28 Temmuz 2021 Çarşamba

Kuzey Kıbrıs’ı talan etmişler - İsmail Arı / BİRGÜN

 Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs için düzenlediği ihalelerin büyük bir kısmı, 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonu’nda patronu gözaltına alınan Taşyapı Şirketi’ne gidiyor. Ayrıca Kıbrıs, beşli çeteden Limak ve Kalyon için de rant alanı.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kuzey Kıbrıs’ta müjde olarak açıkladığı “saray ve millet bahçesi” projeleri tartışılmaya devam ederken Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs için düzenlediği milyonlarca liralık ihalelerin de yıllardır kamuoyunun yakından tanıdığı isimlere gittiği öğrenildi. 

Kuzey Kıbrıs için düzenlenen ihalelerin milyonlarca liralık ve en büyük dilimi ise patronu 17 -25 Aralık operasyonunda gözaltına alınan Taşyapı Şirketi’ne veriliyor.


Kuzey Kıbrıs’ın pandemi hastanesi dahi Taşyapı Şirketi’ne yaptırıldı. 

Sağlık Bakanlığı’na bağlı Sağlık Yatırımları Genel Müdürlüğü, “Kuzey Kıbrıs Tam Donanımlı 100 Yataklı Çelik Konstrüksiyon Pandemi Hastanesi Temini İşi” adı altında 16 Eylül 2020 tarihinde bir ihale düzenledi. 

Kamu İhale Kanunu’nun tartışmalı pazarlık usulüyle düzenlenen ihale 85 milyon TL’ye Taş Yapı Şirketi’ne verildi.


Karayolları Genel Müdürlüğü, 22 Nisan’da “KKTC D850 Karayolunun Doğusunda Yer alan Muhtemel Yerleşim Yerleri İç Ulaşım Yollarının Yapım, Onarım ve Üstyapı Takviye İşleri” adı altında bir ihale düzenledi. Bu ihale de 150 milyon 142 bin TL’ye yine Taşyapı İnşaat Şirketi’ne verildi.





Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın (TOKİ) aylardır gündemde olan Kapalı Maraş Bölgesi için düzenlediği milyonlarca liralık ihale de yine aynı adrese gitti. 

TOKİ, 6 Kasım 2020 tarihinde, “Maraş Bölgesi Çevre Düzenlemesi ve Yol Yapım İşi” adı altında bir ihale düzenledi. 

İhale, 12 milyon 517 bin TL’ye yine Taşyapı İnşaat Şirketi’ne verildi. 



Kuzey Kıbrıs’ın tek havalimanı olan Ercan Havalimanı da yıllardır Kuzey Kıbrıs için düzenlenen büyük ihalelerin neredeyse değişmeyen tek adresi olan Taş Yapı Şirketi işletiyor. 

Şirket, Ercan Havalimanı’nı 2012 yılında 100 milyon avro peşinat ve 350 milyon avroluk yatırım karşılığında ciro paylaşımlı yap-işlet-devret yöntemiyle 25 yıllığına Kuzey Kıbrıs’tan kiraladı.


Kuzey Kıbrıs için açılan birçok ihaleyi alan Taşyapı Şirketi’nin sahibi Emrullah Turanlı ise 17 -25 Aralık Yolsuzluk operasyonunda da gözaltına alınan isimler arasında yer alıyor. Turanlı, elemanlarıyla yaptığı telefon görüşmelerinin sonucunda gözaltına alındığını ifade ederek, “Bana isnat edilen suç, iki işimle ilgili kendim ve elemanlarımla yaptığım görüşmelerin takibidir. İmarlı arazilerimin ruhsat almak için takip ettiğimiz işlerle ilgili olarak takibe takılmışız” demişti.

KALYON’DAN PATLAK PROJE

AKP iktidarının “Asrın projesi” diye nitelendirdiği ve “Su sıkıntısı çeken KKTC’nin 50 yıllık su ihtiyacını karşılayacağı” belirtilen: ‘KKTC Su Temin Projesi’nin” milyonlarca liralık ihaleleri de muhalefetin beşli çete diye nitelendirdiği şirketler arasında yer alan Kalyon İnşaat’a gitti.

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) tarafından 2011 yılında düzenlenen Mersin ile Kuzey Kıbrıs arasında Akdeniz’in 250 metre derinliğine boru döşeme ihalesi, tam 630 milyon TL’ye Sigur Ros Sdn Bhd- Kalyon- Kutay İnşaat iş ortaklığı verildi. 

Ancak, geçtiğimiz yılın ocak ayında döşenen boruların patladığı ve su akışının durdurulduğu açıklandı.

DSİ de 20 Mayıs 2020 tarihinde “KKTC Deniz Geçişi İsale Hattı Onarımı” adı altında patlayan boru hattının onarılması için bir ihale düzenlendi. İhale, 483 milyon 830 TL’ye yine projeyi yapan Kalyon İnşaat’a verildi.

Muhalefetin beşli çete diye nitelendirdiği beş şirketten biri olan Limak İnşaat’ın da Kuzey Kıbrıs’ta oteli var. 

Limak’ın 2018 yılında açılışını yaptığı otel, 598 oda ve bin 338 yatak kapasiteli. Limak’ın devasa büyüklükteki oteli, Kuzey Kıbrıs Bafra İskele mevkiinde yer alıyor.

                               ***





Rant alanına dönüştürüldü

Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimar Odası Birliği (KTMMOB) Genel Başkanı Seran Aysel, BirGün’e yaptığı açıklamada “Yandaşlara her türlü imkan tanınıyor ve Kuzey Kıbrıs pastasının büyük kısmı Taşyapı’ya gidiyor” dedi. Aysel şöyle konuştu: “Bu ihaleler herkese açık değil. Kamu İhale Kanunu’nun “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen olayların” ortaya çıkması durumunda kullanılması gereken tartışmalı maddesinde düzenlenen pazarlık usulüyle yapılıyor. Yani kapalı kapılar ardından düzenlenen ihaleler yandaşlara veriliyor. Kuzey Kıbrıs’ın iş gücü, firmaları, mühendisleri, mimarları, kurumları ve iş insanları bu projelerde yok sayılıyor. Bu projeler hiçbir kural, mevzuat ve kanun dikkate alınmadan yapılıyor. Anadolu halkının vergileri, Kuzey Kıbrıs’a yardım adı altına kimlere kaydırıldığını, nasıl harcandığını görüyoruz ve bundan rahatsızız. Kuzey Kıbrıs belli kişiler için rant alanına dönüştürülüyor. Son olarak, bizim külliye ve yeni bir Cumhuriyet Meclisi binasına ihtiyacımız yok. Özellikle bu iki binaya ihtiyaç olursa bir devletin bunu kendi imkan ve bütçesinden yaptırması tartışmasız devlet olmasının gereğidir.”

İsmail Arı / BİRGÜN

'Pabuççu muştası' ya da fonculuk üzerine - Fatih Yaşlı / SOL

 Bugün 'fonculuk' denilen mekanizma bütün bir düşünce dünyasını ve akademiyi ele geçirmiş, AB’den, şirketlerden veya vakıflardan para almadan bilgi ve fikir üretmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. 

Edebiyata kıyısından köşesinden bulaşan herkes Peyami Safa ismini duymuştur ama tıpkı onun gibi edebiyatçı olan babası İsmail Safa’yı, Safa’nın 2. Abdülhamid tarafından sürgüne gönderildiğini ve sürgünde yaşamını yitirdiğini pek kimse bilmez.

Bu sürgünün nedeni İsmail Safa’nın da imza attığı 1899 tarihli bir metindir ve bu metinde Afrika’da Boerler’e karşı sömürge topraklarını genişletme savaşı yürüten İngiltere’ye Abdülhamid’e karşı desteğini alabilmek için methiyeler düzülmekte ve savaşta başarı dilenmektedir. 


