7 Şubat 2021 Pazar

Parlak bir zekâ, güçlü bir irade: Mustafa Kemal + Mustafa Kemal’den harp tarihine miras üç ders - M.Birol Güger / Cumhuriyet

 



Parlak bir zekâ, güçlü bir irade: Mustafa Kemal

ABD Kara Kuvvetleri resmi yayın organı Military Review’de çıkan “Gelibolu Kayası. Mustafa Kemal’in liderliği” başlıklı makalede, Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’nda Türk kuvvetlerini zafere götüren liderliği ve uygulamaya koyduğu taktikler, Amerikan subaylarına bir ders niteliğinde tüm ayrıntılarıyla ele alındı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, İtilaf Devletleri’ne karşı, Alman İmparatorluğu’nun da dahil olduğu İttifak Devletleri’ne katılmasıyla birlikte zaten kötü olan durum daha da kötüleşmişti. Almanya’nın Paris’ten sadece birkaç kilometre uzakta olduğu ve Rusların da sahada bütün ordularını kaybettiği gerçeğinin ortaya çıkmasıyla birlikte, İtilaf Devletleri uzun süreli bir savaşa uzun bir süre dayanamayacağını anlamıştı. Kafkaslar’da Ruslar, Mısır ve Mezopotamya’da ise İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı sınırları boyunca birçok cepheye saldırdı. Bu çabalar başarılı olmasına olmuştu, ancak bir etki yaratamayacak kadar da yavaştı. Osmanlılar Rusları açlıktan öldürmekle tehdit ediyordu; Rusların mevcut tek limanı Kırım’dı ve dış dünyaya tek erişimleri doğrudan İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçiyordu. Kraliyet Donanması 1. Komutanı Winston Churchill, Rusya için suyollarını güvenli hale getirmek ve Türkiye’nin kalbine saldırmak için cüretkâr bir plan önerdi. İtilaf Devletleri, Çanakkale Boğazı’nda yer alan ve Osmanlı başkenti İstanbul ile Rusya’ya erişimi sağlayan Gelibolu adındaki küçük bir bölgeyi işgal edeceklerdi.

24-25 NİSAN GECESİ

Hazırlıklar, İngiliz donanmasının mart ayında sahildeki kaleleri bombalamasıyla, işgal ise bir ay sonra başladı. Türkler, 24 Nisan gecesi ufukta İtilaf Devletleri filosu ile uyudular; şafakta uyandıklarında ise sahilde ve daha da fazlası sahile ulaşmakta olan bir ordu buldular. Tüm harekâtın kaderi adeta ilk birkaç saate bağlıydı. Tek bir yanlış adım başarı veya başarısızlığı getirebilirdi. Ancak şans Türklerden yanaydı. Zira parlak bir zekâ ve güçlü bir iradeye sahip yetkin bir komutanları vardı. 5. ordunun bölgedeki tek ihtiyat kuvvetinin komutanı olan Mustafa Kemal, Arı Burnu’ndaki çıkarmalara yedi kilometre uzaklıktaki Bigalı’da bulunuyordu. Doğru zamanda doğru donanımla doğru yerdeydi, ancak bu tek başına zaferi garanti altına almıyordu. Bu noktada, önderlik, sevk ve idare kabiliyeti devreye girdi.

Mustafa Kemal, harekât sürecinde gerçekleştirilmesi gereken altı faaliyetten ilk beşini etkili bir biçimde gerçekleştirdi ve birliklerini motive ederek düşmanı durdurdu. Mustafa Kemal’in komuta faaliyetine yönelik güçlü kavrayışı, Çanakkale Savaşı’nın ilk saatlerinde durumun Türkler lehine dönmesini sağladı. Mustafa Kemal, oldukça karmaşık bir durumu başarıyla teşhis etti, başarı için gerekli olan koşulları görselleştirdi ve bunları da astlarına anlattı, bu şekilde birliklerini ve savaşı yönetti; cesur ama hırpalanmış bir düşman karşısında kendi pozisyonunu sürekli olarak gözden geçirdi.

‘GERİ ÇEKİLECEK BİR YER YOKTU’

Mustafa Kemal, işgale ilişkin herhangi bir istihbarata sahip değildi. Çıkarmadan sonraki ilk iki saat boyunca kolordu komutanından bu yönde hiçbir kılavuzluk almamıştı; sadece 9. Tümen komutanından aralıklı olarak raporlar almaktaydı. Halil Sami Bey’in tümeni, güneyde Cehennem Burnu boyunca savunma hattını elinde tutmaktaydı. 27. Alay’dan bir bölük ise hattın kuzey ucunda Arıburnu’nu savunmaktaydı. Sami Bey, 27. Alay’ın, Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusundan (Anzak) bir taburla kuzeydoğuya, Conkbayırı sırtlarına doğru hareket ettiğini bildirdi. Sami Bey, bunun bir aldatmacanın parçası olduğuna inanıyordu, ancak yine de Mustafa Kemal’den, 9. Tümen’in kuzey hattını güçlendirmek için taburlarından birini kaydırmasını talep etti. Mustafa Kemal, bu bölgenin bir ana çıkarma bölgesi olduğunu düşündü. Ayrıca araziyi o kadar iyi tanıyordu ki Conkbayırı boyunca uzanan üç sırtı kim kontrol ederse civardaki en yakın yerleşim yeri ve Türk savunması için de kilit konumda olan Eceabat’a erişimi kontrol altına alabilirdi. Bu hamleyi Anzak güçleri yaparsa denizden gelerek şehri ele geçirebilir, 5. Ordu’yu ikiye bölebilir ve Türk savunmasını saf dışı bırakabilirdi. Mustafa Kemal ne kadar Anzak askeriyle karşılaşacağını bilmiyor, ancak onları durdurmak için ne kadar kuvvete sahip olması gerektiğini iyi biliyordu. Kısıtlı miktarda istihbaratla kuvvetlerine hareket emri verdi. Durum çok kötüydü. Anzak güçleri, yarımadayı ikiye bölmek ve Conkbayırı’nın kilit bölgelerini ele geçirmek için birinci ve ikinci sırtlar boyunca saldırmaktaydı. Bu önemli arazinin kaybedilmesi, savunmanın başarısız olması ve Gelibolu’nun kaybedilmesi anlamına gelecekti. Mustafa Kemal, son durumu gözünde canlandırdı. Türk kuvvetleri savunma hattını korumak zorundaydı; geri çekilecek bir yer ve verecek bir toprak yoktu...

‘CEPHANENİZ YOKSA SÜNGÜNÜZ VAR’

Düşman, sahile uzanan sırtların üzerinde veya ötesinde bir mevzi oluşturamadı; öyle ki ancak hâkim bir tepe güçlü bir mevzi olabilir ve Anzakların hatlarını genişletmesine izin vererek takviye kuvvetlerin Türk savunmasına baskı yapmasına olanak tanıyabilirdi. Mustafa Kemal’in kuvvetleri Anzakları sahilde tutmak zorundaydı. O da bu hedef doğrultusunda ve ciddi bir hızla kuvvetlerini hâkim tepelere çıkardı.

19. Tümen, 5. Ordunun Eceabat bölgesindeki tek ihtiyat kuvvetiydi ve harekete geçebilmeleri için 5. Ordu Komutanı Orgeneral Liman von Sanders veya en azından 3. Kolordu Komutanı Esat Paşa tarafından hareket emrinin tebliğ edilmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal bu noktada, Anzak güçlerinin tepelere yaklaştığını görüyor ve emirleri beklemeye vakit olmadığını biliyordu. Doğrusu, kurmaylarını toplamak için bile yeterli zamanı yoktu; karargâhın onayını beklemeden saldırı emrini verdi. Önce 57. ve 77. alayların komutanlarını bilgilendirdi ve 72. alayı yedekte bıraktı. 19. Tümenin Kurmay Başkanı ise 77. Alay’ı bir araya getirme görevini üstlendi. 57. Alay zaten bir eğitim tatbikatı için sahadaydı, Mustafa Kemal de onlara katıldı. Astlarını, Arı Burnu sırtına yönelik saldırı ve Anzakları denize itmeyi öngören görev hakkında bilgilendirdi. Mustafa Kemal açık konuştu: “Düşmandan kaçış yok, düşmanla mücadele vardır. Cephaneniz yoksa süngünüz var. Süngü tak!” İlk müdahaleyi gerçekleştirenler onlardı ve Müttefik kuvvetlerin, sırtın herhangi bir bölümünü almasına izin veremezlerdi. Bir dağ bataryası ile takviye edilen alay, yarımadanın batısına doğru ilerledi.

DAĞ BATARYASI KEMALYERİ’NDE 

Mustafa Kemal, öncü birliklerle birlikte 180 Rakımlı Tepe (Baby 700) ve Muharebe Gemisi Tepesi’ne (Big 700) doğru yola çıktı. Yaklaşma sırasında, geri çekilmekte olan 9. Tümen’in 27. Alayı’ndan askerlerle karşılaştılar. Mustafa Kemal adamlarına baskı yaptı. Alay komutanı, zorlu arazide kuvvetleriyle temasını yitirmişti, bu nedenle, Mustafa Kemal emirleri tabur komutanlarına verdi. İlk tabur, Muharebe Gemisi Tepesi ve Havan Tepe’nin güneybatısına, ikinci tabur ise Muharebe Gemisi Tepesi üzerinden kuzey-kuzeybatı yönüne ve Cesarettepe’den aşağıya doğru saldıracaktı. Üçüncü tabur yedekti. Dağ bataryası, alayın arkasındaki Kemalyeri’ne yerleştirildi. Mustafa Kemal, 27. Alay’ı bozulmuş halde gördükten sonra, 57. ve 27. alayların arasındaki bölgeye 77. Alay’ı sevk etmek için Bigalı köyündeki karargâhıyla temas kurdu. Bu durumda, 5. Ordu bünyesinde yedek tek bir alay kalmıştı, diğerleri üst emir olmaksızın taarruz etti.

Mustafa Kemal, kolordu komutanıyla görüşmek zorunda kalmıştı. Esat Paşa’yı bilgilendirmek ve karşı karşıya olduğu kuvvetin Müttefik ana kuvvetleri olduğuna dair endişesini açıklığa kavuşturmak için Eceabat’a geri döndü. Esat Paşa günün ilk teyidinde Mustafa Kemal’in eylemlerini onayladı. Mustafa Kemal de 72. Alay’ı, nerede, ne zaman ve nasıl kullanacağına karar verinceye dek Bigalı’da tuttu. Savaşın ilk saatlerindeki açık ve net talimatları, Arıburnu’ndaki mücadelenin sürdürülmesini sağlamıştı. Eceabat’taki istişarelerin ardından savaşı yönetmek için yeniden ve aceleyle cepheye geri döndü.(Yazan: Binbaşı ErIc VendIttI)

                                                                       ***

Mustafa Kemal’den harp tarihine miras üç ders

ABD Kara Kuvvetleri resmi yayın organı Military Review’de çıkan “Gelibolu Kayası. Mustafa Kemal’in liderliği” başlıklı makalenin ikinci bölümünde, Mustafa Kemal’in Gelibolu zaferiyle dünya savaş tarihine armağan ettiği üç ders mercek altına alınıyor: İstihbaratın yokluğunda savaş, askerin azim ve kararlılığını yüksek tutma, önderliğin incelikleri...


Mustafa Kemal, savaşı sürdürebilmek adına bir şeye büyük önem atfetmişti o da tedbirdi. Elindekilere bakıldığında, sahip olduğu pek az şeyle, elinden geldiğince çok şey yaptığı ve bunu da doğru zamanda yaptığı için başarılı olduğu görülüyor. Öyle ki, savaşın ilk aşamalarından itibaren üst kademe komutanlarından hiçbir istihbarat veya rehberlik almamıştı; Sami Bey’in 9. Tümeni’nden elde edilmiş pek az işe yarar istihbarat vardı. İlerleyen Anzak kuvvetlerinin mesafesi ve yönü hakkında bilgi sahibiydi, ancak bundan da önemlisi, araziye son derece hâkimdi. Bölgeye hâkim olan arazinin değerini kavradı ve müttefiklerin eylem planını zihninde canlandırdı; açık istihbaratın yokluğunda manevra planını buna dayandırdı.

