 353 bin lira
(DOLAR)16 milyon 197 bin dolar

Makam aracı alımı (zırhlı dahil)

2009 ilk 9 ay
(LİRA)63 milyon 10 bin lira
(DOLAR)40 milyon 133 bin dolar

2019 ilk 9 ay
(LİRA)310 milyon 660 bin lira
(DOLAR)57 milyon 964 bin dolar

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN


*Dolar cinsinden hesaplamalar ortalama kur üzerinden yapılmıştır. 2009 yılının ilk 9 ayı için ortalama dolar kuru 1,57 TL’den 2019’un ilk 9 ayı için ortalama dolar kuru 5,64 TL’den hesaplanmıştır.

3 Kasım 2019 Pazar

Türk’ün Şah’ı ve Mat’ı - Mine G. Kırıkkanat

Macar asıllı Baron Wolfgang von Kempelen, Avusturya Kraliçesi Maria Theresa’nın maiyetinde bir dâhiydi. 1769 yılında Fransız bir sihirbaz, mekanik satranç gösterisiyle saray erkânının hayranlığını kazanınca dudak büküp “Ben daha iyisini yaparım!” dedi.
Baron Kempelen’in bir yıl sonra Viyana sarayında kraliçeye takdim ettiği makine, kaftanı ve sarığıyla gerçek boyutlarda bir Osmanlı robotu olup satranç oynuyordu!
Türk” adıyla vaftiz edilen zamane robotu, satranç bilgisayarlarının atası, Deep Blue’nun ağababasıydı. Üstelik Türk, ustası Baron Kempelen’in içine yerleştirdiği bir mekanizma sayesinde birkaç kelime de konuşabiliyordu, ama Almanca. Örneğin, oyunu bitiren son hamlesini yaparken “Şah!” değil de “Schach!” diyordu.
Ulusumuzun adını taşıyan tarihin ilk satranç robotu, 1807 yılında Avusturya’yı savaş meydanında dize getiren Fransız Napolyon Bonapart’ı, Viyana sarayındaki satranç masasında, Almanca “Schach!” çekerek yendi.
Wolfgang von Kempelen, satranç robotu Türk’le Viyana sarayını fethettikten sonra Avrupa turnesine çıktı. Münih, Paris ve Londra’da satranç turnuvaları tertipledi. Rakip dayanmayan Türk’ün nasıl çalıştığını kimse çözemiyordu. Kapağını kaldıran çetrefil bir mekanizma, kaftanın altına bakan çarklarla işleyen mekanik bir aksamdan başka şey bulamıyordu. Türk’ün doğaüstü güçlerle çalıştığını düşünen bile vardı!
Şahtı şahbaz oldu
Kempelen’in 1804 yılında ölümünden sonra, Türk’ü Johann Nepomuk Maenzel adlı gezgin gösterici aldı ve Avrupa’daki panayırlardan sonra Amerika’ya götürdü. Satranç şampiyonu Türk’ün ABD’deki ilk gösterisi, 1825 yılında Broadway’de yapıldı. 1840 yılından sonra kendisine duyulan ilgi 1 dolara inince, Philadelphia’daki Çin Müzesi’nde korumaya alındı ve 1845 yılında müzede çıkan yangına “mat” oldu.
70 yıllık ömründe robot Türk’ün satranç masasında yendiği ünlüler arasında, Benjamin Franklin ve Edgar Allan Poe da vardı.
Satranç şampiyonu robotu yeniden yaratmak fikri ise Padernborn’daki Heinz Nixdorf Müzesi küratörü Stefan Stein’da bir buçuk yüzyıl sonra hasıl oldu ve müze restoratörü Bernard Fromme’la birlikte Türk’ün sırrını çözdüler, tıpkısının aynısını yaptılar.
Deep Blue’nun atası Türk, mekanik aksamı elbette olağanüstü başarılı bir otomat, ama müthiş bir hilekârdı.
Hilesini çözmek, Stein ve Fromme ikilisinin 18 ayını aldı: Türk’ün içinde gerçek bir satranç oyuncusu gizleniyordu. İlk zamanlar bu oyuncu dâhi Baron Kempelen’den başkası değildi. Daha sonra yardımcısı Anthon ve başkaları... Gizli oyuncuyu doğru yerde, yani masanın içinde arayanlar kapağı açınca, kapakla birlikte çalışan mekanizmayla alt bölmeye kaydırılıyordu. Gizli oyuncu, masanın içindeki manyetik sistem sayesinde rakibin hamlelerini görebiliyor ve otomat Türk’ün elini kolunu çalıştırarak karşı hamleyi yapıyordu.
At binen yok ki Şah’a gidelim!
HNF müzesi yetkilileri, bu hilenin Türk’ün otomat önemini azaltmadığını, çünkü kullanılan mekanik tekniğin zamanın koşulları için olağanüstü, hatta bugün için bile şaşırtıcı olduğunu vurguluyorlar.
Bence çok da şaşırtıcı değil.
Birkaç kelimelik Almancasıyla Napolyon Bonapart’a, Benjamin Franklin’e “Schach!” çeken otomat, elbette Türk olamazdı.
21. yüzyılda bırakın robotunu, otomatını, satranç oynamayı bilen bir Türk var mı ki Trump’a, hele hele Putin’e “Şah!” çekebilsin!
Ama sürü sepet satranç masası var; içinde de ya Amerikalı, ya Rus ya da başka hilebazlar. Masanın başına diktikleri otomata, istediklerini söyletip oynatıyorlar.*
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
________________________
*Y.N. Bu haftayı tümüyle torunuma ayırdığımdan, siz değerli okurlarıma “Umudun Kırık Kanatlarında” (Destek Yayınevi, 2011) başlıklı kitabımdan bir bölüm sunuyorum. Tatilde sayınız, bağışlayınız.

