6 Haziran 2021 Pazar

Ağaca sarılan Amrita’ya selam - Mehmet ERDEM / BİRGÜN

Ormanın yok edileceği haberi yayıldığında Bishnoiler toplanırlar. Bu eylemlerin öncüsü kabul edilen Amrita Devi çok önemlidir. Mihrace ormanı yok etmek için askerlerini yolladığında bir ağaca sarılan ilk odur, dininin ağaç kesmeyi yasakladığını anlatmaya çalışır.


Marmara’yı onca uyarıya rağmen önlem alınamayan deniz salyası yüzünden kaybetmek üzereyken bugün Dünya Çevre Günü’nü kutluyor olacağız. Dünyanın bundan haberi var mı bilemem ama yine günün anlamına, önemine dikkatlerin çekildiği özellikle “resmi” nutuklar duyacağız. Bıkkınlık verdiği için kendi adıma söylüyorum, kulaklarımı elbette tıkayacağım. Bu kadar ikiyüzlülük katlanır gibi değil çünkü.

Akıllı adam tabii Zeno. MÖ 450’li yıllarda kalk “yaşamın amacı doğayla uyum içinde olmaktır” gibi bir cümle kur. Herkesin elbette katıldığı, “aman ne güzel söylemiş” dediği bu vecizenin üzerinden yüz yıllar geçmesine rağmen “doğayla uyum içinde yaşamak için” ne yaptığımız ortada. Bu “uyumu” sağlama amacıyla önce doğanın korunması gerektiğini anlamamız bile yüz yılları buldu. Çevreyi, doğayı koruma mücadelemizin öyle çok da eski bir tarihi yok yani. En fazla 18. yüzyılda doruğa çıkmış olabildiğini varsayıyoruz. Öncesi yok, varsa bile çok da gerisi getirilmiş değil doğrusu, söz konusu yüzyıla kadar.

KÖMÜR ÖNLEMİ

Ha…şu başlangıç sayılabilir belki. Bıçak kemiğe öyle dayanmış ki, zaten o dönemler daha da karanlık, sisli olan İngiltere’de çevre felaketinden nefes alınamaz hale gelince Kral I. Edward kömür kullanımına sınırlama getirmişti. Çevre bilinci denir miydi bilemem tabii, yıl ne de olsa 1306. Beş yüz yıl sonra 17’nci yüzyılda, doğa bilimci John Evelyn, Londra’nın “Cehennemin varoşlarına” benzediğini yazdığına göre önlemler pek işe yaramamış demek ki. Önce sanatçılar fark eder tabii. 16’ncı yüzyılın Hollanda’sının büyük ressamı Pieter Bruegel ülkenin nehirlerine dökülen lağımları, kirliliğe yol açan diğer unsurları tablolarına yansıtmıştır çokça. Aynı dönemin büyük hukukçusu Hollandalı Gugo Grotius’u da unutmayalım tabii. Bize çevre kirliliğinin doğal hukuku ihlal ettiğini öğreten odur. Özgür Deniz kitabını yazmıştır bu düşüncesi doğrultusunda.

19’uncu yüzyılda çevre bilinci biraz olsun gelişmişse, 1835’te Ralph Waldo Emerson’un, Nature’u yazmasının da bunda etkisi olmalı. Ardından kendilerini doğanın yaşamasına, yaşatılmasına adayan Amerikalı Botanikçi William Bartram ile kuş bilimci James Audubon gelir. Henry David Thoreau, o zamandan beri çevrecilere ilham veren ekolojik incelemesi Walden’ı yazar.

Yani, duyarlılığının belki ama mücadelesinin öyle çok da uzun bir geçmişi yoktur çevre sorununun. Hatta öyle ki 22 Nisan 1970’te ABD’de yaklaşık 20 milyon kişinin çevre tahribatına duydukları öfkeyle sokağa taşınmış olmaları ilk önemli eylem kabul edilir. Tabii ki değerlidir, elbette önemlidir ama bu kadar yakın zamana kadar bir tepki olmayışına şaşırıyor insan. Mutlaka çok çok önceleri de, belki çevre bilinciyle değil de, sadece ağacı, yeşili seviyor oluşlarından ötürü de olsa ortaya atılanlar da vardır herhalde.

SARAY TUTKUSU

Belki de ilk çevre aktivistleri Bishnoi Hinduları’ydı. Öyledir diyenler de var. Bence de sanki öyledir. Bishnoi’ler aslında bir tür dinin mensupları. Guruları da Jambeshwar adlı biri 13’üncü yüzyılda doğmuş, 14’üncü yüzyılın başlarında ölmüş. Bunun ilkelerini takip ediyor Bishnoiler. Dinlerinin Hinduizm’den de Jainizm’den de farklı bir din olduğu yazılıdır kaynaklarda. Son derece çevreci oldukları söylenir. Bunu güçlendiren bir olay da vardır hatta. O yüzden belki de ilk çevrecilerdir deniyor zaten. Yaşadıkları bölgede bir mihrace, kendisine bir saray yaptırmaya niyetlenir. Gözüne kestirdiği yer de bir orman. İşte bu ormanı korumak isteyen yüzlerce Bishnoi’yi katlettirir uğursuz mihrace. Bishnoiler, 12 Eylül 1730’da ağaçların kesilmesini protesto etmek için ölüme giderler yani.

AĞACA SARILARAK ÖLMEK

Ormanın yok edileceği haberi yayıldığında Bishnoiler toplanırlar hemen. Kesilecek her ağaç için canını vermeye hazır gönüllüler belirlenir hemen. Önce yaşlılardır gönüllü olanlar. Her biri bir ağaca sarılır. Birçoğu hayatını kaybeder tabii. Ne yazık ki istenen etkiyi yaratmaz bu fedakârlık. Hatta mihracenin adamları “işe yaramaz yaşlılardan kurtulmak için” Bishnoilerin bunu özellikle yaptığını söyleyip dalga da geçerler. Ama ardından kadınlı, erkekli gençler, evliler, bekarlar, hepsi bir ağaca sarılır, hayatlarını kaybederler.

Bu eylemlerin öncüsü kabul edilen Amrita Devi çok önemlidir. Mihrace ormanı yok etmek için askerlerini yolladığında bir ağaca sarılan ilk odur. Askerlere yaptıklarının kendisi ile halkının dini inançlarına aykırı olduğunu, dininin ağaç kesmeyi yasakladığını anlatmaya çalışır. Bu uğurda ölmeye hazır olduğunu da söyler tabii. Güç sahibi ile hempalarının umurunda mı bu tür inançlar, ilkeler. Askerler, eğer ağaçların kesilmesini istemiyorsa rüşvet vermeleri gerektiğini söylerler. Bu da dinleri açısından kabul edilecek bir öneri değildir tabii.

Ağzından çıkan son sözlerin “Bir ağaç, kişinin hayatı pahasına bile olsa kurtarılmaya değer” olduğunu söylerler Devi’nin. Başını baltalarla gövdesinden ayırır askerler. Onunla beraber Asu, Ratni, Bhagu adlı arkadaşları da kafalarını baltalara teslim ederler gönüllü olarak. Ardından Devi ile beraber hareket eden tam 363 Bishnoi’yi de öldürürler oracıkta. Büyük katliam tabii. İnsafsızca, alçakça.

Ağaçları korurken öldürülen Bishnoilerden bazıları şimdi Hecarli adını taşıyan bölgede dört sütunlu basit bir anıt mezarda uyumaktalar. Kutsal bir mekan olarak hâlâ ziyaret edilir. Her yıl eylül ayında sayıları azalsa da var olan Bishnoiler dinlerini korumak için canlarını veren bu insanları anarlar, toplu, görkemli törenlerle. Tabii dünyanın her yöresinden çevrecilerin de katılımıyla. Hükümet, doğanın korunmasına, vahşi hayvanların yaşatılmasına yaptığı katkılarından ötürü Amrita Devi Vishnoi Smriti Ödülü verir her yıl.Çevre için mücadelemizin tarihi gerçekten eski değildir. Ama kanlıdır işte. Bugün zorluklar olsa da iyi kötü veriliyor çevre mücadelesi ne mutlu ki. Ha bu arada, Amrita Devi ile o üç arkadaşı gencecik kadınlardı. Yine kadınlar yani.

İyi. Hadi bakalım. Deniz salyalı Çevre Günü’nüz kutlu olsun.

Mehmet ERDEM / BİRGÜN



 

5 Haziran 2021 Cumartesi

Ne güzel hayat - İzzettin Önder / EVRENSEL

Belirli aralıklarla işsizlik, istihdam, enflasyon, ekonomik büyüme gibi makro büyüklükler güzide kuruluşumuz TÜİK tarafından içimizi ferahlatır rakamlarla açıklanıyor. İşsizliği işsiz vatandaşların, enflasyonu tüm halkımızın, büyüme rakamlarını ise borç batağındaki esnaf vatandaşların gereği şekilde değerlendirmekte olduğunu düşünüyorum. 

Gerçeği, sadece “hakiki gerçeği” masa üzerinde yüksek bilgisayar programları ve ileri matematikçilerin yardımı ile en hassas şekilde hesaplayarak halkımıza sunan bu güzide kurumun adını, bence, ‘Türkiye istatistik masası’ olarak değiştirip, yeni adını da kısaltılmış şekliyle TÜİM olarak belirleyelim. 

Böylece, eleman ve mekan tasarrufu yaparak, siyasilerin ağzından düşürmediği ve itibardan dahi iç burkacak kadar önemli fedakarlıklarda bulunarak harfiyen uyguladıkları tasarruf zincirine bu kurumu da katmış oluruz.

Eksik olmasın, TÜİK verileriyle içimize inşirah dolduruyor da, sabah sokağa çıktığımızda ulaştırma maliyetinden başlayıp, kahvaltı için bir simit alırken dahi TÜİK ortadan yok oluveriyor. Mesele TÜİK ile de bitmiyor. Zira bu huy bir kere içimize yerleştikten sonra, sağlıkta da, eğitimde de, yoksulluk sınırında da artık ortada ölçü falan kalmıyor. Esnafa yardım diye açıklanan program da, hem miktarı hem de niteliği itibarıyla, bir kısmıyla ufak bir yardım, önemli bölümüyle ise kredi, yani geri ödemesi yapılacak olan para olarak karşımıza çıkıyor. Hal böyle olunca, yazının başlığı da, halkımızın değil, siyasilerin, özellikle de iktidar mensuplarının ruh halini yansıtıyor olabilir. Tüm politikanın red ve inkar üzerine oturtulduğu yönetim biçiminde, bir mafya liderinin söylediklerine karşı tek politika olarak geliştirilen red ve inkar yaklaşımı da içte siyaseti, uluslararası alanda ülkeyi yıpratıcı olmaktadır.    

