25 Mayıs 2014 Pazar

Erdoğan’ın Vur Emri-CAN DÜNDAR

Geçen akşam kilometrelerce uzamış köprü trafiğinde yüzlerce araçla birlikte ve tükenmeye yüz tutmuş bir sabırla beklerken siyah bir cip güvenlik şeridinden arsız burnunu uzatarak kuyruğa kaynamaya çalıştı. Önümdeki araç, bu şımarıklığa taviz vermedi, önündeki tampona kadar yanaşarak cipin yolunu tıkadı. Ama cipin kara camlar ardına gizlenmiş sürücüsü kararlıydı. Kahvehane kapısını destursuz omuzlayan kabadayı edasıyla önümdeki aracın tamponuyla öpüşerek giriverdi kuyruğun arasına… Nicedir bekleyen yüzlerce aracın hakkını yemiş, kurnazca öne geçivermişti.
Ama kaçacağı yer yoktu.
Köprü yolu, bir sabır tespihi gibi kımıldamadan duruyordu.
Önümdeki aracın sürücüsü, bir trafik polisinin bu haksızlığı gidermesini ya da hakkı yenen bizlerin ortak bir tepki vermesini bekledi. İkisi de olmayınca öfkeyle aracından indi ve kara cipin şoförünü yaka paça araçtan indirerek evire çevire dövdü.
Sonra herkesin şaşkın bakışları arasında hiçbir şey olmamış gibi arabasına dönüp beklemeye devam etti.

***
Bu küçük sahnenin kıssadan hisseleri şunlar:
Kuyruğun uzun, eziyetin çok olması, madenin derin, şartların zor olması, sınavın bela, soruların kazık olması sorun elbet; ama katlanabiliyor insan...Katlanılamayan şey; haksızlık, adaletsizlik. Birilerinin, birilerine ya da bilek gücüne güvenerek öne geçmesi…
Kimileri yıl boyu dershanelerde ter dökerken, kimilerinin soruları sızdırarak sınavı geçmesi…
Ekmek çaldı diye birilerinin hayatı karartılırken, hamuduyla götürenlerin hâlâ bakan pozunda zafer balkonlarında gezmesi… Uluorta adam kurşunlayan polisin, adalete teslim edilmemesi…
Adaletin her kolu farklı kesmesi; kimilerine hiç işlememesi…
***
İkinci ders şu:
Ortada kural yoksa ya da var olan kural bazısına uygulanmıyorsa, bunu uygulatacak otorite, kuralsızlığa teslim olmuş veya ondan beslenir hale gelmişse, çaresiz herkes kendi adaletini sağlamaya girişir.Artık orman kanunu devrededir.
Onun kuralı da “gücü gücü yetene”dir.
***
Üçüncü ders şu:Kimse “Ben güçlüyüm, tamponu koyar girerim, itiraz edeni ezer geçerim”dememelidir.Zor kapısı açıldığında kimin kimi ezeceğini Allah bilir.
***
Bu üç dersi ister 17 Aralık’a, ister Gezi’ye, ister Okmeydanı’na, ister Soma’ya uygulayın; sonuç aynıdır.İnsanlar yoksulluğa tahammül edebilir, ama haksızlığa asla…
İnsanlar zor şartlara sabredebilir, ama adaletsizliğe asla…
İnsanlar acıya katlanabilir, acılıyken tokatlanıp tekmelenmeye, “eşek gibi sessizce yaşayın” hakaretine asla…
Kendi oğlu madende alın teriyle kazanırken ölüme gider de, bakanın oğlu evindeki trilyonların hesabını vermeden adaletten kaçırılırsa öfkelenir insanlar; “Yeter” diye yolunuzu kesebilir.Çocuklarını bir ibadet yerinde suçsuz yere kurşunlayıp öldürürseniz ve yatıştırmak için bin bir özürle kapılarına gideceğinize “Ölmüş geçmiş” demeci verirseniz, yani hem suçlu hem güçlüyseniz, yarattığınız öfke selinde boğulabilirsiniz.Polis kurşunuyla ölen yavrusunu defneden acılı insanlar, “Polis nasıl sabrediyor, anlamıyorum” lafını duyduklarında, bu aleni vur emri karşısında asıl kendilerinin nasıl sabrettiklerine şaşar.
Gün gelir, sabretmez olurlar.
Asıl onu hiç anlamazsınız.
***
Başbakan’ın sadece mayıs sicilinde fırçalanmış bir Anayasa Mahkemesi Başkanı, azarlanmış bir Barolar Birliği Başkanı, tokatlanmış bir madenci, yüzüne bakılarak hakaret edilmiş bir ana muhalefet lideri, “ölmüş geçmiş” dediği bir öldürülmüş delikanlı, doğrudan hedef gösterilmiş iki köşe yazarı ve ona “Gelme buraya” diyen bir Alman Başbakanı var.
Biraz sağduyusu olanlar, bu gidişin hayırlı gidiş olmadığının, Başbakan’ın iki dudağının, açıldıkça lavlar saçan bir yanardağa dönüştüğünün farkında…
Ama sabırla bekleyen millete tamponu değdirip durduğunu, sabır taşının çatlamak üzere olduğunu görseler de ses etmiyor, ağzından çıkanı kulağının duyması için dua edip duruyorlar. Kıssadan hisse:
Sağduyu ve adalet!
Ekmekten de önce, sudan da acil...  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Bu Düzen Böyle mi Gidecek?-ŞÜKRAN SONER