Mustafa Kemal, taburlarını ve alaylarını parça parça görevlendirdi, ancak bu üstlendiği riskliydi. Manevra planını ise daha ziyade ateş desteğine dayandırıyordu. İdeal bir plan değildi, ancak muharebenin o noktasında Türklerin sadece askere ihtiyacı vardı. 57. Alay öncü oldu; yaptıkları savunmanın temel amacı, tümenin geri kalanının savaşa katılımı için zaman yaratmaktı. Mustafa Kemal basit ve doğrudan emirler verdi: Sırt boyunca önden saldırı, müttefikleri denize itme, öngörülemezliği en üst düzeye çıkarma, basitlik ve eylemde şiddet. Verecek hiçbir toprak parçası ve geri çekilecek hiçbir yerleri yoktu. Mustafa Kemal, dağdaki topçu bataryasını Kemalyeri’nde konuşlandırmıştı; bataryanın öncü kuvvetlere dahil edilmesi kritikti. Batarya işgalcilere etkili bir şekilde ateş yağdırdı, Anzak birliklerini bastırdı ve ilerlemelerini durdurdu. O sırada 57. Alay Komutanı, kuvvetlerinin arazide nasıl da dağıldığını fark etmişti, Anzakların istismarına karşı son derece savunmasızlardı. Bataryanın konumu, 57. Alay’a tüm cephe boyunca son derece açık bir ateş alanı sunarken, alay komutanı, 1. Tabur’un karşısında konuşlu Anzak askerlerine karşı topçuları göreve çağırdı. Yoğun ateş, cesur bir karşı saldırı için zamanı yarattı.

‘SAVAŞMAYI DEĞİL, ÖLMEYİ EMREDİYORUM’

Mustafa Kemal, yedek kuvvetleri, hatlardaki boşlukları doldurmaya, savunmayı güçlendirmeye ve güneydeki 27. Alay ile bağlantı kurmaya ayırdı. Çeşitli manevralar ile alandaki pozisyonunu korudu. Yaptığı tüm hamlelerin amacı, bir konumu pekiştirmek ya da bir hattı güçlendirmekti. Böylelikle 57. Alay’ın 3. Tabur’u da hatlardaki yerini aldı. Ardından 77, 57 ve 27. Alay hatlarını birleştirdi, son olarak da günün geç saatlerinde bölgeye intikal edecek olan 72. Alay’a, 57. Alay’ın yok edilmiş hattını sağlamlaştırmasını emretti; savunmanın tüm kuvvetler için kilit önemde olduğunu iyi biliyordu. Buradaki başarısızlık hatların dağılmasını ve düşmanın güvenle Eceabat’a yönelmesini sağlayabilirdi. Anzaklar, savunmayı yarıya indirebilir ve Türkleri etraflıca yenebilirdi. Albay Joshua Chamberlain, neredeyse yarım yüzyıl önce Amerikan İç Savaşı sırasında, Pensilvanya yakınlarındaki Little Round Top’da benzer bir durumla karşılaşmıştı. Birlik hattının bir kanadını tutan Chamberlain’in başarısız olması durumunda Konfederasyon güçleri kanadı saracak ve General Robert E. Lee de savaşı kazanacaktı. Mustafa Kemal, savunmadaki bütünlüğün Arı Burnu’ndaki duruma bağlı olduğunu biliyordu. Mustafa Kemal iyi bir liderdi. Komutanlarının ondan ne istediğini, askerlerinin ne yapması gerektiğini ve onlara bunu nasıl yaptıracağını iyi biliyordu. Tüm emirlerinde askerlerine net bir yön çiziyor, bir amaç ve harekete geçmeleri için bir ilham aşılıyordu. Hiçbir emri, 57. Alay’a verdiği, “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” emrinden daha net değildi. 57. Alay’ın askerleri acımasız, göğüs göğüse bir karşı saldırıya atılarak bu emri en uygun şekilde yerine getirdi. Mühimmatsız ve sadece süngülerle donanmış bu askerler, son nefer kalıncaya dek savaştı ve müttefiklerin sahile bakan tepelere yaptıkları saldırıyı büyük bir bedel ödeyerek püskürttü.

‘GELİBOLU’NUN MUZAFFER KUMANDANI’

Aklını etkileyen başka bir faktör olmadıkça hiçbir insan bilerek ve isteyerek ölüme gitmez. Ancak Osmanlı kültüründe askerler için bir tür şeref kuralı vardı: Bir asker eve ya galip döner ya da görkemli bir şekilde şehit olurdu. İslam’ın merkezi olan Osmanlı İmparatorluğu için herhangi bir savaş kutsal, o savaşlara iştirak eden askerler de kutsal savaşçılar olarak kabul edilirdi. Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı seferlerinden Türkiye Cumhuriyeti mücadelesine kadar çeşitli komutanlıklarında bu tutuma birden fazla kez başvurmuştu. Ancak giriştiği tüm savaşlar arasında, 25 Nisan’da Arıburnu yamaçlarında 57 Alay’a verdiği emir, en kanlı ve en başarılı sonucu getirdi. Mustafa Kemal’in sözleri tüm alayın ortadan kalkmasına yol açmasına karşın işgali durdurdu, savaşı kazandırdı ve böylelikle Mustafa Kemal, Gelibolu’nun muzaffer kumandanı oldu.

25 Nisan’daki çatışmalar akşam karanlığının ardından sona erdi. Her iki taraf da tükenene dek savaştı. Anzak komutanı General William Birdwood, birliklerinden geri çekilmelerini talep etti. General Ian Hamilton ise bunu reddetti. Bu durumu dokuz aylık acımasız bir göğüs göğüse siper savaşı izledi. Ocak 1916’da müttefikler yarımadayı boşalttı ve Çanakkale Savaşı sona erdi. Osmanlılar, kendi topraklarında Müttefiklerin olanca gücüne karşı dayandı ve sağlam durdular. Böylelikle Çanakkale, imparatorluğun diğer cephelerdeki yenilgiler dizisini tek başına gölgede bırakan bir zafer oldu. Çanakkale harekâtının baş savunucusu Winston Churchill, fiyasko yüzünden işini kaybetti. Gelibolu kahramanı Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin savunulmasında önderlik etmeye devam etti. Modern Türkiye’nin babası ve cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk oldu. ABD ve İngiliz donanmaları, Gelibolu’da öğrendikleri dersleri bir sonraki dünya savaşında, Avrupa ve Pasifik’teki amfibi saldırılarda uyguladılar. Hayatta kalanlara bırakılan dersler bunlardı; savaşan erlerin çoğu Çanakkale Boğazı’na bakan o küçük toprak parçasını bırakmadı. Savaş nihayet sona erdiğinde, Gelibolu’da neredeyse yarım milyon asker şehit olmuştu.

İSTİHBARATIN YOKLUĞUNDA SAVAŞ

Mustafa Kemal’in, harekât sürecindeki komutan rolünü kavrayışı, bugünün liderleri için kalıcı bir ders niteliğindedir. Bugünün komutanları dahi onun arazi bilgisi ve bu bilginin olası düşman yaklaşımı üzerindeki etkisini, savaş alanındaki hazırlığın temeli olarak kabul eder. Daha da önemli olan Mustafa Kemal’in bu bilgiyi nasıl kullandığıdır. Mustafa Kemal, bölgesindeki müttefik kuvvetler hakkında ayrıntılı istihbarattan yoksun olduğu için, sahile bakan hâkim tepelere odaklandı. Müttefiklerin ne yaptığını bilmiyor ancak onların başarılı olmasını engellemek için ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Buradaki temel ders, istihbaratın yokluğunda araziye hâkim olmaktır. Araziye hâkim olursak düşmanı bulup üstünlüğü sürdürebiliriz. Bir başka ders de askerleri neyin motive ettiğini bilmektir. Mustafa Kemal, ezici zorluklara rağmen askerlerini imkânsızı yapmaya zorlamak için kahramanlık, onur, zafer ve dine başvurdu. Liderler olarak asli görevimiz, askerlerimize neyin ilham verdiğini anlamaktır. Bunu yaparak, sözlerimiz ve eylemlerimizle askerlerimizin kalplerini harekete geçirebiliriz.

NESİLLERDİR AKTARILAN DERSLER

Bu örnek olay incelemesinden çıkardığımız üçüncü ders de liderler olarak organizasyonun neresinde durduğumuzu anlamaktır. Mustafa Kemal, sahip olduğu toprağın, zamandan veya zeminden vazgeçemeyecek kadar önemli olduğunu erken fark etti. Bir ihtiyat birlik komutanı olarak, üstleri emretmedikçe savaşa giremezdi. Yine de iyi bir sebeple ileri atıldı. Arı Burnu’nu bir ana çıkarma bölgesi ve Conkbayırı’nı da yüksekliği bakımından savaşın kilit noktalarından biri olarak belirlediğinde, sahip olduğu hattın tüm Türk savunmasının temel taşı olacağını biliyordu. Maliyeti ne olursa olsun, sadece tümeni için değil, tüm 5. Ordu için bu bölgeyi elinde tutması gerekiyordu. Albay Chamberlain, bizim de öğrenmemiz gereken bu dersi Gettysburg’da almıştı. O ders, büyük resmin odağını kaybedip dar görevimize yerleşemeyeceğimiz gerçeğidir. Çünkü bizler bir bütünün parçalarıyız. Yaptığımız her şey daha yüksek bir hedefe ulaşmamıza yardımcı olacaktır. Bizler, üstlerimizin görevlerini gerçekleştirmek için kullandıkları araçlarız. Herhangi bir parçanın başarısızlığı, bütün için bir felaket anlamına gelebilir. Eski bir atasözünün de söylediği gibi, “Bir çivi bir nal, bir nal ise bir at kurtarır”. Savaşın değişen yüzü ve değişen araçlarına rağmen, aynı liderlik ilkeleri nesillerdir yaşıyor. Gelibolu’ya yapılan ilk atışlardan bir asır sonra bile, savaş dersleri ve savaşçıların ilkeleri bugün hâlâ uygulanabilir durumda. Onların, önümüzdeki yıllarda da önderliğin yol gösterici ilkeleri olmaya devam edeceğine inancımız tam.

YAZAN: BİNBAŞI ERIC VENDITTI 

ÇEVİREN: M. BİROL GÜGER

CUMHURİYET

'Laiklik, en temel siyasal ve toplumsal ilkedir' - NEVAL OĞAN BALKIZ / SOL

 Dayanışma Meclisi üyesi hukukçu, akademisyen Neval Oğan Balkız, Laiklik ilkesinin Anayasa'da resmen yer almasının 84. yıl dolayısıyla soL için bir değerlendirme kaleme aldı.

Laiklik, en temel siyasal ve toplumsal ilkedir!

Çünkü bu ilke; “bir devletin, bütün kurum, kuruluşlarıyla örgütlenmesinde, hukukunun oluşturulmasında ve işletilmesinde herhangi bir dinin anlayışlarının ve normlarının belirleyici olmaması gereğini ve istemini dile getirir.”

Dolayısıyla laik devlet; “diğer özellikleri ne olursa olsun, örgütlenmesinin ve işleyişinin bir dinin inançlarıyla ilgili anlayışlar ve normlar tarafından belirlenmediği; örgütlenmesi yapılırken, hukuku oluşturulurken ve işletilirken bunların herhangi bir dinin dünya görüşüne, ilke ve kurallarına uyup uymadığına bakılmadığı devlettir.”

Laiklik ilkesi 5 Şubat 1937'de, ilk kez Anayasada yer aldı. 84. yıldayız! Seksen dört yıldır, Türkiye Cumhuriyeti, mevcut Anayasanın 2. maddesinde tanımlandığı şekliyle ;“…demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Ancak bugün, Muammer Aksoy'un dediği gibi: "Türkiye’nin ana davası, (hâlâ) laikliktir. Laiklik ilkesinin kalkmış olduğu bir Türkiye, çağdaş uygarlık düzeyine kesinlikle ulaşamaz. Çünkü şeriatın yarısı ibadet ve inançla, öbür yarısı devlet düzeniyle ilgilidir. Bundan anlaşılır ki laiklikten ayrıldınız mı, çağdışı duruma düşmekten kurtulamazsınız. Dolayısıyla laiklik Türkiye’nin, Türk Devleti’nin yaşam sorunudur.”

