4 Nisan 2017 Salı

O ‘tek adam’lara kurban olsunlar - ALİ SİRMEN

Referandum ortamının abes çekişmelerinden biri de, 21. yüzyılda Türkiye’yi diktaya götürmek isteyenlerin, kendilerine yöneltilen tek adam suçlamalarını sanki haksız kılarmış gibi, “Ama Atatürk de İnönü de tek adamdılar” çıkışları ile, tek adam yasasına “hayır” diyenlerin, sanki Atatürk ile İnönü’nün zamanında tek adam rejiminin uygulamasının şimdiki tek adamlık heveslilerini haklı kılacakmış telaşıyla, bunlara cevap yetiştirmeye çalışmaları.
Cumhuriyetin Atatürk sonra da İnönü dönemlerine bakınca açıkça görülür ki, Atatürk dönemi de, 1950 seçimlerine giden süreçte başlayan çok partililik denemesine kadar geçen İnönü devri de tam anlamıyla tek adam dönemleridir.
TBMM’nin üyelerinin Cumhurbaşkanı tarafından saptandığı, hükümetin fiilen yasama tarafından değil de Çankaya tarafından denetlendiği, değiştirildiği döneme tek adam dönemi demeyeceğiz de ne diyeceğiz?
***

Evet, Atatürk ve İnönü dönemlerinde fiilen yürürlükte olan tek adam rejimiydi.
Başka türlüsü de zaten olamazdı. Sermaye birikimi oluşmamış, burjuvazisi, proletaryası, orta sınıfı olmayan, yüzde sekseni cahil toplumun padişahlıktan Cumhuriyete, ümmet toplumundan ulus topluma, kapalı ekonomiden pazar ekonomisine geçişinin zorunlu kıldığı uluslaşma ve çağdaşlaşma sürecinin uyum yasalarının yoğun biçimde yaşama geçirildiği, büyük eğitim seferberliğinin başlatıldığı bu dönemde Türkiye’de çoğulcu parlamenter sistemin koşulları zaten oluşmamıştı ki, demokratik düzen tüm kurum ve kurallarıyla yürürlüğe konulsundu?
Yoksulluk ve cehalet ile savaşırken sürdürülebilir bir kalkınma düzenini yaşama geçirmeyi becerecek çağdaş bir ulus toplumu ve onun devletini oluşturmaya çalışanlar, bir yandan da, demokrasinin ve ekonomik kalkınmanın altyapı kurumlarını oturtmanın çabası içindeydiler.
Yirminci yüzyılın ilk yarısında dünya üzerinde olduğu kadar Avrupa’da da çoğulcu demokrasinin bugünkü kurum ve kurallarının oluştuğunu söylemek de mümkün değildi.
Çoğulcu kurumların Avrupa’da dahi tam olarak oluşmamasının yıkıcı etkilerini Batı da dahil olmak üzere bütün dünya yaşadı ve ancak topyekûn bir savaşın ertesinde, çoğulcu demokrasinin denge ve güvenceleri oluşturuldu.
***