Evet, “Hep pireler devleri mi yutacak?”.. Uzun süreçli iş cinayetleri tanıklıklarımın anıları kadar, dolaplarımdaki sonuç alınamadığı için işlevsiz kalmış dosyaları da çok kabarık... İnanmayacaksınız ama 1960’lı-70’li yıllarda solun, sosyal devlet algılaması, sendikal örgütlülüğün güçlenmesi bağlantılı, insanca yaşam, çalışma hakları, paylaşımdüzeni ile aynı ciddiyet içinde işçi sağlığı, iş güvenliği, işçinin yaşam hakkı.. önlemleri de toplumsal sorunların bütünü içinde ciddi ciddi gündemimize girmişti... Çok doğal olarak Türkiye’de çalışanlara ilişkin kayıtlarda, iş kazalarında dünya çapında en önde ülkeler arasında yer alırken meslek hastalıklarının ise yok anlamında düşük görülmesinin anlamı sorgulanmıştı... Kayıtlarda yok sayılamayan ölüm, ağır yaralılıkla sonuçlanmış iş kazaları ile, yok sayılan yine olumsuz çalışma koşullarının ürünü aynı derecede ciddi olumsuz koşullarda ölüm ve ağır hastalıklara, malullüklere yol açan meslek hastalıkları gerçeği ile yüzleşilmişti. Kurşun, benzol zehirlenmeleri örneği saygıyla anmamız gereken bilim insanlarının ortaya çıkardıkları çarpıcı sonuçlarla toplumsal çalkantı yaşamış, kimi anlamlı önlemler de alınmıştı... ÇalışmaBakanlığı’nın işyeri teftişleri, uzmanlık müfettişleri, uzmanlık hastaneleri.. türünden yasal ve kurumsal önlemler en ciddileri...
Elbette güçlü sendikacılık işçiden yana önlemlerde duyarlılığı artırmıştı.. Kimyasal gübre üretiminde havaya saçılan, zehirlenmelere, kronik hastalıklara yol açan tozların bütün bir fabrikanın çalışanlarını kronik iç organlar, meslek hastalığına yakalatan gerçeğin, işyeri hekimliği kayıtlarında sıradan yakınmalar olarak görülmesi elbettesorgulanmıştı. Ömür törpüsü bu hastalıkların bir tek üretim yapılan makinelerin bir zahmet üstünü örten kapakların takılması, işçilerin üretim sürecinde maske kullanmaları zahmetiyle bile anlamlı derecede azaltılabileceği öğrenilmişti. Ayyakkabı yapıştırıcılarında kullanılan benzolün yasaklanması, havasız küçük atölyelerde üretiminönlenmesi gibi önlemler bile çok sayıda işçinin kansere yakalanmalarını önleyebilecek, canlarını kurtarabilecekti. Kurşunun yoğun kullanıldığı bir fabrikada bütün çalışanların ağır, kronik kurşun zehirlenmesine yakalandıkları hastane raporlarıile ortaya çıkarılmıştı...

