Daha birkaç ay önce Trump’ı bu ülkede ağırlamaktan onur duyacağını
söyleyenler, şimdi Filistin Davası’nı anti-emperyalist giysilerle
sunmaya çalışmaktadır. Oysa artık mızrak çuvala sığmıyor ve geçmişi
antiemperyalist hareketle mücadeleyle yüklü bir hareketin bu yeni
“anti-emperyalist” maskesi asla inandırıcı olamıyor.
Kudüs, New York, komplo, Halk Bankası... İşte bir araya gelmesi zor bir sürü sözcük ki, belli bir konjonktür onları yan yana koydu ve dış politikamızın şifreleri haline getirdi. Gerçekten de Beyaz Saray’daki “Neron” ve New York’taki “tiyatro”, bu ülkede bir süre daha uykuları kaçıracağa benziyor. Daha çok da iş çevrelerinde! Bir iktisatçımıza göre son günlerde iş adamlarını, en fazla, “bir süredir dış politika uygulamalarının tümüyle iç politika kaygılarıyla uygulanması” üzüyormuş! Hele “Batı ile iplerin gerçekten kopma noktasına” gelmiş olması çok ürkütücü imiş! Aralarında Halk Bankası’na verilebilecek cezayı bile tartışıyorlarmış! (E. Sağlam, Hürriyet, 18 Aralık).
Yine de AKP çevrelerinde iyimserlik rüzgârları esiyor ve iktidar sözcüleri gelişmeleri hala seçim gözlükleriyle okumaya çalışıyor. Örneğin AKP’ye yakın bir yazarın kaleminden şu satırları okuyoruz: “Dün birçok araştırma şirketi sahibiyle görüştüm, hepsi aynı şeyi söylüyor: Türkiye kamuoyunda bu davanın inandırıcılığı yok denecek kadar azaldı. Aksine, özellikle ABD’nin Kudüs kararından sonra artan anti-Amerikanizmle beraber dava Erdoğan ve AK Parti’ye yarıyor” (N. Alçı, HaberTürk, 15 Aralık). Sanki sorun sadece AKP’nin seçim barometresiyle ilgiliymiş gibi… Aynı duygularla New York’ta duruşmaları izleyen bir gazetecimiz de davanın çöktüğünü, komplonun farkına varan hâkim Berman’ın “davanın düşmesini” önlemek için manevralar yaptığını müjdelemişti. (S. Turgut, 19 Aralık).
Böylece New York davası bir para aklama davası olmaktan çıkıyor; anti-Amerikanizm ve Kudüs bayrakları altında finans sistemimiz için bir paratoner haline geliyor. Ne var ki bu arada New York’tan da hayli farklı sesler geliyor. Örneğin duruşmalarda Halk Bankası avukatı V. Rocco, M. Hakan Atilla’yı şöyle savunuyor: “Delillerin göstereceği gibi, Mr. Atilla, bir fırtınanın, kitlesel rüşvet, yalan ve entrikadan oluşan uluslararası büyük bir fırtına girdabının ortasında, sadık ve çalışkan bir memurdur; Zarrab’ın bahtsız ve çaresiz piyonlarından biridir”. (N.Y. Times, 16 Aralık).
Hâkim ve jürinin söz konusu “delil”leri nasıl değerlendireceğini yakında öğreneceğiz; fakat şimdiden söyleyebiliriz ki, Avukat Rocco’nun sözleri, teatral tonda da olsa, kulaklarımızda hayattan alınmış bir dramın tınlamasını yapıyorlar. Belli ki New York’ta Ankara’dan çok farklı rüzgârlar esiyor ve farklı hesaplar yapılıyor. Ve bu koşullarda Türkiye’de yanıtlanması gereken temel soru da şu şekilde ortaya çıkıyor: New York’ta görülen davayla bir ilgisi olmayan, fakat tam bu sırada patlak veren Filistin sorununa nasıl bakacağız? Onu iç politikada sıkışmış bir iktidarın, Kudüs Sancağı altında yücelttiği bir “İslam davası” olarak mı göreceğiz? Yoksa olaya “ezilen bir halk”ın davası olarak mı bakacağız?