Peki neden?

Türkiye’de özellikle son dönemlerde; laiklik kavramının önüne “otoriter”, "muhafazakâr" “demokratik”, “inançlara saygılı” (sanki inançlara saygılı olmayan bir laiklik olabilirmiş gibi) vs. sıfatlar konularak, anlamı ve içeriği boşaltılmaya, kavramın kendisi bir "suç", hatta "din ve inanç karşıtlığı" gibi sunulmaya, bir "günah" unsuru haline getirilmeye çalışılıyor!

Bu süreçte uygulamada, laiklik ilkesinin gerektirdikleri tek tek ortadan kaldırılıyor! Devletin bütün kurum ve kuruluşlarının örgütlenmesinde, işletilmesinde, hukukun oluşturulmasında belirli bir dinin (İslam), hatta belirli bir anlayışının norm ve kuralları etkili kılınıyor, ideolojik ve politik unsur olarak hakimiyeti kurumsallaştırılıyor. Bu hegemonyayı durdurmak, demokratik anayasal hukuk devletini oluşturmak ve korumak, akıl ve onur sahibi özgür bireyler olarak, hak ve özgürlüklere tanımlanmış hukuk öznesi konumumuzu sürdürmek ve güvenceye almak için, etkin bir laiklik anlayışı tek çıkış yoldur.

Laiklik,  21.yy demokratik anayasal devletinde;

-“Toplumun kendi kendini icadı olarak tanımlanan siyasal erke, merkezi ve bağımsız bir yer vermenin yani demokrasinin gerçekleşmesinin olmaz ise olmaz bir koşulunu”,

-İnsan onurundan türetilen insan haklarının ve bunlara dayalı hukukun, toplumsal ve kamusal yaşamda uygulanması ve belirleyici olabilmesinin ön koşulu ve zorunlu unsurunu,

-Toplumsal yaşamda bütün kavram ve anlayışları ve her türlü kurum ve kuruluşu çağdaşlaştırmanın ön koşulunu, modernliğin başlıca bileşenini oluşturur!

Buna bağlı olarak; laiklik “yurttaşların kişiler olarak, dinlerinin olmasının, farklı dinlere sahip olması veya bir dine sahip olmamasının yurttaş olarak onların devletle ilişkilerinde bir fark yaratmamasının yapısal koşuludur! Yurttaşlığı; haklar ve ödevler çerçevesinde bir hukuki-kamusal statü olarak tanımlayan ve tabiyet ilişkisine indirgeyen anlayışın yerine, hukuki, siyasi ve sosyal haklar olmak üzere üç boyutlu bir olgu olarak, siyasal bir etkinlik ve hukuki bir statü şeklinde kurgulayan ve bunun koşullarını ve hakların kullanım olanaklarını eksiksiz şekilde, tüm yurttaşlar için, hiçbir ayırım gözetmeden, eşit şekilde sağlanmasını istemenin ifadesidir.

Laiklik; bir devletin örgütlenmesinin ve işleyişinin nelerin belirlememesi (bir dinin inançlarıyla ilgili anlayış ve normların) gerektiğini; sekülerizm ise nelerin belirlemesi (çağın düşüncesinin oluşturduğu fikirler ve ortaya koyduğu bilgilerin) gerektiğini tanımlar.

Dolayısıyla; bizlerin, "onur ve akıl sahibi" bireyler olarak, özgür iradeleriyle oy verdiği, seçtiği ve denetlediği yöneticilerin karar mekanizmalarında olduğu, bütün kurum (eğitim, sağlık, adalet, güvenlik vb.), kuruluşlarının örgütlenmesinde, hukukunun oluşturulmasında ve işletilmesinde çağın düşünce, fikirleri ve bilgilerinin temel alındığı -herhangi bir dinin anlayışlarının ve normlarının belirleyici ve etkileyici ve yönlendirici olmadığı - her bir yurttaşın, herhangi bir ayrım olmaksızın onurunun, hak ve özgürlüklerinin (başta din ve vicdan özgürlüğü olmak üzere) eşit şekilde korunduğu, insansal olanakları kullanma koşullarının adil şekilde herkese sağlandığı bir siyasal, ekonomik düzen ve halk kesimlerinin birbirini ötekileştirmeden, farklılıklarıyla birlikte, barış içinde yaşadığı bir toplumsal koşullar bütünü için “etkin bir laiklik anlayışı” (laiklik ilkesinin gerektirdiklerinin etkin şekilde yapılması ve  etkin şekilde sürdürülmesi) yapısal ve zorunlu bir koşuldur.

A.Touraıne göre; “Dinci erkini ve kiliselerin iktidar üzerindeki etkisini püskürtmek, her zaman zor bir iştir ve hâlâ tam olarak tamamlanmamıştır!”.

“Hukuk reformu” ve yeni anayasa ihtiyacı söylemlerinin gündemi belirlediği bu koşullarda, bu tür girişimlerin iktidarın hangi "hegemonik tahkim" ihtiyacından kaynaklandığını, bunu sağlayacak "meşruiyet" arayışının neyi daha çok araçsallaştıracağını görmek gerekir! Evet, laiklik “Türkiye’nin yaşam sorunudur”!

Hukukçu ve akademisyen Neval Oğan Balkız, Dayanışma Meclisi üyesidir.

Avrupa Birliği'nin karanlık sırları (ÇEVİRİ)-ANDRE ERİC KELLER/SOL

 Avrupa Birliği projesi zamana yayılı bir projedir. Coudenhove-Kalergi'nin Panavrupa planları suya düşmek zorundaydı, çünkü bunun karşısında güçlü bir Nazi imparatorluğu duruyordu.


Bu doğrultudaki ilk hazırlıklar savaşın son yıllarında ve savaş sonrası gerçekleşti Avrupa Birliği'nin inşasından fayda uman kişi ve kuruluşlar, bunu Avrupalıların refahı için yapmadılar. İnsanların büyük bir kesimi, Avrupa'ya tekrar barış gelecek yalanına kandılar - ancak yalanın temelindeki en önemli sebep Avrupa'nın entegrasyonuydu. Oysa barış söylemi Avrupa'yı kontrol etme planının atık bir ürünüydü.

Tarih kitaplarına göre Avrupa Birliği'nin tarihini yazanlar, gerçek planı uygulayanların sadece kuklalarıydı. Gerçek mütahitler gizli kaldılar, çünkü şeytan'ın kutsanmış sudan korktuğu gibi ışıktan korkuyorlardı - çünkü geleceğin ''Avrupa Birleşik Devletleri'' adını taşıyacak şeytani planın demircisinin kim olduğu bilinmemeliydi. Bir şey unutulmamalı: Yeni dünya düzeni ve ''Avrupa Birleşik Devletleri'' ayrılmaz bir bütündür.

Avrupa zamana yayılı bir projedir. burada zaman yıllarla veya on yıllarla değil, yüzyıllarla ölçülmektedir. Avrupa'yı birleştirmek için ilk adımların atılmasından bu yana 90 yıl geçti bile. Coudenhove-Kalergis'in Panavrupa planları Nazi imparatorluğuna karşı olduğundan hezimete uğramak zorundaydı. Hiçbir zaman -bu bugün de böyle- insan düşünülmedi. Her zaman için göz önünde bulundurulan amaçtı. Konu Nazilerin devasa ekonomik imparatorluğunu savaş sonrası zamana transfer etmekti - ve ABD buna yardımcı oldu.

Ambrose Evans-Pritchard ingiliz günlük yayın organı The Daily Telegraph'ın uluslararası işdünyası editörüdür. 30 yıldan beri dünya politikaları ve dünya ekonomileri ile ilgilenir ve Avrupa'dan, Latin Amerika'dan ve Amerika Birleşik Devletleri’nden yazar. Evans-Pitchard 1991'den beri gazetenin önceleri Washington daha sonra da Avrupa muhabiri olarak Brüksel'de görev yapmaktadır. 2000 yılında bu gazetecinin bu günlük yayın organında, serbest bırakılan amerikan belgelerine dayanan ve Avrupa Birliği'nin (ve öncülleri olan “Kömür ve çelik için Avrupa Birlikteliği'nin” çeşitli amerikan kuruluşlarının bir maketi olduğunu belgeleyen bir makalesi yayınlanmıştı. Bu makale, bir çok okurun anımsadığı üzere Norbert Knobloch tarafından MMNews'ta almanca'ya çevrilmişti. 

Şimdi Norbert Knobloch'u dinleyelim:

27 Nisan 2016' da Ambrose Evans-Pritchard ın AB konusundaki makalesi benim tarafımdan almancaya çevirilmişti: Avrupa Birliği her zaman bir CIA projesi, yani bir amerikan projesiydi. Ama bitmedi. Avrupa Birliği bir anlamda da Nazi-projesiydi ve batmaya yüz tutmuş alman imparatorluğundan önce başlatılmıştı. Ama bu konuya daha sonra geçeceğim. Geç 1940'lı yıllarda Washington Avrupa'nın entegrasyonunu hızlandırıyor ve Truman, Eisenhower, Kennedy ve Nixon yönetimleri bunu gizlice finanse ediyorlardı. Bazen şaşırtıcı olsa da, ABD AB'ye NATO ile beraber Amerika’nın bölgesel çıkarları için bir çapa olduğundan hep güvenmekteydi. Hiç bir zaman böl-yönet stratejisi yoktu. Alman-Fransız barışının ve adım adım Avrupa Birliği’nin yolunu açan Schuman-deklarasyonu ABD dışişleri bakanı Dean Acheson tarafından Foggy Bottom da bir görüşmede hazırlanmıştı. “Her şey Washington’da başladı”, diyordu Robert Schumann'ın genel kurmay başkanı.

Savaş yıllarının sonunda Fransızları Almanlarla anlaşmaları için baskı altına alan Truman yönetimiydi. İnatçı Fransız liderliğiyle yapılan bir görüşmede, eylül 1950'de, Marshall-Planı'nı durdurma konusunda tehditde bile bulunuldu. Truman'ın motifleri açıktı. Sovyetler Birliği ile yapılan Yalta sözleşmesi bozulmalıydı. Stalin'in Çekoslavakya'yı koruma altına almasından sonra, Sovyetler Birliği'nin genişlemesini önlemek için Moskovadaki Kremlin'e karşı bir Birleşik Cephe kurulmasını hedefliyordu, Truman. Komünist Kuzey Kore’nin 38. enlemi aşıp güneye girmesinden sonra çifte bir caydırıcılık tabii ki. 

İngiliz Avrupa kaygıcıları için Jean Monnet uluslar ötesi alçaklığın esrarengiz hayaleti olarak, aşırı büyük olmaya başlamıştı. Yaşamının büyük bir bölümünü Amerika'da geçirdiğini ve savaş esnasında Roosvelt'in gözü kulağı olduğunu pek çok kişi bilmez. General Charles de Gaulle onu bir Amerikan ajanı sanıyordu ve bir başka tanımla da gerçekten öyleydi. Monnet'nin biyografisini yazan Eric Roussel'e göre de daha sonraki Amerikan hukümetleriyle nasıl el ele çalıştığı ortaya çıkmıştır. Özellikle açıklanan ABD dışışleri arşivlerindeki belgeler ABD-gizli servislerinin Avrupa hareketini onyıllarca finanse ettiğini ve kulislerin arkasında Büyük Britanya'yı bu projenin içine çekmek için hırçınca çalıştığını göstermektedir. Diğer dokümanlar da AB'nin kurucu babalarına nasıl yövmiyeci gibi davranıldığını ve Avrupa hareketinin alternatif finansmanını engellediğini ve Washington'da nasıl bir güven kaybına neden olduğunu göstermektedirler. Soğuk savaş bağlamında ABD akıllı davranıyordu. Avrupa’nın siyasi tekrar inşası başlıca bir başarıydı.