Ülke sorunlarının üzerini örterek bir seçim dönemi geçiştirilebilir. Hatta diyelim ki, halkımızın inayetiyle(!) ikinci seçim dönemi de atlatılabilir. Peki, sonra ne olacak? İşlerin gerçek yüzü ortaya çıkınca siyasilere rahmet okunmayacak mı? Muhtemelen, hayır, okunmayacak! Zaten, Keynes politikalarının Batı hükümetlerini sürüklediği gibi, siyasileri gaza getiren de budur. Çünkü siyasilerin aldığı kimi israfçı politika kararları siyasilere kısa süreli rant oluştururken, uzun dönemde ceremesi halka yansır, çünkü siyasilerin rantını yediği avantajın maliyeti yıllar sonrasında, kararı alan siyasilerin ortadan yok olduğu dönemde su yüzüne çıkar. Hatta çoğu zaman halk üzerine yıkılan zamların, fiyat artışlarının ve işsizliğin gerçek sebebi anlaşılmadan, yaşanılanların tümü ekonomik sıkıntı ya da kriz olarak algılanır ve bundan dolayı kimse suçlanmaz. Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki, özellikle de devletçilik dönemindeki siyasetin halka saygı anlayışı ile 1950 sonralarında ve günümüze doğru giderek yükselen halka saygısız siyaset anlayışları arasındaki fark budur.

Yaşanan olumsuzluklar karşısında iktidar sahiplerinin halka tüm süreci en doğru şekliyle anlat(a)mamaları, konuyu saptırmaları ya da çoğu zaman yapıldığı gibi konuya hiç girmemeleri siyasi etik anlayışı açısından savunma değil, zavallılık olarak algılanır. Oysa özellikle enflasyon ya da işsizlik vb. gibi ekonomik olaylarda halkın gözü kulağı TÜİK’te değil, bizzat yaşananlardadır. Ondan dolayıdır ki, gerçeklerin saptırılmasını siyasi manevra olarak gören halkımızın siyasi kadroya güveni her geçen gün sarsılmaktadır. Bu alanda siyasetçinin sessizliği halk nezdinde aldatma olarak algılanır ve ona göre değerlendirilir.

Son dönemde söylemleri ile adeta dizileşen mafya liderinin sözleri üzerine siyasilerce takınılan tavır da birçok yönleriyle bizzat siyasetçi aleyhine yorumlanmaya muhtaçtır. Her devletin bazı örtülü işlerinde örtülü para ve örtülü eleman kullandığı düşünülür, fakat ciddi bir devlet bu süreci de kamu görevi bilinci ile götürür ve kişisel servet yığma vesilesine dönüştürmez. Feodal ve ağalık döneminden ulus devlet yapısına geçişte henüz bilinçten silinememiş eski kalıntıların tipik yansıması olan siyasetin servet yığma kapısı görülmesi mafya liderinin karşısına güçle çıkılmamasını zorlaştırması, siyasi itibar yanında ülke itibarının da zedelenmesine yol açar. Zira siyaseti aklayıcı ve halkı aydınlatıcı önlemler alınmadığı, kırılan kolun yen içinde kalması yoluna gidildiği sürece ileri sürülen savlar ya da saldırılar doğru olarak görülür ve sorunu geçiştirdiğini sanan siyasi yapı da buna göre değerlendirilir. Üstelik bu değerlendirmeyi salt ülke içinde seçmenler değil, ülke itibarının kantara koyulduğu uluslararası arenada da uluslararası kamuoyu yapar. Çünkü, bir mafya liderinin uluslararası arenada böylesi doğru ya da yanlış ciddi iddialarda bulunması karşısında, bu iddiaları, arkasını kurcalamadan salt ileri süren kişinin kişisel iradesi ve çabası olarak görmek fevkalade isabetsiz bir bakış açısıdır. Meseleye böyle bakıldığında iddialar karşısında takınılan sessizlik iddiayı savuşturmaz, güçlendirmese de, geçerlilik payını yükselterek, içte siyaseti, ondan da öte uluslararası düzlemde ülke itibarını sarsar. Bu nedenle, siyasilerin bu konuyu kişisel bir mesele olarak ele almamaları ve ülke itibarı açısından yönlendirmeleri kaçınılmazdır. Bu görüş ilgili kişinin eyleminin bir şekilde sonlandırılmasında dahi geçerliliğini korur. Bu ince geçiş noktasında siyasi kadronun ya da sorumluların bekası değil, ülkenin bekası söz konusudur. Sepetteki çürüklerin ayıklanmasıyla sepetin güçleneceği görüşünden sapan bir siyasi erk, bizatihi sepeti ve o sepeti taşıyan seçmen tabanını kuşkulu konuma sokar. 

Bu yol ayrımında siyasi kadroya doğru yola girmede tek müşir ise seçmen bilinci ve ona dayalı siyasi kararı olacaktır.

 İzzettin Önder / EVRENSEL

Ayasofya kemirgenlerinin kısa tarihi - Orhan Gökdemir / SOL

 Tarihinin gösterdiği gibi zaman zaman böyle dev Ayasofya kemirgenleri ürer. Geriye ne kaldıysa kemirir, üstüne pisler. Binanın tarihindeki kısa parantezlerden biridir…

Eskiden de ibadete açıktı, Cumhuriyet bu çok kültürlü, çok inançlı yapıyı müze yapmayı tercih etti. Kilise olarak biliniyor ama esasında bir pagan mabedidir. Ayasofya’dan söz ediyoruz.

Bugünkü şeklini alana kadar birkaç kere yıkıldı yapıldı. Temelleri altında bir pagan mabedi -Güneş tapınağı- olduğu sanılıyor. Sütunları Efes’teki Artemis Tapınağından, Mısır’daki Güneş Tapınağından, Lübnan’daki Baalbek Tapınağından ödünç alınmış. Yapı taşları Mısır’dan, Yunanistan’dan, Marmara (mermer) Adasından, Suriye’den, Afyon’dan, Kuzey Afrika’dan devşirilip İstanbul’a taşınmış. Eski kiliselerin çoğunluğu, eski pagan mabetleri üzerine kurulu zaten. İlk Hıristiyanlar kendileri ile rekabet eden eski inançlarla mücadele içindeydiler. Devlet tarafından kabul görünce mazlumluktan zalimliğe terfi ettiler, yüzyıllar boyunca pagan inançlıları kovaladılar, vurdular, öldürdüler. Mabetlerini yıkıp üzerlerine kiliseler yaptılar. 

Ayasofya’nın benzer bir tarihi var. Altında yatanı bilmesek bile yapıtaşları eski mabetlerin yağmalanmasından bakiye. Zaten adı da bir tür sentez; Ayasofya, Agia Sofia, Hacı Sofya o senteze işaret ediyor. Gelgelelim Hıristiyanlık tarihinde böyle önemli bir yapıya adını verecek “Sofia” adında herhangi bir “hacı” yok. Haliyle “bilgelik” anlamındaki “Sophos” kaynağı. Bilgi kilisesi veya kutsal bilgi kilisesi anlamına geliyor olmalı. Hıristiyanlıkta ne “sophos”u olacak? Bildiğiniz pagan bilgeliği bu. “İsis”in arada aziz ilan edilmiş hali olması yüksek ihtimal. İsis, bir bakıma “Meryem” söylencesinin de kaynağıdır. Her ne ise, Hıristiyanlar o bilgeliğin üzerinden silindir gibi geçince kendi gitmiş adı kalmış yadigâr.

Biraz aşağısında, deniz kenarında bir adaşı var, “Küçük Ayasofya Camii”dir. O da bir kilise ve büyük olasılık onun da temellerinin altında bir pagan mabedinin kalıntıları var. Zaten kitabesinde yapının “Bakhos”a adandığı yazıyor ki, Bakhos, bizim “şarap tanrısı” Dionysos’un Roma versiyonudur. Osmanlılar şehri “feth” edince eskileri yıkmaya gerek duymadılar. Yanlarına birer minare dikip camiye dönüştürdüler. Bakmayın abarttıklarına, dinler arasında geçişler bu kadar kolaydır. 
Türkiye’de aynı adı taşıyan pek çok kilise-cami var. Edirne Kaleiçi’ndeki Ayasofya Kilisesi böyle. Kırklareli’nin Vize ilçesindeki Küçük Ayasofya orijinal hali büyük ölçüde korunmuş bir Doğu Roma kilisesi. Trabzon’un Ayasofya’sı müze ile cami olma arasında gidip geliyor. Yakınlarda AKP’li müteahhide verdiler, kazıp bahçeyi her türlü yeşillikten arındırdı o da. Turistler bu ucubeyi görüp eli eteği çekince esnaf “yeniden müze olsun” diye kampanya başlattı. Gümüşhane, Zonguldak ve İznik’te de var birer tane. Büyük Ayasofya’nın hemen arkasında Aya İrini var, fetihten sonra camiye çevrilmemiş kiliselerdendir. Fatih’in Hıristiyan olan annesinin ibadeti için kilise olarak koruduğu iddia ediliyor. Eski kaynaklara göre, burada bulunan Roma döneminden kalma Artemis, Afrodit ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak inşa edildi. Yani esasında o da bir pagan mabedi.

***

Eski zamanlarda Osmanlı topraklarında olup şimdi başka devletlerin sınırlarında kalan Ayasofyalar da var. Bunlardan en bilineni Selanik’tedir. Fatih, Ayasofya Kilisesini ibadete açarken, Selanik'teki Ayasofya Kilisesini Sırp Kralı Brankoviç’in kızı Despina’ya hediye etti. Despina, ölene kadar dinine bağlı kaldı, evladı veya evlatlığının sorun etmediğini biliyoruz. Selanik Ayasofya’sı 1912’de, şehrin Helenlere tesliminden pek az sonra camiden kiliseye çevrildi. İçindeki eklentileri dışarı çıkardılar, sağ tarafına bitişik uzun gövdeli minareyi yıktılar. Müezzin mahfili avlunun bir köşesine gömüldü, içine toprak doldurulup çiçeklik biçimine sokuldu. Böylece aslına rücu etti. Bu da başka türlü bir dönüşümdür.

AKP döneminin modası oldu. Büyük Ayasofya’dan sonra Hora kilise müzesini de, Khora-Kariye, ibadete açtılar. Böyle pek çok dönüşüm var. “Un Kapısı”nda Pantokrator Manastır Kilisesi ibadete açıldı misal. Fatih bu yapıyı medreseye çevirmeye karar vermişti. Molla Zeyrek Mehmet Efendi’yi görevlendirdi “dönüşüm” için. Mehmet Efendi biraz hazırcevaptı, zeyrek lakabını o yüzden takmışlardı. Bir semtin adıdır şimdi.