•••
İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul toplantısında birinci yol seçildi ve bu da hiç kuşku yok ki ne Türkiye, ne de Filistin halkı için hayırlı oldu. Trump’ın bütün dünya tarafından kınanan kararına karşı, bu defa da Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti ilan etmek hakkaniyete hiç de uygun değildi. Ayrıca, bu, sık sık gönderme yapılan BM kararlarına da aykırıydı. Kudüs üç semavi dinin de kutsal şehridir ve statüsü de buna uygun olmalıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler daha 1947’deki kararında Kudüs’ü “Corpus separatum” olarak nitelemiş ve kendi denetiminde özel bir statüye sokarak siyasal çekişmelerden uzak tutmaya çalışmıştı. Daha sonraki kararlarında da BM hep bu ruha sadık kaldı. Geçen hafta Mısır’ın girişimiyle BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ve sorunun “müzakere yoluyla çözülmesini” öneren tasarı da İstanbul’da oylanan karardan farklı ve çok daha ılımlı idi.
Kısaca, Genel Kurul’da büyük çoğunluğun bu kararı desteklemesinin de gösterdiği gibi, bu konuda uluslararası camiada bir konsensüs oluşmuştu.
Gerçekten de daha 1980’de İsrail Meclisi, Kudüs’ü “başkent” ilan edince BM Güvenlik Konseyi harekete geçmiş ve 478 sayılı kararı ile bunu “hükümsüz” saymıştı. Oysa 478 sayılı karar sahadaki fiili işgal durumunu değiştirmiyordu. Peki, bu duruma nasıl gelinmişti? Bu koşulların oluşmasında ecdadımızın payı neydi? O halde başından başlayalım ve bu tabloya temel teşkil eden Osmanlı mirasıyla ilgili tarihi bir gezinti yapalım.
•••
Kudüs, Osmanlı egemenliğine Yavuz Selim’in Mısır seferi (1517) ile geçmişti ve bu egemenlik tam dört yüz yıl sürdü. Ne var ki bu kadim şehrin tarihi kavgalarla doludur ve bu kavgalar Osmanlı döneminde de devam etti. Bölge tarihçisi E. H. Cline’a (Jerusalem Besieged, 2005) göre Kudüs, binlerce yıllık tarihinde iki kez tahrip edilmiş, 23 kez kuşatılmış, 52 kez saldırıya uğramış ve 44 kez de zapt edilmişti.
Yavuz, Mısır seferinde Halife Mütevekkil’den çok Mekke Şerifi’ne önem vermiş ve ondan “iki kutsal şehrin hizmetkârı” (Hadim-ül Haremeyn el-Muhteremeyn) sıfatını almıştı. Aslında daha 1492’den itibaren İspanya ve Portekiz’den kaçmak zorunda kalan Yahudiler Osmanlı Devleti’nde çeşitli bölgelere ve büyük şehirlere yerleşmişlerdi. Özellikle İstanbul 44 Sinagogu ve 30.000’i bulan Yahudi nüfusu ile Avrupa’nın en kalabalık Musevi nüfusu olan şehri haline gelmişti. Kudüs’te 1488’de 70 Yahudi ailesi varken 16. yüzyıl başlarında 1500 kadar aileden oluşan bir cemaat ortaya çıktı. Kudüs ve Mescidi Aksa, İslam dünyasında kutsallık açısından (Mekke’deki Mescidi Haram ve Medine’deki Mescidi Nebevi’den sonra) üçüncü sırayı işgal ediyordu. Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman döneminde şehir barış ve huzur içinde yaşadı. Kanuni şehri bir surla koruma altına aldırmış; su kanallarını yenilemiş; çeşmeler yaptırmıştı. Eşi Hürrem Sultan da bir külliye ile şehrin canlılığına katkıda bulundu.
