3 Ekim 2014 Cuma

Dünya Fizik, Matematik, Kimya Boynuzları Üzerinde-ORHAN BURSALI

Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan ve fiili olarak başbakanlığı da yürüten RTE’nin, “Fizik ve kimyanın zorunlu dersler olması tartışılmıyor da, neden din dersi tartışılıyor” sözleri ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararını yerden yere vurması, bu iktidar ve başının yüzündeki maskeyi tam olarak indirdi. 
AİHM’nin zorunlu din derslerinde düzeltme isteyen kararı üzerine sarf ettiği sözleri tam olarak şöyle: “Bu yanlış bir karar. Dünyanın hiçbir yerinde zorunlu fizik dersinin, zorunlu kimya, zorunlu matematik dersinin tartışma konusu olduğunu göremezsiniz. Ne hikmetse zorunlu din kültürü ve ahlak dersi her zaman tartışma konusu oluyor...” 
Cumhurbaşkanı, din dersi ile tamamen aynı düzleme yerleştirdiği fiziği, kimyayı, matematiği neden tartışmıyorsunuz, diye soruyor. Bir adım daha atsa şunu diyecek:Din dersi, her üçünden daha önemli ve üstündür. Aslında, Sinan Tartanoğlu’nun dünkü haberinden de öğreniyoruz ki, fiili olarak da bunu demeye başladı: MEB’de zorunlu derslerin haftalık saatlerini azaltma çalışması yapılıyormuş... 

Dünyada hiçbir devlet başkanı, başbakanı, kalkıp böyle bir soru sormaz, soramaz... Adama şüphe ile bakarlar... Bu kişi ülkeyi nereye götürmek istiyor diye sorarlar... 
Neden matematik, fizik ve kimya tartışılmaz? Çünkü onlar eğitimde öğrenimde tartışılmazdır, desek, muhatabımız için anlaşılmaz bir yanıt olur. O zaman açıkça yazalım: Dünya, fizik, matematik ve kimya üzerinde dönüyor/duruyor! Bu yanıt da anlaşılmaz olmuştur... O halde şöyle diyelim, ülkelerin zenginliği, refahı, mutluluğu, yaratıcılığı, üreticiliği, üstünlüğü, gücü, bu üç bilim dalına uygun üst düzeyde üreticiliğe geçmesine bağlıdır. Ne demişti üç gün önce, iPhone gibi markamız olmalı
Siz nerede yaşıyorsunuz ve toplumu nerede yaşatmak istiyorsunuz... Siz varın öbür dünya hesabınızı yapın ama yaşadığımız yer fiziki dünyadır. Burada var olabilmeniz, bu fiziki dünyayı var eden matematik, fizik ve kimyaya uygun yaşamanız ile mümkün olur... 
Eminim bu da anlaşılmamıştır...
***
Yooo hayır, RTE bu dünyayı çok seven ve ona en uygun yaşamanın büyük bir zenginliği biriktirmekten geçtiğini en iyi bilenlerdendir. Villalar, villalar villalar... Milyonlar milyarlar paralar... Bu birikimleri, bütün risklerini ve sonuçlarını göze alarak politika alanında döktüğü “alın teri”ne borçludur! 
RTE, çok iyi biliyor ki, halkı inandırabildiği, uyutabildiği ölçüde orada oturabilir... Tabii bir de adım adım, toplumun tüm ana odakları üzerinde kurduğu baskıya dayalı total bir denetimi sürdürdüğü ölçüde... 
Hukuk, yargı ise hem en korktuğu hem de bu iktidarını kurduğu temel mekanizmadır. HSYK’yi tam denetim altına alabilmek için her şeyi yapabileceğini ilan etmesinin nedeni de budur. 
Eğitimi dinselleştirebildiği ölçüde de, oy verecek kitleleri kontrol edebileceğini düşünüyor... 

Laiklik vitrin süsü mü 
Adeta kayıtsız şartsız dini temel politik aracı olarak kullanmanın toplumsal yansımaları, nitelik ve nicelik olarak adım adım artıyor. Bunun bir numaralı göstergesi, eğitimdir. Ne rakı yasağı, ne başka bir şey... Eğitim alanında yapılanları alt alta sıraladığınızda, ülkenin yeni doğanlar, okula başlayacaklar ve ilk kuşaklar açısından nasıl bir dönüşüm sürecine sokulduğunu net olarak görürsünüz.
Ülke, laik yaşamdan hızla uzaklaşıyor. RTE, partisi ve iktidarı, 2007’de “irticanın odağı” suçlaması ve kararını, solda sıfırda bırakacak ölçüde bir İslami devlete, topluma yöneltiyor. 
Laiklik, bu gidişle, bir vitrin süsü olarak kalmaya mahkûm gözüküyor. 
4+4+4 yasasından itibaren de epey yol katettiler. 
Türbanın bu iktidar için bir özgürlük sorunu olmadığını, kızlar üzerinden toplumu dinselleştirme aracı olduğunu ne zamandır yazıp çizeriz. Ama çok bilmiş bazı akademisyenler, türbanın kızların evden dışarı çıkma özgürlüğüne hizmet ettiği teorisini yutturdu. 
Gelinen nokta, ilkokul öğrencilerinin, bir adım sonrasında anaokulu bebelerinin türbanlanmasıdır. 
RTE, ulusu parçalayıp yerine tasarladığı kendi ümmetini koyma yolunda adımlar atıyor. Hızlı hızlı... Çünkü zaman az ve dar... 
Bugün bizi İslam dünyasının sefaletinden kurtaran ve ayıran ne kadar kazanımımız varsa, hepsini çöpe atmaya niyetli, İslam ülkeleriyle, içinde bulundukları koşullarda eşitlik kurmaya kalkan bir beyin takımı işbaşında... 
Ama, ham hayal... Çok sürmez, göreceğiz...

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

‘9 Eylül’ün Hıncı mı?- MERİÇ VELİDEDEOĞLU

Komşu Yunanistan’ın, “9 Eylül” günkü meclis oturumunda kararlaştırılan soykırımı inkâr yasası ay sonunda kabul edildi. 
Ne ki, yasa tasarısında yer alan, “Pontus Rum Soykırımı”, “Anadolu Rum Soykırımı”ve “Ermeni Soykırımı” ifadeleri, muhalefet partilerinin dirençli karşı gelişleriyle“yasa”dan çıkarıldı. 