***
Hiç unutamam, 1977 Ecevit rüzgârı ile ilk kez düzgün bir sendika lideri, Bahir Ersoy(Hoca) Çalışma Bakanı seçilmiş, ilk iş olarak kurşunla bütün işçileri zehirlenen fabrikayı yeterli sağlık önlemleri alınana kadar kapatma kararını verdirmişti. Deyimin tam anlamı ile yer yerinden oynadı. Gizli bir elle, çıkar dünyasının çarkları işletilerek,Bahir Hoca’nın partisi içinde yıpratılması seferberliği işletilmişti... Hepsi de kurşun zehirlenmesi hastalığına yakalanmış fabrika işçileri ise örgütlü oldukları Petrol-İş Sendikası’nın kapısını, işsiz kalmamak adına aşındırır olmuşlardı... Kurşunzehirlenmesinden ölüm uzak, örgütlü iyice ücret aldıkları işlerini kaybetmek yakın ve algılamaları ile büyük tehditti.. Özünde anlamlı önlemler alınmadan fabrikanın hızla yeniden açılması gerçeği bir yana, üretim içinde maliyet payını yükselten işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerinin algılanmaması yolunda tersine bilinç için sermaye cephesininvicdansız atakları hız kazandı...
Bu ülkede işçi haklarının, sendikal hakların zirvelerde olduğu yıllardan söz ediyoruz... Sigortalı çalışanların yarısından fazlasının sendikalarda örgütlü ve sözleşme haklarından yararlandıkları, ücretlerin tüm emeği ile geçinenler için en adil biçimde yükseltiği, emek bilincinin yükseldiği yıllar yani... Sonrası lüks anayasa, sol örgütlülük,sendikal haklar, etkin meslek örgütlenmelerine karşı dünyadan gelen küresel saldırı ile yetinilmeyerek, Türkiye’de özel provokasyonların gündeme sokulduğu, 12 Eylül’ün, bu anlamda çok etkin askeri darbenin yaratıldığı sürece geçişin sonuçları, yasaklı düzenin anayasası yasaları ile yaratılanlar, liberal açılımın mimarı Özalizm uygulamaları ile alınan sonuçlar... Sadece örgütlülük değil, ücretler, elbette çok daha ağır olarak çalışma ve yaşam koşullarında adım adım geriye püskürtülme süreçleri... Kritik dönemeçler...
En ağır sonuçların Erdoğan iktidarları yasaları ve icraatları ile yaşam gündemimize girdiğinin doğru dürüst algılaması bile yok... Çünkü medya çağında güdümlü medyanın kafaları bulandırması, yaratılmış kavram kargaşasında bireyin özgürleşmesiadına sınıf örgütlülüğü, dayanışması, hakların unutturulması, hak arama örgütlülüklerinin tümünde dibe vuruşu getirecek darbelerin yaşanması gündemde. Soma gerçeği, bu çağda böylesine ağır, ilkel koşullarda ölümüne üretiminyapılabileceğine inanmanın bile çok zor olduğu şokunu yaratmışken.. Yani evrensel sömürü düzeni, kapitalizm bile “Bu kadarı olamaz, bilim bu kadar gelişmişken, bir madende yüzyıllar öncesinin ilkelliğinde bu koşullarda üretim yapılamaz..”isyanlarındayken... Kamunun malı, İktidarlarının sorumluluğundaki işletmede, yasahileleri, pardon hüllelleri ile patron adı altında taşeronluk, onun da yazısız sayısız alt taşeronluklarının sihirli formülleri üretilmişken, böylesine kirli bir siyasi iktidar-sermaye çıkar örgütlenmesi gerçekleştirilmişken.. Aynı oyunun sayısız kat kötü, kirli kopyaları bize yutturulabilir mi?  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Şarlman’dan Erdoğan’a Almanya-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Burası Kuzey Ren Vestfalya eyaleti.
Hasılatı Rusya’nın toplam hasılatı ile yarışan; Almanya’nın en zengin ve sanayileşmiş yöresi…Başbakan’ın ziyaret edeceği Köln bu eyaletin parçası.
Biz Köln’e uzanmadan önce gezimizi “Avrupa’nın kalbi” sayılan Aachen kentinden başlatıyoruz.
Aachen ve Köln arası bir saat.
Ş a r l m a n ’ ı n K u t s a l R o m a - G e r m e n İmparatorluğu’nun merkezi olan Aachen; Avrupa ve Almanya’nın neredeyse “özet tarihi” gibi.
1200 yıl önce burada ölen Kutsal Roma imparatorunun anısına bu yıl kentte özel etkinlikler yapılıyor.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşü ardından Avrupa’da yeni bir imparatorluk kuran ve sınırları Kuzey Denizi’nden İtalya’ya, Pireneler’den Elbe’ye uzanan topraklara hükmeden Şarlman; Hıristiyanlığı Eski Kıta’da ilk kez “ortak din” yapmış ve ortak yazı, ortak para kullanmış. Bu nedenle 742-814 döneminde yaşayan hükümdar, yaşlı Avrupa’nın “babası” kabul ediliyor.II. Dünya Savaşı’nda imha edilen kent merkezinde iki tarihi yapı dikkat çekiyor: Şarlman’ın yaptırdığı, bir “Bizans tarzı” katedral… Bir de katedralin karşısında seküler yapı belediye binası.
AB inşasına hizmet eden önemli şahsiyetlere, Eski Kıta’nın en prestijli nişanı olarak sunulan “Şarlman Ödülü”; günümüzde hâlâ, Şarlman sarayının parçası olan bu belediye binasının salonlarında veriliyor.İspanya’yı Avrupa’ya sokan Felipe Gonzalez’den, II. Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nın ilk başbakanı olan Adenauer’a; AB Komisyonu’nun vizyon sahibibaşkanı Jacques Delors’dan, Avrupa’nın kurucusu Schumann ve Monnet’e; Almanyaların birleşmesini sağlayan Mitterrand ve Kohl’dan; MerkelHavel veBlair’e… Avrupa’nın tüm büyük siyasetçileri, burada taç giyen Germen-Roma imparatorlarının izinde bu salonda ödüllendirilmiş...
9. asra uzanan geçmişle bugünün Avrupası arasında böylece bağ kurulmak istenmiş ve “Avrupa projesinin devamlılığı” vurgulanmış.
Aachen’ı gezdiğinizde bugünün Avrupası’nın köklerinde özetle Şarlman’ın “Hıristiyan Avrupa” tahayyülünün olduğunu somut biçimde görüyorsunuz.
Ama Aachen, bugünün mülti-külti dünyasında daha çok bir özlem olarak kalmaya mahkûm olan Hıristiyan Avrupa”nın simgesi değil sadece.
Aynı zamanda Avrupa’nın çok güçlü olan diğer ruhu “bilim”in de merkezi...
Kahverengi kömür teknolojisi 
Kömür ocaklarıyla ünlü Ruhr Havzası’yla iç içe bir kent burası. Yeraltından kömür çıkarmak çok tehlikeli ve pahalı olduğundan bu ocaklar 80’lerde kapanmış. Onların yerine, “kahverengi kömür madenciliği” başlamış…Kuzey Ren Vestfalya’nın bir diğer endüstri merkezi olan Wuppertal’dan Aachen’e yol alırken ufuk çizgisinde yolda hep ileri teknolojiyle toprağı kazıyarak maden çıkaran dev makineleri gördük. Civarda da yer yüzeyinden çıkan kahverengi kömürü, elektrikenerjisine dönüştüren termik santrallar göze çarpıyordu.
Aachen zamanla önemli teknoloji, inovasyon, bilim merkezi olmuş. Üniversitesiyle nam salan kentte 60 bin öğrenci var. Öğrenciler, kent nüfusunun dörtte birini oluşturuyor. Kafe ve birahaneler bu yüzden çok canlı.

