27 Ekim 2019 Pazar

Baba, yağmur bitti... - Mine G. Kırıkkanat


Büyülü geyik sustu. Sessizlik bir el gibi ormanın her köşesine dokundu. Hiç kapanmamış pencereler kapandı, genç kızlar saksılarını güneşten kaçırdılar. Ormanın mor salkımlardan işlenmiş kapısı yıkıldı, kar çiçeklerinin değdiği yol çamurla doldu, rüzgâr sepetini kırdı ve bulutlara binerek uzağa kaçtı. İnsanlar şarkı söylemekten vazgeçtiler ve boğucu bir sıcaklık ruhlarını sardı. Çocuklar halka olup oyun oynamadılar, annelerinin sesi tatlı çıkmıyordu ve hiçbir ninni bir yavruyu uyutamıyordu.  Genç kızlar güzelliklerini kaybettiler,  fesleğenler kokusuzdu, güller tomurcuksuz ve üzümler ekşiydi.

Güneş hiçbir yemişi olgunlaştıramadı, gökte yıldızlar karışmıştı ve toprak sıcak değildi. Artık her şey korkunç, her şey sessiz ve anlamsızdı. Hayat bir duman gibi uçtu, bahtiyarlık bir odun gibi yandı.

Kendisini aynada seyreden, büyülü geyiği zincirleyen korkunç avcı bütün altın köşklerin, bütün insanların, bütün ormanın efendisi olmuştu. Evet, evet işte o, ellerinde en güzel tılsımı tutuyordu, evet, evet işte o, bu ormanın efendisiydi. Ancak onun gözleri olsaydı, şimdi ormanın eski güzel ve eşsiz ormana hiç benzemediğini, ağaçların taze ve yeşil yapraklarını döktüğünü, suların isyanla köpürdüğünü, güneş doğarken sabah rüzgârına açılan kapıların artık kapandığını görecekti. Ancak onun kulakları olsaydı, hayatlarında hiç ağlamamış kızların şimdi hıçkırdıklarını, küçük çocukların göklere  annelerini sorduklarını, yaşlı kadınların bahtiyar çocukluk beşikleri başında ağladıklarını ve bütün yaşlı oduncuların, ağaçların neşesini geri vermesi için Tanrı’ya yalvardıklarını  duyacaktı.

O görmüyor ve işitmiyordu. Sihirli kutuya karşılık gözlerini, kulaklarını, kalbini, zamanın gürüldeyen ırmağına atmıştı. Altın kutuyu açtı, masmavi eriği aldı ve ısırdı, masmavi eriği yedi. O an ayna sarsıldı, yıkıldı ve paramparça oldu. Bir delilik ruhunu sardı: -Ben bahtiyarım. Bu orman, bu altın köşkler, bu insanlar hep benimdir. Bahtiyarlığın tılsımını ısırdım ve yedim. Bu ormanı arzularıma bir bahçe, bu altın köşkleri kendime bir saray bu insanları bahtiyarlığıma işçi yapacağım.

Oysa köşkler yıkılıyor ve orman ağlıyordu.

Bahar rüzgârı isyanla doldu: -Bu zincirlerin ocağını ben mi üfledim?
Bahar rüzgârı isyanla doldu. Kayaları atladı ve yıkıcı bir şarkıyla dağlardan indi. Çocuklar annelerine kaçtılar. Yaşlı oduncular baltalarını bıraktılar. Genç kızlar eski şarkılarını gözyaşlarına söylettiler ve yiğitler, mustarip ve mert yiğitler, fırtınayı selamladılar: -Fırtına geliyor! Fırtına geliyor! Gökler bulutlarla doluydu, bulutlar kaderin beyaz sayfaları gibi açılmıştı, bilinmez bir el bu beyaz sayfalara şimşek renkli yazıyı yazdı: Fırtınayı duyuyor musunuz?

* Ceyhun Atuf Kansu / Bir Masal Denemesi, 1944

Bahtı gönül, tahtı gönül bir efsaneYolculuk iki saat sürerdi, isteyen sigara içerdi ve hiç de lüks olmayan “lüks kamara”da tek kişilik koltuklar, sehpalar, kül tablaları vardı. Adalara uğrayan Yalova vapuru iskeleye yanaştığında bir koşu yetişilen siteler dolmuşuna, “Şeker” demek yeterdi. Şeker fabrikalarının ve Şekerbank çalışanlarının yararlandığı yaz kampında büyüyen “biber” çocuklardık biz. Başımızda 68 Mayısı’nın isyan yelleri, Karamürsel’e giden kamyonlara otostop çeker, Amerikan üssünün araba camlarına “Yankee Go Home” pusulaları yapıştırır; yine otostopla üssümüz Şekerbank’a dönerdik. İşçi ve emekçi dostu olarak, zaten kamptaki kalburüstü memurinden de hiç hazzetmezdik.

Biri hariç: Şeker fabrikalarının çocuk doktoru Ceyhun Atuf Kansu.

Ceyhun Atuf Bey, onun yazdıklarını okuyan ya da kendisiyle konuşan herkesin gönlünde taht kurmuş bir efsaneydi. Ailesinin kaldığı tesislere arada bir gelir ve her gelişi dört gözle beklenir, sağlık sorunu olmayanlar bile onunla bir çift laf edebilmek için muayene sırasına girerdi. İyiliği hekimliğine, hekimliği annesini yitirmiş çocuk ozanlığına, ozanlığı devrimciliğine, devrimciliği yazarlığına terleyen, her damla terinde mükemmeli yakalamayı başaran, olağanüstü bir insandı, o.

Bu yıl, hiçbir konuda anlaşamayanları bile kendisine duyulan saygıda birleştiren Ceyhun Atuf Kansu’nun 100. doğum yılı.

Ne mutlu ona ki, kendisi gibi ilkeli, başarılı ve eserine sahip çıkan çocuklar yetiştirmiş, sevgili eşiyle birlikte. Ne mutlu bana ki, bir zamanlar Şekerbank kampının çook sevimli yumurcağı Işık Kansu, bugün dostum ve Cumhuriyet gazetesinde yoldaşım.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


* C.A. Kansu’nun “Baba, yağmur bitti” (Telgrafhane Yayınları, 2019) adlı öykü kitabından alıntıdır.

Petrol batağında işgal!.. - Mehmet Faraç

Geçen hafta sosyal medyaya bir adamı hıçkıra hıçkıra ağlarken gösteren bir fotoğraf yansıdı... İşte o fotoğrafın altında şunlar yazıyordu;"Iraklı tarihi eserler uzmanı Berlin'de müzeyi gezerken ülkesinden kaçırılan tarihi eserleri görünce, 'çaldılar seni ey Irak' diye haykırdı ve gözyaşlarına boğuldu..."

Fotoğraftaki Iraklı ve onun gözyaşlarını çaresizlikle izleyen kadının görüntüsü bir ülkenin nasıl yağmalandığını bir kez daha gözler önüne serdi...

Evet; "Arap Baharı" zırvasının henüz devreye sokulmadığı dönemde, dinci teröre destek verdiği iddiasıyla işgal edilen Irak'ta göz koyulan varlıklar yalnızca yeraltı enerji kaynakları değildi...


Irak'ın elbette doğası, tarihi,  zenginlikleri, huzuru ve en önemlisi de insanlığı yağmalandı ama kültürel kıyım konusunda sınır tanımayan emperyalist alçaklık yalnızca Irak Merkez Bankası'nın külçe altınlarını kamyonlarla götürmedi...
İşgal sırasında, aynı zamanda Bağdat Müzesi başta olmak üzere, çok değerli tarihi eserlerin sergilendiği kültür merkezleri de yağmalandı...

İngiltere'nin ünlü müzesi British Museum, bazıları yaklaşık 4 bin yıl öncesine ait olduğu tahmin edilen 156 tarihi eseri Bağdat'a iade etti ama
Iraklı  uzmanın gözyaşları da gösterdi ki, Avrupa ülkelerinden çoğunun talan konusundaki yüzsüzlüğü devam ediyor...

Yani, emperyalizm sadece bir coğrafyada insan yaşamını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, ulusal kaynakları yağmalamamış, aynı zamanda bir ulusun geçmişinin tapusu olan tarihi- kültürel varlıkları da talan ederek,
Arap ülkelerini huzur getirileceği iddiasıyla işgal etmenin büyük bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermişti...