Daha 2009 yılında ingiliz “Daily Mail” gazetesinde bir makale yayınlandı, ancak ilginçtir ki Alman dilinin hakim olduğu çevrelerde pek dikkat çekmedi. Haberin başlığı: “Gizli rapor Naziler'in dördüncü imparatorluğunu nasıl planladıklarını belgeliyor” Adam Le Bor Amerikan Askeri Haberalma' nın “Red House Report”unu ifşa ediyor. Rapora göre Nazi ileri gelenleri çöküşlerinin farkındaydılar ve bu yüzden de 10 Ağustos 1944'de Strassburg'ta Maison Rouge otelinde gizlice toplanmışlardı. Planları ortak pazarı olan Avrupa ekonomik gücünü kurmaktı. Naziler bununla birlikte yeniden erke gelmeyi, daha güçlü bir İmparatorluk kurmayı hazırlamaktaydılar: Dördüncü Reich'ı...

Contra Magazin'de 'Die dunklen Geheimnisse der Europäischen Union' adıyla 19 Ocak'ta yayımlanan yazının aslına buradan ulaşabilirsiniz.

Çeviri: Ali San


Ecevit'ten Erdoğan'a: Emeklilikte Yaşa Takılmanın 'dünden bugüne' hikayesi - HAKAN AYDIN / SOL

 EYT, işçi sınıfıdır. 'Mezarda emeklilik' artık geçerli hale gelmişken mücadeleye konulan 'siyaset üstülük tezi' güç kaybına neden olmaktadır.


4447 sayılı Kanun'un1 yasalaşma süreci, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in imzasıyla TBMM’ne sunulan İşsizlik Sigortası Kanunu tasarısıyla başladı. 12 Temmuz 1999 günü Meclis’e sunulan kanun tasarısının gerekçesinde; “sosyal güvenlik sistemlerinin bütün dünyada sıkıntılar yaşadığı ve reform ihtiyacının her ülkenin gündemini işgal ettiği” belirtiliyordu. 17 Ağustos 1999’da gerçekleşen İzmit Depremi’nin emekçiler adına yarattığı yıkım bile tasarının kanunlaşmasını durduramamıştı. Bu kanun, IMF’nin Türkiye’ye destek sunmasının şartlarından sadece birisiydi.

Kanun; 8 Eylül 1999’da yürürlüğe girdiğinde; emekli edilme yaşı kadınlarda 58’e, erkeklerde 60’a çıkarılıyordu. Prim sayısı ise 7 bin güne. O tarihte hâlâ sigortalı olanların emeklilik yaşları ve prim gün sayıları, ilk kez sigortalı olduğu tarihe dönülerek yeniden belirlenmiş, emeklilikleri ileriki tarihlere atılmıştı. “Kanunlar geçmişe yürütülemez” diye bir şey yoktu artık.

Anayasa Mahkemesi, 23 Şubat 2001 tarihinde kanunun yaş hadlerini onaylamış, yasanın geriye doğru işletilmesine itiraz etmemiş, "sigortalılık süresi yönünden yapılan kademeler arasında adil olmayan geçişlerin” düzeltilmesi için kısmi iptal yapmıştı. Özetle; “sigortalılık süresi 10 yıldan az olan kadın ile sigortalılık süresi 15 yıldan az olan erkek 1 günlük sigortalı ile aynı kademeye sokulmuş, onları da kademelendirin” diyordu. Kademelendirmedeki düzensizliğin sosyal devlet ilkesine aykırı olduğunu da gerekçesinde belirtiyordu.2

Kim, ne dedi?

Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği ilgili maddelerinin görüşmesi 22 Mayıs 2002 tarihinde, TBMM’nin 103. birleşiminde yapıldı, daha sonraki küçük müdahaleleri saymazsak bugünkü halini aldı.

TBMM’nin o günkü görüşmelerinde; kanunun savunusunu yapanlar ile muhalefet edenlere geçerken göz atalım:

Yasayı savunanlar arasında, öncelikle MHP’li Yaşar Okuyan var. Başlangıçta, yasa teklifinin altında Bülent Ecevit’in imzası olsa da mimarlığını kendisi üstlenir. Okuyan; sigortalıların, geleceğe savrulan emekliliklerinin kademelendirilmesinde gelinen son hali savunmakta, ivedilikle meclisten geçmesini istemektedir. Meclis “aktüeryal denge” kavramıyla onun sayesinde tanışmıştır. Aktüeryal denge; emeklilerin, çalışanların primleriyle finanse edilmesi yöntemini tarifler. SSK, kaynak aktarımlarına rağmen Cumhuriyetin 100. yılında emekli maaşlarını ödeyemez duruma gelecektir. Yasanın kabul edilmesi sürecinde, “SSK batıyor” açıklamasını Yaşar Okuyan yüklenmiş.   

Sonra DSP’li Masum Türker var. Türker; “Şimdi bu konu da hemen tartışma konusu yapılabilir; bu kadar yaşlı emeklilik olabilir mi? Türkiye'nin bugünkü koşulları içinde, Avrupa ya da Batılı ülkeler normlarına baktığımız zaman, belirli bir yakınlaşma noktasındayız. Hatta kimi Batılı ülkelerin altındaki bir yaş haddiyle de emekliliği düzenlemiş bulunuyoruz... Örneğin, bugün Almanya'da 60 üstü olan yaş haddinde, 59 ya da 60 yaş civarında emekli olunması için çeşitli özendirici önlemler gelmektedir.”  Yasanın “Avrupa bizi kıskanıyor!” kısmı da Masum Türker’deymiş.

Yasaya muhalefet eden de var!

Çiçeği burnunda AKP’nin Saadet Partisinden transferlerle oluşturduğu muhalefet grubundan Mahfuz Güler var, örneğin. Güler; "Bu tasarı, Türkiye şartlarına uygun bir tasarı değil. Çalışanların hizmet sürelerine ilişkin yapılan kademelendirmede keyfî düzenlemeler var. Yıllarını vermiş memurun, işçinin, Bağ-Kur’lunun mağduriyeti söz konusu. Bu mağduriyetlerin giderilmesi gerekli" derken, AKP’nin Balıkesir Milletvekili İsmail Özgün, “Değerli arkadaşlar, tabiî, bir defa, bu 58-60 yaş meselesi yanlıştır, doğru değildir; yani, bu, mezarda emekliliktir. Bunun doğru olanı, önceki tartışmalarda da söylenildi, 50-55 yaştır; ortalaması budur ve böyle olması gerekirdi” diyor.

Meclis tutanakları ortada, hepsi orada yazıyor.3

3 Kasım 2002 erken seçimlerinde; DSP-ANAP-MHP hükümeti, Dünya Bankası’ndan “atanmış” Kemal Derviş’in4 Ekonomik Programı’nı 2002 yılından itibaren “Acil Eylem Planı” kabul eden AKP’nin işini kolaylaştıran bir yasa yaparak iktidarı terk etti. Adına “Sosyal Güvenlik Reformu” dedikleri bu yasa; 24 Ocak 1980 kararlarına dayanan, kamu kazanımlarını sermayeye açma, kamu kurumlarını sermayenin lehine düzenleme amacına bağlı olarak çıkarılan onlarca yasadan sadece biri olarak emekçileri de sermayenin köleliğine hazırlıyordu.

Bu yasanın, emekliliklerini “sosyal devlet ilkesinin” uygun gördüğü kadar uzaklara savurduğu sigortalı kadın ve erkek emekçiler daha sonra “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” olarak adlandıracaktı.

EYT ne yapıyor?

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR), Ekim ayında yayınladığı “Türkiye'de Emeklilerin Durumu ve EYT Gerçeği” başlıklı rapora göre6; 4447 sayılı kanundan 4 milyon 600 bin kişi etkilendi, bu kişilerden 1 milyona yakını ağırlıklı olarak son on yıl içerisinde kanunun eski haline göre emeklilik süresini doldurdu. EYT’ı dernekleşmeye götüren süreç böylece başlamış oldu.

EYT, 2015 yılından itibaren bir araya gelmeye yönelik adımlar atmaya başladı. 17 Haziran 2019 tarihli son tüzük onayı ile ilk EYT derneğinin kuruluşu gerçekleştirildi: EMEKLİLİKTE YAŞA TAKILANLAR SOSYAL YARDIMLAŞMA ve DAYANIŞMA DERNEĞİ (EYT-SYDD). Dernek; geçtiğimiz günlerde de konfederasyon kurma sayısına ulaşmak üzere olduğunu açıkladı.

EYT-SYDD amacını şöyle açıklıyor: “4447 sayılı kanunla emeklilik hakları elinden alınanları bir araya getirmek, sosyal güvenlik uygulamasından kaynaklı hak kayıplarının savunusunu yapmak, üyelerine hukuki yardım ve psikolojik destek sunmak, toplantılar ve izinli gösteri yapmak, benzer derneklerle işbirliği yapmak. TBMM’nde grubu bulunan siyasi partilerle Kanunun yeniden düzenlenmesi konularında görüşmeler ve teklifler sunulması için çalışmalarda bulunmak.” Vizyonunu da “Emeklilikte yaş engeline takılan tüm çalışanların gelecekte rahat ve huzurlu bir hayat sürebilmeleri için tüm gücümüzle, kırmadan, dökmeden, incitmeden, siyaset üstü, ilkeli ve akılcı bir yönetimle hak arayışımızı çeşitli etkinliklerle duyurmak” olarak belirtiyor.7

Emeklilik hakkının en temel insan haklarından biri olması ve kaybedilen bu hakkın ancak örgütlü bir mücadele ile geri alınabileceğini düşünmek tartışmasız doğru ve ileri bir hamledir. Diğer yandan; EYT-SYDD tüzüğünün amaç bölümü okunduğunda ve belirtilen vizyona bakıldığında, emekçilerin bu ileri hamlesinin belirli zaafları da bünyesinde taşıdığı görülüyor.    

Dernek tüzüğündeki amaç başlığında belirtilen sosyal güvenlik kurumu yasaları; 4447 sayılı kanunda olduğu gibi işçi sınıfının mücadele yeteneğinin zayıf düştüğü dönemlerde, siyasi iktidarlar tarafından ve sermaye sınıfının çıkarlarına uygun şekilde biçimlendiriliyor. Yukarıda kanunun kesinleştirildiği meclis görüşmeleri örneklerinde ya da iş bu yazının ekinde bulunan ilgili meclis tutanağında görüleceği gibi emekçilerin durumları ya da çıkarlarıyla herhangi bir ilgisi kurulmuyor. Dolayısıyla derneğin, faaliyetlerinde bu sınıf ilişkilerini görmezden gelerek kazanım elde etmesinin bir sınırı var.

Emeklilik yaşı tümden düşürülmeli

4447 sayılı kanunun geriye dönük uygulaması, işçi sınıfının edinilmiş haklarının geri alınmasıdır. Aynı kanunla getirilen yaş haddi, Türkiye’deki yaşam kalitesine göre yüksek tutulmuştur. Bunlar kabul edilemez, kanunun iptal talebi de kesinlikle savunulmalıdır. Diğer yandan; kanunun çıktığı tarihte, AKP, çiçeği burnunda bir muhalefettir ve kanunda belirtilen yaş haddinin beş yıl geriye çekilmesini savunmaktadır. Yaş haddinin beş yıl geriye çekilmesi bile kademelendirilmiş emeklilik haklarını etkileyecek, bugün mağduriyet yaşayan 1 milyona yakın kişinin çok büyük bir kısmının emekli olmasını sağlayacaktır. Ancak AKP iktidarı, o gün savunduklarını elinin tersiyle itmiş, üzerine, 31.05.2006 tarihinde 5510 sayılı kanunu çıkartarak5 kanun çıktığı tarihten sonra sigortalı olanlar için emeklilik tarihlerini ileriye doğru yeniden kademelendirmiştir. 5510 sayılı kanunda; nihai emeklilik yaşı 65’e kadar, prim ödeme gün sayısı da sigortalılık türüne göre 9000 güne kadar uzatılmıştır. Ek olarak; emekçiler, sağlıklı oldukları halde çalışma olanağı bulamazlarsa ve 5400 günü doldurmuşlarsa, emekli olacağı yaş kademesinin üzerine 3 yaş eklenerek ulaşılan yaşta yaşlılık maaşı alabileceklerdir. Sorun, işçi sınıfının tamamının ortak sorunu haline gelmiştir. Dernek, 4447 sayılı yasanın getirdiği haksızlığı giderme mücadelesi verirken, 5510 sayılı yasanın getirdiği genel emeklilik sorununu ve bağlı olarak emeklilik yaşının tümden düşürülmesi talebini ıskalamaktadır.

