Bugün 'fonculuk' denilen mekanizma bütün bir düşünce dünyasını ve akademiyi ele geçirmiş, AB’den, şirketlerden veya vakıflardan para almadan bilgi ve fikir üretmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Edebiyata kıyısından köşesinden bulaşan herkes Peyami Safa ismini duymuştur ama tıpkı onun gibi edebiyatçı olan babası İsmail Safa’yı, Safa’nın 2. Abdülhamid tarafından sürgüne gönderildiğini ve sürgünde yaşamını yitirdiğini pek kimse bilmez.
Bu sürgünün nedeni İsmail Safa’nın da imza attığı 1899 tarihli bir metindir ve bu metinde Afrika’da Boerler’e karşı sömürge topraklarını genişletme savaşı yürüten İngiltere’ye Abdülhamid’e karşı desteğini alabilmek için methiyeler düzülmekte ve savaşta başarı dilenmektedir.
Dönemin önemli Jön Türk’lerinden olan ve İngiltere Büyükelçiliği ile yakın ilişkileri herkesçe bilinen İsmail Kemal’in öncülüğünde hazırlanan bu metne aralarında Tevfik Fikret, Mehmed Rauf, Samipaşazade Sezai gibi dönemin ünlü isimlerinin de yer aldığı 89 kişi imza atmıştır.
Bu isimler “hürriyet ve adalet uğrunda en çok fedakârlıklar etmiştir” dedikleri İngiltere’nin Afrika’da hürriyet ve adaleti tesis edeceğine ve Afrika’ya medeniyet götürmeye devam edeceğine inandıklarını, bunun için de Boer Savaşı’nda İngiltere’yi desteklediklerini açıklamışlar, imzaladıkları metni de İngiltere Büyükelçiliği’ne teslim etmişlerdir.
İşin ilginç yanı, Abdülhamid de bu savaşta herhangi bir şekilde İngiltere’nin karşısında yer almamakta, hatta İngiliz kraliçesine destek telgrafları çekmektedir. Metni imzalayanlar ise bu tutumları karşılığında İngilizlerin Abdülhamid’i devirmek için kendilerine yardım edeceğini düşünmektedirler.
Beklentinin boşunalığı bir yana, tam da Afrika’da yaptığı katliamların ayyuka çıktığı bir dönemde İngiltere’ye böylesine bir destek açıklaması yapmanın utanç vericiliği ortadadır. Osmanlı aydını, olanca çaresizliğiyle, Abdülhamid’e karşı sömürgeci ve son derece zalim bir güçten medet ummuş, kurtuluşu orada aramıştır.
Osmanlı aydınının benzer bir tutumu Tanzimat’tan beri süreklileştirmiş olduğu ve bazen İngiltere bazen ise Fransa ya da Almanya, mutlaka Batılı bir güce yaslanması gerektiğini, arzu ettiği değişim ve dönüşüm için Batı müdahalesinin zorunlu olduğunu düşündüğü açıktır ve bu Batıya yaslanma ve oradan destek arama tutumu ile ilgili olarak Doğan Avcıoğlu “pabuççu muştası” tabirini kullanır.
Pabuç yapımında kalıp tam oturmadığında muşta ile yandan bir iki kez vurularak yapılan düzeltmeye atıfla kullanılan bu tabir, toplumun kendi iç dinamikleriyle bir dönüşüm yaşamasının imkânsız olduğu yönündeki inanca ve Batının elindeki muştayı kullanarak dönüşümü gerçekleştireceğine yönelik beklentiye işaret eder.
İşte önce Osmanlı sonra da Türkiye aydını, hem kendine hem de toplumun iç dinamiklerine güvenmediği için, hep bir “pabuççu muştası” arayışında olmuş, bu arayışta da gözünü hep Batıya dikmiştir. Dün büyükelçilikler, bugün ise büyükelçiliklerin yanı sıra uluslararası sivil toplum kuruluşları, Avrupa Birliği ve onun –başta fon sağlayıcı- çeşitli kurumları ile elbette ki Biden’ın başkan seçilmesinde bir kez daha görüldüğü üzere Amerika Birleşik Devletleri…
***
Sistemler kendileri sadece maddi düzlemde yeniden üretmezler, zihinsel düzlemde de yeniden üretilmeleri gerekir. Yani kapitalizmin kendisini yeniden üretmesi için emekçinin artı-değerine el koyması yeterli değildir, o el koymanın meşruiyet zemininin tesis edilmesine ve ideolojik hegemonyanın kurulmasına da ihtiyaç vardır.
İdeolojik hegemonya çeşitli araçlarla kurulur. Din ve milliyetçilik toplumun sınıfsal niteliğini ve sömürüyü gizlemeye yardımcı olur örneğin. Okulda, evde, askerde düzenin ideolojisi kuşaktan kuşağa aktarılır. Gazetelerde, dergilerde, televizyonlarda, internet sitelerinde, düzenli olarak kapitalizmin doğallığından ve insan fıtratına en uygun sistem olduğundan bahsedilir. Akademisyenler, sosyal bilimciler, iktisatçılar bunun üzerine makaleler, tezler, kitaplar yazarlar.
