9 Şubat 2020 Pazar

Opera’daki hayal - Mine G. Kırıkkanat

1860 yılında Fransa, henüz sömürgelerinin sefasını süren bir imparatorluktu. Mutlak muktediri Üçüncü 
Napolyon, Paris’in kalbi denebilecek bir mevkide “Emperyal Müzik ve Dans Akademisi” kurulmasını istedi.    
İmparatorun imar mimar işlerinden anlayan inşaatçı kankası mı yoktu, ihalelerden komisyon almayacak kadar aptal mıydı bilinmez; akademi için “devlet proje yarışması” açıldı. Dünyadan ve Fransa’dan pek çok kallavi mimarın katıldığı yarışmada projeler jüriye isimsiz, ama birer rumuzla sunuluyordu.
 Kazanan “Çok isterim, az beklerim” rumuzuyla katılan Charles Garnier’nin projesi oldu.
Garnier, 1848 Roma Mimarlık Proje Yarışması’ndaki birincilik ödülüne karşın o güne değin hiçbir kayda değer eser vermemiş bir mimardı. Ama 14 yıl süren akademi inşaatı sırasında, hem mimarlık hem de mühendislik açısından bir dâhi olduğunu gösterdi.
İnşaatın temeli kazılırken, arazinin Seine Nehri’ni besleyen bir ırmağa çok yakın olduğu ve kurulacak binayı sürekli su basacağı anlaşıldı. 
Mimarlık dehası
Charles Garnier, suyu kurutmak yerine bugün adını taşıyan opera -aynı zamanda müzik ve dans akademisi- binasının altına suni bir göl inşa etti, üstüne de muhteşem anıtını oturttu. Suni gölü, yangınlara karşı su haznesi olarak düşünmüştü.
Binanın inşaatı 1870’ten 1873’e kadar iç ve dış savaş yüzünden durdu. 1875 yılında Avrupa’dan gelen iki bin seçkin davetliye kapılarını açarken, kurdelesini Cumhurbaşkanı Mac Mahon kesti. Arada Fransa rejim değiştirmiş, ancak ne emperyal Paris’i, ne de akademi inşaatını yıkmayı kimse düşünmüştü. 
Dünyanın en ünlü yapılarından biri olan Garnier Operası, yazar Gaston Leroux’ya esinlediği “Operadaki Hayalet” romanıyla pek çok kez sinemaya aktarılır ve ihtişamıyla milyonlarca turistin gözlerini kamaştırırken; altındaki gözlerden uzak ve zaten yabancılara yasak göl, uzun yıllardan beri Paris itfaiyesinin sualtı antrenman sahası. İtfaiyecilerin yangında ölen her arkadaşları için bir balık bıraktıkları su havzası, zamanla pek çok tür balığın yaşadığı doğal bir sit olmuş.
Altında balıklar yüzer, üstünde balerinler uçar
Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle ve Kültür Bakanı Andre Malraux, 17 Şubat 1960 gecesi Peru Cumhurbaşkanı onuruna bir gala için Garnier Operası’na geldiler. Maurice Ravel’in Dafne ve Kloe adlı balesi ilk kez görücüye çıkıyordu. Dekor ve kostümleri Marc Chagall çizmişti. 
Müzik ve dansla arası pek olmayan, ama resimden çok iyi anlayan Andre Malraux, gösteri sırasında başını kaldırıp operanın kubbesine baktı. Ressam Jules Lenepveu’nün pek akademik freski, zamana yenilmişti.
Açılışından yüzyıl sonra, Garnier Operası’nın tarihi tavan yapmaya; daha doğrusu tavanı bir kez daha tarih yazmaya hazırdı.
Antrakt sırasında devlet erkânı bir araya geldiğinde, Peru Cumhurbaşkanı’nın Marc Chagall’in çizdiği dekor ve kostümlere bayıldığı anlaşıldı. Andre Malraux, Chagall’e dönüp: “Operanın kubbesini yeniden resimler misiniz” diye sordu.
Malraux, kırk yıldır tanıdığı ressamın hem sanatına, hem de kültürüne hayrandı. Andre Malraux’nun seçkin bir aydın olduğu düşünülürse, bu hayranlığın değeri daha iyi anlaşılır.
Marc Chagall, sipariş işlerden hiç hoşlanmaz, hatta nefret ederdi. 77 yaşında, dünyaca ünlü bir sanatçıydı, kendini kanıtlamaya hiç ihtiyacı yoktu. Ama Garnier Operası’nın kubbesi “Beyaz Rus” kanını kaynatmıştı. Zaten dostu Malraux’ya da “hayır” diyemezdi. Günlerce uyumadı, karın ağrılarıyla kıvranıyordu. Sonunda eşinin, “Kırkayak gibi debeleneceğine otur ve çiz, belki bir şeyler çıkar!” ültimatomuyla çalışmaya başladı.
Yaş yetmiş, badana boya bitmemiş
Her şeyiyle klasik opera kubbesinin modern resmin öncülerinden Marc Chagall’e teslim edilmesi, sanat çevrelerinde büyük bir şok yarattı. Öylesine sert eleştiriler yapıldı ki, iki yıl sonra resmiyete dökülen sipariş sözleşmesine, orijinal tavanın korunması ve Chagall’in resmedeceği tuvallerin üzerine yapıştırılması şartı konuldu.
Marc Chagall, 220 metrekarelik kubbeyi kaplayacak tuvaller üzerinde çalıştığı bir gün, öğle yemeğini bir bistronun tezgâhında yiyordu. Üstündeki iş tulumunda tabii ki boya lekeleri vardı. Bistroya iki badanacı girdi, kendileri gibi badanacı sandıkları Chagall’in yanına yerleştiler. Selamlaştılar. Badanacılardan biri, “Nereyi boyuyorsun” diye sordu. Yaşlı ressam hiç bozuntuya vermeden, “Opera’nın tavanını!” dedi. Öteki badanacı bir ıslık koyverip, hayranlıkla başını salladı: “Bu yaşta helal olsun, kallavi iş almışsın!
Marc Chagall’in büyülü fırçasıyla gençleşen kubbe, 1964 yılında törenle açıldı.  
Muzip ressam, 12 büyük bestecinin eserlerine gönderme yaptığı soluk kesici güzellikteki dev freskine, bir pencereden bakan Andre Malraux ve dansçılar arasına da kendi suretini yerleştirmeyi ihmal etmemişti. 
Garnier Operası’nın tavanı, 98 yaşında dünyamızdan ayrılan büyük ustanın başyapıtı sayılıyor. 
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET




(*) Y.N.: Değerli okurlarım, 15 Şubat Cumartesi günü saat 15’ten öteye Caddebostan Kültür Merkezi’ndeki taptaze Kırmızı Kedi Kitabevi’nde kitaplarımı imzalayacağım. 

