21 Kasım 2013 Perşembe

Amerikalı Uzman Gözüyle ‘Diyarbakır Buluşması’ - UTKU ÇAKIRÖZER

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Washington’daki resmi temaslarını tamamladığı saatlerde, Ankara’da da İhsan Doğramacı Barış Vakfı bünyesindeki Dış Politika ve Barış Araştırmaları Merkezi, Türkiye ve ABD’nin izledikleri dış politikalar üzerineuluslararası bir çalıştaya ev sahipliği yapıyordu. ABD ve Türkiye’nin önde gelen üniversite ve düşünce kuruluşlarından dış politika uzmanlarını bir araya getiren toplantıda ilginç sunumlar yapıldı. Üzerinde çok tartışılan sunumlardan biri, geçmişteTürkiye’de çok konuşulan raporlara imza atan RAND Corporation’da Türkiye ve Ortadoğu analizleri yapan Stephen Larrabee’nin “Türkiye’nin Yeni Kürt Açılımı”başlıklı sunumuydu.

Erdoğan, Obama’yı okuyamadıAslında başlık buydu, ama Amerikalı uzman, Türkiye ve ABD’nin çelişen Suriyepolitikaları ışığında Kürt sorununu değerlendirmeyi tercih etti. Larrabee’ye göre, Başbakan Erdoğan daha baştan Suriye politikasını iki temel “hata” üzerine inşa etti:
1. Suriye lideri Beşşar Esad’ın bu kadar direneceğini öngöremedi.
2. ABD Başkanı Barack Obama’nın, Suriye’de “ikinci Vietnam” yaşama kaygısınıokuyamadı ve ikinci kez seçildikten sonra mutlaka Suriye’ye müdahale edeceği yanılgısına kapıldı.
Süreci başlatan adımİşin Türkiye-Suriye boyutunda ise Esad’ın Kürtlerin ağırlıklı olduğu Türkiye sınırından askerlerini çektiği Haziran 2012 tarihi, Larrabbee açısından dengeleri değiştiren kritik bir dönüm noktası. Bu gelişme sonrasında, Kuzey Irak’taki gibi bir “özerk Kürt bölgesi”nin Suriye’de de doğacağını sezen Ankara, stratejik bir kararla kendi Kürtsorununun çözümü için yeni bir girişim başlattı. Türkiye’nin gündemindeki “çözüm süreci”nin başlamasında bu değerlendirme de etkili oldu. PKK de benzer bir stratejik değerlendirme ile silahlı mücadelesini Türkiye’den Suriye’ye kaydırdı.
Öcalan-Barzani rekabetiSuriye’nin kuzeyinde PKK desteği ile kontrolü ele geçiren PYD’nin karşısında ise Ankara ve Kuzey Iraklı Kürtler var. İkisinin aynı çizgide olmadığına dikkat çekenRAND uzmanına göre, “Barzani Suriye’deki Kürtler üzerinde tek etkili güç olmak isterken, Ankara tüm Kürt grupların bir araya gelerek Esad’a karşı durmasından yana.”
Konuşmasında “Mesele Suriye’deki Kürtlerin liderliğini kimin yapacağı. Barzani mi Öcalan mı?’ diyen Larrabee, sorunun yanıtının Türkiye’deki çözüm süreci açısından büyük önem taşıyacağı kanaatinde.
Diyarbakır PR çalışmasıBaşbakan Erdoğan’ın Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (KRG) Başkanı Mesud Barzani ile Diyarbakır’a yaptığı çıkarmayı, Türkiye’de 2014 ve 2015 yıllarındayapılacak üç önemli seçime yönelik “Halkla ilişkiler çalışması” olarak gören Larrabee’nin değerlendirmeleri şöyle:
“Erdoğan’ın yaptığı en akıllıca hareket Barzani ile ilişkileri geliştirmek oldu. Son gezi de bu çerçevede tabuları yıkan bir geziydi. Erdoğan, cumhurbaşkanı olmak istiyorsa mutlaka Kürtlerin oyuna ihtiyacı olduğunu biliyor ve ona göre adımlar atıyor.”
ABD’nin Irak korkusu
Eskiden Türkiye-Kuzey Irak yakınlaşmasını teşvik eden ABD’nin, Suriye krizinin özellikle Irak’a olumsuz yansımalarını gördükçe, bu işbirliğinden korku duyar hale geldiğini belirten RAND uzmanı, “Türkiye’nin Barzani ile yaptığı ikili anlaşmalar Bağdat’taki Maliki hükümetini İran’ın kucağına itiyor. Bu da Irak’ın mezhep ve etnik çizgiler doğrultusunda parçalanması riskini doğuruyor. Bu yüzden Erdoğan’ın, Barzani ile kurduğu iyi ilişkileri, Maliki ile de dengelemesinde yarar var”tavsiyesinde bulundu.
Kandil oyunu bozar 
Amerikalı uzmana çalıştay sırasında Ankara’nın PKK’nin hapisteki lideri Abdullah Öcalan ile yürüttüğü “çözüm süreci” adı verilen müzakereler de soruldu. Yanıt oldukça kötümserdi: “Türkiye’nin Kürt açılımı konusunda oldukça kuşkuluyum. Çünkü Irak’ta da Suriye de uzun süreli şiddet, çatışma ve istikrarsızlık ortamı yaşanacak. PKK böyle bir ortamda oyun bozucu aktör olacaktır. Dağlardaki askeri kanadın farklı düşündüğü ortada. Örgütte silahı elinde tutanlar onlar. Kolayca bırakmakistemeyeceklerdir.”
ABD Çözüm, Türkiye Fırsat PeşindeÇalıştayda üzerinde epey tartışma yapılan bir diğer konuşma ise Bilkent ÜniversitesiÖğretim Görevlisi Doç. Dr. Ersel Aydınlı’ya aitti. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri“söylem” ve “eylem” boyutuyla bilimsel bir metotla mercek altına alan Aydınlı’nın vardığı sonuç ve uyarı şöyle:“İki ülke arasındaki ilişkiler müttefiklik ilişkisinden öte, çelişki hatta bazen karşıtlık noktasına varmakta. Örneğin Arap Baharı sonrası bölgede yaşananlara bakarsanız ABD bunları çözüm bekleyen krizler olarak görüyor. Yoluna koymak istiyor. Türkiye ise fırsat olarak değerlendiriyor ve bölgeyi yeniden düzenlemek istiyor. Bu hiç de istikrarlı olmayan oldukça garip bir ilişki. Böyle uzun vadede sürdürülmesi mümkün değil. Eğer idare edilemezse çok problemli bir hal alabilir. İki tarafın oturup bunu konuşması lazım. Hem de hemen!”

UTKU ÇAKIRÖZEN
Cumhuriyet

Ben Bu Kaypaklara Güvenirim...-BEKİR COŞKUN.

Bu topraklarda tarihi yazan kaypaklıktır...
*
27 Mayıs...Milyonlarca seçmeni, bir ordu aydını, bir sürü medyası vardı...
Menderes asılırken kimse başını kaldırıp “Niye asıyorsunuz?” demedi...
Tam yarım asır sonra hesabını sormaya kalktılar...
Utanmadan...
*
12 Eylül...
Herkes “Evrenci” olmuştu...
Kenan Evren’e tam üç bin; plaket, ödül, takdirname, teşekkür, berat, madalya, nişan verildi...Koyacak yer bulamadı, kayığa yükleyip gizlice denize attı...
Caddelere, meydanlara, okullara adını verdiler.
“Kuş resmi” yaptı, görgüsüz 50 milyon bastırıp “Gemi resmi” diye satın aldı, astı...
33 sene sonra... 
Hasta ve 90 yaşına dayanmış Evren için “Mahkemeye kafes içinde getirilip hesabısorulsun” diye bağırıyorlar...
*
Atatürk’e dil uzatmak kimin haddineydi?..
Ama Atatürk ile İnönü için “Ayyaş” deyince...
Alkışladılar...
*
İşte...
Ahmet Kaya hadisesi...
Sanat dünyasının kaypaklığı daha iyi nasıl anlatılır?..
13 yıl sonra başladılar ağlamaya...
Başbakan “Ah Ahmet Kaya ah, burada olsaydı ah” deyince...
13 sene gözyaşını nasıl tuttun yalaka?..
*
Ve resim ortaya çıktı ki...
Ahmet Kaya’yı çatal bıçak kovalayanlar, şimdi imamın “Kürt açılımını”destekleyenler...
Bir de o gece çıkıp Onuncu Yıl Marşı’nı okumuşlar...
İyi mi?..
*
Geninde var koçum...
Döneksin...
Kaypak...
*
Yarın bu iktidar biraz sallansın, göreceksiniz...
Çevrelerindeki binlerce yanaşma aydın, sanatçı, medya, patron...
Eğer “İrtica tehlikesi atlattık” diye fırlamazlarsa namerdim...
*
Bu nedenle işte...
Korkma...
Bir anda her şey değişir...
Ben bu kaypaklara güvenirim...  