Camiye çevirme dedikleri ne? Kilise içindeki ikonaları boşaltıyorsun, fresklerin üzerini badana ile kapatıyorsun, al sana cami! Büyüğünü de alay-ı vâlâ ile ibadete böyle açtılar. “Ayasofya Cami-i Kebiri” diyorlar şimdi. Öyle bir ad ki bu içinde Yunan bilgeliği, Paganizm, Hıristiyanlık ve İslam barış içinde bir arada yaşayabiliyor! Dinler tarihinin cilvelerindendir…

***

“Ayasofya” bu dönüşümlere alışık aslında. Tarihi boyunca o inanç senin bu inanç benim dolaşıp durmuş. İlk gençliğini katedral olarak tamamlamış. Bu arada şehirde çıkan ayaklanmalarda birkaç kez yakılıp yıkılmış. Her defasında yeniden ayağa kalkmış. Roma kilisesi bölününce Ortodoks kilisesine dönüşmüş. Haçlılar şehri “feth” edince Katolik kilisesi olmuş. Tabii fırsat o fırsat yağmalamışlar, soyup soğana çevirmişler, eski sahiplerine kılıç göstermişler. Ortodokslar geri alınca yeniden Ortodoksluğa duhul. 1453’te “cami oldun sen” demişler, sesini çıkarmamış. 1934’te bakımını yapıp, elini ayağını düzelttikten sonra kapısına “müze” tabelası asmışlar. Cumhuriyetin ilanıdır. Şimdi yeniden cami. Cumhuriyetin yıkıldığını ilan ettiler böylece. Ama tabii yeniden müze veya kilise olma şansı var. Tarihinin gösterdiği bu.

Yunan bilgeliği, Paganizm, Hıristiyanlık ve İslam “Ayasofya”da barış içinde bir arada yaşayabiliyor ama müze iken camiye dönüştürenler çok öfkeli. Bütçesi hormonlu Diyanet Başkanı Ali Erbaş müzenin camiye açılışında hutbeye elinde kılıçla çıktı. Cumhuriyete, kurucusuna ve halka kılıç gösterdi, beddua etti. Ardından Ayasofya başimamı olarak atanan Mehmet Boynukalın nam tuhaf kişi, laikliğin kaldırılmasını, devletin dininin İslam olarak anayasaya konulmasını istedi. O gitti gitmedi tartışması sürerken AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı “hafızlık” töreninde vaaz veren imam Mustafa Demirkan, kurucu Mustafa Kemal’e “zalim ve kafir” dedi. Küfrünün görünüşteki sebebi kiliseyi müze yapması…

Zamanımızın şişirilmiş kahramanları bunlar. İsimleri farklı olmakla birlikte bunlar aynı cemaatin üyeleri. Düzenin resmi ideoloğu Püsküllü Kadir’in paltosundan çıkma hepsi. Kinleri sadece Mustafa Kemal’e değil haliyle. Cumhuriyete, laikliğe, “seküler yaşam biçimini benimseyen halka” dinmeyen öfkeleri ve bitmeyen bir kinleri var. 

***

Ama Ayasofya’nın anlamı bütün bu itiş kakışın ötesinde. Uzun yıllar üstü kapalı en büyük cami olma rekorunu elinde tuttu. Büyük kubbesinin sağladığı geniş açıklık sebebiyle sanat tarihinin ve mimarinin köşe taşlarından biridir. Bu mimari Yunan “basilika” tipinin yerine geçerek mimaride çığır açmıştır. Tuğla ile inşa edilen büyük ilk yapılardan biridir. Yapımından sonra Asya ve Avrupa’daki kilise mimarisine esini vermiştir. Bütün Rumeli’ndeki cami mimarisi de bu binanın minyatür kopyalarından ibarettir. 

Yani kilise, müze veya cami olarak tanımlanması insanlık tarihindeki önemini ne arttırır ne azaltır. Ayasofya insanlığa bırakılmış büyük bir kültür mirasıdır. 

Elde kılıç mirasın gerçek sahibi halka kabadayılık taslayan “fetihçi” şişirilmiş kahramanlara gelince; tarihinin gösterdiği gibi zaman zaman böyle dev Ayasofya kemirgenleri ürer. Geriye ne kaldıysa kemirir, üstüne pisler. Binanın tarihindeki kısa parantezlerden biridir…

Orhan Gökdemir / SOL

4 Haziran 2021 Cuma

Öğrenme yoksulluğu-Cemil COŞKUN/BİRGÜN

 

Maarif Müfettişi Cemil Coşkun, Dünya Bankası'nın verilerinden yola çıkarak, “Uzaktan eğitimden yararlanamayan öğrencilerin ‘öğrenme yoksulluğu’ katlanarak artıyor” diyor.

Yoksulluk kavramı Türk Dili Kurumu’na göre; "Yoksul olma durumu, yoksuzluk, variyetsizlik, sefillik, sefalet, fakirlik" olarak tanımlanmaktadır. Kavramın, köküne indiğimizde ‘yok’ sözcüğüne ulaşıyoruz. Yokluk, yoksulluk hem insan yaşamı için hem de dünyanın geleceği için felaketleri çağrıştırmaktadır. Yoksulluk, adeta bütün kötülüklerin üreticisidir. ‘Yoksulluk’ kavramı sadece maddi gelir durumunu anlatmamaktadır. Bilgi, bilim, sanat, spor, nezaket, öğrenme yoksulluğu ilk akla gelen yoksulluk türleridir. Bu nedenle yoksullukla mücadele ederken tüm yoksullukları içine alan bir anlayışla hareke edilmelidir.

Dünya Bankası bu krize dikkat çekmek için “öğrenme yoksulluğu” kavramı üzerinde çalışmaktadır. UNESCO İstatistik Enstitüsü işbirliğinde Ekim 2019’da Dünya Bankası tarafından yayımlanan Öğrenme Yoksulluğunu Sona Erdirmek: Neler Yapılmalı? raporunda “öğrenme yoksulluğu” kavramını ortaya atmıştır ve dünyanın dikkatini bu kavram üzerine çekmeyi amaçlamaktadır. TEDMEM, Dünya Bankası raporuna dayalı olarak hazırladığı ‘Öğrenme Yoksulluğu-2020’ raporunda çok önemli bilgileri paylaştı. Raporda dikkat çeken başlıklar şu şekilde:

Türkiye’de ilk ve ortaöğretim çağında yaklaşık 160 bin çocuğun okul dışında kalacağını göstermektedir (TEDMEM, 2020).

Dünya Bankası’nın “öğrenmeye göre uyarlanmış eğitim süresi” hesaplamasına göre, Türkiye’de öğrenciler ortalama 12,1 yıl okulda kalmalarına rağmen sadece 8,9 yıla eşdeğer bir eğitim almaktadır. Okulda harcanan ama eğitimin çıktılarına yansımayan 3,2 yıllık zaman dilimi ise eğitimin etkililiği ile ilgili önemli bir soru işareti oluşturmaktadır.

ÖĞRENME KRİZİ NİTELENDİRMESİ

Okul dışında kalan çocukların ve okulda kayıtlı bulunmasına rağmen temel düzeydeki becerileri dahi edinemeyen öğrencilerin varlığı, bu sorunun “öğrenme krizi” olarak nitelendirilmesine sebep olmuştur.

Öğrenme krizi hem ülkelerin insan sermayesi geliştirme hem de “Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları”nı gerçekleştirme çabalarını tehdit etmektedir. Dünya Bankası bu krize dikkat çekmek için “öğrenme yoksulluğu” kavramı üzerinde çalışmaktadır.

Öğrenme yoksulluğu basit bir metni okuyamamak ve/veya okuduğunu anlayamamak olarak tanımlanmıştır. Öğrenme yoksulluğunun diğer temel becerilerden ziyade okuma becerisi üzerinden tanımlanması ise okuma becerisinin öğrenmeye açılan bir kapı olarak nitelendirilmesinden kaynaklanmaktadır.
Bireylerin öğrenme yoksulluğu çekmemesi için ilkokul eğitimi oldukça önemlidir. On yaşına kadar veya en geç ilkokulun sonuna kadar temel düzeyde okuma becerisi edinememiş çocuklar öğrenme yoksulu olarak nitelendirilmektedir. Bu çocukların daha sonraki okul süreçlerinde ve iş yaşamlarında çeşitli zorluklar yaşayacağı tahmin edilmektedir.

Dünya Bankası raporuna göre, Türkiye’de 10-14 yaş aralığındaki çocukların yüzde 95’i okula kayıtlıdır ve bu öğrencilerin yüzde 17,6’sı ise temel düzeyin altında okuma becerisine sahiptir. Bu oranlar üzerinden yapılan hesaplamalar Türkiye’de öğrenme yoksulluğu oranının yüzde 21,7 olduğunu göstermektedir. O halde, Türkiye’de 10-14 yaş arasındaki yaklaşık her beş çocuktan biri öğrenmede sorunlar yaşamaktadır.

Raporda Türkiye ile birlikte 100 ülkenin öğrenme yoksulluğu oranları hesaplanmış, ülkelerin gelir düzeylerine göre öğrenme yoksulluğu karşılaştırmaları yapılmıştır. Buna göre, dünya genelinde 10-14 yaş aralığındaki yaklaşık her iki çocuktan biri (yüzde 48) öğrenme yoksuludur. Bu oran, düşük gelirli ülkeler ortalamasında yüzde 90’a yükselirken, yüksek gelirli ülkeler ortalamasında yüzde 9’a düşmektedir. Düşük ve orta gelirli ülkelerin ortalamasında ise bu oran yüzde 53 olarak rapor edilmiştir.

En düşük oran yüzde 1,6 ile Hollanda’ya, en yüksek oran ise yüzde 98,7 ile Nijer’e aittir. Öğrenme yoksulluğu yüzde 10’un altında olan ülke sayısı 34 iken, yüzde 90’ının üzerinde olan ülke sayısı ise sekizdir. Türkiye yüzde 21,7’lik öğrenme yoksulluğu oranı ile 100 ülke arasında 45’inci sırada yer almaktadır.
Rapora göre, 2000 ve 2018 yılları arasında her bir ülkenin eğitim göstergelerinin gelişimi temel alındığında, öğrenme yoksulluğundaki düşüş yıllık ortalama yüzde 1 puanın altındadır. Bu ilerleme hızıyla 2030 yılına kadar küresel düzeyde öğrenme yoksulluğunun sona erdirilmesi mümkün değildir. Nitekim 2030’da düşük ve orta gelirli ülkelerdeki öğrenme yoksulluğu ortalamasının yüzde 43 olacağı tahmin edilmiştir.