8 Şubat 2020 Cumartesi

Akademik Özgürlük paneli: Kalanların da gitmiş gibi hissettiği bir üniversite - Müzeyyen Yüce

"Akademik Özgürlük" panelinde konuşan Korkut Boratav, "Devlet, giderek gaddarlaşıyor. Ama er ya da geç ihraçlara sebep olan kişileri tazminata mahkum edeceksiniz, mücadeleye devam" dedi. Sevilay Çelenk, "Üniversitedeyken de kendimizi sürgün hissediyorduk. İhraçlar sürgünleri somutlaştırdı. Kalanların da gitmiş gibi hissettiği bir üniversite" derken, İnan Özdemir Taştan da "Her 10 akademisyenden biri mobbinge maruz kalıyor" diye konuştu.

Eğitim Sen, Ankara Dayanışma Akademisi, İnsan Hakları Okulu ve Mülkiyeliler Birliği, akademisyen cübbelerinin polis postallarının altında ezildiği, 10 Şubat 2017’de gerçekleştirilen “Büyük Buluşma”nın yıl dönümünde ortak bir panel düzenledi. Mülkiye Kültür Merkezi Prof. Dr. Oral Sander Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen panele, Korkut Boratav, Sevilay Çelenk ve İnan Özdemir Taştan konuşmacı olarak katıldı. Panelin moderatörlüğünü Eğitim Sen Ankara 5 Nolu Üniversiteler Şubesi Başkanı Meltem Kayıran yaptı.


“Akademik Özgürlük” paneli açılış konuşmasını yapan Meltem Kayıran, akademisyenlere dönük ihraçlara ve baskılara dikkat çekerek, son 3 senede ortaya konulan mücadelenin uluslararası akademik özgürlük boyutuna taşındığını söyledi. Kayıran, 179 ülkeden 32 milyon eğitimci üyesi bulunan Eğitim Enternasyonali’nce, 10 Şubat’ın “Dünya Akademik Özgürlük Günü” ilan edildiğini söyledi.
BORATAV: BİZLER, 4 KUŞAK ÜNİVERSİTEDEN TASFİYE EDİLDİK
Prof. Dr. Korkut Boratav, üniversitelerdeki tasfiyeleri aile olarak yaşayan biri olduğuna hatırlatarak, söyle konuştu:
“Ben bir aile olarak üniversite tasfiyelerini yaşamış bir kişiyim. Aslında bizler 4 kuşak tasfiye edildik; ben, babam, öğrencilerim ve öğrencilerimin asistanları… Babamı mevcut pozisyonunda 3 kez attılar. Eski Cumhuriyet daha az gaddardı. Babamı her attıklarında sokağa atmadılar. İlk atıldığında liseye öğretmen olarak atayacaklarını söylediler. Şimdi öyle değil. Devlet, giderek gaddarlaşıyor.”
‘İHRAÇLARA SEBEP OLANLAR TAZMİNATA MAHKUM EDİLECEK’
Akademide yaşanan ihraçlara ilişkin sorumluların kim olduklarının belli olduğunu, er ya da geç hukukun işletileceğini söyleyen Boratav, “Mücadeleye devam edin. Er ya da geç buna sebep olan insanları tazminata mahkum edeceksiniz. Hukuk, gaddar insanlar için hortlayacak” dedi.
ÇELENK: KALANLARIN DA GİTMİŞ GİBİ HİSSETTİĞİ BİR ÜNİVERSİTE
Ankara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde görev yaparken ihraç edilen Gazete Duvar Yazarı Doç. Dr. Sevilay Çelenk, “Akademide Özgürlük” kavramını “gitmek” ile “kalmak” üzerinden irdeledi.
Akademide son 10 yılı “askıda kalma” olarak değerlendiren Çelenk, “Ben Korkut hocamızın öğrencisi oldum. İnan ise benim lisans zamanlarından öğrencim. İhraç edilmiş 3 kuşak bir aradayız. Kalma ve gitme meselesini konuşuyoruz. Son 10 senemizi düşündüğümüzde, her gün biraz daha hayal ettiğimiz üniversite ile gerçek üniversite arasında farkın açıldığını gördüğümüz yabancılaşma yaşadık. Üniversitede olduğumuz zamanlarda da ne kadar özgürdük, bunu düşünmek lazım. Bizler zaten üniversitedeyken de kendimizi sürgün hissediyorduk. İhraçlar sürgünleri somutlaştırdı. Kendi üniversitelerimize adım atamıyoruz. Kalanların da gitmiş gibi hissettiği bir üniversite” diye konuştu.
‘ÜNİVERSİTEDE TASFİYE DEVAM EDİYOR’
Akademide kalanlar için her türlü mobbingin uygulandığını, tasfiyelerin devam ettiğini belirten Çelenk, “Üniversitede kalanlar için her türlü mobbing hortladı. Bizden sonra birçok arkadaşımız baskılara karşı emekli oldu. Sözleşmesi yenilenmeyen akademisyenler var. Yani tasfiye süreci devam ediyor. Akademik özgürlük bizim işimizden olmak ile yüzleştiğimiz bir durum” dedi.
TAŞTAN: TÜRKİYE’NİN AKADEMİK ALANI DARALTILIYOR
İhraç edilen akademisyenlerden İnan Özdemir Taştan ise, İnsan Hakları Okulu’nca, OHAL döneminde Türkiye’de akademik özgürlüğe ilişkin hazırladıkları, “Türkiye’de Akademinin OHAL’i; Baskı, Oto-Sansür, Mobbing” başlıklı raporu sundu. Araştırma sürecinde yoğun bir baskı ve korku ikliminin mevcut olduğunu ifade eden Taştan şunları söyledi:
“Yöneticilerin keyfi uygulamaları, soruşturmalar, cezalar ve baskılar mevcuttu. OHAL dönemi, yöneticilere geniş bir alan açtı. Bugün, her 10 akademisyenden biri mobbinge maruz kalıyor. Sendikal haklar ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde ciddi baskılar var. Görüştüğümüz akademisyenler, OHAL döneminde en çok can güvenliğinden endişe ediyordu. Bu kadar güvencesiz bir ortamda üniversitelerde biat kültürü, particilik, cemaatleşme, kişiler bağlar gelişmiş durumda. Her 7 akademisyenden biri ya işinden atılmış ya da iş yapamaz hale getirilmiş. Akademisyenlerin yüzde 49’u KHK ile kamu hizmetinden atılma korkusu yaşamış. OHAL döneminde akademide otosansür arttı. Türkiye’nin akademik alanı daraltılıyor.”
Müzeyyen Yüce / duvaR.