BEKİR COŞKUN
Cumhuriyet

19 Kasım 2013 Salı

Daha Çok Su Akar...- ŞÜKRAN SONER.

Dünün canlı yayın haber kanallarından birinde, Kürt hareketinde marka olmuş bir isim Diyarbakır atağı üzerinden bilgi birikimini, deneyimlerini katarak sonuç değerlendirmelerini yapıyor.
Söylemi hafta sonu Erdoğan ile Barzani’nin Diyarbakır buluşmasının tarihe yazılacak bir dönemeç noktası olduğu çerçevesinde... Bildim bileli sol Kürt hareketi içinde yerini almış, şimdilerde Kürt kimliği ile İslam kardeşliğini öne çıkarma eğiliminde, son gelişmeler üzerinden de Barzani-ErdoğanÖcalanpolitikalarının üçüne birden prim veren görüşlerini açıklıyor. İçtenlikle son siyasal seçimini bilemediğim için hangi çatı altında siyaset yaptığını bilenlere sorduğumda, onlar da net bir bilgi veremiyorlar... Son açık değerlendirmesinde de yer aldığı üzere, AKP, Erdoğan ve Barzani politikalarına çok açık destek verdiğinin altını çizmekle yetiniyorlar. Dahası içlerinden AKP’ye ya da Barzani destekçiliğine çalıştığını ya da Hak-Par kurucuları arasında yer aldığını söyleyenler de çıktı. Kimliği ile sosyal medyada yaptığımız kısa sorgulamadan ise en son hangi çatı altında siyaset yaptığını bulamadık...
Habercilikten gelen gazetecilerin gerçekleri okuma ve kamuoyuna iletme çabalarında, kamuoyuna yapılan sonuç açıklamalarından çok, satır arası vurgulamalar, gelişmeleri atlamama, ilişkilendirmeleri yerli yerine oturtma takıntıları vardır... Örneğin ben, aylar sürmüş bir ön çalışmanın sonucu olduğu apaçık Diyarbakır buluşmasından nasıl olup da bizim Kürt hareketi cephesinin habersiz bırakılabildiği gerçeğinin yanıtını bulmaya kafayı takmış durumdayım... Bölge siyasetinde büyük ağırlığı olan Ahmet Türk’ün bile ilk duyduğunda şaşkınlığını gizleyemediği duruma, Kandil’i saymayalım bölge Kürt liderleri, siyasileri, belediye başkanları, BDP kadrolarının ilk tepkilerine, şaşkınlıklarına şaşırmış bulunuyorum...
İktidarlarının Kürt açılımı projesinin birinci dereceden tarafları, açılımda bu kadar önemli, anlamlı, devrim niteliğinde yeri olduğunun altı çizilip durulan bir projenin dışında niçin, nasıl tutulabilir, oldubittiyle karşı karşıya bırakılabilirler?
***
Anladık bu buluşmanın siyasi amaç odağında, siyaseten ABD, Barzani, Erdoğan iktidarlarının, Ortadoğu dengeleri çerçevesinde, özellikle de Suriye’deki iç savaş-şiddeti, kaosunda... özerk Suriye Kürdistanı girişimine karşı buluştular. Bizimkiler tam tersi destek veriyorlar, dahası Diyarbakır buluşması ortak açıklamasının inadına dün de Suriye Kürt projesinin yanında oldukları çıkışlarını, yeni eylemleriyle sergilediler... Suriye sınırının öte yakasından, Erdoğan iktidarının istemi ile kaldırılmış özerk Kürdistan bayrağı yeniden sallandırıldı. Bizim iktidarın iki taraf arasındaki dayanışmayı önlemeye yönelik sınır kapatma operasyonlarına karşı çatışmalı eylemler gerçekleştirildi...
Erdoğan-Barzani’nin Diyarbakır buluşmasında açıklanan çok boyutlu amaçlar arasında; önceliği Erdoğan’ın artık karakteristik bir sivil diktatoryal üslubu haline gelen iktidar, yönetim anlayışına vermek gerek... Bu ülkenin tüm vatandaşlarının, çok yönlü yaşam alanlarına yönelik, yaşamsal kararlar... Siyasi muhalefet partileri, Meclis, kamu erki, uzman demokratik kurumlar, halk, milyonları yok sayan Erdoğan, sınır tanımaz pervasızlık, oldubitti, yandaş medyanın yalaka diliyle şok icraatları ile kamuoyunun karşısına çıkıverdi...
Partisi içinde cemaatle, Kürt açılımında bizim Kürt siyasal cephesi ile, stratejik büyük ortak ABD’yle Suriye politikalarında... çatışmacı bir çizgide zorlanma söz konusu iken... Yaklaşan yerel ve genel seçimlerdeki siyasal zorlanmalarında dengeleri değiştirme işlevi yapabilecek bir atak, aynı zamanda zorlandığı sorunlarına ilişkin çark edişleri, yeni ittifakları da kolaylaştırıcı değil mi? Arınç ile yaşanan kırgınlıkta bile birlikte havaya kalkmış iki el önemli bir nefes aldırma aracı değil mi? Ya da Barzani’nin kendileri için siyasal tuzak işlevi de olsa Diyarbakır’a gelişinin, uzun soluklu Kürt projeleri için bulunmaz bir siyasal sıçrama işlevini yadsıyamayacak, sonuçta alkışlamak zorunda kalacak bizim Kürt hareketinin sıkıştırılması öngörülmemiş olabilir mi?
En açık siyasi iktidarlarının beklentisi elbette, Erdoğan’ın konuşmasında da yer alan, bölge için tek parti olgusunun kırılması... AKP kendi mutlak iktidarı adına, demokrasinin tüm kurum ve kurallarını işletmeme yolunda takla üzerine takla atar, demokratik hukuk devleti düzeninin tüm kurallarını ayaklar altına almaktan kaçınmazken... Siyasetteki Kürt cephesini kırmakta kararlı, şimdiden alternatif Kürtçü siyasal örgütlenmelerin önlerinin açılması hesapları yapılmış... Barzani desteği önemsenmiş, yeni kurulmakta olan Kürt siyasi partileri ile en yakın seçimlere yönelik, bizdeki Kürt cephesinin, AKP’nin kıramadığı çoğunluk oyunun en azından yüzde on beşlere varan oranlarda kırılabilmesi öngörülmüş... Gelişmeler öylesine oynak ki, bu köprülerin altından daha çok sular akacak...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet.

Vicdanı Kararan Bir Ülkede…- IŞIL ÖZGENTÜRK

Taşrada küçük bir mahkeme salonu. Davacı, davacı yakınları ve zanlılar. Hâkim mahkemeyi başlatıyor, savcı iddianamesini sunuyor. Davacı genç bir liseli kız. Önce fırıncı olan babasının 55 yaşındaki bir arkadaşının tecavüzüne uğruyor. Olayın ardından kız, ailesine durumu söyleyemiyor ve okuldaki din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeninden yardım istiyor. 52 yaşındaki din ve ahlak bilgisi öğretmeni kendisinden yardım isteyen kıza adeta alay eder gibi tecavüz ediyor. Şöyle düşünmüş olabilir: “Kızın zaten tadını almışlar, bir de ben alsam ne çıkar. Akşam iki rekat namaz daha fazla kılar, Tanrı katında günahımı bağışlatırım.”