Kanuni devrinde banker Yasef Nassi, IV. Mehmet zamanında da Sabetay Sevi Yahudi gücünün simgeleri oldular. Osmanlı Yahudilerinin tarihini yazan Moise Franco, eserinde, “Türkiye’de Yahudiler bu dönemde o kadar özgür oldular ki, diyordu, saf, fakat uğradıkları bunca zulümden sonra doğal bir hayalcilik kendilerini yakında bir peygamberin geleceğine inandırdı”. Bilindiği gibi 17. yüzyılın ortalarında, Sabetay Sevi’nin şahsında, bu peygamberin geldiğine de inandılar. Oysa tımar sisteminin giderek bozulması ve merkeziyetçiliğin zayıflaması ile Kudüs tarihinde yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemde Kudüs’te merkezi iktidara karşı önce yerel beyler, sonra da Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar güç kazandılar. Ayanlık sistemi Kudüs sancağının güçlü yerel ailelerin (Tûkan, Halidî, Hüseynî) eline geçmesine yol açmıştı. (TDV İslam Ansiklopedisi, Kudüs, Kamil Cemil el Aselî).
•••
17. yüzyılda Osmanlı Hıristiyanları arasında Ortodokslar çoğunlukta olsalar da Latin Kilisesi’nin himayesi Katoliklere bir üstünlük sağlıyordu. Özellikle Fransa 1659 kapitülasyonları ile Osmanlı Devleti’nde ayrıcalıklar elde etmişti. 1740 kapitülasyonları bunları daha da pekiştirdi. 100 yıl kadar sonra ise, Rusya, Mısır valisi karşısında acze düşmüş bir sultana karşı harekete geçiyor, Kutsal yerlerin himayesini sağlamak üzere Dersaadet’e tam yetkili Mençikof’u elçi olarak gönderiyordu. Oysa bu tablo sadece Fransızları değil, Protestan İngilizleri de korkuttu ve hep birlikte Sultan’ın yardımına koştular. Kutsal topraklar Rus çarının keyfine terk edilemezdi. Kırım Savaşı bu koşullarda başladı.
•••
1848 devriminden sonra Avrupa’da özgürlüklerine kavuşan ve büyük bir finans gücü oluşturan Yahudiler de Kırım Savaşı’ndan sonra Kudüs’e farklı gözlerle bakmaya başlamışlardı. Savaşı finanse edenler arasında ünlü Yahudi ailesi Kamondo’lar da vardı. Savaştan sonra Yahudilerin en büyük dost ve koruyucuları da III. Napolyon oldu. 1860’da Fransa’da kurulan Evrensel Yahudi Birliği (Alliance Israelite Universelle) kısa zamanda bütün ülkelerde şubeler açmış ve 1867 yılından itibaren de Osmanlı Devleti’nde okullar kurmaya başlamıştı. Birliğin Osmanlı şubesini Kamondo’lar yönetiyordu ve aile üyeleri, sarrafı oldukları Fuat Paşa’dan da Mecidiye nişanı almışlardı. (Nora Şeni, Les Camondo, 1997). Aynı yıl Birlik kurucularından Charles Netter, örgüte, Doğu ülkelerinden Yahudi kutsal topraklarına (Erez Israel) bir göç sağlamak ve bu topraklarda tarımsal yerleşme birimleri kurmayı önermişti. Netter bu amaçla Erez Israel’e yollandı ve bu girişimlerin sonucu olarak da, iki yıl sonra, Yafa civarında 2600 dönümlük bir arazi üzerinde bir okul kuruldu. Yine 1869 yılında, Birlik’in kuruluşunda en çok yardımda bulunanlardan M. Hirsch, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayacak demiryolu hattının imtiyazını alıyor ve işe başlıyordu. Yine de Yahudilerin Erez Israel’e yerleşme konusunda en büyük girişimleri, Theodore Herzl sayesinde Abdülhamit döneminde gerçekleşecektir.