Sigara cigara cüvere - ÖZDEMİR İNCE

Cumhurbaşkanı Erdoğan Rize’de “Baylar, bayanlar, içmeyin bu sigarayı. Cumhurbaşkanı olarak sevdiklerime diyorum ki, bu haramdır. Diyanet İşleri Başkanımız da söyledi. ‘Haramdır’ dedi. Niye? Kasaya, emanet-i ilahi olan bu vücuda zararı var mı? Var. Doktorlar da burada. Öyleyse haram” demiş.
R.T.Erdoğan’ın bu sözleri “sevdikleri için” kuşkusuz bir talimattır. Sevmedikleri için malumattır.
Bu değerli bilgiye teşekkür etmemek olmaz. Ben de veremden ölen Jules Laforgue’ın (1860-1887)  Orhan Veli Kanık  tarafından dilimize çevirilen CIGARA adlı şiiriyle teşekkür etmek istiyorum:

Evet, bu dünya tatsız, ya öteki? Palavra. / 
Boyun eğmişim kadere, yaşıyarak, bedbin./ 
Ölüm gelinceyedek, vakit öldürmek için, / 
İçerim, Tanrıların huzurunda, cığara./
Siz didinin, yarınki zavallı iskeletler; / 
Ben, gökyüzüne doğru kıvrılan mavi ırmak, / 
Uyurum bir hudutsuz dalgaya kapılarak. / 
Etrafta baygın kokulu buhurdanlar tüter.//
Cennetteyim, çiçek açmış rüyalar aydınlık, / 
Tuhaf, garip valsler içinde karma karışık; /
Sivrisinek korolariyle bir fil akını./
Uyanırım nihayet dilimde mısralarım; / 
Sevinç içinde tatlı tatlı seyre dalarım / 
Nar gibi kızarmış sevgili başparmağımı.”
Lisede arkadaşlar helada sigara içerlerdi. Başmuavin “Fosbıyık” oraya ders aralarında baskın yapardı. Bazen ders sırasında sınıfta sigara araması yapılırdı. Ben o sırada sigara içmezdim. 1955 yılında, Mersin’de, lise son sınıfta iki dersten takıntılı gezerken, Fabrikalar Caddesi ile Hastane Caddesi’nin köşesinde bulunan Davut’un bakkal dükkânından Bafra paketi alarak sigaraya başladım. İçtiğim sigaralar arasında en iyisi sarı karton paketli Yeni Harman idi. İngilizlerin “Number 1” sigarasına benzerdi. Aynı yıl pipo içmeye de başladım. TRT Televizyonu’nda çalışırken günde üç paket içiyordum. Fransa’da Gitanes, Bastos içtim. Belçika’nın Celtic sigarası da iyidir. Yunanistan’a gittiğim zamanlar Karellia içerdim.
2000 yılı başında oğlumuz Tanbey  (Prof.Dr. MD. PhD) “Baba artık sigara içme” deyince “Olur içmem!” demiştim. O günden bu yana sigara içmiyorum. Oflayıp poflamadan sigarayı bırakmama şaşıran Ülker, “Sigarayı kolayca bıraktığına göre beni de bırakırsın” demişti. Birkaç yıl sonra, ölçülü sayılacak sayıda tekrar pipo ve puro (sigar) tüttürmeye başladım. Sağlık açısından hiçbir şikâyetim yok.
Üstadım büyük Yunan şair Yannis Ritsos, iyi sigara içerdi, sigara için Sol elimin altıncı parmağıderdi. Albaylar cuntası zamanında sigara içerek prostat ameliyatı olmuştu. Ameliyat olmak için lokal anestezi yaptıklarını söylemişti bana.* 
Bu vesile ile eski bir yazımdan bir alıntı yapacağım: “Bu yazıyı, sigara içenlerin hedef olduğu genel faşist baskıları protesto etmek için yazdım. Tütün içmeyen insanlarla bir arada olmaktan ben de hoşlanmıyorum. Artık kamuya açık yerlerde çok az bulunduğum için bu konuda hiçbir sıkıntım yok! Ancak kahve, lokanta, bar, meyhane gibi yerlerde, sigara içenler için konforlu özel bölümler hazırlanmasına  ya da tütün kullananlar için özel mekânlar açılmasına izin verilsin! Tütün kullananlar nasıl olsa geberip gidecekler. Sigara içmeyenlere uzun ömür dilerim. Bu arada hükümetin tütün üretimine izin verilip içilmesinin yasaklamasına da aklım ermiyor. (Hürriyet, 9 Ocak 2010)