Küçük yer, taşra, olay duyuluyor. Kızın babası şikâyetçi oluyor ve dava açılıyor. Bu arada şikâyet edilen din ve ahlak bilgisi öğretmeni başka bir kente atanıyor. Öğretmenimiz meğerse daha önce de bir başka taşra kentinde görev yaparken öğrencilerini taciz ettiği gerekçesiyle 6 ay uzaklaştırma cezası almış. Durum bu. 
Savcı tüm somut delilleri mahkemeye sunuyor ve mahkeme zanlıların dinlenmesine karar veriyor, küçük kız da orada. Zanlılar suçlarını inkâr ediyorlar. Hâkim, dakikalarca süren açık mahkemeyi sadece kız ifade verirken kapalı hale getiriyor ve savcının sanıkların tutuklanması istemini reddederek davayı şubat ayına bırakıyor. 
Bence bu ülkede vicdanları karartan bir virüs dolaşıyor. Hâkim bey, durum çok açık ortada, adam daha önce uzaklaştırma cezası almış, sicili bozuk, neden tutuklamıyorsunuz? Size göre acaba kız yalan mı söylüyor? Çocuğunuz var mı bilmiyorum, bir an tecavüze uğramış kızcağızın yerinde kendi çocuğunuzu düşünün! Davayı açık tutarak kıza nasıl bir eziyet yaptığınızı düşünün! Hiç kimse durup dururken ben tecavüze uğradım demez. Hele bizim ülkemizde hiç demez! Çünkü bu ülkede kadınların büyük çoğunluğu kendilerinin birer kurban olduğunu çok küçük yaşlarda öğrenmişlerdir. 
Bu nedenden en haklı oldukları zamanda bile susarlar. Ama kız artık susmamış, siz neden susuyorsunuz? Yoksa kız rızasıyla mı bu işi yaptı? Böyle mi düşünüyorsunuz, bu davalara bakan pek çok hâkim gibi. Bu vicdan karartan virüs bu kadar mı sizi ele geçirdi? 
Ülke tuhaf, her yere takım elbiseyle giden Barzani, ülkemize gelirken peşmerge giysisinin daha uygun olacağını düşünmüş. Adama hak vermemek elde değil; kıyafetler, el sıkışmalar, sırt okşamalar diplomatik lisanda sürekli bir şeyleri işaret eder. Barzani de savaş üniformasıyla Diyarbakır surlarını kahraman bir komutan edasıyla selamlamak istemiş. Hayırlı olsun.
Barzani’nin gelişinde yapılan tantana, bana geçen yıl Nevruz’un hemen ardından ikinci gün, surlara yakın bir yerde, yerdeki enjeksiyonları toplayan çocuk yaşındaki bir delikanlıyı anımsattı. 
Delikanlının ölümü yakındı, çünkü bir eroin müptelasıydı ve o bölge ne yazık ki eroin kullananların bölgesiydi, taşlı yolda kullanılmış pek çok enjeksiyon vardı. Daha sonra konuştuğum Diyarbakırlılar, gençler arasında uyuşturucunun çok yaygın olduğunu söylediler. Ben de bütün Türkiye’de yaygın olduğunu söyleyecek oldum, itiraz etmişlerdi, “Burada durum başka” demişlerdi, “eroin özellikle bol ve ucuz, sanki bir el piyasaya hiç durmadan eroin sürüyor ve bizim gençlerimizin büyük çoğunluğuişsiz ve umutsuz olduklarından bu belaya çabuk bulaşıyorlar”. Bunları duyunca epeyce üzülmüştüm; yere atılmış, kullanılmış enjeksiyonları toplayan eroin müptelası çocuk hiç aklımdan gitmedi. Şimdi bu Barzani tantanasına koşarak giden BDP’li milletvekillerini ve Belediye Başkanı’nı görünce, o çocukların neden uyuşturucudan medet umduklarını daha iyi anladım.
Kimselerin Kürt’ün yoksulunu düşünmediğine iyice bir kanaat getirdim, zengin Kürtler zengin Kürtleri ağırlıyor. Yersen!
Not: Bu her iki olay da bu topraklarda oldu. Hayal ürünü değildir.  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet.

17 Kasım 2013 Pazar

Güç Zehirlenmesine Bağlı İktidar Kaybı - CAN DÜNDAR.

Altan Öymen, mesleğimizin duayenlerinden biri...
Aynı zamanda geçtiğimiz asrın şahidi...
Tanıklıklarını, birbirinden ilginç kitaplarda topluyor. Fotoğraflar, gazeteler, karikatürlerle süslü bu anılar, işlediği dönemi, tarih kitaplarından çok daha sıcak ve gerçekçi bir dille anlatıyor.
30’ları, 40’ları, 50’lerin ilk yarısını, Öymen’in ilk 3 cildinden okuduk.
Merakla beklediğimiz 4. kitap nihayet geldi:
“...Ve İhtilal” (Doğan Kitap, 2013), 1955-60 arasını, yani DP’nin çöküş devrini anlatıyor.
Ve okurken, “Tarih bu kadar mı tekerrür eder” dedirtiyor.
***
Altan ağabey, 750 sayfalık bu dev kitabı imzalayıp gönderirken her zamanki zarafetiyle bir iltifat notu düşmüş:
“Yakın tarihimizin anlaşılmasına yaptığın büyük katkılardan bir kısmının, bu kitabın da harcında yer aldığını görebilirsin (s: 466).”
Tahmin edebileceğiniz gibi kitabı o sayfadan okumaya başladım.
466. sayfada, Vehbi Koç’un arşivinden yararlanarak hazırladığım kitaptan (“ÖzelArşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç”, Doğan Kitap, 2006) bir bölüm var.
O bölümde, dönemin hükümetinin, Koç’a, üyesi olduğu CHP’den ayrılıp DP’ye katılması için nasıl ağır baskı yaptığını anlatmıştım.
Vehbi Koç, bu baskıları günlükleriyle belgelemişti. Günlüklere yansıyan iktidar sarhoşluğunu, kısaca hatırlatmak isterim:
***
Adnan Menderes, Vehbi Koç’u 23 Kasım 1958 günü kabul etti.
Vehbi Bey, 1956 yılında bizzat Menderes tarafından açılan Divan Oteli’ne ek kat çıkmak istiyordu. Talep, dönemin İmar Bakanı Medeni Berk’e havale edilmişti.
Berk, bu talebe karşılık Koç’un CHP’den istifa edip DP’ye girmesini istiyordu.
“CHP’den istifa etmezseniz birtakım müşkülatları göze almanız icap eder” diyordu.
Koç, işte bu tehdit üzerine Başbakan’a çıkmıştı.
Menderes o görüşmede temkinli konuştu:
“DP’ye geçersen memnun olurum, geçmezsen sevgimden hiçbir şey eksilmez,merak etme” dedi.
Koç bunun rahatlığıyla 28 Ocak’ta yeniden İmar Bakanı’na gitti.
Medeni Berk daha da sertleşmişti:
“Devlet teşekküllerindeki arkadaşları DP’ye almaya karar verdik. Beyefendi (Başbakan), ‘Tüccarlardan da alalım’ dedi ve sizinle görüşmemi söyledi.”
Koç, Menderes’le görüşmesini aktarmaya kalkınca üslup daha da sertleşti:
“O zaman düşüncelerimiz başkaydı, bugün başkadır. Eğer birçok tüccar DP’ye kaydedilir, siz girmezseniz, bankalardaki kredileriniz kesilebilir, kotalardan istifadeetmeyebilirsiniz. Birçok işinizde müşkülat (zorluk) çıkarılır, haberiniz olsun.”
Koç’un CHP’den istifasıyla sonuçlanacak süreç, böyle başladı.
***
Altan Öymen’in anıları, bu yaşananları yorumsuz aktarıyor. Ancak okurken insan, bir anı kitabı değil, günlük gazete okurmuş gibi oluyor.
Miyase İlknur’un yerinde tabiriyle, DP dönemindeki “iktidarın güç zehirlenmesi”, doğrudan bugünü hatırlatıyor.
“Başbakan” ve “Koç” ilişkisi, yarım asır sonra aynı gerginliği yaşıyor.
Divan Oteli, yine hükümetle Koç arasında polemik konusu...
Gezi Direnişi sırasında, Divan’ın kapısının insani nedenlerle protestoculara açılması, hükümetin öfkesini çekiyor. Erdoğan hükümeti de tıpkı Menderes hükümeti gibi, boyun eğen işadamlarını ranta boğup ihya ederken, boyun eğmeyenlerin şirketlerine denetçiler gönderip ihalelerini iptal ederek, medyada hedef gösterip, uluorta tehdit ederek, türlü çeşit “müşkülatlar çıkararak” yola getirmeye çalışıyor.
Bu gözü karalığın Türkiye’yi nereye götürdüğünü hepimiz biliyoruz.
Bir daha oralara gitmemek için dualar ediyoruz.
Doğru okunduğunda tarihin bir ibret kitabı olduğunu hatırlatmak istiyoruz.
Öymen’in anılarının okunmasını tavsiyeyle, ders olmasını ümit ediyoruz.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet.

