29 Kasım 2022 Salı

Charles de Gaulle’den kalkıp Macron’a iniş (1)-Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 


Dünya karışık görünüyor. Biraz aydınlatabilirsek biraz anlayabiliriz. Hegemonyayı (“ağalığı”) son 75 yılda anlamış olmalıyız. Emperyalizm dersini çalışmakta isteksiz hatta tembel miyiz? 

Bugün ve yarın için lazım. Ama kendine göre anlatanlar az değil. Başta galiba konuşmayı çok seven Fransa Cumhurbaşkanı Macron var. Sık sık “Dünya şöyle, böyle” diyor. Geçen aylarda Fransa’nın dışişleri kadrolarıyla kapalı bir toplantı yapıp ilginç ve keskin vurgularla konuşmuş. 

Okuma fırsatı insanda bir soru uyandırıyor: Emperyalizmin ağır sıkletini biliyoruz da orta, hafif sıkletleri de olur mu? 

Nasıl bir şey olur ki bize dünyayı daha iyi öğrenme bilgisi versin? 

COMPIEGNE ORMANI’NA DOĞRU

Macron’a hemen girmeyelim. Sona bırakalım. Biraz geriden başlayalım. 1930’ların Fransası 19. yüzyılın mirasını sürdürmüştür. “Matlaşmış” bir mutabakatla: 1789’un kazandırdığı toprak mülkiyetine sıkı sıkı yapışmış köylülerle, kendi işyerlerini elde etmiş bir orta sınıfın durağan mutabakatı. Bunun ağırlığı. Ve yanı sıra pek yaratıcılığı olmayan, tutucu sanayi sınıfı. 

Ve o Fransa 17. yüzyıldan beri sömürgeciydi. 1930’a bagajında 70 milyona yakın sömürge ahalisiyle girdi. Sömürgeler basit üretim düzeyinde tutuluyordu. Gelişme fırsatı verilmezdi. Ağır vergi altında varlıklarını sürdürürlerdi.

Fransa 1930 dünya buhranına birkaç yıl gecikmeyle katıldı. Altın rezervi hızla eridi. Siyasetteki ısrarlı “orta yolcu”lukla ekonomisi krizlere saplandı. “Sol”dan çok korkan “sermaye”si, 1936’da Blum başkanlığındaki Halk Cephesi iktidara gelirken “Blum geleceğine Hitler gelsin!” diyordu. Az sonra öyle oldu. 22 Haziran 1940’ta Hitler, Compiégne Ormanın’daki vagonda 1918’in rövanşını alarak Fransa’ya kayıtsız şartsız teslimi imzalattı. Fransız entelektüellerine de “Bu ülke adam olmaz!” muhabbeti kaldı.

KURTARICI NEREDE KALDI?

Önce General De Gaulle geldi. Londra’da sürgündeki “Özgür Fransa Ordusu”nun başındaydı. Fransa’da, komünistlerin önderliğindeki “Direniş”le işbirliği yaptı. Müttefikler Paris’i teslim aldıktan hemen sonra, 26 Ağustos 1944’te büyük yürüyüşün başında kente kurtarıcı olarak girdi. Hükümeti kurdu. Ve yanı başında kendisine savaş yıllarında malzeme ikmali yapmış Jean Monnet vardı.  Monnet, Fransa’nın ve Avrupa’nın 1945’le başlayan yeni dönemine damga vuracak, pratik adam olarak yetişmişti. Pazarlamacılıktan yatırım danışmanlığına ve ciddi müzakereciliğe uzanan geniş tecrübe yelpazesine sahipti. Dünyayı gezmişti. Amerika’da uzun süre kalıp yakın dostluklar edinmişti. Amerikan sanayi kapitalizminin büyük atılımına tanıktı. Bunun o büyük coğrafyanın sağladığı büyük piyasalarla ve büyük şirketlerle yaratıldığına, kısacası “büyük ölçek”le başarılabileceğine inanmıştı. 1930’larda Moskova’ya gitmişti. Bir büyük sanayi hamlesinin ancak planla yapılabileceği görüşüne varmıştı. Yani, hem Amerika hem de Sovyetler’inki gibi bir plan!

Fransa’nın sıradanlaşmış, ufuksuz, yenilgiyi kabullenen siyaset sınıfından öneri beklenemezdi. Monnet düşüncesini De Gaulle’e anlattı. “Plan Komiserliği” (Commisariat du Plan) kuruldu. Kendisi Plan Yüksek Komiseri oldu. (Makamlara meraklı değildi. İş görme adamıydı.) 1946’dan başlayarak Beş Yıllık “Modernizasyon ve Yeni Donanım Planı” yaptı. Üst üste iki beş yıl. Fransız ekonomisinin önü açıldı. Yeni gelişme zemini yaratıldı. Tarihi önem taşıyor. (Ünlü üniversitelerimizden birinde Jean Monnet Merkezi var. Tanıtımında Monnet’nin plancılığı üzerine tek satır yok!)

BİR ELİNDE CIMBIZ, BİR ELİNDE AYNA

Kurtarıcılık kâğıt üzerinde olmuyor. Hele 1945’in ezik Fransası’nda. Monnet kaynak bulmak zorundaydı. Ondan başkası da bulamazdı. Planın motoru, ekonominin öncelikli noktalarını harekete geçirecek olan demir çelik sektörüydü. Bu, coğrafyada Almanya’nın Ruhr bölgesi (kömürün ana damarı) demekti. (Ayrıca Lorraine’in demir cevheri, Saar’ın çelik tesisleri.) Oralar Almanya’ya sanayi ve savaş malzemesi yaratan yerlerdi. Fransa 1945’te Ruhr’un bağımsız bir devlet olmasını baş gündem maddesi yaptı. Ruhr’un kaynaklarıyla Avrupa’nın demir çeliğinde birinci olmak ve olası bir Alman “saldırganlığı”nı baştan önlemek Fransa’nın vazgeçilmez hedefiydi. 

Gelgelelim aynı tarih ABD’nin de “dünya ağası” (hegemon) olma yolunda ilk büyük adımı ile çakışıyor: 1947-’48. Bunu daha önce yazdım. Şimdi şunu eklemeliyiz: Fransa’nın adım atabilmek için Ruhr’a, ABD’nin ise dünya ölçeğinde (daha küçük olamaz!) Soğuk Savaş stratejisini yerleştirebilmek için önce Avrupa’yı bölerek kıtanın batısına ihtiyacı var. İkisinin kendi ekonomik ve jeopolitik hedefleri farklı. Nasıl olacak? 

Büyük hedef küçüğü içinde eritecek! Nerede? 26 Şubat 1948’de, Almanya meselesi için toplanan üçlü Londra Konferansı’nda. Ayrıntıya girmeyelim. Orada ABD ve İngiltere, Fransa’yı Ruhr’lu hedefinden vazgeçirdiler. Kâğıt üzerinde bir “Uluslararası Ruhr Makamı” kuruldu fakat bunun yetkilerini kararlaştıracak oturumdan bir gün önce (kasım ayında) Birleşik ABD ve İngiliz bölgesi askeri komutanları Ruhr’u özel kesime, şirketlere devreden bir yasa çıkarıverdiler! İş bitti. Artık hükümette olmayan General de Gaulle köpürdü ve bunun “20. yüzyılın en berbat kararı” olduğunu bir basın toplantısında vurguladı. Ekleyelim: Daha önce, ABD ve İngiltere üç işgal bölgesini birleştirerek bir Federal Alman Cumhuriyeti kurulması için Fransa’yı ikna etmişlerdi. Ve Fransız Meclisi’nde; 17 Haziran’da dört oy farkla geçen bir kararla Batı Almanya nur topu gibi doğmuş oldu. Konferansın amacı zaten bu idi.

Olağanüstü sezgilere sahip Orhan Veli “Ne atom bombası ne Londra Konferansı; bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı dünya” dediği zaman, “dünya ağalığı”nın senaryosunu bizlere önceden haber mi vermiş oluyordu?

AVRUPA AVRUPA, DUY SESİMİZİ!

Bir ara maçlarda öyle bağırırlardı. Ancak konudan ayrılmayalım, Monnet bütün bunlara Avrupa çapında bir Fransa tasarımıyla bakarken de herhalde böyle sesleniyordu. Acheson’dan başlayarak, saymakla bitmeyecek Amerikalı dostları ile bu zeminde buluştu. Bir kere, Batı Almanya’nın doğuşundan sonra Avrupa’ya inen Marshall dolarlarının yarıya yakınını Fransa’ya çekti. Planın finansmanı ve girdileri sağlandı. İkincisi, Monnet’nin kıta coğrafyasını kapsayacak “Avrupa Birleşik Devletleri” projesidir. Bunun başlangıcını Ruhr meselesinin pratik çözümünde gördü. Artık Almanya ile hasımlık tarihe gömülmeliydi. Onun yerini ikisinin oluşturacağı bir Avrupa ekseni almalıydı. Avrupa Kömür Çelik Birliği taslağı yaptı. Fransız Dışişleri Bakanı Schuman bunu benimsedi, Alman Adenauer seve seve kabul etti. Tarih 1952. Monnet’yi bunun ilk başkanı yaptılar. Avrupa Birleşik Devletleri için Eylem Komitesi kuruldu. Komite önce Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun (Euratom), ardından da Ortak Pazar’ın (bugünkü AB) yolunu açtı, başlattı: 1958. (De Gaulle’ün o tarihlerde bunlardan hoşlanmadığını kaydedelim.) Kısacası, Monnet kabına sığmayan ve büyük projeler yapıp onların peşine düşen bir ilginç adamdı. 