Irak, Libya, Suriye...
Konumuz aslında dünyanın her tarafında acımasızca sürdürülen tarihi eser yağmacılığı değil...

Yalnızca emperyalistler işgal ettikleri ülkelerde yağma düzeninde rant elde etmiyorlar...

Orta Doğu'nun, Afrika'nın birçok ülkesinde de iç dinamikler yağmacılığı öne çıkartıyor ve uluslar bazen kendi kültürlerini bile kaçakçılık uğruna talan etmekten kaçınmıyor... Türkiye'nin de bu konuda hoş bir geçmişi yok ama biz  yanıbaşımızda dönen tezgahın paslı çarkına dönelim... Yani asıl meseleye...
Dünyada belki de en çok Orta Doğu coğrafyası ve Afrika'nın bir kesiminde yer altından zenginlik fışkırıyor...

Bu zenginlik yalnızca tarihi eser bolluğundan kaynaklanmıyor, en büyük yağma başta doğalgaz ve petrol olmak üzere yeraltı enerji kaynakları üzerinden yürütülüyor...

Kuzey Afrika'da dünyanın en önemli yeraltı kaynaklarına sahip olan Libya'nın iç savaşa sürüklenerek yağmalanması ve lideri Kaddafi'nin de yağmacılığın taşeronu tetikçiler tarafından linç edilmesinin yanıtı da burada...

Dünyanın birçok coğrafyasında sorunlar büyürken, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere enerji kaynaklarıyla ünlü Irak ve Libya'nın halka huzur getirileceği iddiasıyla iç savaşa sürüklenmesi de herhalde rastlantı olarak görülemez...

Ve yine önümüzdeki 50 yıl içinde petrolden daha değerli olacak su kaynaklarının iki önemli hattı, Dicle ile Fırat'ın geçtiği bir coğrafyada "Arap Baharı" safsatasının dayatılması da bir rastlantı olmamalı...

Peki, yeraltı kaynakları üzerinden yürütülen işgalcilik Irak ve Libya'nın yağmalanmasından sonra bitti mi acaba?.. Ne yazık ki değil...

Özerlik planı mı?..
ABD, Avrupa Birliği ve emperyalist yandaşları Irak'tan sonra, aslında yeraltı kaynakları bakımından önemli coğrafyalardan bir olan İran'ı gözüne kestirmiş, ancak ABD'yi "büyük şeytan"  olarak nitelendiren ve İsrail'e her fırsatta tehditler yağdıran mollaların kolay lokma olmadığını anlamışlardı...

Yeraltı ve yerüstü yağmacılığı işte bu yüzden hedef değiştirmiş ve namlular Suriye'ye çevrilmişti...

Her ne kadar Arap ülkeleri içerisinde Irak, Libya, Suudi Arabistan kadar enerji kaynakları konusunda zengin olmasa da, Suriye de bu gerekçeyle işgale uğradı...
Rastlantılara dikkat çekmişken, uçsuz bucaksız tarım alanları ve doğal kaynaklar bakımından oldukça varlıklı olan Suriye'de yağmacılığın tetikçileri olarak görevlendirilen terör örgütlerinin cirit atması da rastlantı sayılmamalı.

İşte o güçlerin petrol uğruna hareket ettiğini gösteren bazı açıklama ve eylemler üzerinde ısrarla düşünülmesi gerekiyor...

Tesadüf mü şimdi; son günlerde Rusya'dan sonra ABD'nin de muhatap aldığı ve Trump'ın telefonla görüşerek övgüler yağdırdığı "Mazlum Kobani" kod adlı PKK'lı ile ilgili vahim paylaşımlar?..

PKK militanına sosyal medya üzerinden seslenirken,"Mazlum Kobani ile konuşmamdan zevk aldım. Ben de Kürtlerin yaptıklarını takdir ediyorum. Belki de Kürtlerin 'petrol' bölgesine gitme zamanı gelmiştir" diyen Trump neyi ifşa etmiş oldu acaba?..

İşte bu sorunun yanıtı dün ajanslara yansıdı... Bakınız, işgalciliğin asıl hedefinin "petrol" olduğunu bir kez daha kanıtlayan yeni plan ajanslar üzerinden nasıl duyurulmuştu:"Pentagon, Suriye'nin doğusunda, IŞİD'ten geri alınan ve Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) denetimindeki petrol sahalarının korunması amacıyla asker ve zırhlı araç göndermeyi planlıyor... ABD Savunma Bakanı Mark Esper, IŞİD'in petrol sahalarına erişmesini engellemek için Deyr Ez Zor'daki pozisyonlarını güçlendirici bazı adımlar atacaklarını, bunun bazı mekanize güçleri de içereceğini söyledi..."

Şimdi asıl soruyu soralım; Amerika, Irak'ı işgal ederek Kuzey Irak'ta petrol sahalarını devrettiği peşmergelerden özerk bölge yaratırken, Kürt devleti planının ikinci özerk bölgesini de Suriye petrollerini PKK/ YPG'ye teslim ederek mi oluşturacak?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

26 Ekim 2019 Cumartesi

Üç dönem, üç dış politika, üç parti - DENİZ YILDIRIM

AKP 17 yıldır iktidarda. Bu 17 yılı iktidarın dış politika stratejileri çerçevesinde üç dönem altında ele almak mümkün.

Birinci dönem, partinin özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında radikal İslam imajına karşı ılımlı İslam modeli olarak Batı’da kendisini sunması, onay araması ile başlıyor. Bu süreç, ABD’nin Irak işgali ile Ortadoğu’ya yerleşmesine ve o zamanki adıyla Büyük Ortadoğu Projesi gibi projelere destekle de taçlanıyor. Amerikan askerlerinin Türkiye toprakları üzerinden komşu Irak’ı işgaline olanak verecek bir tezkerenin Meclis’e getirilmesi (neyse ki geniş bir muhalefet cephesi sayesinde engellendi), bu dönemde iktidarın dış politika tercihlerini özetleyen en önemli göstergelerden birisi.

Öyleyse birinci dönemi, ABD’nin Ortadoğu tasarımında yer bulma ve bu sayede emperyal merkezlerden de onay alma arayışı niteliyor. Kuşkusuz bunda, henüz devlette yeterince yerleşememiş olmanın getirdiği zayıflıkları uluslararası destek ve ittifaklarla telafi etme arayışının da etkisi var. Ordu içindeki Amerikan karşıtı damarın tasfiyesine dönük operasyonlar da bundan bağımsız değildi. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin liberal bir ittifak dili etrafında, “biz değiştik” demek için de araçsal kılındığını hatırlarsak; bu ilk dönemi Pragmatik Batıcılık olarak adlandırmak mümkün.

İkinci dönem; özellikle Davutoğlu doktrini olarak bilinen Stratejik Derinlik ya da popüler adıyla Yeni Osmanlıcılık stratejisiyle nitelenebilir. Neydi bu strateji? Ortadoğu’da ABD’nin Irak işgali sonrasında eski düzen sarsılmıştı. Bir güç boşluğu oluşmuştu. Bu süreç Arap Baharı ile Suriye’ye de sıçramıştı. Bu güç boşluğunda Türkiye, emperyalist merkezlerin Ortadoğu tasarımıyla çelişmeden ama bu alanı kendi bölgesel hegemonya hevesleriyle de doldurarak “aktif müdahale” aşamasına geçebilirdi. Proje Suriye’de sınandı. “Yurtta barış, dünyada barış” doktrininin yerini, komşu devletteki rejim değişikliği sürecine katılan, “iç politika ile dış politika kaynaştı” diyerek bunu aklamaya çalışan, Şam’da Cuma namazı hayalleriyle geçmişi “yeniden ihya etme”yi hedefleyen Yeni Osmanlıcılık projesi aldı.