Erken çocukluk eğitiminin yaygınlaşmaması, ilköğretimi tamamlama oranlarının düşük olması, ortaöğretimde ise okul terklerinin özellikle de kız öğrenciler için oldukça yüksek olması 2030’da hâlâ öğrenme yoksulluğunun önemli bir sorun olarak karşımıza çıkacağını göstermektedir. Bunların yanında finansal, sosyal ve kültürel engellerden dolayı okula erişim ve/veya tamamlamada yaşanan zorluklar, okula yönelik değer, öğretmen niteliği ve okul kaynakları gibi pek çok faktör bu oranının azaltılamaması ile ilişkilidir.

BUNA KARŞI NE YAPMALI?

Öğrenme, birçok canlının ortak özelliği. Öğrenme, insanlar için aynı zamanda insanlık tarihi ile yaşıt bir kavram diyebiliriz. Çünkü insan dünyaya geldikten sonra öğrenme süreci başlıyor. İnsan yavrusu en azından dünyaya geldiği andan itibaren nefes almayı, ihtiyaçlarını iletmek için ağlamayı, mutlu olduğunu belli etmek için gülmeyi öğreniyor. Öğrenme süreci ailede, okulda ve yaşamın her alanında devam ediyor. Öğrenme işini tutkuyla yapan, öğrenmeden keyif alan, öğrene işini yaşam boyu yapan birey ve toplumlar ile öğrenmeyi mecbur olduğu için ve belli zamanlarda yapan birey-toplumlar arasında başta üretkenlik ve kalkınma alanlarında uçurumlar oluşuyor. Birinci gruba dahil birey ve toplumlar, öğrenmeye dayalı bir kültür ve yaşam inşa ederken, ikinci gruba dahil birey ve toplumlar başkalarının ürettiği bilgi ve üretimlerin alıcısı/tüketicisi durumuna düşmektedirler.

Öğrenme yoksulluğunun ilacı, topyekûn bir öğrenme seferberliği başlatmak ve öğrenmeyi tüm dünyaya nitelikli şekilde bulaştırmak. Yine, toplumlar ‘akıl koalisyonu’ kurarak bu illetten ülkemizi ve dünyamızı kurtarabilirler. Bunun için öncelikle eğitimciler, aydınlar ve siyasetçilerin bütün yoksulluklarla mücadele yol ve yöntemlerini toplumun önüne koyması gerekmektedir.

Toplumların öğrenmeyi bir yaşam biçimine dönüştürmeleri için ‘öğrenme’ üzerine kafa yormaları, öğrenmeye dayalı kültür inşa etmeleri, ‘Öğrenmeyi (B)ulaştırmak’ için ulusal çapta amaç birliği yapmaları gerekmektedir. Çünkü ‘Öğrenmeyi (B)ulaştırmak’ toplumsal boyutta ele almadan, tek başına bireylerle başarılacak bir durum değil, bireylerin tek başına güçlerinin yetmesi de mümkün değildir.

PANDEMİNİN ETKİSİ

Dünyada ve ülkemizde bir yıldan fazla bir süredir pandemi nedeniyle çocuklar ve gençler yüz yüze eğitimden uzak kaldılar. Bu süre içerisinde uzaktan eğitim olanağı bulan ve bulamayan öğrenciler oldu. Uzaktan eğitim ne kadar yararlı oldu bunu tüm boyutlarıyla henüz bilmiyoruz ancak ekonomik ya da başka nedenlerle uzaktan eğitimden yararlanmayan öğrencilerin ‘Öğrenme Yoksulluğu’nun katlanarak arttığını söyleyebiliriz. İster pandemi koşullarında, ister başka bir olağanüstü durumda, isterse de normal yaşam koşullarında başarılması gereken asıl mesele: ‘Öğrenmeyi (B) ulaştırmak’. Nâzım Hikmet’in bir şiirinde dediği gibi: ‘İşte böyle Laz İsmail, mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!’ Eğitimciler, ebeveynler ve hepimiz için; ‘Mesele, bilgiyi ezberletmekte değil, öğrenmeyi (b)ulaştırmakta bütün mesele!’ Öğrenmeyi (B)ulaştırma konusunda hem kendi tarihimizden hem de dünya tarihinden örnekler vermek mümkündür. Bu yolculukta yanımıza mutlaka kalem, defter ve akıl yürütmek, fikir üretmek için dermanı olan kafamızı alalım. Bütün insanlığa ‘öğrenmeyi (b)ulaştıranlara vefa ve minnet duygusunu unutmadan.

Antik Çağ filozoflarından Sokrates, öğrenme konusunda etkili soru sormanın önemine değinmiştir. Sokrates’e göre iyi bir soru öğrenenin zihninde döllenmeye yol açar. Döllenme sonucunda gelişip, büyüyen bilginin ürüne dönüştürülesinde öğretmen bir ebe gibi davranarak, öğrenenin işini kolaylaştırmalıdır. Doğumu, öğrenen yapmalıdır. Bilgiyi doğuran ve öğrenmenin öznesi olan öğrenen, o bilgiyi büyütüp yeni ve orijinal ürünler elde etmelidir. Sokrates, etkili soru sorma ile öğrenmeyi binlerce yıl öncesinden (b)ulaştırmıştır. Tarihimizde, yaklaşık bin yıl önce Yusuf Has Hacip ‘Kutadgu Bilig- Mutluluk Veren Bilgi’ adlı eserinde; ‘kâmil insan’ kavramına değinmektedir. Ona göre kâmil insan, okuyan, öğrenen insandır. Özellikle insanı geliştiren ve güçlendiren faziletler dikkati çeker: Bilgi edinmek, okumak, güzel yazmak, çeşitli bilimlere sahip olmak, sevilen milli sporlara ve maharetlere değer vermek başta gelir. Memet Fuat, Tevfik Fikret’in yaşamını anlattığı kitabında onun eğitime dair görüşünü şu şekilde anlatıyor; ‘Eğitimin amacı, çocukların kafalarını bilgiyle doldurmak değil, onları yaşama hazırlamaktır. Ezberin yerini oyun, uygulama, deney almalıdır. Eski insanlara yeni bilgiler vermek yerine, ‘Yeni İnsan’ı yaratılmalıydı.’

Cemil COŞKUN/BİRGÜN

Kirli Üçgen: Siyaset - Mafya - Ticaret(X-XI-XII) / Miyase İlknur/Zehra Özdilek/Tuğba Özer-CUMHURİYET

 (X)-"Nesim Malki cinayeti"

'Kirli Üçgen' yazı dizinin onuncu sayısında, Alaattin Çakıcı'nın da içinde yer aldığı skandal ticari ilişkiler ve cinayetler ele alındı.

Erol Evcil’in, Nesim Malki’den aldığı yüksek faizli borcunu ödeyemez duruma düşmesi sonucunda Alaattin Çakıcı’dan yardım istemesiyle başlayan ilişki Türkbank ihalesi sürecinde sürecektir. Nesim Malki’yi korkutmak isteyen Erol Evcil’in Çakıcı’yı devreye sokması pek de işe yaramamıştır. 

Malki, Çakıcı’nın adamlarının tehdidine rağmen 400 milyon doların üzerindeki alacağını tahsil etmek için Evcil’i sıkıştırmaya devam eder. Evcil’in bu yüklü borçtan kurtulmasının tek yolu Malki’nin ortadan kaldırılmasıdır.  

O Nesim Malki ki, Türkbank’ı almak isteyen Erol Evcil’i yanına alarak Ankara’da kapı kapı dolaşıp kendisine referans olmuş kişidir. Ayrıca Bursa’da iplik fiyatlarını birlikte belirlemeye başladılar. Hatta otobüs alım satımından, zeytin işine kadar pek çok alanda ortaklıkları da mevcuttu.

Nesim Malki 1994 yılından itibaren birçok kez telefonla tehditler almaya başlamıştı. Evine telefonlar geliyor ve çoğu kez kızı ve eşine eli ile işaret ederek evde olmadığını söylettiriyordu. Bu tehditlerin artması ve 15 Haziran 1994 günü evinin önünde ayağından vurulması nedeniyle, o sıralar Yeşil Vadi konutları ve birkaç projede ortak olduğu işadamı Korkma Yiğit’e kendisine gelen tehditlerin arttığını söyledi ve Yiğit ile birlikte 9 ekim 1995 günü dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu’nu ziyaret etti. Kozakçıoğlu, Malki’ye işine gidiş-gelişlerde ayrı güzergâhlar takip etmesini ve korumasız gezmemesini tavsiye ettikten sonra, polis tarafından yakın korumaya alınması için bir dilekçe yazmasını istedi. Malki dilekçesinde şunları yazdı: “Finans ve tekstil konusunda hizmet veren bir kuruluşun başında bulunuyorum. Yaptığım işlerin çapından ötürü zaman zaman büyük miktarda para taşımaktayım. Buna bağlı olarak zaman içerisinde muhtelif tehditler aldım. Huzursuzum ve korku içerisindeyim.”

Nesim Malki ve Korkmaz Yiğit, valiye veda edip dışarı çıktıktan hemen sonra Korkmaz Yiğit’in cep telefonu çaldı. Telefondaki ses şunları söylüyordu: “Nesim Malki’yi valiye götürmüşsün. Onu koruma, o benim ekmek kapım. Ben bir sürü insana bakıyorum. Arada bir ona fatura çıkarttığımda, onu almaya mecburum.” Korkmaz Yiğit’i arayan kişi Alaattin Çakıcı’dır. 

6 Temmuz 1994 günü kendisine bir koruma tahsis edildi. Fakat Malki, ancak İstanbul dışına çıktığında bu korumasını yanına almıyordu. 

28 Kasım 1995 günü İstanbul’dan bindiği Sönmez Havayolları’na ait uçak, saat 10.20’de Bursa Havaalanı’na indi. Malki’yi havaalanında, Tunca Tekstil’in Bursa irtibat bürosunda görevli şoförü Cengiz Yüksel aldı. 34 SPK 62 plakalı Renault 9 model arabanın arka koltuğuna binen Malki, Cavit Çağlar’dan sonra iş yaptığı ikinci büyük iş insanı olan Ali Osman Sönmez’in Yalova yolu üzerindeki iplik fabrikasıra doğru yola çıktı. Araba, fabrikaya gitmek için çevre yoluna girdi. Özdilek Tesisleri’nin önündeki ışıklı kavşağa gelindiğinde kırmızı ışık yanınca araba durdu. Malki, cep telefonuyla İstanbul'daki ortağı Erol Erkohen ile görüşüyordu. Tam bu sırada araba çapraz ateşe tutuldu. Erol Erkohen, silah seslerini İstanbul’dan duydu. Görüşme kesildi. Arka koltukta oturan Malki’yi hedef alan kurşunlarla camları kırılan otomobil delik deşik oldu. Vücuduna çok sayıda kurşun saplanan Malki, arabanın arka koltuğuna kanlar içinde yığıldı. Cinayet jandarma bölgesinde işlenmişti. 