Kent çıkışı Paris’in “Pompidou” kültür merkezine benzer bir yapı ile karşılaşıyoruz. Burası dev bir hastaneymiş. Üniversitede hocalık yapan ve bize eşlik eden Prof. Brieniek, Almanya’nın en büyük hastanelerinden olan yapının; ilginç öyküsünüaktarıyorRusya ile olası bir savaşta, müttefik askerleri en güvenlikli yerde tedavi edebilmek için Almanya’nın en batı ucundaki Aachen’e, Soğuk Savaş’ta bu hastaneyi yapmışlar ama hastane bitene dek Soğuk Savaş da bitmiş. “4 bin hekim” bugün bu muazzam üniversite hastanesinde görev yapıyor. Hasta-hekim sayısı, neredeyse eşit...
Aachen, Avrupa tarihinin böyle çok çeşitli evrelerinin izlerini taşıyor.Çıkışta “Soğuk Savaş” öyküleri dinlediğimiz kente, II. Dünya Savaşı’nın izlerinde girdik...
Aachen otoyolunda örneğin büyük bir Amerikan mezarlığı var.
General Patton, Aachen kentinin kuşatılması öncesinde, 10 bin asker için bu mezarlığı hazırlatmış.
Burayı ancak büyük kayıplarla ele geçireceğini bildiğinden; askerlerine mezar olacak yeri soğukkanlılıkla önden yaptırmaya çekinmemiş!
Erdoğan Türkleri bölmüşWuppertal-Aachen-Dusseldorf ve Köln gezisinde, karşılaştığım tüm Türklere,Erdoğan’ın hep beklenen Almanya çıkarmasını sordum.
Soma yeni olmuştu.
Almanya’daki kutuplaşma, Türkiye’yi bölen tablodan farksızdı. Bir Köln birahanesinde tanıştığım Tuncelili Sevda; Başbakan çok ayıp etti!” diyerek konuştu: “AilesiSoma’da toprak altında kalsaydı; bunları yapar mıydı? Erdoğan böylece ülkeyi ailesi gibi görmediğini göstermiş oldu.
Kaldığım otelde garsonluk yapan Elazığlı Erhan ile Karadenizli Adem ise ne yaparsa yapsın Erdoğan’ı affetmeye”, mazur ve hoşgörmeye hazırdılar.
Adem; “Modernleşmenin bedeli!” diyerek Erdoğan’a toz kondurmuyordu.
Eşi Diyanet’te görev yapan Erhan, “affetme”nin de ötesinde, Erdoğan’ın yurttaşa el kaldırdığına inanmaya dahi yanaşmıyorduOlmaz!” diyordu: “O asla böyle bir şey yapmaz! Mutlaka yalan ve iftiradır!Törkiş kutuplaşmanın Almanya’yı germesinden korkan Merkel özetle haklı…
Avrupa’nın bu en müreffeh, güvenli ve dingin ülkesinde; bir “Erdoğan itiş kakışı”nın çıkması düşünülebilecek en son şey...  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Midhat Paşa ve Namık Kemal-ORHAN ERİNÇ

Yargı konusundaki bunalım ve güven eksikliği Soma’daki toplukıyımın soruşturması nedeniyle bir kez daha gündeme geldi

Sorun günümüzün sorunu değil. Balyoz, Ergenekon, Odatv, Şike, Askeri Casuslukdavaları için söylenenler yıllar önce de söylenmişti.
Yapılıp bozulabilen (prefabrike) inşaat henüz bulunamadığı için, Abdülhamit’inhışmına uğrayan Sadrazam Midhat Paşa, Yıldız Sarayı’nın eklentisinde kurulan ÇadırMahkemesi’nde yargılanmış ve idama mahkûm edilmişti.
Midhat Paşa’nın anayasaya saygı gösterilmesi girişimlerinden bunalan Ulu Hakan Abdülhamit Han(!) uyduruk olduğu bilinen bir iddia ile Paşa’yı Sultan Abdülaziz’i öldürmekle suçlamıştı.
Yargılamanın ayrıntıları önceki Genelkurmay başkanlarından İlker Başbuğ’un“Suçlamalara Karşı Gerçekler” kitabında yansıtılıyor.(1)“İbretlik Midhat Paşa Davası ve Bugün” başlığını taşıyan bölümden Paşa’nın mahkeme heyetinin yaklaşımını değerlendiren şu paragrafı aktarmakla yetiniyorum:“Bu mahkemeye ne lüzum vardır. Şahit dinlememek, delil ve belgeleri incelememek, bilirkişilere itibar etmemek, kanunları ayak altına aldıktan sonra mahkemeye ne lüzum var. Tanzimat’tan önceki duruma geri döndüğümüzü gördüğüm için çok üzgünüm.Bu benim için sizin vereceğiniz bir ölüm kararından daha acıdır.”
***
“Vatan Şairi” olarak tanımlanan Namık Kemal’in sonu da bir süre sonra MidhatPaşa’ya benzer şekilde getirilmiştir.
Midhat Paşa’nın idam kararının ardından Namık Kemal korkusuzca bir demeç vermişve yargıçları eleştirmiştir.
Sözü Namık Kemal’e bırakalım:(2)
***
Ey hâkimler, size, duyduklarınızı kavramakta en güç gelen doğruluktur. Öngörünüze en vahşi ise hakikattir. Hâkim bir kudret sahibidir, kudret sahibi cellat olamaz. Hâkim hakkın koruyucusudur. Hakka karşı silahlanmaz. Adaletin kuludur, zulmün önünde tapınamaz. Dayanıklılık dünyasının kalesidir, değme çarpma ile gedik vermez. Hâkim memleketi ve devleti imar edendir, vatan savaşçısı olmaz. Hâkim gümüş kalemleri evler yıkmakta ve canlar yakmakta değil, zulme karşı ve zorba takımının başını ezmekte kullanır.
Ey hâkimler, Hazır karşınızda duran hürriyet şehidinin elleri bağlı ve göğüsleri açıktır. Kanlarınısaçın, sizin için aşamalar ve yüksek orunlar düzenlenmiştir. Maaşlar, armağanlarhazırdır.
Ey hâkimler, kıyamet gününe inanın. Kıyamet, muhakkaktır. Masumun hakkını alacak bir büyük mahkeme var. İnsanların yaptıklarını tartacak bir adalet terazisi var. Bu yalan dünyada en alçak bir çıkara, en hasis bir hırsa mağlup olup da dinin ve dünyanın saadet sarayını yıkmak insanların ve hele hâkimlerin üstünlük niteliğine yakışmaz.
Bir zorbanın kendi gibi yalancı ve yok sayılacak iltifatına, bir geçici dünyanın gümüş ve altın gibi pisliklerine secde edip de birçok günahsızın kanına girmeye değmez. Hep bunları bir inatçı zorbanın arzu ve hevesine hizmet etmek düşüncesi ile ve birkaç kuruşun neşesi ile yaptınız. Bizler hakkımızın korunmasını Hakk’a, ayrımına varılmasını da halka bıraktık. Hemen sizin gibi namusuna küsmüş hâkimler elinde kalan millete Allah rahmet eylesin.