Yaşayan En Etkili Lider: Atatürk - MUSTAFA BALBAY

10 Kasım’da Anıtkabir’e ziyaretçi rekorunun kırılması şu saptamayı bir kez daha doğruladı:
Atatürk 21. yüzyılda, en az 20. yüzyıl kadar güncel.
Daha 12 gün önce 29 Ekim’de 438 bin 451 kişinin Anıtkabir’e çıkması, “bütün zamanların rekoru” olarak açıklanmıştı. 10 Kasım’da bunun iki katı da aşıldı, 1 milyon 89 bin 615 kişiyle 7 haneli rakamlara ulaşıldı.
Zaman zaman, dünyanın ya da tek tek ülkelerin en etkili kişileri sıralaması yapılır. Listeye doğal olarak yaşayan kişiler alınır.
Hiç kuşku yok ki; Atatürk bugün Türkiye’nin en etkili kişisi.
***
Atatürk’ün hâlâ yaşayan bir lider olmasının pek çok nedeni var.
Bunlardan ikisini paylaşmak isterim.
Atatürk devrimleri kimilerinin iddia ettiği gibi Ankara’da kapalı kapılar ardında hazırlanıp bir gecede uygulamaya konmamıştır.
Sadece devrimler değil, hemen hemen bütün önemli kararlar öncesinde Anadolu gezisine çıkan Atatürk halkla doğrudan temas kurmuş, pek çok fotoğrafta görüldüğü gibi onları dikkatle dinlemiştir.
Günümüzde devlet yöneticilerinin bir kente gitmesi açılış, temel atma ya da benzer nedenlerle olur.
Atatürk’ün kimi Anadolu gezileri devrimleri başlatmak içindir. Örneğin Latin harfleri temelli yeni alfabeyi anlatmak, tanıtmak için 23 Ağustos 1928’de bir haftadan fazla süren uzun bir geziye çıkmıştır. Gezi güzergâhı şöyledir: Tekirdağ, Çanakkale, Gelibolu, Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, İstanbul.
29 Eylül’de Zeki Üngör tarafından bestelenen yeni Türk harfleri marşı gazetelerde yayımlanmıştır. 1 Ekim’de yeni harflerle basılan ilk dergi piyasaya çıkmıştır.
Uzun yıllar alır denilen yeni alfabeye geçiş Atatürk’ün Anadolu’yu da kapsayan bu birkaç aylık girişimleriyle 1 Kasım’da tamamlanmıştır.
Atatürk’ün özellikle genç kuşaklarca iyi özümsenmesini dilediğimiz bir başka özelliği, çok okumasıydı. Resmi ziyarete gelen büyükelçilerden röportaj için gelen gazetecilere kadar pek çok kişi, Atatürk’ün çalışma ortamında mutlaka okumakta olduğu kitaptan söz ederler.
Çanakkale savaşlarının en şiddetli günlerinde Atatürk’ün karargâhına gelen gazeteciRuşen Eşref Ünaydın, o ortamda bile dikkatini ilk önce üç kitabın çektiğini söyler.
23 Nisan 1920’de Meclis açılmadan önce açılan bir bölümü vardı; kütüphanesi. Atatürk, Yunus Nadi, Ziya Gökalp ve Veled Çelebi’den bu bölümü kurup zenginleştirmelerini istedi.
Atatürk’ün halen kayıt altında bulunan, okuduğu saptanmış kitap sayısı 3997’dir. Altı çizilmiş, yanlarına notlar düşülmüş bu kitapların 1745’i Çankaya Köşkü’nde, 215’i Anıtkabir’de, 102’si İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde, 3’ü Samsun Gazi İl Halk Kütüphanesi’nde bulunuyor.
Atatürk’ün Sofya Ataşeliği sırasında da çok kitap okuduğu biliniyor. Ancak bunlara ulaşılamadı.
Aydınlanma çağına damgasını vuran söz şuydu:
Timeo Hominem Unius Libri.
Türkçesi şöyle:
Tek Kitaplı İnsandan Sakınınız.
Atatürk, bunun da bilincine varmış bir aydınlanma önderiydi.
***
İşte Atatürk bütün bu yönleriyle birlikte yaşıyor, Anıtkabir her önemli günde dolup taşıyor.
Atatürk’ün 21. yüzyılın da lideri olduğu milyonlarca kişi tarafından bir kez daha ilan edildi.
Şimdi sıra Atatürk sevgisini Türkiye enerjisine çevirmekte. Bu sevgiyi bilinçle donatıp Türkiye’yi her şeyiyle Atatürk’e yakışır bir düzeye getirmekte. 

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet. 

Son Leopar...- BEKİR COŞKUN.

Kendisine benzemeyen ne varsa öldürmek istiyor...
Bakıyor dört ayağı var...
Öldürüyor...
*
Pars...
Kedi...
Kurt...
Köpek...
Kaplumbağa...
*
“Leopar mı değerli, insan mı?” diyor hâlâ...
Parsı okula göndermediler...
Ona yeryüzündeki canlılardan sorumlu olduğunu, her canlıyı koruması gerektiğini, yeryüzünün sadece insanlara ait olmadığını öğretmediler...
O hayvan...
*
Kaç gündür o leoparı düşünüyorum...
Muhtemelen o sonuncu leopardı... Sadece bu topraklarda yaşayan, yeryüzünün en muhteşem koca kedisi...
Sıkıştırılmadıkça, yaralanmadıkça, çaresiz kalmadıkça (bir sürü yalanla suçu örtmek isteseler de) asla insana saldırmayan, insanlardan özenle uzak duran bir tür...
*
Artık tek başına kalmıştı...
Hangi dağa yönelse, hangi vadiye inse, hangi tümseği aşsa insanlar vardı... Ve kendisini görünce ilk akıllarına gelen şeydi öldürmek...
Durmadan kaçtı...
Ayağında, eskiden kalma bir tabanca kurşunu ile oradan oraya attı kendini... Farklı olanı yok etmek tutkusu peşindeydi ve o bunu biliyordu...
Tıpkı bu topraklarda yaşamış öbür farklılıklar gibi...
Rumlar...
Ermeniler...
Aleviler...
Süryaniler...
Tüm yok edilmesi gerekenler gibi...
*
Her seste irkildi...
Gizlenerek, korkarak... Farklı olanı yok etme güdüsünün peşinde olduğunu bilerek... Fark edilmekten ürke ürke... Yokmuş gibi yapa yapa...
Bu kadar yaşayabildi leopar...
*
Sonuncusunda kaçamadı, onu bir çalılıkta köpeklerle ve silahlarla çevirip öldürdüler...
Duvarın dibine yatırdılar...
Başına toplandılar...
Fotoğraf çektirdiler üzerine basarak ve gülümseyerek...
Bu topraklardaki son leopardı...
Yok edildi...  