Siyasal İslamcı Teodise - Deniz Yıldırım

Kötülük sorunu eskiden beri felsefi tartışmaların odağında yer alır. Hatta kötülüğün kaynağını açıklama mücadelesi, dünyevileşme ile uhrevileşme geriliminin de merkezindedir. Batı düşüncesinde bu gerilim uzun sürmüş, Aydınlanma devrimleriyle birlikte belirli oranda çözüme kavuşturulmuştur. 
Tartışmanın kaynağında, yaşanan olumsuzlukların ya da kötülüklerin kaynağını açıklama mücadelesi yatar. Belki de bu anlamda fitili ateşleyen eser, 17. yüzyılda filozof Leibniz tarafından kaleme alınan Teodise’dir. 
Tanrı ve adalet sözcüklerinin birleşiminden oluşan bu sözcüğü, “İlahi Adalet” olarak anlayabiliriz. Leibniz, mevcut dünyanın tüm kötülüklerine rağmen, mümkün dünyaların en iyisi olduğu düşüncesinden hareket etmişti.  
Ancak Leibniz’in bu düşüncesinin gerçek anlamda tartışma konusu olması, 1755’te Lizbon’u vuran depremle birliktedir. Binlerce insanın yaşamını yitirdiği, şehrin neredeyse yok olduğu bu depremden sonra, başta Voltaire gibi Aydınlanmacı düşünürler tarafından olmak üzere, Leibniz’in yaklaşımına eleştiriler yoğunlaşır.
Burada Aydınlanmacı eleştirinin merkezinde özetle şu sorgulama yatar: “Madem Tanrı her türlü kudrete sahiptir; dünya yüzeyinde bunca kötülüğün gerçekleşmesine niye izin vermekte, neden engellememektedir? Mesele ahlaki çöküntü ya da iman yoksunluğu karşısında bir imtihan ya da uyarı ise ahlaki çöküntü ya da iman yoksunluğu bakımından Lizbon’dan çok daha kötü yerler yok mudur?”
İslam fikir dünyasında da Teodise ya da “mümkün dünyaların en iyisi” tartışması yaşanmıştır. En bilineni, Gazali ile İbn-i Rüşd arasındadır. Bu aslında daha genel anlamıyla, “iman ile felsefe birbiriyle çelişir mi?” tartışmasıdır. Endülüslü İbn-i Rüşd, bu noktada İslami teodise anlayışına felsefe savunusuyla yanıt üretir. Öyleyse İslam geleneğinde teodise karşıtı tartışma, Batı’daki canlanıştan epey önce başlamış, yazık ki sürdürülememiştir.
Şimdi yeni bir tür teodise ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu, Siyasal İslamcı teodisedir. Batı’daki teodise, dünyadaki kötülüklere bakarak Tanrı fikrini sorgulamaya kalkanlara karşı bir savunma mekanizmasıydı. Emekleme halindeki demokratik çağ öncesinin, egemenliğin hâlâ ilahi olarak meşrulaştırıldığı dönemin ürünüydü. Bizdeki yeni teodise ise, demokrasi ve halk egemenliği çağında dünyadaki kötülükleri, fenalıkları bu dünyayla açıklamama, ihmali olan yönetici sınıf mensuplarının dünyevi sorumluluğunu ilahi otoriteye atma arayışıyla inşa ediliyor. Bu açıdan Batı’daki teodise tartışmasından farklıdır.
Bizdeki Siyasal İslamcı teodise, uhrevi görünmekle birlikte oldukça dünyevi bir nitelik taşıyor. Zira bu dünyadaki iyilikleri, güzellikleri yöneticilere; fenalıkları, kötülükleri ise dine, ilahi otoriteye yüklüyor. Esenyurt’ta AVM inşaatında çadırda kalan, ısınmak için soba yakarken can veren 11 işçi için “Kader mi? Evet, kader” diyorlar. Soma’da 301 işçi ihmalle, kâr hırsıyla, denetimsizlikle göz göre göre yerin altında can veriyor; “Bu işin fıtratında var” diyorlar. Mecidiyeköy’de rezidans inşaatında 10 işçi can veriyor; “şehit” diyorlar. Tıpkı Elazığ depreminden sonra yaptıkları gibi. Diyanet de “Deprem kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır” sözüyle tamamlıyor tabloyu.

Farklar

Batı’daki teodise, dinden uzaklaşmayı önlemek içindi. Bizdeki siyasal İslamcı teodise ise halkın iktidardan uzaklaşmasını önlemek için kuruluyor. İktidarın hataları, yanlışları nedeniyle dünyevi siyaset konusunda eleştirileri artan inançlı kesimleri; insan hatalarını, yanlışlarını kadermiş, ilahi bir emirmiş gibi göstererek iktidar çizgisinde, denetiminde tutma görevinin uzantısı bu yeni teodise. Bu yüzden de her Müslüman, siyasal İslamcı değildir. Ayırmak gerek.
Bir fark daha var: Batı’da teodise tartışmasının tarafları da filozoftu. Bizdeki teodise, felsefeyi doğrudan dışarıda bırakıyor, neredeyse yasaklıyor. İlahiyat fakültelerinin programlarından dışlanıyor, ilk ve ortaöğretim programlarında varla yok arası bir ezber dersine indirgeniyor felsefe. Bilinçli elbette. Öyleyse siyasal İslamcı Teodise, İbn-i Rüşd gibi İslam aydınlarının izinde olmayan, düşünmeyi yasaklayan bir anlayışı yerleştirmek istiyor.
Siyasal İslam bunu yaparak dine mi iyilik yapıyor, kendisine mi? İyilikleri bu dünyadaki yöneticilerle, kötülükleri ilahi kararla açıklayanlar, insanları dine yaklaştırıyor mu, uzaklaştırıyor mu? Gerçekten samimi dindar herkesin sorması gereken soru budur.
Bu dünyanın “mümkün dünyaların en iyisi” olduğuna, şükredip “kaderdir” diyerek eleştiride bulunmamak gerektiğine bizi inandırmak isteyenler; mal, mülk, servet, gösteriş, ihtişam ve makam yığınakları yapmaktan niye geri durmuyor? 
İşte Türkiye’nin yeni aydınlanma mücadelesi tam da bu sorularla başlayacak. Yeni aydınlanma, inançları da istismardan kurtaracak. Var mıdır başka yolu?
Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

7 Şubat 2020 Cuma

Finansal kapitalizm: Bir analiz - KORKUT BORATAV


Değerli meslektaşımız Yılmaz Akyüz’ün bir makalesi 24 Ocak 2020 tarihli Inter Press Service’te İngilizce yayımlandı. Başlığını Türkçeleştiriyorum: 
Eşitsizlik, Durgunluk ve İstikrarsızlık: Finansal Kapitalizmin Yeni ‘Normal’ Hali


Kapitalist dünya ekonomisinin güncel durumuna ışık tutan özlü, güzel bir yazı… 
Bu yazıda Akyüz’ün önemli tespitlerini, birkaç yorum ekleyerek aktaracağım. İktisatçıların özgün metni okuyacaklarını umarım. 