Bu düzeltme yapılmasaydı, yasada tek başına yer alacak olan “Anadolu Rum Soykırımı” söylemi bile yeter artardı bu “soykırım” suçlamalarının ne iftiralarla ne denli yalan dolanla doldurulup ortaya sürüldüğünü, dahası nasıl bir düzenbazlıkla“yok”tan “var” edildiğini... 
Demek ki bu partiler de bir “Rum soykırımı”ndan söz edilemeyeceğini tam aksine“Yunan” ordusunun yerli “Rum çeteleri”yle birlikte “Anadolu”da yaptıkları inanılmaz “vahşet”in, “katliam”ın ne büyüklükte olduğunu biliyorlardı ve bu “kırım”ın belki yeniden gündeme gelebileceğini, bunun da “2015” yılında yapılacak “100. Yıl”kutlama çalışmalarına gölge düşüreceğini de. 
Böyle de olsa, Yunanistan’ın uluslararası bir boyuta yerleştirmek istediği bu ikinci soykırım atılımı da amacına -şimdilik- ulaşamamış durumda. 
Bilmem anımsanırmı , Yunanistan’ın “19 Mayıs” gününün “Pontus YunanlılarınınTürklerce Katlini Anma Günü” olarak kabul etmesi. (24.2.1994)
Ya da arka arkaya sıralanan -uluslararası boyuttaki- “Pontus Helenizm Tarihi”sempozyumlarını; “Karadeniz’i Kurtaralım” gezisi dolaysiyle dağıtılan haritalarda,“Karadeniz”in, “Pontus Gölü” olarak gösterilmesini (Eylül 1997); Selanik’teki Türk Başkonsolusluğu binasının hemen dibine dikilen “Pontus Rum Soykırım Anıtı”nı, dünyanın pek çok ülkesinde kurulan “Pontus” derneklerini ve bütün bunların aracılığıyla kurnazca yaratılan bu soykırımın “uluslararası statü”ye alınması için atılan sonuçsuz çığlıkları. (2006) 
Değerli dostlar -her ne nedenle olursa olsun- bir soykırımı “yoktan var etmek” için bunca düzenlemeler yaratılırken, Anadolu Türk halkına yaşatılan inanılmaz “vahşete, kırıma” bu denli “tepkisiz” kalmamızı nasıl açıklamalı? 
Bugün bayram arifesi olmasına karşın -konu gündemden düşmeden- Yunan ordusunun “15 Mayıs 1919” günü İzmir’e çıkmasıyla başlayan ve “9 Eylül 1922”de son bulan işgali sırasında “Anadolu”da bize yaşatılanların bir ikisine değineyim diyorum hoşgörünüze sığınarak. 

Yunan işgali altındaki yerlerde Yunan askerleri yer yer de -“Don Kirmas” gibi- “RumÇeteleri”yle birlikte yaptıkları toplu kıyımlardan geriye kalan “cesetler” Marmara kıyılarını, İzmit Körfezi’ni doldurup, yolları da kaplar; bir süre sonra yavaş yavaş her yeri saran “ceset kokusu” artık İstanbul’dan da duyulmaya(!) başlayınca “İngiliz,Fransız, İtalyan” işgal güçlerinin “Kızılhaç”la birlikte kurdukları iki “Ortak Komisyon” işlenen insanlık suçlarını yerinde incelemeye karar verir. 
Öyle ki bu “Komisyon”un daha ilk raporunda: “Önceleri çocukların kollarını kesmekle yetiniyorlardı, ama daha sonraları boğazlamaya da başladılar” diye söze başlaması, görecekleri “vahşetin”, “kırımın” ilk adımıdır. (4.6.1921) 
Yine başka bir rapora göre “Toplu Kırım” için Yunanlıların uyguladıkları yöntemin, bastıkları köyün, kasabanın insanlarını “cami”ye, “okul”a ya da “evlere” tıka basa doldurup “diri diri yakmak” ve bunun en sevilen yöntem olduğu; çünkü geride “taş üstüne taş” bırakmadığı gibi tanıklık edecek bir “can” da bırakmıyormuş...
Yunanlıların kıyımda ustalaştıkça, işkencenin de inceliklerine ulaştıkları da belirtiliyor raporda; ne ki o işkenceleri yazmaya ne kalem ne de araç gereç dayanabilir. 
Ayrıca yine “komisyon”un raporlarına göre kıyıma uğrayan köy, kasaba sayısı, kimilerinin bu olan biteni “olağan savaş kaybı” gibi görmesine de uygun düşmez; çünkü “kırıma” uğrayan köy, kasaba sayısı öyle “15-20 kasaba”, “40-50” köy değil, yüzlerle... 
Üstelik belirtildiği gibi bu araştırma “Marmara”nın kimi “kıyı” köyleri ve kasabalarıyla sınırlı kalmıştır. Ama bu iki “komisyon”un dışında “Dünya Kızılhaç Komitesi”nin de ayrı bir raporu vardır.
“Kızılhaç”ın -biri “Yunanlı” olaniki üyesi (M. Haccius ve Guenod), “cepheden çok uzaklarda kalan Anadolu kasabalarında”, işgal güçlerinin yaptığı kıyım ve yıkım için verdikleri raporda: Her ikimiz de 1918’den bu yana birçok felakete tanık olduk; fakat şimdiye kadar bundan daha acıklı bir görevde bulunmadığımız gibi, yüzlerihâlâ şaşkınlık ve korku yansıtan bu yerler halkının görünüşünden daha üzücü bir manzara görmedik. (Kasım 1922)“Kızılhaç”ın bu raporunu, bugün “TC Devleti”nin Cumhurbaşkanı olan kişinin, “iki sarhoş” diye andıklarından biri olan Başdelegemiz “İsmet İnönü”, Lozan’daki barış görüşmelerinde, başta Yunanistan olmak üzere katılımcı delegelerin gözlerinin içine baka baka okumuştu. (31.12.1922) 
11 Ekim” Cumartesi günü yine “Beşiktaş”ta olalım!