BEKİR COŞKUN
Cumhuriyet.

15 Kasım 2013 Cuma

İnönü’ye Saldıranların Unuttuğu…- EMRE KONGAR

Son günlerde İsmet İnönü’ye saldırılar arttı; Atatürk’e saldıramayanlar,hınçlarını İnönü’den alıyor… 
Ayrıca bugünkü baskı ortamını Tek Parti Dönemi, özellikle de İnönü dönemi ile karşılaştıranların (ve daha kötü bulanların) sayısı hiç de azımsanmayacak bir düzeye erişti! 
Artık AKP’nin otoriter bir rejime doğru gidişini görmezden gelemeyen sözdeliberaller ve eski solcular arasında sanki yeni bir moda oldu bu: 
AKP’nin otoriterleşmesini eleştirirken, İsmet İnönü üzerinden Atatürk dönemine de vurmak!
***
Oysa gözden kaçırdıkları çok önemli iki nokta var: 
Birinci nokta, İnönü döneminin, devrimci bir Tek Parti Düzeni’nin devamı olduğudur… 
Tek Parti Dönemi’nde, örneğin valiler CHP’nin parti müfettişleri olarak da görev yapmıştır. 
Ama unutmayalım ki, Tek Parti Düzeni, bir din-tarım imparatorluğundan çağdaş bir devlet yaratmak için yapılacak reformları (Atatürk Devrimlerini) gerçekleştirmek için, Kurtuluş Savaşı’nı izleyen zorunlu bir “Kuruluş Dönemi” yönetimidir… 
Oysa Türkiye 70 yıla yakın bir süredir demokrasi ile yönetilmeye çalışılmaktadır… 
Ara ara askeri darbelerle kesilmiş de olsa, (ki bunların çoğu doğrudan doğruya sağ iktidarlara destek için yapılmıştır) esas olarak sağ partilerin yönetiminde geçen bu demokrasi deneyimini çöpe mi atacağız? 
Bugünkü siyasal ortamı İnönü dönemi ile mukayese etmek bile doğrudandoğruya 70 yılı yok saymak, mahkûm etmek değil midir?
***
İkinci olarak, unutulmaması gereken nokta, İsmet İnönü’nün, devraldığı Tek Partili Düzeni, 8 yıl sonra Çok Partili Düzen’e dönüştürmüş olmasıdır: 
İsmet İnönü, Tek Partili Düzen’den Çok Partili Düzen’e geçen ve dünyada eşi görülmedik bir biçimde, seçimi kaybettikten sonra, iktidarı muhalefete devrederek Atatürk Devrimlerini taçlandıran bir “Tek Parti Dönemi” lideridir. 
Bugün ise, “İleri Demokrasi” adı altında, Çok Partili Düzen’den otoriter ve hatta totaliter bir rejime doğru gidilmektedir.
***
Bu iki noktayı dikkate almadan yapılan çözümlemeler ve karşılaştırmalar sadeceİnönü’ye karşı değil, tarihe karşı da haksızlık sayılır… 
Ve günümüzdeki “demokrasi” sorununu açıklamakta da yetersiz kalır!  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

13 Kasım 2013 Çarşamba

2015 Sonrasının Yeni Bin Yıl Hedefleri - ERİNÇ YELDAN

Değerli bilim insanı Sayın Atilla Karaosmanoğlunun anısına... 

İstanbul, geçen hafta önemli bir konferansın ev sahibi idi. TC Kalkınma Bakanlığı ve BM Kalkınma Programı (UNDP) öncülüğünde “2015 Sonrası Kalkınma Gündemi Üzerine Bölgesel Danışma” temalı toplantı İstanbul’da 6-8 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. 
“2015” birçok açıdan kritik bir yıl. Ülkemiz açısından önemi, G20 toplantılarına dönem başkanlığı görevinin 2015’te Türkiye tarafından üstlenilecek olması. Birleşmiş Milletler açısından ise, Yeni Bin Yıl Hedefleri’nin küresel ekonomi açısından tartışılmaya başlandığı şu günlerde “2015” yepyeni bir eşik olarak değerlendirilmekte. 
21. yüzyılın ilk on yılı için konulmuş bulunan Bin Yıl Hedefleri artık geride kalmakta. Söz konusu hedeflerin ana eksenini oluşturan “yoksulluğun azaltılması”,“sürdürülebilir büyüme” ve “doğaya ve emeğe saygı” kavramları kuşkusuz insanlığın yüzyıllar boyunca yaşattığı idealleri kucaklamaktaydı. Ancak 21. yüzyılın başında bu mevcut çarpık küreselleşme ve kolektif emperyalist sömürü altında insanlık bu amaçlardan çok uzakta gözüküyor. 
Bugün temiz su kaynaklarından yoksun 1 milyar, temiz barınma olanaklarından yoksun 2.6 milyar ve elektrik ya da benzeri enerji kaynaklarından yoksun 1.5 milyar insan ile dünyamız eşitsiz gelişmenin yol açtığı sosyal çatışmalar ve ekolojik tahribatın yarattığı çöküntünün eşiğinde duruyor. 
Başta karbondioksit ve kükürt olmak üzere yoğun çevre kirliliğine yol açan sera gazı salımları dizginlenemez bir boyutta gezegenimizin atmosferinde birikim gösteriyor, gezegenimizin ortalama ısısı yapay olarak arttıkça yeni tür bakteriler ve parazitler dünyanın gıda güvenliğini tehdit eder duruma geliyor, iklim değişikliğinin yol açmakta olduğu çevre felaketleri ise en başta küresel yoksulları tehdit ediyor. 
Hesaplamalara göre, dünya ekonomisinde her 1 dolarlık üretim için 1980 yılında 1 kg. karbondioksit gazı salımı söz konusu idi. 2050 yılında 9 milyar nüfusa ulaşması beklenen dünyamızın toplam sera gazı salımını 1980 düzeyinde tutabilmesi için her 1 dolarlık üretim için yapılan karbondioksit emisyonunu 0.06 kg’a indirmesi gerekiyor. Böyle bir teknoloji mucizesinin gerçekleşmesi ise hiç de olanaklı gözükmüyor. Bunun ötesinde, küresel ekonomiye katılması beklenen 3 milyar düzeyindeki yeni tüketici “orta sınıfın” yaratacağı tüketim baskısına gezegenimizin doğal kaynaklarının daha ne kadar dayanabileceği bir diğer açmaz olarak karşımızda duruyor.
***
Küresel ekonominin içine sürüklendiği büyük durgunluk, kuşkusuz, kapitalist dünyanın yukarıda özetlediğimiz eşitsiz gelişme yasalarının doğrudan bir uzantısını oluşturmaktadır. Nitekim küresel finans piyasaları hiper-likidite ve spekülatif balon köpükleri ile şişerken, finans sermayesi sanayi sermayesinin önüne geçerek tüm ekonomileri sürekli bir deflasyonist “istikrar” süreci içine hapsetmekteydi. Genişleyici mali politikaların ve sosyal devletin yerini “faiz dışı fazlalar” elde etmekle yükümlü“sorumlu ve etkin” yönetişim prensipleri almakta, “enflasyon hedeflemesi”nden başka herhangi bir ekonomik sorun ile ilgilenmesinin yasaklandığı “bağımsız” merkez bankaları da daraltıcı maliye politikaları ile bu deflasyonist sürecin başlıca uygulayıcıları haline dönüştürülmüştür. 
Kalkınma ve sanayileşme hedefleri artık terk edilerek yerlerini finans dünyasının kısa dönemci ve miyopik kararlarına dayalı rant arayışlarına bırakmış durumdadır. “Ulusal tasarruf” kavramı iktisat yazınından tamamıyla kaldırılırken, “yatırım” kavramı sadece tek bir hedefe kilitlenmiştir: “Yabancı sermayeyi davet etmek”. 
Sorunların özünde dünyamızın üretim, birikim ve tüketim faaliyetlerinin yıkıcı rekabet altında çalışan kapitalist pazar ekonomisinin çılgın kâr elde etme yarışına terk edildiği acımasız sömürüsü yatmaktadır. Yatırımların ve üretimin ana amacının “insan” değil, “kâr dürtüsü” olduğu bu çarpık küreselleşme süreci “Bir başkaküreselleşme mümkündür” anlayışıyla dönüştürülmediği sürece, “doğaya ve insana saygılı, sürdürülebilir büyüme” idealleri insanlığın değerlerinden daha da uzaklaştırılıyor.  