AKP Genel Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzına bakarak sigara için “Haramdır!” demiş. Hz. Muhammed hayattayken “sigara” diye bir şey yoktu. Kuran’da ve hadislerde sigaranın “s”si yok. Haram kavramından hareketle ve tümdengelim yöntemiyle kimse sigarayı “Haram” ilan edemez. Din kimsenin yalancı şahidi değildir. Ancak bilimciler ve doktorlar sigaranın sağlığa zararlı olduğunu söyleyebilir. Gerisi cüvere tüttürenlerin bileceği iş…
Din adamlarının, dincilerin, İslamcıların ağzından çıkan haram sözcüğü benim için mürailikten başka hiçbir şey ifade etmiyor. Dünyanın gelmiş geçmiş bütün dinlerinin din adamları dinlerine ihanet etmişlerdir. İslamın din adamlarının ihaneti ise katmerli olup kendilerine bağlı eşeğimi bile emanet etmem.
Özdemir İnce / CUMHURİYET
*Özdemir İnce, Agios Ritsos, Ve Yayınevi, s.95

2 Kasım 2019 Cumartesi

Erdoğan'dan Özal taktiği - Miyase İlknur

Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbul’daki yetkilerini Saray’a bağlama girişimi, Turgut Özal’ın “Turizm Bölgesi” kararnamesini anımsattı. 1989’da İstanbul’u SHP’ye kaptıran Özal da seçimlerden iki ay sonra İstanbul’un Boğaziçi dahil neredeyse tüm turistik ve sahile bakan kıyı şeridini turizm bölgesi ilan ederek imar yetkisini belediyelerden alıp Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na bağlamıştı.

Boğaziçi’nde tüm imar yetkilerini Boğaz’a bakan dört ilçe belediyesi ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bırakmak istemeyen AKP hükümetinin, bu yetkileri, üyelerini cumhurbaşkanının atayacağı Boğaziçi Başkanlığı ile iki yeni kurula bağlayacak bir kanun tasarısı hazırlaması, tarihin bir kez daha tekerrür ettiğini gösteren bir hamle oldu. 


CHP’YE KAPTIRINCA

İstanbul Büyükşehir Belediyesi kendi partilerinde iken imar konusunda belediyenin yetkilerine dokunmayan hükümet, belediyeyi CHP’ye kaptırınca harekete geçti. 
Şehrin turistik bölgelerinde imar hareketleri ile bir gecede milyon dolarların kazanıldığı ve buna paralel olarak ödenen komisyonların da aynı ölçüde arttığı bu alanlardaki rant transferinden mahrum kalacak olmak AKP’yi fazlasıyla üzmüş olacak ki, daha önce 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın deneyip yargı duvarına tosladığı hamlenin benzerini yapma girişiminde bulundular.
1989 yılında İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Muğla, Aydın gibi illerde şehrin en gözde bölgelerinin imar planlarını yapma ve inşaat izni verme yetkilerini belediyelerden alarak Bayındırlık ve iskân Bakanlığı’na bağlayan bir kararname çıkarılmıştı. Hem de yerel seçimlerden sadece iki ay sonra. Yerel seçimler 26 Mart 1989’da yapılmış SHP, neredeyse bütün büyükşehir belediyelerini almıştı. 

