Büyülü geyik sustu. Sessizlik bir el gibi ormanın her köşesine dokundu. Hiç kapanmamış pencereler kapandı, genç kızlar saksılarını güneşten kaçırdılar. Ormanın mor salkımlardan işlenmiş kapısı yıkıldı, kar çiçeklerinin değdiği yol çamurla doldu, rüzgâr sepetini kırdı ve bulutlara binerek uzağa kaçtı. İnsanlar şarkı söylemekten vazgeçtiler ve boğucu bir sıcaklık ruhlarını sardı. Çocuklar halka olup oyun oynamadılar, annelerinin sesi tatlı çıkmıyordu ve hiçbir ninni bir yavruyu uyutamıyordu. Genç kızlar güzelliklerini kaybettiler, fesleğenler kokusuzdu, güller tomurcuksuz ve üzümler ekşiydi.
Güneş hiçbir yemişi olgunlaştıramadı, gökte yıldızlar karışmıştı ve toprak sıcak değildi. Artık her şey korkunç, her şey sessiz ve anlamsızdı. Hayat bir duman gibi uçtu, bahtiyarlık bir odun gibi yandı.
Kendisini aynada seyreden, büyülü geyiği zincirleyen korkunç avcı bütün altın köşklerin, bütün insanların, bütün ormanın efendisi olmuştu. Evet, evet işte o, ellerinde en güzel tılsımı tutuyordu, evet, evet işte o, bu ormanın efendisiydi. Ancak onun gözleri olsaydı, şimdi ormanın eski güzel ve eşsiz ormana hiç benzemediğini, ağaçların taze ve yeşil yapraklarını döktüğünü, suların isyanla köpürdüğünü, güneş doğarken sabah rüzgârına açılan kapıların artık kapandığını görecekti. Ancak onun kulakları olsaydı, hayatlarında hiç ağlamamış kızların şimdi hıçkırdıklarını, küçük çocukların göklere annelerini sorduklarını, yaşlı kadınların bahtiyar çocukluk beşikleri başında ağladıklarını ve bütün yaşlı oduncuların, ağaçların neşesini geri vermesi için Tanrı’ya yalvardıklarını duyacaktı.
O görmüyor ve işitmiyordu. Sihirli kutuya karşılık gözlerini, kulaklarını, kalbini, zamanın gürüldeyen ırmağına atmıştı. Altın kutuyu açtı, masmavi eriği aldı ve ısırdı, masmavi eriği yedi. O an ayna sarsıldı, yıkıldı ve paramparça oldu. Bir delilik ruhunu sardı: -Ben bahtiyarım. Bu orman, bu altın köşkler, bu insanlar hep benimdir. Bahtiyarlığın tılsımını ısırdım ve yedim. Bu ormanı arzularıma bir bahçe, bu altın köşkleri kendime bir saray bu insanları bahtiyarlığıma işçi yapacağım.
Oysa köşkler yıkılıyor ve orman ağlıyordu.
Bahar rüzgârı isyanla doldu: -Bu zincirlerin ocağını ben mi üfledim?
Bahar rüzgârı isyanla doldu. Kayaları atladı ve yıkıcı bir şarkıyla dağlardan indi. Çocuklar annelerine kaçtılar. Yaşlı oduncular baltalarını bıraktılar. Genç kızlar eski şarkılarını gözyaşlarına söylettiler ve yiğitler, mustarip ve mert yiğitler, fırtınayı selamladılar: -Fırtına geliyor! Fırtına geliyor! Gökler bulutlarla doluydu, bulutlar kaderin beyaz sayfaları gibi açılmıştı, bilinmez bir el bu beyaz sayfalara şimşek renkli yazıyı yazdı: Fırtınayı duyuyor musunuz?
* Ceyhun Atuf Kansu / Bir Masal Denemesi, 1944
Bahtı gönül, tahtı gönül bir efsaneYolculuk iki saat sürerdi, isteyen sigara içerdi ve hiç de lüks olmayan “lüks kamara”da tek kişilik koltuklar, sehpalar, kül tablaları vardı. Adalara uğrayan Yalova vapuru iskeleye yanaştığında bir koşu yetişilen siteler dolmuşuna, “Şeker” demek yeterdi. Şeker fabrikalarının ve Şekerbank çalışanlarının yararlandığı yaz kampında büyüyen “biber” çocuklardık biz. Başımızda 68 Mayısı’nın isyan yelleri, Karamürsel’e giden kamyonlara otostop çeker, Amerikan üssünün araba camlarına “Yankee Go Home” pusulaları yapıştırır; yine otostopla üssümüz Şekerbank’a dönerdik. İşçi ve emekçi dostu olarak, zaten kamptaki kalburüstü memurinden de hiç hazzetmezdik.
Biri hariç: Şeker fabrikalarının çocuk doktoru Ceyhun Atuf Kansu.
Ceyhun Atuf Bey, onun yazdıklarını okuyan ya da kendisiyle konuşan herkesin gönlünde taht kurmuş bir efsaneydi. Ailesinin kaldığı tesislere arada bir gelir ve her gelişi dört gözle beklenir, sağlık sorunu olmayanlar bile onunla bir çift laf edebilmek için muayene sırasına girerdi. İyiliği hekimliğine, hekimliği annesini yitirmiş çocuk ozanlığına, ozanlığı devrimciliğine, devrimciliği yazarlığına terleyen, her damla terinde mükemmeli yakalamayı başaran, olağanüstü bir insandı, o.
Bu yıl, hiçbir konuda anlaşamayanları bile kendisine duyulan saygıda birleştiren Ceyhun Atuf Kansu’nun 100. doğum yılı.
Ne mutlu ona ki, kendisi gibi ilkeli, başarılı ve eserine sahip çıkan çocuklar yetiştirmiş, sevgili eşiyle birlikte. Ne mutlu bana ki, bir zamanlar Şekerbank kampının çook sevimli yumurcağı Işık Kansu, bugün dostum ve Cumhuriyet gazetesinde yoldaşım.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
* C.A. Kansu’nun “Baba, yağmur bitti” (Telgrafhane Yayınları, 2019) adlı öykü kitabından alıntıdır.