ERİNÇ YELDAN
Cumhuriyet

12 Kasım 2013 Salı

Ata’ya, Devrimlerine Saldırı Milyonlara Direnmeyi Öğretti - ŞÜKRAN SONER

İktidarları cephesinin Atatürk, devrimleri, laiklik, Cumhuriyet değerlerine sınır tanımayan saldırıları, ülkenin, rejimin, toplumun, bireylerin, yaşamsal kazanımlarının geriye püskürtülmesi ataklarında yeni dönemeç noktasındayız.
Medya güdülemesinde Kurtuluş Savaşı yalan, Cumhuriyet yönetimi diktatörlük, Atatürk, devrimleri halka rağmen diktatörlük örnekleri olarak sayılıp duruluyordu ki... Resmi tarih karalamasında tüm değerlere sınırsız saldırılarla toplum adım adım başka yollarda, başka rejimlere doğru bir yaşama alıştırılıyor, ileri demokrasi adına da hukuk devletinin işleyişi, gerçek demokrasi, insan haklarından sapmalarla, demokrasi sadece sandıkla, sivil çoğunluk diktatörlüğü olarak da ölçülebilen bir yapıya çekiliyordu ki...
Anadolu uygarlığı, Anadolu Aydınlanması’nın geçerli olduğu topraklarda birlikte yaşamış insanların, kendi gelecekleri, çocuklarının geleceklerine ilişkin yapılan hesaplar, oynanan oyunlara ilişkin yaşadıkları, algıladıkları tehditler üzerinden, düzeni dayatanların ister iç ister dış odaklı olsunlar yaptıkları hesaplarla tutmayan kimi tepkileri oluştu.. Büyüdü büyüdü.. Ortak bilince, ortak duruş, reflekslere dönüştü..
Düzenin toplumsal sorumluluk duyguları diplerde, bireyci olarak yetişmelerine özen gösterdiği son genç kuşaklar.. Kendilerine dönük, kendilerini kurtarmanın ötesinde kaygıları olmayacak bireyler.. Gezi direnişleri simge, kendi geleceklerini, yaşamlarını tehdit altında görüp yaşamlarına el koymaya kalkan İktidar karşısında beklenmedik bir duruş, direniş sergilediler..
Devletin eliyle eğitim sistemi Başbakan’ın ilan ettiği üzere “dindar ve kindar gençlik” yetiştirmeye kurgulanmıştı. Galiba İslam dünyasındaki ırklar, mezhepler üzerinden çok ilkel, çok kanlı iç savaşlar, toplumların yüzyıllar geriye çekilişi, İslam dininin tüm değerleri ile çatışmalı akıtılan kirli kan.. Ortadoğu hele de komşularımız üzerinden, bizim İktidarlarımızın da taraf olduğu gelişmeler çok ürkütücü oldu.. Diyorlar ki İktidarları cephesinin en sadık seçmenleri arasında bile çok yüksek oranlarda Atatürk, Cumhuriyet, devrimleri, yaratılmış ülke yaşam, barış ortamına sevgi büyümüş.. İktidarlarının bu Cumhuriyet Bayramı, Atatürk anma etkinliklerinde farklı bir vitrin çizme çabaları bundan..
***
Dün resmi kayıtlarla Anıtkabir törenlerine gönüllü halk katılımının rakamları ders verici, bir o kadar sevindirici.. Resmi bayram kutlamaları, Atatürk’ü anma etkinlikleri sınırlandı ya ilk sivil toplumsal anlamlı tepkinin verildiği 2010 yılında gönüllü ziyaretçi 100 binle, bu yıl milyonla sayılmış.. Atatürk’ün ölümünün 75. yıldönümü, dünyada böylesi bir gönüllü, yürekten sevgi bağının örneği yok.. Ülkenin her yerinde gerçekleştirilen çok yaratıcı, çok kalabalık katılımlı kutlamalarda milyonlar buluşmuş.. Değerler kucaklaşmasının, sevginin, bağlılığın fotoğraf kareleri gerçekten hem umut, hem de ders verici. Cumhuriyet Bayramı etkinliklerinde de, yani aradan iki hafta bile geçmeden önce de aynı görkem, aynı gönüllülük, aynı değerler kucaklaşması yok muydu?
İktidarları cephesi ders alsa da almasa da, görmek istese de istemese de dipten bir dalga, suskunluk, boyun eğmeye karşı halkın ortak duruşu geliyor.. Bizim gibi iki arada bir derede toplumlarda çok geçerli olan uzun süreli dayatmalara, askeri darbeler ya da sivil çoğunluk iktidar gücünün hiç de demokratik olmayan baskısına, düzenin çarklarına boyun eğme refleksi, suskunluğu.. Birikir birikir.. Sonra örgütlü toplumlar, demokrasilerde bile çok örneği verilemeyecek dipten dalgaları, başkaldırıları üretirler.
Dışarıdan ve içeriden toplumu yönetme üzerine yapılmış denge hesapları hiç beklenmedik bir noktada, beklenmedik biçimlerde kırılır.. Çünkü Anadolu uyarlığı, Anadolu Aydınlanması’nı görmüş bu topraklarda bireyleri istediğiniz kadar etkin araçları kullanarak afyonlayıp uyutun, çıkar dengelerinde teslim alın, suskunluğun en uç noktalarında öylesine bir başkaldırı hak arama refleski, dengeleri oluşur ki.. Siz Atatürk’ün, devrimlerinin, laikliğin, Cumhuriyet değerlerinin, yaşam kazanımlarının köküne kibrit suyu döktüğünüzü sanırken ülkeyi cepheleşme kıskacında teslim aldığınızdan güvenli dayatmalarınızla can acıtırken yaşanan başkaldırı, toplumsal gücü karşısında afallar kalırsınız..
Evet bu ülkenin insanlarının çoğunluğu örgütsüz, hukuk devleti düzeninden doğan haklarını koruyamaz gibidir. Ancak uzun soluklu toplumsal birikimi, refleksleri, hele de Kurtuluş Savaşı destanı, Atatürk devrimleri, Cumhuriyet kazanımları, laik düzen içinde eksikli kullandığı bu haklarının bilinç altında tadına öylesine varmıştır ki.. En geri bir cemaatin içinde ezilmiş kadını bile gücünü kullanabildiği anda, Atatürk’e, devrimlerine borçlu olduğu miras, medeni hukuk haklarından vazgeçiremezsiniz.. Bu ülkenin vatandaşlarını herhangi bir Ortadoğu ülkesindeki kanlı ırklar, mezhepler çatışmasına kolay kolay çekemezsiniz.. Erkekle kadını eşitliğe doğru yaşam savaşından geri döndüremezsiniz...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

10 Kasım 2013 Pazar

Atatürk ve ekonomik bağımsızlık - Esfender KORKMAZ.