Buna rağmen Türkiye’de büyük dünya ekonomik bunalım ortamında dahi, Atatürk’ün, girişimiyle Serbest Fırka denemesi yapıldı.
Başarısızlığı kaçınılmaz Serbest Fırka deneyiminden sonra, yeniden çok partili yaşama geçiş denemesi, ikinci tek adam döneminde, büyük savaş ertesinde bizzat tek adamın teşebbüsü ile yapıldı.
Bu deneme Cumhuriyetin ilanının 27. yılında iktidarın değişmesine yol açtıysa bile, demokrasiye geçişin sağlanması toprak ağalarının partisi vasıtasıyla denendiği için, çoğulculuğa erişilmesi yine mümkün olamadığı gibi, Cumhuriyetin kimi kurumlarının, yıkıcı toplumsal etkileri ileride görülecek biçimde zedelenmesine yol açtı.
Özetlemek gerekirse, toplumsal yapılar irdelenirken, her dönemin koşullarının kendi içlerinde, kendi gerçekleri çerçevesinde ele alınması gereklidir.
Bunu yaptığımız zaman, Atatürk ve İnönü, tek adam dönemlerinde, çoğulcu katılımcı bir demokrasinin koşullarının oluşmadığını, ama o dönemlerin hem bu altyapıyı oluşturma çabalarıyla, hem de çok parti uygulamalarını gündeme getirerek, yüzlerini demokrasiye çevirdiklerini görürüz.
O dönemde tek adam rejimleri demokrasiye yönelmenin büyük uğraşı içindeydi ve geçmişteki, karanlıktan aydınlığa geçme amaçlı tek adam dönemi çok partililiğe ulaştırdı ülkeyi.
Şimdi yapılmak istenen ise, kör topal yürümeye çabalayan parlamenter sistemden tek adam sistemine yönelme girişimidir.
Parlamenter sistemden tek adama dönüş inadı, kendi iradesiyle çok partililiğe dönüşmeyi başarmış, tek adam dönemiyle mazur gösterilemez.

 
Dikta heveslileri o iki “tek adam”a da kurban olsunlar!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

İlk gayrimenkul sertifikası ve ilişkiler - ÇİĞDEM TOKER

Gayrimenkul sertifikası “Ev yerine hisse al” diye de anılıyor. Devlet, bir şirketin inşa edeceği ya da yapımına başladığı konut projesini finanse etmek için menkul kıymet çıkarıyor. Kâğıdı alan yatırımcı biriktirerek ya ev alıyor ya da ileride artacak değerinden nemalanıyor.
Böyle sunulmadı tabii. Ama gayrimenkul sertifikası, şişen konut piyasası ve daralan ekonomiye ilaç niyetine tasarlandı. Sonuçlar, şimdilik yüz güldürmüşe benziyor.
Bu hafta Borsa İstanbul’da (BİST) işlem görecek ilk gayrimenkul sertifikası, “Park Mavera 3” adlı proje için ihraç edildi. (239 milyon 238 bin 705 TL değerinde.) Aynı zamanda Türkiye Varlık Fonu’nun da yönetiminde yer alan BIST Başkanı Himmet Karadağ, talep toplama sürecinin gördüğü büyük ilgiden memnun.
***
Gayrimenkul sertifikası, iktisatçı Dr. Ümit Akçay’ın veciz ifadesiyle “Türkiye’de inşaat-finans bütünleşmesinin yeni bir aşaması olarak görülebilir.” (http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/04/03/barinma-hakkinin-finansallastirilmasi/)Linkini aktardığım makalede meselenin özünü anlatan asıl ifade, yazının başlığında: “Barınma hakkının finansallaştırılması.” Birleşmiş Milletler raporunda tanımlanan bu kavram, “Finansal piyasaların ve firmaların konut sektöründe daha önce eşine rastlanmayan hâkimiyeti olarak” tanımlanıyor. Dr. Akçay, bu kritik yazısında gayrimenkul sertifikası ile hepimizin olan kent mekânı ve barınma hakkının öznesi olan konutun yatırım aracına dönüştüğünü vurguluyor.
Bıraktığı yerden devam edelim.
***
Peki, bu işi kim üstleniyor?
Dar gelirlinin konut sorununu çözsün diye kurulmuş Toplu Konut İdaresi (TOKİ), kendisinin ve sermaye piyasaları mevzuatının gereği olarak Park Mavera 3 projesiyle ilgili bilgileri, sitesinde ayrıntılı biçimde yayımladı. SPK’nin 23 Mart’ta onayladığı “İhraççı Bilgi Dokümanı” bu belgelerden biri.
Herkese açık olan bu belgenin girişi şöyle:
Bu ihraççı bilgi dokümanı, “düşünülmektedir”, “planlanmaktadır”, “hedeflenmektedir”, “tahmin edilmektedir”, “beklenmektedir” gibi kelimelerle ifade edilen, geleceğe yönelik açıklamalar içermektedir. Birçok faktör, ihraççının geleceğe yönelik açıklamalarının öngörülenden çok farklı sonuçlanmasına yol açabilecektir.
Bu ifadeler yatırım aracının, piyasaların kendine has koşulları nedeniyle şaşırtıcı değil belki. Ama 6. sayfadaki “Risk Faktörleri” başlığı altındaki ifadeler, özel bir dikkati hak ediyor. “İhraççı” konumundaki TOKİ ile ilgili riskler, bu raporda şöyle:
 