ÇAKICI’NIN KASASI!

Bursa’da bu cinayetle ilgili olarak “zeytin kralı” olarak tanınan Eze zeytinlerinin sahibi Erol Evcil adı akla geliyordu. Erol Evcil denince akla Alattin Çakıcı geliyordu. Piyasada Erol Evcil, bilindiği gibi, Alaattin Çakıcı’nın kasası olarak tanınıyordu.  

Malki cinayeti üzerinde iş dünyası ve basın olası şüpheliler arasında pek çok ismi işaret etti. Malki'nin uyarılarına rağmen Sümerbank ihalesine giren ve 103.7 milyon dolara satın alan Hayyam Garipoğlu'nu desteklemesinin ölümüyle ilişkisi olduğu ileri sürüldü. Ölmeden bir süre önce Trabzonspor Kulübü başkanı Sadri Şener'in iflasına neden olmuştu.

YENER KAYA CİNAYETİ

Malki’den birkaç gün önce öldürülen borsanın büyük aracı kurumlarından Yener Menkul Kıymetler AŞ’nin sahibi Yener Kaya'nın da Malki ile ilişkili olduğu, kimi tekstil hisselerinin işlemlerini kontrol etmesi nedeniyle iki cinayet arasında ilişkiye dikkat çekildi. Bursa’da Nesim Malki’ye yüklü miktarda borcu bulunan Erol Evcil’in de adı geçiyordu tabii. 

ÇEKLER YIRTILDI

Bankalar Malki'ye ait şirketlerin borçları için ölümünden sonra ortağı Erol Erkohen'i sıkıştırmaya başladılar. Bu çeklerin bir kısmı Erol Erkohen tarafından ciro edilerek bankalara verilmişti. Tabii ki hepsi karşılıksızdı, bu yüzden bankalar bunların karışılığını istiyordu. Ödeme sıkıntısına düşen Erkohen, Malki'nin Sümerbank'taki yüzde 50 hissesini Korkmaz Yiğit'e sattı. Diğer şirketlerde Yiğit’le beraber girilen işlerdeki payları da Yiğit’e devrederek karşılığında aldığı paralarla bankalara borçları ödedi. Geride halen birçok Erol Evcil çeki kalmış fakat Erkohen, Malki’nin akıbetine uğramamak için bu çeklerin bazılarını Evcil'e teslim etmiş, bir kısmını da yırtmak zorunda kalmıştı. Erkohen, bu çetrefilli ilişkiler nedeniyle can güvenliğinden endişe ederek İsrail'e kaçmıştı.

EMNİYETTEN ŞİRKETİN BAŞINA

Erol Evcil, bir yandan Alaattin Çakıcı gibi yeraltı dünyasında para karşılığı tetikçilik yapanlarla ilişki kurarken diğer yandan da Emniyet’le arasını iyi tutuyordu. Emniyet Müdürlüğü’nde görev yapmış emekli üst düzey polisleri şirketlerinin yönetim kuruluna alıyordu. Malki'nin öldürülmesinden bir ay sonra Bursa Emniyet Müdür Yardımcısı Yusuf İlhan, mesleğini bırakıp Evcil'in yanında işe başlamıştı. Evcil onu Eze Zeytinleri Yönetim Kurulu Başkanlığı’na getirmişti.

Uzun süren soruşturmada bütün oklar Evcil’i gösteriyordu. Önce Bursa’da sonra da yurtdışında saklanan Evcil, Malki’nin cinayetinde azmettirici olarak yargılandı ve tutuklandı.

HÜKÜMETİ DÜŞÜREN BANKA İHALESİ

Türkiye’nin köklü ilk özel bankası olan Türkbank, Ocak 1994’te patlak veren krizin ardından zayıfladı. Aynı yılın mayıs ayında Hazine’ye devri gerçekleşmiştir. Ancak, bankanın yüzde 84,5 hissesi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından kamu ihalesiyle satışa çıkarıldı.

Bankanın taliplisi çoktu. BankEkspress’in sahibi Korkmaz Yiğit, Denizbank’ın sahibi Zorlu Grubu, kapanan İktisat Bankası’nın sahibi Erol Aksoy, Hayyam Gariboğlu ve Türk Petrol de bu köklü bankayı almak için kulislere başlamıştı.

Bankanın ihaleyle satılacağı açıklandıktan sonra ilk olarak Bursa’da “zeytin kralı” olarak tanınan Erol Evcil, bankaya talip olmak için temaslara başlardı. Türkbank Evcil’e 12.5 milyon dolarlık döviz kredisinin yanı sıra 1.5 trilyon liralık da dövize endeksli kredi vermişti. Evcil, bankalardan kredi almakta pek mahirdi. Türkiye İş Bankası’nın, Evcil’in dev yatırımı Eze Zeytincilik’e 150 milyon dolar kredi verdiği, ayrıca Evcil’in 26.7 milyon dolarlık borcunu da karşıladığı ortaya çıktı. Bu süreç, yıllarca İş Bankası Genel Müdürlüğü görevini yürüten Ünal Korukçu’nun başını yemişti. Olay ortaya çıkınca Korukçu apar topar emeklilik dilekçesi verdi.

BORSACI ZOR KURTULDU

Evcil, talip olduğu Türkbank’ın Genel Müdür Yardımcısı Burhan Ünlüata’nın bu girişime engel olması üzerine Ünlüata’nın yakın arkadaşı borsacı Adil Öngen’e baskı yapmaya başladı. Evcil, Öngen’i defalarca telefonla arayarak tehdit etti ve sonrasında da Öngen, Alaattin Çakıcı tarafından vuruldu. 12 Mart 1997’de yapılan saldırıda Öngen, arabasının zırhlı olması sayesinde kurtuldu. Erol Evcil’in Alaattin Çakıcı ile ilişkisini siyaset, bürokrasi ve iş dünyasında bilmeyen yoktur artık. Türkbank’ın Evcil’e verilmesine bürokrasinin direnmesi üzerine Evcil ve Çakıcı, başka bir formül üzerinde çalışırlar. Çakıcı, Türkbank ihalesine giren diğer kişileri tehdit edecek ve güya Korkmaz Yiğit’in önünü açacaktır. Bu süreçte Korkmaz Yiğit ve Çakıcı ilişkisi enteresan bir hal almaya başlar. Yiğit, Ulus’ta inşa ettiği Platin Konutları’ndan Çakıcı’ya bir daire hediye etmeye kadar vardırır işi. Gerçi sonra mahkemede bu evi tehdit sonucu Çakıcı’ya verdiğini açıklayacaktır.

Bu arada ihale öncesinde Başbakanın Danışmanı Güneş Taner’le bir iki kez görüşen Korkmaz Yiğit’e bankadan önce medya alanına yatırım yapması tavsiye edilir. Taner’in tavsiyesi üzerine Korkmaz Yiğit önce Kanal 6, Kanal E’yi Yeni Yüzyıl’ı, ardından da Milliyet gazetesini satın alır.

2 HAFTA SONRA TAKİP

TMSF, 4 Mayıs 1998’de Türkbank ihalesini duyurdu. 18 Mayıs’ta İstanbul polisi, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne Korkmaz Yiğit’in cep telefonunu organize suçla mevcut bağları ve para transferine ilişkin makul gerekçelerle dinleme izni almak için başvurdu. 4 Ağustos’ta yapılan ihalede Yiğit’in şirketi Bank Ekspress 600 milyon dolar ile en yüksek teklifi yaparken onu 595 milyon dolar ile Zorlu Holding’e bağlı DenizBank izledi. İhalenin tamamlanmasının ardından polis, Yiğit ile mafya babası Alaattin Çakıcı arasındaki ilişkiyi ve Çakıcı’nın ihaleye teklif veren diğer tarafları rahatsız ettiğini yazılı olarak TMSF’ye bildirdi.

SAĞLAR’A MEKTUP

1998 Eylül ayının sonlarına doğru CHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar’a ‘Mersinli’ rumuz adıyla bir posta geldi. Zarfın içinde 45’lik Raks marka bir ses kaseti çıktı. Yanı sıra küçük bir not kâğıdında da şöyle yazıyordu: “Bu bant Alaattin Çakıcı ile Korkmaz Yiğit’in konuşmalarını içermektedir. Bant sadece devleti için çalışan namuslu kamu görevlilerince görev gereği kayda alınmış ve sizin namusunuza tevdi edilmiştir. Size güveniyoruz ve kamuoyunu aydınlatacağına inanıyoruz.”

Sağlar ses bandını dinledi. Konuşmalar Türkbank ihalesi için Alaattin Çakıcı’nın devreye girdiğini ve Korkmaz Yiğit, destek verdiğini gösteriyordu.

Fikri Sağlar’ın görüştüğü dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, “Konuyu biliyoruz, takipteyiz. Çakıcı ile Yiğit arasındaki ilişkileri takip ettiğimiz sırada Yiğit benimle birçok kez görüşmek istedi. Yakın arkadaşlarımızı aracı yaptı, hiç randevu vermedim, Hüsamettin Cindoruk devreye girene kadar. Onun talebi üzerine bir kez görüştüm. Jefi Kamhi ile birlikte geldiler” dedi.

Başbakan Mesut Yılmaz basın mensuplarına yaptığı açıklamada ise “İhaleye çıkılması safhasında Korkmaz Yiğit önce Güneş Bey’e geliyor her halükârda almak istediğini bunun için gerekli her türlü özveriyi göstereceğini söylüyor. Güneş Bey de bunu bana aktardı. İlk defa Korkmaz Yiğit ismiyle öyle muhatap oldum. Kendisini tanımam, ondan sonra emniyetten ve MİT’ten bana bir bilgi geldi ki buna göre Alaattin Çakıcı Ticaret Bankası ile ilgili bazı şahıslara telefon açıyor, artık bunlar bugün kamuoyuna mal olmuş durumda” ifadelerini kullandı. 

Hedef adam Yiğit ise “Ben Çakıcı’yı ihaleye müdahale etmesi konusunda uyarmak istedim, onun için telefon görüşmesi yaptım. Onu hem bu işin içinde hem de dışında tuttum” açıklama yaptı.

KORKMAZ YİĞİT’TEN İTİRAF

Korkmaz Yiğit, 12 Kasım’da polise verdiği yazılı ifadede tüm bağlantılarını itiraf etti ve hukuka aykırı iş yaptığını kabul etti. Yiğit’in ifadesinin kamuoyunda yankı bulmasıyla konu siyasete de sıçradı. Skandala Başbakan Mesut Yılmaz ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner’in de karıştığı ortaya çıktı. Yiğit, bunu yapmaya kendisini Yılmaz ve Taner’in teşvik ettiğini, hatta bunun için kamu bankalarından kredi teklif ettiklerini iddia etti. Sonunda Yiğit, tutuklanmış ve hapse mahkûm edilmiştir. Bir süre sonra tüm malvarlığını kaybetmiştir.