4447 sayılı yasanın Anayasa Mahkemesi tarafından düzeltilmesi istenen maddeleri 22.5.2002 tarihinde mecliste görüşülürken; iktidar partileri adına Yaşar Okuyan şunu söylüyor: “içinde bulunduğumuz 2002 yılında, bütçede sosyal güvenlik kuruluşlarının öngörülen açığı 7,9 katrilyondur.” Yeni para cinsinden 7,9 milyar TL oluyor. 2020 yılı için sosyal güvenlik kurumuna 50,1 milyar TL açık öngörülmüşken, ilk 7 ayda öngörülen açık aşılmış, yıl sonunda gerçekleşen açık rakamı ise hâlâ belirsizdir. Bu açığın sebebi liyakatsiz yönetimin beceriksiz uygulamaları olduğu gibi sosyal güvenlik sistemi içerisinden sermaye şirketlerine ve patronlara aktarılan teşvikler, ihale bedelleri, fiyatları şişirilmiş ilaç, malzeme ve cihaz fatura bedelleridir. Yani; sosyal güvenlik sisteminden sermaye sınıfına kaynak aktarılmasıdır. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kendisi 46 yaşında emekli olmasına ve hali hazırda ülkenin başında bulunmasına rağmen “40 yaşında, 50 yaşında emeklilik mi olur?” açıklamasının altında aranacak şey yaş hesaplamaları değil sermaye sınıfına aktarılmış ve aktarılacak paraların hesabıdır. Bu hesap; mümkünse emeklilik sisteminin tamamen kaldırılmasını, işçi sınıfının patronlarla karşı karşıya bırakılması planlarını da kapsamaktadır ki, BES (Bireysel Emeklilik Sigortası)’in alana sürülmesi bunun ürünüdür. Buradan işçi sınıfı lehine kaynak aktarılması, genişletilmiş bir mücadeleyi dayatmaktadır.   

Siyaset üstücülük güç kaybettiriyor

Dernek, Türkiye genelinde kanundan etkilenen ve emeklilikleri ötelenenleri bir araya getirerek bir toplam oluşturmayı, bu toplamın oy gücüyle de yasayı iptal ettirebileceğine yaslanan bir planlamaya sahip. Örgütlenmek için de TBMM’nde grubu bulunan partilerle görüşmek içinde bu plan işletilmeye çalışılıyor. Vizyonundaki “siyaset üstü” tanımlaması da buraya oturuyor. İşçi sınıfına, hali hazırda asgari ücret, esnek çalışma, işçi sağlığı vb. gibi onlarca alanda saldırılar yapılırken; “mezarda emeklilik” bir başka yasayla muhafaza altına alınmışken mücadeleye konulan “siyaset üstülük tezi” güç yitimine sebep oluyor.

Derneğin çizgisine göre; öncelikli muhatabı iktidar partisidir. 5510 sayılı kanunu çıkaran AKP’den, 4447 sayılı kanunun iptal edilmesi beklenmekte, benzer bir yaklaşım düzen muhalefetiyle de sürdürülmektedir. CHP, İYİP ya da HDP! Herhangi birinin iktidara gelmesi ya da iktidarda kalması ancak sermaye sınıfına sunacağı taahhütler ya da işbirliği garantisi ile mümkündür. İçinde bulunduğumuz kapitalist düzende; TBMM’de grubu bulunan partilerle istişarelerde EYT için verilen sözler koskoca bir yalandan ibaret olacaktır.

EYT-SYDD, bu gerçekliğin içerisinde; ülkenin çeşitli şehirlerinde dernek kuruluşlarını yönlendiriyor. İktidar partisiyle, meclis muhalefetiyle ve sendikalarla yer yer gizli, yer yer açık görüşmeler sürdürüyor. Görüşmelerinde de oy sayılarını pazarlık konusu olarak sunuyor. 2019 yılında dikkat çeken bir miting de gerçekleştirmişti. Yapılanlar EYT’da umut ve heyecan yaratıyor. Alınan ya da alınabilecek sözlere göre; söz alınan partiye oy vermek üzere hazırlık yapılıyor, yapılacak.      

EYT’ı bir araya getiren; emeğinden başka hiçbir geçim aracına sahip olmadan, döktüğü alın teri karşılığında aldığı ücretle yaşamını sürdüren ve geleceğini kurmak zorunda olanların emekliliğini kazanabilme umududur. EYT, işçi sınıfıdır. Emeklilikleri sermaye sınıfını doyurmaya çalışan siyasi iktidarlar tarafından gasp edilmiştir.

EYT, TBMM’nde grubu olan partiler nezdinden mücadelesine devam ederken aynı zamanda ait olduğu Türkiye işçi sınıfının genel emeklilik yaşının düşürülmesi mücadelesine de omuz vermelidir. Hak gaspı sermaye sınıfı tarafından yapılmıştır. Çalışma ve emeklilik hakkının insana yakışır şekilde güvence altına alındığı bir düzen için mücadele etmek, içerisinde tüm işçi taleplerini de barındıracaktır.

HAKAN AYDIN / SOL


6 Şubat 2021 Cumartesi

Planlı sermaye sınıfı kalkışması - Orhan Gökdemir / SOL

 Bu iktidarla anayasa pazarlığı yapmaya kalkışan doğrudan AKP programını anayasa ilan etsin daha iyi. Çünkü bunların yapacağı yeni bir anayasa o programdan da geri olacaktır.

Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var mı? Yok. Eskisi yok ki yenisi olsun. Bozdular, değiştirdiler ve nihayet ortadan kaldırdılar eskisini. Sermaye sınıfının planlı kalkışmalarındandır.

Eskiden Ceza Yasasının 141. ve 142. maddeleriyle düzenlenirdi. Anayasayı kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak, hatta değiştirmeye kalkışmak büyük suçtu. İlgili ceza yasasında “tağyir, tebdil ve ilga…” diye sıralanıyordu suç. Yeni Türkçesi bozma, değiştirme, ortadan kaldırmadır. Yargılandım biliyorum, her biri 15 yıl hapis demekti, silahlı olursa idam gerektiriyordu. Ama bizi yargılayanların kendileri Anayasayı “tağyir, tebdil ve ilga” ettiler. Sonunda 12 Eylül 2010 referandumu ile bütünüyle yürürlükten kaldırdılar. Artık raftadır. Türkiye anayasasız yönetilen bir ülkedir. 

Aslında "güç bende, anayasa da neymiş" anlayışı son 50 yılın genel kuralı. Neredeyse ta 12 Mart’tan beri her iktidar kendi hukukunu yaratıyor, anayasanın eskisini rafa kaldırıp kendi anayasasını yazmaya kalkışıyor. Ömrü kısa sürüyor ama olsun. 27 Mayıs Anayasasının ömrü 10 yıl ya sürdü ya sürmedi. 12 Mart gelip rötuş yaptı üzerinde. 12 Eylül Anayasası delik deşik edildi birkaç on yılda. Şimdi yenisini yazmak için harıl harıl çalışıyor saray baş danışmanları.

Yürürlükte olsa, mevcut iktidarın “ilga”dan yargılanması gerekir. Misal, Anayasa’da tam bir kuvvetler ayrılığı var, fiiliyatta tam bir kuvvetler birliği. Bütün kuvvetler Sarayda birikti. Ortalık yakasını ilikleyen yüksek yargıçlardan, Sarayda el etek öpme kuyruğuna giren vekillerden geçilmiyor.

Özetle anayasayı bozma, değiştirme, ortadan kaldırmaya teşebbüs edenler asıldı, bir paçavra gibi kaldırıp bir kenara atanlar paçayı kurtardı. Şimdi, isteyen tağyir, isteyen tebdil, isteyen ilga edebiliyor çok şükür. Gücü eline geçirenin kuralları da koyduğu bir tür orman kanunu yürürlükte demek bu.

Demem o ki ülkenin kesinlikle bir anayasaya ihtiyacı var. Ama o anayasa bu iktidarla birlikte değil, ancak bu iktidara rağmen yapılabilir. Şöyle söyleyeyim, bu iktidarla anayasa pazarlığı yapmaya kalkışan doğrudan AKP programını anayasa ilan etsin daha iyi. Çünkü bunların yapacağı yeni bir anayasa o programdan da geri olacaktır.

***

Bu saptama bizi I. Meşrutiyetin bile gerisine götürür. İlk Anayasa 23 Aralık 1876'da II. Abdülhamid tarafından ilan edildi. Saray anayasal bir monarşi rejimine razı olmuş görünüyordu. Ülke idaresi padişahın buyruğuna değil, Kanun-ı Esasi’ye göre belirlenecekti. Yürütme padişahtaydı, yasamayı ise Meclis-i Umumi yerine getirecekti. Yani ilk anayasal monarşi, kâğıt üzerinde kalsa bile, bugünkü fiili rejimden ileriydi. 

Ama Abdülhamit Anayasayı ilga etmek için fırsat kolluyordu. Bir yıl sonra çıkan savaşı bahane edip Anayasayı rafa kaldırdı. Meclis açıktı ama Anayasa olmayınca tıpkı bugün olduğu gibi hiçbir işe yaramıyordu. 

Kanun-ı Esasi, 29 yıl askıda kaldıktan sonra, 23 Temmuz 1908'de indirilip yeniden ilan edildi. Bunun için Abdülhamit’in tepelenmesi ve Hürriyet ilan edilmesi gerekiyordu. O şartta bile yeni anayasa düşünülmedi, mevcudun yürürlüğe girmesi yeterli bulundu. Uygulanmayan anayasanın yenisi olmaz. Çünkü yenisinin de rafa kaldırılmayacağının bir güvencesi yoktur. Güvence I. Meşrutiyette büyük Aydınlarımız, II. Meşrutiyette hürriyet için sokağa dökülen halkımızdır. 

Anayasa rafta. Yasama, yürütme, yargı tekelde. Onun için halkımız her isyanında 1908’in sloganını yeniden hatırlıyor, “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diyor. Anayasa istemenin sokak halidir. 

***

Çok hoş, AKP Başkanının yeni anayasa çağrısına ilk olumlu yanıt HDP’nin kayyumzede Belediye Başkanı Ayhan Bilgen’den geldi. Çok vecizdi cevabı; Mevlana, Şems’in geldiğini müjdeleyen kişiye hırkasını hediye ettiğinde yalan olabilir diye uyardıklarında, “Ben yalanına hırkamı veriyorum, gerçeğine başımı veririm” demişti. Heyecanlanmıştı, “anayasa tartışma süreci bile Türkiye için değerlidir” diyordu Bilgen. Gerçi hırkasına kayyum zoruyla el koymuşlardı ama olsun, yeter ki masa yeniden kurulsun!

Bu ruh halinin bir siyasi hareketi sürüklediği noktaları Selahattin Demirtaş mahkeme tutanaklarına geçirdi. Kendisine İmralı’dan bir bakan aracılığıyla Öcalan’ın el yazısıyla kaleme alınmış bir yazı getirildiğini söyledi mesela. Bu yazı ile cumhurbaşkanlığı referandumunda “evet” demeleri için baskı yapılmış, ayrıca Cumhurbaşkanlığı seçiminde İmralı üzerinden Demirtaş’ın adaylığı da geri çektirilmeye çalışılmıştı. 

Şöyle devam etti: “2010 referandumunda partim boykot kararı aldı. Bizim üzerimizde ‘evet’ oyu verilmesi için baskı oluşturuldu. O dönemde partimin içinde olmadığı bir çözüm süreci vardı. Oslo süreci olarak bilinen Hükümet ve PKK yetkililerinin yüz yüze görüştüğü süreç. Anayasa teklifi sunuldu. Biz iki şeye itiraz ettik. Birincisi kimlikle ilgili düzenleme olmamasına, ikincisi de HSYK ve yüksek yargıyla ilgili düzenlemelerdeki tehlikelere dikkat çektik… Boykot kararı aldık. Ne yaptılar biliyor musunuz? Abdullah Öcalan’ın el yazısıyla bakanın kendisi İmralı’dan yazı getirdi. Bana getirdi. Niye? Referandumda hem parlamentoda hem dışarıda ‘evet’ oyu vermemiz için. İnkâr ederlerse tanıkları burada dinleteceğim. Kabul etmedik. Hem yazıda öyle bir şey yok.”