Ülkeyi yönetenler, “her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” sözünü de bu dönemde söyledi. Açılım süreci de bu Yeni Osmanlıcı projenin bir parçasıydı. Böylece birinci dönemin liberalizmini, ikinci dönemin ümmetçiliği tamamladı. Ancak sonuçta iç savaş derinleşti, Suriye cihatçı çetelerin elinde bir derebeylik düzenine geçti; bütün büyük güçlerin oyun sahasına dönüştü ve Türkiye sınırında kanton modeliyle fiilen özerkleşmiş devletçikler kuruldu. Yeni Osmanlıcılık genişleyeyim derken, yani Dimyat’a pirince giderken eldeki bulguru tehlikeye soktu. Üstüne bir de Rus uçağı düşürüldü, Rusya ile ilişkiler çıkmaza girdi.

Pragmatik Batıcılık, Yeni Osmanlıcılık ve şimdi
Üçüncü dönem açısından dönüm noktası 2015’teki seçimlerdi. Açılım bitti; ilerleyen aylarda Davutoğlu istifa ettirildi. Bu süreçte 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi de yeni bir kırılma yarattı. İktidarın darbe girişimini Batılı merkezlerle, özellikle de ABD ile ilişkilendirmesi; diğer yandan Rusya ve İran’ın darbe girişimine karşı iktidarın yanında tutum alması Pragmatik Batıcılıktan Pragmatik Doğuculuk aşamasına doğru bir kırılma yaratmaya başladı. Pragmatik Doğuculuk; çünkü artık AKP Batı için ilk dönemdeki işlevselliğini yitirmişti. Yani emperyalizme karşıtlıktan değil;
emperyalist tasarımlar içindeki rolü aşındığından makas değiştirdi. Ayrıca Suriye denkleminde oyun kuruculuk rolü Doğu güçlerine, özellikle de Rusya ve İran’a kaymıştı.
Zira aynı süreçte Rusya, Suriye üstünden Ortadoğu’da ve aslında Akdeniz’de tarihsel olarak en etkili devrini yaşamaya başladı. Esad devrilmedi; Suriye toprakları çetelerden arındırıldı ve Ortadoğu’da AKP’nin ilk dönemindeki Amerikan hâkimiyeti önemli oranda aşındı. Amerika, bölgede en önemli yeni müttefiki olarak PYD’yi silahlandırdı. Bu ortamda üçüncü dönemi, Rusya ile zorunlu yakınlaşma ve yine bu çerçevede de güvenlik merkezli milliyetçilik ideolojisi niteler hale geldi. Öyle ki, BBC Türkçe’nin  derlemesine göre Erdoğan ve Putin, 15 Temmuz 2016’dan bu yana 24 kez yüz yüze ve 65 kez telefonla görüştü. Bu yüz yüze görüşmelerin çoğunluğunun  Rusya’da gerçekleştirildiğini söylememize '67erek yok.

Son Suriye operasyonu ve Soçi Mutabakatı, genişlemeci ikinci dönemden, güvenlikçi üçüncü döneme geçişin de simgesi. Bu açıdan bir zaferden ziyade, iktidarın birinci ve ikinci dönemdeki yanlışlarının; yanı başımıza Amerika ve Rusya güçlerinin yerleşmesinin yarattığı olumsuz durumun, yine bu güçlerin onayını da gözeterek telafisiydi aranan.

İlginçtir; AKP şimdi üç partiye ayrılıyor. Bir yanda Gül ve Babacan önderliğindeki Pragmatik Batıcı kanat; diğer yanda Davutoğlu önderliğindeki Yeni Osmanlıcı çizgi ve geriye kalan, Rusya ile yakınlaşan, mecburen “Yeniden Asya” açılımından söz eden bir AKP. 

Ayrışmayı bir de bu dış politik dönemlere ve çizgilere göre yorumlasak iyi olmaz mı?

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Şili’yi uzaylılar işgal etti! - ERHAN NALÇACI

Şili’deki bir haftayı geçen halk ayaklanması esnasında Devlet Başkanı Pinera’nın eşinin “Biz istila altındayız, adeta bir uzaylı istilası” sözleri basına sızdı.


Ama bu sözü bir burjuvanın zengin hayal gücüne bağlamayın, aslında çok bilinçli bir sınıf korkusunun işareti. Çünkü hemen arkasından “Ayrıcalıklarımızı kısmak ve başkalarıyla paylaşmak zorunda kalacağız” dediği duyulmuş.

Şili Devlet Başkanı Sebastian Pinera ülkenin en zenginlerinden biri. Daha önce uçak şirketinin dahi olduğu söyleniyor. Sağcı ve bir yerde Pinoşet’in politikalarını devam ettiren bu siyasetçi sadece burjuvazinin temsilcisi değil, doğrudan Şili sermaye sınıfının önde gelen bir üyesi.

İşi kimseye bırakmamış anlayacağınız.

İki hafta önce bu köşede 2020’de iktisadi kriz, IMF anlaşmaları, bölgesel savaşlarla dünyanın çok karışacağını yazmıştık. Daha 2020’yi beklemeden Lübnan ve Şili arka arkaya patladı.

Şili çok ilginç ve diğerlerinden farklı bir ülke.

Bir kere kayda değer bir dış borcu yok, IMF ile anlaşmak şöyle dursun, Latin Amerika ülkeleri içinde en zenginlerinden biri. Kişi başına ulusal gelir Türkiye’nin neredeyse üç katı.

Ama Şili’nin başka bir sorunu var.

Onu emperyalist dünyanın zayıf halkası yapan başka bir sorun.
Toplumsal eşitsizliklerin en fazla olduğu ülkelerden biri Şili.
Şili emekçilerinin ürettiklerine “uzaylı olmayanlar” el koyuyor!
Şili emekçi sınıflarının bu toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için 1970’te büyük bir hamle yaptığını biliyoruz. Sosyalist Allende’nin seçimle iktidara gelmesi ve bakır madenleri başta olmak üzere kapsamlı bir kamulaştırmaya gitmesi eşitsizliklere karşı açılmış bir savaştı.

Şili sermayesinin ve ABD emperyalizminin yanıtı 1973’te düzenlenen vahşi ve kanlı darbe oldu.

Emekçi sınıfların örgütlü gücünün askeri darbe ile çözülmesi sermaye için Şili’yi bir cennete çevirdi. Fabrikaları, hastaneleri, okulları kapsayan özelleştirme dalgası toplumsal eşitsizlikleri çok daha fazla artırdı.

Şili aynı zamanda eğitim eşitsizliğinin en fazla görüldüğü ülkelerden biri.
Öğrencilerin en yoksul olanları devlet okullarına gidiyor. Emekçi çocuklarının bir kısmı kısmen devlet tarafından desteklenen özel okullara, zengin çocukları özel okullara devam ediyor.

Sağlık sisteminde de çok benzer bir eşitsizlik yaratılmış durumda. Devlet hastaneleri çok zayıfken, insanları soyan dev bir özel hastane sistemi oluşmuş.
1973’ten beri birikmiş olan toplumsal öfke bir açık bulup bir volkan gibi püskürüyor. Çoğunlukla eğitimdeki eşitsizlikler nedeniyle olaylar öğrencilerden başlıyor.

2010-2014 arasında yine Pinera Devlet Başkanıydı ve 2011’de büyük bir öğrenci isyanı kendini gösterdi. “Eğitim de her şey gibi alınır, satılır, bedavaya olmaz” diyen Pinera’ya karşı ayaklanma hızla büyüdü.

Polisin acımasızca öğrencilerin üzerine saldırdığı olaylarda aşağıda fotoğrafı olan 16 yaşındaki Manuel Gutierrez Reinoso öldürüldü.

Şili’nin bir diğer geleneği ise işçilerin hızla olaylara karışması. Bakır madeni işçileri “çocuklarımız için savaşıyoruz” diyerek greve çıktılar.

2018’de kadınlar Katolik Şili’de ayrımcılık nedeniyle ayaklandılar.

Bir haftadır ise elektriğe %9, metro biletlerine %4 zam yapılması üzerine çıkan ayaklanma sürüyor.

2018’de kadınlar Katolik Şili’de ayrımcılık nedeniyle ayaklandılar.Bir haftadır ise elektriğe %9, metro biletlerine %4 zam yapılması üzerine çıkan ayaklanma sürüyor.
Bu sefer polisin saldırısı ile yetinmediler, Pinoşet’ten bu yana ilk kez asker kentlere indi. On sekiz kişinin öldüğü söyleniyor.

Pinera zamları geri aldığını ilan etmesine rağmen uzaylılar geri çekilmediler ve genel greve çıktılar.