GÜVEN OYUNU KAYBETTİ

Skandala karışan başbakana karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde soruşturma komisyonu kuruldu. Yılmaz ifadeye çağrıldı ve kabinesi güven oyunu kaybederek 11 Ocak 1999’da düştü.

9 Aralık 2002’de Meclis’te Yılmaz ve Taner’i tekrardan dinleyecek bir komisyon oluşturuldu. 25 Haziran 2004’te yayımlanan binlerce sayfalık rapor öncekiyle aynı kanıya varıyor ve iki ismin Yüce Divan’da yargılanmasını öneriyordu.

13 Temmuz 2004’te 447 milletvekilinden 429’unun oyunu alan rapor onaylandı. Ancak Yılmaz, Anayasa Mahkemesi’nde yargılanmak istedi. Anayasa Mahkemesi, bunu davanın iki sanık için ayrılması gerektiğini söyleyerek geri çevirse de 27 Ekim günü Meclis’te yapılan oylamada iki isim ayrı ayrı Anayasa Mahkemesi’ne gönderildi.

Anayasa Mahkemesi 23 Haziran 2006’da Mesut Yılmaz ve Güneş Taner’i Türk Ceza Kanunu’nun 205. maddesi uyarınca görev süreleri içinde ihaleye fesat karıştırmaktan suçlu buldu. Ancak cezaları ertelendi.

ÇAKICI TÜRKBANK DAVASINDA YARGILANMADI

Bankayı alan Korkmaz Yiğit, ‘ihaleye fesat karıştırmaktan’ yargılandı. Türkiye’nin üçüncü büyük medya patronu olma hayali sona erdi. Türkbank davasında, Erol Evcil ve Hayyam Garipoğlu gibi isimler yargı karşısına çıktı. Kamuran Çörtük battı. İlginç olan Türkbank olayını patlatan isim olan Alaattin Çakıcı, Türkbank davasından yargılanmadı. Çakıcı’nın, Fransa’da tutuklanması sonrasında Türkiye’nin Çakıcı’yı geri istemek için gönderdiği dosyada isminin olmaması, Alaattin Çakıcı’yı Türkbank davasından kurtardı.

                                                               ***

(XI)-Escobar’ı kıskandıracak uyuşturucu baronu: Zindaşti

Siyaset, mafya ve ticaret ilişkisini anlatırken Ergenekon davasında, büyük eroin operasyonlarına ve birçok cinayete ismi karışan İranlı uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti’nin Kolombiyalı ünlü uyuşturucu baronu Escobar’ı kıskandıracak hikâyesini anlatmasak eksik kalırdı. Uyuşturucu baronu Zindaşti’nin ilişki kurduğu bürokratlar ve yaşanan para trafiği bizlere Susurluk kazasını da anımsattı.

Naci Şerifi Zindaşti resmi kayıtlara göre 1974 yılında Türkiye Hakkâri Yüksekova sınırında bulunan İran’ın Urmiye kentinde doğdu. Kürt  Zindaşti aşireti bölgede kalabalık ve güçlüydü. Henüz iki üç yaşındayken dedesi, babası ve amcaları İran’da idam edildi. Kürt kimlikleri nedeniyle idam edildikleri ne dair iddialar bulunuyor. Cezaevinden firar ettikten sonra Zindaşti İran’dan kaçmak için plan yapıyor. Bir akrabasının oğlu olan Kamal Şerifi Seydani, Urmiye kentinin Seyyadan köyünde 1980’de traktör çarpması sonucu öldü. Kamal Şerifi Seydani’nin öldüğü resmi kurumlara bildirilmemiş kâğıt üzerinde yaşıyor görünüyordu. Zindaşti onun yerine geçti, kendi fotoğrafıyla kimlik ve pasaport çıkarttırdı. 1994 yılında o pasaport ile Türkiye’ye giriş yaptı. 2001 yılında Hakkâri Yüksekova doğumlu ‘Nigar’ isimli kadın ile nikâh kıydı. Ancak iddiaya göre;‘Nigar’ın kimliğini kullanan, İran’da birlikte yaşadığı ve 1995 doğumlu kızının annesi Leyla Temerzade Zavyehjaki idi. Evlilikten sonra da Nigar’ın bilgileriyle Nigar Şerifi Seydani adıyla kimlik çıkarıldı. Kızını da ‘Arzu’ ismi ile artık Nigar ismini kullanan karısının üzerine kaydettirdi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı almasını sağladı. Daha sonra dünyaya gelen iki çocukları da böylece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Zindaşti de bu evlilik üzerinden Türk vatandaşlığı almak için başvuru yaptı. Zindaşti yıllar sonra gözaltına alındığında bu konudaki iddiaları yalanladı.

GİZLİ TANIKLIK YAPTI

İranlı uyuşturucu baronu Zindaşti’nin ismi ilk olarak 2007 yılında duyuldu. Büyükçekmece’de düzenlenen operasyonda ele geçirilen 75 kilo eroinle ilgili yakalanan Zindaşti tutuklandı. İran’da hakkında idam cezası bulunan ve akrabası Kemal Seydani’nin kimliğiyle Türkiye’ye kaçtığı ortaya çıkan Zindaşti, 2009 yılında FETÖ’cü firari Savcı Zekeriya Öz ve Cihan Kansız’a verdiği ifadelerle bir kez daha gündeme geldi. Zindaşti’nin “Terazi” kod adıyla gizli tanık ifadeleriyle Balyoz Davası’na bakan 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt ve  Hrant Dink Davası’na bakan 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Canak görevden alındı. Zindaşti ifadesinde iki hâkimin uyuşturucu baronu Cemal Nayır’ın tahliyesi için Avukat Kudbettin Kaya’dan rüşvet aldığını iddia ediyordu. Hâkimlerin davalarda kısa süre önce görevden alınması şaşkınlığa sebep olmuştu. Zafer Başkurt, Ergenekon tutuklusu Prof Dr. Mehmet Haberal’ın tahliyesi yönünde oy kullanmıştı. İrticayla Mücadele Eylem Planı soruşturması davasının tutuklu sanığı Albay Dursun Çiçek hakkında “Kaçma ve delilleri karartma şüphesi yok” gerekçesiyle verilen ilk tahliye kararının altında da Erkan Canak’ın imzası vardı. Zindaşti davasının yeniden gündeme gelmesiyle,  savcıların görevden alınmasının da bir FETÖ kumpası olduğu öne sürüldü.

JANDARMA RAPORU

Hrant Dink ve Balyoz Davası’nın seyrini değiştiren Zindaşti hakkında jandarma birimleri, “uyuşturucu yakalattıktan sonra 11 ihbar yaptığı, öncesinde ise hiç ihbarı olmadığı yönünde” rapor düzenledi. Zindaşti’nin ihbarcı yapılamayacağı raporuna rağmen Zindaşti 2010’da serbest bırakıldı. Emniyet’e giderek imza atması gereken Zindaşti bir kez Emniyet’e uğradıktan sonra ortadan kayboldu.

KIZI ÖLDÜRÜLDÜ

2014 haziran ayında Yunanistan’da uluslararası bir operasyonla 2 tonun üzerinde eroin yakalanmıştı. Uyuşturucu Yunanistan’da yakalanmıştı ama iddiaya göre sahipleri Türkiye’de bulunan Orhan Ünğan, kardeşi İlhan Ünğan ve aslen İranlı olan Çetin Koç’tu. Bu kişiler ise operasyondan sorumlu olarak Zindaşti’yi suçlamışlardı. Aynı yılın eylül ayında Zindaşti’nin kızının öldürülmesinin nedeni de bu husumetti. Cinayetin tetikçileri ise Hacı Osman Sezen ve Turgay Akar’dı.

Zindaşti kızını vuran katillerin isimlerine ve adres bilgilerine kısa sürede ulaştı. Polis içinde bağlantılarının güçlü olduğu ortaya çıkacaktı. Daha sonra kendisine yardım edenlerden Başkomiser Fatih Yılmaz ve polis memuru Ergül Kapukaya bu nedenle tutuklanacaktı. Başkomiser Fatih Yılmaz cinayet büroda Zindaşti’nin kızının cinayetini soruşturan ekibin başındaydı. Ergül Kapukaya tetikçilerden Hacı Osman Sezen’in kimlik bilgilerini ve fotoğraflarını göndermiş, “Hasmını tanımıyorsun abi, adam 5 ay kovalamış seni ekip halinde” diye ona mesaj atmıştı. Tetikçi Hacı Osman Sezen ve Turgay Akar bu mesajdan on sekiz gün sonra 22 Aralık 2014’te Küçükçekmece’de öldürüldüler.

ÜNĞAN BERAAT ETTİ

Zindaşti’nin kızı 21 yaşındaki Arzu Şarifi Zindaşti ve şoförü 25 yaşındaki Devrim Öztunç’un öldürülmesine ilişkin Orhan Ünğan ve kardeşi İlhan Ünğan’ın aralarında bulunduğu 10 kişiye dava açıldı. Sanıkların hepsi 21 Ekim 2019’da beraat etti.

KOLOMBİYALI TETİKÇİ 

Yine bu olaylarla bağlantılı olduğu ileri sürülen Ali Ekber Akgün de İstinye’de aracında öldürüldü. Zindaşti’nin kızının ölüm emrini verenlerden Çetin Koç’un Dubai’ye kaçtığı tespit edilmişti. Ancak Dubai’ye kaçmak onun kurtulmasına yetmedi. Dubai’de yüksek güvenlikli bir sitede yaşayan Çetin Koç dairesinde dokuz kurşunla vurulmuş olarak bulundu. Dubai polisi olayı araştırınca son derece ince planlanmış bir cinayet senaryosu ile karşılaştı. Koç’u öldürenler aynı sitede daire tutmuş ve uzun süre onu izlemişlerdi. Dubai polisi cinayeti Kanada vatandaşı olan Kolombiyalı Garcia Arevelo ve Hindistanlı Harpreet Majhu’nun işlediğini ortaya çıkarmıştı. Tetikçiler bir gün önce Dubai’ye gelmiş, cinayeti işledikten sonra Kanada’ya kaçmışlardı. Dubai polisinin Kanada’dan bu kişileri istemesinin bir yararı olmadı. Majhu kayıplara karışmış Kolombiyalı tetikçi ise öldürülmüştü.