TOKİ’nin politik riski
“İhraççı belirli bir kamu hizmetini yürütmek üzere kurulan, Başbakanlığa bağlı bir yapıda faaliyet gösteren gelir tahsis edilen, bu gelirlerden harcama yetkisi verilen, özel bütçeli bir kamu kuruluşudur. Bu nedenle Türkiye’de oluşabilecek her türlü siyasi ve politik risk, TOKİ ve TOKİ’nin faaliyet ve bütçesini etkileyebilecektir.”
Ayrıntılı bir analiz yapılan bu bölümde “yönetimsel ve operasyonel riskler” başlığı altında da müteahhidin ekonomik, mali, mesleki ve teknik yeterliliklerinin kaybı durumunda TOKİ’ye ek finansal ve operasyonel maliyetler çıkabileceği kayda geçmiş.
 
Makro inşaat ve AKP
Türkiye’nin ilk gayrimenkul sertifikasının ihraç edildiği Park Mavera 3 projesinin yüklenicisi, TOKİ’nin uzun yıllardır çalıştığı Makro İnşaat.
Makro İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Ercan Uyan’ın, bu projeyle ilgili görüşlerini incelemek isterseniz, internette iki yıl önce katıldığı bir etkinlik sayfasını da görüyorsunuz. Uyan, 2 Mart 2015’te Ensar Vakfı Küçükçekmece Şubesi Gençlik Kolları’nın düzenlediği “Tecrübe Konuşuyor” etkinliğinde konuşmacı olarak yer almış. (http://www.ensar.org/ kucukcekmecede-tecrube-konusuyorun-konugu-ercan-uyan_H483.html)
Aynı sayfada, Türkiye’deki ilk gayrimenkul sertifika ihracına konu projeyi yapan Uyan’ın “Ak Parti Küçükçekmece Gençlik Kolları Kurucu Başkanı” olduğunu da öğreniyoruz. Makro İnşaat’ın kendi sitesinde de önceki projelerin tanıtım sayfalarında “Güçlü Türkiye İçin Birlik Vakti” yazılı kırmızı bir logo var. 



Burada bitireyim yazıyı. Hayırlı olsun.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Dün Avrupa’dan ‘Atatürk Türkiyesi’ne, ya bugün? - EROL MANİSALI

1930’lu yıllarda Avrupa’da bilim insanlarının Türkiye’ye göçü vardı. Atatürk devrimlerinin eğitimde, bilimde, hukukta, iktisatta ve sanatta Ortadoğu ilkelliğinden ve bataklığından kurtulmak için başlattığı harekete destek vermek ve Hitler Avrupası’ndan uzaklaşmak için Türkiye’ye gelenlerdi bunlar. 

 
Bugünkü Türkiye’den kaçışın tersine, Avrupa’dan Atatürk Türkiyesi’ne geliyorlardı. Almanya, Fransa, İsviçre, İtalya bunların başındaki ülkelerdi. 1 Nisan 2017’de, Almanya’dan gelenlerle ilgili özel bir anma günü, İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti’nde (Taksim) yapıldı.
Bu bir sentezdi; “Arapgil” Ortadoğu bataklığından kurtularak çağdaş ve uygar dünyanın tarihsel birikimlerine kapılar açılıyordu. Kurtuluş, bağımsızlık, kuruluş ve Atatürk devrimleriyle çağdaş ve uygar dünyaya çok güçlü adımlarla giriyorduk. 
 