•••
Bir Avusturyalı Yahudi olan Theodore Herzl, 1896’da yayınladığı eserle (Der Judenstaat- Yahudi Devleti) Siyonizm’in temellerini atmıştı ve aynı yıl İstanbul’u ziyaret etti. Bu ziyaretinde bazı Osmanlı yöneticileri ile görüşme imkânı bulmuş, fakat bir şey elde edememişti. Yılmadı, ertesi yıl Bâle şehrinde toplanan Siyonist Kongre’de iskân planlarını açıkladı. Kongre, Herzl’in önerisi ile Abdülhamit’e de “Yahudilere karşı iyi tutumundan ötürü” bir teşekkür telgrafı yollamayı ihmal etmemişti. Ne var ki bir yıl sonra Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Kudüs’e yaptığı ziyaret oyunu bozuyor, sahneye yeni ve güçlü bir aktör çıkarıyordu. Herzl yine yılmadı; onunla da görüşme olanağı buldu ve İmparator’a Yahudi iskânının bölgeyi nasıl refaha kavuşturacağını anlattı. Oysa Wilhelm’in Yahudilere hiç de sempatisi yoktu ve bölgenin daha çok Almanlar tarafından iskânını tasarlıyordu.
1901’de Herzl bu kez de Abdülhamit’in huzuruna çıktı. Görüşmeyi Sultan’ın güvenine sahip olan şarkiyatçı A. Vambery sağlamıştı. Sultan’a heyecanla Yahudilerin sadakatini anlatıyor, Osmanlı Devleti’ne Yahudi bankerlerden sağlayacağı kredileri dile getiriyordu. Görüşme dostça geçti; Sultan kendisinden bir plan yapmasını istedi ve Herzl de umutla Paris ve Londra’nın yolunu tuttu. Ne var ki orada beklediğini bulamamış; görüştüğü bankerler “tarihi yardım” kredisine sağır kalmışlardı. Kaldı ki ertesi yıl Herzl tekrar Dersaadet’in yolunu tuttuğu zaman Osmanlı ricalinin de çok farklı planlar içinde olduklarını görmüştü. Abdülhamit, bu konuda eser veren tarihçilere (Walter Laqueur, Simon Doubnov) göre, çıkarcı ve rüşvetçi bir çete tarafından kuşatılmıştı. Sadece İzzet Paşa, Herzl’den bir milyon sterlin rüşvet istemişti. Onlara göre Yahudiler Kutsal topraklarda toplu şekilde değil, ancak gruplar halinde eyaletlere dağılmış olarak iskân edilebilirdi.
•••
Durum Jön Türk Devrimi ve İttihatçı yönetim zamanında da değişmedi. Aralarında güçlü Yahudiler, Yahudi sempatizanları ve dönmeler olmasına rağmen bu dönemde Türkçülük, İslamcılığın yerini almış, Siyonist planlara set çekmeye başlamıştı. Kaldı ki kısa süre sonra ülke kendisini savaş içinde buldu ve 1917’de de General E. Allenby Kudüs’ü teslim alıyor, Filistin’de otuz yıl sürecek olan İngiliz mandası fiilen başlıyordu. Kudüs’te 1882’de 24 bin olan Yahudi nüfusu 1914’te 85 bine çıkmıştı. Bu tablo gösteriyor ki Herzl’in özlediği “Yahudi Devleti”nin temelleri aslında Osmanlı döneminde atılmıştı.
•••
İsrail Devleti 14 Mayıs 1948’de kuruldu. Günü gününe iki yıl sonra da Türkiye’de Demokrat Parti iktidara geliyor ve Türk dış politikasında yeni bir dönem başlıyordu. Tam anlamıyla Batı uyduluğu şeklini alan bu diplomaside “ezilen halklar” ve “kurtuluş savaşları” diye kavramlar yoktu. Bu dönemde Cezayir halkına bile ihanet edilmiş ve BM’de hep “Cezayir Fransa’nındır” diye oy kullanılmıştı. Bu yüzden DP’yi tarihi referans kabul eden bir partinin bu günlerde kopardığı ve MHP’li ülkücüleri de peşinden sürükleyen Kudüs fırtınası kimseyi yanıltmamalıdır. Aslında Menderes politikası bu kez İslamcı sosla sunulmakta, daha birkaç ay önce Trump’ı bu ülkede ağırlamaktan onur duyacağını söyleyenler, şimdi Filistin Davası’nı anti-emperyalist giysilerle sunmaya çalışmaktadır. Oysa artık mızrak çuvala sığmıyor ve geçmişi antiemperyalist hareketle mücadeleyle yüklü bir hareketin bu yeni “anti-emperyalist” maskesi asla inandırıcı olamıyor.