İSTANBUL’U KAYBETMEK

Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı ve ANAP iktidarını en çok üzen ise İstanbul gibi rantın en yüksek olduğu bir ili kaybetmekti. Zira İstanbul’da başta Taksim’deki Park Otel, Dolmabahçe’deki Süzer’in Gökkafes’i, Zincirlkuyu’dan başlayarak Hacıosman’a kadar uzanan Büyükdere Caddesi’nin iki yakasındaki gökdelenler, Sarıyer’deki Uyum Villaları, Beykoz’daki Acarkent ve Beykoz konakları ile Sevda Tepesi, Akaretler’deki vakıf binaları, Maçka sırtlarındaki otel projeleri, Taşkışla’daki Hyatt Regency, Ataşehir’deki Anatepe Projesi, Taksim Talimhane’deki oteller bölgesi, Tarabya sırtları, Baltalimanı, Sultanahmet Meydanı, Gayrettepe, Çamlıca Tepesi, Sarayburnu’ndan havalimanına kadar olan sahil şeridi, Ataköy gibi alanlarda ANAP’a yakın iş insanları, müteahhitler ve Arap şeyhlerine, komisyonu peşin alınmış inşaatlar için sözler verilmişti. 

1989’DA YAPILAN ALENEN BİR YETKİ GASPIYDI

Cumhurbaşkanı Turgut Özal hem SHP’li belediyeyi cezalandırmak hem de ANAP’a destek olan iş insanlarının projelerini ve Arap şeyhlerine satılması planlanan yerlerin imar izinlerini riske atmamak adına bir kararname çıkararak bu bölgelerin imar planlarını yapma iznini belediyelerden aldı.
Bu alenen bir yetki gaspıydı. Aslında kararname ile yetki gaspı yapılan tek il İstanbul da değildi. Ankara’da Kızılay ve Atakule bölgesi, İzmir’de Alsancak, İnciraltı, Antalya’da Alanya, Belek, Lara, Gazipaşa, Kalkan, Kaş ve Güney Antalya bölgesi, Muğla’da Milas, Akbük ve Marmaris kıyı şeridi, Aydın’da Kuşadası ve Davutlar bölgesi, Ayvalık’ta Dolap Adası, Aksaray ve Nevşehir’de Kapadokya bölgesinin tümü, Tekirdağ’da Şarköy, Trabzon’a Uzungöl, Tonya - Erikbeli, Akçaabat - Karadağ, Mersin’de Erdemli, Sakarya’da Karasu bölgesi de söz konusu kararname ile Turizm alanı ilan edilerek plan yapma, değiştirme ve onama yetkisini anakent belediyelerinden alarak Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na bağlamıştı.
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın 3194 sayılı İmar Yasası’nın 9. maddesini değiştirerek yaptığı bu uygulama, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen’in açtığı dava sonucunda Danıştay’dan döndü.
Danıştay 6. Dairesi, iki yıl sonra görüştüğü dosyayı 2 Mayıs 1990’da karara bağladı ve Özal’ın bu girişimine “dur” dedi. Danıştay’ın İstanbul’un imar planları yetkisini bakanlıktan belediyeye iade etmesi üzerine diğer illerin belediye başkanları da dava açtılar.
Miyase İlknur / CUMHURİYET

Bitmeyen hastane yapmışlar: Gümüşhane Devlet Hastanesi - Murat AĞIREL

Türkiye'de az sayıdaki yatırımlar plansız programsız bir şekilde yapılıyor. Yapılan yatırımların çoğu da ne yazık ki betona gömülüyor. Bu programsız yapılan yatırımlarda kamunun uğradığı veya uğratıldığı zararlar var mı yok mu araştırıp yazıyorum.