O dönemi birebir, Atatürk’le birlikte olmuş, 1933-1953 döneminde İktisat Fakültesi’nde hizmet etmiş bir tanık; Prof. Fritz Neumark’tan 1976-1987 döneminde üç defa beraber olarak anılarını dinledim ve yazdım.(*) 
 
1930’dan itibaren Türkiye’ye davet edilen Avrupalı aydın ve bilim insanları, Hitler faşizmine karşı, Atatürk Türkiyesi’ne sığınıyorlardı. 
 
Son 15 yıldır Türkiye’de bu hareketin tersini yaşıyoruz. Bilim insanlarımız ve aydınlarımız Türkiye’yi terk ediyorlar. Lise öğreniminde yurtdışına gitmek için sınava girenlerin “tehacümünü” 10 gün önce yaşamadık mı? Sevr imzalanırken Kahire’ye gitmek için çabalayanların “asimetrik” talepleri misali!
 
‘Örtülü FETÖ’cüler’ ve Aydınlık karşıtları
 
Dün Avrupa’dan eğitim, bilim ve sanat insanlarının Türkiye’ye gelişine karşı çıkanlar da vardı. Bu çevreler Atatürk Türkiyesi’nin yüzünü aydınlığa ve uygarlığa çevirmesini istemiyorlardı. Din tüccarları ve şeriatçılardan toprak ağalarına kadar bu kesim, kendi ilkel ve kaba kuvvete dayalı güçlerinin kaybolacağını gördüler; hilafet, din elden gidiyor diye isyanlar bile çıkarttılar, hem de emperyalist devletlerin bir maşası haline gelerek Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığına soyundular.
Bunlar, “o dönemin FETÖ’cüleriydiler”. Şimdi yine aynı köklerden beslenerek “postmodern FETÖ’cülüğe” giriştiler. Medyada cinleri, hurileri, perileri konuşturarak ve yazarak insanların bilimden, çağdaş eğitimden koparılıp şıhlar, şeyhler, krallar, şahlar, padişahlar dönemine dönülmesini ve güçlerinin bu yolla sağlanmasını istiyorlar. Hem de ‘BOP’ ve emperyalizmle işbirliği yaparak.
Uğur Mumcu, Cavit Orhan Tütengil ve Ahmet Taner Kışlalı’yı katledenler; Genco Erkal’ı, Müjdat Gezen’i, Fazıl Say’ı, Yılmaz Özdil’i ve diğerlerini hedef gösterenler, bu örtülü FETÖ’cülerdir. 
 
Bir ellerinden dinciler, öbür ellerinden emperyalizm tutmuştur. IŞİD’i son beş yıldır izleyin, görürsünüz: IŞİD önce işgal edip Irak, Suriye ve Libya’yı böldü; şimdi IŞİD’i çıkaracağız diyen emperyalistler bölünmenin fiili durumunu adeta meşrulaştırdılar. Bu yolla Musul’a, Kerkük’e, Irak Kürdistanı bayrağı çekildi. Suriye’de Fırat’ın doğusu da batısı da PKK ve YPG’nin emrine verildi, ABD askeri üs kurdu, Rusya da var. 
 
Atatürk düşmanları ve dinciler, “emperyalizm ile stratejik ortaklık içindeler”. Bu odaklar emperyalizmle birlikte Ergenekon’u, Balyoz’u ve 15 Temmuz’u hazırladılar. 15 Temmuz özünde, Atatürk Cumhuriyeti’ne, devlete ve TSK’ye yönelik bir darbe girişimidir. 
 