“Evet” demeyi kabul etmediler ama boykot kararı aldılar. Referandumdan o sayede evet sonucu çıktı, anayasanın rafa kaldırılmasının miladıdır. 2010 Eylül’ünde yargıyı AKP’ye teslim ettiklerinden ne devlet kaldı ne meclis ne mahkeme ne yargı ne ordu ne üniversite ne gazete ne TV. 

Anayasa askıda, Demirtaş içeride, çünkü CHP Genel Başkanı “anayasaya aykırı olduğu halde dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet denilmesi” talimatını verdi. Anayasanın rafa kaldırılması kolektif bir harekettir, tek başına AKP’nin marifeti değildir. 

Dün HDP’nin yeni başkanı o Kılıçdaroğlu’nun kapısını çaldı. Yeni anayasa tartışmasından duyduğu heyecanı paylaştı. Aklı Cumhuriyet ile Hürriyet arasındaki bir yerdeydi. Kılıçdaroğlu’na “1921 Anayasası tartışma için ilham verebilir” dedi. Laikliğin ve Cumhuriyetin olmadığı her durum her belge bir başlangıç noktasıdır. 

İyi de istibdadın ayakta olduğu, hürriyetin tepelendiği, laik cumhuriyetin ötelendiği bir durumda anayasa olsa ne olur olmasa ne olur?

12 Eylül 2010’da liberallerin de desteğiyle milliyetçi dinci bir rejime geçtik. Ama anayasal bir düzene dönüştüremediler yeni rejimi, ne yapsalar kıçı açıkta kalıyor. Örtmek istiyorlar açıktakini, koşturanlara bakın, en büyük yandaşlarıdır.  

***

Kuşkusuz “yeni anayasa” önerisinin üzerine tereddütsüz atlayacak başkaları da olacak. Çünkü düzen siyaseti baştan sona sağcı, baştan sona gerici. Yeni rejime çoktan razı oldular. Anayasa tartışması tuzu biberi….

Dönelim başa. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var mı? Laik anayasa ile şeriat ilan ettiler, herhalde yenisiyle laiklik getirecek halleri yok. Yani her durumda ülkenin zararınadır. Hem eskisi yok ki yenisi olsun. Bozdular, değiştirdiler ve ortadan kaldırdılar. Sermaye sınıfının planlı kalkışmalarındandır.

Yeni anayasaya ihtiyaç var mı bilemeyiz ama bir anayasaya ihtiyaç olduğu tartışmasızdır. Eninde sonunda yaparız. Hürriyete bakarız, halkımız ne diyorsa o olur!

Orhan Gökdemir / SOL

Laiklik ilkesinin kabulünün 84. yılı: 'Her zamankinden çok ihtiyacımız var' - ASLI İNANMIŞIK / SOL

 84 yıl önce bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına giren ve artık sadece kağıt üstünde kalan 'laiklik' ilkesini Dayanışma Meclisi üyeleri yorumladı.

Bugün "laiklik" ilkesinin devleti tanımlayan temel niteliklerden biri olarak Anayasa'ya girişinin 84. yıldönümü.

Osmanlı'nın yıkılmasının ardından verilen Kurtuluş Savaşı'yla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal önderliğinde yönetim biçimi olarak cumhuriyeti seçerek saltanata son vermiş ve hemen ardından da halifeliği tarihin tozlu sayfalarına havale etmişti.

Öte yandan pusulasının kapitalist dünyaya döndürülmesinin ardından laikliğin kağıt üstünde kalmasına gidecek sürecin de önünü açıldı. Laikliğin yok edilmesinin tek nedeni AKP iktidarı değil. AKP, zaten on yıllardır sağ, muhafazakar ve gerici iktidarlar eliyle aşındırılan laikliğe son darbeyi vurdu ve ortadan kaldırdı. Sorunun kökü daha eskilere dayanıyor.

Gerici dayatmalar hayatın her alanında

Laikliğin anayasaya girmesinden yaklaşık 10 yıl sonra meydana gelen ve birbiriyle bağlantılı bir dizi iç ve dış siyasal gelişme, laiklik için sonun başlangıcı oldu. Demokrat Parti'nin iktidara gelişi ve gerici uygulamaların yaygınlaşmaya başlaması, Türkiye'nin NATO'ya katılarak emperyalizmin güdümüne girmesi, Adalet Partisi dönemi, siyasal islamcılığın MNP ve MSP çatılarında örgütlenmesi, 12 Mart, Milliyetçi Cephe hükümetleri, Fethullah Gülen cemaati ve başka pek çok tarikatın devlet eliyle palazlandırılması, Nakşibendiliğin devlet katına yerleştirilmesi, 12 Eylül, Evren, Özal, Demirel, Çiller, Erbakan hükümetleri ve AKP iktidarı...

Ve tüm bu uzun sürece patron sınıfının, sermaye örgütlerinin bilinçli ve istikrarlı desteği... 

Bugün anayasasında laikliğin yer aldığı Türkiye'de medreseler her yana yayılırken, bazı bölgelerde şeriat mahkemeleri kurulduğu haberleri basına yansıyor. 

Gerici dayatmalar sadece okullarda çocukları değil, hayatın her alanında yurttaşları kuşatırken, gerici saldırının en büyük hedeflerinden biri de kadınlar oluyor.

Kendi alanında üretken ve saygın bir grup bilim insanı, sanatçı, yazar, gazeteci, sendikacı-işçi önderi, kooperatifçi ve hukukçunun bir araya gelerek oluşturduğu Dayanışma Meclisi (DM) de, gündemdeki 'reform' ve 'din sömürüsü' tartışmalarına ilişkin dün bir açıklama yaptı. 

Açıklamada "Emek sömürüsüne karşı mücadele din sömürüsüne ve gericiliğe karşı mücadeleden, din sömürüsüne ve gericiliğe karşı mücadele de emek sömürüsüne karşı mücadeleden ayrıştırılamaz" denildi.

Laiklik bu kadar darbe almışken gelinen durumu Dayanışma Meclisi üyelerine sorduk. İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi, yazar Fatih Yaşlı, yazar Serpil Güvenç ve gazeteci, yazar Orhan Gökdemir yanıtladı.

Serpil Güvenç, Fatih Yaşlı ve Orhan Gökdemir'den laiklik değerlendirmesi

Laiklik bu kadar darbe almışken gelinen durumu Dayanışma Meclisi üyelerine sorduk. İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi, yazar Fatih Yaşlı, yazar Serpil Güvenç ve gazeteci, yazar Orhan Gökdemir yanıtladı.

'Laik devletin dini olmaz'

Anayasa'ya girişinin 84. yılında laikliğin geldiği durum için ne dersiniz? Son yaşanan 'Kabe' tartışmaları ve Diyanet'in Boğaziçi hutbesini nasıl yorumluyorsunuz?

Orhan Gökdemir: Laiklik, Cumhuriyetin ilk günlerinin ürünü değil. Yeni düzenin oturması, Osmanlı'dan bakiye dinsellikten kurtulması zaman aldı. Haliyle Anayasa’da laikliğin formülasyonu 1928 ve 1930’lu yıllardaki değişikliklerle mümkün oldu. Bunun en önemli kısmı “devletin dini” ibaresinin Anayasadan çıkarılmışıdır. Laik devletin dini olmaz. Devletin dini olursa bütün yurttaşların o dine biat etmesi gerekir.

Bugünlerde bu sancıyı derin bir biçimde yaşıyoruz. Anayasa askıda. Devlet bundan yararlanarak bir dini olduğunu beyan etti. Hatta artık devletin mezhebi de var. Pek çok işinde bunu belli ediyor, açığa vuruyor, ilan ediyor. Diyanet’in sürekli tahkim edilmesi ve bir tür Şeyhülislamlığa dönüştürülmeye çalışılması da bununla ilgili. Hem tahkim ediyorlar hem de yürütme aygıtının eylemli bir parçası haline getirmeye çalışıyorlar. Diyanet bir süredir Uhrevi işlerden çok Dünyevi işlerle uğraşıyor. Toplumu dizayn etmeye çalışıyor, gündelik işler hakkında şunu yapın bunu yapmayın fetvaları çıkarıyor. 

'Kışkırtmanın başı da Diyanettir'

Boğaziçi hutbesi bu kalemden. Gençler manevi değerlere uygun yetiştirilmeliymiş. Ne olabilir ki o manevi değer? Devletin fiili dini, mezhebi kastedilen. O mezhebe uymayanlar terörist, devlete tehdit. Laik devletin dönüştürüldüğü hal budur. Bu hal ülke ve toplum için çok tehlikeli bir haldir. Bölücüdür, iç çatışmaları kışkırtmaya meyillidir. Haliyle bu kışkırtmanın başı da Diyanettir. Üslubuna bakın, sistematik şekilde yurttaşların bir kısmını dışlamakta, ötekileştirmektedir.

Kabe tartışmasına gelince, birincisi Kabe fotoğrafı veya resmi kutsal değildir. Her yere serilebilir veya serilmeyebilir. Pasta yapıp kestiler yakın zamanda. Üsküdar meydanına maketini kurdular. Kabe manzaralı seccadeler var, beş vakit yere seriliyor. Ceza yasamızda “Kabe fotoğrafını yere sermek” diye bur suç yoktur. Kabe’nin bir kutsallığı olsa kenarına lüks oteller dikilememesi lazım. Suudiler sürekli yıkıp yeniden yapıyor. Civardaki otellerden bakın Kabe ayaklar altında. Kabe’yi ayaklar altına alanlar sahipleridir.

Kaldı ki tarihte, hem de defalarca, Müslümanlarca saldırıya uğramış, yakılıp yıkılmıştır. Karataş alınıp götürülmüş, kırılmış, parçalanmıştır. Bugünkü hali o saldırılardan geriye kalanlardan ibarettir.

'Laiklik olmazsa barış da olmaz'

Laik devlette bu tür gülünç kutsallar olmaz, olamaz. Sergiyi düzenleyen o öğrencilerin burada zaten bir hakaret ve aşağılama kastı da yoktur. Bir fotoğraftan yola çıkarak çoğunluğun inancı ile hassasiyet yaratmaya çalıştılar. O yasa dışı hassasiyete dayanarak öğrencileri tutukladılar. Büyük provokasyondur. 

Anayasa’da laiklik hâlâ duruyor ama Anayasa askıda. Belli ki laikliğin tamamen silindiği bir anayasaya ihtiyaçları var. Tartışmayla açtılar. Öğrencilerin kafasına inen cop ise bu yeni belgeye gelecek olası itirazları engellemek için. 
Bilmedikleri şey ise bu ülkenin laiklik olmadan yönetilemeyeceği. Ekmek gibi, su gibidir laiklik. Olmazsa barış da olmaz. Bu kadar açıktır.

'Yönetici kadrolar kapitalist modelden yana bir siyasal tercihte bulundu'

Serpil Güvenç: Sorunuzu yanıtlayabilmek için Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yılları ve sonrasına kısaca bakmakta yarar var. Kemalist iktidar 1920'lerden 1940'lara dek, özellikle kuruluşun ilk yıllarında köklü bir aydınlanma girişimine imza attı. 3 Mart 1924 tarihi önemlidir çünkü TBMM'ye verilen üç önerge ile Hilafet kaldırılmış, Eğitimin Birliği Yasası gelmiş, Şeriye ve Evkaf Vekaleti lağvedilmiştir.  

Eğitimde medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve eğitimin Milli Eğitim Bakanlığına (MEB) devri, eğitimde bilim ve aklın esas alıdığı programlara yönelinmesi, bu bağlamda din dersinin ilk ve orta seviyede zorunlu olmaktan çıkarılması, karma eğitim, çarşaf ve peçeyi zorunlu olmaktan çıkaran kılık kıyafet yasası, Kuran'a dayalı hükümlerle toplum yaşantısının yönetimi demek olan Mecelle'den Medeni Yasa'ya geçiş, 1 Mayıs 1924'de şeriat mahkemelerinin kaldırılması ve daha sayamadığımız değişiklikler ile laik anlayışın önü açılmış oldu.  