Son on yılın ekonomik bilançosu
Kapitalist dünya ekonomisi 2008-2009’da sert bir kriz yaşadı. Akyüz’e göre, “gelişmiş ekonomiler bugün kronik bir talep yetersizliği ve durgunlaşma heyulası ile yüz yüzedir.” 

2010-2019’da ABD, tarihinin en uzun ekonomik genişleme evresini yaşadı. Ne var ki, geçmişteki tüm daralma / kriz aşamalarıyla karşılaştırılırsa son on yılda gelir, yatırım, istihdam göstergelerindeki düzelme, öncekilerin gerisinde seyretmiştir. Üstelik aşırı parasal genişleme önlemlerine rağmen… 

Akyüz, ABD dışındaki Batı ekonomilerindeki düzelme sürecinin daha yavaş ve çalkantılı olduğunu vurguluyor. 2019’da ise dünya ekonomisi finansal kriz sonrasındaki en düşük oranda büyümüştür ve küçülme öngörüleri yaygınlaşmıştır.

Geçen hafta bu köşede IMF’nin dünya ekonomisiyle ilgili son verilerini gözden geçirmiştim. Ortalama büyüme oranı yüzde 2,9’a inmiştir. Bu ortalamanın yüzde 2,5’e ulaşması dünya ekonomisinde “küçülme”nin başlangıcı olarak yorumlanır. 
Öte yandan kapitalist sistemin çevresinde yer alan iki büyük bölgede (Latin Amerika ve Orta Doğu’da) kişi başına ortalama millî gelirin düştüğünü de vurgulamıştım. Neoliberalizmin ağır reçetelerine ve emperyalizmin saldırganlığına muhatap olan iki coğrafya… Buralarda ağır krizden geçen ülkeler olmasaydı, bölge ortalamaları “eksi” çıkamazdı. 2019’un ülke istatistikleri yayımlandıkça “Güney” krizlerinin listesini, boyutlarını öğreneceğiz. 

Bölüşüm ve talep yetersizliği 
Kapitalist dünya ekonomisi bugün, yatırım ve millî gelir hareketlerinde durgunlaşma, düşük enflasyon, düşük faizler ve hızlı borçlanma özellikleri taşıyor. Yılmaz Akyüz’e göre bu özellikler kronik talep yetersizliği ile bağlantılıdır. 
Batı ekonomilerinde kalıcı bir durgunlaşma tespiti yaygındır; talep yetersizliğini öne çıkaran iktisatçılar da vardır. Akyüz, temel nedeni, “ücret payının gerilemesine ve servet dağılımında artan eşitsizliğe” bağlayarak çoğundan ayrılıyor. 

Akyüz’e göre ücret payındaki gerilemeyi iki gelişme belirlemiştir: Emek/sermaye karşıtlığını işçi sınıfları aleyhine dönüştüren neoliberal politikalar ve Batı ücret hareketlerini baskı altında tutan küreselleşme.

Batı ekonomilerinde enflasyon son tahlilde işgücü maliyetleri tarafından belirlenmektedir. Bu ülkelerin ücret hareketleri ise Çin’in, Hindistan’ın ve eski Sovyet blokunun küresel ticaret sistemiyle bütünleşmesinin etkisi altına girmiştir. Bu etken, uluslararası işgücü piyasasını hızla değiştirmiş; bu piyasada emek arzı, son kırk yılda (bir tahmine göre) 1,6 milyar yeni emekçinin katılımı ile genişlemiştir.

“Güney” coğrafyasının ortalama ücretleri, böylece, Batı ücret hareketlerini frenleyen bir etken olmuştur. Burada “Batı” ve “Güney” ücret düzeyleri arasında bir eşitlenme değil; Batı ekonomilerinde ücret payını aşağı çeken bir “mıknatıs etkisi” söz konusudur. 

Neoliberal politikaların ve uluslararası emek piyasasının ikili baskısının ABD’deki bir yansıması, Amerikan işçi sınıfının sendikalaşma oranının 2019’da yüzde 10,3’e, yani son yarım yüzyılın dip noktasına inmesidir. 

Finansallaşmanın sonuçları 
2008 krizi sonrasında FED ve Batı’nın diğer merkez bankaları deflasyona karşı savaş açtılar; enflasyonu bir-iki çentik yükseltme çabasına girdiler. Bunun için faiz oranlarını (hemen hemen) sıfırladılar ve astronomik parasal genişlemeye geçtiler. 
Sonuç alamadılar; zira, enflasyon (Friedman’ın iddia ettiği gibi) parasal etkenlerden çok baskı altındaki ücret düzeylerine bağlıydı. Akyüz, bugünün kapitalizminde ücretlerle faizler arasında yakın bir bağlantı olduğunu ileri sürüyor. Ücret payının gerilemesi enflasyonu aşağı çekmekte; merkez bankaları deflasyona son vermek (fiyat düzeylerini yukarı çekmek) için faiz oranlarını sıfırlamakta; ama sonuç alamamaktadır: 
Ücretler → enflasyon → faiz oranları
Niçin sonuç alamıyorlar? 
Parasal genişleme mal piyasalarına değil, finansal varlıklara kaydığı için… Merkez bankalarının pompaladığı likidite borsaya, şirket alımlarına (hisse senetlerine) bağlanmış; servet eşitsizliklerindeki tırmanmayı beslemiştir. Sadece 2019’u örnek verelim. ABD’de hisse senedi endeksleri 2019’da yüzde 30 yükselmiştir. Aynı yıl (cari fiyatlarla) ABD millî gelirindeki artış yüzde 4 ile sınırlı kalmıştır. Servet/gelir oranlarında böylesine şişme hayra alamet değildir. 
Yılmaz Akyüz bu dönüşümü finansallaşma olarak adlandırıyor ve talep yetersizliğine yol açan etkenlerden ikincisi olarak ileri sürüyor: “Finansallaşma servet dağılımında eşitsizliği ve talep yetersizliğini beslemiş; kaynakları verimsiz kullanımlara yönlendirerek büyüme potansiyelini de geriye çekmiştir.”

Finans kapitalin (başta rantiyelerin) sabit sermaye birikimine yönelme eğilimi zayıftır. Ücretlerin bastırılması kârları yukarı çeker; ne var ki, artık-değer oranının yükselmesi talep yetersizliğini telafi edemez. “Zira, ücretler toplam talebin en önemli öğesidir. Ücretlerin bastırılması, böylece, artık değerin realizasyonu ile ilgili klasik Marksist soruna yol açar. Borçlanma maliyetinin düşüklüğü dahi yatırımları canlandıramaz.” Yılmaz Akyüz’ün Keynes’e de değer veren bir iktisatçı olduğunu biliyoruz. Nitekim ekliyor: “Keynes de işsizliğe çare olarak ücretleri düşürme önerisini reddetmişti.”