Görüldüğü gibi –hatta çok iyi bildiğimiz gibi- %4-%9 elektriğe, yola zamma rağmen birçok ülkede emekçiler bir süre için hareketsiz kalabiliyorlar.
Şili’yi eşitsiz gelişimin odağına koyan bu eşitsizlikler üzerinde yükselen sınıfsal öfke.

Ama Latin Amerika şu makûs talihini yenmek zorunda. Artık günümüzde “burjuva devrimi”, “demokratik devrimi” diye bir şey kalmadı.

Şili sermayesine baksanıza, emekçileri “uzaylılar” yerine koyuyor. Emekçileri biçmek için iyi bahane. Burjuvazi bir sınıf olarak ortadan kaldırılmadığı sürece yenilgi kaçınılmaz.

Bu nedenle bugün bir ülkede eşitsiz gelişimi tamamlayan en önemli unsur iktidarı isteyen bir işçi sınıfı partisinin var olup olmadığıdır.

Şili’de ve dünyanın pek çok yerinde bu altın kuralın sınanacağı bir döneme giriyoruz.

Erhan Nalçacı / SOL

Esenyurt Üniversitesi - Murat Ağırel

Bir süredir İstanbul Esenyurt'ta, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın adının da karıştığı bir kriz yaşandığını öğrendim.

Araştırdım.

Ulaştığım bilgileri kamuoyuna aktarmak görevim.

Esenyurt Belediye Meclisi'nin Eylül ayı ilk toplantısında, Emlak İstimlak Müdürlüğü'nün bir teklifi gündeme geldi ve teklif ile ilgili oylama yapıldı. Oylama yapılan konu, bir vâkıfa, üniversite yapması için tahsis edilen arazinin tahsisinin iptaliydi.

Esenyurt Belediye Başkanı CHP'li Kemal Deniz Bozkurt, deyim yerinde ise oylama öncesi adeta isyan etti ve çağrıda bulundu, "Oyunuzu ya geçmişte 1.2 milyar TL iş yapmış bir firma ile o belediyenin başkanına vereceksiniz, ya da 160 bin çocuğun geleceğine vereceksiniz, karar sizin!" dedi.

Neden böyle söylemişti?

Anlatacağım…

Yapılan oylamada, MHP çekimser kalınca, AKP'nin oyları yetmedi. İlerleyen günlerde tahsisin iptali ile ilgili konu tekrar meclise gelecek. Konunun tüm muhatapları ile görüştüm. Önce olayı anlatmaya ardından da muhatapların cevaplarına gelelim.

AKP döneminde Esenyurt Belediyesi, Nakipoğlu ve Gürlek Ailelerinin kurduğu, Yeşilköy 2001 Eğitim Sağlık ve Kültür Vakfı'nın, Belediye'ye üniversite yapmak istediğini bildirmesi sonucunda tüm siyasi parti temsilcileri ile bir araya gelerek ortak bir karar aldı. İlçede bulunan 25 dönüm araziyi 25 yıllığına bedelsiz olarak vakfa tahsis etti. Tahsis şartlarından biri üniversitenin ismi "Esenyurt" olacak diğer şart ise Esenyurt sınırlarından çıkmayacaktı.

Süreç şöyle başlıyor…


Üniversite kurma çalışması için Belediye Başkanı Kadıoğlu, yardımcısı Emin Batmazoğlu'nu görevlendiriyor. Bütün işleri ile Emin Batmazoğlu ilgileniyor ve 3-4 ay gibi bir sürede tüm izinler alınıp bina kiralanıyor. 18 Haziran 2013 yılı Resmi Gazete'de, Esenyurt Üniversitesi'nin kuruluşu ilan ediliyor. Üniversite, Yalova Üniversitesi hamiliğinde 2013-2014 tarihlerinde Esenyurt Üniversitesi adı ile eğitim öğretim hayatına başlıyor.

Vakıf, üniversite binasının kirasını ödeyemediği için mülk sahipleri tarafından icraya verildi. Nakipoğlu ve Gürlek Aileleri, Belediye Başkanı ile görüşüp durumu bildirdi. Bu durum üzerine o dönem Belediye Başkanlığı görevinde bulunan Necmi Kadıoğlu, Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan'ın da onayını alarak vakıf yönetimine girdi. Vakıfa giren sadece Belediye Başkanı değildi tabi.

Aynı dönemde Esenyurt Belediye Başkan yardımcısı olan Emin Batmazoğlu, Fatma Altındal Bayat, Sebahattin Fidan, Esenyurt Belediyesi İnsan Kaynakları ve Eğitim Müdürü Müge Doğan, Necmi Kadıoğlu'nun oğlu Ahmet İsmail Kadıoğlu da bulunuyor. Vakfa sonradan Özyurt A.Ş.'nin sahibi Orhan Özyurt da katılıyor.

Kiralanan binada sorun çıkıyor ve başka bir binaya geçiliyor. Üniversitenin yeni kiraladığı bina Özyurt Maden A.Ş.'ye ait. Yani, vakıf yönetiminde bulunan Orhan Özyurt'a ait. Üniversite eğitim hayatına halen burada devam ediyor.

Ücretsiz tahsis edilen araziye ise 8 yıl boyunca herhangi bir çivi çakılmıyor. İşler Necmi Kadıoğlu'nun 2017 yılında Belediye Başkanlığı görevini bırakması ile karışıyor. Kadıoğlu'nun istifa etmesi ile Başkanlık görevine Ali Murat Alatepe geliyor.

Bu dönemden sonra vakıfta işler yolunda gitmemeye başlıyor. 2018 yılı Sayıştay'ın Esenyurt Belediyesini denetlemesi sonucundan bahse konu tahsis edilen arazinin "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı" oluru alınmadan tahsis edildiği için tahsisin iptal edilmesi isteniyor.

Diğer yandan YÖK de, kampusun kurulmasını istiyor, reklam giderlerinin fazlalığını ve yüksek kiralara dikkat çekiyor. Vakıf seçimlerden birkaç ay önce Esenyurt Belediyesi'ne kampus inşaatının yapılması için "imar durum belgesinin" verilmesini istiyor.

Bu yazıya uygunluk verilmiyor.

Vakıf yönetiminde de alınan karar ile mütevelli heyeti Başkanı Orhan Özyurt oluşan maddi yükü tüm yöneticilerin beraber üstlenmelerini istiyor. Bu duruma Emin Batmazoğlu ve Fatma Altındal Bayat şerh koyuyor. Vakıf yönetimine girerken kendilerine verilen sözün bu olmadığı bilgi birikimlerini sermaye olarak kullanılması şartını baştan söylediklerini belirtiyor.

Tam bu süreçlerden sonra vakfa ait İstanbul Esenyurt Üniversitesi mütevelli heyetinde bulunan Emin Batmazoğlu ve vakıf mütevelli heyeti üyesi Fatma Altındal Bayat'tan flaş bir talep geliyor. İki isim, 31 Mart yerel seçiminden önce, Esenyurt Belediye Başkanlığı'na bir talepname göndererek arazinin kendilerinden alınmasını istiyor.

Bu talep işleme alınmıyor ve bekletiliyor. Seçimleri AKP'nin kaybetmesi ve CHP'nin kazanması sonucunda Esenyurt Üniversitesi ve belediye arasında yazışmalar devam ediyor. Belediye kaynaklarından öğrendiğim kadarı ile bu arazinin ısrarla istenilme sebebi işe şu; Esenyurt nüfusu 500 binin üzerinde. Genç nüfus oldukça fazla. Mevcut okullar yeterli değil. Kapasite şu anda çok dolu. Sınıflar 50-60 kişi mevcutlu. Başkan bu araziye Dünya'da ilk olacak olan "Liseler Kampüs Bölgesi" yapmak istiyor. Tüm liseleri burada toplamak istiyor. Bu bölgeye yakın metro duraklarının da yapılacak kampüs alanlarından veya yakınından geçmesi için çalışmalar, görüşmeler yapmış. Amacı şehir içindeki liseleri boşaltıp bu bölgeye taşımak, boşalan lise okul binalarına da kalabalık ilk ve ortaokul çocuklarını yerleştirmek. Bu sayede de sınıf mevcutlarını ortalama 30 kişiye düşürmek.