DÖNÜŞ

Buraya kadar Fransa’nın Avrupa’da iddialı olma arzusuna Anglosaksonlar farklı bir yön veriyorlar. Onu ABD’nin Soğuk Savaş senaryosuna alıveriyorlar. Rıza göstererek kaynak buluyor ve ekonomisi bütün dünyanın yüksek büyüme hızlarına kavuştuğu o dönemde gelişiyor. Toplum da değişmeye başlıyor. Ancak başka şeyler de var. İste isteme sömürgelerden dönüş vakti geliyor. İsteyerek mi? Hayır, zorla. Önce Çin Hindi’nden dönüş (Macron “Çin Hindi!” dediği için, not edelim). Çin Hindi, daha doğrusu Vietnam. Orada yedi yıl süren savaştan sonra Vietnamlı General Giap 7 Nisan 1954’de Tonkin’in kuzey batısında, Dien Bien Phu’da Fransız kuvvetlerini perişan etti. Ve Fransa’nın dönüşünü başlattı.

İkincisi, bir “orta sıklet emperyalist” gösterisi merakıyla İngiltere ve Fransa’nın Süveyş’i kamulaştıran Cemal Abdülnasır’a karşı, oraya çıkarma yapmaları ve bunu “ağa”ya (ABD) haber vermemeleri. Başkan Eisenhower’ı küplere bindiren operasyon (Ekim 1956) o iki devletin “yeniden az emperyalizm” yapma heveslerine son veren ABD “fırçaları”yla, başlarken bitti. Girmeyelim.

Üçüncüsü, Cezayir. Orada Fransız-Cezayirli savaşı 1954’den 1962’ye kadar sürdü. 1950’lerin hükümetleri gitgide çıkmazlara girdi. Sömürgeciliğin en gaddar şekilleri yaşandı. Fransa’da zincir halinde yönetim krizleri yarattı. Sonunda De Gaulle’ü davet ettiler. 1958’den itibaren artık De Gaulle’ün dönemidir. 1962’de savaş geride sayısız ölü bırakarak bitti. Cezayir bağımsız devlet oldu. Sömürgeci Fransa’dan De Gaulle’ün Avrupa ve dünya devleti Fransa tasarımına ve girişimlerine geçildi. 


NİÇİN DE GAULLE?

Burada Fransa tarihi anlatmaya girişemem. De Gaulle’ün öyküsünü de. Uzmanları var. O günün Fransa’sında bugünün karışık fakat kilitli dünyası için ipuçları bulabiliriz. Bize lazım olan, üzerinde düşünmeye değer ipuçları. Bunları katıksız bir Fransız milliyetçisi fakat dünya tablosuna bakışında ve attığı adımlarda paylaşacak çok şey bulabileceğiniz kişide 1960’larda aramaya çıkalım.

1960’ların Fransası’nda ekonomik büyüme ve dinamizm vardı. Sürekliydi. De Gaulle bunun değerini doğru tartarak dünyaya giydirilen Soğuk Savaş’a karşı tavrını ortaya koyuyor. Tarihi ve siyaseti doğru okuyan bakışa sahip. Medeni cesaretini hemen herkese kabul ettirmiştir. “Yalta Rejimi”nin dünyayı ve Avrupa’nın batısını da Soğuk Savaş “kafesi”ne soktuğunu berrakça ifade etmiştir. Hem de ilginçtir, Yalta’nın 20. yıldönümüne ayarlayarak! Fransa “Atlantik’ten Urallar’a kadar” bir bütünlük için kılavuz olmalı ve dünyaya yerleşen “bloklar rejimi”ni değiştirmeye de öncü olabilmeliydi. Bunun peşine düşüyor. 1944’te büyük yürüyüşün başında Paris’e girerken o güne kadar süren aşağılanmışlıktan nasıl çıkaracağını düşündüğü Fransa’ya, 1960’larda, yeni bir dünya gücü olabilme iddiasıyla bakışından okuyabiliriz. 

Adımlarını buna göre attı. Adımlarda bize göre önem taşıyacak iki ağırlık merkezi bulabiliriz. Biri, doların egemenliğine göre kurgulanan dünya ekonomisidir. 1950’lerin sonlarında artık berraklaştı ki dolar “başlangıç”taki (1945 diyebiliriz) kadar değerli değildir. Yani, altın kadar değerli sayarsak saflık yaparız. O halde? 1960’larda De Gaulle bunu dile getirdi ve ABD’nin altın rezervlerinden yarıya yakınını “Al dolarlarını, ver altınları!” diyerek çekti. Amerikalılar çok rahatsız oldular. De Gaulle sistemin zayıf noktasını yakalamıştı. İkincisi, jeopolitik tarafı. NATO’dan, bir askeri ittifak olarak hoşlanmadığını eylemle gösterdi. Önce NATO manevralarına katılmadı. 1960’ların ortalarına gelince, “NATO karargâhını Paris’te istemiyorum. NATO’nun askeri kanadından uzaklaşıyorum!” dedi. Karargâh Brüksel’e taşındı. Bu da kolayca anlaşılır rahatsızlık yarattı. Ekonomi ve jeopolitik. Soğuk Savaş dünya senaryosunun son 75 yıllık iki bacağı. De Gaulle acaba şunu mu diyordu? “Yeni bir dünya kurulur ve Fransa orada yerini alır!” Allah Allah, bir yerlerden hatırlıyor gibiyiz.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet



28 Kasım 2022 Pazartesi

Altılı Masa, 'Anayasa Değişikliği Önerisi'ni açıkladı - SOL

 


Altılı Masa'nın hazırladığı Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Anayasa Değişikliği öneri tamamlandı. Liderler, Ankara'da Bilkent Otel'de bir araya geldi.

Altılı masanın 'Anayasa değişikliği' hakkındaki basın açıklaması Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni'nin 28 Şubat 2022'de açıklandığı Bilkent Otel'de yapıldı. Altı siyasi partinin genel merkez, il ve ilçe yöneticileri ile milletvekilleri de toplantıya katılanlar arasında yer aldı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İYİP Genel Başkanı Meral Akşener, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ve Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal salona birlikte geldi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek, DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu, Demokrat Parti  Genel Başkan Yardımcısı Serhan Yücel, Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Serap Yazıcı, İYİP Genel Başkan Yardımcısı Uğur Poyraz ve Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Kaya, anayasa taslağını açıkladı.

Altılı masanın anayasa değişikliği paketindeki birçok ifade ve maddenin, anayasada ilk kez yer alacağı aktarıldı. Parti kapatmaları ve belediyelere kayyum atamaları zorlaştırılması öngörülürken, dokunulmazlıkların kaldırılmasının da yeniden düzenleneceği belirtildi. 

Altılı masanın anayasa paketindeki tüm maddeler şu şekilde:

'Seçim barajı yüzde 3’e düşürülecek'

  • Meclis'in temsil gücünü arttırabilmek amacıyla seçim barajı yüzde 3’e düşürülecek.
  • Siyasi partiler hakkındaki yaptırım hükümleri Avrupa Konseyi standartları ışığında değiştirilecek.
  • Anayasa'nın 76. maddesindeki değişiklikle affa uğramış olsalar bile cinsel saldırı, çocukların cinsel istismarı ve kadına yönelik kasten yaralama ve bunun ötesinde de edimin ifasına fesat karıştırma suçlarından hüküm giymiş olanların milletvekili seçilmeleri engellenecek.

Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması zorlaştırılacak

  • Dokunulmazlıkların kaldırılması için üye tamsayının salt çoğunluğu gerekli kılınacak.
  • Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme nedeniyle düşmesini, bireysel başvuru yoluna gidilmesi halinde, Anayasa Mahkemesi'nin bu konudaki kararına kadar bekletileceği düzenlenecek.
  • Anayasa’da milletlerarası antlaşmalardan geri çekilmenin Meclisin asli yetkisi olduğu güvence altına alınacak. Böylece Cumhurbaşkanı, milletlerarası bir sözleşmeden gece yarısı tek başına çıkma kararı veremeyecek.

'Temel hak ve hürriyetler, kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyecek'

  • Bakanlar Kurulu’nun kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisini, yetki kanununa dayanması ve temel hak ve hürriyetlerin kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceği şartı kabul edilecek.
  • Bakanlıkların, kamu idareleri ve kamu tüzel kişilerinin kanun hükmünde kararnameyle kurulması ve kaldırılması uygulamasına son verilecek.

Cumhurbaşkanının veto yetkisi

  • Cumhurbaşkanının kanunları veto etme yetkisine son verilecek, bu yetki geri gönderme yetkisi ile sınırlandırılacak. Geri gönderilen kanunlar, Meclis tarafından basit çoğunlukla aynen kabul edilebilecek.
  • Şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim için hükümete hesap sorulabilmesini sağlayacak araçlar artırılıp etkili kılınacak.
  • Hükümet, başbakan ve bakanlar hakkında gensoru verme yetkisi tesis edilecek. Bu yenilikle, Bakanlar Kurulu aleyhine verilen güvensizlik önergelerine yeni Başbakanın isminin eklenmesi zorunlu kılınacak. Böylece Meclis, istikrarın gereği olarak ancak yeni hükümeti kurmakta birleşebilirse mevcut hükümeti düşürebilecek.

Başbakan ve bakanlar hakkında soruşturma

  • Başbakan ve bakanların görevleriyle ilgili suçlarından dolayı hesap vermeleri amacıyla Meclis soruşturması kapsamlı bir şekilde düzenlenecek.
  • Başbakan ve bakanlar hakkında görevine ilişkin suç işlediği iddiasıyla soruşturma önergesi verilebilmesi için gerekli çoğunluğu indirerek denetim kolaylaştırılacak.
  • Bir yasama yılında en az 20 gün gündemi muhalefet tarafından belirlenen genel görüşme açılabilmesin açıkça düzenlenecek.
  • TBMM’nin denetim araçlarından Meclis araştırması ‘herkesin Meclis Araştırma Komisyonunun davetine uymak zorunda olduğu’ ifadesiyle etkili bir hale getirilecek.
  • Parlamentoların tarihsel bir kazanımı olan bütçe hakkının devredilmezliği ilkesi tesis edilecek.

Meclis’in bütçe hakkı

  • Vatandaşlardan toplanan vergilerin nasıl harcandığının etkili bir şekilde denetlenebilmesi için Meclis’in bütçe hakkı, Meclis’in devredilemez bir yetkisi ve denetim aracı olarak düzenlenecek.
  • Meclis bünyesinde Kesin Hesap Komisyonu kurulacak. Komisyonu’nun Başkanının ana muhalefet partisinden olması Anayasa'da açıkça düzenlenecek.