Borç tuzağı ve ek sorunlar
Akyüz, durgunlaşmaya karşı ihracatın bir çözüm olup olamayacağını tartışıyor. Bugünkü koşullarda bu “yöntem”, Çin’in yanı sıra iki büyük kapitalist ülke tarafından kullanılıyor: Almanya ve Japonya. Ne var ki, büyümeyi besleyen dış ticaret fazlalarının simetrik uzantısı, dış açık veren ekonomilerdir. 

Dış açıklarını ulusal parası ile ödeme ayrıcalığı ise ABD’ye özgüdür. Trump, bu ayrıcalığı umursamadı; Çin ve Almanya’ya (AB’ye) karşı ticaret savaşı açtı. Kronik dış açık veren “Güney” ekonomileri ise uluslararası sermaye akımlarına, dış borçlanmaya mahkumdur. Buralarda büyüme ivmesini sürdürmek dış kaynaklara, artan borçlanmaya bağlı olmaktadır. 

Borçlanma finansallaşmanın diğer boyutudur. Tahvillerin de beslediği finansal balonların şişmesi, sönmesi, patlaması kapitalizmin çevrimlerini oluşturur.
Böylece, Akyüz’e göre bugünkü dünya ekonomisi şu halkalardan oluşuyor: 

Küreselleşme → düşük ücret hareketleri → düşük enflasyon → artan finansallaşma → düşük faizler → artan borçlanma → finansal varlıklarda balonlaşma → finansal patlama, kriz

Yeni bir kriz ortamı oluştuğunda son on yılda hızla tırmanan borçların bir bölümü ödenemeyecektir. O koşullarda merkez bankalarının hareket alanı daha da daralacaktır: Faizler, daha fazla aşağı çekilemeyecek sınırdadır.

Sağlıklı çözüm: Bugünkü kapitalizm için “düzen dışı”
Kapitalizmin bugünkü çıkmazını aşmak için ne yapılabilir? Akyüz’e göre, “yapısal talep yetersizliğini ve ona yol açan temel nedenleri aşmak için Keynes’gil politikalardan daha fazlası gerekir.”

“Daha fazlası” nedir? Yılmaz Akyüz, sağlıklı bir çözümün öğelerini sıralıyor: 
  • Para matbaası tarafından ve artan-oranlı gelir-servet vergileri ile finansmanı sağlanan daha büyük bir devlet 
  • Üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin genişlemesi ve ekonomide daha fazla devlet kontrolü
  • Bütçe aracılığıyla millî gelirin yeniden dağıtılması
  • Emek ve sermaye arasında dengenin yeniden oluşturulması
  • Ücretlerin sürüklediği büyümeye geçiş
  • Finans kapitalin hizaya getirilmesi
Kıdemli ve devrimci arkadaşım Yılmaz Akyüz elbette bilmektedir ki bu öneriler kapitalist düzen açısından “devrimci” değildir. Olsa olsa geçen yüzyılın “Altın Çağı” özleminin dışavurumudur. Ama ciddiye alınmalıdır. 
Bugünkü kapitalizmin egemen bloku ise kapitalizmin geçmişinden esinlenen bu özlemleri dahi “düzen dışı” sayar; tartışmayı reddeder. O derecede gericilik içindedir. 

Korkut Boratav / SOL

6 Şubat 2020 Perşembe

Damadın enflasyon taklaları - ALPASLAN SAVAŞ


Ocak ayı enflasyon oranı 12,15 olarak açıklandı. Yükseliş Ekim ayından bu yana devam ediyor. 

2018 yılında rekor düzeye ulaşan aylık fiyat artışları, yıllık enflasyon oranlarını da yukarıya çekmişti. O sene Eylül’de aylık 6,3 yıllık 25,3 tepe oranlarını görmüştük. 
Sonra Ekonomi Bakanı Damat’ın enflasyonla mücadele adını verdiği taklalar başladı.

Tepe noktasının faturası dönemin TÜİK başkan yardımcısına kesildi. Yerine Damat’a yakınlığı ile bilinen bir başkası getirildi. 3 Ekim’de göreve getirilen “yakın” bir süre sonra kuruma başkan yapıldı.

Bu görev değişikliği enflasyona iyi geldi. Eylül/2018 tepe noktasından düşüş başladı. Yani esasen iktisatçıların düşüşün nedenleri arasında gösterdikleri “baz etkisi” öncesinde böyle bir “başkan etkisi” olduğunu söyleyebiliriz. İktisat ilmine Damat katkısıdır.




Katkının seyri yukarıdaki gibi oldu. Özellikle Haziran/2019 sonrası ivmeli düşüş, önceki yılın aynı aylarındaki aylık yüksek artış nedeniyledir. Baz etkisi dedikleri bu. 

Enflasyon taklasında TÜİK’ten sonra sıra Merkez Bankası’na geldi. MB’nin faizleri yeterince düşürmediğinden şikâyet eden Erdoğan, Temmuz ayında şiddetini arttırdı ve bankanın başkanını görev süresinin dolmasına daha on ay varken görevden aldı. Temmuz ayındaki bu görevden alma sırasında faiz 23,3 idi ve Ocak ayından o yana sadece bir puanlık düşüş olmuştu. Görevden alınan başkanın yerine yeni bir kanka bulundu. Ve hemen o ay, enflasyondaki gibi faiz de düşmeye başladı. Önce dört puan, sonra iki puan derken son olarak yılın ilk ayında 11,2’ye kadar geriledi. 

Damat enflasyonla mücadeleye faiz düşüşünü de eklemeyi başardığını söyleyerek böbürlenmeyi sürdürdü. Böylece “başkan etkisi” enflasyon düşüşüne ek olarak faiz indirimi aracı olarak da iktisat kuramındaki yerini perçinledi. 
Damat böbürlendi böbürlenmesine ama geçen senenin Ekim ayından itibaren enflasyon oranı yeniden artmaya başladı. Kayınpeder ile damadın “faiz lobisi enflasyona neden oluyor” diye birlikte yaygara kopardıkları günleri hatırlarsınız. 

Şimdi kim ayarı tutturamadı diye millet birbirine soruyor. MB mi faizi düşük açıklıyor, yoksa TÜİK mi? Yoksa her iki gösterge için yeni bir “başkan etkisi” daha mı lazım?

Şaka bir yana, Ocak ayı rakamlarından sonra esas tartışma konusu Damat’ın YEP’te ilan ettiği 8,5 ve MB’nin biraz daha altında revize ettiği 8,2’lik 2020 yılsonu enflasyon hedefinin tutturulup tutturulamayacağı.