Liyakatsiz şekilde sadece "benden-bizden" mantığı ile devlet kadrolarına yerleştirilen kişilerin yine aynı zihniyet ile iş yaptırdığı kişiler, firmalar sayesinde kamunun kaynakları düpedüz yağmalanıyor.

Çocuğuna pantolon alamayan bir babanın intihar ettiği, soğuktan ve açlıktan donarak ölen bebeklerin olduğu canım ülkemde, özel sektörde şirket kapısından giremeyecek düzeyde olan kişilerin plansız, programsız devlet adına iş yaptırdığı bir dönem yaşıyoruz.

Bu kadar kızgın, iç karartıcı bir girizgâh yapmak istemezdim. Ama bu anlattıklarıma uyan canlı bir örnekle karşılaştım.



Olay, Gümüşhane Devlet Hastanesi projesi kapsamında yaşanıyor.

Anlatayım…

Gümüşhane Devlet Hastanesi yapılması kararı alınıyor ve önce proje hazırlanması isteniyor. Gümüşhane Bağlarbaşı mevkisi belirleniyor. Hastane projesi çizim işi için Sağlık Bakanlığı (2011/44503 ihale kayıt numarası ile) ihaleye çıkıyor.

İhale pazarlık usulüyle yapılıyor. Proje çizim işini AC PROJE Mimarlık firması 43 bin TL bedel ile alıyor ve 31 Mart 2011 tarihinde sözleşme düzenleniyor. İş bitim tarihi olarak 11 Temmuz 2011 belirleniyor.

Proje çizildikten sonra yapım işine geçiliyor.

Hesap kitap yapılıyor ve yaklaşık maliyet olarak da 42 milyon TL belirleniyor. 2012 yılında ihale düzenleniyor. (İhale kayıt numarası 2012/38685). Açık ihale usulüyle 9 firma ihaleye katılıyor ama 4 firmanın teklifi geçerli sayılıyor.


38 milyon 872 bin TL teklif veren Aras İnşaat yarışı kazanıyor. Aynı firma devletten çok sayıda ihale almış. TFF Riva Projesi, Zonguldak Devlet Hastanesi, Etimesgut Hastanesi, Bilecik Devlet Hastanesi, Sincan Devlet Hastanesi gibi birçok projede firmanın ismi var.

Hastane 8 katlı, 200 yataklı 10 ameliyathane, 30 yoğun bakım ünitesi olacak şekilde projelendiriliyor. Fakat proje 38 milyon TL yerine 51 milyon TL'ye mal oluyor. İhale şartnamesindeki süreye göre de yapım işi 11 Ekim 2014 tarihinde bitmesi gerekirken inşaat 2015 yılında bitiyor.

İnşaata taşınma işlemi başlaması gerekirken bir sorun fark ediliyor. İnşa edilen hastane binasında ve zemininde çatlaklar oluştuğu gözleniyor.


Çünkü hastane yapılan arazi heyelan bölgesinde!

İnşaatı yapan firma ve yetkililer heyelan bölgesinde olan hastanenin kaymaması için çözüm üretmeye çalışıyorlar. Hastanenin kaymaması için fore kazık uygulaması yapmayı düşünüyorlar. Olaya Gümüşhane Valiliği el atıyor tabi.
Gümüşhane Üniversitesi'nden jeoloji, inşaat ve harita mühendisliği bölümlerinde görevli akademisyenlerle görüşüyor, ortak çalışma başlatıyor. Çalışma sonucunda hastane yapılan arazinin heyelan bölgesinde olduğu ve hastanenin hizmete girebilmesi için zemin güçlendirme ve heyelan önleme çalışmasının yapılması gerektiği sonucuna varılıyor. Hesaplamalar yapılıyor "ekstra" tam 40 milyon TL gerekiyor bu çalışma için.

Sağlık Yatırımları Genel Müdürlüğü Sağlık Bakanlığı Bakan Yardımcıları heyelan önleme yapım işi için 18 Ekim 2018 tarihinde ihale düzenliyor tekrar. (İhale kayıt numarası 2018/411508) Yaklaşık maliyet 50 milyon 952 bin TL belirleniyor. Açık usul ihaleye 11 firma katılıyor.