Burada bahsedilen genç sayısı tam 160 bin!

Sonuç olarak tahsis iptali belediye meclisinde MHP'nin çekimser, AKP'nin ret oyu ile gerçekleştirilememiş.

Dikkat çeken bir nokta daha var.

Özyurt Maden AŞ ile Esenyurt Belediyesi arasında uzun süreli bir iş bağı var. Özyurt Maden A.Ş., 2010 yılından Necmi Kadıoğlu'nun istifa ettiği tarih olan 2017 tarihine kadar Esenyurt Belediyesinden toplam değeri 335 milyon TL olan 8 ihale almış.
İBB dahil tüm İstanbul İlçe Belediyelerinden aldığı ihale toplamı ise 347 milyon TL. Tüm İstanbul toplamı 683 milyon TL...

Ben konunun muhatapları ile görüşme yaptım.

Önce Özyurt Maden A.Ş.'nin sahibi Orhan Özyurt ile görüştüm.
Necmi Kadıoğlu ile birlikte vâkıfa katıldığını, 2015 yılında Mütevelli Heyeti Başkanı olduğunu anlattı. Kendilerinden önceki vakıf yönetiminin, taahhütlerini yerine getiremediği için vakıftan ayrıldıklarını söyledi. "Biz geldik yönetime, kurduk" ifadelerini kullandı.

Aldığı ihaleleri tek tek sayınca, "Eksikler var. Adana Antalya gibi yerlerden de işler aldım ben. Birçok proje yaptım" yanıtını verdi.

Üniversiteden ekonomik bir kazancı olup olmadığı sorusuna ise net bir cevap verdi:
"Nasıl olur? YÖK bizi sıkı şekilde denetliyor. Harcadığımız her kuruşa kadar denetleniyoruz. Varsa bir hata devlet üniversiteyi vakıftan alır hamisi Yalova Üniversitesine verir. Bir üniversite kurmak için 150 milyon TL parayı bloke etmeniz lazım. Bunun üçte birini de nakit geri kalanını gayrimenkul olarak göstermeniz lazım. Üniversiteden vakıfa hiçbir kaynak aktaramazsınız."

Orhan Özyurt, "Belediyenin üniversite yapılması için ücretsiz tahsis ettiği araziye haciz koydurdunuz mu?" sorusuna ise "Benim belediyeden 60 milyon TL alacağım var. Bunun için haciz kararı aldırdım doğru" karşılığını verdi.

Özyurt, üniversitenin içerisinde bulunduğu binanın kendisine ait olmadığını söylüyor. Özyurt, "Bunlar siyasi çekişme. Tahsisi iptal ederler ise mahkeme süreci var" diyerek de uyarıyor.

Tüm bu ifadelere karşılık Esenyurt Eski Belediye Başkanı Necmi Kadıoğlu ile de konuştum.

Neden vakfa girdiğini sordum. "Vakıf yetkilileri, bazı durumlardan bahsettiler beni de hamilik için yönetime davet ettiler işlerin daha kolay yürümesi için. Cumhurbaşkanımızın da onayını alarak yönetime yardımcılarım ve Orhan Özyurt ile birlikte katıldık" diyerek yanıt verdi.

"Burada bu konuyu siyasete alet ediyorlar" diyen Kadıoğlu, "Ayrılmak istiyorum artık yönetimden. Cumhurbaşkanımızın yakınlarından çıkmamam yönünde bir görüş var" gibi dikkat çeken ifadeler de kullandı.

Ve Belediye Başkan Yardımcısı Emin Batmazoğlu ile de görüştüm tabi.
Kurulması için çabaladığı üniversiteye arazinin tahsis edilmesinin iptali için başvurmasının nedenini sordum.

"İyi işler yaptık. Hatalarımız da oldu. Bilerek bir yanlış yapmadık" diyerek söze başlayan Batmazoğlu, projenin her aşamasında bulunduğunu belirterek şunları söyledi: "Vakıf ve Üniversite Mütevelli Heyetine de Cumhurbaşkanının talimatı ile girdik. Orhan Özyurt vakıf yönetimine girebilmek için çok çabaladı. Üniversiteyi Orhan beyin sahibi olduğu binaya taşıdık. Üniversite, Orhan beye yüklü bir şekilde kira ödemektedir. Bu kiraların yüksek oluşu YÖK raporlarında da mevcuttur. Başta ben maddi bir kaynak sunamayacağımı ancak bilgi ve fiziki desteği sonuna kadar vereceğimi söyledim. Kuruluş amacının dışına çıkıldı. Yanlış olan bazı durumlardan dolayı tahsisin iptal edilmesi için Belediye'ye dilekçe verdim."

Tarafların anlattıkları bu şekilde.

Tabi takdir kamuoyunundur fakat…

Benim dikkatimi bir şey çekti. "Dünya 5'ten büyüktür" diyerek hesap soran koskoca Cumhurbaşkanı, Esenyurt'taki bir okul için neden bu kadar uğraşıyor?
Anlamak mümkün değil…



Murat Ağırel / YENİÇAĞ

25 Ekim 2019 Cuma

Yahudileri ve Hıristiyanları...- MİNE SÖĞÜT

O afişleri, ceplerinden para harcayıp özene bezene reklam panolarına asan sevgili Konyalı gençler;
Size üzücü bir haberim var.
Uyarı için çok geç kaldınız.
Birkaç yüzyıl, hatta birkaç bin yıl kadar falan geç.
Çünkü atalarınız Yahudileri ve Hıristiyanları, Hinduları ve Paganları, Süryanileri ve Budistleri, Alevileri ve Yezidileri, Zerdüştleri ve Bahaileri falan zamanında hep dost edindiler.
Tarihte birbirlerini düşman belleyenlerin ve birbirinden dost edinmeyenlerin çocukları, doğmaya fırsat bulamadılar.
Siz, bugün Hıristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyelim isteyenler ve bu fikre de kutsal kitaplardan referanslar verenler;
Birbirini öldürmekten eninde sonunda vazgeçenlerin...
Din üzerine din değiştirenlerin...
Anlaşmalar imzalayıp birlikte bayramlar kutlayanların...
Hep beraber yolculuklara çıkanların...
Ortaklıklar kuranların...
Birbirine kız alıp oğlan verenlerin...
Korkunç savaşların ardından sulhu güvenli bilenlerin...
Ve bu sayede hayatta kalarak soyunu daha az kayıpla sürdürenlerin torunlarısınız.
Atalarınızın zaman zaman başka dinden, başka ırktan insanları dost edinmesi sayesinde, bugün şans eseri yaşamaktasınız.
Bu arada...
Sanmayın ki zamanında birbiriyle savaşanlar birbiriyle hiç sevişmediler.
Hepinizin damarlarında farklı tanrılara inanmış, farklı tanrıları sevmiş ve farklı tanrılardan korkmuş sayısız dede ve ninenin kanı var.
Düşman bellemeye heveslendiğiniz her kimse, üzgünüm, ama onunla da damarlarınızda, isteseniz de istemeseniz de aynı kan akar.
Daha da fenası aklınız, tarih boyunca düşman bellediklerinizle, aynı “iyi” ve “kötü” şeylere yatar.
Sorsanız onların bazıları da, sizden dost olmaz sanırlar.
Onlar da kendi kitaplarında yazan nice şeyi tehlikeli bir akılla yorumlarlar.
Çoktan rafa kalkması, tarih, felsefe, sosyoloji vesaire kitaplarının arasındaki yerini alması gereken kutsal kitaplardan özensizce söküp alınan cümlelerle kadim kılmaya çalışılan bu düşmanlıklar;
Önce sizi ve onları...
Sonra çocuklarınızı...
Ve sonra da çocuklarınızın çocuklarını nesiller boyu yakar da yakar.
O yüzden aklınızı başınıza toplayınız; Ve o dini kitaptan şuursuzca yırtıp aldığınız sayfayı usulca yerine geri koyunuz.
Sonra kapalı dünyanızdan dışarı çıkıp kendinize bir Hıristiyan dost bulunuz.
Bir Hinduyla iş ortaklığı yapınız.
Bir Yezidiyle uzun bir yolculuğa çıkınız.
Bir Yahudiye hızla âşık olunuz.
Sonra o kitabı tekrar okuyunuz.
Bazı kitaplara ilk okuyuşta inanırsınız; aynı kitabı ancak tekrar tekrar okuduktan sonra anlarsınız.
İnandığınız kitapta;
Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin.
Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır.
Allah zalimler topluluğunu doğru yola eriştirmez” yazıyor olabilir.