'Cumhurbaşkanları bir dönem ve 7 yıl için seçilebilecek'

  • Yürütmenin tüm unsurları görevlerini yerine getirirken talimatı cumhurbaşkanından değil Anayasa ve yasalardan alacak.
  • Cumhurbaşkanları bir dönem ve 7 yıl için seçilebilecek.
  • Seçilen cumhurbaşkanının varsa partisi ile ilişiği kesilecek.
  • Cumhurbaşkanının kanunları veto yetkisi kaldırılacak. Kendilerine sadece bir defaya mahsus geri gönderme hakkı tanınan bir düzenleme yapılacak.
  • Cumhurbaşkanlığı Kabinesi yerine Meclise karşı siyasi sorumluluğu ve Yüce Divan’da aklanma hakkı olan Başbakanlık ve Bakanlar Kurulu olacak.
  • Anayasa'nın 8. maddesindeki yürütme sadece bir görev olarak düzenlenecek.
  • Cumhurbaşkanı, en çok milletvekiline sahip olan partiye hükümeti kurma görevi verecek.

Hükümet hakkında gensoru

  • Bakanlar, başbakan tarafından, TBMM üyeleri arasından veya ihtiyaç halinde milletvekilli seçilme yeterliğine sahip olan Türk vatandaşları arasından seçilecek,
  • Başbakan ve Bakanlar bireysel ve kolektif olarak Meclise karşı sorumlu olacak.
  • Bakanlar veya hükümet hakkında gensoru verilebilecek.
  • Başbakan ve Bakanlara haklarındaki iddialar ile ilgili Meclis Soruşturması açılabilecek, Meclisin sevk kararı vermesi halinde ilgililer Yüce Divanda yargılanabilecek.
  • Hükümetin kuruluşu basit çoğunluk, düşürülmesi ise salt çoğunluk ile gerçekleşecek ve hükümet krizlerini önlemek için yapıcı güvensizlik oyu aranacak. Yani yeni hükümet üzerinde uzlaşma sağlanmadan mevcut hükümet düşürülemeyecek, mevcut hükümet düştüğü anda yeni Başbakan görevine başlamış olacak.

'OHAL yetkisi Bakanlar Kurulu'na verilecek'

  • Cumhurbaşkanının ya da Bakanlar Kurulunun tek başına OHAL ilan etme yetkisi olmayacak. Olağanüstü Hal ilan etme yetkisi, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna ait olacak.
  • Olağanüstü Hal rejiminin istisnai niteliğinin bir gereği olarak OHAL için öngörülen süreler kısaltılacak.
  • Olağanüstü Hal rejiminin keyfi bir yönetime dönüşmesine engel olmak amacıyla Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisine son verilecek.

Hakimler Kurulu ve Savcılar Kurulu

  • Hâkimlik ve savcılık teminatını düzenleyen 139. maddeye coğrafî teminat eklenecek. Böylece hâkim ve savcıların bireysel bağımsızlıkları güçlendirilecek.
  • Yargı mensuplarının bireysel bağımsızlıklarını güçlendirmek amacıyla ayrıca Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu şeklinde iki organ düzenlenecek. Hâkimler Kurulu, hâkimlerin özlük hakları konusunda, Savcılar Kurulu ise savcıların özlük hakları konusunda karar verme yetkisine sahip olacak. Bu organların üye kompozisyonu ve üyelerinin seçiminde izlenen yöntem, çoğulculuk esasına göre tasarlanacak.
  • Her iki organın üyelerinin bir bölümünü seçme yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne tanınarak bu organların demokratik meşruiyete dayanması sağlanacak. Hukuk devletinin gereği olarak her iki kurulun kararları yargı denetimine tâbi kılınacak.
  • Savunma, iddia makamıyla eşit bir statüye kavuşacak. Bu ise hukuk devletinin temel unsurlarından olan adil yargılanma hakkını ve bu hakkın aslî unsurlarından olan savunma hakkını güçlendirecek.

Türkiye Barolar Birliği'ne özerklik

  • Adil yargılanma hakkının bir başka unsuru olan silahların eşitliği ilkesi garanti edilecek.
  • Türkiye Barolar Birliği’ne özerk bir statü sağlanacak; bu yenilikle avukatlık mesleğine sahip olması gereken itibar kazandırılacak.

Anayasa Mahkemesi

  • Anayasanın ve hukukun üstünlüğünün güvencesi olan Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu, üye kompozisyonu, üyelerin seçiminde izlenen yöntemle çalışma usulleri ve Yüksek Mahkeme’nin yetkileri yeniden düzenlenerek Mahkeme’nin etkinliği güçlendirilecek.
  • Anayasa Mahkemesi’nin ağır iş yükü dikkate alınarak üye sayısı on beşten yirmi ikiye çıkarılacak; halen iki daire ve bir Genel Kurul halinde çalışan Mahkeme’nin dört daire ve bir Genel Kurul halinde çalışması sağlanacak.
  • Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve hürriyetlere ilişkin milletlerarası andlaşmalar, Anayasaya uygunluk denetiminde başvurulacak ölçü normlara dâhil edilecek. Böylece 2004’te Anayasanın 90. maddesinde yapılan değişiklik, yaptırımla desteklenerek insan hakları alanının genişlemesi ve Türkiye’nin uluslararası itibarının korunması sağlanacak.
  • Bireysel başvuruların alanı, sosyal hakları da kapsayacak biçimde genişletilecek. Bireysel başvuruların temelindeki hak ihlâllerinin, Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tâbi bir normun hukuka aykırılığından kaynaklanması halinde Yüksek Mahkeme’ye bu normu denetleme yetkisi de tanınacak.
  • Anayasa Mahkemesi’ne yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirlerinin alanına müdahale eden işlemleri nedeniyle yapılacak başvuruları da inceleme ve karara bağlama yetkisi tanınacak.

YSK için düzenlemeler

  • Yüksek Seçim Kurulu, yerine getirdiği işleve uygun olarak Anayasa'nın Yüksek Mahkemeleri düzenleyen bölümüne aktarılacak; iki daire ve bir Genel Kurul halinde çalışacak. Böylece dairelerin alacağı kararlar, itiraz denetimine tâbi kılınmış olacak
  • Yüksek Seçim Kurulu’nun seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarına ilişkin verdiği kararlar, Anayasa Mahkemesi’ne yapılacak bireysel başvurulara konu olabilecek. Böylece seçim sürecinin hukuka uygunluğu teşvik edilecek.

'Temel Hak ve Hürriyetler'

  • Sayıştay, Yüksek Mahkemeler başlığı altında düzenlenerek demokrasinin aslî unsurlarından olan şeffaflık ve hesap verirlik güvence altına alınacak.
  • Anayasa'nın ikinci kısmının başlığı “Temel Hak ve Hürriyetler” olarak değiştirilecek. Böylece otoriter anayasacılık anlayışına karşı demokratik ve özgürlükçü anayasa inşası inanç ve kararlılığı vurgulanacak.
  • Anayasa'nın 12. maddesine 'insan onurunun dokunulmazlığı ve devletin buna saygı gösterme ve koruma yükümlülüğü ile temel hak ve hürriyetlerin bütünlüğü ve yasama yürütme ve yargıyı bağlayıcı olduğu' eklenecek.
  • Devlete insan hakları ihlallerini önleme ve herkesin haklardan yararlanmasını sağlama yükümlülüğü getirilecek.
  • İnsan haklarına dayanan devlet düşüncesini daha belirgin kılmak için temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması olan 13. maddenin kenar başlığı temel hak ve hürriyetlerin üstünlüğü olarak değiştirilecek; madde metnine hürriyetin esas sınırlamanın istisna olduğunu belirten düzenleme eklenecek.

'İfade hürriyeti ve çoğulcu demokrasi'

  • Hiç kimsenin düşüncelerinden ötürü ayrımcılığa tabi tutulamayacağı anayasal ilke olarak belirlenecek. Bu değişiklik sonucunda ifade hürriyeti, çoğulcu bir demokrasinin gerektirdiği ölçüde genişlemiş olacak.
  • Kamuoyunun özgürce oluşmasını ve medyada çoğulculuğun sağlanmasını devlete bir ödev olarak yükleyerek basın hürriyeti üzerindeki keyfi uygulamalara son verilecek.
  • Toplumun haber alma hakkını koruma ve kamuoyunun serbestçe oluşmasını sağlama amacıyla kişiler ve siyasi partilerin kamu tüzel kişilerinin elindeki kitle haberleşme ve yayım araçlarından hakkaniyet ve adalet ilkesine uygun olarak yararlanma hakkına sahip olduğu anayasal ilke olarak düzenlenecek.

'Yurt dışında yaşayan Türkler'

  • Anayasa'nın 62. maddesinin başlığı 'Yurt dışında yaşayan Türkler' olarak değiştirilecek. Devletin onların hak ve menfaatlerini koruma, dil ve kültürlerini muhafaza etme ve anavatanla bağlarını geliştirme çalışmaları yapma görevi vurgulanacak. Devlete tarihi ve kültürel bağlara sahip olunan ülkeler ve topluluklarla ilişkileri gerçekleştirme yükümlülüğü getirilecek.
  • Sosyal ve ekonomik haklar kısmına yeni haklar eklenecek. Herkesin sağlık hakkına sahip olduğunu ve hiç kimsenin temel sağlık hizmetlerinden yoksun bırakılamayacağı hükme bağlanacak.
  • Çevre hakkı ile çevreyi korumanın, çevre kalitesini yükseltmenin, gıdaların doğallığını sağlamanın devletin bir görevi olduğu belirtilecek.
  • Devletin doğal hayatı ve hayvanları korumak ile hayvanlara yönelik eziyet ve kötü muamele yapılmaması için gereken tedbirleri alma görevi olduğu belirtilecek.