1- Suçlamalara Karşı Gerçekler-İlker Başbuğ / Kaynak Yayınları-Aralık 2013
2- Eski İstanbul Hatıraları-Sadri Sema (Hazırlayan Ali Şükrü Çoruk) - Kitabevi-Eylül 2002  

ORHAN ERİNÇ
Cumhuriyet

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Yalnız Değilsin Özdil!.. - CÜNEYT ARCAYÜREK

Gerçeği söylemek gerekirse, aslında RTE ve AKP iktidarı yazılan onca eleştiriyi çoktaaan hak etmişti. Fakat Yılmaz Özdil’in vurguladığı gibi,Burada asıl mesele şu: Somali’ye ağlayanlar, Soma’da insanları yumruklayanlar,Soma’da insanları yerlerde tekmeleyenler kimdi?
Kendi günahlarını başka yöne çekmeye çalışıyorlar.Bu aslında AKP döneminin tipik propaganda dönemi.
Önce iftira atıyorlar, sonra kendini savun bakalım diyorlar. Yani bu Balyoz davasında da böyledir. Ergenekon davasında da böyledir.
Odatv davasında da böyledir.
İnsanları yalanlarla, iftiralarla karalıyorlar, ondan sonra ‘Hadi git şimdi kendini savun’ demeye getiriyorlar”. (19 Mayıs 2014-Hürriyet)
***
Başbakan’ın 19 Mayıs gününü fırsat bilerek topladığı gençlere yaptığı konuşmanın özü, Yılmaz Özdil’in yukarıda aktardığımız vurgulamaların ta kendisidir.
Soma faciasının ilk iki günü işletmeye toz kondurmadı.
Sonra baktı ki hava tersine esiyor. Çark edip önce işletmeyi ve sonra da faciadaki sorumluluğuyla hak ettiğinin karşılığını gösteren eylemlere ve medyada kaldıysa iki üç kişiden biri, zaten aylardır haklı eleştirilerine diş bilediği Özdil’i, Hürriyet’ten kovmaya çağırdı Aydın Doğan’ı; hem de açık canlı yayında söylemeye, medyaya kinini öfkesini kusmaya başladı.

Özdil’in daha önceki günlerden düne kadar yazdıklarına, Halkçı TV’de facia ile ilgili bütün söylediklerine katılıyorum ve...... Yalakalık dışında kalan, üç beş liraya kalemlerini RTE’ye tutsak eden medya dışında kalmaya özen gösteren “öteki medyadan” Özdil ve hatta Yazgülü Aldoğaniçin, yahu bir kez olsun şu 12 yılda, evet bir kez topluca RTE’ye karşı direnişegeçmeyişini hayretle, şaşkınlıkla izliyorum.
RTE’nin, patronuna Özdil’i kovma çağrısına kadar götürdüğü saldırılarını medyada duyan, işiten, izleyen yok sanki.
Hemen bütün sütunlar, köşeler başka hava çalıyor. Utanç verici bir tablo medya dünyası için.
10 yaşındaki çocuk, polis derdest edince altına işiyor. Medyada RTE korkusundan!..
RTE’nin yönettiği bir ülkede zaten valisinin, Emniyet müdürünün açıklamalarına nasıl inanacaksın?Örneğin, çocuk 10 değil 13 yaşında imiş, eylemcilerle birlikte imiş falan filan diye açıklamalar yaparak RTE’ye layık, insanlıktan da devlet yöneticisi olmaktan da nasiplerini alamadıklarını kanıtlıyorlar.
***
20 Mayıs. Özdil, dün Hürriyet’teki köşesinde:Duyguların sızlar ayaz gecelerde...
Düşünürsün.
 Bu kadar mı alçak olabilirler?Kimler ekti bu nefret tohumlarını memleketime?
Hangi kindarlar yetiştirdi bu haysiyet cellatlarını?
Kim kurdu bu linç mangalarını?