Ne var ki, özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan itibaren yönetici kadrolar, sınıfsal konumları nedeniyle, kapitalist modelden yana bir siyasal tercihte bulundular. Toprak ağalığı daima bir siyasal iktidar ortağı olarak varlığını sürdürdü; dolayısıyla bir toprak reformu yapılamadı. Böylece her alanda gericiliğin siyasal yaşamdaki ağırlığı yeniden yaşanmaya başladı. Anayasa'ya ancak 1937'de girebilen laiklik geriledikçe geriledi. Kapitalist tercih, NATO üyesi olan ülkemizi emperyalizmin her yönden egemenliğine sokmakla kalmadı; emperyalizmin gerici unsurlarla ittifakı da içerdeki gericiliği perçinledi.   

'AKP bir neden değil bir sonuçtur'

1949'dan itibaren MEB’ye bağlı İlahiyat fakültesi'nin, 1951'de dört yıllık imam hatiplerin, 1959'da Yüksek İslam Enstitüleri'nin açılmasına, 1940'larda kurulan Köy Enstitüleri'nin çok partili düzenle birlikte 1954'de tamamen kapatılmasına, 1956'da ve 1967'de orta ve lise eğitiminde din dersinin seçmeli olarak gelmesine tanık olduk.    

12 Mart ve özellikle 12 Eylül askeri darbeleri, yasal ve anayasal değişikliklerle dinsel gericiliğe kapıları sonuna dek açtılar.    

Bu koşullarda dinci bir sermaye iktidarı olan AKP bir neden değil bence bir sonuçtur.    

Diğer gerici iktidarların ektikleri tohumların mevyesi olan bu siyasal iktidar laiklik ve aydınlanmadan kalan kırıntılara da son noktayı koymaktadır. Laiklik karşıtı uygulama ve düzenlemeler artık günlük yaşamımızın bir parçası haline gelmiştir.     

Diyanet İşleri Başkanlığı'na (DİB) gelince.    

DİB'nin kuruluş amacı, genelde din hizmetlerinin devlet denetiminde yerine getirilmesiydi.     

Gelinen nokta, 6-7 bakanlık bütçesine eşdeğer bir mali olanakla donanmış olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 1934'de kaldırılmış olan Şeriye ve Evkaf Vekaleti gibi çalıştığını, elinde kılıçla cami kürsüsüne çıkan, kendisini eleştiren Baroları dava edebilen başkanın neredeyse ülkenin tüm sorunlarında söz sahibi olduğu, verdiği hutbelerle siyasi iktidarın borazanlığını yaptığı günlerdir.     

DİB, sadece eşcinselliği, içkiyi lanetleyip Afrin Operasyonu sırasında cihat övgüsü yapmakla kalmamakta; işçi ve emekçilere maddi, manevi sıkıntılarında "alın yazısı"na inanmalarını, acılarını isyana dönüştürmemelerini öğütlemektedir!     

Bu söylem, laiklik ile emekçi sınıfların çıkarlarının birleştiği yeri işaret etmektedir.    

'Din sömürüsüne karşı mücadele, emek sömürüsüne karşı mücadeleden ayrılamaz'

Asgari ücretin bile uygulanmadığı, çalışan kesimlerin toplumsal değerden aldıkları payın çok azaldığı, emeğin direnişinin şiddetle engellendiği günümüzde, sosyalist sol, Dayanışma Meclisi bildirisinde de belirtildiği üzere, laikliğin her zaman olduğu gibi, bugün de "en çok emekçiye, en çok yoksula, en çok işçiye" gerekli olduğunu, çalışıp üretenlerin, emekleriyle bu dünyanın tüm değerlerini var edenlerin hak arama mücadelelerinde sermaye sınıfınca desteklenen gericiliğin, kaderciliğin onların en büyük düşman olduğunu, bu düzeni değiştirme iradelerine "yoğun bir dini kadercilikle" engel olunmaya çalışıldığını ve böylelikle emeklerinin gasp edildiğini hiç durmaksızın anlatmak zorundadır. Bu nedenle "din sömürüsüne ve gericiliğe karşı mücadele"nin emek sömürüsüne karşı mücadeleden ayrılamayacağını usanmadan tekrarlamak zorundadır.    

Düzen değişikliği mücadelemiz, "Eşitlik ve özgürlüğün yolu" gerçekten de "aydınlanma ve laiklikten" geçmektedir.

'İktidar konuyu en iyi bildiği yere, din istismarına çekiyor'

Fatih Yaşlı: Bugün Türkiye'de kavramların bildik anlamıyla, anayasadan, anayasal düzenden ve anayasal yargıdan söz etmek mümkün değil. Anayasa da kanunlar da iktidarın kendi bekası adına eğip büktüğü, tamamıyla keyfi bir şekilde kullandığı metinlere dönüşmüş durumda. Dolayısıyla anayasada laiklik yazmasının her şeyden önce bu nedenle bir anlamı bulunmuyor.

İkincisi, AKP rejim inşa eden bir parti ve o inşa, rejime bir ad konulamıyorsa da, çok net bir şekilde dinsel bir karakter taşıyor. Rejimin kurucu ve üst ilkesinin din olduğu, iktidarın siyasal, kamusal ve toplumsal alanı bu ilke doğrultusunda dönüştürdüğü, herkesin bildiği ama çok az kişinin dile getirdiği bir sır niteliğinde adeta.

Dolayısıyla günümüz Türkiye'sinde laikliğin anayasal bir ilke olarak yürürlükte olduğunu iddia etmek mümkün değil, bilakis pandemi de vesile edilerek topluma despotizmle dinci gericiliğin bir sentezi, derecesi giderek artırılan bir şekilde dayatılıyor.

"Kabe'ye hakaret" hadisesini de bu bağlama yerleştirmek gerekiyor. İktidar konuyu en iyi bildiği yere, din istismarına çekerek direnişin meşruiyetini ortadan kaldırabileceğini ve toplumu bir kez daha bunun üzerinden kutuplaştırabileceğini, buradan da kazançlı çıkabileceğini düşünüyor.

'Laikliğe her zamankinden çok ihtiyacımız var'

Diyanet'in de bu haftaki vaazının konusunun 'gençler' olması, tüm bu saydıklarım nedeniyle tesadüf değil.

Diyanet, yeni rejimin en önemli ideolojik aygıtlarından birine, bir fetva makamına dönüştürülmüş durumda.

Bugün laikliğe her zamankinden çok ihtiyacımız var, çünkü iktidarın piyasacılığı, otoritarizmi ve gericiliği birbirlerinden ayrıştırılamaz bir şekilde işliyor. Bugün Türkiye'de emek demeyen bir laiklik mücadelesinin ve laiklik demeyen bir emek mücadelesinin herhangi bir şansı bulunmuyor.

ASLI İNANMIŞIK / SOL


3 Şubat 2021 Çarşamba

İstanbul’da boğaz köprülerinin gerçek-sanal işlevleri ve sosyolojik dili - Şükrü Aslan / BİRGÜN

Bugün, köprülerin, İstanbul için muazzam derslerle yüklü bir kentsel tecrübe olduğu çok açık. Artık, çıplak gözle de gördüğümüz-yaşadığımız gibi köprüler, kent trafiğini rahatlatmak şöyle dursun, daha da kaotik hale getirdiler.

Sosyolog Georg Simmel, köprüleri, iki farklı şeyi birleştirme arzusunu temsil eden ve doğal sınırları aşan estetik bir başarı olarak görmüştü. Zaman içinde köprüler bambaşka işlevlere de konu oldular ve böylece mühendislik ve sanat dışında sosyal bilimlerin de ilgi alanı içinde özel bir yer aldılar.

Türkiye söz konusu olduğunda belki de daha spesifik işlevlerden söz etmek de mümkün. Zira burada köprüler neredeyse köprü haricinde her şeydirler. O kadar ki ülkenin gelişmişliğini gösteren tanıtım filmleri, üzerine bayraklar giydirilmiş köprü görselleriyle başlar. Bunu yollar, tüneller vb. takip eder. Ayrıca bizde köprülerin bir de toplumsal kabul almaları gibi bir sorunu vardır. Bu da başka bir olgudur.

İSTANBUL BOĞAZI’NDA KÖPRÜ YAPMA FİKRİNİN ÖYKÜSÜ

İstanbul Boğazı’nda köprü üzerine tartışmalar, 1960’lı yıllarda gerçekte bir köprüye ihtiyaç olup olmadığıyla başlamıştı. Bu tartışmaların bir tarafı olan Mimarlar Odası, o yıllarda köprünün görünür gerekçesi olan ‘trafiğiistanbul-da-bogaz-koprulerinin-gercek-sanal-islevleri-ve-sosyolojik-dili-837011-1. rahatlatma’ gibi bir işlevi olamayacağını; geçici rahatlama olsa bile orta-uzun vadede köprünün kente de, trafiğe de bir yük olacağını şu uyarıyla tespit etmişti:

“İstanbul, iki milyonu aşan nüfusu ile Türkiye’nin en büyük ticaret-sanayi şehridir. Nüfusunun yüzde 75-80’i Boğaz’ın batısında, yüzde 20-25’i de Boğaz’ın doğusunda yaşamakta, tarihi şehir merkezi batı yakasında bulunmaktadır. Boğaz Köprüsü projesi; planlama, şehircilik ilkeleri ve şehrin geleceğinden bağımsız olarak ele alınmış bir projedir. Köprü, şehrin doğusunda yeni merkezler yaratmaktan çok, batıdaki merkeze doğuyu daha çok bağlama amacına hizmet edecek ve şehrin trafik ve ulaşım problemini artıracaktır. Şehir bu durumda kuzeye doğru büyüyecek ve bu durum yeni bağlantı yoları ve yeni köprülerin yapımını zorunlu hale getirecektir. Köprü otomobil ulaşımını teşvik edecek, şehir içindeki otomobil dolaşımını artıracaktır, kaynakların sınırlılığı yüzünden metro yatırımını belirsiz bir tarihe ertelemeye neden olacaktır. Köprü ve bağlantı yolarına harcanacak 2.5-3 milyar lira ile bir milyon ton yıllık kapasiteli demir çelik tesisleri kurulabilir, 600 bin insanın konut sorunu çözülebilir (tüm Ankara’nın gecekondu sorunu çözülebilir) ya da Türkiye’nin tüm köylerinin içme suyu sorunu çözülebilir. Boğaz Köprüsü’ne ayrılacak ödeneğin yarısıyla arabalı taşıma ağı genişletilebilir ve sorunun çözümüne olanak sağlanabilir” (Boğaz Köprüsü Üzerine Mimarlar Odası Görüşü, 1969).

Mimarlar Odası’na göre iki kıtayı birbirine bağlamanın en uygun aracı demiryolu tünel projesi idi. Yenikapı-Harem arasında böyle bir projenin o günkü maliyeti 800 bin ila 1 milyar lira arasındaydı. Ama köprü tartışmalarının ekseni öyle hızlı değişmişti ki, dönemin yetkilileri, ilgili meslek kuruluşlarının ideolojik baktıklarını söyleyip, bir karşı argüman inşa etmişlerdi. Bu argümana göre İstanbul Boğazı’na bir köprü yapmak Türk milletinin gerektiğinde ne büyük işler başaracağını gösterecekti. Dolayısıyla köprü, bir milli mesele idi.

BİRİNCİ BOĞAZ KÖPRÜSÜ’NÜN SÖYLEMSEL ‘MİLLİ’ DİLİistanbul-da-bogaz-koprulerinin-gercek-sanal-islevleri-ve-sosyolojik-dili-837015-1.

Köprünün bir milli mesele olduğunu en başta Başbakan Demirel şöyle ifade etmişti: “Türkiye umumiyet itibarıyla büyük eserlere karşı havsalamıza sığmadığından mıdır nedir bir nevi direnme vardır. Arkadaşlar, büyük eserler milletlerin bütünlüğüne hizmet eder. Batılı büyük eserlerle öğünmez ama o büyük eser batının hayatının, cemiyetinin, millet olma şartlarının bir parçası haline gelmiştir. İstanbul köprüsü bir faraz, bir hayal değil, bir hesap kitap işidir. İstanbul Köprüsü Türk ekonomisi için bir yük değil, ona hizmet götürecek bir tesistir.”