Görünen o ki bu hedefin tutturulabilmesi için yeni taklalara ihtiyaç var. Bu konuda TÜİK hızla harekete geçmişe benziyor. Zira TÜİK, Ocak ayı enflasyonunu açıklarken 2020 yılı için sepet ağırlığını da güncelledi. Buna göre sepette önceki yıl zam şampiyonu olan sigara ve alkollü içeceklerin payı artarken gıda ve alkolsüz içecekler, giyim ve ayakkabı, konut, ev eşyası, ulaştırma kalemlerinin ağırlığı düştü. Bunun anlamı şu: Yeni sepet 2020 yılında dar ve orta gelirli ücretlilerin enflasyonu ile TÜİK’in enflasyonu arasındaki farkı açacak. 

Tamam, sigara ve alkollü ürünlerin sepetteki ağırlığının artmasında geçen yıl bu ürünlere gelen insafsız zamların da etkisi var. Ancak sadece bu bile, devletin vergi ayarlama kolaylığı olan ürünlerle enflasyon rakamına müdahale edebilmesini kolaylaştırdı.

Anladığınız damat taklaya devam edecek. Çakılana kadar.

Alpaslan Savaş / SOL


Efsanevi Hollywood yıldızı Kirk Douglas 103 yaşında hayatını kaybetti - SPUTNIK

Hollywood'un Altın Çağı'ndan geriye kalan son aktörlerinden biri olan ve zihinlere 'Spartacus' gibi filmleriyle kazınan ünlü oyuncu Kirk Douglas 103 yaşında yaşamını yitirdi.
ABD merkezli magazin dergisi People'ın elde ettiği açıklamaya göre, Douglas'ın kendisi gibi oyuncu olan oğlu Michael Douglas, "Kardeşlerim ve ben üzüntüyle açıklıyoruz ki, Kirk Douglas 103 yaşında aramızdan ayrıldı" ifadelerini kullandı.

Kirk Douglas kimdir?

Kirk Douglas, Gerçek ismi Issur Danielovitch Demsky'dir. 9 Aralık 1916, New York da doğdu. ABD’li aktör ve film yapımcısı. Aktör Michael Douglas’ın babasıdır. Annesi Bryna ev hanımı, babası Herschel ise serbest meslek sahibiydi. İkisi de şimdi Beyaz Rusya (Belarus) sınırları içerisindeki Gomel kentinden göçen Rus Yahudileriydi. Babasının kardeşi önceden göçmüştü ve kendisine Demsky soyadını almıştı, Douglas’ın ailesi de aynı soyadını benimsedi. Douglas bir süre Izzy Demsky olarak bilindi.
Kirk Douglas, yoksul bir aileden gelen ve 6 kızkardeşiyle birlikte olmaktan sıkıntı içindedir. Douglas değirmen işçilerine soğuk yiyecekler satarak harçlığını çıkartır. Daha sonra gazete dağıtıcılığı dahil çeşitli işlerde çalışır. Aktör olmadan önce kırktan fazla işte çalıştı. Lise yıllarında piyeslerde rol alır ve aktör olmak istediğini anlar. Okumak için parasız olmasına karşın St.Lawrence Üniversitesine bir yolunu bulup girer ve burs alır. Aldığı burs parasını geri ödemek için temizlikçilik ve bahçevanlık yapar. Ayrıca güreşe meraklıdır ve festivallerde para karşılığı güreşir. New York Drama Sanatları Akademisinde oyunculuk yetenekleri keşfedilir ve özel bir öğrenim bursu verilir. Sınıf arkadaşları arasında Lauren Bacall ve daha sonra eşi olacak Diana Dill vardır. Mezun olduktan sonra Broadway’de ilk rolünü aldı.
Douglas, ABD’nin 2.Dünya Savaşına girdiği 1941 yılı ile aldığı yaralardan dolayı ordudan ayrıldığı 1944 yılına kadar donanmada görev yaptı.
Sınıf arkadaşı Diana Dill’i 1943’de Life dergisinin kapağı olduğu sayıda gören Douglas donanmadaki bahriyeli arkadaşlarına onunla evleneceğini söyler ve 2 Kasım 1943’de evlenir.
Savaştan sonra Douglas New York’a döner ve radyo tiyatrosunda iş bulur. Arkadaşı Lauren Bacall sayesinde birkaç filmde rol alır ve beğeni kazanır. Önemli roller almaya başlar.
Douglas, 'Spartaküs' gibi 20. yüzyılın en önemli filmlerine imza atmış , önemli bir oyuncudur.
Douglas çevirdiği sekizinci film olan 'Şampiyon'da bencil ve sert bir boksörü canlandırır. Bu tür roller artık onun ayrılmaz bir parçası olacaktır. Başarılı olmak için biraz cesaretli olması gerektiğini anlar, film şirketleriyle yaptığı anlaşmaları feshederek annesinin adı olan 'Bryna Yapım' adlı bir şirket kurarak cesur işler yapmaya girişir.
Douglas 1950 ve 60’lı yıllarda çok ünlü bir oyuncu olarak zamanın önde gelen kadın oyuncuları ile birlikte sahne almıştır, bunlar arasında Lauren Bacall, Barbara Stanwyck, Doris Day, Jeanne Crain, Rhonda Fleming, Virginia Mayo, Lizabeth Scott, Laraine Day, Jane Wyman, Eleanor Parker, Lana Turner, Kim Novak, Susan Hayward, Janet Leigh ve Jean Simmons sayılabilir.
Aldığı birçok rol arasında 1951 yılındaki Along the Great Divide adlı filmdeki kovboy rolü için ata binmeyi ve silah kullanmayı öğrenecek ve birçok Western filmde başrolde oynayacaktır. Lonely Are the Brave (1962) filminde ise kovboy rollerinin zirvesindedir.
Douglas ayrıca birçok farklı askeri rolde oynamıştır. Bunların arasında Top Secret Affair (1957), Paths of Glory (1957), Town Without Pity (1961), The Hook (1963), Seven Days in May (1964), In Harm’s Way (1965), Cast a Giant Shadow (1966), ve Is Paris Burning (1966) sayılabilir. En çok bilinen rolü ise Paths of Glory’deki Albay Dax rolüdür.
Kirk Douglas’ın Vincent Van Gogh’un hayatını canlandırdığı Lust for Life (1956) filmi sanatçının iç çelişkilerini çok iyi yansıttığı için beğeni kazanmıştır.
Douglas çok önemli aktörlerin rol aldığı “Spartacus” (1960) filminde hem oyuncu hem de yapımcıdır. Bu filmin bir özelliği de McCarthyci komünist cadı avının sonucu olarak kara listeye alınarak iş verilmeyen Dalton Trumbo’nun projede çalıştırılması ve isminin jenerikte geçmesidir. Filmin yönetmeni Paths of Glory filminde beraber çalıştıkları Stanley Kubrick’dir.
1991 yılında bir helikopter kazasından yara almadan kurtulan Douglas 1996 yılında geçirdiği kalp krizi sonrasında konuşma yetisini kısmen kaybeder.
Douglas iki kez evlenmiştir, ilkin 1943 yılında Diana Dill ile olan evliliğinden aktör Michael Douglas ve yapımcı Joel Douglas dünyaya gelmiştir. Çift 1951 yılında boşanmıştır. Douglas sonra 1954 yılında Anne Buydens ile evlenmiştir. Yapımcı Peter Douglas ve aktör Eric Douglas dünyaya gelmiştir. Eric Douglas 2004 yılında aşırı dozda uyuşturucudan hayatını kaybetmiştir