Kaç paraya satıyorlar kalemlerini, yalamaktan pütür kalmamış dillerini?Düşünürsün...
Somali’ye ağlayıp Soma’yı
 yumruklayanları, yerlerde tekmeleyenleri?Ürperirsin, soğuk ter gibi...
Ya da gözyaşı
 gibi…Süzülür yağmur damlaları, tentenin derisinden, silersin yanaklarını usulca, parmaklarının ucuyla...... Baş başa kalırsın yalnızlığınla” diyor. Hayır dostum, cesur yürekli meslektaşım  Özdil:
Baş başa kaldığını söylediğin dün de bugün de yazdığın gerçeklerde yalnız değilsin.Belki bir elin parmakları kadar az ama senin gibi düşünen, yazan...
... Gaddarlığı, diktatör özentisi kişiliğiyle, devlet olanaklarını kendi kişisel ihtirasları ve duygularını tatmin etmek uğruna kullanarak -bana kalırsa devlete karşı suç işleyen- bu Başbakan’a direnen, karşı duran bu meslekte hâlâ üç beş gazeteci var...... Kuşkun olmasın RTE, kaleminden başka hiçbir gücü olmayan, senin gibi ulusal iradeyi amaçları dışında kullanma yetisi de bulunmayan Yılmaz Özdil...
... Demokrasi tarihinde topluma olan görevini yapan bir gazeteci olarak çoktan yerini aldı.
***
Özdil olayının gündeme getirdiği bir başka sorun, bizim bir başka talihsizliğimiz şu:
Özdil’i kovdurmayı üstelik saldırgan bir
 dille TV’lerde açıklayan RTE’ye karşı medyanın suskunluğuna karşın, gerekli somut ve eylemsel yanıt verecek, bu demokrasi ayıbına karşı başını parti içerisindeki dalgalanmalardan kaldırıp bakamayan bir ana muhalefetimiz olması!
Tek umut seçmenin vicdanı ve sandığa uzanan elinin RTE’ye oy vermemesi dileği.
O da bak sağına bak soluna, her seçimde yoğ imiş bu milleti bahtı kara maderinden kurtaracak dedirtiyor insan mantığına, aklına!  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

Soma’da Yiten Canlar Neyin Bedelidir? - DENİZ KAVUKÇUOĞLU

Hayat, gerçekleri tokat gibi çarpıyor insanın suratına. Bu kez tokadın dozu altından kalkılamayacak ölçüde şiddetli oldu. Soma’daki emekçi kıyımı ülkenin vicdan sahibi insanlarını derin bir yasa boğdu.
Çok yazıldı, çizildi. Dokuz yıl sonra dünyanın en büyük on ekonomisi arasında yer alacağı savlanan Türkiye çalışma güvenliği açısından Avrupa’da sonuncu, madenci ölümleri açısından ise dünyada ilk sıradadır.
Bu noktaya bizi, benzerine ancak 19. yüzyılın sanayi ülkelerinde görülen vahşi kapitalizm getirdi. İşlevi, yürürlükteki düzeni karşıtlarını ezerek, sindirerek, yok ederek sağlama almak olan devlet üstlendiği bu görevi tutuklamalarla, hapis cezalarıyla,yasaklamalarla, baskılarla, TOMA’larla, biber gazlarıyla başarıyla sürdürdü, sürdürüyor.
***
Soma’daki 301 emekçinin ölümü somut olarak devlet-şirket işbirliği ile gerçekleştirilmiş bir kıyımdır. Başka bir deyişle o madenlerin mülkiyetini elinde bulunduran devlet üreteceği kömüre alım garantisi verdiği bir şirkete madenin işletme hakkını vermiştir. Şirket de aldığı önlemlerle Türkiye Kömür İşletmeleri döneminde 130-140 dolar olan üretim maliyetini 23.80 dolara düşürmüştür. Soma’da yitirilen 301 madencinin canı şirketin aldığı, devletin de onayladığı bu ekonomik önlemlerin kanlı bedelidir.Bunu görmek için ekonomist olmaya gerek yoktur; yukarıda işverenin ağzından belirtilen maliyet düşürümü bu oranda ancak tam otomasyon, işçi ücretlerinin düşürülmesi, üretimin olağanüstü artırımı, çalışma koşullarının kötüleşmesi, iş güvenliğine ilişkin kuralların göz ardı edilmesiyle mümkün olabilirdi. Tam otomasyonsöz konusu olmadığına göre üzerinde durulacak olan diğer noktalardır.

Bu nedenledir ki Soma Madencilik Şirketi yöneticileri gibi hükümet de “suçluların telaşı” içindedir. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği 2011 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na verdiği bir raporda Soma’daki facianın yaşanacağını bilimsel olarak belirtmiştir.
Ortada bir “suçlular” kümesi vardır. Bu kümeye işveren ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile maden işçilerinin ödentileriyle refah içinde hayatlar süren Türk-İş’e bağlı Maden-İş’in yöneticileri de dahildir.
***
AKP hükümeti ve yandaşlarının düzeni aklama çabalarını, liberallerin ahlı vahlı yakınmalarını bir yana bırakarak sonuca gelelimSoma kıyımı 1800’lü yılların ikinci yarısında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ortaya konan ve günümüze kadar hiçbir burjuva-liberal düşünürün çürütemediği, kapitalizmin özü olan emek sömürüsünün, artık değer ediniminin yansıması olan “emek-sermaye” çelişkisinin somut bir sonucudur. Hırs, olabildiğince düşük maliyetle en yüksek kârı elde etmeyi amaçlayan kapitalizmin motorudur.
Eğer Soma benzeri kıyımlar bir daha yaşanmak istenmiyorsa bunun mücadelesi emek-sermaye çelişkisinin emek lehine çözülmesi doğrultusunda verilmelidir.
Bu ülkenin Türk’ü de, Kürt’ü de kapitalizmin bir ürünü olan milliyetçilikle zehirlenmiştir. Özellikle “sol” tanımını kendilerine yakıştıran sosyal demokrat ve sosyalist olma savındaki siyasal partiler kendilerini bu zehirden arındırmalıdırlar. Özlerine dönmelidirler. Emek-sermaye çelişkisi somut, çıplak bir gerçektir. Bu gerçeğe dayanmadan ileri sürülen her türlü düşünce, öneri, eleştiri boştur, safsatadır.
Bir durumu değiştirmek için hayatta karşılığı olan temel gerçeklerden yola çıkmak gerekir. Yoksa Soma kıyımı benzeri acı olayları bir daha, bir daha yaşar ama hiçbir yere varamayız. Aynı bedeli bir daha, bir daha öderiz.

DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Cumhuriyet 


Amansız ve Yamansız Yargı - MİNE G.KIRIKKANAT

22 Temmuz 2004’te, Ankara-İstanbul seferini yapan hızlandırılmış tren raydan çıktı; 38 kişi öldü, 95 kişi yaralandı. Aradan yirmi gün geçmişti ki, Tavşancıl mevkiinde iki trenin çarpışmasında 8 kişi öldü, 88 kişi yaralandı.

Art arda gelen bu kazalar Türkiye’yi derinden sarsmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor,AKP’li yetkililerden asla kimsenin vermeyeceği hesaplar soruluyordu.
13 Ağustos 2004 günü, “Tanrısal Tarafsızlık” başlığı altında şöyle bir yazım yayımlandı:
***
Ateş yakar. Su boğar. Gaz patlar. Elektrik çarpar. Yağmur yağar. Dere yatağı taşar.
Tren demiryolunda gider. Araba araba yolunda. İki kere iki dört eder.
Tutuşturduğunuz orman, yanar. Yüzme bilmeden atladığınız su, boğar.
Çakmak
 çaktığınız birikmiş gaz, patlar. Çıplak elle dokunduğunuz elektrik akımı, çarpar. Mazgalları tıkarsanız, yağmur su baskınına yol açar.
Dere yatağına yaptığınız evleri, su basar.
Bir daha
 basmaz der oturursanız, yine basar, yine basar, yine basar.
Çünkü dere, aman insanlar boğulmasın diye yatak değiştirmez.
Her yağmurda geri
 gelir.
Eğimsiz yollar, her yağmurda göle dönüşür.
Her yağmurda
 dönüşecektir.
Yolları kazıp bariyer koymazsanız, içine insanlar da düşer, hayvanlar, hatta arabalar da.
Deprem bölgesine kurduğunuz çürük binalar, yıkılır.
Yeniden aynı yere ve aynı çürüklükte yaparsanız, yine yıkılır.
Kırmızı ışıkta durmazsanız, arabanız da haşat olur siz de.
Bir gün olmaz, iki gün olmaz, ama üçüncüsünde olur.Ters yönlerden aynı demiryolunda ilerleyen trenler, zamanında durdurmazsanız;makastı, sinyaldi aldırmazsanız, çarpışırlar. Demiryolunu yenilemeden trenleri hızlandırırsanız, devrilirler.
Bir gün devrilmez, iki
 gün devrilmez, ama BİR GÜN mutlaka devrilirler.
***
Kendisi ziyan olmuş adam, 10 çocuk yaparsa, 9’u ziyan olur.
Birine bakmaktan aciz kadın, 10 çocuk doğurursa, yine 9’u ziyan olur.
Her şey olurlar, ama “adam olamazlar. Ölürlerse ölürler, kalırlarsa...
Kalırlarsa, orman yakarlar. Gaz kaçağını çakmakla ararlar. Yüzme bilmeden göle atlarlar. Elektrik kablosunu çıplak elle tutarlar. Kazdıkları çukuru açık bırakırlar. Dere yatağına ev yaparlar. Deprem bölgesine yıkılacak bina. Zaten benzin deposunu doldururken sigara içen, mazgalları tıkayan, üstlerine alfalt döken, yolları eğimsiz yapan, kaldırımları düzgün döşeyemeyen, kırmızı ışıkta durmayan, yüzyıllık demiryollarından hızlandırılmış tren geçirenler de onlardır.Her şey olurlar; futbolcu olurlar, tüccar olurlar, kendilerine benzeyen milletinvekilleri olurlar, bakan olurlar, hatta başbakan olurlar.
Çok saygılıdırlar, her bayramda gider analarının babalarının ellerini öperler, amaadam gibi adam, rasyonel adam olamazlar. Çünkü üstlerindeki cilanın altında, rasyonel olmayan ana babaları vardır.Çünkü aynı kafayla, aynı yanlışları yapacaklardır.Çünkü Allah, kendisine tapana tapmayana aldırmaz. Kendisine güveneni kayırmaz. Makine duayla çalışmaz.Yağmur ne duayla yağar ne de duayla durur. Doğa, rasyonel olmayanı vurur yere. Çünkü doğa yasaları, insan yasaları gibi delinmezVe ateş yakar, su boğar, gaz patlar, elektrik çarpar, dere yatağı taşar, trenler demiryollarında giderler...
***
Bu yazıda, Türkiye’de madenciliğin hali ve madencilerin “fıtratı” eksik kalmış. Ama siz benim ne demek istediğimi anladınız. İçinizden, “Kömür yanar, grizu patlar…” diye başlayın, zaten eksik olan her şeyi tamamlar, benim aklıma gelmeyen işleri de eklersiniz. Vahim olan, 2004’ten 2014’e kafaların salt durmakla kalmayıp daha da gerilediği bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyip bu yazının her faciayı açıklayabilir niteliğini korumasıdır. Adam olamayanların adam olmayanları seçmek, adam olmayanların da iktidarı adam olmayanları kayırmak için kullandıkları yerde, aynınedenlerin aynı sonuçları doğurduğu elbette kan revan içinde anlaşılacak; belki de hiçanlaşılmayacaktır. 2004’teki hızlı tren faciası için açılan kamu davası 2012’de zaman aşımına uğradı. Kimse istifa etmedi, kimse cezalandırılmadı. 2014’teki Soma katliamının nasıl kovuşturulacağı belli değil mi?
“Kölelerin de patronların da imanı, yalandır.” MAXIME GORKİ
G N O K T A S I
“Size bu e-postayı 82 yaşındaki dostum Bülent Bey’in isteği üzerine yazıyorum.
Kendisi
 yazılarınızı sürekli takip eder ve sorununa çözüm bulacak tek kişinin sizolduğunuzu düşünüyor. Kadıköy Sanatçılar Sokağı’ndaki Anarat Hıggutün Ermeni Katolik vakıf binasında hizmet veren Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin müdavimi olan Bülent Bey, binanın bahçesindeki havuzun bu yıl yapılan tadilatla üzerinin kapatılmış olmasından şikâyetçi.
Binanın bahçesine ayrı bir güzellik katan o havuzun kapatılmasını kabul edemiyor ve hatta Nâzım Hikmet’in ruhuna aykırı olduğunu düşünüyor.
Beni bu hususu size iletmekle görevlendirdi. İlginiz için şimdiden teşekkür ederim.Saygılar, Aycan” Y.N.: Ben de CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin böyle zarif bir isteğeduyarsız kalmayacağını ve ilgileneceğini umarım!  