Taner Timur / BİRGÜN
Kudüs, New York, komplo, Halk Bankası... İşte bir araya gelmesi zor bir sürü sözcük ki, belli bir konjonktür onları yan yana koydu ve dış politikamızın şifreleri haline getirdi. Gerçekten de Beyaz Saray’daki “Neron” ve New York’taki “tiyatro”, bu ülkede bir süre daha uykuları kaçıracağa benziyor. Daha çok da iş çevrelerinde! Bir iktisatçımıza göre son günlerde iş adamlarını, en fazla, “bir süredir dış politika uygulamalarının tümüyle iç politika kaygılarıyla uygulanması” üzüyormuş! Hele “Batı ile iplerin gerçekten kopma noktasına” gelmiş olması çok ürkütücü imiş! Aralarında Halk Bankası’na verilebilecek cezayı bile tartışıyorlarmış! (E. Sağlam, Hürriyet, 18 Aralık).
Yine de AKP çevrelerinde iyimserlik rüzgârları esiyor ve iktidar sözcüleri gelişmeleri hala seçim gözlükleriyle okumaya çalışıyor. Örneğin AKP’ye yakın bir yazarın kaleminden şu satırları okuyoruz: “Dün birçok araştırma şirketi sahibiyle görüştüm, hepsi aynı şeyi söylüyor: Türkiye kamuoyunda bu davanın inandırıcılığı yok denecek kadar azaldı. Aksine, özellikle ABD’nin Kudüs kararından sonra artan anti-Amerikanizmle beraber dava Erdoğan ve AK Parti’ye yarıyor” (N. Alçı, HaberTürk, 15 Aralık). Sanki sorun sadece AKP’nin seçim barometresiyle ilgiliymiş gibi… Aynı duygularla New York’ta duruşmaları izleyen bir gazetecimiz de davanın çöktüğünü, komplonun farkına varan hâkim Berman’ın “davanın düşmesini” önlemek için manevralar yaptığını müjdelemişti. (S. Turgut, 19 Aralık).
Böylece New York davası bir para aklama davası olmaktan çıkıyor; anti-Amerikanizm ve Kudüs bayrakları altında finans sistemimiz için bir paratoner haline geliyor. Ne var ki bu arada New York’tan da hayli farklı sesler geliyor. Örneğin duruşmalarda Halk Bankası avukatı V. Rocco, M. Hakan Atilla’yı şöyle savunuyor: “Delillerin göstereceği gibi, Mr. Atilla, bir fırtınanın, kitlesel rüşvet, yalan ve entrikadan oluşan uluslararası büyük bir fırtına girdabının ortasında, sadık ve çalışkan bir memurdur; Zarrab’ın bahtsız ve çaresiz piyonlarından biridir”. (N.Y. Times, 16 Aralık).
Hâkim ve jürinin söz konusu “delil”leri nasıl değerlendireceğini yakında öğreneceğiz; fakat şimdiden söyleyebiliriz ki, Avukat Rocco’nun sözleri, teatral tonda da olsa, kulaklarımızda hayattan alınmış bir dramın tınlamasını yapıyorlar. Belli ki New York’ta Ankara’dan çok farklı rüzgârlar esiyor ve farklı hesaplar yapılıyor. Ve bu koşullarda Türkiye’de yanıtlanması gereken temel soru da şu şekilde ortaya çıkıyor: New York’ta görülen davayla bir ilgisi olmayan, fakat tam bu sırada patlak veren Filistin sorununa nasıl bakacağız? Onu iç politikada sıkışmış bir iktidarın, Kudüs Sancağı altında yücelttiği bir “İslam davası” olarak mı göreceğiz? Yoksa olaya “ezilen bir halk”ın davası olarak mı bakacağız?
•••
İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul toplantısında birinci yol seçildi ve bu da hiç kuşku yok ki ne Türkiye, ne de Filistin halkı için hayırlı oldu. Trump’ın bütün dünya tarafından kınanan kararına karşı, bu defa da Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti ilan etmek hakkaniyete hiç de uygun değildi. Ayrıca, bu, sık sık gönderme yapılan BM kararlarına da aykırıydı. Kudüs üç semavi dinin de kutsal şehridir ve statüsü de buna uygun olmalıdır. Nitekim Birleşmiş Milletler daha 1947’deki kararında Kudüs’ü “Corpus separatum” olarak nitelemiş ve kendi denetiminde özel bir statüye sokarak siyasal çekişmelerden uzak tutmaya çalışmıştı. Daha sonraki kararlarında da BM hep bu ruha sadık kaldı. Geçen hafta Mısır’ın girişimiyle BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan ve sorunun “müzakere yoluyla çözülmesini” öneren tasarı da İstanbul’da oylanan karardan farklı ve çok daha ılımlı idi.
Kısaca, Genel Kurul’da büyük çoğunluğun bu kararı desteklemesinin de gösterdiği gibi, bu konuda uluslararası camiada bir konsensüs oluşmuştu.
Gerçekten de daha 1980’de İsrail Meclisi, Kudüs’ü “başkent” ilan edince BM Güvenlik Konseyi harekete geçmiş ve 478 sayılı kararı ile bunu “hükümsüz” saymıştı. Oysa 478 sayılı karar sahadaki fiili işgal durumunu değiştirmiyordu. Peki, bu duruma nasıl gelinmişti? Bu koşulların oluşmasında ecdadımızın payı neydi? O halde başından başlayalım ve bu tabloya temel teşkil eden Osmanlı mirasıyla ilgili tarihi bir gezinti yapalım.
•••
Kudüs, Osmanlı egemenliğine Yavuz Selim’in Mısır seferi (1517) ile geçmişti ve bu egemenlik tam dört yüz yıl sürdü. Ne var ki bu kadim şehrin tarihi kavgalarla doludur ve bu kavgalar Osmanlı döneminde de devam etti. Bölge tarihçisi E. H. Cline’a (Jerusalem Besieged, 2005) göre Kudüs, binlerce yıllık tarihinde iki kez tahrip edilmiş, 23 kez kuşatılmış, 52 kez saldırıya uğramış ve 44 kez de zapt edilmişti.
Yavuz, Mısır seferinde Halife Mütevekkil’den çok Mekke Şerifi’ne önem vermiş ve ondan “iki kutsal şehrin hizmetkârı” (Hadim-ül Haremeyn el-Muhteremeyn) sıfatını almıştı. Aslında daha 1492’den itibaren İspanya ve Portekiz’den kaçmak zorunda kalan Yahudiler Osmanlı Devleti’nde çeşitli bölgelere ve büyük şehirlere yerleşmişlerdi. Özellikle İstanbul 44 Sinagogu ve 30.000’i bulan Yahudi nüfusu ile Avrupa’nın en kalabalık Musevi nüfusu olan şehri haline gelmişti. Kudüs’te 1488’de 70 Yahudi ailesi varken 16. yüzyıl başlarında 1500 kadar aileden oluşan bir cemaat ortaya çıktı. Kudüs ve Mescidi Aksa, İslam dünyasında kutsallık açısından (Mekke’deki Mescidi Haram ve Medine’deki Mescidi Nebevi’den sonra) üçüncü sırayı işgal ediyordu. Yavuz Selim ve Kanuni Süleyman döneminde şehir barış ve huzur içinde yaşadı. Kanuni şehri bir surla koruma altına aldırmış; su kanallarını yenilemiş; çeşmeler yaptırmıştı. Eşi Hürrem Sultan da bir külliye ile şehrin canlılığına katkıda bulundu.
Kanuni devrinde banker Yasef Nassi, IV. Mehmet zamanında da Sabetay Sevi Yahudi gücünün simgeleri oldular. Osmanlı Yahudilerinin tarihini yazan Moise Franco, eserinde, “Türkiye’de Yahudiler bu dönemde o kadar özgür oldular ki, diyordu, saf, fakat uğradıkları bunca zulümden sonra doğal bir hayalcilik kendilerini yakında bir peygamberin geleceğine inandırdı”. Bilindiği gibi 17. yüzyılın ortalarında, Sabetay Sevi’nin şahsında, bu peygamberin geldiğine de inandılar. Oysa tımar sisteminin giderek bozulması ve merkeziyetçiliğin zayıflaması ile Kudüs tarihinde yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemde Kudüs’te merkezi iktidara karşı önce yerel beyler, sonra da Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlar güç kazandılar. Ayanlık sistemi Kudüs sancağının güçlü yerel ailelerin (Tûkan, Halidî, Hüseynî) eline geçmesine yol açmıştı. (TDV İslam Ansiklopedisi, Kudüs, Kamil Cemil el Aselî).
•••
17. yüzyılda Osmanlı Hıristiyanları arasında Ortodokslar çoğunlukta olsalar da Latin Kilisesi’nin himayesi Katoliklere bir üstünlük sağlıyordu. Özellikle Fransa 1659 kapitülasyonları ile Osmanlı Devleti’nde ayrıcalıklar elde etmişti. 1740 kapitülasyonları bunları daha da pekiştirdi. 100 yıl kadar sonra ise, Rusya, Mısır valisi karşısında acze düşmüş bir sultana karşı harekete geçiyor, Kutsal yerlerin himayesini sağlamak üzere Dersaadet’e tam yetkili Mençikof’u elçi olarak gönderiyordu. Oysa bu tablo sadece Fransızları değil, Protestan İngilizleri de korkuttu ve hep birlikte Sultan’ın yardımına koştular. Kutsal topraklar Rus çarının keyfine terk edilemezdi. Kırım Savaşı bu koşullarda başladı.
•••
1848 devriminden sonra Avrupa’da özgürlüklerine kavuşan ve büyük bir finans gücü oluşturan Yahudiler de Kırım Savaşı’ndan sonra Kudüs’e farklı gözlerle bakmaya başlamışlardı. Savaşı finanse edenler arasında ünlü Yahudi ailesi Kamondo’lar da vardı. Savaştan sonra Yahudilerin en büyük dost ve koruyucuları da III. Napolyon oldu. 1860’da Fransa’da kurulan Evrensel Yahudi Birliği (Alliance Israelite Universelle) kısa zamanda bütün ülkelerde şubeler açmış ve 1867 yılından itibaren de Osmanlı Devleti’nde okullar kurmaya başlamıştı. Birliğin Osmanlı şubesini Kamondo’lar yönetiyordu ve aile üyeleri, sarrafı oldukları Fuat Paşa’dan da Mecidiye nişanı almışlardı. (Nora Şeni, Les Camondo, 1997). Aynı yıl Birlik kurucularından Charles Netter, örgüte, Doğu ülkelerinden Yahudi kutsal topraklarına (Erez Israel) bir göç sağlamak ve bu topraklarda tarımsal yerleşme birimleri kurmayı önermişti. Netter bu amaçla Erez Israel’e yollandı ve bu girişimlerin sonucu olarak da, iki yıl sonra, Yafa civarında 2600 dönümlük bir arazi üzerinde bir okul kuruldu. Yine 1869 yılında, Birlik’in kuruluşunda en çok yardımda bulunanlardan M. Hirsch, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayacak demiryolu hattının imtiyazını alıyor ve işe başlıyordu. Yine de Yahudilerin Erez Israel’e yerleşme konusunda en büyük girişimleri, Theodore Herzl sayesinde Abdülhamit döneminde gerçekleşecektir.
•••
Bir Avusturyalı Yahudi olan Theodore Herzl, 1896’da yayınladığı eserle (Der Judenstaat- Yahudi Devleti) Siyonizm’in temellerini atmıştı ve aynı yıl İstanbul’u ziyaret etti. Bu ziyaretinde bazı Osmanlı yöneticileri ile görüşme imkânı bulmuş, fakat bir şey elde edememişti. Yılmadı, ertesi yıl Bâle şehrinde toplanan Siyonist Kongre’de iskân planlarını açıkladı. Kongre, Herzl’in önerisi ile Abdülhamit’e de “Yahudilere karşı iyi tutumundan ötürü” bir teşekkür telgrafı yollamayı ihmal etmemişti. Ne var ki bir yıl sonra Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Kudüs’e yaptığı ziyaret oyunu bozuyor, sahneye yeni ve güçlü bir aktör çıkarıyordu. Herzl yine yılmadı; onunla da görüşme olanağı buldu ve İmparator’a Yahudi iskânının bölgeyi nasıl refaha kavuşturacağını anlattı. Oysa Wilhelm’in Yahudilere hiç de sempatisi yoktu ve bölgenin daha çok Almanlar tarafından iskânını tasarlıyordu.