Dönemin önemli Jön Türk’lerinden olan ve İngiltere Büyükelçiliği ile yakın ilişkileri herkesçe bilinen İsmail Kemal’in öncülüğünde hazırlanan bu metne aralarında Tevfik Fikret, Mehmed Rauf, Samipaşazade Sezai gibi dönemin ünlü isimlerinin de yer aldığı 89 kişi imza atmıştır.

Bu isimler “hürriyet ve adalet uğrunda en çok fedakârlıklar etmiştir” dedikleri İngiltere’nin Afrika’da hürriyet ve adaleti tesis edeceğine ve Afrika’ya medeniyet götürmeye devam edeceğine inandıklarını, bunun için de Boer Savaşı’nda İngiltere’yi desteklediklerini açıklamışlar, imzaladıkları metni de İngiltere Büyükelçiliği’ne teslim etmişlerdir. 

İşin ilginç yanı, Abdülhamid de bu savaşta herhangi bir şekilde İngiltere’nin karşısında yer almamakta, hatta İngiliz kraliçesine destek telgrafları çekmektedir. Metni imzalayanlar ise bu tutumları karşılığında İngilizlerin Abdülhamid’i devirmek için kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler.

Beklentinin boşunalığı bir yana, tam da Afrika’da yaptığı katliamların ayyuka çıktığı bir dönemde İngiltere’ye böylesine bir destek açıklaması yapmanın utanç vericiliği ortadadır. Osmanlı aydını, olanca çaresizliğiyle, Abdülhamid’e karşı sömürgeci ve son derece zalim bir güçten medet ummuş, kurtuluşu orada aramıştır.

Osmanlı aydınının benzer bir tutumu Tanzimat’tan beri süreklileştirmiş olduğu ve bazen İngiltere bazen ise Fransa ya da Almanya, mutlaka Batılı bir güce yaslanması gerektiğini, arzu ettiği değişim ve dönüşüm için Batı müdahalesinin zorunlu olduğunu düşündüğü açıktır ve bu Batıya yaslanma ve oradan destek arama tutumu ile ilgili olarak Doğan Avcıoğlu “pabuççu muştası” tabirini kullanır. 

Pabuç yapımında kalıp tam oturmadığında muşta ile yandan bir iki kez vurularak yapılan düzeltmeye atıfla kullanılan bu tabir, toplumun kendi iç dinamikleriyle bir dönüşüm yaşamasının imkânsız olduğu yönündeki inanca ve Batının elindeki muştayı kullanarak dönüşümü gerçekleştireceğine yönelik beklentiye işaret eder.

İşte önce Osmanlı sonra da Türkiye aydını, hem kendine hem de toplumun iç dinamiklerine güvenmediği için, hep bir “pabuççu muştası” arayışında olmuş, bu arayışta da gözünü hep Batıya dikmiştir. Dün büyükelçilikler, bugün ise büyükelçiliklerin yanı sıra uluslararası sivil toplum kuruluşları, Avrupa Birliği ve onun –başta fon sağlayıcı- çeşitli kurumları ile elbette ki Biden’ın başkan seçilmesinde bir kez daha görüldüğü üzere Amerika Birleşik Devletleri…

***

Sistemler kendileri sadece maddi düzlemde yeniden üretmezler, zihinsel düzlemde de yeniden üretilmeleri gerekir. Yani kapitalizmin kendisini yeniden üretmesi için emekçinin artı-değerine el koyması yeterli değildir, o el koymanın meşruiyet zemininin tesis edilmesine ve ideolojik hegemonyanın kurulmasına da ihtiyaç vardır.

İdeolojik hegemonya çeşitli araçlarla kurulur. Din ve milliyetçilik toplumun sınıfsal niteliğini ve sömürüyü gizlemeye yardımcı olur örneğin. Okulda, evde, askerde düzenin ideolojisi kuşaktan kuşağa aktarılır. Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda, internet sitelerinde, düzenli olarak kapitalizmin doğallığından ve insan fıtratına en uygun sistem olduğundan bahsedilir. Akademisyenler, sosyal bilimciler, iktisatçılar bunun üzerine makaleler, tezler, kitaplar yazarlar.

Velhasıl, Marx ve Engels’in söylediği gibi, her çağda egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir; yani egemen sınıf, sahibi olduğu düzeni maddi olarak üretirken onun meşruluğuna dair bilgiyi ve fikri de üretir. Bu üretim esnasında ise hangi bilgi ve fikirlerin “önemli” olduğunu belirler, akademide ve düşünce dünyasında bazı bilgi ve fikirlerin öne çıkarılmasına, bazılarının ise gözden düşmesine çaba gösterir. Bazı konuları üzerine çalışılabilir ilan ederken, bazılarını ise bu kapsamın dışına çıkartır. 

Hangi gazetede hangi fikrin savunulabileceğinden tutun da düşünce dünyasında hangi akımın moda olacağına ya da akademi dünyasında hangi meseleler üzerine çalışılabileceğine uzanan bu süreçte araç olarak ise para kullanılır. Ödenecek telif ücretlerinden tesis edilecek fonlara ya da desteklenecek projelere, bilginin ve fikrin üretimini düzenlemenin ve denetlemenin temel aracı paradır.

İşte son zamanlarda Türkiye kamuoyunun gündemine yerleşen “fon” meselesi de doğrudan bununla ilgilidir. Özellikle son kırk yılda, reel sosyalizmin çözülüşüne ve neoliberalizmin yükselişine paralel bir şekilde, bilgi giderek daha fazla piyasalaşmış ve metalaşmış, fikir üretiminin sınırlarının çizilmesinde para çok daha etkili bir rol oynamaya başlamıştır.

Bugün fonlar kapitalizmin meşruiyetinin tesis edilmesi ve ideolojik hegemonyanın kurulması için kullanılan en etkili araçlardır. Çünkü bugün “fonculuk” denilen mekanizma bütün bir düşünce dünyasını ve akademiyi ele geçirmiş, AB’den, şirketlerden veya vakıflardan para almadan bilgi ve fikir üretmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. 

Bu mekanizma için çok net bir şekilde “parayı veren düdüğü çalar” sözü kullanılabilir. 

Fon, sermayenin verdiği para karşılığında sizden onun meşruiyetine hizmet eden, onun çıkarlarına uygun olan, onun işine yarayan bilgilerin üretilmesini istemesi anlamına gelir. 

Fon, sadece sermayenin çizdiği sınırlar içerisinde düşünsel ve akademik üretimde bulunabileceğiniz, bunun dışına çıkmayı göze aldığınızda ise maddi kaynaklardan yoksun bırakılabileceğiniz anlamına gelir. 

Fon, sömürü düzeninin devamı adına bilginin ve düşüncenin sömürgeleştirilmesi anlamına gelir. 

Ve dolayısıyla fon, emekçi sınıfların bilgi ve fikir düzleminde mülksüzleştirilmesi anlamına gelir; çünkü kapitalizm sadece kamusal varlıklara, ormanlara, sahillere “çökmek” demek değildir, kapitalizm fonlama aracılığıyla bilimsel üretime, bilgiye ve düşünceye de “çöker.” 

***

2. Abdülhamid’in istibdat rejimine karşı İngiltere’den medet uman tavrın günümüzdeki temsilcilerinin, “pabuççu muştası” arayışına devam edenlerin, demokrasiyi Batıdan bekleyenlerin,  fon mekanizmalarına ve fonculuğa bu kadar iştahla sahip çıkmalarında bir sıkıntı bulunmuyor. Onlar bu mekanizmaya ve bu mekanizmanın meşruiyetine hizmet ettiği şeye, yani kapitalizme iman etmiş durumdalar zaten. 