İhaleyi 39 milyon TL teklif veren Raymak Yapı İnşaat ve M.Y.S. Yol Yapım Madencilik adlı ortak girişim kazanıyor. İhale şartnamesinde süre olarak 14 ay yazıyor. 18 Ekim 2018 tarihinde sözleşme imzalanıyor. Yani sözleşmeye göre, işin 03 Aralık 2019 tarihinde bitmesi gerekiyor. Hadi diyelim onay süreci, itiraz süreci uzun sürdü ve projeye 3 ay daha geç başladı.

O zaman heyelan önleme işinin bitmesi için daha 4 ay var. Gümüşhane'de yaşayan kişilerle konuşmam sonucunda çalışmaların 2020 yılının son aylarına kadar bitmeyeceğini söylediler. Zaten projeyi yapan firma MYS Yol Yapım adlı firmanın internet adresinde de projenin 2020 Haziran ayında biteceği yazıyor.
Garip ama burası Türkiye…

Yani anlayacağınız bu inşaat daha çok su kaldırır. Olan vatandaşa oluyor.

Kamunun kaynakları işte bu şekilde heba edilmiş oluyor.

Projeyi yapan firma AC Proje. Sahipleri Mimar Umut Arda Öngören ile İç Mimar Gani Cihangir Gültaşlı. Bu firma arazinin zemin etüdünü neden yapmıyor? Gerçi projeyi çizen firmanın sahibi galiba işinden çok bitcoin ile kitap satma peşinde.
Kamunun uğradığı zararı kim ödeyecek? Sen, ben bizim oğlan.

Çocuğuna okul pantolonu alamadığı için intihar eden vatandaşların olduğu, açlıktan 40 günlük bebeğin öldüğü canım ülkemde bu da mı geçiştirilecek?

Bu olay da mı görmezlikten gelinecek?

Bu kadar kolay mı bir avuç insanın paramızı cebine atması?

Bu yapılan masrafların tamamı kusuru olan kişilerden tanzim edilmelidir. Hukuk önünde de hesap vermelidirler. Vermeliler ki kamunun 1 kuruşunun kutsal olduğunu anlasınlar, vermeliler ki bundan sonra kimse cesaret edemesin…
Olur mu?

Vicdanınız yanıt versin.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

1 Kasım 2019 Cuma

Latin Amerika’dan iki iyi haber - Korkut Boratav

ABD emperyalizmi, işbirlikçileri ve finans kapitalin bezirgânları için geçen Pazar, Latin Amerika’dan iki kötü haber geldi: “Fernandez-Kirchner dönüyor; Evo Morales kalıyor…”

İlk haber Arjantin’den: Dört yıl önce spekülatif (“akbaba”) finans çevrelerinin saldırısına yenik düşen sol Peronist hareket iktidara döndü. 2007-2015’te Başkan olarak ülkeyi yöneten Christina Fernandez Kirchner, bu kez Başkan Yardımcısı olarak görev alıyor.

Peronistlerin başkan adayı da yardımcısı ile (tesadüfen) aynı adı taşıyordu:  Alberto Fernandez… Yüzde 47,8 oyla birinci geldi; ilk turda gereken yüzde 40 eşiğini aştığı için Başkan seçildi. 

Rakibi, 2015 seçiminde iktidara gelen, ABD’nin, neo-liberal çevrelerin gözdesi Mauricio Macri idi. IMF’den 56 milyar dolarlık kredi almış ve ülkesini çok ağır bir bunalıma sürüklemişti. Yüzde 40,7’lik oyla yenilgiyi kabul etti. 

İkinci haber Bolivya’dan: MAS (“Sosyalizme Gidiş Hareketi”) lideri Evo Morales, dördüncü sefer (ve ilk turda) Başkan seçildi.

Bu yakınlarda kaybettiğimiz Immanuel Wallerstein’in tanımladığı anlamda “dünya solu” için iki iyi haber… 

Arjantin’e ileride dönebiliriz. Bugün Bolivya’dan gelen “iyi haber” üzerinde duracağım.

Bolivya 2005: Morales Başkan seçiliyor
Evo Morales 18 Aralık 2005 başkanlık seçimini ilk turda kazandı. İktidara gelmesi, 2000-2005 yıllarında Bolivya’yı sarsan halk ayaklanmalarının uzantısı, bir anlamda sonucu olarak gerçekleşti. 