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet

28 Eylül 2014 Pazar

Neşet Ertaş... Neşe, dert, aşk...- Mustafa Aydın Kanber / SOL

Çoğumuz “Zahide” ile tanımışızdır onu...Konserlerinde ceketini çıkarmadan önce dinleyicilerden izin isteyerek kuliste biraz sevdiği biraz da hala seyirci karşısında heyecanlandığı için attığı iki tekin etkisiyle terlemiş kara yüzü, gönül dağına çıkan yorgun yüreğiyle “Ayağınızın turabı olayım.” diyen bozkırın tezenesi.
Neşet Ertaş…Neşet Baba…
Padişahın sultan sofrası kurduğu, soytarılarının kocaman gülümsediği günlerde insanların cebindeki sigara paketine bile göz dikmiş Erdoğan’a : “Zengin ise bıraksın, fukaraysa cugara içmeyip de n’apacak? Hanım tuz diyor erkeğin yüreği cız diyor. Elektriğin parası verilmemiş, suyun parası verilmemiş, ekmeğin zeytini gelmemiş, içmeyip de napsın” derken bize biraz hüzün biraz tebessüm ettirebilen; havamızı zehirleyen, atmosferimizi delen , sokaklarda sel gibi zehir akıtan arabaların egzozlarına çözüm isteyen ve sözcüklerini kurgusuz,yapmacıksız, kibirsiz; sırf fakirlikten yorganın altına yatmış, yüreği çocuk dağ gibi bir gönle sahip Kırşehir çobanı.
Gönül sözcüğünü onun kadar içten, onun kadar dokunaklı kimden duyduk? Türkülerinde çokça kullandığı ama her defasında bir o kadar da farklı telaffuz ettiği “gönül” her şarkıda daha bir acıtmadı mı goynümüzü?
Neşet Ertaş, o büyük yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni baştan yorumlar ve ona eşsiz bir hava katar. Dinlediğinizde yeni bir beste ile karşı karşıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz. Bu durumu, yeteneği, kültürü ve birikimi oldukça sınırlı sığ ve sıradan sanatçıların, arabeskçilerin yorum adına yaptıkları “dejenerasyon” ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Neşet Ertaş kendisinin olmayan bir türküyü bile öyle bir okur ve yorumlar ki, o türkü o şekliyle yıllar öncesine ait bir Neşet Ertaş türküsü gibidir artık.
Olağanüstü denilebilecek yeteneği, Anadolu bozlak ve türkü geleneğine hakimiyeti, gelenekten kopmadan yeniye bağlılığı, yeni zamanların modern zevk ve eğilimlerini gözeten diri ve uyanık merakı ile Neşet Ertaş... O, Neşet ismini bağlama ile özdeşleştirmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustasıdır. Türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran, adeta birbirlerinin içinde, kendisi ile birlikte, eritip yok eden başka bir sanatçı bulmak öyle sanıldığı kadar kolay değil.
Beş vakit namaz kılan bir insanın, ezan okunurken televizyonun sesini kısmayı unutmasıdır Neşet Ertaş.
Neşedir , derttir, aşktır…
Tuncel Kurtiz’e ölümüne günler kala yanıyorum türküsünü söyletebilendir…
Babadan emanet rakı kokusudur çoğumuza…
Zahide’ne ve Leyla’na gonülden selamlar.
Ben oturuyorum siz ayaktasınız ya, o kara yüzümü ayağınızın altına gurban ederim diyen halk ozanı: toprağın bol olsun.
Mustafa Aydın Kanber / SOL

Yuvarlaktır, Döner!-MİNE KIRIKKANAT

Yahudilik, kadın kafasına yaşadığımız yüzyıldan tam 3 bin 900 yıl önce taktı ve “Ya saçını kazıyıp görüneceksin ya da örtüneceksin!” dedi.
Hıristiyanlık, aynı kuralı 2 bin yıl önce benimsedi.
Aslen kan bağıyla edinilen Yahudilik yayılmacı bir din olmadığından, Batı tarihinde kadının yerini en yaygın anlamıyla Hıristiyanlık belirledi.
Ancak Hıristiyanlık, Tanrı’nın oğlu kabul ettiği İsa’nın annesi Meryem’i kutsamakla, üç tektanrılı din arasında kadını en fazla yücelten inanç oldu... Denilse de, uygulamada pek yararı görülmedi bu yüceltmenin.
Örneğin İncil’de, Aziz Paulus’un Efeslilere vaazında, hiç olmazsa kadına şiddet yoktu ve: “Ey kadınlar, kocalarınıza Tanrı’ya itaat eder gibi itaat edin. Erkekler, karılarınızı İsa’nın Kiliseyi sevdiği gibi sevin” yazıyordu.
Peki, kadınlar pek mi sevildi, genelinde Hıristiyan, özelinde Katolik tarihte? Ne gezer...
Kendisini dine adayan kadınlara, aynı Paulus, aynı İncil’de, “mütevazı ve mutaassıp giyinsinler. Saçlarını örmesinler, altın, mücevher takmasınlar, gösterişli elbiselerden kaçınsınlar” diyor ve ekliyordu: “Din kadınları kendilerini hayır işlerineadamalı ve itaat görevlerini sessizce ifa etmelidirler...”
Rahibe cemaatleri böyle kuruldu ve manastır hayatı bu emirlere dayandı.
Bazı rahibe cemaatlerinde, mumya gibi bantlanan başların üstüne çarşaf örtülüyor, buna rağmen altındaki kafanın saçları da kazınıyordu.
***
Yani kimi Katolik rahibeler, Yahudiliğin “ya kazıt, ya örtün” kuralını, hem kafalarını kazıtıp hem örterek, başka bir deyişle iki kat diyet ödeyerek üstlendi.
Yıllarca “sessizlik oruçları” tutanlar oldu. Zaten ya bakireydiler, ya da nedamet getirmiş, erkek eli tutmamaya yeminli, tamamı Hz. İsa’ya, yani cismi olmayan Tanrı oğluna önce nişanlı, sonra da evli...
Yemek orucunu, sessizlik orucunu kazayla bozanlar, aklından günah fikirler geçirenler, kendi kendilerini cezalandırmakla yükümlüydüler. Bu cezalar, bazen sabahtan akşama dua, aylar hatta yıllar boyunca kuru ekmek ve suya talim, bazen de kendini dövmek biçiminde uygulanıyordu. Ve kendilerini cezalandırmak üzerine kurulu kadın yaşamları, hastaları iyileştirmek, sakatlara yardım, yetimleri eğitmeye adanmıştı.
2 bin yılda aklını Tanrı’ya ve dine takarak kaçıran milyonlarca rahibe gelip geçti dünyadan. Binlercesi, en büyük günahı işledi ve intihar etti. 