Sıkıntı, kendisine solcu, Marksist, sosyalist vs. diyenlerde. Yazılarında, makalelerinde, kitaplarında Marksizm adına mangalda kül bırakmayanların, “sınıf” demeden cümle kurmayanların, dibine kadar “ortodoks” olanların,  iş gündelik meselelere ve pratiğe geldiğinde adeta birer liberal kesilerek liberal apolojinin birbirinden muazzam örneklerini sergilemelerinde. Bunun için ise “otoriter rejim/faşizm” bahanesinin arkasına sığınmalarında. En temel ilkeleri, en basit konumlanma gereklerini bile “faşizm var” diyerek erteleyip geçersizleştirmelerinde.

Oysa ne otoriterliğin mevcudiyeti, ne de yapılacak herhangi bir tartışmanın otoriterleşmeye hizmet edeceği yönündeki iddia, solun temel ilkelerini gündeme getirmeyi ertelemesinin ve dolayısıyla inkâra yönelmesinin gerekçesi, mazereti olamaz. Solun işi liberalizme gövdesini siper etmek olmadığı gibi, “faşizmle yan yana düşmemek” gibi bir saçmalık adına kapitalizmin işleyiş mekanizmalarını ve emperyalizmin varlığını önemsizleştirmeye ya da unutturmaya hizmet etmek de değildir. 

Günümüz Türkiye’sinde, kapitalizmden ayrı ele alınabilecek bir otoriterlik olmadığı gibi, kapitalizmden ayrı olarak mücadele edilebilecek bir otoriterleşme de yoktur. Ya da –bunu hatırlatmaya mecbur olmak dahi utanç verici ama- en azından sosyalistler için olmamalıdır. 

Fatih Yaşlı / SOL

27 Temmuz 2021 Salı

Ankara'da asbest alarmı | ASUD Başkanı Ensari: Denetim yok, raporlar sahte - Ramis SAĞLAM / Evrensel

 ASUD Başkanı Mehmet Şeyhmus Ensari: Görevini kötüye kullanan bazı uzmanlar sahte asbest raporu vererek belediyeleri yanıltmaktadır.

Kentsel dönüşümde, asbestli su borularının sökümü sırasında uyulması gereken yasal zorunluluklara uyulmaması çevresel zararlara neden olurken İstanbul ve İzmir’den sonra Ankara’da da asbest tehlikesi alarm veriyor. Asbest Söküm Uzmanları Derneği Başkanı Mehmet Şeyhmus Ensari ile Ankara asbest haritasını ve tehlikeleri konuştuk.

Yıkılacak binaların ‘Yıkım Ruhsatı’nın, binanın sınırları içinde bulunduğu belediye tarafından verildiğini söyleyen ASUD Başkanı Mehmet Şeyhmus Ensari “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından Ankara’daki belediyelere gönderilen 2 Temmuz 2018 tarihli yazıda; ‘Yapı Yıkımlarındaki Tehlikeli Madde/Atık-Asbest’ konusunda bilgilendirme yapılmış. İnsan sağlığını tehlikeye düşürecek etkiler konusunda uyarılar yapılmıştı” dedi.

DENETİM KAĞIT ÜZERİNDE

ASUD’a gelen şikayetler, sahadan topladıkları bilgiler ve araştırmalar doğrultusunda Ankara için asbest haritası çıkardıklarını ifade eden Ensari, kâğıt üzerinde asbest kontrolü yapıldığını ancak yıkılacak binalardan asbest raporu istenmediğini söyledi.

Bakanlığın denetimleri belediyelere bıraktığını hatırlatan Ensari, yalnız Ankara’da değil tüm Türkiye ve hatta dünyada içme suyu borularının önemli bir kısmının asbestli eski borulardan oluştuğunu iddia etti. Polatlı, Beypazarı gibi ilçelerin içme suyu borularının değiştirilmesi için bütçe ayrılması önergesine Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinde AKP ve MHP’li üyelerin karşı çıktığını söyleyen Ensari, “Asbest farkındalığının sıfır olduğunu, konunun siyasi çekişmeler arasında kaybolduğunu görüyoruz. ASUD olarak o dönemde Mansur Yavaş’a destek olacağımızı ve örnek bir çalışmada gönüllü olacağımızı bildirdik. Olumlu cevap alamadığımız gibi bir de o çalışmalar sırasında asbest önlemi alınmadı, çalışanlar asbeste maruz kaldı. Ayrıca asbestli borular normal atıkmış gibi gelişi güzel etrafa bırakılmıştı. Bertaraf tesislerine gönderildiği bile şüpheli” dedi.



ASKİ ASBEST KONUSUNDA SINIFTA KALDI

Ankara Büyükşehir Belediyesi, Çankaya ve Yenimahalle belediyelerine gerekli ziyaret ve uyarılarda bulunduklarını ancak bir dönüş alamadıklarını belirten Ensari, ASKİ’nin de asbest konusunda sınıfta kaldığını söyledi. Ensari, “Görevini kötüye kullanan bazı uzmanlar sahte asbest raporu vererek belediyeleri yanıltmaktadır. Birçok belediye ise yıkımlarda asbest tehlikesini göz ardı ederek halkına ölümü solutmaktadır” diye konuştu.

Ensari son olarak müteahhitlerin veya yıkım firmalarının “asbest yoktur” belgesi düzenleyen uzmanlara iş verdiklerini, dolayısıyla etik çalışan uzmanların iş bulamadıklarını da ekledi.

DİĞER İLLER İÇİN ÇALIŞMALAR SÜRÜYOR

Bugüne kadar İstanbul, Kocaeli ve Ankara için haritalar oluşturduklarını söyleyen Ensari, diğer illere yönelik çalışmaların da sürdüğünü ifade ederek “Rapordan memnun olmayan belediyeler itirazlarını yazılı olarak göndermeleri halinde, haritalarımızı periyodik olarak güncelleyeceğiz” dedi.

Belediyelerin gönderecekleri belgelerde, kaç binaya yıkım ruhsatı verildiği, asbest envanter raporunun hangi tarihten beri istendiği, kaç binaya asbest envanter raporu alındığı, kaç binada asbest çıktığı ve hangi yapı malzemelerinde asbest bulunduğu, ilçe sınırları içerinde kaç ton asbestin bertaraf edildiği gibi bilgilerin yer alması gerektiğini söyleyen Ensari, asbest raporu istenen ilçelerde raporların büyük çoğunluğunun formalite olarak düzenlendiğini söyledi.

‘PROSEDÜRLER UYGULANSIN’

Asbeste maruz kalmanın hava yoluyla insanların sağlığını riske attığını ve kansere sebebiyet verebildiğini ifade eden Ensari, risklerin yıkım öncesi teknik incelemeler yapılarak ortaya çıkartılması gerektiğini söyledi. Yıkım sırasında mevzuattaki hukuki ve teknik kurallara uyulması gerektiğini ifade eden Ensari, “Yıkılacak binaların asbest ve benzeri malzemelerden temizlenmeden ana yıkıma geçilmesine kesinlikle izin verilmemelidir. Bu uyarı sadece derneğimizin değil ilgili mevzuatlarının yasal zorunluluğudur” dedi.

‘ASBEST GÖRMEZDEN GELİNEMEZ’

Ensari, “Bu durumdan belediyelerin ve müteahhitlerin memnun olduğunu, çevre ve halk sağlığına gereken önemin verilmediğini görmekteyiz. Asbest meselesinin teknik konudan çıkıp hukuki konulara dönüşecek olmasını üzülerek belirtmekteyiz. Asbest tehlikesini görmezden gelerek bu işten kurtulamazsınız” dedi.

                                                                           ***

Kentsel yıkımlardaki tehlike: Asbest (Ramis SAĞLAM / Evrensel) - 06 Mayıs 2021

Asbest Söküm Derneği (ASUD) Başkanı Mehmet Şeyhmus Ensari, kentsel yıkımlarda ortaya çıkan gözümüzün göremeyeceği küçüklükte lifsi iğnemsi 1. derece kanserojen tozlarına karşı vatandaşları uyardı.