Seçimlerde yüzde 1 alan partilere mali yardım

  • Milletvekili genel seçimlerinde geçerli oyların yüzde birini alan partilere devletin mali yardımda bulunacağı ve bu yardımın dörtte birinin partiler arasında eşit olarak dağıtılacağı, geri kalan tutarın ise partilerin elde ettikleri oy oranına göre paylaştırılacağı düzenlemesi getirilecek.

Parti kapatma davaları

  • Siyasi partiler hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kapatma davası açabilmesi TBMM’nin iznine bağlı olacak.
  • Kapatma kararının ancak odak olma halinde verilebileceği daha yalın olarak düzenlenip odak olma tanımına yoğun, sürekli ve demokratik düzene ciddî tehlike oluşturacak bir şekilde kavramları ile fıkranın son cümlesine yasama sorumsuzluğu kapsamında kullanılan oy, söz ve düşünce açıklamaları odak olmanın tespitinde gözetilemez hükmü eklenecek.

Yerel yönetimler ve kayyum atamaları

  • Kamu Denetçiliğini düzenleyen Anayasanın 74. maddesinde yapılan değişiklikle kuruma, idarenin eylem ve işlemlerinin hukuka ve hakkaniyete uygunluğunu re’sen veya şikâyet üzerine inceleme ve denetleme yetkisi tanınacak. Toplumun geniş kesimlerinin, tarafsızlığına, hakkaniyetine güven duyduğu bir kişinin kamu başdenetçiliği makamına seçilmesi sağlama gayesiyle Kamu başdenetçisinin seçimi usulünü değiştirerek parlamentoya hâkim olan siyasi çoğunluğun seçimi tek başına gerçekleştirmesi engellenecek.
  • Yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarını artırılması, yerel yönetimlerde demokratik katılım, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin hâkim kılınması, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki idari denetiminin sınırlarının açıkça belirlenerek yerindelik denetimi anlamına gelen vesayet uygulamalarına son verilmesini temin etmek için Anayasa'nın 127. maddesinde değişiklik yapılacak. Değişiklikle, görevi ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma mahalli idare organlarını veya bu organın üyelerinin İçişleri Bakanı tarafından görevden uzaklaştırma uygulamasına verilecek. Bu durumdaki geçici olarak görevden uzaklaştırmaya ilişkin tedbir kararlarının kamu yararı bulunması şartıyla İçişleri Bakanının talebi üzerine Danıştay tarafından bir ay süre ile verilebileceği, bu kararın ayda bir Danıştay tarafından gözden geçirilmesi ve nihai olarak bu kararın 6 ayı geçmemesi düzenlenecek.
  • Merkezi idarenin mahalli idareler üzerindeki idari vesayet yetkisinin amacını Anayasada sınırlı olarak sayarak mahalli idarelerin yetkisi artırılacak.

Üniversitelere idari ve mali özerklik

  • Yükseköğretimde özgür ve çoğulcu bir sistem oluşturarak üniversitelerin bilimsel özerkliklerinin yanında, idari ve mali özerkliklerini de anayasal güvence altına alınacak.
  • Yükseköğretim Kurulu kaldırılarak yerine yetkileri koordinasyon görevi ile sınırlandırılmış, üyelerinin ise demokratik meşruiyet esasına dayanılarak seçildiği üniversiteler arası bir kurul tesis etmek amacı ile Anayasa'nın 130 ve 131. maddelerinde değişiklik yapılacak.

RTÜK

  • Anayasa'nın 133. maddesindeki değişiklik ile Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'nun (RTÜK) özerklik ve tarafsızlık ilkelerine bağlı olarak çalışması temin edilecek.
(SOL)

27 Kasım 2022 Pazar

Artemisia’nın haklı öfkesi - FİDE LALE DURAK / SOL

 Kadınların kolaylıkla görmezden gelindiği sanat tarihi yazıcılarına rağmen Artemisia’nın öfkesi, inadı ve dirayeti bize ulaşmaya devam ediyor.

udith’in  Holofernes’in başını kestiği hikaye, Rönesans ve Barok dönemleri boyunca defalarca resmedilmiş bir konudur. İncil’de yer almayan ancak apokrif (dini otoritelerce genel kabul görmüş) olan bu hikâyede İsrailoğullarının Babil Kralı Nebukadnezar’ın kuşatmasından kurtuluşu anlatılır. Judith kuşatılmış kent olan Betulya’da yaşayan güzel ve dul bir kadındır. Kent kuşatmayı gerçekleştiren general Holofernes’e teslim olmak üzeredir. Judith, hizmetkarı Abra ile Babil askerlerinin kamp alanına giderek İsraillileri yenmeleri konusunda kendilerine yardımcı olacağını söyler. Kampta üç gün geçirir, herkesin güvenini kazanır.  Dördüncü gün büyük bir ziyafetin ardından sarhoş olan Holofernes’in çadırına gider. Kılıcı ile Holofernes’in başını keserek Abra’nın yardımıyla bir çuvala ya da sepete koyar ve askerlere verir. Kuşatmanın başını kopararak halkını kurtarmış olur. 

Bu hikâye, kötülüğün ve tiranlığın karşısında zafer kazanan ahlaklı kadın hikayesi olarak kabul görür. Rönesans’ta Boticelli, Tintoretto, Veronese, Lorenzo, Mantegna, Michelangelo; Barok dönemde ise Roselli, Johann Liss, Rubens, Solimen Galizia, Rembrandt gibi ressamlar aynı konuyu resmetmişlerdir. Ancak ilk defa Caravaggio, hikâyeyi o zamana kadar ele alınış biçiminden farklı bir şekilde: Judith’i kesik başı tutarken ya da çuvala koyarken değil, aktif olarak başı keserken betimlemiştir. Caravaggio’nun getirdiği yenilikçi yaklaşım Artemisia Gentileschi’nın resminde bir adım daha ileri götürülür ve Judith’in hikâyede oynadığı rol dramatik bir şekilde değişir.

Caravaggio’nun Judith’i narin ve hassastır. Kılıcından yayılan tüm vahşete karşın suratına yansıyan tedirginlik ve masumluk dikkat çekicidir. Bir tiyatro sahnesini andıran kompozisyonda Judith, üzerine kan sıçramasını engellemek ister gibi bembeyaz kıyafeti ile Holofernes’ten uzakta durmakta, tedirgin ama sakin, kararlı bir şekilde halkı için görevini yerine getirmektedir. Kılıcı ve başı tutuşundaki zarafet bir başı kesmek için gereken güçten yoksundur. Ama, Judith güzel ve iffetli duruşunu korumaktadır.  Caravaggio’da anlatılan kendinden önceki birçok örnekte olduğu gibi günahsız bir kadının erdemli günahıdır.

Artemisia’nın, Judith’in Holofernes’in başını kestiği anı gösteren her iki resminde de kadın figürler aktif olarak eylemin içindedir. Judith’in yüzüne ve tüm bedenine yansıyan duyguda öfke ve kararlılık hakimdir. Hizmetkar Abra, yardım eden bir hizmetkar yerine öldürme eylemine ortak olandır. Artemisia’nın Judith’i, öfkesinin gücü ile düşmanının üzerine biner, bir eliyle Holofernes’in başını yastığa bastırırken diğeri ile kolayca bedeninden ayrılmayacak gibi görünen başı ayırmak için kılıcı ile zorlar. Dini hikâyeye yapılan yerinde bir gönderme olarak Artemisia’nın elindeki silah kutsal bir silaha dönüşür, tutuş şekli ile kılıç bir haç’tır. Her iki resim de kan ve vahşet doludur ama özellikle “Judith Holofernes’in başını kesiyor” versiyonunda Holofernes’in boynundan fışkıran kan Judith’in göğsüne sıçrar. Judith bundan kaçmaz, temiz kalmak için uğraşmaz. 

Aynı hikâyenin başka bir anının betimlendiği “Judith, hizmetkarı ve Holofernes’in başı”nda da yine kendinden emin kadınlar görürüz. Bu defa Judith sert ve kayıtsız gözler ile dönüp başı kopardığı bedene bakar. Bir eliyle hizmetkarını gitmek üzere yönlendirir, diğer elinde Holofernes’in can verdiği kılıcı umursamazca omzuna atmıştır. 

Artemisia’nın resimlerinde güçlü kadınlar görmek olağandır. Sanatçının kendi yaşamında bir kadın olarak verdiği mücadele resimlerinde de hissedilir. Küçük yaşlardan itibaren resim ile iç içe büyüyen Artemisia’nın babası da (Orazio Gentileschi) ressamdır. Artemisia, kadınları kabul eden bir okul bulamadıkları için iyi bir eğitim alabileceği, babasının arkadaşı ressam Agustino Tassi’nin atölyesine gönderilir. Atölyede Tassi’nin ve onun bir arkadaşının tecavüzüne uğrar. Tecavüzcülere açılan dava herkesin bildiği uzun bir hak arayışına döner ve sonunda Artemisia haklı bulunur. Ancak, bir kaynağa göre Tassi sadece Roma’dan beş yıl sürülme cezası alır; başka bir kaynağa göre ise suçunun cezasını hiç ödemez. Bir süre sonra dedikodulardan yılan Artemisia bir başkasıyla evlenir, birlikte Floransa’ya yerleşirler. Burada da resme devam eder ve bir süre sonra Medici ailesinin dikkatini çeker. Floransa Sanat Akademisine giren ilk kadın sanatçı olur.

Artemisia’nın mitolojik kadın figürlerinde hissedilen güçlü karakterler ondan bir parçadır. Otoportresinde kendisini işinin başında, tanımlı güzellik beklentilerinden uzak, saçı başı dağılmış bir ressam, bir kadın olarak betimler. Kadınların kolaylıkla görmezden gelindiği sanat tarihi yazıcılarına rağmen Artemisia’nın öfkesi, inadı ve dirayeti bize ulaşmaya devam ediyor.