Yine de engizisyon ateşlerinden kurtulamadılar.
Ortaçağda, manastıra girmeden ve Kilise tarafından görevlendirilmeden rahibe yaşamı süren, kendisini hayır işlerine adayan “laik” kadınlara ve onlara destek veren erkek rahiplere “Beguin” ekolü denildi. 1139 Latran Konsili’nde, rahiplerle birlikte çalışmaları yasaklandı. 1233 Mayence Konsili’nde, Engizisyon Başrahibi Conrad de Marbourg tarafından yüzlercesi yakılarak ölüme mahkûm edildi ve “sahte dindarlık”suçundan yakıldı.
***
Peki, günümüze ne kaldı bu rahibelerden ve manastırlardan?
Şöyle söyleyeyim: Nesli tükenen rahibeler hakkında anlatılan fıkraların, erotik ve pornografik “fantazm” metinleri ile çevrilen filmlerin sayısı, dünyadaki rahibe nüfusundan fazla... Ve kafasını saç teli görünmemecesine örten yegâne kadın türü rahibelerin kilisesi olan Katolik Kilisesi, giderek büyüyen din kadını açığını Siyahi Afrika’dan ithal ettiği yeni müminlere rağmen kapatamıyor.
Almanya’daki ünlü Faşing karnavalında, resimde gördüğünüz rahibe kılıkları internette satılıyor, üstelik pek revaçta.
Kadın olsun, erkek olsun, insan başı dünya gibi yuvarlaktır. Önce dönmüyor sanılır, dönüyor diyen yakılır, eninde sonunda döndüğü anlaşılır.
Demem o ki, 610 yıl kadar sıkacaksınız dişinizi. Çünkü bizim ellerde, henüz 1398 takvimi kullanılıyor.*
*2 Şubat 2008’de yayımlanan bir yazımdır. Geldik, 1392 takvimine dayandık. 604 yıl daha sıkın dişinizi, muasır medeniyetlere yelken açacağız!
G NOKTASI
Yazarımız Orhan Erinç’in 25 Eylül’de yayımlanan Hoş Geldin Mecelle başlıklı yazısı, MEB’in ortaokullarda serbest bıraktığı “baş yasaklama özgürlüğü” hakkındaki en doğru yorumdur. Mecelle’nin 986’ncı maddesi gereği 9 yaşında başı bağlanarak erkek yaşıtlarından farklılaştırılan kız çocuklarının; “çocuk gelin” olmasına da artık engel olunamaz, “oynadı” diye öldürülmesine de...
PKK’nin ne Atatürk heykellerini, ne de okulları yakmasına ses çıkaran CHP, ortaöğretimde türbana da sus pus!
Bu partinin artık “Genel” değil, makus bir tasarıma “Özel” olduğuna inandığım Başkan Yardımcısı Mehmet Bekaroğlu’nun ağzından eğitimde başörtüsünü tartışmayacağını açıklaması, dilin varmadığı korkunç bir teşhisi de kesinleştiriyor:
CHP’nin AKP’den ideolojik hiçbir farkı kalmamıştır.
İki partinin aynı vizyon çatısında birleşmesini önleyen tek engel, AKP’nin kazanan, CHP’nin kaybeden olmasıdır. Kazanan, kaybedeni niye ortak alsın?
Oysa ülkenin yarısı, hâlâ bu ideolojiyi reddediyor ve AKP’ye oy vermiyor. CHP’nin suskun işbirlikçiliği, onları da sessizliğe gömüyor. Yazıklar olsun!
“Maymun dediğiniz, başarılı olamamış insandır.”
JULES RENARD    

MİNE KIRIKKANAT
Cumhuriyet

Erasmus Piçleri-AYDIN ENGİN

Avrupa Komisyonu, uluslararası öğrenci değiş tokuş programı olarak bilinenErasmus projesi üstüne bir araştırma yayımladı. Haber birçok yerde yayımlandı. Ben haberin önemli bölümünü Hürriyet’ten aktarıyorum:
“... 28 AB ülkesinin yanı sıra İsviçre, İzlanda, Norveç, Lichtenstein ve Türkiye’den öğrencilerin katıldığı Erasmus Programı’nın başarısını ölçmek için 88 binden fazla öğrenci, öğretmen ve işveren ile görüşen yetkililer, programa katılan öğrencilerinyüzde 27’sinin uzun süre birlikte oldukları partnerleri ile bu sırada tanıştığını da ortaya koydu. Programın başladığı 1987 yılından beri 3 milyona yakın öğrenci Erasmus’la yurtdışında yaşama fırsatı buldu.
AB Komisyonu sözcülerinden Pia Ahrenkilde Hansen konu ile ilgili yaptığı açıklamada, program sonucunda 1 milyon bebeğin dünyaya geldiğini gösteren istatistiğin ‘mutluluk verici’ olduğunu ve bu rakamın ‘programın birçok pozitif değeryarattığını kanıtladığını’ söyledi. Araştırma sonucunda, ortalama yılda 40 bin bebeğin doğduğu dev ‘Erasmus ailesi’ mensuplarının yüzde 40’ının başka bir ülkede iş bulduğu veya iş kurduğu da tespit edildi. Araştırmaya göre, Erasmusprogramına katılanlardan üçte biri konuk olarak gittiği ülkede iş teklifi alabiliyor. Her 10 öğrenciden biri ise kendi işini kuruyor. Ayrıca yüzde 93 gibi yüksek bir orandaki katılımcı da Erasmus sonrası başka bir ülkede yaşamakta zorluk çekmediğini belirtti...”
Yani ne olmuş?
Erasmus projesiyle bir yabancı ülkede öğrenimlerine devam eden, orada çok farklı ülkelerden, kültürlerden, inançlardan, etnik kökenlerden gelen gençler birbirlerini tanımışlar, varsa eğer, ki vardır, önyargılarını gözden geçirmek zorunda kalmışlar, bu arada bazıları birbirlerine âşık olmuşlar, uzun erimli birliktelikler kurup çocuk sahibi de olmuşlar.
Daha kestirmesi: Erasmus projesi dünya sadece çokuluslu ya da ulusötesi şirketlerin at koşturabildiği bir kocaman köy olmaktan bir parçacık da olsa çıkmış, gencecik kadın ve erkeklerin özgürce yaşadıkları bir kocaman köy olmuş.
Buna olsa olsa sevinilir, özendirilir, yaygınlaşması için çaba gösterilir.
Tabii aklı sadece “şeyi”nde erkeklerden biri değilseniz...
***
Yeni Şafak yazarıymış. Meslek gereği hemen bütün gazeteleri okumam gerek. Bu arada sayıları artık binlerle ölçülen köşe yazılarını da okurum. Ama hepsini okumak mümkün olamaz. O yüzden seçer, farklı görüşteki yazarlardan önemli olanlarını okurum. Yusuf Kaplan namlı yazardan bugüne dek tek satır okumadım. Demek seçimimin dışında kalmış.
Yukarıda özetlediğim Erasmus projesine ilişkin haberin ardından bu zat Twitter dünyasında naralanmış. Tweet’lerini okudum. İyi ki “okunacak yazarlar listem”in dışında kalmış. Erasmus projesi üstüne attığı twet’leri okumadıysanız size de sunayım. 140 karakter sınırından dolayı Erasmus üstüne fikirlerini üç taksitte açıklamış.

Buyrun:
“Erasmus, rezalet bir iş demiştim: Erasmus bursu alan öğrenciler arasındaki gayr-ı meşru ilişkiden 1 milyon (!) çocuk doğmuş! Skandal bu!
Erasmus projesi, eğitim projesi değil, yozlaşma, cinselliği putlaştırma, cinsellik peşinde koşturan ahmaklar sürüsü yetiştirme projesidir!
‘Erasmus kuşağı’ geliyor! Ülkesine, insanına, ruh köklerine yabanlaşmış, mankurtlaşmış ve ‘ahmaklaştırılan’ bir kuşak icat ediyorlar!”
Bu kafaya göre Erasmus programı bir eğitim, gençlerin ufkunu genişletme projesi değil, bir tür kerhane.
Çünkü bu kafaya göre 1987’den bu yana Erasmus projesine katılan genç kadın ve erkekler gayri meşru ilişkiler kurmuşlar ve ortaya bir milyon “neseb-i gayri sahih veled-i zina” çıkmış... (Son birkaç sözcüğün gençler için çevirisi: “... Babasıbilinmeyen bir milyon, zina sonucu doğmuş, yani piç çocuk çıkmış.”)
***
Bu kafa, bu zihniyet bir kadınla erkeğin birlikteliğini mutlaka kadının tapusunun (nikâh senedi) alınması koşuluna bağlar. Tersi durumda o kadınlar “o.ospunun teki”dir. Nar-ı cehennemde cayır cayır yanacaklardır.
Bu kafa, bu zihniyet kadına kadın demeyi ayıp kabul eder. O yüzden nefret ettikleri Öztürkçe akımından miras, o yapay “bayan” terimini ödünç alırlar. Ortaya mağaza vitrinlerine konmuş “Bayan ve erkek tezgâhtar alınacak” ilanları çıkar; gazete haberlerinde “İkisi bayan beş yankesici yakalandı” gibi dil zarafetleri belirir.
Bu kafaya, bu zihniyete göre 10 yaşındaki kız çocukları mutlaka, devlet izni, anababa zoruyla başlarını örtmelidirler yoksa ileride bir milyon gayri meşru çocuk doğar.
Bu kafa ve zihniyete göre her derecedeki okulda karma eğitim yasaklanmalı, kızlar ve oğlanlar ayrı sınıflarda, mümkünse ayrı okullarda eğitim görmelidir. Ancak böylece ileride “Erasmus piçleri”nin doğmasının önü alınır.
***
Pazarınızı berbat ettim galiba.
Hoşgörün...  

AYDIN ENGİN
Cumhuriyet

27 Eylül 2014 Cumartesi

Ankara’nın Dünü (1)(2)(3)- ÖZGEN ACAR

Anımsarsınız! Atatürk Orman Çiftliği’ndeki (AOÇ) “Yeni Türkiye”nin Başbakanlık binasının, gerçekte Sultan için yapıldığını ilk kez bu köşede yazmıştık. 

Yine anımsayalım… Gazeteler, bu binaya ABD’den esinlenerek “Beyaz Saray” adını takmışlardı. “Beyaz Saray” yerine “AK Saray” adını bu köşede ilk biz kullanmıştık. Başbakan Ahmet Davutoğlu binanın adını “AK Saray” olarak açıkladı. İster istemez binanın isim babası olduk! 
Sultan, bu bina ile “Ankara’ya Selçuklu mimarisi mesajı verildiğini” söyleyerek tarihi de çok iyi bildiğini gösterdi! Tarihçiler, sanat tarihçileri, mimarlar, Sultan’ın bu sözlerini tartışıyorlar. Biz de bu tartışmaya Ankara’nın tarihi ile girelim...
***
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne giderseniz, 15 milyon yıl öncesinde Ankara Kazan’da yaşamış fil, gergedan, dev kaplumbağa kemiklerini görürsünüz. “AnkaraPithecus” adlı maymunun kafatası ile de tanışabilirsiniz. Charles Darvin’den yakıştırmayla, şu ana kadar bilinen ilk Ankaralı hemşerimiz diyebiliriz! Kısa bir süre önce Evren’de 10 milyon yıllık zürafa kemikleri de bulundu. 
Ankara Garı, Kale, AOÇ, Dikmen, Etlik, Keçiören gibi noktalarda, kent dışında, il içinde birkaç yüz binyıl öncesinde “paleolitik (yontma taş)” dönemde mağaralarda yaşan Ankaralı hemşerilerimizin kullandıkları taştan alet ve silahları da görebilirsiniz. Şimdi AOÇ’de Tayyip Sultan Dönemi” başlıyor! 

İÖ 7500-5500’lerde mağaradan düze çıkıp göl ve nehir kıyısına yerleşen, avcılık ve toplayıcılık yerine, tarım yapan ve hayvan evcilleştiren “neolitik (cilalı taş)” dönemi insanlarının Ankara Kalesi ve Çubuk Çayı çevresinde kullandıkları taştan araç ve silahlar da sergileniyor. 
Maden kullanmayı öğrenen Ankaralı “kalkolitik” dönem hemşerimizin İÖ 5500–3000 yılları arasındaki kalıntılarına ise Karaoğlan ve Yazırhöyük’te rastlanmıştır. 
Ankaralı hemşerilerimiz, Afganistan’dan kalayı getirtip bakırla karıştırıp “tunç dönemini” başlatan Anadolu’daki öncülerinden etkilendiler. İÖ 3000 –2000 yılları arasındaki yapıtları Ahlatlıbel, Çankırıkapı, Eti Yokuşu ve çevre ilçelerde bulundu. Sonraki yüzyıllarda Asurlu tüccarların, Hititlerin bulgularına çeşitli yerlerde rastlanmışsa de “kentsel yerleşim” henüz gün ışığına çıkmadı. 
Ankara’nın “belgelenen geçmişine” İÖ 8. yüzyılda Trakya göçmeni Frigler damgalarını basarlar. Başkent Gordion, yakınındaki Hacıtuğrul’un yanı sıra, Kale, Hacıbayram yöresi, Türk Tarih Kurumu ile Gar binaları ve AOÇ’de çeşitli Frig tümülüsleri görülmüştür. Kafkaslar’dan İÖ 690’ların ikinci yarısında gelen Kimmerler’e yenilen Frigler’in ünlü eşek kulaklı kralı Midas’ın boğa kanı içerek intihar etmesinden sonra Karun’un Lidleri’nin izleri görülür. 
Ankara zamanla Galatlar’ın egemenliğine girdi. Hani içtikleri kuvvet şurubu ile Romalıları yenen Asteriks, Obeliks (Oburiks) var ya… İşte onların akrabaları olan Galatlar da Fransa’dan gelip Kale, Gordion ve Gâvur Kale arasındaki bereketli yaylaları yurt edindiler. Çeşitli aşamalar geçiren kentin simgesi Kale, Galat kökenlidir 
İÖ 27’den sonra Asteriks ile Obeliks’in kuvvet şurupları işe yaramamış olacak ki Ankara Roma egemenliğine girmekle kalmaz, Anadolu’da Romalıların ve sonrasında Bizans’ın yayılmasında önemli rol oynar. 