Bugün, Atatürk’ün ekonomiye bakışını ve uygulamalarını hatırlamak zorundayız... Çünkü son on yıldır ekonomide bize ait olanlar hızla azaldı. Küreselleşme birçok ülkeye yeni fırsatlar getirirken, bizim geleceğimizi  ipotek altına aldı. 
1) Dünyada, gelişmekte olan ülkeler içinde, bizimle aynı gelir düzeyinde  olan ülkelere göre en fazla cari açık veren ülkeyiz. Cari açığın Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya oranı yüzde 7’yi geçti. 2003-2013 yılları arasında geçen  11 yılda toplam 402 milyar dolar cari açık vererek kaybettik. Bu tutar  Türkiye’nin bir yıllık milli gelirinin yarısı kadardır. Yani millet olarak, devlet olarak, özel sektör olarak, 6 ay süre ile başkaları için çalıştık. Türkiye bu kadar kaybı, savaşlarda vermedi. Top-tüfek zoruyla, her türlü işgal ve sömürü düzeni içinde bile bu kadar kayıp verilmez.
 IMF ve diğer uluslararası kuruluşlar bu açık ve bu açığın finansman sorunu nedeniyle ekonominin kırılgan olduğunu vurguluyor.
2) Bu açık nedeniyle, Türkiye’nin dış borcu on yıl içinde 140 milyar dolardan 360 milyar dolara yükseldi. (220 milyar dolar arttı) Avrupa ve ABD’de faizler çok düşük. Buna rağmen, daha yüksek faiz versek bile ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan ülke riskinin yüksek olması dış borcumuzu yeni dış borçla çevirmemizi zorlaştırıyor. Kaldı ki sıcak para ve kârlı şirketleri satın almaya gelen spekülatif sermaye girişinde de azalma var. Türkiye’nin yatırım pozisyonu açığı ve bankaların döviz pozisyonu açığı var. Bütün bunları, MB’nin yarısı kendi parası olmayan 108 milyar dolar döviz rezervi ile karşılamak imkanı yoktur.
3)
Atatürk, ekonomik tutsaklığı tersine çevirdi...  İktisadi bağımsızlık siyasi bağımsızlığın bir parçası olarak, Atatürk’ün İngiliz ve ABD mandasını isteyenleri reddetmesiyle başladı.
Kurtuluş Savaşı’nda Sovyetler’den yardım alındı... Ancak telkinlere rağmen Sovyetler’in uyguladığı sosyo-ekonomik sistemi kabul etmedi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Osmanlı’nın Türkiye toprakları oranında, dış borçları ödendi. 1923-1932 yılları arasında piyasa ekonomisine dayalı, 1933 ile 1950 yılları arasında da devletin piyasaya da girdiği, devletçilik uygulandı... Ancak her iki dönemde de ulusalcı politikalar belirleyici oldu. Tasarrufların küçük ve dağınık olması, sermaye piyasasının olmaması nedeniyle özel sektör elinde sermaye birikimi sağlanamadı... Bu defa devletçilik uygulamasına geçildi.
Devletçilik, ideolojik saplantıya girmeden devlet elinde sermaye birikimi sağlamak ve bu birikimi yatırımlara yönlendirmek için geliştirilen bir kalkınma modeli oldu. 
Birinci ve ikinci sanayi planlarıyla, tekstil, dokuma ve şeker gibi halkın ihtiyaçlarını karşılayacak yatırımlar yapıldı. Çimento ve demir-çelik gibi kalkınmanın stratejik ürünleri üretildi. Ulusal çıkarlarımızı korumak amacıyla, yabancı tekeller, madencilik, demiryolları ve limanlar devletleştirildi... Yabancıların elindeki altyapı yatırımları millileştirildi. Sürekli ve cari açık vermeden büyüme sağlandı... Ve bütün bunlar enflasyonsuz yaşandı. 
Atatürk’e dolaylı veya dolaysız dil uzatanlar, hangi bataktan çıktıklarını  bir daha ve iyi  düşünmelidir.
Son on yılda, bankaların yüzde 50’si yabancıya satıldı. Özelleştirme yoluyla kamu altyapı yatırımlarının bir kısmı yabancıya satıldı. İmalat sanayiinde yabancı hakimiyeti arttı. Bu nedenle her yıl dışarıya kâr transferi oluyor. Buna karşılık Türkiye ye doğrudan  fiziki yatırım yapacak yabancı  sermaye gelmiyor.  Osmanlı İmparatorluğu 1938 yılında İngiltere ile Baltalimanı Ticaret Anlaşması ve ondan sonra da bazı uluslararası anlaşmaları imzaladı. Önlem alınmadığı için kapitülasyonlarla bu serbest ticaret Osmanlı İmparatorluğu’nu açık pazara çevirdi. Geleneksel iç üretim, özellikle İngiliz malları ile rekabet edemedi. Silindi... Devasa dış açıklar ortaya çıktı. 1854 yılında Kırım Savaşı ile borçlanmaya başlayan İmparatorluk, 1875 yılında dış borçlarını ödeyemedi... Moratoryum ilan etti.  Düyun-u umumiye ise, ekonomik tutsaklığın tuzu biberi oldu.

Esfender KORKMAZ.
YENİÇAĞ

‘Tesettür Bir İktidar Meselesidir!’ - NİLGÜN CERRAHOĞLU.

Bunu ben söylemiyorum. Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el Banna’nın kardeşi İslam âlimi Gamal el Banna söylüyor….
Başbakan kendisi gibi düşünmeyen herkesi malum kara cahil ilan ediyor ya… 
Baştacı ettiği “Müslüman Kardeşler”in kalbinden, çekirdeğinden gelen bir İslam yorumcusunun, görüşüne ola ki… bir ihtimal… pay biçer hesabıyla yazıyorum. Önce de yazmıştım. Ama gözden kaçmış olabilir diye bir kez daha yineliyorum… 
‘Örtünme dayatması kadın düşmanı yorum’
“Tesettür” hakkında öne sürülen “Kadın, korunması gereken bir varlıktır. Örtünme ve hicap, bu hazineyi güvence altına alan bir mücevher kutusudur” şeklindeki değerlendirmeyi kendisine hatırlatarak soran çok ünlü bir İtalyan gazeteciye Hasan el Banna’nın “liberal” görüşteki farklı ve en genç “Müslüman Kardeş”i şu yanıtı veriyor: 
“Kadının başını örtmesi gerektiğine dair hiçbir yerde yazılmış tek satır yoktur. İleri sürülen tek talep, kadının göğsünü örtmesinden ibarettir. Örtü ne var ki çok eski bir gelenek. Gelenekler ise dinden güçlü. Geleneği devam ettirebilmek adına din kisvesi kullanılıyor. Kutsal Kitap’tan böyle kadın düşmanı yorumları çıkartanlar öncelikle, iktidarla ilgilidir. Bu bir iktidar meselesidir!” (İslamın Kızları/Figlie dell Islam-Lilli Gruber, Rizzoli Yayınları s. 77) 
“Başörtüsü dinin gereğidir!” fetvasını veren Başbakan’ın buyurgan ve “üstenci” dayatmasıyla tamamıyla çelişen, İslam dünyasının bağrından çıkan böyle aslında çok yorum var… 
“Başörtüsünün farz olmadığını” belirten bu yorumlardan birini, gene İslamda en üst otoritelerden biri kabul edilen El Ezher Üniversitesi’nde son dönemde yapılan bir doktora çalışması kapsamında okurum Altuğ Revnak Eti göndermiş. 
Kısaltarak alıntılıyorum:
‘İslami farz değil’ 
“Nihayet, el-Ezher kendi tavrını ortaya koydu ve hicabın dinden olmadığını açıkça ilan etti. 
El-Ezher’in bu görüşe ilişkin onayı Şeyh Mustafa Muhammed Raşid’e şeriat ve kanun alanında doktorluk rütbesi vermesiyle geldi. 
Şeyh Mustafa kendi risalesinde hicabın (tesettürün) İslami bir farz olmadığını ifade etmektedir. 
Ona göre, ayetlerin tarihi bağlamlarından ve nüzul sebeplerinden koparılarak tefsir edilmesi, ‘İslami hicap’ adıyla büyük yaygınlık kazanan yanlış bir kanıya neden olmuştur ki bununla Kuranıkerim’de asla söz edilmeyen başın kapatılması kastedilmektedir.” ‘Araçsallaştırılan, keyfice tefsirler’ 
“Maalesef bazı kimseler İslam şeriatının ilkelerini ve sahih tefsirleri kısaltmış; kendi nakil ve tefsirlerinde aklın kullanımından uzak durmuş; ayetleri bağlamlarının dışında kullanmış; onları, ayetlerin tarihsel bağlamlarına ve nüzul sebeplerine uygun olarak tefsir edilmesini sağlayan doğru tefsir ve istidlal (akıl yürütme) yönteminden uzak, keyfi biçimde tefsir etmişlerdir. 
Bu ya tefsirin böyle olmasını istedikleri için olmuş ya da hüsnü niyetlerinden doğmuştur. 
Şöyle ki tahlil kabiliyetleri bu noktada ya akli bir kusur ya da nefsi bir hasar nedeniyle ayetleri anlamalarının imkânını ortadan kaldırmıştır.” 
‘Ayrılık yaratan siyasi slogan’
“Hicap meselesi, İslami ve gayri İslami akılda kabul görmüş konumunu hâlâ korumakta, gayri Müslimler nazarında İslam dininin amacına, anlamına ve tabiatına yönelik bir ölçü ve kriter olarak görülmektedir. 
Örneğin bazı gayri müslim devletlerin ‘hicap’ yaklaşımı, vatandaşlar arasında tefrika ve ayrıcalık yaratan siyasi bir slogan görevi taşımaktadır. 
Bu nedenle çarpışmalar yaşanmış; ‘hicap’ ismi verilen ve İslami bir farz olduğu İslama sonradan zorla kabul ettirilen yanlış bir anlayışa sarılmaları dolayısıyla Müslüman kadınlar üniversitelerden ve işlerinden atılmışlardır.” 
‘Gelişigüzel, irtibatsız deliller’ 
“Hicabın farz olduğunu düşünenler tarafından bazen hicaba, bazen başörtüsüne (himar), bazen de çarşafa (celabib) delalet eden gelişigüzel ve irtibatsız deliller getirilir. 
Bu, onların başörtüsü olarak kastettikleri doğru anlama ne kadar yabancı olduklarını açıklar niteliktedir.”
Başörtüsü ve tesettür hakkında İslamın “en üst donanımlı” olduğu düşünülen kurumları ve bilgili olduğu varsayılan isimleri arasında dahi… bunca polemik/ tartışmanın sürdürülüyor olması, konunun “dinen farz” olmadığına dair başlı başına yeterli kanıttır.
Cehaletin bu arada tabii en büyüğü, dünyanın yalnız kendisiyle başlayıp bittiğini düşünmek, kuşkuya hiç yer vermemek, tartışmayı kökten dışlamaktır.