MİNE G.KIRIKKANAT
Cumhuriyet

19 Mayıs 2014 Pazartesi

19 Mayıs 1919’dan 19 Mayıs 2014’e...- MUSTAFA BALBAY

Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta söze şöyle başlar:“1919 yılı Mayısı’nın 19. günü Samsun’a çıktım.”
Bu giriş cümlesinin ardından, “genel durum” der ve Osmanlı İmparatorluğu’nun o gün içinde bulunduğu durumu, genel görünümü özetler.
Bugünün diliyle paylaşmak gerekirse Atatürk’ün penceresinden görünüm satı rbaşlarıyla şöyledir:- Osmanlı’nın içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş. Ordu zedelenmiş.- Uzun yıllar savaşan ulus, yorgun ve fakir düşmüş.- Ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar kendi derdine düşmüş.- Padişah yalnızca kendini ve tahtını güvenceye alabileceği önlemler peşinde.
- Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümet padişahın buyruğuna bağlı halde.Kendini ayakta tutacak her türlü duruma razı. - Yabancıların tek beklentisi devletin bir an önce çökmesi...
- Durumun korkunçluğu karşısında ülkenin her yerinde, her bölgesinde kimi kişiler kurtuluş çareleri aramaya başlamış. Bu arayışlar bazı kurumlar doğurmuş. Ancak bunlar birbiriyle bağlantısız ve dağınık...

***
Atatürk, 19 Mayıs 1919’daki durumu özetledikten sonra kendi kararını, “ya istiklal ya ölüm” olarak açıklıyor ve mücadelesini tarihin sayfalarında kalıcı hale getiriyor.
Kestirmeden gidip bugün de benzer bir tablo içindeyiz demek kolaycılık olur.
19 Mayıs 2014’teki durumu da, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi gerçekçi biçimde ortaya koyup yapılması gerekenleri elbirliğiyle üretmek gerekiyor.Bugün 95 yıl öncesine göre daha olumlu ve daha olumsuz diye sınıflandırabileceğimiz şartlar var. Soma faciası nedeniyle 19 Mayıs’ı bir bayram olarak kutlayamamak bile“durumu” özetlemeye yeter.
Zira Soma faciasından daha elim facia, bu olay karşısında yöneticilerin takındığı tutumdur.
1919’dan ileride miyiz, geride miyiz tartışmasını bir yana bırakalım, soralım:Eğer bir başbakan Soma faciasının öteki ülkelerde de yaşandığını anlatmak için 1860 yılındaki kazaları örnek gösteriyorsa, bizim yönetim anlayışımız nerededir, hang iyüzyıldadır?
***
Bugün en büyük düşman cehalet, devletin ve toplumun tüm katlarını sarmıştır.Cehaletin en tehlikelisi, hareket halinde olan ve elinde güç bulundurandır.Cumhuriyetin kuruluşundan beri mücadele halinde olduğumuz cehalet, kendisini çağıngereklerine uydurdu ve her yeri kuşattı. Öyle ki, yolsuzluklara alışanlar, “Velev ki soyuyor...
Soyuyorsa bizi soyuyor, size ne”
 diyecek kadar körleşebildiler.
Ancak Soma ile iş o noktaya vardı ki, “Ölüyorsak biz ölüyoruz, size ne” denemiyor.Soma bir başka milat oldu. Soma, 1919’dan 95 yıl sonra nerelere savrulduğumuzu ortaya koydu.
Nutuk’la başladık, öyle noktalayayım. Nutuk, durumu anlatmakla başlar, Gençliğe Hitabe ile son bulur. Atatürk’ün 15 Ekim 1927’de Meclis kürsüsünde okumaya başlayıp 20 Ekim’de noktaladığı Nutuk’taki en son sayfa Gençliğe Hitabe’dir. Atatürk bu bölümde de “gelecekteki olası durumu” anlatır ve buna karşı gençliğe düşen“vazifeyi” paylaşır.
Bugün, “damar” deyince sadece “maden damarlarını” anlayanlara karşı verilmesi gereken büyük bir mücadele var.Bugün, Atatürk dönemini aştıklarını iddia edenlerin önce ona ulaşabilmesi gerekli. 19 Mayıs 2014’te durum vahim...
Ancak buna karşı yapılması gereken kahırla başımıza geleceği beklemek değil,mücadele edecek bir ruhun da var olduğunu bilerek cehaletle savaşı yükseltmek.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet