28 Mart 2017 Salı

Kavga Avrupa’yla mı? Demokrasiyle mi? - EROL MANİSALI

AKP’nin (ve Erdoğan’ın) 16 Nisan öncesinde keskinleştirerek Avrupa’yla sürdürdüğü kavga “Avrupa’nın değerleri” ile mi? Yoksa yönetimlerle mi?
Bu iki boyut birbirinden tamamen ayrı şeylerdir. Avrupa devletlerinin yönetimleri kötü: Avrupa’nın bugüne kadar yüzyıllar boyu geliştirdiği demokrasi ve uygarlık değerleri de kötü derseniz büyük yanlış yaparsınız. Ampulü bulan adam kötü adam, o halde ampul de kötü, ben ampul kullanmam derseniz karanlıkta kalırsınız, aydınlığa hiçbir zaman ulaşamazsınız. 

 
- Avrupa hükümetleri hata yapmışsa, “hükümetin politikasını eleştirirsiniz”; uluslararası ilişkilerde kavga yoktur, “kendi ulusal çıkarlarınızı korumak için mücadele vardır.”
- Uygar ve demokratik ülkeler tabii ki kendi uluslarının siyasi, iktisadi, kültürel ve güvenlik çıkarlarını esas alarak politika yürütürler. Birbirlerinin kuyruğuna fazla basmadan, karşılıklı çıkarlarını koruyarak ve dengeleyerek: işi tribünler için meydan kavgasına dönüştürmeden, iç siyaset malzemesi yapmadan. Vefa Lisesi’nden hocam Reşat Ekrem Koçu’nun bir sözü hep aklımdadır. “Çocuklar bakın, İngiltere hem Kuzey Kore ile savaş halinde hem de ona silah satıyor, uluslararası ilişkiler böyledir işte”…
Dış politika “Rus ruleti ve dama gibi oynanmaz, o satranca benzer, başını gözünü yara yara oynarsanız ülkeniz kaybeder”. Aynen bugün yüz yüze geldiğimiz facia gibi. 

Yoksa arkasında ‘rejim dayatması mı var’?
Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri ile işi meydan kavgasına dönüştüren boyutlara taşımanın gerisinde, “bir taşla birkaç kuş vurma” hesapları mı var?
- Demokratik değerler ve uygulamalar ile mesafeli, hatta kavgalıysanız,
- Yeni bir “tek adam rejimi” oluşturmak, parlamentoyu göstermelik hale getirmek istiyorsanız,
- Cumhuriyet’in değerlerinin ve Atatürk devrimlerinin Türkiye Cumhuriyeti yerine, “Ortadoğululaştırılmış, Avrupa değerlerinin ve demokrasinin uzağında bir ülke istiyorsanız o zaman iş başka olur.
Avrupa devletleri ve Avrupa Konseyi ile kapışıp onları düşman göstermek işinize gelebilir; Türkiye’nin ulusal çıkarlarını hukuk, siyaset, iktisat ve güvenlik boyutlarıyla korumak için onlarla her türlü mücadeleyi yapalım: ama içerde hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetim olarak, Avrupa ile karşılıklı çıkarlarımızı dengeleyelim”. 
 
1930’larda Avrupa’dan kaçan bilim adamları Atatürk Türkiye’sine sığınıyorlardı. Bugün ise bizim bilim insanlarımız, aydınlarımız oraya gitmek zorunda bırakılıyorlar, kaçırılıyorlar.
16 Nisan Sevr ile Lozan arasında geçen bir mesele haline dönüşmeye başladı. O yıllarda borçlandıran İngiltere ve Fransa’nın yerini, yine ipleri bunların elinde olan Körfez ülkeleri almaya başladı. Cumhuriyet’in varlıklarını ve gelecekteki vergi gelirlerini, bunlara ipotek etme noktasına geldik.
Avrupa ile çıkarılan kavga, “bir rejim değişikliğinin kaldıracı yapılıyor”. Türkiye’nin varlıkları ve ileriki vergi gelirleri “dışarıya bağlanırken” ülke demokrasiden ve parlamenter sistemden tek adama ya da “1.5 adama” götürülmek isteniyor. 
 
Herkes bize düşman” yanlıştır: doğrusu, “Avrupa devletleri ulusal çıkarlarını koruyorlar” olur. Sen de ulusal çıkarlarını korumak için, siyasal partilerinle, sendikalarınla, sivil toplum örgütlerinle TBMM’de politikalarını tartış, görüş belirle, bunu uygulayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarları için yürüt. 
 
Tek adam, tek parti, tek görüş, tek uygulama”nın adı bellidir: İngilizce, Fransızca ya da Türkçe olması her şeyi değiştirir diyenler aslında suçlarını itiraf etmiş olmuyorlar mı? İşin özündeki felaketi saklayıp ucuz biçimsellik pazarlaması yapıyorlar. 
 
AKP iktidarından sonra 2005’te, ünlü Türkolog Dr. Andrew Mango ile sohbette sordum: “Andrew, Avrupa’da hava ne? AKP’ye hangi gözle bakıyorlar?” Verdiği yanıt ilginçti. “Erol, ehvenişer olarak görüyorlar” demişti. Acaba bugün ben de Avrupa’yı “ehvenişer” olarak görmeye başladım diye düşünmekten kendimi alamıyorum, yaşamakta olduğumuz onca felaketi gördükten sonra.
Nedenlerle sonuçların iç içeliğinin karmaşasıdır bu. Atatürk en doğru yanıtı, Avrupa’yı kendilerinin silahı ile yenerek vermiş, hem barışmış hem de çağdaşlaşmanın kapılarını açmış. Şimdi 16 Nisan’da evetçiler, bu kapıları kapatmak istiyorlar.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Hiç değilse bankacılığı gözetin - ÇİĞDEM TOKER

Bankacılık hassas sektör. Dedikodu, spekülasyon kaldırmaz. 

 
Eskilerin deyimiyle “şüyuu vukuundan beter” (söylentisi gerçekleşmesinden daha kötü) ortamın ne demek olduğunu, özellikle 2001 krizine tanıklık edenler iyi bilir.
Böylesi bir ortama yol açılmaması için ilgili bütün tarafların azami ilgi ve dikkati göstermesi gerektiğini yine sektörün tarafları bilir. “Patron”un Hazine olduğu kamu bankacılığında bu özen, bankaların “ilgili” olduğu bakanlardan beklenir. 
 
CHP Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke’nin yazılı açıklamasıyla haberdar olduk. Halkbank ile Vakıfbank’ın genel kurulları 4 Mayıs 2016’ya ertelenmiş. (Vakıfbank kamu bankası olarak anılmasına karşın, özel yasası olan bir banka. Ancak yönetimlerinde her dönem iktidar etkisi oldu.) Ziraat Bankası’nda ise alınmış bir erteleme kararı olmamakla birlikte, mart ayı bitmeden genel kurul yapılacağına ilişkin bir açıklama ya da çağrı da yapılmamış.
Bankacılık ve ticaret hukuku mevzuatı gereği, genel kurulların mart sonuna kadar toplanması gerekiyor. Halkbank ile Vakıfbank, ertelemeleri Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) bildirmiş.
Yani gizli-saklı bir durum yok gibi gözüküyor.
Ama önümüzde 16 Nisan gibi bir halkoylaması gerçeği varken, hiçbir gerekçe anlatmayıp sadece erteleme kararını duyuran bildirimler yeterli değil.
Banka genel kurullarında, bir yıl boyunca gerçekleştirilen bankacılık işlemlerinin mevzuata uygunluğu oylanır. Denetim raporları görüşülür. Yönetimler ibraya (aklamaya) sunulur. Atamalar yapılır. 

Belirsizlik yanlış
Diğer yandan Halkbank ile Ziraat Bankası, OHAL KHK’leri marifetiyle Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) devredilmişti. Kamu bankalarının Hazine ile sermayedarlık bağı sürerken TVF’ye devredilmesi karşısında, nasıl bir gelir-gider ilişkisi olacağı konusu halihazırda belirsizliğini koruyordu. Üstüne bir de genel kurulların referandum sonrası ertelenmesi pek çok soru ve belirsizliği beraberinde getiriyor. 
 
Genel kurul erteleme talimatının Hazine’den gittiği anlaşılıyor. Bu talimatın içeriği, neden gereksinim duyulduğu, bunun yanı sıra, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) bu ertelemeyle ilgili konumu, kamu bankalarının, 2016 bilançoları üzerinden vergi yükümlülüklerinin bu ertelemeden nasıl etkileneceği, hep soru işareti. 
 
Kamu sermayeli bankalar, adı üzerinde kamu kaynaklarının kullanıldığı kuruluşlar. Dolayısıyla ülkede yaşayan bütün yurttaşları yakından ilgilendiriyor. Yöneticilerin topluma açıklama yapmaması “keyfilik” kuşkusunu beraberinde getiriyor. 
 
Bankacılık hassas sektör. Özel bir bankadaki sistemsel arıza bile tedirginliğe yol açtı dün.
Hal böyleyken kamu bankalarındaki yasal zorunlulukların dışına çıkılmasının topluma izahı zorunludur. Genel kurulun ertelenmesini gerektiren sebepler neyse, ya banka yönetimlerinin ya da ilgili bakanlardan bu açıklama beklenir. 
 
İktidarın hukukun dışına çıktığı uygulamaları konusunda upuzun bir liste yapabiliriz.
Bu listeye bir de kamu bankacılığı eklenmese çok iyi olur doğrusu.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yeni Osmanlıcılığın Balkan seferi de hüsran! - İBRAHİM VARLI

Yeni Osmanlıcılığın Balkan seferi de hüsranla sonuçlandı. Siyasi iktidarın tarih soslu etnik/dinsel/mezhepsel argümanlarla bezediği yeni Osmanlıcı rüya Bulgaristan’da da karşılık bulmadı. Tıpkı Suriye ve Ortadoğu’da olduğu gibi.
AKP’nin bir yıl önce çeşitli dalaverelerle kurduğu milliyetçi-şoven DOST partisi Bulgaristan seçimlerinde büyük hezimet yaşayarak parlamentoya giremedi. “Soydaş”lar siyasal İslamcıların tüm “gayret”lerine rağmen yeni Osmanlıcığa pirim vermedi. Oysaki AKP, Bulgaristan ile Türkiye arasında siyasi kriz çıkarma pahasına DOST üzerinden sadece Bulgaristan seçimlerine değil, ülkenin iç işlerine de ısrarla müdahale etti. Ancak istenilen elde edilemedi.


Bulgaristan tekil bir örnek değil. Sabık başbakanlardan Ahmet Davutoğlu’nun kurguladığı mevcut iktidarın devam ettirdiği yeni Osmanlı tahayyülü üzerinden kurgulanan “ümmet kardeşliği” stratejisi Balkanlar genelinde bizzat hedeflenen gruplar arasında da büyük itirazlara yol açıyor.
Güncel kaygılar bir tarafa bu yayılmacı politikanın itibar görmemesinin tarihi arka planı da var. Siyasi İslamcılar “ecdat” güzellemesiyle Osmanlı’ya övgüler düzerken, bölge halkları bunu “Osmanlı hayaleti”nin Balkanlara geri dönüşü olarak okuyor. Sofya ile Ankara arasında elçilerin bakanlıklara çağrılmasına varan krizde de bir kez daha bu durum net bir şekilde görüldü.
IMRO Başkan Yardımcısı ve Avrupa Parlamentosu Milletvekili Angel Dzhambaski BirGün’deki söyleşisinde, “Erdoğan’ın yeni Osmanlıcı söylemleri bizi rahatsız ediyor. Son derece kaygılıyız, zira Türkiye’nin bu tavrının ‘yeni Osmanlıcı’ anlayışının bir parçası olduğuna inanıyoruz” sözleriyle bu kaygılara dikkat çekmişti.

•••

Yeni Osmanlıcılar mucidini “kızağa çekse” de “Stratejik Derinlik”li dış politikayı aynen sürdürmeye devam ediyorlar. Bu “derinlik”, Türkiye’nin eski Osmanlı coğrafyasında yeniden nüfuz sahibi olması gerektiğini savunan, bunu bir borç ve sorumluluk olarak gören bir hayaldi.
Osmanlı bakiyesi topraklarda etki alanı kurmayı öneren ve Hitler’in Nazi Almanyası’ndan aparılarak alınan Türkiye’nin “hayat sahası”ndan -Lebensraum- bahseden Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinliği’ Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da kendisine yakın etnik ve dinsel azınlıkların etkin kullanılmasını savunuyordu. Bu toplulukların bugüne kadar “etkin” kullanılmamasını da Cumhuriyet Türkiye’sinin bir yanlışı olarak görüyordu!
Erdoğan’ın da Davutoğlu’nun da her seçim sonrasındaki balkon konuşmalarında galibiyetlerini Ortadoğu’dan Balkanlara “bütün Müslümanların zaferi” olarak nitelendirmeleri bu hevesin bir tahayyülüydü. Erdoğan’ın Haziran 2011’deki “Gözlerini Türkiye’ye çevirmiş, gelen haberleri büyük bir heyecanla takip eden, Şam, Kahire, Tunus, Saraybosna, Lefkoşe’yi dost ve kardeş ülkeleri muhabbetle selamlıyorum… İzmir kadar, Şam kazanmıştır, Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Kudüs, Gazze kazanmıştır” bu balkon sözleri çizilen sınırların da göstergesiydi.
Neden, AKP’nin seçimi kazanmasıyla Şam, Ramallah, Nablus, Cenin, Küdüs, Saray Bosna, Gazze kazansındı! İşin sırrı işte o yeni Osmanlıcı hayallerde saklıydı.
Kendilerini Saraybosna’dan Gazze’ye uzanan İslam coğrafyasına hükmeden yeni Osmanlı’nın temsilcileri olarak gören aktörlerin Adriyatik Denizi’nden Orta Asya’ya uzanan jeopolitik alanda at koşturma hevesi uzun süre zihinleri de gündemi de, balkonları da işgal etti.

•••

Yeni Osmanlıcı hayallerle Ortadoğu’dan Balkanlara oyun kurma hevesine kapılan siyasal İslamcılar kaybetmeye başladı. Bir zamanlar kendisini “Türk Kissinger’ı” olarak görecek kadar ayakları yerden kesilen Davutoğlu’nun hayalperest dış politikası ülkeyi her tarafta krize sürüklerken, bütün hayaller de tuzla buz oldu.
Sadece Balkanlarda değil Ortadoğu’da da. Suriye’de, Yemen’de, Mısır’da yenilgi üstüne yenilgi alıyorlar. Suriye’de rejimi deviremedikleri gibi yanlış politikaları “ezeli ve ebedi” düşmanları Kürtlerin burunlarının dibinde statü sahibi olmasına vesile oldular. Kürtlerle kapışayım derken bu sefer de kantonlar ABD’den sonra Rusya’nın himayesine itildi!
Gerekli dersler çıkarıldı mı peki? Tabi ki hayır! Bütün bu yenilgilere ve ağır faturalara rağmen yeni Osmanlıcı heveslerden vazgeçilmiş değil. Bölgede oyun kurma, ritmik diplomasi, pro aktif dış politika söylemlere devam ediyorlar. Bölgesel güç olma hayali bir dış politika stratejisi olarak yerli yerinde duruyor.
Bugün geldiğimiz noktada yeni bir şey üretemeyip hamasi nutuklarla iş götürmeye çalışan yeni Osmanlıcılığın ne Arap ne de Balkan ne de Orta Asya dünyasında herhangi bir karşılığı yok. Sandıkta da savaş cephesinde de alınan yenilgiler işte bu karşılıksızlığın bir neticesi. Yeni Osmanlıcılık el attığı her coğrafyada, müdahil olduğu her sorunda büyük kayıplar yaşatıyor ülkeye. Oyun kurucu olma hevesi Türkiye’yi bataklığına sürükledi. Bu çöküşün bedeli sanılandan da ağır olacak!

İbrahim Varlı / BİRGÜN

27 Mart 2017 Pazartesi

‘Evet’ bir güvenlik riskidir - ERGİN YILDIZOĞLU





Dünyada, özellikle bölgemizde, birçok kriz eğiliminin kesiştiği bir dönemde ülke yönetimini, güvenliğinizi, realiteyle bağları çoktan kopmuş, yalnızca kendi bekasını düşünen bir kadroya teslim etmek istemiyorsanız “Hayır” diyeceksiniz. 


Büyük resim
 
Birleşmiş Milletler uyardı: Dünya 1945’ten bu yana en büyük insanlık kriziyle karşı karşıya. Yemen, Güney Sudan, Somali, Nijerya’da 20 milyondan fazla insan kuraklık ve açlıkla yüz yüze. Bu krizin arkasında küresel ısınma, istikrarsız ve despotik rejimler, İslamcı terör ve İslam içi mezhep savaşları var. Demokratik rejimlerin yerlerini başarısız, despotik rejimlere bıraktığı ülkelerde, bu tür krizlerin olasılığı artıyor. Kuraklık ve açlık krizleri de kaynak savaşlarını kışkırtıyor, göçleri hızlandırıyor. Dünyada toplam göçmen sayısı 250 milyon kişiye ulaşmış durumda... 
 
Yukardaki dört ülkeye bakıp orası “Afrika, bize ne” demeyin. Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Ortadoğu’da ulaşılabilir tatlı su kaynaklarının, geçen 40 yıl içinde yüzde 75 azaldığına işaret ediyor. Yeni bulgular, Ortadoğu’nun önümüzdeki 30 - 40 yıl içinde yaşanamaz bir duruma gelebileceğini gösteriyor (InterPres 14/03/2017). Hızla ağırlaşan su kıtlığı sorunu bölgenin hızla artmaya devam eden nüfusun, içme suyu, tarım, besin kaynaklarını tehdit ediyor. FAO, bu su kaynaklarının da 2050’ye kadar yüzde eli daha azalmasını bekliyor. Bu bölgedeki ülkelerin çoğunun su kaynaklarının sınır ötesinden geliyor olması da su, gıda kıtlığı sorununa jeopolitik riskleri ekliyor. Jeopolitik riskler de savaşları, göçleri gündeme getiriyor. Suriye’de iç savaşın arkasında, dış müdahalelerin yanı sıra, ondan daha önce, kuraklık, tarımsal üretim krizleri vardı. Savaş büyük bir göç dalgası yarattı.

Yeni risk algısı
 
Mali piyasaların siyasi risklere ilgi göstermeye başladığını daha önce vurgulamıştım. Geçen haflarda CitiGroup’un, geçen hafta da fon yöneticisi Bridgewater’ın yayımladığı iki rapor, mali piyasaların artık ekonomik risklerden daha çok, siyasi risklere odaklanmaya başladığını gösteriyor. Ana ilgi konusu da toplumsa muhalefette “popülizm” olarak tanımlanan yükseliş. Yakın zamana kadar popülizm azgelişmiş, bağımlı ülkelerin sorunu olarak görülürken artık ABD ve Avrupa’da nüksetmesi küresel riskleri artırıyor. Bridgewater’un raporu 1930’ların faşizmlerini irdeledikten, bugünkü popülizm dalgasıyla benzerliklerini vurguladıktan sonra şu sonuca varıyor: Toplumsal yapı bu popülist dalgayı asimile edecek kadar esnekse pek bir sorun yok. Eğer toplum, bu dalganın basıncı karşısında esneyemez, kırılırsa, faşizm ve ardından savaşlar... 
 
AKP ülkeyi yukardaki tüm riskleri içeren, siyasi riskleri artıran bir noktaya getirdi, bu referandumla, daha da öteye götürmeye çalışıyor. Örneğin ülke, daha şimdiden kişi başına düzen 1.52 metreküp kullanılabilir su miktarı ile su yoksulu kategorisindeyken, bu miktarın 2030’a kadar 1.12 metreküpe düşmesi beklenirken, İslamcı rejim vatandaşlarından daha fazla çocuk yapmalarını istiyor, iktidara geldiğinden bu yana ülkede bir ağaç kırımı yaşanıyor. HES projeleri ekosistemi allak bullak ediyor, kentsel dönüşüm, kentlerin su gereksinimini artırıyor. 
 
AKP rejimi, son yıllardaki dış politika maceralarıyla Ortadoğu pazarını kaybetti şimdi de Avrupa pazarını kaybetmek üzere. Ülke ekonomisi de tüketime ve dış krediye, inşaata bağımlı, sürdürülemez bir yavaş büyüme hattına oturmuş durumda. Suriye macerası ülkeyi IŞİD’in serbestçe örgütlendiği bir yol geçen hanına çevirmişti. Şimdi Batı’da kimi analistler, bu durumun yakın zamanda yaratabileceği riskleri, İncirlik’teki nükleer bombalar bağlamında tartışmaya başladılar. 
 
Siz, bu durumda, devleti, dolayısıyla güvenliğinizi, geleceğinizi “akıtılacak çok kanımız var” diyen bir şahsın eline teslim edecek bir anayasaya “evet” der misiniz?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Bireysel istikrar, ülkesel teslimiyet - İZZETTİN ÖNDER

Siyasal iktidarın hemen her seçimde güvenerek savunduğu ve maalesef başarı sağladığı strateji istikrar vadi olmuştur. Ekonomide gerçek anlamda istikrar sağlanamadığı halde gelecekten yiyen politikalarla durum idare edilmiştir. Gelecekten yeme bahasına ekonomide istikrar olduğu görüşü altında, halkımızın bir bölümünün de inandığı politika aslında gerçekçi olmayıp, uzun dönemde kriz ya da çöküşün temellerinden başka bir şey değildir. Bu yazıda, istikrar söylemi, tek otorite yönetimi ve ekonominin küresel güçlere teslimini tartışalım.

Kapitalist sistemin enerjisi açıklar ve borçlardan gelir. Açık ve borçluluk, sermayenin piyasa ihtiyacını karşıladığı gibi, aynı zamanda da insanların sisteme karşı sadık olmasını, başka bir ifade ile insanın köleleşmesini sağlar. Şöyle ki, ekonomik kapasitesinin üzerinde bir yaşam sürmek isteyen insana sistem borç kapılarını açarak, aslında üretimde yapılan hırsızlığı borç olarak vererek bireyi hem sahte mutluluğa atar, hem de sistemin sadık koruyucusu haline sokar. Bir ülke ekonomisinde borçlanma süreci devam ettirilirken gelir dağılımı bozulur, fakat ne gariptir ki, insanlar sahte mutluluğun gerçek yapısını ve işleyişini algılayamadıkları için huzur içinde karanlık deliğe sürüklenir.

Referanduma giden yolda yine bir istikrar söylemi ve bu söylemi sürdürebilecek Körfez ülkeler muhabbeti sürdürülmektedir. Öyle görülüyor ki, Batı’nın düzlüğe çıkaramadığı ekonomi bu kez de Körfez desteği ile yapay solunuma bağlanmaya çalışılmaktadır. AKP batılılaşma ile batıdan destek alınamadığını vurgulamaya başlamadan, yüklenme dozunu arttırabilmek için, tasarruf açığını, yani iç borçluluğunu Körfez’deki dost muhabbeti ile yamalamaya çalışmaktadır. Dövizin son yükselişine ve enflâsyonun neredeyse iki haneli oranlara dayanmasına rağmen, dövizin rampada geriye doğru kaymasının, döviz piyasasında oluşan arz ve talep göstergeleri ile yapay açıklaması dışında hiçbir ekonomik izahı söz konusu olamaz. Cari açık ve enflasyon yüksek seyrederken döviz piyasasında nasıl böyle bir dengenin(?) oluştuğunu iktisatçılar anlar, fakat halk oluşuma bakmadan, tam bir miyop içinde ucuz dövizden yararlanma sarhoşluğuna girer. Ülkede ciddi kan kaybı ve kemik erimesi yaşanırken, oluşan yapay piyasaların sarhoşluğunda var olan siyasi erki savunan halkımız, aslında iktidarı sırtında taşıdığının ve yükün önemli bölümünü de canından çok sevdiği çocukları ya da torunlarının üzerine yıktığını idrak edememektedir.

Ülkenin ve halkımızın köleleşmesi pahasına yaşanan döviz bolluğu eğer bir merkezden sağlanıyor ise, bu işin bir bedeli olduğu düşünülmelidir. Kaynakların kıtlaştığı dünyamızda böylesine kaynak varlığını sağlayanlar sağladığından daha büyük kaynağı geri alıyor demektir. Bir dönemde oluşan geçici refahı sağlayan kaynak bir süre sonra daha büyük miktarla ekonomiyi terk ediyor olduğu durumda, ülkede bir şekilde refah gerilemesi değil de refah artışı görüntüsü oluşuyorsa, bu demektir ki, ülkeyi terk eden refah kaynağı yerini daha büyük bir refah kaynağına bırakmaktadır. Ülkenin artan refah görüntüsü karşısında artan dış borcunun sebebi bu süreçtir. İşte halkımızın istikrar algısı ile desteklediği siyasi kadronun ülkeyi ve halkımızı sürüklediği macera budur.

Günümüzün sömürü odakları, geçmişteki maddi görüntüden fersah fersah uzaklaşmış, ticaret ya da özellikle de finans işlemleri görüntüsüne bürünerek, fevkalade sinsi bir sis perdesi arkasına geçmiştir. Geçmişteki sömürgeciliğin yerine geçmiş olan günümüzün finansal emperyalizmi kesinlikle hakların algılama ve anlama alanının dışındadır. Bu konuda halkımızı suçlamanın anlamı yoktur. Ancak, akademik çevreler ve özellikle de bürokrasiye hâkim siyasi kadronun ekonomi politikalarında kendi siyasi yaşamının ötesinde halkın kaynaklarının etkin kullanılmasını ve geleceği düşünerek yürümesi gerekir. AKP iktidarının günahı kadar sevmediği ve her fırsatta halka şikâyet ettiği Cumhuriyet’in ilk dönem yönetimi dışında, 1950 Menderes yönetiminden itibaren her dönem iktidarları, emperyalistlerin dönemsel baskı ve sömürü aletleri doğrultusunda politika üretmiş ve ülkeyi bugünlere taşımışlardır.


AKP de, bu mirası şanına yakışır şekilde sürdürerek, Osmanlı’nın son dönem borçluluğuna benzer şekilde ve har vurup harman savurma misali ülkeyi karanlıklara çekmektedir. Menderes dönemi ticari emperyalizmi, planlama dönemi montaj emperyalizmi, Özal dönemi finansal emperyalizm ve nihayet AKP dönemi neoliberal açılma ve savrulma emperyalizmi ülkeyi bugünlere taşımıştır. Bugünün siyasi iktidarı istikrar adına iktidarda tutuluyorsa, bunun anlamı şudur ki, bu istikrara yapaydır, ekonomi kendi ayakları üzerinde duramamaktadır. Bu da şu demektir ki, AKP’nin toz kondurmadığı Menderes dönemi ve ondan sonraki her dönemde uygulanan politikalar halkın yararına değil, bugünkü istikrarsızlığı hazırlayan emperyalistlerin yararına sürdürülmüştür. AKP’nin son 15 yıllık iktidarı da dünyalar kadar bol dış kaynağı, Anadolu’nun çeşitli yerlerine sanayi kuruluşu yaparak refahı topluma yaymak yerine, seçim vitrinine koyduğu işlerle aşırı şekilde toprağa gömerek, halkları kendisine bağlama amacıyla, ülkeyi emperyalizme teslim etme yoluna gitmiştir. İşte, istikrar budur ve bedeli de bu kadar ağırdır. Bu bedelden kurtulmak mümkündür, tabii ki bir fiyat karşılığında, ancak, var olan siyasi iktidar ve zihniyetin mevcudiyeti ve devamı ödenecek fiyatı yükseltmektedir.

İzzettin Önder / SOL

Referandumun AKP'cesi...- Fikret Başkaya

16 Nisan toplumun tarihinde önemli bir kırılma noktası olacak. Bu herhangi bir referandum değil. Bu Anayasa değişikliği Anayasa değişikliğinden öte bir şey. Bundan önceki Anayasa değişikliklerinden farklı... Dolayısıyla, 16 Nisan, toplumun geleceğini angaje eden kritik bir kavşak... 


Referandum, yürütme organı (iktidar) tarafından teklif edilen bir kanun veya düzenlemenin yurttaşların tamamının oyuna sunulmasıdır. Referandumun en çok başvurulduğu ülke İsviçre’dir. Orada belirli sayıda yurttaşın talebi üzerine de referandumlar yapılıyor. Fakat herhangi bir örgüt, bir sendika, bir şirket, vb. de üyelerine bir sorunu oylatma yoluna gidebilir. Oylama evet-hayır veya onaylama-reddetme şeklinde tezahür ediyor. Yüzde elliden bir fazla oy alan taraf kazanıyor ve diğer taraf sonucu kabulleniyor...

Fakat, AKP’nin son referandum hamlesinde durum farklı. Hayır yasak... Dolayısıyla yapılan şey referanduma benzemiyor... Lâkin çelişik bir durum var: sandık kurulacağına göre 'Hayır'ı engellemek mümkün değil. O zaman hayır oylarını olabildiğince küçültmek için sorunun tartışılmasını, anlaşılmasını engellemeyi bir çare olarak görüyorlar... Ayıbın üstünü örterek durumu kurtarmak istiyorlar, zira “ayıbı açığa vurmak daha büyük ayıptır” denmiştir... Aslında AKP’nin işi zor, zira referandum konusu problemli. Sorulan soru şu: “Bir dikta rejimi, bir tek adam rejimi istiyor musunuz?”. Böyle bir soruya insanların evet demesi pek mümkün olmadığına göre, geriye neyin oylandığını gizlemek, görünmez kılmak kalıyor. Boşuna, “iktidar gizlemesini bilenindir” denmemiştir... İşte, 'Hayır' cephesine yönelik baskıların, yasakların, yalanların, hakaretlerin, telaşın nedeni bu... Eğer tek adam rejimi [dikta rejimi] kurulursa, bunun istikrar ve güçlü devlet demek olacağı, refahın artacağı, terörün önleneceği, Türkiye’nin uçacağı söyleniyor. Tabii insanlar da haklı olarak, “iyi de 15 yıldır neden uçurmadın?” diyeceklerdir... Buna AKP’nin cevabı şöyle: “Uçmak için tek adam rejimi şart, biz bunu 15 yıl sonra anladık!”... Aslında dinci iktidarın asıl amacı başka: TC’yi bir İslam devletine dönüştürmek istiyorlar, bunu da mümkünse 2023’ten önce kotarmak istiyorlar. 1923-2023 aralığını bir sapma olarak görüyorlar ve güya “parantezi” kapatmak istiyorlar. Gönüllerinde hilafeti ihya etmek yatıyor. Hilafeti/saltanatı ihya edip, ilelebet iktidar olmayı amaçlıyorlar... Elbette aç tavuğun kendini darı ambarında görmesine bir mani yoktur...
AKP, merkez-sağ partilerin iflası üzerine iktidar oldu. Bağnaz neoliberal ama aynı zamanda politik İslamcı bir parti. Başlarda İslamcı yüzünü gizledi, diğerleri gibi bir merkez-sağ parti olduğu izlenimi yaratmayı başardı. Gücünü artırdıkça, iktidarını sağlamlaştırdıkça, devlet aygına daha çok hakim oldukça, rejimi bir “parti- devlet” rejimine dönüştürdükçe, gerçek niyetini gizlemeye artık gerek duymadı. Başlardaki sloganı güya, yoksullukla, yolsuzlukla,  yasaklarla mücadeleydi. Cumhuriyet tarihinin hiç bir dönemimde yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik ve yasaklar AKP dönemindeki boyutlara çıkmadı. Hukuk hiç bu kadar ayaklar altına alınmadı, zaten her zaman sınırlı olan özgürlükler de bu kadar budanmadı, etik değerler böylesine aşınmadı... 

Bu referandumun bir meşruiyeti yok
Bu ülke, içeride ve dışarıda acil çözüm bekleyen onca sorunla cebelleşirken, AKP neden referandumda ısrarcı? Bu sorunun iki cevabı olabilir: Birincisi artık yönetemiyorlar; ikincisi, yolsuzluğa, kanunsuzluğa, kuralsızlığa, ahlaksızlığa öylesine bulaşmış durumdalar ki, iktidardan düştükleri anda mutlaka yargılanacaklarını biliyorlar. O zaman ne yapıp edip iktidarda kalmaktan başka çareleri yok! İşte 18 maddelik (aslında nerdeyse anayasanın tamamını angaje eden) Anayasa değişikliğini dayatmalarının asıl nedenlerinden biri bu ama çok önemli bir neden daha var: Geride kalan 15 yılda yağma ve talanın tadına öylesine vardılar, bütçeyi ve hazineyi öylesine yağmaladılar ki ballı börekten ellerini çekmek istemiyorlar. Nitekim, geride kalan 15 yılda yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey bırakmadılar. Bu referandum meşru değil. Birincisi, açık-serbest tartışma gerektiren Anayasa değişikliğinin olağanüstü hal koşullarında yapılması uygun değildir; ikincisi, Anayasa değişikliği ilgili tüm tarafların sürece aktif ve yaygın katılımını ve tartışmayı varsayar. Bu ülkenin üçüncü büyük partisinin eş-başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, il ve içe yöneticileri, üyeleri, sempatizanları... hapisteyken, gerçek anlamdaki gazeteciler hapisteyken, gazeteler, dergiler, dernekler, vakıflar kapatılmışken, medya, medya olmaktan çıkmış AKP’nin borazanı haline gelmişken, 'Hayır' diyenlere saldırılar aralıksız sürerken yapılan bir referandum gerçekten referandum adını hak eder mi?

Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla geliyor: Bunca olumsuzluğa rağmen, ekonomiden, dış politikaya tüm alanlarda tam bir iflas tablosu ortaya çıkmışken, bütün gösterge ışıkları kırmızıda veya kırmızıya dönmekteyken, neden hâlâ AKP’nin izini süren oldukça geniş bir kitle var? AKP, kelimenin pejoratif anlamında popülist bir parti. Kimlik siyasetini bir iktidar yöntemi olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Toplumu kutuplaştırmayı, toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman etmeyi marifet sayıyor ve bir iktidar tarzı olarak benimsemiş durumda. Başlarda “Beyaz Türkler- Zenciler” karşıtlığını kullandılar. Şimdilerde de “Yerli-Milli ve Gayri Milli” ikiliğini dillerine doladılar. Aslında bu tür ayrımlar İslam devletlerindeki Dar-ül İslam - Dar-ül Harp ikiliğini çağrıştırıyor... Bir toplumun bir yarısını diğer yarısına düşman eden bir hükümet, bir devlet yönetimi olabilir mi? Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır? Bu sürdürülebilir bir durum mudur?

AKP, 15 yıllık iktidarında bir tek parti iktidarı gibi görünse de, aslında şimdilerde Fetocu terör örgütü deyip lânetledikleriyle bir koalisyon söz konusuydu. Ve üstelik koalisyonun “belirleyici” ortağı da Fetocu kanattı. AKP 2001'de kuruldu ama Fetocu dediklerinin epey zamandır iktidara hazırlandığı anlaşılıyor... Neyi nasıl yapacağını ortağından daha iyi biliyordu... Koalisyon 17-25 Aralık yolsuzluk skandalıyla çatırdadı ve 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle de sona erdi. Şimdilerde ondan boşalan yer başka cemaatler tarafından dolduruluyor. Devlet aygıtında çürüme kaldığı yerden devam ediyor. Oysa, liyakatin sıfırlandığı, hukukun by-pass edildiği bir devlet mümkün değildir. Bu iktidar gününü doldurdu. Hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Hiçbir sorun çözme yeteneği yok. AKP rejiminin umut yaratma yeteneği veya aynı anlama gelmek üzere kitleleri aldatma-oyalama yeteneği aşındı. Bir rejim değişikliği demek olan Anayasa değişikliğini dayatmak istemelerinin nedeni çaresizlik, yönetememe krizi... Ancak baskı, şiddet ve terör ortamında yönetebileceklerini, iktidarlarını sürdürebileceklerini düşünüyorlar. Fakat bu, kadarı iktidarı sürdürmek için yeterli olmaz. Her iktidar doğası gereği şiddeti varsayar ama sadece şiddete dayanarak da yönetmek mümkün değildir. İnsanlara başka şeyler de önermesi bir ideolojik hegemonya veya aynı anlama gelmek üzere, kitleler katında bir gönüllü kabullenme üretebilmesi de gerekir...

16 Nisan, toplumun tarihinde önemli bir kırılma noktası olacak. Bu herhangi bir referandum değil. Bu Anayasa değişikliği Anayasa değişikliğinden öte bir şey. Bundan önceki Anayasa değişikliklerinden farklı... Dolayısıyla, 16 Nisan, toplumun geleceğini angaje eden kritik bir kavşak... Fakat kesin olan bir şey var: Bu toplumun yaklaşık iki yüz yıllık birikimi bu sefil oyunu bozacak potansiyele sahiptir. Ve o potansiyelin heba olmaması için insanların sorumlu yurttaşlar olarak davranmaları, ikirciksiz bir şekilde sandığa gitmeleri ve 'Hayır' demeleri gerekiyor. Zira orada söz konusu olan senin kaderin, senin geleceğindir denecektir... Unutmamak gerekir ki, sahip olduğunu koruyamayanların, bulundukları mevzilerin gerisine püskürtülenlerin yeni şeyler kazanmaları zorlaşır... Son bir şey: 16 Nisan sadece saldırıyı püskürtmekle sınırlı kalmayacak, toplumun; özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi yolunda ilerlemesinin yolunu da açacak...

Fikret Başkaya - Özgür Üniversite Kurucusu  / BİRGÜN PAZAR

26 Mart 2017 Pazar

İzdivaç programları ve muhafazakâr ikiyüzlülük - TAYFUN ATAY

Ekranlardaki evlilik (izdivaç) programları topun ağzında; devlet de, hükümet de, RTÜK de bastırdıkça bastırıyor yayından kaldırılmaları için... 
 
İlk “müjde”yi Numan Kurtulmuş verdi önceki hafta ve gayet fiyakalı bir muhafazakârlık retoriğiyle hallaç pamuğu gibi attı bu programları:
“Bu bizim örfümüze, geleneğimize, inançlarımıza, Türk aile yapısına, Anadolu topraklarının kültürüne uygun olmayan şeylerdir. Neymiş efendim reytingi çok yüksek ve dolayısıyla reklam gelirleri de çok yüksek. Olmaz olsun böyle reklam gelirleri! Aile müessesesini ortadan kaldıracak, ulviyetini, kutsiyetini ortadan kaldıracak son derece acayip programlar var.”
Bu komik sözlerin değerlendirmesine birazdan geleceğiz, ama Kurtulmuş aynı konuşmasında KHK kartını masaya sürerek, “İnşallah önümüzdeki süreçte bunu bir Kanun Hükmünde Kararname düzenlemesi ile gündeme getirebiliriz” de dedi. 
 
Tabii böyle olunca ilgili yayıncı kuruluşlar telaşlandı. RTÜK Başkanı İlhan Yerlikaya ile görüşme talebinde bulundular ve hafta içinde bu talepleri karşılandı.
Başkan Yerlikaya, bu programlarla ilgili binlerce şikâyet geldiğini söylemiş onlara. Aynı doğrultuda hem Cumhurbaşkanlığı, hem de Başbakanlık İletişim Merkezleri’ne 136 binin üzerinde bildirim geldiğini de ekleyerek RTÜK olarak kendilerine kanunların tanıdığı yaptırımları uygulayacaklarını kaydetmiş. Kanal yöneticilerine de kamuoyundaki bu şikâyetleri dikkate almalarını önermiş.
Tabii o da Numan Bey gibi aynı minval üzere, evlilik kurumunun zedelenmesinin gelecek açısından toplumsal travmalar meydana getireceğini genel çerçevede dillendiriyor.
Bir de yayın yönetmenleri cephesinden tarafımıza iletilen bazı notları paylaşalım!
Onlara RTÜK tarafından, özü itibarıyla “Biz kaldırmayalım, KHK ile de kalkmasın, kendiniz kaldırın, en iyisi bu” telkini yapılmış. Yani bir bakıma “Bizi yasakçı konuma düşürmeyin” ricasında bulunuluyor!.. 
 
Kanal yöneticileri, evet, işin zıvanadan çıktığını, neredeyse “tiyatro”ya döndüğünü, bunu rekabetin koşulladığını kabul etmişler, ancak programları kaldırmak yerine bu durumu düzeltme, kaliteyi artırma önerisinde bulunmuşlar. Çünkü her şey ortada, “Anadolu”nun (hani şu Kurtulmuş’un örfünü, inancını, geleneğini, kültürünü, toprağını anlata anlata bitiremediği Anadolu’nun) yüzde 80’i bu yapımları izliyor!.. 
 
Tabii RTÜK programların düzelebileceği inancında pek olmadığı için yayıncıların izlenimi, “Kaldıracaklar, kaldırana kadar da yıldırıcı cezalar verecekler” noktasında netleşiyor. En tehlikeli ihtimal, hâlihazırda uygulanan ve söz konusu programın aylık brüt gelirinin yüzde 1’i olan ceza miktarının yüzde 2’ye çıkarılması. Bunun yapımcı açısından baş edilmesi imkânsız bir ceza olacağı söyleniyor.
2000’lerin başında yayına girmiş “Ben Evleniyorum”dan itibaren (ki onun da o zaman RTÜK’e başvurulup yayından kaldırılması istenmişti!) yaklaşık 15 yıldır televizyonlardaki evlilik realite-şov-yarışma programları üzerine yazıyorum. Çok sert ve ağır eleştirilerde bulundum. Şimdi karşımızdaki programlara baktığımda da pek çok sorunlu yan elbette görüyorum.
Ancak bir nokta var ki katılmam mümkün değil. O da işte hem Numan Kurtulmuş’un hem de RTÜK başkanının hareket noktası... Yani bu programların “aile müessesesi”nin ulviyetini, kutsiyetini ortadan kaldıracağı; evlilik kurumunun zedelenmesine, böylece gelecek açısından travmalara yol açacağı şeklindeki kanaatler. Kısacası bu programların toplumu bozduğu, bozacağı düşüncesi.
Beyler, durum tam tersi!
Beyler, bu programlar ayna, ayna!..
Beyler, evlilik kurumunun ipliği tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, üstelik dindarmuhafazakâr kesimi de içerecek şekilde pazara çıktığı için...
“Bir yastıkta kocamak” neredeyse tarih olup bir hayata birkaç evlilik sığdırmak âdetten hale geldiği için...
Ve evliliklere artık “boşanma sözleşmeleri” eşliğinde bismillah dendiği için...
İşte böyle bize özgü alaturka fantezilerle süslü şekilde ayağa, pardon ekrana düşmüş durumda evlilik!..
Evlilik “gerçek hayat”ta can çekiştiği içindir ki ancak bir “gerçeklik gösterisi” (realite-şov) olarak böyle muazzam “alıcı” (seyirci) buluyor.
Siz bırakın bu programların Türk aile yapısına, evliliğin kutsiyetine halel getirmesini de büyük şehirlerin muhafazakâr muhitlerinde gizli imam-nikâhlı ikinci, üçüncü, bilmem kaçıncı eşlerine evler (hâşâ, “garsoniyer” demiyoruz!) açan zengin mümin kardeşlerimizden söz edin! Gelin bunları konuşalım!.. 
 
Her şeyi bir yana bırakın, fark etmiyor musunuz kendi sözlerinizdeki iç çelişkiyi: Örfünden, geleneğinden, inancından, kültüründen, örnek (“Türk”) aile yapısından dem vurduğunuz “Anadolu toprağı”, her gün yüzde 80’iyle geçiyor ekran başına ve kaykıla kaykıla seyrediyor bu programları...
Sizin siyaseten böyle “muhafazakâr” göz-boyamalarınız, bu şirin toplumsalmuhafazakâr ikiyüzlülüğü bastırmaya yetmez. 

 
“Sosyoloji” imkân vermez buna!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Mağdur biziz, gaddar siz! - Mine G. Kırıkkanat

Bu ülkede, demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde yoksulların hayal bile edemeyeceği bir fırsat eşitliği vardır.
Yırtık ayakkabılı, paltosuz, yarı aç çocuklar kilometrelerce yürüyerek okula gider ve başarırlarsa; en iyi üniversiteleri kazanabilir, mühendis olur, doktor olur, işadamı, hatta politikacı olur, Meclis’e girer, başbakan seçilir, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna bile oturabilir ve kimse, kimse, onlara “Sen kimsin ki bu mevkilere yükselebildin” demez, aşağılamaz, küçük görmez, aksine başarısını takdir eder, saygı gösterir.
Askeri okullardan zengin çocukları değil yoksul çocukları subay çıkar, kurmay olurlar, general olurlar ve Genelkurmay başkanlığına da yükselebilirler.
Oysa demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde, ancak karnı tok, sırtı pek ailelerin çocukları parlamentoya girmeyi hayal edebilir ve yalnız varsıl çocukları, o da öyle rasgele değil, aile geleneği olarak general, orgeneral ve Genelkurmay başkanlığını hedefleyebilir… 

***
Bu ülkede, o ülkelerde hayal bile edilemeyecek bir sınıf eşitliği vardır. Daha doğrusu sınıf yoktur; hatta çoğu kez haksızlığa yol açacak bir ayrımsızlıkla, hiç olmamıştır!
Sırtına dengini vuran kente gelir, kamu arazisine gecekondusunu kurar, çoğalır, seçim vakti gelince zorbaya salt yoksul diye hiç hak etmediği bedava devlet tapusu verilir, suyu, elektriği çekilir, yolu yapılır. Tapuyu müteahhide satınca yasalara uyan yurttaşlardan çoook daha zengin olur, üstüne bir de müteahhit olur ya da politikaya atılır; kendisi talandan geldiği için ormanları, suları, madenleri, dağları taşları yağmalar, kentleri betona boğup yaşanmaz hale getirir ve çoğu kez toplumdaki iyi kötü yerini, yaşam kalitesini hak ederek kazanmış dürüst yurttaşlardan daha fazla saygı görür. 

***
Bu ülkede 15 yıldır, ezici çoğunluğu işte bu övülesi fırsat eşitliğinden ve yerilesi, çünkü hakkaniyetsizliğin ta kendisi sınıfsızlıktan yararlanan AKP’liler iktidar.
15 yıldır her seçimde “mağduruz da mağduruz” edebiyatıyla ağlaya zırlaya merhamet topladılar; yediler, içtiler, semirdiler, geldikleri yeri unutmak isteyecek kadar ego şişkinliğine eriştiler.
Sözümona mağduriyetleri, cami yokluğu, imam yokluğu, İHL eksikliği ve din özgürlüğü değildi, olamazdı, çünkü kendileri mebzul miktarda var olan bu kurumlarda yapılanmışlardı. Dolayısıyla sadece ve sadece kadına bizzat biçtikleri bacağını kır, evinde otur, çocuk yap, kocandır döver, ama sana itaat düşer rolü için elzem olan başörtüsü yasağından ibaretti.
Önceleri, “Benim başörtülü bacımı okutmadılar” diye ağladılar. Ama iktidar olunca kaldırdıkları başörtüsü yasağı, üniversitelerde kız öğrenci oranının artmasını sağlamadı. Aksine, başörtüsü anaokullara kadar indi ve sapık adamlara peşkeş çekilen çocuk gelinler skandal boyutlara ulaşırken, kadın cinayetleri yüzde 1400’e katlandı.

***


Sonraları, “Benim başörtülü bacıma saldırdılar” diye zırladılar. Belinde zincirler şakırdayan deri pantolonlu adamların bacının üstüne işediğini anlattılar ballandıra ballandıra. Fantezi müthişti. Yalan çıktı.
Ama iktidarları, ihale ulufesi dağıttıkları yamuk yumuk cüdamların dört “karı”yla fantezi yaşamalarına yaradı…
Mağduruz diye sızlanarak yüklerini ve birbirlerini tuttular, memleketi yağmaladılar, doymadılar. Yegâne mağduriyetleri, topladıkları ganimeti nereye istifleyeceklerini artık bilemiyor olmaları.
Çünkü dünya onlar için güvenli bir yer değil, artık. Çünkü elbette Suudi Arabistan ya da Pakistan’da değil, ABD’de okuttukları çocuklarıyla, torunlar için en azından İtalya’yı falan şavulluyorlar, ama o dünya artık onlara kapalı. Çünkü mazlumuz diye ağlaya zırlaya, zalime dönüştüler. Üstelik orada burada alay konusu olacak kadar, kuşkusuz zevkleri kadar sığ, rüküş, gülünç ve bir o kadar kaba zalimlere… 

***
Ama asıl vahimi, fırsat eşitliğini yok etmeleri ve ayrımcılık yaratmaları oldu.
Bu ülkede artık onlar ve biz varız.
Onlar zalim ve zengin, biz her dem mazlum ve mağduruz.
İhalelerden men edilenler, bizim işadamlarımız. İşinden atılanlar, bizleriz. Sokaklarda dövülenler, öldürülenler bizden.
Hapse atılanlar bizim eşlerimiz, babalarımız, dostlarımız.
Ama her baskı rejiminin ezdiği bizler, mazlumuz diye ağlamayacak, mağduruz diye merhamet dilenmeyecek kadar mağrur; gaddarın zulmünden korkmayacak kadar cesuruz!
HAYIR diyoruz, kazanacağız.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Sözümüz bitmeyecek - ZEYNEP ORAL


Referanduma dek gözler daha çok kararacak; sesler daha çok yükselecek, gerilim daha çok artacak, kavga, hoyratlık, düşmanlık daha çok yoğunlaşacak... Gidişat öyle gösteriyor...
“Evet” için devletin tüm olanakları, maddi ve manevi tüm gücü seferber edilirken... “Hayır” diyenlere baskılar, tehditler, yasaklar ve yıldırmalar tırmandırılıyor...
Bu ortamda sakın sakın şimdi tiyatronun sırası mı, sanatın sırası mı demeyin! İşte asıl şimdi sırası... Hakikati, gerçekleri öğrenmek ve kavramak için, düşünmek için, yalanı geri püskürtmek için, direnmek için, umut etmek için tam sırası...
Yarın 27 Mart Dünya Tiyatro Günü. Türkiye Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) Yönetim Kurulu muhteşem bir bildiri hazırladı. Sadece ben değil, Uluslararası Eleştirmenler Birliği (AICT) de bildirinin duyarlılığından, çarpıcılığından etkilendi ve Federasyonun resmi dilleri olan İngilizceye, Fransızcaya çevirerek tüm ülkelere dağıttı.
Bugün bu köşeyi TEB’in bildirisine ayırıyorum:
Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi
“Alacakaranlığın eşiğinde duruyoruz. Oysa tiyatro, bizi o eşikten geçip aydınlık günlere ulaştırmak için gerekli en önemli araç.
Akademisyenlerin toplumsal barış için girişimlerinden dolayı üniversiteden uzaklaştırıldığı, bu nedenle ülkedeki en köklü tiyatro bölümlerinden birinin neredeyse kapanma noktasına geldiği, yine yüzlerce genci tiyatroya kazandırmış özel parasız eğitim veren bir kurumun kundaklandığı, özel tiyatroların ayakta kalmalarını sağlayacak destekten yoksun bırakıldığı, çevrenin korunması amacıyla haklı protestolara katılan sanatçıların ait oldukları sanat kurumlarından ihraç edildiği bir ortamda bırakınız Tiyatro Günü kutlamayı, tiyatro sanatının nasıl icra edilebildiği bile şaşırtıcı ama umut verici.
Biz tiyatro emekçileri, tiyatronun insanı değiştirici, dönüştürücü gücünden kuşku duymayız. Tiyatro olmazsa olmazımızdır.
Önündeki bütün engellere rağmen tiyatro sanatı, tam da üstlendiği misyonu yerine getirmek üzere toplumu uyarmaya, eleştirel düşünmeye sevk etmeye, özgür düşünceyi ve temel insan haklarını savunmaya, hakikati kavramaya ve kavratmaya devam edecek.
Sözümüz bitmeyecek, perdemiz kapanmayacak, sahne ışığımız sönmeyecek, bu kubbedeki ‘hoş sadamız’ karanlığa teslim olmayacak. Tiyatro Eleştirmenleri Birliği”
 
İtalya PEN başkanından mektup
KÜLTÜRLERARASI Şiir ve Çeviri Akademisi hafta içinde Doğan Hızlan’a Onur Ödülü; İtalya PEN Başkanı, şair Sebastiano Grasso’ya “Barış ve Dostluk Ödülü” verdi. Şeyda Üzer ve Muhammed Abdullah Şiir Ödülü’nü, Baki Yiğit Şiir Çeviri Ödülü’nü, Erol Gökşen de Şiir İnceleme Ödülü’nü kazandılar.
İtalya’nın sevilen şair, yazar ve eleştirmeni Sebastiano Grasso geçirdiği bir kaza nedeniyle ödülünü almaya İstanbul’a gelemedi. Ancak duygularını bir mektupla bildirdi...
Özetliyorum:
“İtalyan bir şair için, İstanbul tarih ve fantezi hayallerin birleştiği tek bir yerdir. Gençken okuduğum Fransız şair Alfonso de Lamartine 1835’te basılan Viaggio in Oriente kitabında söyle diyordu: ‘Bir insana dünyada tek bir yer görme imkânı verilseydi, görmesi gereken yer İstanbul olurdu.’ Şahsen, İstanbul’dan sonraya Venedik’i eklemek isterim.
İstanbul’a ilk seyahatim 1973... Bir kongreyi izlemek için Corriere della Sera tarafından gönderilmiştim. Kaldığım otelde tam bir curcuna hâkimdi. Yirmi beş yaşındaydım ve çok meraklıydım. Hayatımda hiç böylesi bir şamata görmemiştim.
İstanbul’a tekrar dönüşüm 1986’da. İstanbul ve Ankara Operasının kurucusu Aydın Günün oğlu genç ressam Gün’ün sergisini yazmak içindi. Bu genç ressamı bana Leyla Gencer tanıtmıştı. Dünyaca ünlü Türk soprano... Büyük bir karizmaya sahip 1800’lere ait ama tesadüfen 1900’lerde yaşadı.. Ona en çok yakışan rol İngiltere kraliçesi Elizabethdir. Bu Rossini karakterinde rol yapması gerekmiyordu, sadece kendi olması yetmişti. Çünkü Leyla gerçek anlamda bir kraliçeydi. (Mektubun bundan sonrası bana ve Leyla Gencer kitabıma övgülerle devam ediyor... Onları atlıyorum... Ve İstanbul’a duyduğu tutkuyla sona eriyor:
İstanbul şehrine olan ortak tutkumuz... Nâzım Hikmetin İstanbul Amore (Seviyorum Seni) şiirinden aklıma bazı dizeler geliyor: “Seviyorum seni / Ekmeği tuza banıp yer gibi / Geceleyin ateşler içinde uyanarak / Ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi.”

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Biz poşetlenirken Suudi kadın özgürleşiyor - Nilgün Cerrahoğlu

Bunca gürültü patırtı, uluslararası kavga, savrulma arasında kaynamasın...
“Vogue”, devrim sayılacak bir hamleyle Suudi Arabistan’da “ilk” sayısını çıkardı...
Derginin kapağında, “Victoria’s Secret”ın iç çamaşırı tanıtımlarıyla ün kazanan Filistin kökenli manken Gigi Hadid’in yüzü var. Genel yayın müdürü pozisyonunda da.. “Ortadoğu’nun -ABD moda gurusu- Anna Wintour’u” olarak tanımlanan Suudi Arap bir kadın, Dina Aljuhani Abdülaziz bulunuyor. 



Suudi Arabistan gibi gene şeriatla yönetilen Katar, Bahreyn, Kuveyt, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde dağıtılacak olan dergi aylardır büyük ilgiyle bekleniyor ve konuşuluyordu.
Böyle bir derginin başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerinde yayımlanmasının devrim niteliği arz etmesinin nedeni, “Vogue”un salt bir moda yayını olmaması...
Dergiyi bu bölgede ilk kez on yıl önce çıkarmayı düşünmüşler. Ancak o dönem, dergi grubunun başında olan kişi; “Bizim bu yayınımız, ifade özgürlükleri ve cinselliğin açık ifadesi, kadın-erkek eşitliği gibi Ortadoğu’da köktenci unsurların karşı çıktığı Batı değerlerine bağlıdır. O nedenle bu iş burada olmaz” demiş ve “riskli” bulduğu yatırımdan vazgeçmiş.
On yıl arayla şimdi bir Suudi Arap kadın genel yayın yönetmeni, hemcinslerini öne çıkaran ve vitrine koymaktan çekinmeyen, edilgen harem kültürü yerine proaktif kadın bireyselliğini vurgulayan derginin başına geçmekten çekinmiyor. İlk değerlendirmeler Suudi Arabistan Vogue’unun, güçlü bir başarı grafiği yakalayacağını gösteriyor. 



Neden “Suudi Vogue”unu bu şekilde uzun uzadıya hikâye ettiğime gelince; en koyu şeriat ülkesinde dahi kadına tanınan alan böylesine açılıp saçılırken.. bizde mütemadiyen kapanıyor ve daralıyor. 

‘Muzır etki’
Bu çok çarpıcı tezatın son örneği, Türkiye’de “Elle” dergisi için alınan “muzır neşriyat” kararı oldu.
24 Mart tarihli Resmi Gazete’de, “(Elle’de) yer alan bazı fotoğrafların ve yazıların muzır etki yapabileceği” belirtilmiş...
Derginin kapağına ayrıca “küçüklere zararlıdır” damgası basılacakmış. Elle ayrıca “açık satılamayacak” ve satışı için, alkollü içki gibi “reklamı yapılamayacak”mış!
Gazetelerin hafta sonu eki tadındaki “Elle” gibi bir dergiyi poşetlemek de nedir?
AKP iktidarı böylelikle sadece bir dergiyi değil, kadını poşete soktuğunu ilan etmiş oluyor.
Bu; “Kadın sokakta kahkaha atmayacak. Mahrem, namahrem bilecek. Hareketlerinde cazibedar olmayacak!” görüşünün birebir tercümesi ve karşılığı.
Sonra yazar çizer arkadaşlarımız BM’nin yıllık “insani gelişme” raporlarında yer alan “cinsiyet gelişme endeksi”nde baş aşağı çakılmamıza şaşıyorlar. Dün Sedat Ergin yazmıştı.
Genel “insani gelişme endeksi”nde Türkiye’nin altındaki çok sayıda ülke, sıra “cinsiyet gelişme endeksi”ne gelince.. hoop Türkiye’nin üstüne çıkıyormuş...
Sedat bunu “rahatsız edici” buluyor ve anlaşılıyor ki şaşıyor: Türkiye Ortadoğu ülkeleriyle (tüh tüh, nasıl da) “aynı kümeye” düşüyormuş...
Ya başka ne olacaktı? Bunca yıldır uygulanan malum politikaların sonucu başka nereye varacaktı?
Cumhuriyetin bütün kazanımlarını birer birer “yeni Türkiye”de yitirmek artık işten değil ne yazık ki...
Alman Cumhurbaşkanı yeni söyledi; “Türkiye’de yıllarca, on yıllarca elde edilmiş kazanımların, kısa zamanda kaybedileceği endişesini taşıyoruz. Bu yüzden bugünkü Türkiye’ye gururla bakamıyoruz!” dedi.
Düşününce kafam almıyor.
94 yıllık Cumhuriyetin mirası sahi bu kadar kırılgan olabilir mi?
Çağdaşlıkla en kavgalı ülkeler dahi, küreselleşme itişiyle açılımlar ve ilerlemeler kaydederken, biz koca bir yüzyılın edinimlerini bu kadar kolay heba edebilir miyiz? Bu kadar yok ve yaşanmamış varsayabilir miyiz?
16 Nisan’ın sonucu, bu sorunun yanıtı olacak.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Bizimle alay mı ediyorsun?’ - ALİ SİRMEN

AKP tarafından verilmiş olan ilan gazetenin en arka sayfasının bütününü kaplıyor.
Koca koca şimşir puntolarla ve büyük harflerle “BAĞIMSIZ VE TARAFSIZ YARGI” yazılmış. Altında da şunlar yer alıyor:
“Yargının bağımsız olması yetmez, tarafsız da olması gerekir diyoruz, tarafsızlığı anayasal hüküm haline getiriyoruz.
Tarafsızlık yargının kararlarında ve denetiminde bir anayasa kriteri oluyor, yargıya güven artıyor, vesayet son buluyor. Kuvvetler ayrılığı güçleniyor.
Daha iyi işleyen, vesayetten kurtulan,
gruplaşmaların değil, uyumun hâkim olduğu
bağımsız ve tarafsız bir yargı için EVET.
Güçlü demokrasi, büyüyen ekonomi
güven ve istikrar için EVET”
Bunun altına da anayasanın yürürlükte olan 9 . maddesi yazılmış:
“Yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”
Sonra bir de halkın oyuna sunulan eklenen şekliyle yeni 9. madde konmuş:
“Yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.”

***
İşte ilan bu.
İlanı okuyan, kuvvetler ayrılığından, bağımsız yargıdan yana olan herkes tabii ki, bu öneriye “evet” diyecek ve de ekleyecektir.
- Adamlar “bağımsız”a, bir de “tarafsız” eklemişler. Hani körün istediği bir göz Allah vermiş iki göz.

Son iki günde bana ulaşmış iki kitap var: Av. Ece Güner Toprak’ın “Çare Başkanlık mı?” adlı yapıtı ve dostum Av. Enis Coşkun’un “Anayasa Değişikliğinin İçeriği ve Anlamı, 2017 Referandumu.”
İlanın içeriğinin ne derecede doğru olduğunu bir kez daha görmek için ikisinin de yargı ile ilgili bölümlerini açıyorum ve yargıçlar ile savcıları atayacak, tayin ve terfilerine gerektiğinde meslekten çıkarılmalarına karar verecek olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na bakıyorum. Eğer AK Parti’nin öne sürdüğü değişiklik kabul edilirse, bu kurul 13 üyeli daireden oluşacak. Cumhurbaşkanı’nın seçtiği Adalet Bakanı kurulun başkanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı da tabii üyesi olacak. Kalıyor geriye seçimle gelecek 11 üye. Bunların dördünü Cumhurbaşkanı doğrudan seçecek. Bu altı üyenin, sistemin egemeni Cumhurbaşkanı karşısında bağımsız olmaları söz konusu değil.
Geri kalan yedi üye, çoğunluk partisinin üyesi, lideri ve büyük olasılıkla resmi genel başkanı olan Cumhurbaşkanı’nın sıkı denetimi altında olan TBMM tarafından seçilecek.
Eğer bu yedi üyenin seçimi için muhalefet partilerinin de mutabakatını zorunlu kılan nitelikli çoğunluk aransaydı, Cumhurbaşkanı karşısında bağımsızlıkları söz konusu olabilirdi. Gerçi AKP’nin teklifinde gerek karma komisyonda, gerek genel kurulda yapılacak oylamalarda ilk turda üçte iki, ikinci turda beşte üç çoğunluk aranıyorsa da bu iki turda gerekli çoğunluk sağlanamadığında yapılacak üçüncü turda artık salt çoğunluğun yeterli olması ve iktidar partisi kendi çoğunluğunun oylarıyla, bu yedi üyeyi seçebilmeleri öngörülüyor. 

***
Görülüyor ki hâkim ve savcıların tayin terfileri ve gerekli hallerde meslekten çıkarılmaları konusunda karar verecek olan yargı bağımsızlığının kilit kurumu HSK’nin on üç üyesinin altısını, Cumhurbaşkanı doğrudan seçmekte, kalan 7 üyeyi de, parlamentoya aday gösterilmeleri konusunda, son karar yetkisinin kendisinde olduğu TBMM’deki çoğunluk partisi üyeleri aracılarıyla istediği doğrultuda seçtirebilmektedir.
Bu durumda, kuvvetler ayrılığından da bağımsız yargıdan da söz etme imkânı yoktur.
Yeni 9. madde ile getirildiği iddia edilen “bağımsız ve tarafsız yargı”, 159. maddedeki Hâkimler ve Savcılar Kurulu ile fiilen ortadan kaldırılmakta, 9. madde hükmü, hoş ve boş bir aldatmaca olmaktan öteye geçememektedir.
Bu durumda, ilanı veren AKP’ye dönüp sormak gerek:
- Arkadaş sen bizimle alay mı ediyorsun?
Galiba bir okul arkadaşımın, geçen gün sözünü ettiğim şu saptaması doğru çıkıyor:
- 16 Nisan’da bize soracaklar “Aptal mısın” diye, biz de sandıkta cevap vereceğiz.
Bu soruya evet diyecek, bir çoğunluk olabilir mi?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

25 Mart 2017 Cumartesi

Neden Emekçilerin 'Hayır'ı? - ERHAN NALÇACI


Yaklaşan referandumda emekçi sınıfların “Hayır”ı olağanüstü önem kazanıyor ve diğer “Hayır”lardan farkı ortaya konulmak zorunda.
Türkiye, sermaye sınıfının egemenliği altında olduğu sürece, doğası gereği emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda şekilleniyor.
Emekçi sınıfların “Hayır”ı neden farklı olmalıya gelmeden önce emperyalizmin Türkiye’ye müdahalesinin yakın tarihine hızlıca göz atalım.
Emperyalist merkezler gelişmelere bağlı olarak yeni stratejiler benimserler ve bazen bunlar aynı doğrultudayken bazen birbiriyle çatışır.
Yeni stratejiye göre hegemonya altındaki Türkiye gibi ülkelerde siyasetin yeniden yapılandırılması gerekir ve bunu makas değişimi olarak tanımlayalım. Terzi makasını değil, trenlerin hat değiştirmesi için kullanılan makasları benzetme için kullanıyoruz!

Birinci Makas

1990 sonrası Sovyetler Birliği’nin bir karşı devrim ile çözülmesinden sonra “soğuk savaş” döneminin kapitalist ülkelerdeki emekçilere biraz olsun nefes aldıran denge politikaları hızla değişti. ABD emperyalizminin mutlak öncülüğünde ve AB emperyalizminin mutlak işbirlikçiliğiyle ülkelerin çoğunda siyaset yeniden yapılandırıldı.
Makas değişiminden sonra yeni hat, sermayenin önündeki bütün engellerin temizlenmesini ve emekçi sınıfların elde ettiği kazanımların geri alınmasını öngörüyordu.
Türkiye’de 24 Ocak Kararları ve Derviş’in “15 Günde 15 Yasa”sı ile netleşen emekçi düşmanı ve akıl dışı programı uygulayacak bir siyasete ihtiyaç vardı. Mili Görüş, Gülen Cemaati ve liberallerin oluşturduğu koalisyon ABD, AB emperyalizmi ve Türkiye sermayesinin ortak kurgusuydu.
Toplumsal olanın sermayeye devri o kadar büyük bir yağmaydı ki bu ancak gerici ve otoriter bir rejimde başarılabilirdi, bu nedenle Türkiye’nin piyasa ile barışık gericilerini tercih ettiler.
Ve AKP bu programın yürütücüsü olarak sınıfına müthiş bir hizmet sundu.

İkinci Makas

İşler tam rayına girmişken Çin ve Rusya’daki sermaye birikimi, bu ülkelerin ABD hegemonyası dışında davranması ve rekabet etmeye başlaması emperyalist hegemonya krizini doğurdu. Türkiye gibi orta büyüklükteki kapitalist ülkelerin sermaye sınıflarında bu krizi bir fırsata çevirme uyanıklığı kendini gösterdi. Türkiye sermayesi bir alt emperyalist olma –Yeni Osmanlıcılık- şansını kendince denedi.
ABD ve AB emperyalizmi küçük nüanslarla ama ortaklaşa bu uyanıklığa son verme ve Türkiye’yi ait olduğu yere, Batı emperyalizmine sıkıca bağlamak için siyaseti yeniden yapılandırmak üzere harekete geçti.
Gülen tarikatı ve liberaller AKP’de cisimleşen koalisyonu 2011 sonrası terk etmeye başladı. Yeniden yapılandırmada CHP, MHP ve HDP kendine düşen rolü oynadı.
Olanlar çok yeni, ayrıntıya gerek yok. Yaşanan yolsuzluklarla ilgili ses kayıtlarının basına verilmesi, Ekmeleddin’in muhalefetin ortak adayı olarak saptanması, HDP’nin kendi adıyla seçimlere girmeye karar vermesi, vekalet almış ekiplerin patlattıkları bombalar ve en nihayet 15 Temmuz darbe girişimi bu makas değişimi olasılığının ürünüydü.

Üçüncü Makas

İngiltere’nin halk oyuyla AB’den çıkmaya karar vermesi ve Trump’ın seçilmesiyle, batı emperyalizmine yön veren tekellerin çıkarları ve stratejileri ayrıştı.
Trump ve Avrupa’da yükselen sağ popülizm; Rusya’yı tarafsızlaştırmayı veya ittifaka almayı ve Çin’e topyekun bir sefer başlatmayı amaçlıyor.
Buna karşılık merkezinde Almanya’nın durduğu AB’nin merkez siyaseti, Rusya ile bir gerilim yaşayarak bölgesel genişlemeyi amaçlıyor ama Çin seferine katılmak istemiyor.
Türkiye treninin hangi hattı izleyeceği uluslararası bir gerilim haline geldi.
Trump önceki dönemde siyasi yeniden yapılandıranın araçlarından olan savcı Bharara’yı görevden aldı, buna karşılık Almanya açıkça Gülen tarikatına ve liberallere sahip çıktı.
Almanya Türkiye’nin battığını söylüyor, ABD ise sessiz kalıyor, hatta daha önce kıyamet koparacak Rus S-400’lerinin satın alınmasına bile ses etmiyor.
Bütün milliyetçi söylemine rağmen emperyalizmin doğrudan araçlarından olan MHP iki emperyalist merkez arasında bölündü.
Buyurun hangi beladan istersiniz?
Bu yüzden emekçi sınıflar emperyalizmin tren(ler)ini devirip, kendi hatlarını inşa etmek zorundalar.

İllaki emekçi sınıfların örgütlü “Hayır”ı!

Erhan Nalçacı / SOL

Maskeli balonun sonu - Nilgün Cerrahoğlu

Dünya şok içinde Türkiye’yi izliyor. Türkiye’deki gelişmeler artık sürekli Avrupa basınının manşetlerinde.
İtalya’da örneğin önceki gün THY’ye getirilen “tablet, lap-top yasağı” manşetteydi.
Dün, Erdoğan’ın “Bu gidişle Avrupalılar yolda güvenle yürüyemez!” sözleri muhafazakâr “Libero”nun manşetine çıkmıştı. Bugün de soldaki “Il Dubbio” gazetesi gözaltına alınan “80 avukatı” manşete yerleştirmiş. “Erdoğan hakları çiğniyor. 80 avukat tutuklandı” ifadesiyle irdelenen manşet haberde “basma kalıp Gülen yandaşı adı altında muhaliflerin haklarını savunan avukatlar gözaltına alınıyor” deniyor ve Türkiye’nin “mutlak otoriter rejime kasvetli bir geçiş” yaşadığı vurgulanıyor.
Millet niye böyle işi gücü bırakıp günü gününe Türkiye’yi izliyor?” derseniz, bu sorunun en kısa yanıtı şu: Bir dünya yıkılıyor ve yeni bir dünya kuruluyor... 

Ortadoğu’ya nasıl savrulduk?
 
Sıklıkla duyduğum saptama şöyle: “Post Berlin duvarı dünyası da yıkıldı!” Bununla, Berlin Duvarı ertesini tanımlayan “11 Eylül kodlarının da değiştiği” anlatılıyor.
11 Eylül sonrası da aslında yekpare bir dönem değildi.
Afganistan ve Irak savaşları, sonra Obama yıllarının Arap Baharı ve Suriye savaşı... hepsi uluslararası ilişkilerde çok farklı boyutlar ve farklı olguları beraberinde getirdiler.
El Kaide örneğin, metastaslaşan bir kanser gibi bu süreçte IŞİD’e dönüştü.
İkiz kuleleri yıkan üst düzey teknoloji uzmanlığı gerektiren uçaklar”dan, herhangi bir araba direksiyonunda yoldaki yayaları biçen yaygın terör ortamına girildi, “cihad ideolojisi” Avrupa’nın damarlarına işledi.
Trump’ın “uçakta tablet yasağının kapsadığı”, İstanbul’u da içeren “Ortadoğu havaalanları listesinin”de açık biçimde ortaya koyduğu üzere Ortadoğu bizi de yutacak şekilde genişledi…
Türkiye esasında bir günde coğrafya değiştirmedi. RTE “genişletilmiş Ortadoğu projesinin (GOP) eşbaşkanı” ilan edildiğinden… başka deyişle AKP iktidara geldiğinden bu yana, biz 15 yıldır zaten Ortadoğu’ya geçiş yapmıştık. Ne ki “proje”nin ortaya atıldığı o yıllarda, adından da anlaşıldığı üzere bir “eşbaşkanlık” söz konusuydu. Bu “eşbaşkanlık”, öbür ayağında ABD Başkanı’nın olduğu paralel bir çizgide yürümeyi gerektiriyordu.
GOP’un tam adı nitekim, “genişletilmiş Ortadoğu ile müşterek gelecek için ortaklık”tı…
Bush’la dolaşıma sokulan “eşbaşkanlığın açılımı”, Obama yıllarında giderek sonra “ılımlı İslam demokrasisi” ve “model ülke” jargonuna dönüştü.
Model”in el üstünde tutulmasının nedeni, kimlik değerlerini korumakla birlikte, Batı’yla çatışmaması ve bir “hibrit/melez” yapı içinde de olsa -en azından sureti haktan görünerek- demokrasinin temel unsurlarına ters düşmememesiydi.
Aslansın, kaplansın! Senden büyük yok!” sıvazlamalarıyla bu model sürdürüldü. Ama içte Tahrir’i izleyen Gezi, dışta da Suriye savaşı, iğne sokulmuş bir balon gibi bu modeli patlattı.
Gezi’nin şiddet kullanılarak bastırılması, Suriye savaşıyla ülkemizin bir “cihad otoyolu” olarak anılması ile beraber AKP’nin takkıyyesi çöktü. Moda deyimle “maskeli balo” bitti ve -heyhat!- “maskeler düştü”. Başlı başına Suriye, dünyada jeopolitik dengeleri altüst ederek değiştirdi. 

Çöküşün merkez üssü
 
Şimdi nerede patlayacağı belli olmayan mayın gibi RTE’nin orada burada önüne gelene atarlanması, bu dev jeopolitik depreme tekabül ediyor.
Uluslararası düzen çöküyor, eski dostluklar ve ortaklıklar bozuluyor. Yeni ortaklıklar ise sürekli kısa devre yapıyor.
Taze “dostluk sayfası açılan” Rusya’nın maslahatgüzarı bakıyorsunuz jet hızıyla Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’na çağırılmış…
Gerçekte Dışişleri’ne çağrılmayan büyükelçi/ maslahatgüzar kalmadı gibi. Biz çünkü tam çöken düzenin merkez üssündeyiz…
Bir ayda davete icabet eden Alman büyükelçisi, Hollanda maslahatgüzarından sonra Rus temsilci de en son Dışişleri’ni tavaf etti.
Erdoğan’ın dünyada dumura yol açan “haçlı ve hilal çatışması”, “Avrupalılar bu gidişle yolda yürüyemez” demeçleri işte bu büyük savrulmaya isabet ediyor.
Konu bu yüzden referandumda salt milliyetçi oyları u231 çekmekten ibaret değil. Çerçeve çok büyük ve çok boyutlu.
Sonuç ne olursa olsun 17 Nisan’da normalleşme beklemeyin ve kemerlerinizi bağlayın.



Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Bu baloda herkes maskeli - ALİ SİRMEN

Bugün, Avrupa Birliği’ne can veren Roma Anlaşmaları’nın 60. yıldönümü.
Avrupa sürekli oluşum halinde. Şu anda da birbirine zıt bütünleşme ve dağılma eğilimleri birbirleriyle çatışmakta.
İngiltere’nin, pek beklenmeyen ayrılma kararı birliği derinden sarsmış durumda, çeşitli ülkelerde yükselen ırkçı sağ partilerin, AB karşıtlığıyla zenginleştirdikleri popülist siyaset paketleri, birliğin geleceği konusunda ciddi tehditler oluşturmakta.
Ama hâkim olan genel kanı birliğin varlığını sürdüreceği yönünde.
Bu varlığın nasıl süreceği konusunda herkesin üzerinde birleştiği bir görüş yok.
Roma Anlaşmaları’nın 60. yılında Avrupa konusunda herkesin görüş birliği halinde olduğu tek husus, bu kuruluşun içinde görünür bir gelecekte Türkiye’ye yer olmadığıdır.
İlişkinin her iki tarafında da egemen olan şu andaki karşılıklı nefret ortamında açıkça fark edilen bu gerçeği, aslında çok daha önce, ilişkilerin ballı börek yürüdüğü yanlış izleniminin egemen olduğu dönemde de görmek mümkündü. 

***

Nitekim hayal peşinde olmayanlar, 17 Aralık 2004 Brüksel toplantısında, 3 Ekim 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlaması güvencesini alan zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ülkeye dönüşünde zafer şenlikleri ve havai fişeklerle karşılandığı günlerde bile bu gerçeği görmüşlerdi.
Tabii “Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Türkiye’nin ayak sesleri!” havasında olan o zaman henüz potansiyel yandaş medya konumunda olan basında, “arkadaşlar, bu işin sonunda tam üyelik falan görülmüyor, mutabakat metnini okuyunca bu açıkça görülüyor” diyenler azınlıktaydı. Türk kamuoyundaki bu şaşkın zafer çığlıklarına karşılık mutabakatın AB tarafı da, AKP tarafı da en ufak bir yanılgıya düşmeksizin kendi hesaplarını yaşama geçiriyorlardı. Yoksa ne Avrupa’nın Türkiye’yi birliğe almaya niyeti vardı, ne de dengeleri değiştirme çabası içinde olan AKP’nin Avrupa’ya girme talebi. Her iki tarafın istediği de dostlar alışverişte görsün kabilinden müzakerelerin yapılmasıydı.
Daha o sırada bile Avrupa’nın uca doğru gittikçe daha da ırkçılaşan, sağının Türkiye karşıtlığı, bütün kamuoyunu etkiler ve siyasal yelpazenin hepsini Türkiye karşısında tutum almaya zorlar tavrı tırmanıştaydı ve yine daha o sıralarda bile AKP Türkiye’de laik rejimi dinci kalıba sokarken, yarım yamalak demokrasiyi, önce otoriter, sonra da totaliter bir yapıya kavuşturma emelini belli etmekteydi.
Kısacası ne Avrupa’nın siyasal entelijansiyası, Türkiye’nin üyelik talebini karşılamaya hazır ve istekliydi, ne de Türkiye’de gittikçe güçlenen iktidar, AB üyeliğinin önkoşulu olan laik, demokratik yapıya ulaşmaya niyetliydi. 

***

Avrupa’da sağın çekim ve etki alanı dışında kalmayı başarmış olup, konuya sağduyulu ve nesnel yaklaşanların da Türkiye’nin AB üyeliğinin gerektirdiği reformları gerçekleştirip, demokratik bir yapıya kavuşabileceği konusunda ve Tayyip Bey’in “demokrasi tramvayından” ne zaman ineceği hususunda ciddi kaygıları vardı ki sonradan ülkemizde yaşananlar bu kuşkuları doğruladı.
Türkiye - AB ilişkilerinin en ilginç yönü de kimsenin niyetini açıkça dile getirmemesi ve her iki tarafın da karşısındakini oyalayıp uyutacak bir üslup kullanmasıydı.
Her iki taraf da güya birleşmek için konuşuyorlar, ama ikisi de gerçek niyetlerini dile getirmiyorlardı.
Krizin doruğa ulaştığı 2017’de durum değişmiş, iki taraf da birbirleri hakkındaki görüşlerini ve gerçek niyetlerini açıkça telaffuz etmeye başlamışlardır.
Nihai hesaplaşma için 16 Nisan sonrasını beklediğini açıklayan Tayyip Bey, Türkiye-Avrupa ilişkilerini maskeli baloya benzetirken haklıydı.
Gerçekten de bir maskeli baloydu söz konusu olan.
Ama bu baloda, taraflardan yalnız biri ya da öbürü değil, istisnasız hepsi maskeliydi.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Zirve... - BİLGİN GÖKBERK

Mart’ın başında tv’de futbola siyasetin karıştırılması çok yanlış diyen federasyon başkanı Türkpetrol’ü de cebe koyunca daha mart bitmeden “17 Nisan’da evet diyen bir Türkiye’de uyanmak dileğiyle” dedi. 

***
Milli maç gecesi Paris’te Eyfel bile kırmızı beyazken milli takım turkuazdı.
Millet sokaklarda milli marş’la gezerken milletin takımı sahada mehterle ısınıyordu. 


***
Cumhuriyet’ten beri göğsümüzde nal gibi duran ay-yıldız yine yoktu.
Pardon vardı.
Göğsümüzün bi köşesindeki küçücük sponsor amblemi kadardı. 


***
Allah’ın kulesi, betonu, taşı ne giyeceğini öğrenmişti bizimkiler hâlâ öğrenememişti.
Şaşırdık mı?
Hayır!! 


***
O gece..
Fransız bile bizden daha milli kaldı.
Biz bayrağımıza rengimize fransızdan bile daha fransız kaldık.
Sadece utandık. 


***
Bugün..
Gördük ki;
Futbolu yöneten kişi de ülkesinin ismini hâlâ öğrenememiş. 


***
Dibe vuran futbolun zirvesini İbb’ci arkadaş organize edip Katarlı tv’ci arkadaşlar yayınlayınca zirve ‘evet mitingi’ne dönüştü. 

***
Futbola siyasetle gelen, siyaseti sokan, siyasetin kucağında oynatan Kulüpler Birliği başkanı;
‘Evet’ sayın Cumhurbaşkanım her zaman yanınızda olacağız dedi. 


***
Kapısında nal gibi ‘Türkiye’ yazan federasyonun başkanı da hiç sıkılmadan “Yeni Türkiye 2024’deki şampiyonayı alacak güçte” dedi. 

***
Türkiye demedi.
Yeni Türkiye dedi. 


***
İlk defa da olmuyor bu.
Daha önce de ‘Süleyman Seba sezonu Yeni Türkiye’ye hayırlı olsun’ demişti. 


***
Ülkenin KHK ile adı da mı değişti ? 

***
Değişmediyse..
O şampiyonayı alırsak..
Alan Yeni Türkiye olacaksa oynayacak takımın adı ne olacak’?
Türkiye milli takımı mı?
Yeni Türkiye milli takımı mı? 


***
Milli takım sorumluları bi zahmet bu defa cevap verir mi?

***
Federasyon başkanı olmak istediğini söyleyen Rıdvan kardeşimiz ‘evet videosu’ çekip 2 puan almıştı.
Statlardaki İzmir Marşı da federasyonun eksi hesabına yazılmış belli.
Başkan, hazır iktidar karşısındayken günah çıkarttı.
Dileğini açıkladı;
“Sayın Cumhurbaşkanım 17 Nisan’da evet diyen bir Türkiye’de uyanmak istiyorum”.

 
***
İşler tıkır tabii.
Mis.
Kimse ona ‘hayır’ demiyor.
Ne isterse alıyor.
O niye ‘hayır’ desin.


***
Üstelik..
Hayır diyen Türkiye’de uyanmak istese ve söylese başkanlığı daha kürsüden inmeden bitecek.
Türkpetrol bile zirve bitmeden başkasına gidecek.
Filan..
Falan..


***
Evetler bitip, evetçiler gidince.
Miting bitti.
Zirve başladı.


***
Davet edilen yabancı ceo’lar futbol konuşurken salonda 5-10 kişi ya vardı ya yoktu. 

***
Türkçesi..
100 küsür başkan geldi.
Cumhurbaşkanı gidince.
100’ü gitti.
Küsüratı kaldı. 


***
Tane tane anlatalım yine.
Konu Demirören’in evet demesi değil.
Herkes gibi o da ne isterse der. 


***
Ama önce istifa eder
Sonra der. 


***
Konu..
İlk vazifesi futbolu siyasetten uzak tutmak olan kişinin hiç üstüne vazife değilken bu işlere girmesi..
Hiç rahatsız olmadan uluslararası sportif bir toplantıda siyasete balıklama dalması, 17 Nisan sabahı evet diyen bir Türkiye’de uyanmak istyorum diyebilmesi..
Kapısında Türkiye yazan ve cumhuriyet kurumu olan federasyonun içinde açık açık Yeni Türkiye’ye çalışması..
Cumhuriyet’in bütün nimetlerinden faydalanan federasyon yönetimindeki anlı şanlı iş adamlarından profesyonellerinden milli takım sorumlularından 1 Allahın kulunun çıkıp futbolda bu işlerin yeri yok diyip istifa etmemesi..
Yeni Türkiye gibi siyasi bir söylemin, bir partinin ideolojisinin futbolun içine bizzat başkanları tarafından sokulmasına tek laf edememeleri.. 


***
Konu..
Ülkenin evet-hayır diye bölündüğü en hassas günlerde futbolu yöneten kişinin hem de milli maç önesi hocası milletten tam destek beklerken, milli seyirciyi de bölebilecek şeyler söylemesi.
Ona gereken ve hak ettiği cevabı milli takım sorumlularından birinin bile verememesi..
Birinin de çıkıp;
Başkanın kendi görüşüdür, bizi bağlamaz, burda siyaset olmaz, Türkiye Türkiye’dir, eskisi yenisi olmaz, milli takım Türkiye milli takımıdır, tüm Türkiye’nin takımıdır bizi böyle saçma sapan konulara sokmayın diyememesi..


***
Konu..
Zirvede bulunan adı Spor bakanı olan bakanın Tff başkanı sporun dibine kadar siyaset sokarken yerin dibine girip mosmor olacağına mest olması ve gururla yanındaki sayın Cumhurbaşkanına ve Göksel beye bakıp gülümsemesi.. 


***
Uzatmayalım.
Anladınız. 


***
Spor sayfalarına, tv’lerine bakıyorum kaç gündür.
Bu konularda tık yok maşallah. 


***
E normal.
Başbakanın bizzat kendisinin “abidik gubidik işler oluyor hiç aklınıza gelmeyenler başbakan oluyor” dediği ülkede, Zirve’deki abidiklik gubidiklikler de çok normal, hiç aklımıza gelmeyen kişilerin oraya buraya başkan olması da.. 


***
İktidarın Trt’sinde, Katarlı arkadaşların, Rıdvan’ın tv’sinde ve yandaşta havuzda vs’de hiç aklımıza gelmeyen kişlerin istihdam edilmesi de normal...
O arkadaşların bu abidik gubidik işlere ses çıkaramaması da.. 


***
100’de 100 siyaset olan futbolu 100’de 100 futbol’da izlemeye devam.
Teker teker çağırırlar şimdi arkadaşları.
Teker teker ak’larlar. 


***
Allah müstahakımızı versin diyeceğim de..
Gerek yok.
Vermiş zaten.


***
Nokta.


Bilgin Gökberk / CUMHRİYET

Ekonomide durum tespiti - KORKUT BORATAV

Kriz etkilerinin bir bölümü ülke, bir bölümü ise dış kaynaklı. Türkiye ekonomisinin temel sorunu güncel bir krizden çok, işsizliği ve toplumsal bozulmayı sürekli besleyen durgunlaşmadır. 

Referanduma giderken Türkiye ekonomisi için bir “durum tespiti” yapma zamanı geldi. 2016 verilerinin büyük bölümü elimizdedir. Boşlukları dolduracak bilgimiz var.
Nisan’a girdikten sonra, gündemimiz faşizm olacak ve ekonomiyi bir süre unutacağız.
Temmuz 2016 ile Mart 2017 arasında Türkiye ekonomisi bir yandan kriz etkenleri ile; bir yandan da bunları en azından kısmen telafi edebilecek olgularla karşı karşıya kaldı.
Gözden geçirelim.

Genel Görünüm 1: Kriz Etkenleri
Kriz etkenleri ile ne kastediyoruz? Türkiye’ye dönük yabancı sermaye akımlarında yavaşlama; bazı kalemlerde “net çıkışlar”ın oluşması…
Tipik yansıma, döviz fiyatlarının çok hızlı (2016’da büyük çevre ekonomilerinde ikinci sırada) yükselmesidir. Fazlasıyla dolarlaşmış bir ekonomide yaşıyoruz. Dövizle borçlanan, kazançları ise TL ağırlıklı olan şirketler sıkıntıya sürüklenir.
Olası iflaslar patlak verirse bankalar da etkilenir. Uzun ve sert bir süreç finansal bir krizi de gündeme getirebilir.
Bu kriz etkenlerinin bir bölümü Türkiye’den kaynaklandı: 15 Temmuz darbe girişimi, sonrasındaki OHAL uygulamaları ve bunların sonunda Türkiye’nin kredi puanının düşürülmesi uluslararası finans çevrelerini caydırıcı doğrultuda etkiledi.
Bir bölümü ise dış kaynaklıdır: Trump’ın başkanlığının yarattığı şokun, Kasım 2016’dan itibaren tüm çevre ekonomilerinden sermaye çıkışlarına yol açması…
Bu olumsuz (“çifte kavrulmuş”) ortam Türkiye’ye de yansıdı. 2016’nın ikinci yarısında yabancı sermaye girişleri bir yıl öncesine göre üçte iki oranında düştü.

Genel Görünüm 2: Telafi Etkenleri
Telafi etkenlerinin bir bölümü uluslararası finans kapitalin doğasından kaynaklanır: Uluslararası kredi puanının “çöp” düzeyine indirilmesi, dev kurumsal yatırımcıların Türkiye’ye fon aktarımlarını önler. Ne var ki, sıcak para akımlarının ana kitlesini spekülatif rantiyeler sürükler. Yerli para önemli boyutlarda değer yitirince, hisse senetleri, tahviller, tüm finansal varlıklar fazlasıyla ucuzlar; para girişi başlar.
Örneğin, Şubat 2017’de spekülatif yatırımcılar bu ortamın oluştuğunu düşünerek hisse senedi ve tahvil alımına 849 milyon dolarlık net yatırım yaptılar. Mart’ın ilk iki haftasında da benzer eğilim ağır basmaktadır.
İkinci bir telafi etkeni, Ocak 2017 sonrasında uluslararası finansal ortamdaki düzelmedir. Trump’ın başkanlığı ABD borsalarında kesintisiz bir coşkuya yol açtı; endeksler bir dizi tarihsel rekor kırdı. FED’in Mart 2017 kararı “teskin edici” bir rol oynadı; kötümser beklentileri yok etti. Çevre ekonomilerine dönük finansal akımlarda genel bir canlanma başladı. Türkiye’nin Ocak 2017 ödemeler dengesi verileri, Türkiye’nin de bu olumlu ortamdan etkilendiğini gösteriyor.
Türkiye’ye özgü bir telafi etkeni de, her kriz ortamında (ve keza Temmuz-Aralık 2016’da) ortaya çıkan yüksek boyutlu “karanlık” döviz girişidir.
Dolayısıyla bu etkenler sayesinde dış kaynak akımlarının olumsuz seyri frenlendi; bir kriz ortamına dönüşmedi. Yine de 2016 ortalamalarının üstünde seyreden döviz fiyatları istikrarsızlığı beslemektedir.
Genişletici para ve maliye politikaları da kriz etkenlerini frenledi.
Referandum ortamı, neoliberal reçeteleri aşındırdı. Cumhurbaşkanı ısrarla kredi faizlerini baskı altında tutmaya çalıştı.
Tamamen başarılı olamadı. TCMB politika faiz oranını sabit tuttu; ama bankaların kısa vadeli fonlanma maliyetlerini artırdı. Bankalar ise baskıya ayak uydurmak zorunda kaldılar. Enflasyonun ve on yıllık tahvil faizlerinin artmasına rağmen, Mart 2017’de ortalama konut kredi faizleri (%11,1) bir yıl öncesinin 3,3 puan altındadır. Ticari kredi faizleri dahi (%15,3) on iki ay öncesinden düşüktür.
KOBİ’lere, inşaatçılara ve istihdama dönük bütçe kaynaklı sübvansiyonlar aracılığıyla maliye politikası genişletici doğrultuda işlemektedir.
Kriz etkenleri ile bunları dıştan-içten telafi eden karşıt güçlerin bileşkesi nasıl sonuçlandı?
Ekonomik göstergelere bakalım.

Büyüme: Ana sorun durgunluktur
Büyüme göstergelerini tartışırken TÜİK’in bir olup-bitti sonunda karşımıza çıkardığı milli gelir serilerine güvenemiyoruz; onları doğrudan kullanamıyoruz. Nedenleri daha sonra açıklayacağız.
Türkiye ekonomisi 2016’ya belirgin bir durgunlaşma sonrasında girmişti. Son dört yılın (2012-2015’in) ortalama büyüme hızı yüzde 3,4’tür. Bu temponun önümüzdeki dönemin potansiyel büyüme hızı civarında olduğunu tahmin ediyorum.
Gelelim 2016 büyüme verilerine... Sanayi üretim endeksleri, geleneksel milli gelir hesaplarının öncü göstergesidir. TÜİK, sanayi üretiminin 2016’da yüzde 1,9 oranında artmış olduğunu belirledi. 2010-2015 (esneklik) ortalamalarını uygularsak, bu oranın ekonominin 2016’daki büyüme hızına yakın olması beklenmelidir.
TÜİK, Ocak-Eylül 2016 için üçer aylık büyüme oranlarını tahmin etmiş. Bunları önce 2015’in eski verileriyle karşılaştıralım. Sonra da 2016’nın son üç ayının sanayi üretim verilerine bağlayalım. Sonuçta, 2016’nın tümüne ait büyüme hızını da yüzde 2,2 civarında tahmin edebiliyoruz.
Bu büyüme temposu yeterli midir? Geçen yılın ortalama istihdam ve işsizlik verilerine bakarak yanıtlamaya çalışalım.
Milli gelirin (tahminimize göre) %2,2 oranında arttığı 2016’da istihdamın artış oranı sadece %1,7’dir. İşgücü piyasalarına katılan nüfus ise %2,9 oranında artmıştır. Yeterince istihdam yaratmayan, “zayıf, mecalsiz” bir büyüme temposu söz konusudur.
Sonuç, işsiz sayısında bir yılda 273000 artış; işsizlik oranının ise yüzde olarak 10,3’ten 10,9’a çıkmasıdır. Tarım dışında, genç nüfusta, üniversite mezunlarında işsizlik oranları daha da yüksektir. İş aramaktan vazgeçenleri de katarsanız “geniş işsizlik oranı” %17,4’e çıkacaktır.
İşsizlik oranlarının artmaması için gereken büyüme hızı ne olmalıdır? Her yıl, geçen yıldaki gibi işgücü piyasalarına yüzde 2,9 oranında yeni insanın katıldığını kabul ediniz. 2016’da milli gelir artışının istihdamı sürükleme katsayısını uygulayınız. Bu insanların tümüne iş sağlayacak (yani işsizlik oranını artırmayacak) büyüme hızının yüzde 3,8 olması gerektiğini çıkarsayacaksınız. Esasen yüksek olan işsizliği sadece koruyacak; artmamasını sağlayacak bir büyüme temposuna ulaştınız.
Son dört yılda ortalama büyüme hızı daha düşük (yüzde 3,4) kaldığı için işsizlik artmıştır. Sayılara bakalım: Yüzdeler olarak işsizlik oranı 2012’de 8,4’tür; 2015’te 10,3’, bir sonraki yıl da 10,9… Bu arada işsiz sayısı da 1,1 milyon artmıştır.
TÜİK’in yeni milli gelir verilerine inanırsak 2012-2015 döneminin ortalama büyüme hızı yüzde 6,3’müş. Bu tempo gerçek olsaydı, işsizlik sayılarında ve oranında yine TÜİK’in belirlediği artışlar söz konusu olabilir miydi?
İki bulgudan biri yanlıştır. Sadece istihdam-işsizlik istatistikleri ile değil, çok sayıda başka bulgu ile de tutarsız olduğu için, yeni milli gelir serilerine güvenemiyoruz; onları olduğu gibi kullanamıyoruz.
Bu bulgular göstermektedir ki, Türkiye ekonomisinin temel sorunu güncel bir kriz değil, işsizliği, toplumsal bozulmayı sürekli besleyen durgunlaşmadır.

Kırılganlık göstergeleri
TCMB verilerini hâlâ güvenerek, yararlanarak kullanıyoruz. Ekonominin dışsal kırılganlık göstergelerinin çoğunu da o kaynaktan elde ediyoruz.
TCMB’nin 20 Şubat 2017 tarihli, Reel Sektör Kur Yönetimi başlıklı belgesinden hareket edelim.
Belge açıklamaktadır ki, 2016’da şirketlerin toplam finansal yükümlülüklerinin %60’ı yabancı paralıdır; döviz varlıklarıyla yükümlülükleri arasındaki fark “eksi”dir; -208 milyar dolara ulaşmıştır. Bu fark, 2008-2016 arasında sürekli genişlemiştir ve bugün “reel sektörün yabancı para açık pozisyonu yüksek olup finansal istikrar üzerinde risk oluşturmaktadır.” (s.4).
TCMB belgesi, ayrıca, dövizli kredilerin %28’inin sanayi kolunda yoğunlaştığını belirtiyor. Döviz gelirleri düşük olan inşaat, emlak, kira sektörleri ise bu kredilerin %20’sini kullanıyor. Döviz kredileri ile döviz kazançları arasındaki oranların sektörler itibariyle dökümü verilmiyor. TCMB ayrıntılı bir döviz riski takip modeli oluşturmaktadır. Bu bilgilerin kısa zamanda yayımlanmasını bekleyeceğiz.
2016 çalkantısından sonra bazı nicel kırılganlık göstergeleri hafifledi. Bozulan dışsal ortamla ilgili iki etken rol oynadı. Birincisi, yabancı sermaye çıkışlarının önemli bir bölümü, vadesi gelen dış borç anaparalarının ödenmesinden oluştu ve dövizli borç yükü bir nebze hafifledi.
Örnek vereyim: Özel sektörün doğrudan yurt dışından aldığı kredilerin bir yıl içinde vadesi dolacak olanların toplamı son yedi ay içinde 72 milyar dolardan 66 milyara düşmüştür. Nedeni, anapara ödemeleridir; yani doğrudan kriz ortamının (“sermaye çıkışı” olarak kayda geçen) yansımasıdır.

Uluslararası yatırım pozisyonu daima eksi
İkinci bir etken, dövizin pahalılaşmasının istatistiklere yansımasıdır. Döviz bozdurularak satın alınan (TL’li) hisse senetlerinin, tahvillerin vd. değerleri (“net çıkış” olmasa bile) aşınır. Türkiyeli şirket, banka ve bireylerin dış dünyadaki varlıkları ile yabancıların Türkiye’deki varlıkları arasındaki farka “uluslararası yatırım pozisyonu” denir. Bu pozisyon Türkiye için daima “eksi”dir. Mart-Eylül 2016 arasında da “eksi” 405 milyar dolardan “eksi” 392 milyara inmiştir. “Net çıkış” olgusuna ilaveten (ve belki de asıl önemlisi), TL’nin değer yitirmesi, menkul kıymetlerin dolar cinsinden değerlerinin aşınmasıdır.
Geçmişte olduğu gibi krizin kendisi, dış kırılganlık göstergelerinin hafiflemesini sağlar; işler “normalleşince” bozuk düzene geri dönülür.
Bir göstergeye daha değinelim: Son iki yılda toplam dış borçlar artmıştır; ama ekonomi yönetimi bunların bileşimini düzeltmiş; kısa vadeli borçların payını düşürebilmiştir.
2014 sonu ile Eylül 2016 arasında dış borçlarda 15 milyar dolarlık artış gerçekleşmiştir.  
(402 milyar ➞ 417 milyar). 
Aynı dönemde uzun vadeli borçlar artarken
(270 milyar ➞ 313 milyar), 
kısa vadelilerde belirgin bir azalma
(132 milyar ➞ 103 milyar) sağlanmıştır.

Sürekli eleştirecek değiliz ya… Ekonominin dışsal kırılganlıklarının bir nebze de olsa hafiflemesi önemli, olumlu bir adımdır.


Korkut Boratav / BİRGÜN