İstanbul’da daha önce camları patladığı için boşaltılan 5 katlı bina çöktü. Ankara'da da çökme riski bulunduğu gerekçesiyle kontrollü yıkılan 8 katlı Açelya Apartmanı'nın yıkımında ortaya çıkan görüntüler sonrası Asbest Söküm Derneği (ASUD) Başkanı Mehmet Şeyhmus Ensari ile yaşanan tehlikeyi konuştuk. Ensari, kentsel yıkımlarda ortaya çıkan asbest lifleri mikrometre ve hatta nanometreye kadar küçülebilen gözümüzün göremeyeceği küçüklükte lifsi iğnemsi 1. derece kanserojen tozlarına karşı vatandaşları uyardı.

Hafif ve lifsi yapısı nedeniyle havada askıda kalabilmekte ve rüzgarlanmayla birlikte çevreye ve kilometrelerce uzaklıktaki bölgelere çok kolay yayılabilme özelliği olduğunu söyleyen Ensari, “Asbestin 1200 °C üzerinde yakamadığımız sürece yok edilemez” dedi. Tozumaya başlayan asbestten tek korunma yolunun uzak durmak ve solumamak olduğunu ifade eden Ensari, “Asbestin ne aşısı mümkündür ne de bağışıklık hücrelerimiz asbesti yenebilmektedir. İyi huylu hastalıkları süründürerek kötü huylu hastalıkları acı çektirerek ölüme götürür” dedi.

“KİTLESEL ASBEST MARUZİYETİ ORTAYA ÇIKMAKTADIR”

Ensari, ayrıca kentsel dönüşümden veya deprem hasarlı yapılardan kaynaklı yıkımlarda Türkiye'nin asbestle tehlikesi her geçen gün daha da büyüdüğünü söyledi. Asbest maruziyetinin en aza indirmesi gerektiğinin altını çizen Ensari, “Başta yetkili bakanlıklar ve belediyeler vatandaşın asbest solumasını seyrediyorlar. Tüm iş birliği çağrımıza rağmen bugüne kadar sadece Mersin Yenişehir Belediyesi dışında olumlu cevap alamadık. Bakanlıklar Mevzuattan dolayı kendilerini sorumlu tutmuyorlar ve tüm hukuki sorumluluğu yıkım ruhsatı düzenleyen belediyelere veriyorlar” dedi.

Belediyelerin, bu tehlikenin farkında olmadığını ve yeterli bilgiye sahip olmadığını iddia eden Ensari, “Birçok yıkımların asbest envanter raporu yıkımı hurda karşılığı yapacak firmalardan istenmekle çok büyük hata yapılmaktadır. Asbest raporu sahte olan yapıların yıkımından kaynaklı ortama yayılan asbest tozlarının önlenmesi için gerekli ne ‘toz bastırma’ ne de ‘toz perdeleme’ sistemleri kullanılmamaktadır. Bu nedenle Asbest envanter raporları istenmeyen veya kağıt üzerinde yapılarak tehlike göz ardı edilmekte ve dünyada eşi benzeri görülmeyecek kitlesel asbest maruziyeti ortaya çıkmaktadır” diye konuştu.

YIKIMDA ASBEST DIŞINDAKİ TEHLİKELİ PARTİKÜLLER

Bina yıkımlarında asbest tozlarının dışında cıva, kurşun, Pcb, Pbb, kadmiyum, Cr6, küf mantarı ve silika tozları gibi tehlikeli atık partiküllerinin ortama salındığına da dikkat çeken Ensari, vatandaşların kendilerini koruması için önerilerde bulundu. Ensari, öncelikle bölgeden uzaklaşılmasını, yıkım süresince başka semtlerde kalmayı önerirken, yıkımların yakınına gidip izlemenin tehlikeye direk maruz kalmak olduğunu söyledi.

Ensari, “Asbeste maruz kalmamak için mümkün mertebe evlerden dışarı çıkılmaması, pencere açılmaması gerekir. Tek kullanımlık FFP3 toz maskesi kullanalım. Kıyafetlerimizi binamıza girmeden çırpalım, eve girince banyoda çıkaralım, ters çevirelim ve bir poşete koyalım tozun ev ortamına yayılmasını önlemiş oluruz. Bundan sonra makinede yıkayalım. Yıkım süresince evimize girmiş olan tozları hepa filtreli elektrik süpürge ve ıslak bezle (bezi tekrar kullanmamak gerekir) temizleyebiliriz. Ayrıca yıkım ekiplerinde çalışan işçi, operatör, teknik eleman vb. çalışanların birer meslek hastası ve kanser adayı olduğunu göz ardı etmiyoruz” diye konuştu.

Ramis SAĞLAM / Evrensel

 




Farklı örneklerle tiksindirici borç - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Muhtemelen tiksindirici borç ilanının Amerikan yanlısı diktatörlerin devrilmesi halinde emsal olacağı düşünülerek “borçların sürdürülebilirliği” kuralına dayanılarak borçların hafifletilmesi yöntemi tercih edildi.

Öncelikle bundan böyle “odious debt” karşılığı 

olarak “tiksindirici borcu” kullanacağım. Çünkü 

sosyal medya ortamında düzenlediğim anket 

bu sözcüğün yeterince benimsendiğini ortaya 

koydu.

Bugünkü yazıda tiksindirici borca ilişkin Ekvator, İzlanda, Arjantin, Yunanistan ve Malezya gibi 5 yakın dönem örneği üzerinde duracağım.

Ancak konuya ilişkin 3 önemli noktanın vurgulanması da önem taşıyor:

1) Her ne kadar tiksindirici borcun hukuki ve ekonomik boyutları öne çıkıyorsa da, somut bir vaka gündeme geldiğinde alınan tavırların çoğunlukla politik olduğu gözlemleniyor. Örneğin Amerikancı çevreler Irak işgali sonrası Saddam döneminin, Madura Venezuela’sının, Lukashenko Belarus’unun borçlarının tiksindirici ilan edilmesi yolunda gayret sarf ederken, konu sağ yönetimler döneminde alınan Arjantin, Yunanistan, Ekvator borçlarına gelince aynı tavrı sergilemiyor.

2) Bir borcun tiksindirici nitelik taşıyıp taşımadığının araştırılması için bu borcu alan yönetimin despotik olması gerekmez. Meşru yollarla seçilmiş, ancak yetkisini halkın zararına kullanmış bir hükümet için de tiksindiricilik söz konusu edilebilir. Bu konu, tiksindirici borç kavramını ortaya atan hukukçu Nahum Sack’in görüşlerine referansla literatürde tartışılsa da, burada uzun yıllardır üçüncü dünyanın borçlarının affı için çaba gösteren Gayrimeşru Borçların İptali Komitesi (Committee for the Abolition of Illegitimate Debts) ve komitenin sözcüsü Eric Toussaint’in yorumu benimsenecektir.

3) Bir ülkede yönetimi devralan yeni rejimin önceki dönemin borçlarını tiksindiricilik gerekçesiyle sorgulamaması bu yükümlülükleri meşru ve halk yararına kabul ettiği anlamını taşımaz. Çünkü içinde bulunduğumuz “finansallaşmış küreselleşme” çağında bir hükümetin “uluslararası sermayeye” kafa tuttuğu algısının yerleşmesi, para ve sermaye piyasalarından borçlanmasının önünü kapatabilir ve/veya ancak çok daha zor koşullarda ve yüksek maliyetle fon bulmasına yol açabilir. Bu nedenle Güney Afrika ve Yunanistan örneklerinden bildiğimiz gibi, “finans kapitalin” terörü, bedelini göze alamayan bazı yönetimler tiksindirici borçları bile bile ödeme yoluna gidebilir.