FİDE LALE DURAK / SOL

Zeitenwende* : Hegemonya savaşlarında Almanya sıkışıyor - MEHMET TUNA DOĞAN / SOL

 (*) dönüm noktası: Vladimir Putin’in Ukrayna’yı işgali dünya siyasetini, en çok da Almanya’da altüst etti. Alman Federal Meclisi’nin 27 Şubat’taki olağanüstü oturumunda konuşan Alman şansölyesi Olaf Scholz bir Zeitenwende, yani tarihte bir dönüm noktası ilan etti. Rusya’nın Ukrayna saldırısı, Avrupa’nın ve Almanya’nın yeni bir çağa girdiği anlamına geliyordu.


 

Rusya-Ukrayna savaşı ile ortaya atılan 'Zeitwende' kavramı geçerliliğini korumakla beraber, Alman emperyalizminin yaşadığı sıkışma yeni rotaya ilişkin belirsizliği de beraberinde getiriyor.

Demokrat Partili Joe Biden, Donald Trump karşısında seçimleri kazanıp başkanlık koltuğuna oturduğunda, liberal pazarlamacılar bunu ‘liberal dünya düzeni’nin kendi evinde kazandığı büyük bir galibiyet olarak muştuladı. “Trump’ın içeride ve dışarıda uyguladığı popülist politikalar terk edilecek, kurumların yıpranmasına son verilecek, ticaret savaşlarına neden olan korumacı politikalar terk edilecekti. ABD, demokratik siyaset ve serbest piyasa ekonomisinin sağlıklı işleyişinde dünyaya örnek olmaya devam edecekti...”

Her masal gibi bu da uzun sürmedi. Emperyalist soğuk savaş makinasının halis mamullerinden Joe Biden, Trump’ın uygulamaya koyduğu ve kamu ihalelerinde ABD’de üretilen malların alımını önceliklendiren ‘Buy American’ Yasası’nı güçlendirirken, Çin’e yönelik ticari kısıtlamalar bırakın terk edilmeyi daha da tahkim edildi. Dış politikada da saldırganlığın dozajı belirgin şekilde artırıldı: Tayvan başlığında Çin’e yönelik provokatif girişimler hayata geçirilirken, Rusya üzerindeki abluka daha da artırıldı ve nihayetinde Ukrayna’daki kukla iktidar üzerinden Rusya sıcak çatışmaya zorlandı…     

Rusya-Ukrayna Savaşı ve Almanya’da Zeitenwende

Alman Şansölyesi Olaf Scholz, Rusya’nın, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya yönelik başlattığı ‘Özel Operasyon’un hemen ardından, 27 Şubat’ta yaptığı konuşmada, Rusya’nın adımını Almanya açısından tarihi bir dönüm noktası (Zeitenwende) olarak niteledi ve bunun Almanya’nın Rusya politikası ile savunma politikalarında radikal değişiklikleri beraberinde getireceğini ilan etti. 

Almanya’nın savunma harcamalarını agresif şekilde artıracağını da söyleyen Scholz’ün ardından, Almanya’nın sosyal demokrat Savunma Bakanı Christine Lambrecht de Alman ordusu Bundeswehr’in güçlendirileceğini ve Avrupa’da merkezi otorite rolünü üstleneceğini ‘müjdeleyecekti. Lambrecht, Almanya’nın artık Nazi dönemi ‘handikaplarından’ sıyrılması gerektiğini de ekliyordu…

Almanya’nın biraz da beklenmedik bu yaklaşımı ABD ve genel olarak NATO mahfillerinde büyük bir memnuniyetle karşılandı. Zira sanayi devi Almanya’nın doğalgaz tüketiminde Rusya’ya bağımlılığı yüzde 40 düzeylerindeydi ve Alman sanayi tekelleri Rus doğalgazı sayesinde önemli bir rekabet avantajı ve yüksek kârlılık elde ediyordu. Buna bağlı olarak da Almanya’nın görece ayrıksı Rusya politikası başta ABD olmak üzere NATO’da belirli bir düzeyde rahatsızlık konusuydu… 

Özetle Alman sosyal demokrasisi bir kez daha tarihsel bir dönemeçte emperyalizm için kritik bir role soyunduğu izlenimi veriyordu.

Süreçte önemli dönüm noktalarından birisi Rusya’dan Avrupa’ya doğalgaz akışının önemli ölçüde kesilmesi oldu. Rekor düzeyde yükselen doğalgaz fiyatları gerek doğrudan gerekse de elektrik fiyatları gibi dolaylı etkileriyle Alman sanayisine ağır bir maliyet yükü yükledi. Bunlar içerisinde otomotiv, kimya, çelik sanayi gibi enerji yoğun üretim yapan ve Alman burjuvazisinin en önemli küresel aktörlerden olduğu önemli sanayi dalları söz konusuydu. Bunun yanında yükselen enflasyon halk yığınlarında da koalisyon hükümetine dönük öfkenin artmasına neden oluyordu.

Çin kırılması…

Bu yılın Ekim-Kasım aylarına gelindiğinde ABD’de Biden yönetimi, yarı-iletkenler/çipler başta olmak üzere yüksek teknolojili mal ihracatına getirdiği sert kısıtlamalar ve Ulusal Güvenlik Stratejisi ile Çin’e karşı el yükseltirken, Çin Komünist Partisi ise 20. Kongresi ile kendi mevzilerini güçlendiriyordu. 

Hal böyleyken merak edilen başlıca konulardan birisi de Rusya-Ukrayna savaşında aldığı tutum üzerinden ağır bir ekonomik bedelle karşılaşan Almanya’nın, Çin başlığında sergileyeceği eğilimdi. ABD tarafında arzu edilen, Rusya örneğinde olduğu gibi Çin cephesinde de Almanya’nın ‘Batı ittifakının bütünlüğü çerçevesinde hareket etmesi’ yönündeydi.

Ancak beklenenin aksine gelişmeler yaşandı. Bunlardan ilki Almanya’nın küresel ticarette stratejik bir nokta olan Hamburg Limanı’nda Çinli nakliye firması Cosco’nun yatırımlarına belli sınırlamalarla da olsa yeşil ışık yakmasıydı. Beklendiği üzere gelişme ABD’nin tepkisini çekti. 

Ancak daha önemli gelişmeyse, Alman Şansölyesi Olaf Scholz’ün bu kritik dönemde Çin’e yaptığı ziyaret oldu. Scholz, ABD ile Çin arasında mücadelenin kızıştığı bir dönemde Çin’e gitmekle kalmamış, aralarında Volkswagen, Siemens ve BASF’ın da olduğu 12 sanayi tekelinin yöneticilerini de yanına almıştı. Pekin’e doğru yola çıkmadan hemen önce ise Scholz, AB'nin ekonomik olarak Çin'e fazla bağımlı hale geldiğinin farkında olduklarını, ancak Almanya'nın Çin ekonomisi ile bağlarını kesmesi veya Çin’in tecrit edilmesi yönünde “bazılarının çağrılarına” kulak vermemesi gerektiğini söyleyecekti1.

Scholz’ün ‘bazılarının çağrıları’ şeklindeki ifadesi adresini bulmuş olacak ki ABD iltisaklı düşünce kuruluşları ile yayınlarda Scholz’e ateş püsküren sayısız yazı ortalığa döküldü. Almanya’nın Çin ile mücadelede güvenilir bir ortak olup olmadığı sorgulanıyor, Scholz, Alman halkı ve Batı ittifakı yerine bazı Alman sanayi tekellerinin çıkarlarını savunmakla suçlanıyordu.

Gelişmelerin düşünce kuruluşları ve basındaki yansımalarından daha önemlisi ise Alman hükümeti içerisinde yarattığı ayrışma görüntüsü oldu. Rusya-Ukrayna savaşında da en agresif NATO çığırtkanlığını yapan Yeşiller Partisi, Çin ziyaretinden ötürü Scholz’ü topa tutarken, kampanyanın bayraktarlığını ise Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock üstlenmiş durumda. 

ABD yanlısı yaklaşımıyla bilinen 40 yaşındaki Baerbock’un siyasette ‘şaşırtıcı’ bir hızda yükseldiği görülüyor. Öyle ki son seçimlerin ardından başbakanlığa adı geçiyorken son anda ortaya çıkan intihalciliği nedeniyle bu şansı kaybetmişti.

Konuya dönecek olursak; Baerbock’ın yönetimindeki Alman Dışişleri Bakanlığı, Almanya’nın Çin politikalarına yönelik bir strateji belgesi hazırlığındaydı. Taslak metnini Dışişleri Bakanlığı’nın hazırlayacağı belgenin, diğer bakanlıklarla istişare edildikten ve hükümet tarafından onaylandıktan sonra 2023 ilk çeyreğinde yayınlanması bekleniyordu. Almanya’nın ilk kez kendi bakanlığında kendisine ait bir Çin stratejisini hazırladığıyla övünen Baerbock, ABD politikaları ile uyumlu olacağını söylediği belgenin amacını kabaca Çin tehditlerine karşı transatlantik pozisyonunu güçlendirmek şeklinde özetliyordu2

Beklendiği gibi Çin’e karşı oldukça saldırgan bir politika çerçevesi öneren ve Alman sanayi çevrelerinden de tepki gören taslak, Scholz’ün Çin ziyaretinin ardından basına sızdırıldı3. Nihai metnin nasıl olacağı ve hükümet içerisindeki kavganın akıbeti Almanya’nın Çin başlığındaki yönelimi açısından oldukça önemli olacak.

Alman sanayi tekelleri ve Çin

Avrupa sermayesinin Çin’de büyük yatırımlarının olduğu bilinen bir gerçek. Diğer yandan son yıllarda yatırımların sektörel ve ülkeler bazında gittikçe daha fazla yoğunlaştığı görülüyor. Kimi rakamlar vermek gerekirse, 2019 yılı itibarıyla Avrupa’nın Çin’e toplam doğrudan yabancı yatırımlarının (DYY) yüzde 88’i 10 büyük tekele ait (2008-2017 ortalaması yüzde 49). Sektörel bazda aralarında otomotiv, ilaç/biyoteknoloji ve kimyanın olduğu beş sektörün toplam payı yüzde 70 civarlarında (2008-2012 ortalaması yüzde 57). 