Atatürk’ten ‘Kızlı- Erkekli’ Hatıralar - CAN DÜNDAR.

6 Temmuz 1918 Karlsbad
Danslı bir baloda, masadaki bir Türk kadınının, “Bizde böyle bir hayat ne kadar zor” demesinden sonra hatıra defterine yazdıkları:
“İslamiyette uygulanmakta olan örtünme, kadınların kocalarından başka erkekle kesinlikle görüşememesi ve ev dışında bir hayata sahip olamaması, bir dereceye kadar kadınları alıkoyar. (...) Bir erkek için kadın refakatinden yoksun kalmak bireksikliktir; bu, mutlaka giderilir. Fakat evde erkeksiz kalacak kadın için erkek gereksinimi aynıdır. Ruh ihtiyacıdır. Bu derece sıkı kurallara bağlı yaşayacak kadınlarımızın hayat hakkında, uygarlık hakkında, hürriyet hakkındaki düşünceleri,uzmanlıkları ne olabilecektir?”
***
16 Temmuz 1921 Ankara
Öğretmen Okulu’nda toplanan Birinci Maarif Kongresi’nde ayrı yerlere oturtulmuş kadın ve erkekleri görünce Öğretmenler Derneği Başkanı’na söyledikleri:
“Ne yapmışsınız siz? Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırmışsınız, onları ne diye erkeklerden ayrı oturttunuz? Utanmıyor musunuz? Ayıptır. Kendinize mi güveniniz yok, yoksa bu hanımların iffetine mi? Bir daha kadınların erkeklerden ayrı tutulduğunu duymayayım.”
***
9 Şubat 1923 Edremit
Evliliklerinin 10. gününde, eşi Latife Hanım’la birlikte çıktığı yurt gezisinden sonra konuğu oldukları Mahu Hanım’a söyledikleri:
“Sayenizde medeni bir gece geçireceğiz. Karım yanımda olduğu halde bütünAnadolu’yu dolaştık, tek bir kadın yüzü görmedik.”
***
14 Ekim 1924 Cuma Kırşehir
Yeşilyurt İlkokulu’nu ziyaretinde yetkililerle yaptığı konuşma:
“Bu okulun adı ne?”
“Kız okulu...”
“Yani bu okulun adı yok mu?”
“Hayır Paşam...”“Bakınız etraf yemyeşil, bu okulun adı Yeşilyurt olsun. Kız öğrenciler de erkek öğrencilerle birlikte okusun.”
***
30 Ağustos 1925 Kastamonu:
“Bir toplum, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kabil midir ki, bir kütlenin bir parçasını ilerletelim, diğerini öylesine bırakalım da kütlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki, bir topluluğun yarısı topraklarazincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin?
Şüphe yok ki yükselme adımları, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenilik alanında birlikte yol alınmak gerekir. Böyle olursa inkılâp muvaffak olur.”
***
Bu 10 Kasım’da da “kızlıerkekli” hepimiz, Atatürk’ü saygıyla anıyoruz.
Savaş’a Veda  
26 Ağustos günü Nebil Özgentürk’le Bodrum Devlet Hastanesi’nde ziyarete gittikSavaş’ı...
Her zamanki neşeli haliyle karşıladı bizi... Ne var ki, içinin coşkusu, dışındaki çöküntüyü gizlemeye yetmiyordu.
Bir yandan kendi bahçesindeki güzelim bir gecenin renkli anılarını hatırlatıyor, bir yandan bilgisayarından onun fotoğraflarını arıyordu.
Kanser, gırtlağını sarmış, zar zor içtiği bir çorba yırtılmaya yol açmıştı.
Bodrum’daki doktorlar acilen ameliyat olması, gırtlağının alınması gerektiğini söyleyerek İstanbul’a naklini istemişlerdi. Direniyordu Savaş:
“Bana en az 50 doktor, ‘Yaşam kalitenizin artması için acilen ameliyat gerek’ dedi.Geçen sürede o doktorların 5’i vefat etti” dedi.
Sormuştu onlara: “Ne yapacaksınız ameliyatta?”
“Gırtlağınızda bir delik açacağız.”
“Şarkı söyleyebilecek miyim?”
“Metalik bir sesiniz olacak.”“Denize girebilecek miyim?”
“Küvet bile yasak.”“Tat alabilecek miyim?”“Hayır.”
“O zaman istemiyorum ameliyat olmak...”
Bir salon dolusu doktora “delikli” bir fıkra anlatıp hepsini kahkahaya boğduğunu da söyledi. Fıkrayı bize de anlattı. Gülüştük. Dağıldı odanın kasveti...
Sonra, onun tabiriyle “İsa’nın son sofrası” gibi yan yana durup bir fotoğraf çektirdik. Ortada ne “İsa” ne “sofra” vardı; asıl vurgu “son” sözcüğündeydi. Nebil’le zoraki gülümseyerek poz verdik.
Ayrılırken kısıktı sesi...
Yeni kovulmuştum gazeteden...
“Benim sesimin kısılması seninki gibi siyasi sebepten değil, fiziki...” diye bağırdı arkamdan...
Sesi kısıldı, ama kesilmedi.
İstanbul sokaklarının en güzel abisi, kendi bahçesinde binlerce haber, program, röportaj, dost, anı bıraktı.
Huzurla yatsın.