Ayaklanmalar, suyun ve doğal gazın özelleştirilmesi ile tetiklendi. Bolivya özgün (“yerli”) halklarının, eski maden işçilerinin yerleştiği başkent La Paz’ın El Alto varoşunda isyana dönüştü. 2000 ve 2003’te başkent bir süre kuşatıldı; ülkeyle bağlantısı kesildi. Ordu müdahale etti; altmışı aşkın emekçiyi öldürdü.

Ekim 2003’te Başkan Sanchez de Lozada istifa etmek zorunda kaldı. Başkan Yardımcısı Carlos Mesa görevi devraldı. 

Evo Morales, Aymara kökenli bir köylüdür. Koka üreticileri sendikasından MAS partisine katılan bir siyasetçi olarak bu mücadeleler içinde öne çıktı. 2005 başkanlık seçimini ilk turda yüzde 54’lük oyla kazandı. 2009 ve 2014 seçimlerinde oy oranını yüzde 60 eşiğinin üzerine çekti; ilk turlarda seçildi. 

20 Ekim 2019 seçim zaferi ile Morales, Latin Amerika’da “pembe dalga” olarak bilinen sol iktidarlar zincirinin Venezuela’dan sonraki “en kıdemli temsilcisi” konumunu korumaktadır. 

MAS hareketini ve iktidar deneyimini Marksist doğrultuda yorumlayan Alvaro Garcia Linera, 2006’dan bu yana Morales’in yardımcısıdır ve sicilinde gerilla liderliği suçlamasıyla beş yıllık bir mahkûmiyet yer almaktadır. 
   
Morales iktidarının ekonomik bilançosu
Evo Morales döneminin Bolivya’sını Chavez ve sonrasının Venezuela’sı ile karşılaştırmak anlamlı olabilir. 

Venezuela ham petrol, Bolivya doğal gaz zenginidir. İktidar sosyalist partilerdedir. 

İki ülkede de, neo-liberalizme ve ABD emperyalizmine karşı çıkmak stratejik öncelik oldu. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin tasfiyesi ise hedeflenmedi.

Uygulamalara göz atalım: Ham petrol ve doğal gaz üretimi millîleştirildi; ihraç gelirleri önemli boyutlarda halk sınıflarına dönük sosyal transferlere, eğitim, sağlık harcamalarına tahsis edildi. Ülkelere yerleşmiş ABD’nin müdahale aygıtları, üsleri kapatıldı. IMF programlarına son verildi. Latin Amerika’da ABD tahakkümüne karşı dayanışma örgütlenmeleri (Kirchner’lerin Arjantin’i, Lula’nın Brezilya’sı, Correa’nın Ekvador’u ile birlikte) oluşturuldu. 

Ham petrol ve doğal gaz fiyatlarının 2015 sonrasında gerilemesi Venezuela ve Bolivya’yı aynı doğrultuda etkiledi. Sonraki yıllarda ise iki ülkenin ekonomik göstergeleri tamamen farklılaştı. 

Venezuela, Obama’nın başlattığı ABD yaptırımlarının katkısıyla da ağırlaşan ekonomik bunalımın hâlâ içindedir. Bolivya ise dış açık vermeye başladı, ama büyüme temposunu sürdürebildi. Morales’in iktidar yılları olan 2006-2018 döneminde Bolivya’nın büyüme ortalaması yüzde 5,0’tir. En büyük dokuz Latin Amerika ülkesi içinde (Peru’yu izleyerek) ikinci sıradadır

İzlediğim kadarıyla Bolivya, neo-liberalizmin makro-ekonomik reçetelerinden ihtiyatlı bir tempoyla arınmaya özen gösterdi: Merkez Bankası kaynakları Hazine ile bütünleşti; kamu yatırımlarının finansmanında belirleyici rol üstlendi. Döviz piyasası denetlendi; rezerv birikimi gözetildi; ulusal paraya istikrar sağlandı. Maliye Bakanı Luis Arce ise kamu maliyesinde dengelerin korunmasına öncelik verdi. 

Doğal gaz bağımlılığını azaltmayı hedefleyen bir yatırım programı bu sayede  izlenebildi. Tarımda kendine yeterlilik ve mineral zenginliğini metal sanayi kollarına dönüştürme doğrultusunda önemli mesafe alındığı vurgulanıyor. Doğal gaz gelirlerinin gerilediği 2015-2018’de dahi yatırımların millî gelirdeki payı yüzde 21’i aştı. Morales’in iktidarı devraldığı dönemde ise sermaye birikim oranı yüzde 15 civarında seyretmekteydi. 