Ülkelere baktığımızda ise Almanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa, Çin’e toplam Avrupa DYY’sinin yüzde 87'sini oluşturuyor. Sadece Almanya’nın payı yüzde 43 (son dört yıl ortalaması), bu 10 yıl öncesinde yüzde 34 düzeylerindeydi.4 Otomotiv sanayisinde Volkswagen, BMW ve Daimler, kimya sanayisinde ise BASF’tan oluşan 4 Alman tekelinin Çin’deki toplam Avrupa DYY’sinde payı yüzde 34. 

Bu yıl, Alman otomotiv tekellerinden BMW, 4,2 milyar dolarlık bir ilave yatırımla Brilliance Auto Group ile olan ortaklığında payını yüzde 50'den yüzde 75'e çıkardı.5 Audi ise Çinli kamu şirketi olan FAW Group ile 3,3 milyar dolarlık yatırımla elektrikli araç üretimine hazırlanıyor.6

Rakamlar, gerek talep açısından Çin ve Doğu Asya’nın kalanının sunduğu pazar imkanı gerekse de araştırma geliştirme gibi başlıklarda Alman sermayesi için Çin’in tartışılmaz önemini ortaya koyuyor. Diğer yandan karşılıklı bağımlılık ilişkileri ile iç içe büyüyen emperyalist rekabetin taşıdığı potansiyel yıkıcılığı da gösteriyor. 

Almanya Doğu Avrupa’da da sıkışıyor

Çin’e ek olarak Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da yoğunlaşan rekabet de Almanya’nın sıkışmışlığını artıran bir diğer faktör. Bunların başında Ukrayna’nın yeniden inşasının getirdiği kâr iştahı geliyor. Kimi hesaplamalar Ukrayna’nın uğradığı altyapı hasarının halihazırda 200 milyar doları bulduğuna işaret ediyor7, savaşın uzaması durumunda bunun katlanarak artması kaçınılmaz.  Pastanın büyüklüğü karşısında ise ABD, rakiplerine ‘hiç heveslenmeyin’ mesajını çoktan veriyor. ABD Alman Marshall Fonu (The German Marshall Fund of the United States - GMF) Ekim ayı başında yayınladığı ilgili bir raporda8, Ukrayna’nın yeniden inşası için G7 öncülüğünde bir RecoverUkraine platformu kurulmasını önerse de, bunun başında ‘Amerikalı bir itibar figürünün9’ bulunması gerektiğini eklemeyi unutmuyor. 

Ukrayna’ya ek olarak doğal gaz, nükleer enerji ve hava savunma sistemleri üzerinden de artan bir rekabet söz konusu. Örneğin AB, özel olarak da Almanya, tarihî yüksek doğalgaz fiyatları ile önemli bir rekabet dezavantajına maruz kalırken, ABD kendi LNG’sini Doğu Avrupa pazarlarına taşımak için çok öncesinden önemli adımlar atmaya başlamıştı10. Hava savunma sistemleri ve nükleer teknoloji başlıklarında ise Polonya bölgede önemli bir Amerikancı aktör olarak yükseliyor. Ülkenin Almanya’nın ‘Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi’ne (European Sky Shield Initiative) katılmayı reddedip11, hava savunma sistemi anlaşmalarını ABD ile ilerletmesi ve beklenenin aksine ilk nükleer santral inşaatını Avrupa’nın nükleer gücü Fransa yerine yine ABD ile inşa etmeye girişmesi12 bu açıdan dikkat çekici adımlar.

Üç Yasa: ABD imalat sanayi ve Almanya’nın endişeleri

Kabaca 1970’lerden bu yana ABD imalat sanayinin gerileme içerisinde olduğu ve emperyalist rekabette geriye düştüğü sıkça dile getiriliyor. Ancak bizdeki anaakım iktisat erbabının aksine, ABD’nin süreci tersine çevirme çabaları çerçevesinde ‘devletçi’ ve ‘korumacı’ önlemlerin de ön plana çıktığı yeni bir eğilimin varlığı birçok burjuva iktisatçısı tarafından da kabul ediliyor. 

Bu bağlamda özellikle 2021 sonlarından bugüne Biden yönetiminin devreye aldığı üç yasa emperyalist rekabet başlığında çokça konuşulacak gibi: Tarafsız Altyapı Kanunu (The Bipartisan Infrastructure Law), Yarı-iletkenler ve Bilim Yasası (CHIPS Act13) ve Enflasyonu Düşürme Yasası (The Inflation Reduction Act). Bu üç Yasa ABD imalat sanayini canlandırmak için önümüzdeki 10 yıl içerisinde toplamda 2 trilyon dolarlık kamu harcaması öngörüyor! Bu süreçte yarı-iletkenler gibi stratejik öneme sahip ve yüksek teknoloji içeren ürünler ile genel olarak ‘yeşil dönüşüm’ başlıkları yeni kâr alanları olarak öne çıkıyor. 

CHIPS Act, yarı-iletken üretiminde ABD’nin Çin’e rekabet üstünlüğü sağlamasını ve yarı-iletken tedariğini güvence altına almayı hedeflerken, Enflasyonu Düşürme Yasası’nın Alman emperyalizmini tedirgin ettiği görülüyor. Yasa karbon emisyonunun azaltılması, temiz enerjiye geçiş gibi masumane hedefler için 400 milyarlık bir devlet harcamasını içerirken14, ayrıntılar gerçekte başka bir eğilime işaret ediyor. 

Örneğin yasa kapsamında her bir elektrikli araç alımında araç başına 7500 dolar destek öngörülüyor, ancak ufak bir şart ile: Araçların ABD’de üretilmiş olması gerekiyor. Bunun yanı sıra aracın baterisinin üretiminde kullanılan ürünlerin yüzde 40’ının (2030’a kadar kademeli şekilde yüzde 80’e çıkacak) da ABD’de ya da ABD ile serbest ticaret anlaşması olan bir ülkede üretilmiş olması gerekiyor. 

Kısaca yasaların parasal büyüklükleri ve ‘korumacı önlemler’ ile tahkim edilmiş teşvikler emperyalist rekabette önümüzdeki dönem hararetin ne denli artacağını ortaya koyuyor, öyle ki IMF’nin uyarıları, çöp olmuş Washington Mutabakatı’nın ardından bir tatlı nostalji niteliğinde…15

Konuya halihazırdaki enerji kriziyle birlikte bakıldığında gelişmeler Almanya’nın tedirginliğini de açıklar mahiyette: Siemens ABD’deki elektrikli araç şarjına dönük üretimini artırma kararı aldı, benzer şekilde Hamburg merkezli Aurubis AG, multi metal geri dönüşümü için ABD’de eritme tesisleri kuracağını açıkladı. Tersinden ABD’li Tesla da Almanya’daki üretimini azaltıyor. Alman çelik sanayinde ArcelorMittal ve gübre sanayinde SKW Piestreritz üretimini azaltma ve durdurma kararı alıyorlar. 

Emperyalist rekabetten Türkiye’ye düşen

Yukarıdaki saptamalar kızışan rekabet koşullarında Alman emperyalizminin Rusya, Çin, Doğu Avrupa cephelerinde ve ABD’nin devreye aldığı sanayi politikaları karşısında yaşadığı sıkışmaya dönük mütevazı bir çerçeve çizmeyi amaçlıyor. Başta geleneksel sermaye olmak üzere Türkiye kapitalizminin Almanya ile köklü bağları malum. Dolayısıyla yaşanacakların Türkiye’yi etkilememesi söz konusu değil. Burası açık.

Peki tüm bunlar Türkiye’de olup bitenlere baktığımızda ne ifade ediyor? 

Soruyu başka sorular ile yanıtlayıp bitirelim. AKP’nin dış politika ve ekonomide attığı adımlara baktığımızda ne göreceğiz? 

Liyakatsiz kadrolar yüzünden politika hataları yapan, sürekli geri adım atmak zorunda kalan beceriksiz bir yönetim mi, yoksa hegemonya mücadelelerinin kendisine tanıdığı boşluğu sonuna kadar değerlendirip yeni mevziler elde etmeye çalışan, bu süreçte yeri geldiğinde ileri atılan yeri geldiğinde geri çekilen, yapısal düzeyde kararlar almasının gerekmesi durumunda kur şoku gibi müdahaleleri bir yere kadar sınırlayabilerek kendisine alan yaratan Yeni Osmanlıcı yaklaşımı mı? 

MEHMET TUNA DOĞAN / SOL





Yıldız Kenter: Ağaçlar Ayakta Ölür - Mesut Kara / Evrensel

 


Tiyatronun ve sinemanın unutulmaz büyük oyuncusu Yıldız Kenter 17 Kasım 2019’da 91 yaşında aramızdan ayrılmıştı. Bazı insanların, bazı sanatçıların yaşam öyküsünü, sanat serüvenini sınırlı sayfalarda anlatabilmek çok kolay değildir. Yıldız Kenter de böylesi insanlardan, böylesi sanatçılardandır.

Yıldık Kenter’in doğumu aristokrat, varsıl kökenli bir ailenin yokluk, yoksulluk yıllarına denk gelir, çocukluğu yoksulluk içinde geçer. Hayatı boyunca tiyatrodan kopmayan Kenter, sinemada “Fatma Bacı”, “Anneler ve Kızları” gibi filmlerde Anadolu annesi rolünü büyük bir başarıyla canlandırdı. Rollerindeki başarılı oyunculuğu ve ses tonundaki hüzün ile izleyeni derinden etkilemişti.