16 Nisan’da oy vereceklerin, bu “stratejik işbirliğini” akıllarından çıkarmamaları gerekir.
TV’de 18 maddenin “çok teknik” ayrıntılarının tartışmalarını biraz da garipseyerek izliyorum: Paris’te giyotine götürülen adam için, “Peki, nezlesi de var, ne olacak şimdi” demek kadar trajikomik geliyor bana. 1 Mart 2003’ü anımsayın yeter, ‘evet’ ve ‘hayır’ın yanıtını verirsiniz.
Birkaç gün önce Kapalıçarşı’ya gittim, sonra Ortaköy Meydanı’na indim. Eskiden rengârenk Avrupalı turistlerin cıvıldaştığı Kapalıçarşı da, Ortaköy Meydanı da kan ağlıyor. Siyahlara bürünüp “karalar bağlamışlar”, her şey çok kötü, canım çok sıkılıyor çok, hem de nasıl, ya sizin...

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) “Ergenekon Kumpasında Yaşadıklarım”, sayfa 34, Kırmızı Kedi, 2016
“Denktaş’ın Öbür Yüzü”, sayfa 27, Kırmızı Kedi, 2011
Doç. Arzu Azer, “Anılarda Gizli Kalan, Bir Aydının Portresi”, sayfa 52, Derin Yayınları, 2016
Prof. Fritz Neumark, “Boğaziçi’ne Sığınanlar”, İÜ İktisat Fakültesi, yeni baskı, 2006

3 Nisan 2017 Pazartesi

İktidara getirenler indirmeye çalışırken, AKP vatanseverlik pozlarında - İLKER BELEK

AKP Ağustos 2001’de kuruldu. Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oldu.


Milli Gazete ve Star Gazetesi eski yazarlarından Nasuhi Güngör’ün Yenilikçi Hareket (2001) isimli kitabında yazdığına göre, Erdoğan Refah Partisi’nin Beyoğlu ilçe başkanıyken ABD büyükelçisi Abramowits ile görüşmeye başladı. Temmuz 2000 tarihinde ABD’de “geleceğin lideri” olarak tanıtılıp, neoconlarla bir araya gelmesi sağlandı.

O dönemde Bush Irak operasyonu için DSP-MHP-ANAP hükümetinden destek arayışı içindeydi. Ecevit’in öneriyi reddetmesi, Türkiye’de “uyumlu” İslamcı bir partinin iktidara hazırlanması konusundaki neocon eğilime ağırlık kazandırdı.

Merdan Yanardağ’ın, Turan Yavuz’un Çuvallayan İttifak isimli kitabından aktardığı üzere, Erdoğan Ocak 2002 tarihinde ABD savunma bakan yardımcısı Perle’in ABD’de organize ettiği bir sabah kahvaltısında kalabalık bir Amerikalı siyasetçi grubuyla görüştü. Ortadoğu konusu ve Kürt sorunu hakkında konuştu. Irak harekatına destek sözü verdi. Cüneyt Zapsu danışmanı olarak yanındaydı. Amerikalılar duyduklarından memnun kaldılar.

Bu arada ANAR isimli araştırma şirketi yaklaşan genel seçimlerde AKP’nin %34 oy alacağını duyurmaya başlamıştı. CIA Ortadoğu şefi Fuller Foreign Affairs’in Nisan 2002 sayısında Türkiye’de demokrasinin İslami partilerin doğuşuna izin verdiğini yazıyor, AKP’nin iktidar olacağı tahmininde bulunuyordu.

Erdoğan’ın 2002’deki ikinci ABD ziyareti seçim zaferinden hemen sonra Aralık ayında gerçekleşti. Siyasi yasağı nedeniyle henüz başbakan değildi. Bush kendisini Oval Ofis’te kabul etti. Bu, bir ABD başkanının hiçbir resmi sıfatı olmayan bir siyasetçiye tanıdığı önemli bir ayrıcalıktı.
ABD yeni Ortadoğu partnerini oyuna hazırlıyordu. Irak işgal edilecek, Ortadoğu yeniden şekillendirilecek, bunun için AKP kullanılacaktı.