Bizans döneminde Ortodoksluğun 4. önemli merkezi olur. “Galatya Metropoliti”Ankara’da oturur. Hıristiyanlığın 1. Konsil toplantısının tohumları Ankara’da atılır. 
Araplar 7. yüzyılda Konstantinopolis’i kuşatmadan önce Ankara’da boy gösterirler. 812’de Abbasi Halifesi Harun Reşit, işgal ettiği kentin tunç kapılarını Bağdat’a götürür. 
Bizans İmparatoru Diyojen’in yenilmesinden sonra Malazgirt dönüşü imparator olanKomnenos, kardeşi İsaakios ile Ankara’da üç gece dinlenir. İşin ilginç yanı Anadolu’yu talan eden Haçlılar, Danişment Türklerinin saldırılarının yıkımları nedeniyle 1101’de Ankara’da büyük onarım yaparlar. 
Konya-Kayseri odaklı Anadolu Selçuklu Devleti’nin sultanı Keyhüsrev ölünce yerineKeykavus seçilir. Ağabeyinin yerine tahtta gözü olan Keykubat, Erzurum MelikiTuğrul Şah ile anlaşarak ağabeyine saldırır. Yenilince Ankara Kalesi’ne sığınır. Keykavus kaleyi kuşatır, Keykubad’ı Malatya’daki Minşar Kalesi’nde hapseder. 1220’de genç yaşta veremden ölünce, Keykubat tahta geçebildi. Aslanhane Camisi o günlerden kalmadır... Selçukluların Ankara özeti bu kadar! 
Ankara, döneminin iki üstün güç kavgasına da sahne oldu. Osmanlı İmparatoruYıldırım Bayezit, 1402’de Ankara’da aksak Timur ordusunu durduramaz. Ankara Kalesi, Timur’un “Dünya senin gibi kör, benim gibi bir topala kaldı” dediği Yıldırım Beyazıt’ın bir süre hapishanesi olur. Bir yıl sonra Timur’un geri dönmesiyle Ankara’da“şehzadeler kavgası” sahnelenir. 
Doğu Roma’nın ilk imparatoru Arkadius (395-408) Ankara’yı “imparatorluğun yazlık sarayı” olarak kullandı. Düşünebiliyor musunuz, koskoca Bizans’ın ilk imparatoru İstanbul’dan kalkıp tatil, temiz hava, bol gıda için Ankara’ya dinlenmeye geliyor! 
16. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet zamanında tiftik keçisi tüyünden “sof”lar yabancılara bir kervansarayda pazarlanır ve tüccarlar bitişik handa kalırlardı. Bu kervansaray ve han günümüzde Anadolu Medeniyetler Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor.
***
Hitit metinlerinde “Ankurava” ve “Ankuva” denilen yerleşmenin Ankara olduğu düşünülüyor. “Yüce Anka” anlamına gelen “Ank(a)- ura” sözcüğünün bir “Ana tanrıça tapınağı” ile bağlantısı üzerinde duruluyor. 
Bir söylenceye göre de Kral Midas“bir çıpa” bulduğu yerde Ankara’yı kurmuş.“Ankyra” sözcüğü Yunancada “çapa” demek. İngilizcedeki “Anchor” sözcüğü de “çıpa”demek değil mi? Roma döneminde Ankara’da basılan sikkelerde “çıpa” vurgulanırdı. 
Araplar kentin adını “Ankyra”dan bozma “Engrü”ye dönüştürdüler. Tiftik ticareti yapan yabancılar da yalnızca kentin adını “angora” olarak söylemekle kalmadılar, bu yüne de“angora” adını verdiler. 17. yüzyıldan sonra “Ankara” sözcüğü ile bugünkü adına ulaşan başkentimizin geçmişini anımsatmayı sürdüreceğiz…  

Sultan’ın, Atatürk Orman Çiftliği”ni (AOÇ) yok edercesine kondurduğu “AK Saray”hakkında “Ankara’ya Selçuklu mimarisi mesajı verildiğini” söyleyerek tarihi de çok iyi bildiğini (!) gösterdiğini yazmıştık… Tarihçiler, sanat tarihçileri, mimarlar Sultan’ın bu sözlerini tartışıyorlar. Biz de tartışmaya Ankara’nın tarihi ile girmiştik. Devam ediyoruz...
İran’ın Susa kentinden başlayıp dönemin en zengin insanı Lidya Kralı Karun’un başkenti Salihli’deki Sardes’e giden ünlü “Kral Yolu” Ankara’dan geçerdi.
Selanik’in kuzeyinde Makedonya’dan İskender, Hindistan’a kadar uzanan imparatorluk planını “Ankyra” yakınında, Sakarya Nehri kıyısındaki Gordion’da ünlü“kördüğümü” İÖ 333’te kestikten sonra kurması, “Büyük” unvanını almasına yol açmıştı. İşin ilginç yanı bir başka Selanikli olan Mustafa Kemal de yine Sakarya’da kurduğu