11 Ekim 1928 tarihinde İstanbul’un Çamlıca, Kısıklı semtinde doğar Yıldız Kenter. Tam adı Ayşe Yıldız Kenter’dir. Babası Meclis-i Âyan üyesi Mehmet Galip Bey’in oğlu diplomat Ahmet Naci Kenter’dir. Annesi İngiliz asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını aldıktan sonra adı Nadide Kenter olarak değişen Olga Cynthia’dır. Ahmet Naci Kenter ve Nadide Kenter büyük bir aşkla bağlıdırlar birbirlerine. Fakat çıkan yeni bir kanunla hariciyecilerin eşlerinin yabancı asıllı olmaması gerekiyordu ya ayrılacak ya da resmen boşanıp gizlice birlikte yaşayacaklardı. Lozan’da özel kalem müdürü olduğu İnönü de Ahmet Naci’ye resmi olarak boşanıp birlikte yaşamaya devam itmelerini önerir. Fakat aşkı için her şeyi göze alıp tüm geçmişini, ülkesini bırakıp kendisiyle gelen, adını, dinini değiştiren hayat arkadaşına büyük haksızlık olacağı için bu öneriyi kabul etmez, istifa ederek görevinden ayrılır Ahmet Naci Kenter ve ailenin çöküş ve yoksullaşma günleri de başlar böylece. Ahmet Naci Bey farklı işlerde çalışmayı denese de sürdüremez. Fakirleşme de başlamıştır, evdeki eşyalar satılır sırasıyla. Yıldız Kenter bu yoksulluk günlerinde doğar. O günlerde oturdukları köşk de satılır. Ahmet Naci Bey zaman içinde alkolik bir babaya dönüşür.

Yıldız Kenter konservatuvarda okumak istiyor fakat annesi konservatuvarda okuyan kızlara kötü gözle bakıldığı için kızlarının orada okumasını istemiyordur. Babası Yıldız Kenter’i annesinden habersiz, gizlice, parlayıp uluslararası büyük bir sanatçı olacağı konservatuvara yazdırır. Ankara Devlet Konservatuvarını sınıf atlayarak bitirir. Amerika’dan Rockefeller” bursu kazanarak, American Theatre Wing, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yapar. Mezun olduğu okula hoca olarak atanır ve orada 11 yıl görev yapar.

Muhsin Ertuğrul Ankara Devlet Tiyatrosundan uzaklaştırılınca Yıldız ve Müşfik Kenter kardeşler de istifa ederek İstanbul’a dönerler. Muhsin Ertuğrul’la birlikte Muammer Karaca Tiyatrosunda başarılı oyunlar sahnelerler. Şükran Güngör’le de yolları kesişir burada. Muhsin Ertuğrul ve Muammer Karaca’nın desteğiyle Site Tiyatrosunu kurarlar. 1962’de Kent Oyuncuları adını alırlar, zamanla kadrolarına sonraki yılların ünlü oyuncuları olan önemli isimler de katılır.

1962’de tiyatroya hizmetlerinden dolayı “Yılın Kadını” seçilir ve Behzat Butak ile birlikte “İlhan İskender Tiyatro Ödülü”nü kazanır. Sonraki yıllarda da çok sayıda ulusal ve uluslararası alanda çok sayıda ödülün sahibi olur.

Çok sayıda öğrenci yetiştirir Yıldız Kenter. Yetiştirdiği oyucular yıllardır tiyatro, sinema ve dizi alanlarında önemli çalışmalarda kendilerini gösterir, adlarını tarihe yazdırırlar.

1968’de Kenter Kardeşler ve Şükran Güngör ellerindeki tüm parayı harcayarak Harbiye’de kendi tiyatro salonlarını inşa ederler. İlk evliliğini 1951’de Tiyatro Sanatçısı Nihat Akçam’la yapan Yıldız Kenter’in bu evlilikten Leyla adında bir kızı vardır. 7 yıl süren evlilik ayrılmayla sonlanır.

Yerli ve yabancı pek çok yazarın oyunlarını da sahneye koyarlar, birlikte oynarlar. Aynı sahneyi paylaştıkları, Yıldız Kenter’in anlatımıyla “güveni, huzuru, hoşgörüyü, anlayışı, saygıyı arayan iki insan” olarak yakınlaştıkları Şükran Güngör’le iki ailenin de karşı çıkmalarına rağmen 1964’te ailelerinden gizlice evlenirler. Huzur buldukları, aşkla birbirlerine bağlandıkları evlilikleri 2002’de Şükran Güngör’ün ölümüne dek 38 yıl sürer.

Yıldız Kenter ilk kez 1951 yılında Aydın Arakon’un yazıp yönettiği “Vatan İçin” filmiyle kamera karşısına geçer. 1951-2008 yılları arasında 20 filmde, birçok televizyon dizisinde oynayan Yıldız Kenter tiyatro ödüllerinin yanı sıra sinema oyuncusu olarak da üç kez “Altın Portakal” ödülüne layık görüldü. “Ağaçlar Ayakta Ölür” (1964), “Anneler ve Kızları (1971), “Fatma Bacı” (1972), “Kızım Ayşe (1974), “Bir Ana Bir Kız” (1974), “Hanım (1988), “Güle Güle” (1999), “Büyük Adam Küçük Aşk” (2001) ve “Beyaz Melek (2007) filmlerindeki muhteşem oyunculuğuyla adını sinema tarihine de yazdırır.

Yıldız Kenter “Fatma Bacı” filminde fedakar bir anne olarak çıkar izleyicinin karşısına. Kan davası nedeniyle köyünden büyük kente kaçmak zorunda kalan Fatma Bacı’nın iki kızı ve bir oğluna kol kanat germesi, onlar için çabalamasını izleriz filmde. “Kızım Ayşe” filminde de canlandırdığı Huriye Bacı rolüyle ekonomik zorluklar içinde kızını okutmaya çalışan fedakar bir annedir.

YILDIZLAR HER ZAMAN YILDIZ KALIR

Mayıs 2013’te gerçekleştirilen Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde Tema Özel Ödülü Yıldız Kenter’e verilmişti. Yıldız Kenter’i salonu tıka basa dolduran konuklar dakikalarca ayakta alkışladı. Tiyatronun yanı sıra sinemada da önemli filmlerde yer alan ve ‘Ağaçlar Ayakta Ölür’ filmindeki rolüyle unutulmaz bir iz bırakan Yıldız Kenter “Tiyatroda lakabım cadıydı ama hiç süpürgem olmamıştı, iyi ki biraz daha yaşamışım, giderayak bu ödülü aldım” derken salonda gülmekle ağlamak arasında bir dalgalanma yaşanıyordu. Yıldız Kenter sahnede bir abide, bir tanrıça gibiydi. Kendisini ayakta alkışlayanları neredeyse başı yere değecek kadar eğilerek selamlamıştı.

Yıldız Kenter 10 Kasım’da Akciğer rahatsızlığından dolayı kaldırıldığı hastanede yaşa bağlı solunum yetmezliği nedeniyle 17 Kasım 2019’da 91 yaşında aramızdan ayrılır. Kenterler Tiyatrosunda yapılan törenin ardından Levent Camii’nden uğurlanarak Aşiyan Mezarlığında toprağa verilir. Seyircilerine, sevenlerine vedasıyla son rolünü oynayan Yıldız Kenter 1964’te Hulusi Kentmen, İzzet Günay, Semra Sar, Osman Alyanak’la birlikte yer aldığı filmin adına uygun ayrılır aramızdan; “Ağaçlar Ayakta Ölür.”

Mesut Kara / Evrensel

Osmanlı'da hadım ağaları - MEHMET BOZKURT / SOL

Okumalarımdan anladığım, bütün tedbirlere rağmen Harem’de işlerin istenildiği gibi yürümediğidir.


 Kesiyoruz!

İslâm da kesiyor. Ancak tümüyle değil. Zarar vermeyecek kadar az kesiyor. İbranilerden kopyadır. “Sünnet” diyoruz. Gayet önemlidir; bunda İbrahimizmin babası İbrahim’in  99 yaşında iken üç yaşındaki oğluyla birlikte sünnet olmasının ve  diğer bütün peygamberlerin sünnetli doğmuş olduğu inancının dahli  varmış gibi geliyor bana. Evet, kesmek gayet önemli olmakla birlikte İslam “farz” demiyor. Rezerv koyuyor  sünnet, “sünnet”tir diyor.

Başlıktaki ayrı. 

Berbat olmalı, başlıktaki yapılırsa sonucu sahiden düşman başına! Zira Maazallah, hadım, cinsel organları tamamen kesilmiş ya da burulup iğdiş edilmiş erkek kişi ya da iğdiş edilmiş hayvan anlamına geliyor.

Çok eski dönemlere kadar uzanan bir tarihi var hadım etme pratiğinin. Sözgelimi MÖ 900 yıllarında yaşamış olan ünlü Babil Kraliçesi Semiramis’in esir aldığı düşman askerlerini topluca hadım ettirmiş olduğunu yazan tarihçiler olduğu gibi, bu eylemi 4 bin yıl kadar geriye taşıyanlar da yok değil. Bu arada bizim Bodrum’lu Herodot da kendi adını taşıyan ünlü anlatısında Asurluların, İonyalıları teslim olmadıkları taktirde çoluk çocuk erkek cinsinden yakaladıklarını hadım etmekle tehdit ettiklerini yazıyor. Ayrıca ve kısaca Çin’den, Hint’ten pek çok misal var ve bu misalleri okuduktan sonra benim anladığım insanoğlunun yakın zamana kadar kestiğidir!

Şimdi “kesme” işleminin nasıl yapıldığını yazmak isterdim. Hatta yazdım da ancak içinizin kaldıramayacağını düşündüğüm için yazdıklarımı silerken, sadece  operasyonun başarı oranına dair matematiksel ortalamayı vermekle yetiniyorum. Bunun da ancak yüzde iki civarında olduğunu söylemek durumundayım. 

                                                                     ***

İslam peygamberi Muhammet “kesmeyin” diyor. Hadis var:

“Kölesini hadım edeni biz de ederiz!” demiş, Bu kadar açık!