KISA BİR TARİHÇE

Borçların reddinin ilk örneği, 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı’ndan sonra Amerikalıların Küba’dan elde edilebilecek gelirlerle ödenmesi öngörülen İspanyol borçlarını üstlenmemeleridir. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra da Sovyet Hükümeti bekleneceği üzere Çarlık dönemin borçlarını ödemeyi reddetmiştir. 1919’daki Versay Anlaşması da Polonya’yı, Alman ve Prusya hükümetlerinin edindiği borçları ödemekten muaf tutmuştu. Daha sonra Amerikan başkanlığına seçilecek William Taft’ın hakemliğinde Costa Rica’nın diktatör Federico Tinoco döneminde Royal Bank of Canada’ya edinilen borçları iptal edildi. Irkçı Apartheid rejiminin yıkılması, Nelson Mandela’nın devlet başkanı seçilmesinden sonra Güney Afrika Hükümeti borçların iptali çağrılarına karşın, bankacılık çevrelerinin telkinlerine boyun eğerek dış borçların reddi yolunu seçmedi. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra 125 milyar doları bulan Saddam dönemi borçlarının“silahlar almak, saraylar inşa etmek ve baskı aygıtlarını güçlendirmek” amacıyla kullanılması gerekçeleriyle iptal edilmesi gündeme geldi. Muhtemelen tiksindirici borç ilanının Amerikan yanlısı diktatörlerin devrilmesi halinde emsal olacağı düşünülerek “borçların sürdürülebilirliği” kuralına dayanılarak borçların hafifletilmesi yöntemi tercih edildi.

5 ÜLKE ÖRNEĞİ

Ekvator: 2007’de Rafael Correa’nın seçilmesiyle birlikte 1976-2006 yılları arasında biriken gayrimeşru borçların araştırılması amacıyla bir borç denetleme komitesi kuruldu. Çalışmalar sonucu Kasım 2008’de çoğunluğu ABD bankalarına olan devlet tahvili borçlarının ödenmesinin askıya alındığı duyuruldu. Bu tek taraflı beyan, kreditörlerin ilgili borçlarda %70 iskontoya razı olmalarını getirdi. Böylelikle 2009’dan başlayarak sosyal harcamalarda kuvvetli artış olanaklı hale geldi. Gelgelelim, 2020’de Başkan Lenin Morero vadesi gelecek Goldman Sachs ve Credit Suisse tahvil borçlarını ödeyeceğini duyurdu. Hemen arkasından IMF ülkeye 6.5 milyar dolar kredi açtı. Bu örnek bir ülkenin “uluslararası finans çevreleriyle” mücadelesinin kolay bitmeyeceğine, kazanımların kolaylıkla yitirilebileceğine kanıt kabul edilebilir.

İzlanda: 2008 Küresel Finansal Kriz’inde Ekim 2008’de ülke bankacılık sistemi çöktü. İzlanda bankalarının işlem hacmi ekonomik faaliyetlerin düzeyiyle kıyaslanamayacak ölçüde şişmişti. İzlanda hükümeti İngiltere ve Hollanda’nın talep ettiği 3.5 milyar dolar tazminatı ödemeyi reddetti. Çünkü bu ülkeler İzlanda bankalarında parası batan yurttaş ve kurumlarının mevduatlarını ödedikten sonra, bu maliyeti İzlanda’dan tazmin etme gayretindeydiler. Yapılan referandumda halkın yüzde 90’ı İngiltere ve Hollanda’nın talebinin reddedilmesi yolunda oy kullandı. Biraz yumuşatılmış ikinci ödeme planı da üçte iki oyla geri çevrildi. İzlanda hükümeti sermayeye kaçışlarına karşı sermaye kontrollerini devreye soktu. Bu uygulama IMF tarafından bile kabul gördü.

Arjantin: 2001 yılında “para kurulu” adı verilen cendereden kurtulunca, ülke moratoryum ilan eder. Uzun müzakereler sonucunda, “saç tıraşı” tabir edilen borçlarda iskontoyu kabul edenlerin oranı 2010’da yüzde 92’ye ulaşır. Böylelikle Arjantin’in dış borç ödemeleri rayına girer. Daha sonra Arjantin hükümetiyle anlaşma yoluna gitmemiş kreditörler ellerindeki 15 milyar dolarlık kağıtlarla, New York Mahkeme’sinde alınan bir karara dayanarak Buenos Aires hükümetini sıkıştırmaya başlarlar. Covid pandemisinin patlak vermesinin ardından 2020 Mayıs’ında Arjantin bir kez daha temerrüt ilan eder. Merkez sol peroncu devlet başkanı Alberto Fernandez borçların yeniden yapılandırılması için görüşmelere devam ediyor. Burada bizi ilgilendiren en önemli tartışma, IMF’nin neoliberal politikalar izleyen merkez sağ Başkan Mauricio Marci’ye 2019’da tekrar seçilebilmesi için açtığı 44 milyar dolarlık kredidir. Bu kredinin ve izlenilen programın ekonomiyi kötüleştirdiği, ödenmemesinin gerektirdiği tezi öne sürüyor.

Yunanistan: 2005-2009 arasında Fransız, Alman, Hollanda gibi merkez ülkelerin bankalarının Yunanistan’a açtığı krediler 4 kat arttı. 2010’dan itibaren Küresel Finansal Kriz ortamında IMF Avrupa Merkez Bankası ve Avrupa Komisyonu’ndan oluşan Troyka yabancı ve Yunan bankalarını kurtarma planını dayattı. Bu çok ağır kemer sıkma politikalarını gerektiren bir programdı. Yunan Borçları Gerçekleri Açığa Çıkarma Komitesi rakamlarla oynandığını ortaya koydu. Komite raporunu 17 Haziran 2015’te Yunan Parlamentosu’na sundu ve borç geri ödemelerinin askıya alınmasını önerdi. Ancak dönemin başbakanı Cipras başta komitenin çalışmalarını desteklemişken, önerilere kulak asmadı. Maliye bakanı Yanis Varufakis ile birlikte bu raporu Troyka ile pazarlıkta bir koz olarak kullanabileceğini düşündü ve sonunda kemer sıkma programına boyun eğdi.

Malezya: Necip Rezak 2009’da başbakan koltuğuna oturur oturmaz ayağının tozuyla 1MDB adlı ulusal yatırım fonunu kurar. Fonun uluslararası finans çevrelerinden, Goldman Sachs gibi yatırım bankalarından borçlandığı paralar altyapı yatırımları yerine lüks gayrimenkullere, mücevherlere, tablolara gider. Şirketler değerinden pahalıya alınır. Burada oluşan 1MDB’nin zararları Necip’in suç örgütünün karları hanesine yazılır. Ganimet suç ortakları arasında paylaşılır. 2016 Temmuz’unda ABD Adalet Bakanlığı 1MDB fonunun en az 3,5 milyar dolar zarara uğradığını, soruşturmanın devam ettiğini bildirdi. Bu arada fonun 1 milyar dolarlık malvarlığına el koydu. Fonun portföyünde Manhattan’da lüks daireler, Beverly Hills’de malikaneler, lüks oteller, Claud Monet ve Pablo Picasso tabloları bulunduğu açıklandı. 2018 genel seçimiyle Necip Rezak’ın iktidarı kaybetmesiyle 1MDB skandalı soruşturması açıldı. Necip 12 yıl hapse mahkum edildi. Fonun halen 7.8 milyar dolar borcu bulunuyor. Çalınan miktarın 4.5 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Malezya hükümeti fonu denetlemekle görevli KPMG denetim şirketinden ülke kaynaklarını zarara uğrattığı gerekçesiyle 5.6 milyar dolar talep ediyor.