Velhasıl, Marx ve Engels’in söylediği gibi, her çağda egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir; yani egemen sınıf, sahibi olduğu düzeni maddi olarak üretirken onun meşruluğuna dair bilgiyi ve fikri de üretir. Bu üretim esnasında ise hangi bilgi ve fikirlerin “önemli” olduğunu belirler, akademide ve düşünce dünyasında bazı bilgi ve fikirlerin öne çıkarılmasına, bazılarının ise gözden düşmesine çaba gösterir. Bazı konuları üzerine çalışılabilir ilan ederken, bazılarını ise bu kapsamın dışına çıkartır.
Hangi gazetede hangi fikrin savunulabileceğinden tutun da düşünce dünyasında hangi akımın moda olacağına ya da akademi dünyasında hangi meseleler üzerine çalışılabileceğine uzanan bu süreçte araç olarak ise para kullanılır. Ödenecek telif ücretlerinden tesis edilecek fonlara ya da desteklenecek projelere, bilginin ve fikrin üretimini düzenlemenin ve denetlemenin temel aracı paradır.
İşte son zamanlarda Türkiye kamuoyunun gündemine yerleşen “fon” meselesi de doğrudan bununla ilgilidir. Özellikle son kırk yılda, reel sosyalizmin çözülüşüne ve neoliberalizmin yükselişine paralel bir şekilde, bilgi giderek daha fazla piyasalaşmış ve metalaşmış, fikir üretiminin sınırlarının çizilmesinde para çok daha etkili bir rol oynamaya başlamıştır.
Bugün fonlar kapitalizmin meşruiyetinin tesis edilmesi ve ideolojik hegemonyanın kurulması için kullanılan en etkili araçlardır. Çünkü bugün “fonculuk” denilen mekanizma bütün bir düşünce dünyasını ve akademiyi ele geçirmiş, AB’den, şirketlerden veya vakıflardan para almadan bilgi ve fikir üretmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Bu mekanizma için çok net bir şekilde “parayı veren düdüğü çalar” sözü kullanılabilir.
Fon, sermayenin verdiği para karşılığında sizden onun meşruiyetine hizmet eden, onun çıkarlarına uygun olan, onun işine yarayan bilgilerin üretilmesini istemesi anlamına gelir.
Fon, sadece sermayenin çizdiği sınırlar içerisinde düşünsel ve akademik üretimde bulunabileceğiniz, bunun dışına çıkmayı göze aldığınızda ise maddi kaynaklardan yoksun bırakılabileceğiniz anlamına gelir.
Fon, sömürü düzeninin devamı adına bilginin ve düşüncenin sömürgeleştirilmesi anlamına gelir.
Ve dolayısıyla fon, emekçi sınıfların bilgi ve fikir düzleminde mülksüzleştirilmesi anlamına gelir; çünkü kapitalizm sadece kamusal varlıklara, ormanlara, sahillere “çökmek” demek değildir, kapitalizm fonlama aracılığıyla bilimsel üretime, bilgiye ve düşünceye de “çöker.”
***
2. Abdülhamid’in istibdat rejimine karşı İngiltere’den medet uman tavrın günümüzdeki temsilcilerinin, “pabuççu muştası” arayışına devam edenlerin, demokrasiyi Batıdan bekleyenlerin, fon mekanizmalarına ve fonculuğa bu kadar iştahla sahip çıkmalarında bir sıkıntı bulunmuyor. Onlar bu mekanizmaya ve bu mekanizmanın meşruiyetine hizmet ettiği şeye, yani kapitalizme iman etmiş durumdalar zaten.
Sıkıntı, kendisine solcu, Marksist, sosyalist vs. diyenlerde. Yazılarında, makalelerinde, kitaplarında Marksizm adına mangalda kül bırakmayanların, “sınıf” demeden cümle kurmayanların, dibine kadar “ortodoks” olanların, iş gündelik meselelere ve pratiğe geldiğinde adeta birer liberal kesilerek liberal apolojinin birbirinden muazzam örneklerini sergilemelerinde. Bunun için ise “otoriter rejim/faşizm” bahanesinin arkasına sığınmalarında. En temel ilkeleri, en basit konumlanma gereklerini bile “faşizm var” diyerek erteleyip geçersizleştirmelerinde.
Oysa ne otoriterliğin mevcudiyeti, ne de yapılacak herhangi bir tartışmanın otoriterleşmeye hizmet edeceği yönündeki iddia, solun temel ilkelerini gündeme getirmeyi ertelemesinin ve dolayısıyla inkâra yönelmesinin gerekçesi, mazereti olamaz. Solun işi liberalizme gövdesini siper etmek olmadığı gibi, “faşizmle yan yana düşmemek” gibi bir saçmalık adına kapitalizmin işleyiş mekanizmalarını ve emperyalizmin varlığını önemsizleştirmeye ya da unutturmaya hizmet etmek de değildir.
Günümüz Türkiye’sinde, kapitalizmden ayrı ele alınabilecek bir otoriterlik olmadığı gibi, kapitalizmden ayrı olarak mücadele edilebilecek bir otoriterleşme de yoktur. Ya da –bunu hatırlatmaya mecbur olmak dahi utanç verici ama- en azından sosyalistler için olmamalıdır.
Fatih Yaşlı / SOL