AVUKAT: ÖLDÜRÜLEBİLİRİM

Kırmızı bültenle aranan ve cinayetin azmettiricisi olduğu iddia edilen Orhan Ünğan, Hollanda’da yakalanmış ve iadesinin ardından tutuklanarak cezaevine konmuştu. Kardeşi İlhan Ünğan ise polis tarafından aranıyordu. İlhan Ünğan bu arama sürerken avukatı aracılığı ile 11 Nisan 2017’de İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’na şaşırtıcı bir şikâyet dilekçesi verdi: “Naci Şerifi Zindaşti isimli şahıs, 100 bin Euro peşin 100 bin Euro ölümünden sonra verilmesi şartı ile Hollanda’da yaşayan Bosna Hersekli iki Türk tetikçiyi Türkiye’ye getirmiştir. Bu kişiler Pendik ilçesinde tarafımızca bilinmeyen bir otelde kalmış ve Zindaşti ile N.A. tarafından bu şahıslara müvekkilimizin öldürülmesi için talimat verildiği bilgisine ulaşılmıştır.” Avukatı ayrıca bu girişimin içinde bazı bürokratların ve polisin de yer aldığını iddia ediyordu.

Zindaşti’nin kızının öldürülmesine ilişkin açılan dava sürerken Orhan Ünğan’ın avukatı Kudbettin Kaya bir duruşmada şunları söyledi: “Bir sonraki oturumda bulunmayabilirim, zira benim öldürülme riskim vardır veya nefsi müdafaa kapsamında birilerini öldürmek zorunda kalabilirim.” Bu konuşmayı yapmasından on gün sonra Kudbettin Kaya 31 Ekim 2017’de Yeşilköy’de bir restoranda yemek yerken öldürüldü. Cinayetler sürerken İstanbul polisi bu suç zincirinin arkasında olduğunu düşündüğü Zindaşti’nin peşine düşmüştü. Zindaşti ve altı adamı 6 Nisan 2018’de yapılan bir operasyonla yakalandı. Telefon kayıtları ve izlemelerin ardından bağlantıda olduğu başkomiser ve bir polis memuru da gözaltına alındı. Yakalandı ve serbest kaldı.

Hakkında cinayet, uyuşturucu ticareti yapmak ve suç örgütü kurmak suçlamaları vardı. Ama bu kadar ağır suçlamalara rağmen Zindaşti altı ay sonra şaşırtıcı bir şekilde serbest bırakıldı. Zindaşti’nin avukatı 19 Ekim 2018’de “tutukluluk incelemesi” gerekçesi ile İstanbul Nöbetçi Sulh Ceza Hâkimliği’ne başvurarak müvekkilinin tahliye edilmesini istedi. Başvuruyu değerlendiren İstanbul 5. Sulh Ceza Hâkimi Cevdet Özcan, Zindaşti ve üç kişi hakkında tahliye kararı verdi. Tutukluların serbest bırakılmasının ardından soruşturma savcısının itirazı üzerine yeniden tutuklanmalarına karar verildi. Fakat aradan geçen üç saatlik sürede Zindaşti ve üç adamı kayıplara karışmıştı. Zindaşti o günden beri aranıyor. Zindaşti’nin tahliyesinde eski AKP Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyesi Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun parmağı olduğu sık sık gündeme geldi fakat Kuzu iddiaları yalanladı.

KUZU İLE İLİŞKİ

Zindaşti’yi tahliye ettirdiği iddia edilen eski AKP Milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyesi Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun Zindaşti’yle yemek yerken çekilmiş fotoğraflarını 4 Mart 2019’da  Cumhuriyet gazetesi ortaya çıktı. İddialarla ilgili “Şahsı asla tanımam ve olayla da hiçbir ilgim yoktur” açıklaması yapan Burhan Kuzu, fotoğraflarının ortaya çıkmasının ardından Zindaşti ile yemek yediğini kabul ederek “Evet doğrudur, doğrudur çok büyütüyorsunuz; yazın manşetten verin, ben rahatsız olmam. 2011 veya 2014... Vatandaşlık için yardım istedi. Vatandaşlık Genel Müdürlüğü’ne müracaat etti. Ben de genel müdürü aradım yardımcı olmalarını istedim. Müdür bir ay sonra bana döndü, ‘hocam bu adamın sıkıntıları falan var’ dedi. Ben de sıkıntı varsa kalsın dedim. Bir daha da görmedim adamı, ilk ve son görüşümdü” dedi.

SON CİNAYET...

Zindaşti kaçmayı başarmıştı. Cinayetler ise durmuyordu. Kadıköy Bağdat Caddesi’nde 7 Nisan 2019’da bir kafenin çıkışında işlenen bir cinayet sonrasında öldürülen kişinin İlhan Ünğan olduğu anlaşıldı. Kırmızı bültenle aranan İlhan Ünğan’ın ailesi ile birlikte Kadıköy’de yaşadığının ortaya çıkması şaşırtıcıydı. Evinden çıktıktan sonra eşi ve oğlu ile Bağdat Caddesi’nde bir kafede oturan İlhan Ünğan aracına yaklaştığı sırada bir tetikçi tarafından ailesinin gözü önünde öldürmüştü. Polisin bulamadığı İlhan Ünğan’ı tetikçiler bulmuştu.

HÂKİME RÜŞVET DAVASI

Kuzu’nun girişimleri üzerine İranlı uyuşturucu kaçakçısı Naci Şerifi Zindaşti ve adamı Ekrem Öztunç’u tahliye ederek firar etmelerine yol açan hâkim Cevdet Özcan’a görevini kötüye kullanma ve rüşvet suçundan dava açıldı. Burhan Kuzu’yla ilgili iddialar da burada devreye girdi. Kuzu’nun hâkime siyasi baskı yaptığı iddia edildi. Zindaşti’nin ise yine aynı hâkime 3,5 milyon dolar rüşvet verdiği öne sürüldü. Hâkime görevini kötüye kullanma suçundan 1 yıldan 3 yıla, rüşvetten 4 yıldan 12 yıla olmak üzere 5-15 yıla kadar hapis cezası istendi. İddianamede, “Kendisinin de doğru olmadığını düşündüğü tahliye kararını verdiği” belirtildi. İddiaya göre Zindaşti’nin tahliye edilmesi karşılığında Cevdet Özcan’a Kapalıçarşı’daki bir kuyumcu aracılığıyla 3.5 milyon dolar rüşvet verildiği savunuldu. Özcan’ın yargılaması halen sürüyor. 

KUZU’YA DA DAVA AÇILDI

Soruşturma aşamasında baskı iddialarına ilişkin konuşan Kuzu, Zindaşti’nin avukatı İlker Dağlı’nın kendisinin çok değerli bir öğrencisi olduğunu ve ricası üzerine hakimi arayarak “hukuki mütalaasını” bildirdiğini ileri sürdü. Dağlı ise, bu açıklamadan 6 ay sonra bir cinayetten suçlandı.  Kuzu’ya “Nüfuz ticareti” suçunu işlediği iddiasıyla 2 yıldan 5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. İlk duruşması İstanbul 9. Asliye Ceza Mahkemesi’nde Eylül 2020’de görüldü. Kuzu davaya katılmazken Mahkeme Başkanı Hâkim Cevdat Özcan’ın Yargıtay’daki dosyasıyla Kuzu’nun dosyasının birleştirilmesi önerisinde bulundu. Kuzu’nun avukatı, “Önerinize katılıyoruz. Bir terazideki kefe gibi birbiriyle bağlantılıdır. Ya hâkimin hatası ya da Burhan hocanın aramasıyla böyle bir olay meydana geldi” diye konuştu. Koronavirüse yakalanan anayasa hukukçusu ve AKP eski milletvekili Prof. Dr. Burhan Kuzu 1 Kasım 2020’de vefat etti.

ÖLDÜRÜLEN İŞ İNSANI

İstanbul’da prodüksiyon ve eğlence şirketi GEM TV’nin sahibi 2017 yılında İran uyruklu İngiliz vatandaşı Saeel Karimian ve yanındaki Kuveytli iş ortağı Maslak’ta öldürüldü. Araca kurşun yağdıran saldırganların kullandığı cip ise ateşe verilmiş olarak bulundu. Zindaşti’nin, GEM TV’nin sahibi İranlı Karimian’ın öldürülmesi olayının da azmettiricisi olduğu belirlendi. 

İRAN İSTİHBARATIYLA BAĞLANTILI

En son annesinin cenazesinde ortaya çıkan Zindaşti, İsveç’ten Türkiye’ye geldikten sonra İstanbul’da kaybolan İranlı muhalif Habib Chaab’ı tuzağa düşürtüp kaçırttı. İran’a doğru yola çıkan Zindaşti’nin adamları, alternatif yollardan Van’a ulaşarak Chaab’ı İran’a götürdü. Muhalif ismin kaçırılmasında Zindaşti’nin yeğeni Bahtiyar Fırat liderliğinde bir ekibin aktif görev aldığı ve Türkiye aleyhine casusluk faaliyeti yürüttüğü tespit edildi. İranlı muhalif Chaab’ı kaçırtmasından sonra İran istihbaratı ile bağlantısı deşifre olan Zindaşti’nin birçok İranlı muhalifin ölümünde parmağı olduğu iddia ediliyor.

                                                        ***

(XII)- ‘Makbul’ mafyadan ‘mafya bozuntusuna’

'Kirli Üçgen' yazı dizinin on ikinci ve son sayısında, açıklamalarıyla Türkiye gündemini uzun süredir sarsan organize suç örgütü lideri Sedat Peker ele alındı.

Organize suç örgütü kurmak suçlamasıyla hakkında gözaltı kararı bulunan ve yurtdışında olan Sedat Peker, son dönemde YouTube üzerinden yayımladığı videolarda ortaya attığı iddialarla gündeme geldi. Peker, yayımladığı videolarda birçok isim hakkında farklı iddialar dile getiriyor. Videolarda ismi geçenlerin hepsi hakkındaki iddiaları reddetti. Peker’in, Ergenekon Davası’ndan, AKP’ye oy toplamak için seçim mitingleri düzenlemekten, gençlik teşkilatı ile gazete basmaya birçok olaya ismi karıştı. AKP’nin 2020 yılına kadar badigartlığını yapan, AKP’ye muhalif herkesi tehdit etmesiyle ara ara gündeme gelen Peker, geçen yıl AKP ile ilişkisinin bozulmasının ardından yurdışına kaçtı. Dün kol kola fotoğraf çektirip Peker’in sırtını sıvazlayanlar bugün o fotoğrafları panikle sildi, yarın yine Peker’in sırtını sıvazlar mı bilinmez ama yazı dizimizin son günü Kirli Üçgen: Siyaset - Mafya - Ticaret ilişkisini yansıtan Peker’i ele aldık. 

Organize suç örgütü lideri olduğu suçlamasıyla evi basılan ve hakkında kırmızı bültenle arama kararı çıkarılan Sedat Peker’in “makbul mafyadan” “mafya bozuntusuna” uzanan hikayesi. 