Tartışmalı 2019 seçimi 
Evo Morales 2019 seçimine on dört yıllık iktidarın yıpranma etkenleri içinde girdi. Sanayileşmeyi sürükleyeceği umulan madencilik yatırımları, tarımsal alanlara, tropik ormanlara taşmakta; MAS’ın kitle tabanının ön saflarında yer almış olan köylülüğün, özgün halkların tepkilerini tetiklemekteydi. 

Burjuva muhalefeti, büyük kentlerde örgütlüydü; “beyaz”, eğitimli, profesyonel küçük burjuvazinin sınıfsal, ırkçı reflekslerine dayanarak güçlenmekteydi. 
Morales’e dördüncü kez başkanlık kapısı aralayan bir referandum 2016’da (yüzde 51’lik bir oyla) reddedilmişti. Anayasa Mahkemesi, tartışmalı bir kararla referandumu geçersiz kıldı. İktidar, “demokrasiden sapma” suçlamaları ile yüzleşmek zorunda kaldı. 

Bolivya’da başkanlık seçiminin ilk turda sonuçlanması için en çok oy alan iki aday arasında on puanı aşan bir fark oluşması gerekir. Morales’in ilk turda önde yer alacağı biliniyordu. Sağcılar, farkın dar kalacağı ve Morales’in ikinci turda yenik düşeceği beklentisi içindeydi. (AKP’nin izlediği “başkanlığa kestirme geçiş” seçeneklerinden biri…)

Ne var ki, burjuva muhalefeti 2019 seçimine sicili lekeli, “yanlış” bir Başkan adayı ile girdi: 2000-2003’teki halk ayaklanmaları sırasında Başkan Yardımcısı olan Carlo Mena… Halk isyanını tetikleyen neo-liberal politikaların ve emekçi kıyımının sorumluluğunu paylaşan siyasetçi…

Mena’nın adaylığı, önceki üç seçimde Morales’i iktidara taşıyan varoş halkını, maden işçilerini, koka köylülerini ve taşranın özgün halklarını bir kez daha birleştirdi. Yüksek Seçim Kurulu kesin oy oranlarını ilan etti: Evo Morales %47,1; Carlos Mesa 36,5… Fark, 10,6 puandır; Evo’nun oylarında erime vardır; ama, gerekli eşik aşılmıştır.

Geçici sonuçlar açıklanırken, kırsal bölgelerin, tropikal taşranın oy dökümü gecikti. Başta on puanın altında seyreden fark, ertesi gün açıldı. Mesa taraftarları, “beyaz” kentliler, “hile var; ikinci tur…” sloganları ile meydanlara döküldü. ABD, Brezilya, Kolombiya ve (aynı gün Peronist adaya yenik düşen) Arjantin yönetimi, “ikinci tur…” çağrısında bulundu. ABD’nin yörüngesine girmiş olan OAS (“Amerika Devletleri Örgütü”) Genel Sekreteri de bu çağrıya destek verdi.  

Morales hızla yanıtladı: OAS yetkililerini ve doğrudan doğruya Mena’yı, seçimin uygulanmasını, sayım sonuçlarını birlikte denetlemeye davet etti ve son sözü söyledi: “Sonuç da bağlayıcı olsun.” 

Burjuva muhalefetinin ve ABD işbirlikçilerinin tepkileri herhalde hızla son bulacaktır. Kent meydanlarını “beyaz orta sınıf” kalabalıklarıyla doldurarak dört yıl önceki Brezilya’daki gibi bir “sivil darbe” girişiminin Bolivya’da tutmayacağı anlaşıldığı için…  

“Hile ve desise” ile tezgâhlanan bir sivil darbe girişiminin kent yoksulları, özgün halk ve işçi sınıfının örgütlü direnmesi karşısında başarısız olacağı (24 Ekim tarihli Financial Times tarafından dahi) öngörülüyor. Bu gazeteye demeç veren bir ilgiliye göre böyle senaryo gerçekleşirse, “Mesa bir yıl bile iktidarda kalamayacaktır” 

Bolivya’nın, emekçi örgütlenmelerinin düzeyi ve militanlık derecesi bakımından dünyanın en önde gelen toplumlarından biri olduğu söylenir. Bu ülke bu sayede, dünya soluna geçen Pazar “iyi bir haber” getirmiştir.

Korkut Boratav / SOL