karargâhta “Türkiye Cumhuriyeti’ne” giden yolu açmıştı!
Asteriks, Obeliks’in (Oburiks) Galatları İÖ 2. yüzyılda Ankara’yı Romalılara devretmişlerdi. Onlar da Ankara odaklı olarak “Kral Yolunu” yeniden canlandırarak Doğu’ya açıldılar. İÖ 27’de Augustus Roma imparatoru olmuştu. Roma’daki vasiyet yazıtı Roma’da kayboldu. Ancak Ankara’daki Augustus tapınağında “yazıtlar kraliçesi” olarak yaşıyor.
Augustus tapınağının yapıldığı noktada Friglerin ana tanrıçası Kibele ile gök tanrısıMen’e adanmış tapınaklar vardı. Romalılar bu kutsal noktanın tam üzerine,“tanrılaştırdıkları” İmparator Augustus adına bu tapınağı yaptılar. Bizanslılar duvarlarında pencereler açarak tapınağı kiliseye çevirdiler. 1420’lerin sonunda, yine aynı noktada, Osmanlıların Hacı Bayram Camii’ni yapmakla kalmayıp orada bir türbeye gömmeleri de rastlantı olabilir mi?
Augustus dönemindeki yazıtlardan şunları öğreniyoruz: “Ankyra, Anadolu’nun en güzel kenti olmuştu. Bu bakımdan burada oturanlar Augustus’un kente yaptığı iyilikler için ne kadar şükran duysalar haklıydılar. Forum, tiyatrolar, sirkler,hamamlar, yollar, kaldırım taşları döşenmiş caddeler, saraylar ve güzel villalar. Her yerde heykeller vardı...”
Ankara, Bizans’ta Hıristiyanlığın kutsal kenti Antakya bağlantılı üç yol ağzının kavşağı oldu. Dönemin haritalarında Ankara altı kuleli olarak belirtildi. Bizans’ın en görkemli imparatoru Jüstinyen 6. yüzyılda Ankara’yı Konstantinopolis’e bağlayan yolu onarttı. Ankara, yüzyıllar sonra Uzakdoğu’dan Avrupa’ya uzanan “İpek Yolu’ndaki” kervanlara ev sahipliği yaparak önemli bir ticaret kenti oldu. Ne var ki bu yol birkaç yüzyıl sonra Arap akınlarını da kolaylaştıracaktı.
17-18. yüzyılda 100 bin nüfuslu önemli bir ticaret merkezi iken 19. yüzyılda 26 bine gerileyen Ankara’da; 17 bin Müslüman, 7 bin Hıristiyan ve 400 kadar Yahudi yaşıyordu.
***
Ankara tarihte 5 ayrı devlete başkentlik yapmıştır. İlk başkent Galatlar’ın bir boyu olan Tektosaglar zamanındaydı. İkincisi Roma döneminde “Galatya Eyaleti”nin başkenti idi. Üçüncüsü İS 750’de Doğu Roma’nın (Bizans) “Bukellarion Eyaleti”nin başkenti ilan edildi.
Dördüncü olarak 1290’da bir Anadolu beyliği olarak sahneye çıkan Ahilere başkentlik yaptı. Varlığını Osmanlı döneminde de sürdüren dinsel yapısıyla Ahilerin Ankara’sı bir“kent devletin” başkentiydi.
Mustafa Kemal 27 Aralık’ta arkadaşları ile Ankara’ya geldi. Ankara’nın Seymenleri ve büyük bir kalabalık Dikmen sırtlarında Paşa’yı büyük gösterilerle karşıladı.
“Heyet-i Temsiliye Reisi” Mustafa Kemal Ankara’da ülkeyi yönetmeye, savunma çalışmalarını da yürütmeye başladı. Küçük bir Anadolu kenti konumundaki Ankara’da 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ortamını yarattı. İlk oturumda TBMM Başkanı seçildikten başka başkomutanlığı da yüklendi.
13 Ekim 1923’te tarihte beşinci kez başkent olan Ankara’ya önce Rus ve Afgan büyükelçilikleri taşındı. İngiliz, Fransız ve Amerikan büyükelçilikleri Ankara istasyonunda tren vagonlarında çalışmaya başladılar. Sonrasında ABD Büyükelçiliği Evkaf Apartmanı olarak bilinen bina yakınında bahçeli bir eve taşındı.
Atatürk, Ankara’ya taşınan elçiliklere geniş araziler verdi. İngilizler de uygun bir arazi arıyorlardı. Ama büyükelçi Ankara’nın bozkırından yakınıyor, haftanın belirli günlerinde İstanbul ile başkent arasında mekik dokuyordu.
İngiltere’den Ankara’ya gelen bir İngiliz görevli, Londra’ya gönderdiği raporunda“Bugün Bellrock denilen bir yörede uygun bir arazi buldum!” diye yazmıştı. Bilin bakalım “Bellrock” neresidir? Elbette “Çankaya” değil mi?

İngiliz yetkilinin beğendiği arazi Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’a aitti. Atatürk, araziyi İngilizlere hediye etti. Zamanla burada yapılan bina yetmeyince yanına ikinci bir bina yapıldı. İngiliz Kraliçesi 2. Elizabeth 1971’de Ankara’ya geldiğinde elçiliğin bahçesine bir söğüt ağacı dikti.
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ertesi günü orada Türkiye ile ayrıca ikili anlaşma imzalayan Polonya’ya bir cemile olarak Atatürk elçilik binasının temel atma törenine katıldı ve temele imzasını attı…
***
Cuma günü Ankara adının kökenine değinmiştik. O yazıda Kral Midasın, “bir çıpa”bulduğu yerde Ankara’yı kurduğundan, “Ankyra” sözcüğünün Yunanca “çıpa” demek olduğundan, İngilizce “anchor” kelimesinin de “çıpa” olduğundan, Roma döneminde Ankara’da basılan sikkelerde “çıpanın” vurgulandığından söz etmiştik. Bir yazım hatası ilk baskılarda “çıpa” yerine “çapa” yazmışım!
“Ankara” sözcüğünün kökenine ilişkin bir başka yorum ise Orta Asya’ya dayanıyor. Bu varsayıma göre, “Nasıl Orta Asya’daki Seyhun ve Ceyhun nehirleri Adana yöresinde Seyhan ve Ceyhan, nasıl Uygur Türklerinin Sinkyan’ı Ankara’da Sincanolmuşsa, o yörelerden yüzyıllarca önce Ankara’ya gelen Türkler de Baykal gölüne dökülen ‘Angara’ Nehri’nin adını kentimize vermişler!” deniliyor. Kuşkusuz irdelenmesi gereken bir varsayım.   