Düşünün, tekrar okuyup, bu kez anlayacağınız kitapta kim bilir neler yazıyor olabilir?

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Herkese boncuk dağıtmak! - Enver Aysever

Bizim memlekette kendin olmak güçtür. Dengeler vardır. Doğrudan tutum takınmak cesaret işidir toplumsal, siyasal olaylarda. Sanmayın ki salt iktidar baskısından olur bu. Her mahallede racon kesen bulunur. Düşünen insan gücünü fikirlerinden, kaleminden alır. Yeri geldiğinde esen sert rüzgâra karşı yürümek zorunda kalır. Bundandır dürüst basın mensuplarının hiçbir mahallede kolayca kendine yer edinememesi. Fikir insanı özgürlük ister. Düşünce özgürlüğü doğru tarif değildir. Esası “ifade özgürlüğü”dür bunun. Dile gelmemiş düşünce tamamlanmış olmaz.

Kendini uygar sayan kimse, ilkin “ifade özgürlüğü” ile sınav verir. Hiçbir kimse, kurum, fikir eleştiri dışı tutulamaz. Dünya değişir, gelişir. Fikir insanı toplumu karşısına almaya, kalabalıkların gürültüsüne kapılmamaya özen gösterir. Elbette tartışma dilini bilmek, biçemine dikkat etmek gerekir. Lakin insanlar irkilecek diye sözünü sakınmak doğrudan sansür anlamı taşır. En tehlikeli sansür, kendi kendimize yaptığımızdır. Düşünce ancak özgürce dile gelirse yaratıcılık ortaya çıkar. Bu da ilerlemeyi sağlar. Sanat, bilim böylece gelişir. Düşünce insanı kutsal tanımaz. Değerli olan eleştirel akıldır.

Vaziyeti idare eden” kimseden düşünce insanı çıkmaz… Kalemin onuru, namusu vardır. Bu, bizden önce kaleme değer katan düşünürler, yazarlardan gelir. Yazık ki neo-liberal dönemde herkes, tarihi kendiyle başlatmak gibi kötü bir alışkanlık edindi. Oysa fikir kökü önemlidir. Kimse bir başına kültür inşa edemez. Devrimci tutum yeri geldiğinde yıkıp, yerine başkasını koymayı gerektirir, doğru. Lakin bu da birdenbire olmaz, tarih bilinci ister. Eline kalem alan kişi, hele de kökü derinde olan gazetelerde yazıyorsa bunun sorumluluğunu taşır.

Bugün ırkçılığa, gericiliğe, militarizme, dinciliğe direnmek aydınlanmacı sorumluluğudur. Tam bağımsız Türkiye kavgası modası geçmiş tutum değildir. Gördük ki, tam da bugün bu kavramlar, değerler ayrıca önemli. Elbette buna çağın sorunları da eklendi: Hayvan hakları, çevre meseleleri, cinsiyetçi dil, göçmenler gibi. Buna karşı kendi düşün dünyasını güncellemek zorundadır aydın kimse. Değişen çağın kavramlarını bilmek gerekir. Ancak temel değer, yani sosyalist ölçüler, diyalektik mantık her dönem geçerlidir. İyice keskinleşen sınıfsal sorunları da buna kolayca eklemeliyiz elbette.
Yazar/aydın; siyasetçi gibi “herkese boncuk dağıtamaz”, kafasında soyut ve genellikle toplumu uyutmak için kullanılan millet, din, mezhep türü kavramlara yer yoktur. İnsanlığı bütün olarak ele almak ve bu ölçüde değerlendirmek uygarlığın ölçüsüdür. Diyeceğim, yazı heveslisiyle, ömrünü yazarlığa veren kişi arasındaki fark buradan doğar. Yazar, “kim ne der, ne düşünür” umursamaz, ilişki ağını gözetmez. Tersine can sıkar. Dolayısıyla kendi canı da sıkılır.


Nâzım Hikmet Putları Yıkmaya” karar verdiğinde ne türden tepki alacağını biliyordu elbette. Bolu’da gerici kaymakamın yüzüne kapıyı çarpıp çıktığında “rüzgâra karşı bir başına yürüdüğünün” de farkındaydı. Bugün ne ona tuzak kuranlar anımsanıyor ne de o kaymakam. Ama Nâzım, yolu aydınlatmaya devam ediyor. Çok örnek vardır böyle.
Diyeceğim; eğer kimseleri irkiltecek cümle kurmuyorsa yazar, kendinden kuşku duymalıdır. Herkesle uyumlu, o gürültüye ilişen ses olmak, geçici şöhret, para, iktidar sağlasa da işe yaramaz. Bunun için de çabalamaya değmez. Can sıkmayan yazı yazmaktansa denize bakıp düş kurmak daha değerlidir. Varsın alkış tutanlar eksik olsun, vicdandır esas olan!

Eğer kalemin onurunu korumayacaksak, niçin yazıyoruz!

Enver Aysever / CUMHURİYET

Düş müydü neydi? - Mesut Odman

Çok büyük bir silah sanayii yarattık. Ek olarak, savunma kuruluşlarıyla doğrudan bağlantılı işlerde istihdam edilenlerin sayısı 3.5 milyonu buluyor. Her yıl sadece askeri amaçlarla yaptığımız harcamalar, ülkemizdeki bütün şirketlerin net gelirlerinin toplamını aşıyor.

Serbest bir çeviri yaptığım için tırnak içine almadığım bu sözlerin sahibi, ABD’nin 34. Başkanı Dwight D. Eisenhower. Önceki görevi, Batılı müttefiklerin Kızıl Ordu daha ne kadar kayıp verir umuduyla epeyce bekledikten sonra Nazi ordularıyla savaşmak üzere Avrupa’ya çıkarttıkları kuvvetlerin başkomutanlığı olan bu beş yıldızlı general, emekli oluşunun ardından başkan seçiliyor ve iki dönem süren başkanlığının sona ermesine yakın, 1961 yılının Ocak ayında bir gün, halka seslendiği son konuşmasını yapıyor “Oval Ofis”ten. Amerikan siyasi tarihine “askeri-sinai kompleks konuşması” olarak geçen ve bu terimin ilk kez ortaya atıldığı konuşmasında, çok koyu bir anti-komünist olan Eisenhower şunları da ekliyor: Askeri-sınai kompleksin –bilerek ya da istemeden- kazandığı sınırsız etkinliği görmezlikten gelemeyiz. Dev savaş makinesiyle büyük savaş sanayiinin bu birleşmesi Amerika için yeni bir durumdur. Bu durumun ekonomik, siyasal, hatta moral etkileri görülmekte, her kentte, her eyalet meclisinde, federal hükümetin her dairesinde bundan söz edilmektedir.

Eisenhower’ın bu saptamaları ve hakkında yaratılan “sevilen başkan” efsaneleri yeterli olmuyor; izleyen seçimi yardımcısı Richard M. Nixon’ın karşısındaki aday olan John F. Kennedy kazanıyor. Kennedy’nin ömrü yetirilmediği için bir dönemden kısa süren başkanlığında, Vietnam’da bozguna uğramış Fransa’nın yerini almakta olan Amerika’nın savaşı tırmandırdığına tanık olunuyor. Amerika’da ekonomik konjonktürün düşük olduğu bir zamanda başlatılan bu tırmanma, Kennedy’nin öldürülmesiyle yerine geçen yardımcısı Lyndon B. Johnson, şu Türkiye başbakanı İsmet İnönü ile ünlü mektuplaşmayı başlatan zat tarafından hızlandırılıyor. Bundan en çok yararlanan, doğal olarak, savaş sanayii ve yardımcı şirketler oluyor. İç pazara yönelmiş işletmeler ise olumsuz etkileniyor ve kaynak bulamadıkları için gelişmeleri durma noktasına yaklaşıyor. O kadar ki, aynı Johnson 1968’de Kuzey Vietnam’ın bombalanmasını durdurduğunda, ilk etki, tüketim malları üreten işletmelerin hisse senetlerinin değerlenmesi biçiminde ortaya çıkıyor.