ADI 90’LARDA DUYULDU 

Peker, Kafkas asıllı bir ailenin oğlu olarak 26 Haziran 1971’de Adapazarı, Sakarya’da dünyaya geldi. Ailesi, 93 Harbi’nde Rusların Kafkaslar’da tam hâkimiyet sağlaması ve yerli halka göç etmeleri için baskı yapması üzerine önce Batum’a, sonra Anadolu topraklarına göç etmek zorunda kalmıştır. Anadolu üzerinden önce Rize’ye, sonra Adapazarı’na göçmüş ailesinin başta Rize ve Trabzon olmak üzere Elazığ, Erzurum ve Artvin’de akrabaları bulunur.

Peker’in adı ülkücü mafya lideri olarak ilk faili meçhul cinayetler ve Susurluk skandalıyla anılan 90’larda duyuldu. Peker bu yıllarda yasadışı suç örgütü kurmakla yargılanması ve iki cinayet dosyasına adının karışmasıyla ismini duyurmaya başladı. 1997’de Rize’de “kaçakçı” Abdullah Topçu’yu öldürmek suçundan yargılandı, serbest bırakıldı. Ancak kendisine yakın iki kişi Topçu’yu öldürmek suçundan müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 1998’de Allah dövmesi yaptırdığı için öldürülen barmen Oğuz Atak’ın cinayetini azmettirmekle suçlandı.

Çeşitli suçlardan aranırken kaçtığı Romanya’da teslim olan Peker, 19 Ağustos 1998’de Türkiye’ye getirildi. “Suç işlemek amacıyla oluşturulan örgüte üye olmak” suçundan 8 ay 29 gün tutuklu kaldı.

KELEBEK OPERASYONU

Peker’e yönelik en büyük operasyon “Kelebek” adıyla 2004’te yapıldı. 70 kişinin şüpheli olduğu iddianamede adam dövme kaçırma, tehdit ve adam öldürmeye azmettirme iddiaları örgütün eylemleri arasında sıralandı. MHP eski İl Başkanı Ferudun Öncel’in de tutuklu yargılandığı dava 2007’de sonuçlandı. Peker, “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek”, “hürriyetinden yoksun bırakmak” ve “evrakta sahtecilik” gibi suçlardan dolayı toplam 14 yıl, 5 ay, 10 gün hapis cezasına çarptırıldı. 

ERGENEKON SÜRECİ

Peker, AKP-Cemaat ortaklığıyla düzenlenen Ergenekon operasyonlarını meşrulaştırmak için listeye eklenen bazı isimlerden biriydi. Ergenekon davasında “silahlı terör örgütü kurma” suçuyla yargılandı. Peker kumpas davasına dahil edilişini şu sözlerle anlatacaktı: “2004’ten bugüne kadar hiçbir ilişkim olmamış bu örgütle. Yargılanıyorum ama örgütten kimse ile görüşmemişim. Telefon etmemişler, beni aramamışlar. Ziyaret etmemişler. Mektup yazmamışlar. Nasıl vefasız bir örgütmüş anlamadım.” 5 Ağustos 2013’te karara bağlanan davada Peker’e 10 yıl hapis cezası verildi. Cemaat-AKP kavgası Peker’in imdadına yetişti ve 10 Mart 2014 tarihinde özel yetkili mahkemelerin kararlarına ilişkin yasa değişikliği ve tutukluluk süresi beş yılı aştığı için tahliye edildi.

AKP İLE YAKINLAŞMA

Peker, tahliye olmasının ardından dönemin AKP’li Başbakanı Erdoğan’a övgüler dizmeye başlamasıyla yakınlaşmanın sinyallerini vermeye başlamıştı. Hatta, ancak aradan yedi yıl geçtikten sonra öğrenebileceğimiz üzere, eski AKP’li vekil Feyzi İşbaşaran’ı karakolda avukatına dövdüren Peker, işi AKP için oy istemeye, açıkça silahlanma çağrısı yapmaya kadar vardıracaktı.

AKADEMİSYENLERE TEHDİT


10 Ekim katliamından bir gün önce, 9 Ekim 2015’te Rize’de düzenlediği “Teröre hayır” mitinginde, 1 Kasım seçimleri için AKP’ye oy istemekten geri durmayacaktı.

Şüphesiz Peker’i hafızamıza kazıyan olaylardan biri Barış Bildirisi imzacısı akademisyenler için “oluk oluk kanlarını akıtıp duş alacağız” tehdidi oldu.

Bu sözleri nedeniyle yargılanan Peker, daha sonra beraat etti. Tıpkı 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde “Onları cezaevlerinde de asacağız. Boyunlarından asacağız bayrak direklerine” sözlerinden beraat alması gibi. Peker AKP’ye destekte bunlarla da sınırlı kalmadı. 2015’te oy vermek için girdiği kabinde yasak olmasına rağmen AKP’yi işaretlediği oy pusulasının resmini de paylaştı.

ÖDÜLLER: O ARTIK BİR ‘HAYIRSEVER’

Peker, AKP ile yakınlaşmasının karşılığında “en hayırsever işadamı” ödüllerine boğuldu. Ödülü verenler arasında Kültür ve Turizm Bakanlığı dahi bulunuyordu. Şu an Saray’da  danışmanlık görevini yürüten Yalçın Topbaş’ın başında olduğu bakanlığın öncülüğünde Kasım 2015’te Dünya Karapapak Türkleri 1. Kurultayı ve Kültür Etkinlikleri’’nde “Türklük Hakanı” unvanı verildi. Milliyet gazetesi de Peker’e “en hayırsever iş adamı” ödülünü verenlerden olmuştu. Peker’e verilen yalnızca ödüller de değildi. AKP döneminde çok sayıda polis koruması da sağlanacaktı. Ne olduysa oldu, AKP döneminde parlayan yıldız gibi yükselen Sedat Peker, bir diğer suç örgütü lideri Alaattin Çakıcı’nın tahliyesinden kısa bir süre önce Ocak 2020’de “üniversite eğitimi almak üzere” Karadağ’a kaçtı. 

Peker, 18 Ocak 2021’de Kuzey Makedonya’nın Üsküp kentinde ikameti kötüye kullanmak nedeniyle tutuklandı ve Kosova üzerinden Türkiye’ye sınır dışı edildi. Ancak Türkiye’ye gelmeyip önce Fas’a sonra Dubai’ye kaçtı. Peker 2 Mayıs 2021 açıklamalarında sınır dışı edilmediğini, vize süresi dolduğu için Balkan ülkelerini terk ettiğini söyledi. 9 Nisan 2021 tarihinde İstanbul’da Sedat Peker ve suç örgütüne yönelik beş ilde eş zamanlı operasyon düzenlendi. İstanbul’un yanı sıra Ankara, Kocaeli, Trabzon ve Hatay’da düzenlenen operasyonlarda çok sayıda şüpheli gözaltına alındı fakat Sedat Peker’in yurtdışında bulunduğu ifade edildi. Operasyon kapsamında Sedat Peker’in eşinin ve çocuklarının yaşadığı Beykoz’daki villasında polis ekipleri arama başlattı. Avukatı, yaptığı açıklamada Sedat Peker’in bir buçuk yıldan beri yurt dışında olduğunu belirtti. 9 Mayıs 2021 tarihinde Sedat Peker, kendisine yönelik operasyonlar sonrası başlattığı video serisinin 8’incisini yayımlayarak Dubai’de bulunduğunu ifşa etti ve Türkiye’ye dönmeyeceğini söyledi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan yapılan açıklamada “Reis Sedat Peker hakkında yürütülmekte olan soruşturma kapsamında başsavcılığımızın talebi doğrultusunda Ankara 2. Sulh Ceza Hâkimliği’nin kararıyla yakalama emri düzenlendi” denildi. Açıklamada, Sedat Peker ilgili yakalama kararında geçen “Reis Sedat Peker” isminin Merkezi Nüfus İdare Sistemi üzerinden alındığı, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından herhangi bir ilave yapılmadığı da belirtildi. 

SEDAT PEKER NE DEDİ?

Şimdiye kadar 8 video yayımlayan Peker’in hedefinde Süleyman Soylu, Mehmet Ağar ve “Pelikancılar” diyerek işaret ettiği Serhat Albayrak vardı. İşte Peker’in iddialarından öne çıkanlar:

  • Mübariz Mansimov’a ait olan Yalıkavak Yat Limanı’na Ağar tarafından el konulduğunu ve burada yatlarla kokain ticareti yapıldığını iddia etti.
  • Süleyman Soylu’nun kendisine koruma polisleri sağladığını öne sürdü.
  • Elazığ’da 2019’da evinde ölü bulunan Kazakistan uyruklu üniversite öğrencisi Yeldana Kaharman’ın Mehmet Ağar’ın oğlu, AKP milletvekili Tolga Ağar’ın tecavüzüne uğradığını iddia etti. Peker, Yeldana’nın şüpheli ölümünde de yine Ağar’ı işaret etti.
  • Eski AKP milletvekili Feyzi İşbaşaran’ı cumhurbaşkanına hakaretten gözaltına alındığı sırada karakolda dövdürttüğünü öne sürdü.
  • Hürriyet gazetesine AKP Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın liderliğinde yapılan saldırıyı  AKP’li bir milletvekilinin isteği üzerine organize ettiğini iddia etti.
  • Bakan Soylu’nun oğlu Engin Soylu’nun Yeniköy Motors’un sahibi Nevzat Kaya’ya 5 milyon dolar karşılığı kendisini uyuşturucu operasyonu dosyasından çıkarmayı teklif ettiğini öne sürdü.
  • Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım’ın dahliyle yeni uyuşturucu rotası kurulmasına, Uğur Mumcu ve Kutlu Adalı “faili meçhul” cinayetleri ile Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in bağına, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun mevcut ilişkilerine dair çarpıcı iddialarda bulundu. Peker, kendi geçmişinden bir itirafta daha bulunarak 90’larda Korkut Eken ve Mehmet Ağar ile birlikte çalıştığını, kendisinden Kutlu Adalı’nın öldürülmesini istediğini de öne sürdü.
  • Suriye’deki Bayırbucak Türkmenlerine, TIR’larla gönderdiği askeri teçhizat ve silahlarla ilgili açıklamalarda bulundu. Peker, bu işlemin TSK’den “irticai faaliyetler” nedeniyle atılan askerlerin öncülüğüne kurulan SADAT (Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş) tarafından organize edildiğini söyledi. Gönderilen silahların El Nusra’ya gittiğini söyleyen Peker, “Benim üzerimden gidiyor ama ben yollamadım. SADAT’çılar yolladı” dedi.(BİTTİ)
Miyase İlknur/Zehra Özdilek/Tuğba Özer-CUMHURİYET