Sultanın, “Atatürk Orman Çiftliği’ni (AOÇ)” yok edercesine kondurduğu “AK Saray”hakkında “Ankara’ya Selçuklu mimarisi mesajı verildiğini” söyleyerek tarihi de çok iyi bildiğini (!) gösterdiğini yazmıştık...
Melih Efendi de ondan geri kalır mı? O da bir ara Atatürk Bulvarı’ndaki binaların önyüzlerini kaplatarak, başkente “Selçuklu” havası vermeye heveslenmişti.
Bunu gerçekleştiremeyince Ankara’ya ulaşan yollarda kendine özgü “kent kapıları”yaptırdı. Bunların çoğu 5-10 yıl sonra yolun genişletilmesi gerektiğinde yıkılacak kadar darlar.
***
Dününden başlayarak günümüze uzanan Ankara’nın doğasındaki değişimlere göz atalım. Elbette ilk yazımdaki 15 milyon yıllık gergedanlardan, maymunlardan yeniden söz edecek değilim.
Daha yakınlara 1402’de Timur’un Ankara’ya gelişini anımsamakla başlayalım. Timur, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezit ile Ankara Savaşı’na birkaç yüz bin kişilik ordusu ile gelirken, fillerini Çubuk Ovası yakınındaki yoğun ormanların ağaçları arasından geçirmekte zorlanmıştı.
Konya Ovası eskiden bir içdeniz olup zamanla daralarak geride Tuz Gölü, Burdur, Isparta, Beyşehir göllerine dönüşmüştü. Aynı süreçte bu içdenizle bağlantılı Ankara çevresinde de günümüze kala kala birer kulaçlık Eymir, Gölbaşı, Mogan, Temelli, Karagöl gibi göller kaldı. Acaba kaldı mı? Arşivimdeki gazete kesitlerine göz atalım...
***
1 Haziran 2005 Sabah gazetesi: “Göller kurtarılıyor. Çevre ve Orman BakanıOsman Pepekararlı (fotoğrafta yanında Melih Efendi) ‘Mogan ve Eymir’i kurtarmak için her şey yapılacak.’
8 Ağustos 2008 Cumhuriyet gazetesi: “Mogan’daki su kaybı engellenemiyor”.
27 Ekim 2009 HaberTürk gazetesi: “Mogan Gölü’ndeki balık ölümleri hızla artıyor.Sürüler halinde ölen balıklar, güzelim gölü leş gibi kokutuyor. Tarım Müdürlüğüyetkilileri, ‘Orada çevre felaketi yaşanıyor’ uyarısında bulunuyor.”
4 Aralık 2009 Cumhuriyet gazetesi: “Mogan alarm veriyor!”
18 Kasım 2013 Milliyet gazetesi: “Ankara’nın önemli değerlerinden olan MoganGölü kirlilik nedeniyle kuş türlerinin ve deniz canlılarının yaşayamayacağı bir nitelik kazandı.”
6 Haziran 2014 Zaman gazetesi: “Mogan ve Eymir’in suyu yağmura rağmenazalıyor.”
16 Haziran 2014 Hürriyet gazetesi: “Dragon yarışlarının Ankara ayağında yarışmacılar, Mogan Gölü’nün kirli manzarasıyla şoka uğradı. İskele yosunla kaplı.”
22 Eylül 2014 Hürriyet gazetesi: “Türkiye Su Jeti Şampiyonası’nın üçüncü etabını Mogan’da koşan yarışmacılar göldeki yosunlanma nedeniyle zor anlar yaşadı.”
Aradan 9 yıl geçtikten sonraki bir haber:
21 Eylül 2014 Sabah gazetesi: “Gölbaşı’ndaki şenliğe katılan eski Başbakan Yardımcısı İşlerMogan’ın kurtulması için 100 milyon TL ayrıldığı müjdesini verdi.”Bakan eklemiş: “Daha da güzelleşecek...” Lütfen kıs kıs gülmeyiniz!
Dokuz yıl önce, “göller kurtarılacak” etkinliğine katılan Melih Efendi şimdi de ODTÜ içindeki Eymir Gölü’ne sulanıyor. Nasıl Ankara’da dere kıyılarına konutlar yapılıyorsa, belki de orada kentsel dönüşümle gökdelenler yaptırtacaktır!
Az daha unutuyordum!
13 Haziran 2008 Sabah gazetesi, “Eymir’in ‘Can suyu’ çekiliyor. BüyükşehirBelediyesi’nin park ve refüjlerine su taşıyan tankerler, Eymir Gölü havzasında açılan kuyulardan her gün tonlarca su çekiyor. Önlem alınmazsa göl yakında yol olacak.”
Haberde belediyenin su tankeri ve bir kamyonetinin de resmi var. Tankerin plakası 63! Bu numara Şanlıurfa ilimize ait. Peki Melih Efendi ailecek nereli? Şanlıurfa’nın sular altında kalan Halfeti ilçesinden değil mi? 06 plakalı başkentte, 63 plakalı tankerin Ankara’da iş yapmasının torpili acaba kim?
***
Gelelim başkentin derelerine, çaylarına... 1956’dan bu yana Ankaralı sayılırım. Anımsarım... Bugün Sheraton Oteli’nin bulunduğu yer ile Tahran ve İran caddeleri arasındaki yamaçta üzüm bağları vardı. Önünden bir derecik akardı. Adı Kavaklıdere idi... Bu bağlar ve dere, ünlü Kavaklıdere şaraplarına adını vermişti. 

“Ankara’nın bağları da / Büklüm büklüm yolları / Ne zaman sarhoş oldun da /Kaldıramıyon kolları...” diye türküler yazılan başkentin bağları bugün nerede?
Sıhhiye’de bugünkü Adliye Sarayı’nın önünden akan çaya öteki derecikler uzanırdı. Nerede bu çay? Peki Hoş Dere, Dikmen Deresi, Bent Deresi, Bülbül Deresi, Hatip Çayı, Çayyolu, Çubuk Çayı, Dereköy, Hacı Kadın Deresi, Ankara Çayı, İncesu, Macun Çay, Pınarbaşı bugün neredeler? Özür dilerim, az daha “B.klu Dere’yi” unutuyordum.
Üzerleri örtülüp asfalt dökülüp ana yol durumuna getirildikten sonra ya bir semt adı ya da bir otobüsün, dolmuşun güzergâhını belirleyen adlar olarak anılarda kaldılar! Nehirler asfaltlanınca, atar-toplar damarlardan yoksun Ankara ilindeki göller de çamaşır makinesinde yünlü kazak gibi çeke çeke, yosunlu göletlere dönüşmediler mi?
Ayrıca, yolların üstüne göstermelik “kent kapıları” yapılıp altyapılar ihmal edilince şiddetli sağanak yağmurdan sonra anayolları bile seller basmıyor mu? Melih Efendi alt-üstgeçitleri, altyapısız olunca buraların adı halk arasında “bat çık” olmadı mı?
Orman olmayınca, göl olmayınca, su olmayınca nerede kaldı Ankara’nın ünlü balı? Bizans imparatorunu tatile, yakın günlere kadar veremliyi sanatoryuma yalnızca Ankara havası mı getirirdi, sanıyorsunuz?
Ankara’nın ünlü balı ve armudu yok muydu? Bugünkü kuşaklara sorun bakalım Ankara’nın balının çok ünlü olduğunu kaç kişi biliyor? Peki, nerede arılar, ballar, armutlar? Yoksa Ankara’nın en iyi balını, armudun iyisini bilenler mi yiyip bitirdiler, bitiriyorlar?

DEVAM EDECEK

ÖZGEN ACAR
Cumhuriyet