Yukarıdaki ülke örneklerini, tartışmalara bir çerçeve oluşturması beklentisiyle özetleyerek verdik. Yoksa her bir vaka burada yer veremediğimiz çok önemli ayrıntılar içeriyor. Önümüzdeki hafta Türkiye’nin borç yükümlülükleri ve tiksindirici borçlar konusunu irdelerken yeri geldiğince, yabancı ülke örneklerini hatırlayacağız.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kaynaklar:

Mitu Gulati ve Ugo Panizza, The Haussman-Gorky Effect, Journal of Business Ethics, 166, 2020

Robert Howse, The Concept of Odious Debt in Public International Law, UNCTAD, Temmuz, 2007

Micheal Kremer ve Seema Jayachandran Odious Debt, Finance and Development, Haziran 2002

Eric Toussaint, CADTM.org’daki çeşitli yazıları.


Ne burnumuzu göstermekten utanırız ne de saçımızı! - Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet


Ülkede salgın bir yandan, Taliban ile yakınlaşma hamleleri ve ekonomik çöküş diğer yandan, nefes almakta zorlanırken kilometrelerce öteden gelen bir başarı haberine hepimiz sevindik. A Milli Kadın Voleybol Takımı, 2020 Tokyo Olimpiyat Oyunları’nda, son olimpiyat şampiyon Çin’i 3-0 yendi.

Ama sevincimizi kursağımızda bırakmaya çalışanlar anında ortaya çıktı!

Kadın düşmanı açıklamaları ile tanınan ilahiyatçı yazar İhsan Şenocak“Filenin Sultanları” diye anılan kadınların voleybol oynayıp başarılı olmasından ve şortlu formalarından öyle rahatsız olmuş ki sosyal medyadan fetva vermeye kalktı. 

Twitter’da yazdığı aynen şu: 

“İSLAMIN KIZI!

Sen OYUN ALANLARININ değil, imanın, iffetin, ahlakın, hayânın, edebin SULTANISIN; SEN ‘burnunu göstermekten utanan’ ANALARIN EVLADISIN. Ekranlara ve sakallı ağabeylerinin popüler kültürün kurbanlarına ‘sultan’ demesine aldanmayasın! Umudumuz da duamız da SENSİN!”

Kendini ne sanıyor bu adam? Ne hakla kadın sporculara “ahlaksız” imasında bulunabiliyor? Birileri anayasayı kevgire çevirmiş olsa da Türkiye, bir İslam Cumhuriyeti değil, laik Cumhuriyet!

Cumhurbaşkanı, “Taliban’ın Türkiye’nin inancıyla ters bir yanı yok” dedi, ardından birtakım yobazlar coştu. Hafta sonunda da yazdım: “Türkiye’nin inancı” diye bir ifade kabul edilemez. Bu ancak İslam cumhuriyetlerinde söz konusu olur!

HERKESİN DİNİ İNANCI KENDİNE 

Şenocak’a tepki gösterdiğimizde, “Burası Müslüman bir ülke”, “Ne hakla lideri Müslüman olan bir ülkede had bildirmeye çalışıyorsun, uyaran bir İslam âlimi”, “Surede yazanları okumadınız galiba!”, “Bir gün Allah’a hesap verdiğinizde sizi görmek isterim” diyen bir kitle çıktı karşımıza...

Kadın sporcular arasında inanan da olabilir, inanmayan da. İnanç bireyseldir ve kimse dini inancı olup olmadığı konusunda bir başkasına hesap vermek durumunda değildir. Adı üstünde inanç; kimseyi zorla inanç sahibi yapamazsınız. 

“Burnunu göstermekten utanan analar” diyerek burka, peçe kastediliyorsa, o esaret, laik bir ülkede uygulanamaz. Ne burnumuzu göstermekten utanırız ne de saçımızı! 

Türkiye’de kadınların istedikleri şekilde giyinmesine alışacaksınız. 

Bedenlerinin tek sahibinin kendileri olduğunu kabul edeceksiniz.

İstedikleri mesleği yapma ve diledikleri alanda sporcu olma hakları olduğunu bileceksiniz.

Hangi saatte, nereye isterlerse gitme özgürlükleri olduğunu unutmayacaksınız.

Sizin inancınıza göre yaşamayanlara “iffetsiz” diyerek haddinizi aşmayacaksınız.

Türkiye’de devletin laik olduğunu ve bunun anayasal bir ilke olduğunu aklınızdan hiç çıkarmayacaksınız!


FİLENİN SULTANLARI İLE GURUR DUYUYORUZ

İhsan Şenocak, bunlar hatırlatılarak gösterilen tepki çığ gibi büyüyünce, kendini daha da batıran bir savunmada bulundu: 

“Öyle bir ortam inşa ettiler ki artık harama haram demek linç vesilesi. Bir baba tesettüre giren kızına ‘açıl, dansa kalk’ dese bu çağdaşlık; Müslüman evladına ‘şunlar gibi olma’ dese ya da tesettür çağrısı yapsa bu gericilik (!) oluyor. Harama ‘haram’ demeyen, neslini haramdan koruyamaz.”

Öncelikle siz bu halkın babası değilsiniz! Voleybolculara ne yapmaları gerektiğini söyleme yetkiniz yok. 

Sizin yaklaşımınızı benimsemeyenleri “hayâsız” diye damgalamaya ya da tesettür çağrısı yapmaya hakkınız hiç yok. 

Bir baba, evladına ancak 18 yaşına kadar sadece tavsiyede bulunabilir. Onun ötesinde her kadın, her yetişkin erkek gibi kendi hayatını istediği şekilde yönlendirme hakkına sahiptir. 

Neslinizi haramdan korumak istiyorsanız, ilk önce kadın, çocuk ve hayvan tecavüzcülerini lanetleyin! Yolsuzluk yapanlara, devletin kasasını soyup halkın parasını iç edenlere karşı durun. Kamu olanaklarını şahsı ve yakın çevresi için sömürenlere ses çıkarın. Bunlara sessiz kalıyorsanız, asıl onursuz siz olabilirsiniz. 

Yazımı sosyal medyadaki bir takipçimin yazdığı güzel bir sözle bitireceğim: Türk kadınını, yatak odası - mutfak arası bir koridora hapsetmek isteyen kokuşmuş zihniyete rağmen zafere koşan filenin sultanlarını kutluyorum! 

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

İşte Kavakçı’nın cebine konan paramız - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 Akşam vakti İstanbul’da metrodayım. Kulağımda Ruhi Su’nun sesi... “Böyle gitmez, bir gün hesap sorulur” diyor. İnanıyorum. Örnek veriyorum... 

İlk Cumhuriyet’te Miyase İlknur imzasıyla okumuştunuz. 

AKP milletvekili Ravza Kavakçı Kan halen İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) çalışanıydı. Aynı ismin belediyenin parasıyla yıllarca ABD’de eğitim aldığı da ortaya çıkmıştı. 

Sonra ne mi oldu? 

Öğrendim ki Ekrem İmamoğlu, AKP milletvekilinin İBB ile ilişkisine dair bir müfettiş görevlendirmiş. Ve yapılan inceleme bir rapora dönüştürülmüş. İşte o rapor özetle diyordu ki... 

- İBB’nin iştiraki İstanbul Ulaşım AŞ’nin (bugünkü adıyla Metro İstanbul AŞ) amacı halkın ulaşım ihtiyacını karşılamaktı. Bu ulaşım faaliyetleriyle ilgili İBB şirket personelinin yurtdışında eğitim görebilmesi için 4 Ağustos 2008’de bir karar alındı. 

- Ravza Kavakçı Kan, ABD’deki Howard Üniversitesi’nin doktora bölümüne 24 Kasım 2008’de kabul edildi. Kabul mektubu, baba Yusuf Ziya Kavakçı’nın Teksas’taki evine gönderildi. 

- Bu kabulden hemen sonra, yani 1 Aralık 2008’de Ravza Kavakçı Kan, İstanbul Ulaşım AŞ’ye iş başvurusunda bulundu. 16 Aralık 2008’de de şirketin çalışanı oldu. Yani ABD’ye gideceği kesinleşen isim İBB şirketinde işe başlatıldı. 