1901’de Herzl bu kez de Abdülhamit’in huzuruna çıktı. Görüşmeyi Sultan’ın güvenine sahip olan şarkiyatçı A. Vambery sağlamıştı. Sultan’a heyecanla Yahudilerin sadakatini anlatıyor, Osmanlı Devleti’ne Yahudi bankerlerden sağlayacağı kredileri dile getiriyordu. Görüşme dostça geçti; Sultan kendisinden bir plan yapmasını istedi ve Herzl de umutla Paris ve Londra’nın yolunu tuttu. Ne var ki orada beklediğini bulamamış; görüştüğü bankerler “tarihi yardım” kredisine sağır kalmışlardı. Kaldı ki ertesi yıl Herzl tekrar Dersaadet’in yolunu tuttuğu zaman Osmanlı ricalinin de çok farklı planlar içinde olduklarını görmüştü. Abdülhamit, bu konuda eser veren tarihçilere (Walter Laqueur, Simon Doubnov) göre, çıkarcı ve rüşvetçi bir çete tarafından kuşatılmıştı. Sadece İzzet Paşa, Herzl’den bir milyon sterlin rüşvet istemişti. Onlara göre Yahudiler Kutsal topraklarda toplu şekilde değil, ancak gruplar halinde eyaletlere dağılmış olarak iskân edilebilirdi.
•••
Durum Jön Türk Devrimi ve İttihatçı yönetim zamanında da değişmedi. Aralarında güçlü Yahudiler, Yahudi sempatizanları ve dönmeler olmasına rağmen bu dönemde Türkçülük, İslamcılığın yerini almış, Siyonist planlara set çekmeye başlamıştı. Kaldı ki kısa süre sonra ülke kendisini savaş içinde buldu ve 1917’de de General E. Allenby Kudüs’ü teslim alıyor, Filistin’de otuz yıl sürecek olan İngiliz mandası fiilen başlıyordu. Kudüs’te 1882’de 24 bin olan Yahudi nüfusu 1914’te 85 bine çıkmıştı. Bu tablo gösteriyor ki Herzl’in özlediği “Yahudi Devleti”nin temelleri aslında Osmanlı döneminde atılmıştı.
•••
İsrail Devleti 14 Mayıs 1948’de kuruldu. Günü gününe iki yıl sonra da Türkiye’de Demokrat Parti iktidara geliyor ve Türk dış politikasında yeni bir dönem başlıyordu. Tam anlamıyla Batı uyduluğu şeklini alan bu diplomaside “ezilen halklar” ve “kurtuluş savaşları” diye kavramlar yoktu. Bu dönemde Cezayir halkına bile ihanet edilmiş ve BM’de hep “Cezayir Fransa’nındır” diye oy kullanılmıştı. Bu yüzden DP’yi tarihi referans kabul eden bir partinin bu günlerde kopardığı ve MHP’li ülkücüleri de peşinden sürükleyen Kudüs fırtınası kimseyi yanıltmamalıdır. Aslında Menderes politikası bu kez İslamcı sosla sunulmakta, daha birkaç ay önce Trump’ı bu ülkede ağırlamaktan onur duyacağını söyleyenler, şimdi Filistin Davası’nı anti-emperyalist giysilerle sunmaya çalışmaktadır. Oysa artık mızrak çuvala sığmıyor ve geçmişi antiemperyalist hareketle mücadeleyle yüklü bir hareketin bu yeni “anti-emperyalist” maskesi asla inandırıcı olamıyor.
Taner Timur / BİRGÜN