Evlilikleri :

Diana Dill ( 2 Kasım 1943-1951 boşandı) 2 oğlu oldu (Michael Douglas ve Joel Douglas)
Anne Buydens (29 Mayıs, 1954-günümüz.) 2 oğlu oldu (Peter Douglas ve Eric Douglas)

Filmleri :

1. The Strange Love of Martha Ivers (1946)
2. Out of the Past (1947)
3. Mourning Becomes Electra (1947)
4. I Walk Alone (1948)
5. The Walls of Jericho (1948)
6. My Dear Secretary (1949)
7. A Letter to Three Wives (1949)
8. Champion (1949)
9. Young Man with a Horn (1950)
10. The Glass Menagerie (1950)
11. Along the Great Divide (1951)
12. Ace in the Hole (1951)
13. Detective Story (1951)
14. The Big Trees (1952)
15. The Big Sky (1952)
16. The Bad and the Beautiful (1952)
17. The Story of Three Loves (1953)
18. The Juggler (1953)
19. Act of Love (1953)
20. 20,000 Leagues Under the Sea (1954)
21. The Racers (1955)
22. Ulisse (U.S. title: Ulysses) (1955)
23. Man Without a Star (1955)
24. The Indian Fighter (1955)
25. Lust for Life (1956)
26. Top Secret Affair (1957)
27. Gunfight at the O.K. Corral (1957)
28. Paths of Glory (1957)
29. The Vikings (1958)
30. Last Train from Gun Hill (1959)
31. The Devil’s Disciple (1959)
32. Strangers When We Meet (1960)
33. Spartaküs (1960)
34. Town Without Pity (1961)
35. The Last Sunset (1961)
36. Lonely Are the Brave (1962)
37. Two Weeks in Another Town (1962)
38. The Hook (1963)
39. The List of Adrian Messenger (1963)
40. For Love or Money (1963)
41. Seven Days in May (1964)
42. In Harm’s Way (1965)
43. The Heroes of Telemark (1965)
44. Cast a Giant Shadow (1966)
45. Is Paris Burning? (1966)
46. The Way West (1967)
47. The War Wagon (1967)
48. Once Upon a Wheel (1968) (belgesel)
49. A Lovely Way to Die (1968)
50. The Brotherhood (1968)
SPUTNIK

Dört kişilik ailenin aylık gıda harcaması 2 bin 250 lira - YENİÇAĞ

Birleşik Metal İş Sendikası Araştırmaları Merkezi'nin (BİSAM) hesaplamalarına göre, dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenme için ayda en az 2 bin 250 lira gıda harcaması yapması gerekiyor.

Bisam Ocak 2020 dönemi için açlık ve yoksulluk sınırı verilerini hesapladı. Hesaplamaya göre dört kişilik bir ailenin sağlıklı bir biçimde beslenebilmesi için, günlük en az 74.99 lira, aylık 2.250 lira harcama yapması gerekiyor.

Buna göre yetişkin bir kadının sağlıklı beslenmesi için yapması gereken günlük harcama tutarı 19.32 lira, yetişkin bir erkeğin 19.97 lira, 10-18 yaş arası bir çocuğun 21.39 lira, 4-6 yaş arası bir çocuğun ise 14.32 lirayı buluyor. Bu verilere göre yoksulluk sınırı da 7 bin 782 lira oldu.



Günlük harcamalarda Ocak 2020’de en yüksek maliyet grubunu peynir/çökelek grubu 18.80 lira, et, tavuk ve balık grubu için yapılması gereken minimum harcama da 14.15 lira oldu.


Araştırma sonuçlarına göre;

- süt ve yoğurt için 9.35 lira,

- sebze ve meyve için 11,67 lira,

- ekmek için 4.83 lira,

- katı yağ için 3.93 lira,

- sıvı yağ için 1.34 lira harcama yapılması gerekiyor.

Ayrıca, yumurta için 0.96 lira, şeker, bal, reçel ve pekmez için ise 3.51 lira harcama yapılması gerekiyor.

Gıda harcamaları için, İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (İBBS) Düzey 2 Bölgeleri için de ayrıca hesaplandı. Buna göre sağlıklı beslenmenin maliyetinin en yüksek olduğu il 2 bin 444 lira ile İzmir olurken, İstanbul’da sağlıklı beslenmenin maliyeti 2 bin 406 lira, Ankara’da 2 bin 220 lira olarak belirlendi. 

YENİÇAĞ

5 Şubat 2020 Çarşamba

Sağlıkta devrim yaptılar: AKP’nin sağlık notu(I-II) - İLKER BELEK


(I)

İlker Belek, sağlıkta devrim yapan AKP'yi değil, AKP'nin yaptığı sağlık devrimini yazdı. Sağlık durumumuzu yaptığımız harcamaları, bilgisayarlı tomografi cihazlarımızı sayarak değil de, önemli sağlık göstergelerini kullanarak ölçtüğümüzde yapılan 'devrim' sağlığa pek yaramamış gibi görünüyor.

“Sağlıkta devrim yaptık.”
17 yılı geçen dönemin sağlıktaki sonuçlarını böyle özetliyor iktidardakiler.
Şehir hastanelerini, ülkenin her tarafını sarmış bulunan özel hastaneleri, sigortalıların istedikleri eczaneden ilaç alabilmesini, aile hekimliği sistemini, bilgisayarlı tomografileri, magnetik rezonans cihazlarını buna dayanak gösteriyor.
Bunların tamamı sağlıkta gelişme açısından önemsiz sayılabilecek şeyler değil elbette ama bir ülkenin sağlık durumu ve iktidarının sağlıktaki başarısı bunlarla ölçülmüyor. Daha somut, ölçülebilir kriterleri var.
Sağlıktaki başarı sağlık göstergeleriyle değerlendirilir. Bebek ölüm hızıyla, hasta başına ayrılan ortalama muayene süresiyle, sağlık personelinin ülke geneline nasıl dağıldığıyla, sağlık hizmeti için kullanılan finansal kaynaklarla…
En önemli sağlık göstergelerini kullanarak, AKP’nin mücadele ettiğini iddia ettiği sağlık sorunlarına odaklanarak Türkiye’nin sağlıktaki durumunu saptayacağız, AKP’nin “devrim” iddiasını bir dizi yazıyla sorgulayacağız.