Buradan yola çıkılarak şu tür bir genelleme yapılabilir: Kapitalist sistemin darboğazlarının, tıkanmalarının çözümünde savaşların vazgeçilmez denebilecek ölçüde olumlu katkıları vardır. Ama savaşlardan yararlanan ve yararlanamayan, hatta zarar gören işletmelerin var olduğu da bir gerçektir.

Bütün bu yazdıklarımı ve benzerlerini, bundan 50 yıl kadar önce, özellikle bazı derslerde konuşurduk. Daha doğrusu, hocalara sorar, onları konuşturur, bazen de aklımız erdiğince itirazlar yöneltir, tartışmalara girerdik. 

Şimdi, yarım yüzyıllık bir sıçrama yaparak bugüne gelelim.

Aktörlerde ve senaryolarda bazı farklılıklar ortaya çıksa da işin özü hemen hemen aynıdır, demeye getireceğim.

Bugünkü hocalardan biri, Erinç Yeldan, iki gün önceki gazete yazısını şöyle bitiriyordu: “Kısaca özetlemek gerekirse, küresel kapitalizm gelir yaratamıyor; ne ücret, ne de kârlılık anlamında… Finansal rant oyunlarına dayalı kâr arayışı yeni riskler ve kırılganlıklar yaratmaya devam ediyor. Dolayısıyla, reel üretimde ivmelenmeyi ve bunu sağlayacak teknolojik ve kurumsal atılımı gerçekleştiremediği sürece küresel kapitalizmin bu durgunluk ve kırılganlık kıskacından çıkması mümkün gözükmüyor. Kapitalist (serbest) piyasa sisteminin tarihsel olarak buna karşı çözümü ise yükselen ırkçılık, artan savaş ve şiddet tehdidi olarak biçimlenmekte.” 

Bugünün hocalarından birine daha başvuracağım. Buradaki yazılarını iktisat, siyaset, uluslararası ilişkiler ve benzeri alanlarda öğrenim gören gençlere, ayrıca olup bitenlere akıl erdirmeye çalışan herkese salık vereceğim Mustafa Türkeş’in ısrarla altını çizmeye uğraştığı bir gerçek var. Kısa, ama yeterince açıklayıcı bir cümle aktarmak için eski yazılarını da biraz karıştırdıktan sonra, geçen yılın 17 Ocak günü yazılmış şu satırları buldum: “Kapitalist sistem sorunları çözmez, sorunları dönüştürerek ya öteler ya da yeniden üretilmesini sağlar; çünkü sistem bunlardan beslenir”.

Güzel. Bu gerçeği kavramadan, ne olanları ne de olacakları anlamak mümkün.
Bir de, yine o çok eski günlerde, “gün doğdu hep uyandık” diye başlayıp uğruna al kanlara bulandığımızı söylediğimiz bağımsızlık ile ilgili bir saptamasını aktaracağım Mustafa hocanın. Bu yılın 12 Haziran günü çıkan yazısındaydı ve şöyleydi: “Kapitalist-emperyalist sistemde bağımlılık ortadan kalkmaz, bir yerden başka yere kayar, bağımlılık dönüşür, fakat sorunlar asla çözülmez.”

Yazı burada bitti bitmesine de, az önceki marş konusuyla ilgili bir ek yapmalıyım. O tür marşlara bazılarımız ya katılmaz ya da gönülsüzce mırıldanırdık. Biraz snopluktan sayılabilir, neden askeri marşları sözlerini değiştirip söylüyoruz, kendi müziklerimizi besteleme yeteneğinden bu kadar mı yoksunuz diye… Biraz da daha esaslı bir gerekçeyle, sosyalizm olmadan bağımsızlık olur mu, olursa da ne kadar sürer diye…

                                                              ***

Derken, gözlerimi açıyorum: Allah allah, nerden çıktı şimdi bu karmakarışık durumlar, eskiler yeniler, savaş mavaş lafları? Kötü bir düş görmüş olmalıyım. Gece üstüm açık yatmışım galiba…

Mesut Odman / SOL

23 Ekim 2019 Çarşamba

O uçak Yunanistan'a ne taşıdı? - Murat İDE

Ankara'da bir süredir, özel bir uçağın akıl almaz seyahat raporu konuşuluyor..
Konuşuluyor dediğim, kulislerde konuşuluyor.. Çıkıp alenen dillendirene rastlamadım..

Şimdi ben uçak diye başlayınca, ardına da 'para' diye bir kelime ekleyince, Fatih Altaylı alarma geçer..

Daha önceki bir operasyon için hatırlarsanız bana, "Murat pikeyi sıkı ört, bir tarafın açıkta kalmış olmasın" demişti..


Ardından öykünün gerçek olduğunu kendi de itiraf etti..
O yüzden dert etmeyiniz sevgili okur;
Bu kalem hiç işkembeden atmadı.. Bundan sonra da atmaz..

                                                             **

Efendim hikayemizin aygıtı bu kez daha küçük bir uçak.. Modeli Falcon-2000..
Şimdi soru şu;


- Bir özel uçak, 3 hafta içinde Yunanistan'a, ağırlıklı olarak da Atina'ya kaç kez gidebilir ki?

Üç mü? Beş mi? On mu? Yirmi mi?

Bunun üzerinde bir rakam olursa, bazı günler birden fazla uçuş yapmış olması lazım..

Uçağın kuyruk numarası; TC-GNC..
Uçağın Genç İnşaat'la ya da Osman Gökçek'le bir ilgisi var mı bilmem..
Meslektaşım Murat Ağırel daha önce bu konuya girdi..
Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin çok önemli bir şirketini de satın alan Genç İnşaat, başkentteki ihalelerde parlak bir yıldıza sahip..

                                                                           **
Neyse konumuz bu değil..
Konumuz, bu uçağın, 3 hafta içinde tam 59 kez Yunanistan'a uçması..
İhtimaller ne;
Bir Yunan işadamı uçağı kiralamış olabilir.. Sabah kahvaltısını Ankara'da, öğle yemeğini Atina'da yiyip, akşam yemeğine İstanbul'a geçiyor olabilir..
Bu zevk-i sefa 3 hafta devam etmiş olabilir..
İnanmak isteyenler için seçenek açtım yani..
Ama "Nedir bu iş" diye soracak olanlar için iki ihtimal var;
1- Bu uçakla ne taşınır?
2- Kumara mı gidiliyordu?
                                                             **

Doğru, kuşların fısıldadığına göre kumarhaneye de uğranıyor.. Ama kumarhane yemek aralarında gidilecek bir yer değil.. Gitti mi kalır insan..
Sahi, bu uçak, Yunanistan'a 3 haftada 59 kez ne taşıdı?
Tahmini olan için yorum bölümü açık..

                                                              **
Benim tahminim mi?
Şöyle izah edeyim;
Bana bile geldiyse Cumhurbaşkanı'na çoktan ulaşmıştır bu bilgi..
Burası kesin..
Kesin olarak bilemediğim şey ise; bagaj Euro muydu, Dolar mı?

                                                                **
Eee, onu da mı ben dert edeyim ?


Murat İde / YENİÇAĞ

Haydarpaşa Garı ihalesinin seyrini değiştirecek olay - Murat AĞIREL

Haydarpaşa ve Sirkeci garları, çocuklarımıza yani gelecek kuşaklara olduğu gibi koruyarak taşımakla yükümlü olduğumuz yegane varlıklarımızdır.


Haydarpaşa ve Sirkeci garları üzerindeki spekülasyonlar hiçbir zaman bitmedi. Halihazırda ülkemizde yandaşlara, siyaset arenasında bulunan bazı ailelerin çocuklarının ve akrabalarının birçok kentte yaptığı yağma aşikâr olduğundan bütün herkes daha da hassas davranıyor. İnsanlar tarihi yapılara sahip çıkmaya çalışıyor.

Haydarpaşa Garı'nın otel yapılacağı söylentileri defalarca çıkarıldı. Hatta yakın zamanda restorasyon çalışması sırasında çıkan yangın endişeleri daha da arttırdı.