Bu yaklaşıma göre sözkonusu olan milli başarı idi. Dolayısıyla köprünün gerçek işlevlerini tartışan ve eleştirenler de kolaylıkla milli hain ilan edilebiliyordu. Öyle ki köprü tamamlanıp açıldığında, kimse köprünün trafiği nasıl etkileyeceği ile ilgili bile değildi. Resmi hıyerarşinin tüm aktörleri milli başarıyı konuşuyorlardı. Cumhurbaşkanı F. Korutürk’e göre “İstanbul Köprüsü, Türk Milletine getireceği sosyal ve ekonomik faydalar yanında Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki bağlantıyı günün anlayışı içinde ikmal ederek, bütün insanlığın hizmetine geniş yarar sağlamıştı’. Başbakan Naim Talu, köprünün inşası ile Boğaziçi’nin ve İstanbul’un artık ebediyyen Türk kalacağına işaret etmişti. Bayındırlık Bakanı Nurettin Ok ‘sanıyorum İstanbul’u fetheden büyük Fatih’in ruhu, fetih sırasında kadırgalardan bir köprü halinde geçtiği boğazı bugün çelikten bir gerdanlık şeklinde aşan torunlarının başarısı karşısında büyük huzura kavuşmuştur’ demişti. İstanbul Milletvekili Tekin Erer’e göre “Boğaziçi Köprüsü Türk’ün tarihinde yeni bir medeniyet abidesi idi. Ve onu bir bayram gibi algıladığı için “Büyük Türk Milletine Kutlu Olsun” demekteydi. İstanbul Valisi Vefa Poyraz’a göre “Boğaziçi Köprüsü Cumhuriyet döneminde bütün Türk Milletini etkileyen en büyük imar olayı’ idi. Kentin Belediye Başkanı Fahri Atabey ise köprüyü “emsalsiz güzelliklerin cenneti olan İstanbul’a zarif bir kolye gibi yaraştığını’ belirtmişti. Temel atma dönemi Bayındırlık Bakanı olan Turgut Gülez ise daha iddialı sözler söylemişti: “Dünya coğrafyasını değiştirecek ve açılışı dünya ticaret, ekonomi ve turizminde önemli tesirler yaratacak olan dev eser.”

Köprünün, trafiğe nasıl bir yanıt vereceği ve ne kadar sürede bu işlevinde yetersiz hale geleceği; dolayısıyla ne tür çözümlere ihtiyaç olacağı yönünde bir bilimsel tartışma yoktu. Onun yerine Demirel’in sözlerinde anlam bulan şu ‘öngörü’ vardı: “Göreceksiniz, bir on sene içerisinde, iki on sene içerisinde bu tesis de kafi gelmeyecek. Bunun tadını aldıktan sonra Boğaz’ın bir tarafından diğer tarafına yeni geçiş imkanları arayacağız.”

İKİNCİ BOĞAZ KÖPRÜSÜNÜN ‘İSLAMİ’ DİLİ: SÖYLEM VE İMGELERistanbul-da-bogaz-koprulerinin-gercek-sanal-islevleri-ve-sosyolojik-dili-837016-1.

İstanbul Boğazı’ndaki ikinci köprünün öyküsü de bu yönüyle oldukça ilginçtir. Köprü ihalesinin konuşulduğu günlerde İngiltere Başbakanı Tratcher ve Japonya Başbakanı Nakasone, Bonn’da tartışmışlardı. Teacher, ilk köprünün kendileri tarafından yapıldığını, ikincisini de yapmak istediklerini, bunu bir ulusal gurur olarak algıladıklarını vurgulamış, Japonya’nın devreye girmesine tepki göstermişti. Bu gerilim, basında diplomatik savaş olarak yer almıştı (Milliyet, 6, 11 Mayıs 1985). Sonunda savaşı Japonya kazanmış; açılışı sırasında Japonya’nın Kavaga eyaletinde Seto Ohashi Köprüsü ile FSM’nin kardeş köprü ilan edilmesine dair bir de anlaşma imzalanmıştı (Hürriyet, 4.7.1988).

29 Mayıs 1985’te temeli atılan ve 3 Temmuz 1988’de açılan köprünün her iki töreninde, sadece Bayındırlık İskan Bakanı Sefa Giray Türkiye’nin ulaşım ve taşımacılık sorunlarına çözüm aradıklarını belirtmiş, diğer yetkililer daha çok dini-milli söylemlerle köprüyü yüceltmişlerdi. Bu konuşmalara uygun olarak FSM, gazetelerde ‘gururumuz’, ‘heybet ve zarafet abidesi’, ‘Türk ulusunun göğsünü kabartan eser’ olarak yer almıştı. Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, daha da ileri giderek ‘bu köprü ile İpek Yolu tekrar hayata döndü’ demişti (Milliyet, 4.7.1988).

FSM Köprüsü, 1980’li yılların kültürel iklimine uygun olarak, daha dini motiflerle sunulmuştu. Köprü girişine ‘dört Türk büyüğü’nün (Fatih, Atatürk, Evren, Özal) büyük posterleri asılmış; T. Özal; “Sevgili peygamberimizin övgüsüne layık olmuş büyük hakanın anısına yapılan köprü, vaktinden önce bitirildiği için yüce Allaha hamdediyorum” demişti (Milliyet, 4.7.1988). Köprü üzerinde kurbanlar kesilmiş; Semra Özal, yanına aldığı nazar boncuğunu köprü korkuluklarına asmış, ‘aman nazar değmesin’ duaları ve ‘Başbakanımız sizi Allah korusun’ sloganları arasında köprü açılmıştı. Özal kendi kullandığı araçla köprüden geçmiş ve hemen arkasından hacıları taşıyan 60 otobüslük kafile de köprüyü kullanmıştı (Hürriyet, 4.7.1988).

Bu büyük dini-milli söylem içinde yine de eleştirel ses verenler olmuştu. Mesela Doğan Hasol, ‘köprünün bir tuzak olduğunu’ yazmıştı ama o iklim içinde Doğan Hasol’u duyan bile yoktu.

ÜÇÜNCÜ BOĞAZ KÖPRÜSÜ’NÜN ‘İSLAMİ’ VE ‘MİLLİ’ SÖYLEMSEL DİLİ

İlk iki köprü tecrübesi yaşandıktan sonra İstanbul Boğazına üçüncü köprüye muhtemelen geniş bir kesim rıza göstermeyecekti. Çünkü köprüler, trafik meselesini çözmek şöyle dursun, şehrin yeşil dokusunun canına okumuştu. Dolayısıyla İstanbul’a yeni köprü, yeni nüfus, yol, araba, yapı, yeni ilçeler, mahalleler vb. demekti. Nitekim şehrin Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan da 1995’de İstanbul’a üçüncü köprü yapmak intihardır demişti (İstanbul Bülteni, 15 Nisan 1995). Fakat sonra bu açıklama sessizce tedavülden çıkarılacak ve köprüye karşı çıkanlar daha önce olduğu gibi yine ‘milli’ sebeplerle suçlanacaktı. Üçüncü köprü bu yeni dini-milli söylem ve suçlamalar içinde hızlıca iki yakanın görece yeşil kalmış bir yerine yerleştirildi.

29 Mayıs 2013’de Boğazın Yeni İncisi olarak tanıtılan temel atma töreninde, bu kez Başbakan olarak Erdoğan şöyle demişti: Bugün 29 Mayıs. İstanbul'un çeşitli yerlerinde fethin kutlamaları var. Bu fethi gerçekleştiren komutanların padişahımızın ruhlarını yad ediyorum. Fatih Sultan Mehmet 560 yıl önce İstanbul'u fethederek karanlık bir çağı kapayıp aydınlık bir çağı açmıştır. Biz de ecdadımızdan ilham alarak 81 ilimizde eserler bırakmaya devam ediyoruz.” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, aynı törende köprüye Yavuz Sultan Selim adını verdiklerini söylemişti. Bu isim, Türkiye toplumunun belleğini ortadan bölüyordu oysa. Törende geleneksel olduğu üzere Erdoğan, köprünün tamamlanıp açılması için de 29 Mayıs 2015 için yüklenici firmadan söz almıştı. Temel atmada olduğu gibi köprünün açılışında da özellikle milli-dini bakımdan anlamlı günlere denk gelmesi arzu ediliyordu.

Planlanan tarih biraz geçmiş olsa da 26.08.2016’da yapılan köprünün açılış töreninde yine milli ve dini köklere göndermeler tercih edilmişti. TBMM Başkanı İsmail Kahraman, köprülerin, aslında tarihi taşıdıklarını belirtmiş; ‘biz tarihe saygılı olmazsak, köksüz olursak, köksüz ağaç gibi kururuz, yok oluruz, tarihimize sahip çıkacağız, öz kültürümüze sahip çıkacağız’ demişti. Başbakan Ahmet Davutoğlu, bir dilek olarak ‘Allah bu köprüyü, Asya ile Avrupa'yı, insanlığı birbirine bağlayan bu köprüyü, hep güzellikleri bağlayan bir köprü kılsın’ demişti. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in yaptırdığı toplu duanın ardından kurdele kesilerek, Yavuz Sultan Selim Köprüsü resmen açılmıştı. Önceki örneklerde olduğu gibi akılda kalan köprünün manzarası ve büyük eserler, büyük milletler vb. söylemleri idi. İstanbul’un son yeşil dokusuna köprünün olumsuz etkilerine dair görüşler yine bu söylemlerin gölgesinde kalmıştı.

SONUÇ: KÖPRÜ TECRÜBELERİ, ŞEHİR VE KANAL İSTANBUL TAHAYYÜLÜ

Bugün, köprülerin, İstanbul için muazzam derslerle yüklü bir kentsel tecrübe olduğu çok açıktır. Artık, çıplak gözle de gördüğümüz-yaşadığımız gibi köprüler, kent trafiğini rahatlatmak şöyle dursun, daha da kaotik hale getirdiler. Kentin yeşil alanları açık ya da örtük imara açıldı, nüfusu katlandı, her yanı beton yığınlarına döndü, kaynakları tükendi, nefes boruları tıkandı. Kısaca Mimarlar Odasının 1968’de söylediği ne varsa hepsi birer birer gerçekleşti. Şehir; mekânsal, iktisadi ve toplumsal olarak artık eşiklerine geldi.

Kanal İstanbul üzerine tartışmalar, bu tecrübelerden muaf olamaz. Zira kanal projesi, sonuçları bakımından İstanbul’un boğaz(lar)ına çok sayıda yeni ‘köprü’ inşa etmek anlamına geliyor. Dolayısıyla yapıldığında nasıl bir İstanbul manzarası çıkacağını geçmiş tecrübelere bakarak her İstanbullu görebilir ve sonuçlarını da tahayyül edebilir. Kanal İstanbul projesine dair sadece ortak akıl değil, ortak vicdan da bu tecrübeden çıkabilir.

1995 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, üçüncü köprü projesini kente ihanet olarak nitelemişti. Şimdiki Başkan Ekrem İmamoğlu da Kanal İstanbul projesini kente ihanet olarak nitelemekte. Kanaatime göre iki ihanet vurgusu da referansını bu kentsel tecrübeden almıştır ve kentsel vicdanın ortak diliydi-dilidir. Ne var ki ilk ‘ihanet’ gerçekleşti. İkincisi de gerçekleşirse sadece İstanbul değil, Türkiye de bundan zarar görür.

Yine toplumsal kabul için yukarıdan ‘milli’, ‘dini’ vb. söylem üretilir mi? Belki ve hatta toplumsal eğilimleri bir ölçüde etkileyebilir de. Ama hem bu söylem hem de İstanbul’a bir köprü serisi demek olan Kanal projesi, gelecek kuşakların en başta yaşamsal haklarına, bir daha kaldırılamayacak kadar ağır bir ipotek koymak anlamına gelir.

Şükrü Aslan / BİRGÜN