- Çark ve takvim işliyordu. Aradan bir hafta geçti. 23 Aralık 2008 tarihinde İstanbul Ulaşım AŞ Genel Müdürü Ömer Yıldız, Howard Üniversitesi’ne sponsorluk mektubu yazdı. Mektupta Ravza Kavakçı Kan’ın eğitim masraflarının, sağlık sigortası bedelinin, ABD’de kaldığı süre içerisindeki geçim harcamalarının ve daha birçok giderinin İBB tarafından karşılanacağı taahhüt edildi. İstanbullunun ulaşımını çözmek için kurulan İBB şirketi, personelini amacından uzak şekilde siyaset bilimi okumaya ABD’ye gönderiyordu. Bunu yaparken de daha bir haftalık personelin, yani Ravza Kavakçı Kan’ın “başarılı bir çalışan” olduğu kâğıda dökülüyordu.   

- Takvim yaprakları 30 Aralık 2008’i gösterdiğinde, Kan’a yolculuk öncesi elden 4 bin dolar verildi. Elbette ki uçak parası da İBB’nin kasasından çıktı. ABD’de bulunduğu her ay 2 bin dolar para ödeneceği de yine üniversiteye bildirildi. 

155 BİN DOLAR VE 59 BİN LİRA

Müfettiş raporunda, AKP milletvekili Ravza Kavakçı Kan’ın ABD’de yıllarca yaşaması için İBB paralarının nasıl akıtıldığı adım adım yazıyordu. Ve ortaya çıkıyordu ki 2013 yılına kadar, Kan’a toplamda yaklaşık 155 bin dolar ve 59 bin lira para verilmişti. Evet, İBB’nin toplu taşıma şirketi, ABD’de siyaset okusun diye bugünün AKP milletvekilinin cebini bu kadar parayla doldurmuştu. 

İBB şimdi bu raporla birlikte Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu. Hem kamunun cebinden çıkan paranın yasal faiziyle birlikte iadesi hem de bu hukuksuz işlemlere imza atan dönemin İBB çalışanları hakkında yargı süreci başlatılması talep edildi. 

Ravza Kavakçı Kan, milletvekilliği bitince İBB’deki mecburi hizmetinin devam edeceğini iddia ediyordu. İBB müfettişleri ise kâğıt üstündeki işe resmi olarak da son verilmesi gerektiğini raporuna yansıttı. 

Bugün top yargıda. Şimdilik pek umudum yok ama yine de Ruhi Su’nun dediği gibi “bir gün hesap sorulur.”

HOTAR’DAN ÇARPICI İŞARET

Bir önceki Arka Bahçe’de bazı kareler gördünüz. Öldürülen eski AKP İzmir İl Başkan Yardımcısı Ahmet Kurtuluş’un fotoğraf albümündendi onlar... Bir karede dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Nükhet Hotar ile birlikteydi. Saray’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeyi bekliyorlardı. 

FETÖ Borsası’nda itiraflarda bulunmaya başlayınca öldürülen Kurtuluş’un suskun dostlarını hatırlatmıştım.

“Bildiklerini anlatsın” diye çağrıda bulunduğum kişilerden biri de Nükhet Hotar’dı. Zira, FETÖ Borsası örgütünün silahlı kanadından Serkan Kurtuluş da Hotar’ı suçlayan ifadelerde bulunuyordu. Arjantin’de kaldığı cezaevinden “Nükhet Hotar, işlerini Kurtuluş üzerinden yönetiyordu” iddiasındaydı. 

Tam da bu süreçte, bugün Dokuz Eylül Üniversitesi’nin rektörü olan Hotar’dan avukatları aracılığıyla bir e-posta aldım. Hotar cephesi özetle diyordu ki... 

1- Nükhet Hotar, Serkan Kurtuluş’u tanımaz. Ahmet Kurtuluş’u ise AKP Genel Başkan Yardımcılığı görevi sırasında siyaseten ve iş gereği tanıdı. 

2- Yargıya intikal etmiş bu olaylar hakkında, 26 Ağustos 2020 tarihinde mahkemede müşteki sıfatıyla gerekli bilgilendirme yapıldı. 

3- Bir komplonun ortasına çekilmeye çalışılıyor.

Nükhet Hotar’ın avukatları aracılığıyla gönderdiği açıklamada en çarpıcısı ise şu cümleydi: 

“İddiaya konu olayda siyaset, bürokrasi ve ticaret alanından onlarca kişinin adı geçmesine rağmen, anlaşılmaz bir şekilde müvekkilin adı ön plana atılmak istenmektedir.” 

Çok ilginç değil mi? 

Sahi... 

Eski AKP Genel Başkan Yardımcısı, bugünün rektörü Hotar kimleri işaret ediyordu? 

Kimdi asıl dikkat etmemiz gereken, FETÖ Borsası’ndaki “siyaset, bürokrasi ve ticaret alanından onlarca kişi?” 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET


26 Temmuz 2021 Pazartesi

Saraylarda para politikası değişmiyor - Ozan Gündoğdu / BİRGÜN


 Son 10 yılda uygulanan ile dağılma döneminde Osmanlı’nın uyguladığı para politikası arasından büyük benzerlikler var. Her iki politika da halkın sırtına enflasyonu bindirdi, varlıklı azınlığı ihya etti. Para basmak, borç ve bütçe açıkları her iki dönemin de temel politikası oldu.

Enflasyon, Türkiye’deki sabit ücretli halk kesimlerinin en önemli ekonomik sorunlarının başında geliyor. Sürekli yükselen fiyatlara karşı maaşların erimesi, çalışan yoksulluğunu derinleştiriyor. Üstelik işsiz nüfusun bakımı da yine sabit ücretli bu kesimlerin omuzlarında. Diğer tarafta ise enflasyonun yarattığı tahribattan korunabilen tasarruf sahipleri bulunuyor. Bu kesimler çeşitli finansal yatırımlarla alım güçlerini koruyabildiği gibi yer yer reel olarak zenginleşebiliyorlar. İşte bu durum toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu giderek artırıyor. Ancak tüm bunlar yaşanırken hükümetin sorumluluğu görmezden geliniyor ve hükümet sadece enflasyona karşı önlem almamakla suçlanıyor. Halbuki enflasyon kendiliğinden değil, hükümetin para ve maliye politikalarının doğrudan bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla enflasyonu bir tercih olarak yaratan siyasal iktidar, sınıfsal eşitsizliği artıran, varlıklı kesimlerden yana pozisyon alan, ücretli kesimleri ise hiçe sayan bir ekonomi politikasının takipçisi konumunda.

Enflasyonun Osmanlı’dan bugüne uzanan tarihsel serüvenine biraz daha yakından bakıldığında aslında devlet eliyle yaratılan fiyat istikrarsızlığının yeni olmadığı göze çarpıyor. Yani son yıllarda yeniden hortlayan enflasyon belasının nedenlerinin izini geçmişte izlemek mümkün. Bu konuda yazılagelmiş en kapsamlı çalışmalar Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Şevket Pamuk’a ait. Pamuk’un Osmanlı dönemindeki vakıfların ve Saray Mutfağı’nın hesap defterlerini ile hayır kurumlarının kayıtlarını inceleyerek ortaya çıkarttığı sonuçlara göre tüketici fiyatlarının genel düzeyi 1469’dan 1914’e kadar tam 300 kat arttı. Bu artış, yılda ortalama yüzde 1,3’lük bir enflasyona karşılık geliyor. Ancak çoğu yılda fiyat artışları bu ortalamanın altında gerçekleşiyor. Fakat bazı yıllarda fiyat artışları öyle hızlanıyor ki, bu durum ortalama enflasyonu bile yükseltiyor. Fiyat istikrarındaki böylesi krizler ise bizzat devlet eliyle gerçekleştirilen para politikasında gizli.