Tam böyle bir hassasiyetin söz konusu olduğu bir dönemde, TCDD (Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demir Yolları) Haydarpaşa ve Sirkeci garlarının depo sahalarının kültür ve sanat faaliyetlerinde kullanılmak üzere bir ihale açtı.
İhale, 4 Ekim 2019 tarihinde yapıldı. İhaleye İBB Konsorsiyumu (Kültür A.Ş, Metro A.Ş, Medya A.Ş) Emre Kamçılı, Anadolu Kültürel Girişimcilik ve Hezarfen Danışmanlık katıldı.

İhale kapsamında, ihaleye katılan firmalardan teklifler alındı. İş bitirme belgeleri kontrol edildi. Katılımcılardan Emre Kamçılı bir koleksiyoner. İhale komisyonuna sunduğu iş bitirme belgesi incelendi, uygun görülmedi ve değerlendirmeye alınmadı. TURSAB Başkanı Firuz Barbaros Bağlıkaya'nın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Anadolu Kültürel Girişimciliği teşekkür etti ve teklif vermedi.
Geriye iki firma kaldı.

İBB Konsorsiyumu ve Hezarfen Danışmanlık. Bu firma kiralanacak alanlar için ilk turda 300 bin TL teklif verdi. Devasa bütçeli İBB şirketleri ise bu alan için 100 bin TL teklif sundu. İhale o gün için iki firma arasında 15 gün sonra pazarlık yapılacağı bildirilerek sonlandırıldı.

                                                             ***


Pazarlık yapılacak tarih geldiğinde ise İBB yetkilileri, TCDD'den davet beklerken bir belgegeçer ile donup kaldılar. Gelen evrakta İBB konsorsiyumunun ihaleden elendiği bildiriliyordu. İhale komisyonu görüşmeye sadece Hüseyin Avni Önder'in Hezarfen Danışmanlık adlı firmasını çağırmıştı.

İBB şirketlerinin elenme nedenleri tam komedi.

Şartnamede olmamasına rağmen ihaleye ortak giren İBB firmalarının ayrı ayrı iş deneyim belgesinin olmadığı, "Müşterek ve müteselsilen" yerine teklifte "Ortaklaşa ve birlikte" denildiğinden dolayı ihaleden elendiği bildiriliyordu.
İlk tekliflerin alındığı turda iş bitirme belgeleri incelenmişti zaten. O zaman komisyon tarafından görülmedi mi? Türkçe kelime yazılması nasıl bir elenme sebebi olabilir?

Dolap dönüyor çünkü…

                                                             ***

İBB Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, bu gelişmelerden sonra yasal yollara başvuracağını bildirdiği bir video yayınladı. Pazartesi günü önce ihalenin iptali için Bölge İdare Mahkemesi'ne, ihaleyi düzenleyenler hakkında da Anadolu Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

Ardından Ulaştırma Bakanı bir basın açıklaması yaptı iddiaları yalanladı ama yalanlarken de doğruladı. Evet, yaptığı açıklama da, İmamoğlu'nun iddialarına "yalan" dedi. Ancak açıklamada İmamoğlu'nun iddia ettiği elenme nedenlerini doğruladı. Ekrem İmamoğlu'nu verdiği sözleri tutmamak için gündem saptırmak ile suçladı ve milli birlik beraberlikten söz ederek sözlerini bitirdi.

Açıklamayı okuduğumda inanın Hezarfen adlı firmanın avukatı açıklama yapıyor sandım. Yani firma avukatı müvekkilini savunsa ancak bu kadar savunurdu. Sayın Bakan açıklamasında, "Yüksek fiyat teklif edene verdik diyor. Ne yapalım daha düşük teklif verene mi verseydik" diyor ancak ikinci tura davet edilmeyen İBB'nin pazarlık masasındaki teklifi ne olacaktı bilmeden bunları söylüyor.

Tabi hal böyle olunca ilk ihaleden sonra bahse konu Hezarfen adlı firma daha çok ilgi çekiyor. Soruşturmacı gazetecilik gereği araştırmaya başladım. Firma ile ilgili bilgileri ihalenin ilk turu sonlandığında sosyal medya hesabımdan ve katıldığım TV programında paylaşmıştım.

Bunları tekrar hatırlatmak ve bir adım daha ileri götürerek ilginç bağlantıları sizlere aktarmak istiyorum.

                                                             ***

Danışmanlık firması, 2017 yılında Hüseyin Avni Önder tarafından kurulmuş. Kuruluş sermayesi ihale yapıldığı 4 Ekim 2019 tarihinde sadece 10 bin TL. İlk ihale sonuçlanıp pazarlık için 15 gün sonrasına gün verildiğinde, Hezarfen Danışmanlık boş durmamış ve sermaye artırımına gitmiş alelacele firmanın sermayesi 9 Ekim 2019 tarihinde 1 milyon TL'ye çıkartıldı.

Hüseyin Avni Önder, Okçular Vakfı eski Genel Müdürüdür. Kendisi aynı zamanda AKP'nin sürekli eğitim merkezi olan AKSEM'in Yönetim Kurulu üyesidir. Hüseyin Avni Önder daha önce İBB Halkla İlişkiler Müdürlüğü'nde de görev yaptı.

Hezarfen firması aynı zamanda PTT'nin Dama Dama isimli Çocuk dergisinin de imtiyaz sahibi. Hüseyin Avni Önder'in ne gibi iş bitirme belgeleri var bilinmez. Ancak ulaşabildiğim 2018 yılında İBB Kültür AŞ'den adrese teslim ihale modeli olan 3-g yöntemi ile almış olduğu (2018/220008 ihale kayıt numarası ile) 567 bin TL'lik İstanbul Gençlik Festivali işini almış.

Şimdi sıkı durun.

Hezarfen adlı firmanın Ticaret Sicil Gazetesi'nde görünen adresi Küçükayasofya Cad No:66 Kat: 2 Sultanahmet.

Peki aynı adreste başka bir firmalar daha var desem?

Evet o firmalardan birinin adı Guguk Doğa Sporları.

Sahibi yine Hüseyin Avni Önder.
Firmanın internet sitesindeki iletişim bilgilerinde sorumlu olarak kim gözüküyor dersiniz?

Necati Bagatır.

Necati Bagatır kim?

Okçular Vakfı Genel Müdürü Ali İhsan Öz'ün Yardımcısı!

Bitmedi…

                                                                ***

Aynı adreste bulunan diğer firma FBN Danışmanlık adlı firma. Sahibi Serkan Küçükberber.

Kendisi Okçular Vakfı Yönetim Kurulu Danışmanı ve İCYF (İslam İşbirliği Gençlik Forumu) Genel Direktörü. Ticaret sicil gazetesinde kuruluşta başka adres var ancak internet sitesindeki adres Hezarfen'in faaliyette olduğu adres.

Gar çevresinde ve Kadıköy'de esnaf ile sohbet ettim. Herkesin kafasında ortak sorular var aslında mesela bana iletilen soruları Bakan Beye soralım;

-İhale yapılırken sadece 10 Bin TL sermayesi olan daha 2 yıllık bir firma nasıl olurda ticari faaliyette bulunmayacağı bir yer için aylık 350 Bin TL ödemeyi taahhüt eder?
-Bu firma ihalenin ilk turundan hemen sonra 1 milyon TL sermayeyi nereden kimden bulmuştur?

Ve en önemlisi…

Bu firma daha sonrasında ihale konusu yerlerin hemen yanında bulunan yüzlerce dönüm araziye sahip Çırağın Sarayı'ndan daha büyük olan ve şu anda boşaltılmış olan denize sıfır Toprak Mahsulleri Ofisi arazisi ve binalarını da ihale usulü kiralayacak mı?

Acaba bu Hezarfen firması diğer arazi ve binaları da mı kiralamayı düşünüyor?

Öyle ya bu arazide de üst geçit çalışmaları bitti, küçük binalar da yeni restore edildi. İki bina şimdi yıkılacak. Diğer binaların yüzlerce odası da var ve otel için uygun.

Sakın "yok, olmaz" demeyin Sayıştay raporları bahsettiğim örnekler ile dolu.

Sonuç olarak yine belli ki ortada iktidarın kapmak istediği büyük bir rant var. Bu da tüm çaba ve oyunlarla verilmek isteniyor. Fakat benim bildiğim İstanbul halkı oyuna izin vermez.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