Ülkelerin sağlıktaki durumunu ölçmek konusunda en iyi gösterge gelire göre beklenen bebek ölüm hızıdır.

Bebek ölüm hızında beklenen şey, ülkenin dünya liginde gelirdeki sırasıyla bebek ölüm hızındaki sırasının birbirine eşit ya da yakın olmasıdır.

Eğer ülkenin bebek ölüm hızındaki sırası gelirdeki sırasının gerisindeyse negatif, üzerindeyse pozitif sağlık performansından söz edilir.

Negatif performans ülkenin gelirini sağlık, sosyal refah, insani gelişme için kullanmadığını, başka işlerde çarçur ettiğini, birilerine yedirdiğini, gelirin sosyal alanlara giremediğini, gelir eşitsizliğinin yüksek olduğunu düşündürür.

TÜRKİYE'NİN PERFORMANS PUANI -23

Aşağıdaki tablo Türkiye’nin 192 ülkenin yer aldığı dünya liginde kişi başı gelir ve bebek ölüm hızındaki durumunu 2017 verileriyle gösteriyor.

 Gerçekleşen değerDünya Ligindeki Sırası
Bebek Ölüm Hızı (BÖH)1072.
Kişi başı gelir (Satın alma gücü paritesi)24,70249.


Türkiye’de BÖH binde 10 ve bu değerle dünya liginde 72. sırada; kişi başı gelir 24.702 Dolar ve bu değerle dünya liginde 49. sırada.
Türkiye’nin sağlıktaki performansı eksi 23 puan.

Bu çok büyük bir fark. Türkiye sağlıkta gelirine göre beklenen konumun tam 23 basamak gerisinde.

TÜRKİYE SAĞLIKTA GÜRCİSTAN, TUNUS, ERMENİSTAN SEVİYESİNDE

Eğer Türkiye, sağlıkta da gelirde olduğu gibi 49. sırada yer almış olsaydı bebek ölüm hızı binde 10,0 değil, 6,3 olacaktı. Türkiye’nin BÖH beklenenden tam %59 daha yüksek.

Bebek ölüm hızı Türkiye’ye yakın (binde 9,2-11,2 aralığında) olan ülkeler; kişi başı yıllık geliri 18.462 Dolar olan Arjantin (BÖH 9,2), 7.325 Dolar olan Gürcistan (BÖH 9,7), 10.564 Dolar olan Tunus (BÖH 11,2)’tur.

Bunların içinde geliri Türkiye’ye en yakın olan Arjantin ele alınsa bile, Türkiye’nin her yıl kişi başına 6.000 Dolar’dan daha fazla kaynağı heba ettiği ortaya çıkar.
Öte yandan örneğin Gürcistan’a bakarak BÖH’nı Türkiye’nin bugün sahip olduğu binde 10 değerine çekmek için 7300 Dolar kişi başına yıllık gelirin de yeterli olabildiği görünmektedir.

Sağlıkta devrim yaptığını iddia eden AKP’nin başarısı budur.

(II)

Türkiye sağlık harcaması payında OECD sonuncusu

Ulusal gelirden sağlığa ayrılan payın en düşük olduğu OECD ülkesi Türkiye. Üstelik yılar içinde sağlığın ulusal gelirden aldığı pay azalıyor.
“Sağlıkta devrim yaptık" diyen AKP'nın “devrim” iddiasını sorguladığımız dizi yazıya devam ediyoruz.

Sağlık harcaması ülkenin ve o ülkeyi yöneten siyasi yapının sağlığa verdiği önemin doğrudan göstergesidir.
Toplam sağlık harcamasının ulusal gelirdeki payı, kişi başı yıllık sağlık harcaması ve sağlık harcamasında özel ve kamu sektörlerinin payları önemli harcama göstergeleridir.

ULUSAL GELİRDEN SAĞLIĞA AYRILAN PAYIN EN DÜŞÜK OLDUĞU OECD ÜLKESİ TÜRKİYE

OECD ülkeleri her yıl ulusal gelirlerinin %8,8‘ini sağlık için kullanıyorlar. Oran ABD’de %17,1, Yunanistan’da %8,0, Polonya’da %6,5, Meksika’da %5,5.
Türkiye ise %4,2 ile ligin en gerisinde yer alıyor.
OECD ülkelerinde cari sağlık harcamasının ulusal gelirdeki payı için grafik şöyle:
                        Kaynak: Sağlık Bakanlığı Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018: 260

SAĞLIĞIN ULUSAL GELİRDEN ALDIĞI PAY AZALIYOR
Ama daha vahim durum, ulusal gelirden sağlık için ayrılan kaynakların oranının giderek azalması. AKP’li yıllarda oldu bu. Toplam sağlık harcamasının ulusal gelirdeki oranı 2002’de %5,2 idi, 2018’de 4,4’ye düştü. Eğilim 2011’den beri kesintisiz devam ediyor.

Yıllara göre toplam sağlık harcamasının ulusal gelirdeki payı (%) şöyle seyrediyor:
                          Kaynak: Sağlık Bakanlığı Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018: 259

SAĞLIK HARCAMASINDA KAMU PAYI DÜŞÜYOR

Yukarıdaki grafik çok önemli bir şeyi daha gösteriyor: Ulusal gelirde sağlık harcaması payındaki düşüş esas olarak kamu payındaki azalmadan kaynaklanıyor. 2011’den beri özel sağlık harcamasının ulusal gelir içindeki oranı %1,0 iken; kamununki %4,7’den (2009), %3,4’ye kadar indi (2018).

KİŞİ BAŞI SAĞLIK HARCAMASINDA SONDAN İKİNCİYİZ
2018 yılı kişi başı sağlık harcaması OECD ortalaması 3.994 Dolar (satın alma gücü paritesi cinsinden). Harcama Yunanistan’da 2.238, Polonya’da 2.056 Dolar. Türkiye ise 1.227 Dolar ile OECD liginde Mersika’nın önünde sondan ikinci sırada yer alıyor.

AKP Yunanistan’ın ancak yarısı kadar kişi başı bağlık harcaması yapıyor.

OECD ve diğer bazı ülkelerde yıllık kişi sağlık harcaması (2018) için grafik ise şöyle:

                                 Kaynak: OECD Health at a Glance 2019: 151

Özetle AKP sağlığa önem vermiyor, sağ popülist politikalarla şov yapıyor.

İlker Belek / SOL