Önceki yüzyıllarda altın ve gümüş metalden oluşan sikkelerin kalitesinin düşürülmesi biçiminde karşımıza çıkan para politikasının adına “tağşiş” adı veriliyor. İktisat tarihçilerinin ve ilgili çevrelerin yakından bildiği tağşiş yönteminde devlet, bastığı sikkelerin içeriğindeki altın ve gümüşü azaltarak daha fazla para basabiliyor ve ayrıca Saray’ın elinde tuttuğu altın ve gümüş miktarı artıyor. Saray’daki altın ve gümüş miktarı artıyor ancak piyasada sikkelerin alım gücü düşüyor. Bu politikanın altında yatan temel nedenlerin başında da Saray’ın gelirlerinin giderleri karşılayamaması geliyor. Özellikle dağılma dönemi olarak adlandırılan 19’uncu yüzyılda savaşların uzaması, vergi sisteminin çökmesi, Saray’ın giderlerinin de bunlara rağmen artması gibi nedenlerle uygulanan tağşişler, halkın enflasyon illetiyle baş başa kalmasına neden oldu. 1808’de 5,9 gram olan Osmanlı kuruşunun gümüş içeriği, 1831’e gelindiğinde 0,5 grama gerilemişti. Paranın satın alma gücündeki bu şiddetli düşüşe karşılık, mal fiyatları sürekli yükseldi. Metal paralar anlamını yitirince Batı’daki kağıt para devrimi Osmanlı’ya da girdi ve 1840’ta “Kaime” adı verilen kağıt paralar basılmaya başlandı. Ancak yüzyıllarca metal sikkelerle ticarete alışmış halkın “Para yerine geçen kağıtlara” itibar etmesi zaman aldı. Üstelik sahte kaimelerle yapılan kalpazanlıklar da arttı. Öte yandan Osmanlı Sarayı için para basmak artık çok daha kolaydı. Eskiden para miktarını artırmak için sikkelerin değerli metal içeriğini azaltmak gerekirken, artık sadece kağıt para basmak yetiyordu. 1854’de Kırım Savaşı’nın finansmanı için Ordu Kaimesi basıldı. Aynı yıl Osmanlı ilk kez dış borçlanmayla Hazine’yi, finanse etmeye başladı. Borç ve para basmak Saray’a kolay gelir yaratma imkanı sağlıyordu. Bu gelişmeye paralel biçimde aynı dönemde Osmanlı Sarayları’nın da sayısında da artışlar yaşanmaya başladı. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi, Yıldız gibi Saraylar’ın yanı sıra Büyük Mabeyn Köşkü gibi lüks yapıların inşaatına aynı dönemde başlandı. Saraylar İstanbul’un 7 tepesine dağıldıkça basılan paralar da, borçlar da, borçların faizleri de arttı.

Bu politika cumhuriyet dönemi boyunca da yer yer devam etti. Ancak hiçbir dönemde Osmanlı’nın dağılma dönemine denk gelen 19’uncu yüzyılın para ve maliye politikası 2010’lu ve 20’li yıllardaki ekonomi politikasına bu kadar benzemedi. Aradan geçen yaklaşık 150 yılda finansal piyasalar ve paranın niteliği büyük ölçüde değişti. Ancak bu değişim, 19’uncu yüzyılın Osmanlı padişahları ile bugünün siyasal iktidarının ekonomi politikasının benzerliğine engel olamadı.

Bugün belki 19’uncu yüzyıldaki biçimiyle para basılmıyor ancak bankacılık sistemi kullanılarak piyasaya pompalanan paralar, iktidarı finanse etmek için kullanılıyor. Merkez Bankası’nın verilerine göre 2011’in Haziran ayında tedavüldeki ve bankaların vadesiz mevduat hesaplarındaki toplam para miktarı ( M1 para arzı) 141 milyar 355 milyon TL’ydi. Bu tutar 10 yıl sonra 2021’in Haziran ayında 1 trilyon 375 milyar 19 milyon TL’ye yükseldi. Bu gelişmeye paralel olarak liranın da değeri eridi. Ancak 10 yıl önceki 100 lirayla 63 dolar alınabilirken, bugün sadece 11 dolar alınabiliyor. 10 yıllık enflasyon ise yüzde 191.

Devlet Hazinesi, bugün bankaların piyasalara pompaladığı paraya muhtaç vaziyette. Çünkü yurtiçindeki tüketimin canlılığını korumak ve dolayısıyla KDV, ÖTV gibi vergi gelirlerinin artması için kredi mekanizmasının tüm hızıyla çalışması elzem. Bunun için de faizlerin düşük seviyede tutulması gerekiyor. Devlet varlıklı kesimlerden vergi toplama yeteneğine sahip değil. Böyle bir vergi sisteminde tüketim sürekli canlı tutulmak zorunda. Bunun da yolu para basmaktan geçiyor. 2020’nin ilk haftasında bankacılık sisteminin kredi alacağı 2,56 trilyon lirayken, 2021’in aynı döneminde bu tutar 3,47 trilyon liraya yükseldi. Yani piyasaya bir yılda yaklaşık 1 trilyon lira pompalandı. Bu 1 trilyon Liranın bir kısmı piyasa mekanizması içinde bankacılık sistemine geri girdi. Bir kısmıyla dolar ve altın alındı, bir kısmıyla konut ve otomobil, bir kısmıyla da gündelik ihtiyaçlar satın alındı. Her satın almada devlet de kasasına dolaylı vergileri indirdi. 2020 yılı boyunca tüm yurtta yapılan alışverişlerden Hazine, tam 438 milyar 44 milyon liralık KDV ve ÖTV geliri elde etti. Sadece ÖTV ve KDV’nin vergi gelirleri içindeki payı yüzde 56. Tüketim dışında vergi toplama kabiliyetini kaybeden Hazine, faizlerin düşük tutulup piyasaya para pompalanmasına muhtaç durumda ve geçici gelir kalemleriyle ancak günü kurtarmaya çalışıyor. Bedelli askerlik, varlık barışları, vergi afları birbiri ardına geliyor. Tıpkı Osmanlı’nın 19’uncu yüzyıldaki politikaları gibi çöken sistemi devlet borçları izliyor. Başkanlık Sistemi’nin uygulanmaya başladığı 2018’in 2’inci çeyreğinde kamu net borcu 296,1 milyar lirayken, 2021’in ilk çeyreği itibarıyla bu tutar 1 trilyon 42 milyar liraya ulaşmış durumda. Yani kamu net borcu 3 yılda 3,5 katına çıkıyor. 

Böyle ağır bir tahribat karşısında bugün de tıpkı 19’uncu yüzyıldaki gibi Saray sayısında artış yaşanmasına ise “tarihin basit bir tesadüfünden ibaret” deyip geçilemiyor. 

Yazlık ve kışlık saraylar elbette günümüzün kapitalist devlet harcamaları içinde sembolik düzeyde kalıyor. Ancak şirketlere verilen gelir garantileri nedeniyle milyarların birkaç şirkete transfer edilmesi bütçeyi zorlayan temel nedenlerden biri. 

Şehir Hastaneleri’nin müteahhitlerine dağıtılan kira ve hizmet bedeli, Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 13’üne ulaşmış olması bunun en net kanıtı.

Tüm bunlar yaşanırken, gündelik hayat daha fazla “kaime” ile devam ediyor. Merkez Bankası’nın verilerine göre 2011’in Haziran ayında piyasada 56 milyon 998 bin adet 200 TL bulunuyordu, bugün ise bu sayı 380 milyon 173 bin adete yükselmiş durumda.


                      ***

19’uncu yüzyılda yapılan Saraylar

♦ Dolmabahçe Sarayı
♦ Yıldız Sarayı
♦ Beylerbeyi Sarayı
♦ Çırağan Sarayı
♦ Büyük Mabeyn Köşkü







Ozan Gündoğdu / BİRGÜN