Osmanlı İslam, hadisler tavsiyedir. Kesmiyor. Kesilmişi alıyor:

“Yedi ya da sekiz yaşındaydım, atlılar yanımıza geldiğinde kasaba meydanında kendi yaşımda çocuklarla oynuyordum, bizim kasabamızın adamlarına benzemiyorlardı, tenleri daha beyazdı ve silahları vardı. Arapça konuştuklarını sonradan öğrendim. Atlarından inip bizi kucakladılar. Ne olduğunu anlayamadım. Bir adam bizi atının üzerine fırlattı, bağıramadım. Bizim gibi başka çocuklar da vardı. Üç gün boyunca hiçbir şey yiyip içmeden orada kaldıktan sonra hadım edildik. Çektiğim acıyı ve işkenceyi uzun yıllar boyunca hiç unutamadım. Mevsimlerden kıştı. Üşüyordum. Yakup beni Çerkes Mehmet Paşa’ya hediye etti. Bir insan hediye edilebilir mi? Bunun olabileceğini o zaman anladım. Meşrutiyetle beraber azat edildim”   

Hadımlar asker sivil paşa konaklarında, zengin takımının evlerinde istihdam ediliyor en çok da saray’da harem dairesinin koruyucu gözcüleri olarak görev yapıyorlar. Kimi satın alınıyor kimi de hediye edilmişlerden seçiliyor. Az bulunduğu için hediye listesinin başlarında yer alıyor, Padişahlar, şehzadeler, sultanlar, paşalar bir birlerine hadım edilmiş oğlan çocukları hediye ediyorlar. Okuduklarımızdan anladığımız Köle Pazarlarında hadım edilmiş çocukların fiyatlarının “duhter”lerle (Bakire kız) yarıştığıdır. 

Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla Osmanlılar’da harem hayatı, İstanbul’un fethi sonrasında Fatih Mehmet tarafından yaptırılan ve Yeni Saray olarak bilinen Topkapı Sarayı ile birlikte başlıyor. Haremin diğer adı Dar’üs- saade, saadet evi, burada çalışan hizmetlilere de Dar’üs-saade ağaları adı veriliyor. Kızlar ağası da diyebiliriz. Harem dairesi dediğin  öyle üç oda bir salon değil, kimi dönemlerde sayısı 700’ü bulan cariye topluluğunu barındırabilecek sayıda odanın bulunduğu, hizmetlilerin de hapsinin hadım olduğu, adeta saray içinde saray denebilecek türden bir yerleşke. Böyle okuyoruz.

Renklerine göre sınıflandırıyoruz beyaz cinsinden olanlara ak hadım ağaları, siyah cinsinden olanlara da zenci ya da siyah hadım ağaları diyoruz. Asli görevleri hareme erkek sinek bile sokmamak olan bu ağaları sadece bekçi seviyesinde görüp küçümsemeyin, protokoldeki yerleri sadrazam ve şeyhülislamdan sonra geliyor.  

Osmanlı hareminde ilk zamanlarda ak ağaların siyah olanlardan daha etkili olduğunu ancak zamanla bunun tersine döndüğünü yazıyor  harem konusunda önemli çalışmaları olan Çağatay Uluçay. Buna neden olarak da “ak insanların” yaşadığı Avrupa’da yürütülen savaşların 17.yüzyıldan itibaren hüsranla sonuçlanmasını dolayısıyla Osmanlının köle kaynaklarının kurumuş olmasını gösteriyor. Bir de “ak çocukların” hadımlaştırma operasyonu sırasında pek azının masadan kalkabildiğini ilave ediyor Uluçay. Beyazların bu operasyona dayanaksız olduklarını öğrenmiş oluyoruz. Çokça ölüyorlar. Sayıları azaldıkça etkileri zayıflıyor. 

Murat var, üçüncü olan (Ö.1595), ben de Necdet Sakaoğlu’ndan öğrendim. Onun yazdıklarına göre, bu başka kaynaklarda da var, Murat padişahlığının ilk dönemlerinde hareme ve harama uzak duruyor. Anne Nurbanu, anne yüreği işte ne yapsın,  yalnızca haseki Safiye Sultan’a ilgi duyan Murat’ın bu hallerine pek çok üzülüyor ve azimli çabaları sonunda büyüğü “ukde-i murad ber-muktezayı fuad” (olmasını şiddetle istemek) bozuyor. Sonra mı? Murat’ı tut tutabilirsen! Murat haremde cariye kovalamaya başlıyor. Onun döneminde cariye sayısı arttığı gibi Eski Saray’daki harem örgütünün kadrolarını da Topkapı Sarayı’na taşıyor. Bu arada nereden bu hükme varmışsa bilinmez ak hadımları “ bunlar fitne kaynağıdır” diyerek çırak çıkarıyor. Böylelikle  Harem’de siyah hadım ağaların hakimiyeti başlamış oluyor. Bunlar Sakaoğlu’nun yazdıklarından benim çıkardığım sonuçlardır.

Güzel, hareme cariyeleri doldurduk başlarına da hadımları diktik, içeriye erkek  sinek dahi sokmadık ama işlerin her zaman düzgün yürümediği anlaşılıyor. Elden ne gelir,  Allah’ın bir hikmeti işte, her zaman olmasa da  bazen, şeylerin kesilmesiyle duyguların  yok edilemediği hatta pek nadir de olsa şeylerinin yeniden işlevsel hale geldiğini yazıyor Çağatay Uluçay ve ben yazdıklarını aynen evet aynen ve cesurca aktarmak istiyorum: 

“Hayaları çıkarılan hadımların, çalıştıkları yerlerde, kadınlarla münasebette bulundukları saptanmıştır. Erkeklik organı kesilen hadımların da kadınlar tarafından , hatta bunların erkeklik organı tam oluşum halinde bulunan erkeklere üstünsendiği, çünkü cinsi münasebeti normalin üzerinde uzun bir süre devam ettirdikleri de öğrenilmiştir.”  

Osmanlı ders çıkarıyor, tüm bunlar deneyimlendiği için tedbir alıyor. Hadım ağalarını kontrolden geçiriyor. Azıcık dahi kalmış olsa yeniden ve bu defa tamamen kesiyor. Bundan Osmanlının çıkarına uymadığında  peygamberin tavsiyesine ve uyarısına uymadığı anlaşılıyor. 

Osmanlı’nın hareme hadım hizmetçi alırken onları fiziksel bir sınavdan da geçirdiği okuyoruz. Elinin altında “Kâbusnâme” adını taşıyan bir “ahlak kitabı” var. Burada müellif bazı tavsiyelerde bulunuyor ve harem sahiplerinin bunlara uymasının hayırlı olacağını vazediyor:  

“Geldik imdi hadım olarak istihdam etmek için alacağın kulun nişanlarına… Gayet kara ve ekşi yüzlü ve yüzü buruş buruş olsun. Gövdesi zayıf, derisi kuru, saçı yufkacık, dişleri seyek, sesi incecik ve baldırı ince olsun. Dudağı kalın, burnu yassı, parmakları kısacık, boyu büğrü ve boynu ince olsun. Bu dediği gibi olunca  sarayda hadım olmaya yarar…” Bu tavsiyelere Osmanlının uyup uymadığını bilemiyoruz ama devamında vazedilenlere en azından Murat üç’ten itibaren  uyulduğu söylenebilir. Devamı şöyle: 

Sarayda ak hadım olması gerekmez. Hele de benzi kızıl olursa. Sonra gayet sakın sarışın hadımlardan .Derler ki, kendi sevar avradı ya da başkasına sevdirmek için pezevenklik eder. Hasılı bunun gibiden hayır gelmezmiş.”

Okumalarımdan anladığım, bütün tedbirlere rağmen Harem’de işlerin istenildiği gibi yürümediğidir. Tam burada yazımı bitirecekken önüme Ahmet Akgündüz’ün Osmanlı’da Harem adlı kitabının arasına koyduğum bir not düştü. Kim bilir yazdıklarını ne zaman not etmişim ama ne değişir. Yazmış işte ve şöyle:

“Köle tüccarlarının eline geçtiklerinde hadım edildiklerinden dünyaları karardı. Sonra bir büyük cihan devletinin sarayında açtılar gözlerini. Ağalar Ocağında tam bir görev adamı olarak yetiştirildiler. Padişahın en yakını olmanın gururunu doyasıya yaşadılar.”

Yazının başında “kesme” operasyonundan bahsedip içinizin kaldıramayacağını düşünerek operasyonun nasıl yapıldığını anlatmaktan vazgeçmiştim. Prof. Ahmet Şimşirligil’in makalesinden alıntıladığım bu not önüme düşünce fikrimi değiştirdim. Keserek hadım etme operasyonu şöyle yapılıyor:

Kesilecek kişiyi sırt üstü yatırdıktan sonra bandajla göbeğinin altını ve bacaklarının üstünü bandajla sıkıca bağlıyoruz. Acı pul ya da toz biber ile suyun karışımından elde ettiğimiz bulamaçla malum bölgeyi üç defa yıkıyoruz. Neden üç, açıkça söylemek gerekirse bilemiyorum, üç yazdıkları için üç diyorum, sonra gayet keskin ve orak biçiminde bir bıçakla penisi dipten testislerle birlikte tek bir hamlede vücuttan ayırıyoruz. Sonrası daha da önemli zira hadım edilen kişinin yaşamasını istiyoruz. Penis kökündeki kanala metal bir çubuk soktuktan sonra bölgeyi soğuk suda bekletilmiş bandajla bağlıyoruz. İki saat sonra yürütüyoruz, Tuvalet ihtiyacı gelmesin diye üç gün boyunca su vermiyoruz. Üç gün sonra bandajı açıyoruz ve metal çubuğu çıkartıyoruz. İdrarını yaparken kanama yoksa sorun yoktur. Hadımımız satışa hazırdır. Ama bunların sayısının çok az olduğunu okuyoruz. Çoğu operasyon sonrasında ölüyor.  

Evet, bu kadar ve bitirirken, “ah” diyorum keşke profesörümüz Ahmet Şimşirligil Osmanlı’da olsaydı da padişaha yakın olmanın gururunu doyasıya yaşasaydı!

MEHMET BOZKURT / SOL

Kaynaklar:

*Çağatay Uluçay, Harem II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1992
*Ahmet Akgündüz, Tüm Yönleriyle Osmanlı’da Harem, Timaş Yayınları, İstanbul 2012 
*Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayınları, İstanbul,2000