Wikileaks’in 2010’da yayımladığı ABD Dışişleri Bakanlığı gizli yazışmalarında Ankara büyükelçisi Pearson, ABD’nin Irak’taki stratejik çıkarları için kamuoyunun etkilenmesi bakımından Erdoğan’ın anahtar konumda olduğunu yazıyor ve kendisine şimdiden hükümetin başıymış gibi muamele edilmesini, Kopenhag zirvesinde(Aralık 2002) AB katılım müzakereleri için Türkiye’ye tam destek verilmesini öneriyordu.

AKP’nin ABD’ye verdiği sözlerin samimiyeti ilk kez 1 Mart 2003’de sınandı. ABD Irak’a Türkiye üzerinden girmek istiyordu. Bunun için TBMM’nden karar çıkması gerekiyordu. AKP bastırıyordu. Ancak tezkere reddedildi. AKP daha ilk sınavda tökezlemişti.

Tartışmalar alevlendi. Amerika’da Erdoğan tercihinin hatalı olduğu yönünde değerlendirmeler yapılmaya başlandı. Bunun üzerine araya yine Zapsu girdi. Yasemin Çongar’ın teybine kaydettiği gibi, Amerikalılara “Bence O’nu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine, kullanın” dedi.
Abdurrahman Dilipak geçen hafta, Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik” dediği Fethullah cemaatinin CIA projesi olduğunu açıkladı. AKP’nin kuruluş döneminde ABD ile görüşmeler yapan isimlerden birisi olduğunu da ekledi. Dediğine göre bu görüşmeler 1991 yılında başlamıştı. Dilipak bu çerçevede Fuller ile de görüşmüş, ancak Cemaatte görev alması yönündeki teklifi geri çevirmişti.
Bu görüşmelerin içeriğine ilişkin ayrıntılar ise daha önce siyasal İslam’ın önemli isimlerinden Ali Bulaç’tan gelmişti. Bulaç’ın yazdıklarına göre (21 Aralık 2014 tarihli AK Parti Bir Proje miydi ? yazısı) görüşmelerin başlama tarihi 1998’di. Amerikalıların biri gidiyor diğeri geliyordu. ABD’nin yanıtını aradığı soru Türkiye’de dindar bir iktidarın mümkün olup olmadığıydı. Mümkünse bunu hangi siyasi yapı başarabilirdi.

Aslında Refah Partisi’nin 1990’lardaki yükselişi ilk sorunun yanıtıydı. Ancak ABD’nin Refah ile kalıcı iş tutması mümkün değildi. Zira bu parti 1. Cumhuriyet Türkiye’sinin siyasal bağlamı içine oturuyordu. ABD ise emperyalizmi hiç dert edinmeyecek ve Cumhuriyeti yıkacak İslamcı bir yapı arıyordu.

Dilipak ve Bulaç’a göre AKP ABD’nin bu ihtiyacı doğrultusunda yaratıldı ve desteklendi. AKP de bu projenin taşıyıcısı olmayı kabullenerek işe girişti.
Bu açıklamalar, emperyalizmin verdiği görevleri yerine getirmenin siyasal İslam açısından hiç sorun oluşturmadığını gösterir.

ABD ile AKP arasındaki tam uyum 2011 yılına kadar devam etti. 2011 genel seçimleri sonrasında AKP’nin Suriye’de ABD ile ters düşmesi önemli değişikliklere neden oldu.
O noktadan itibaren ABD, iktidara getirdiği AKP’yi indirmenin yollarını aramaya başladı. Erdoğan’ın emperyalist sistemin kural ve işleyiş tarzını anlamayan tutumu sorunun hızla Avrupa ülkelerine de yansıması sonucunu getirdi.

Şimdi AKP emperyalistlerin daralttıkları çemberi yarmaya, kendisi hakkında verilmiş karardan en az zayiatla kurtulmaya çalışmaktadır.

Bunun için vatanseverliğe oynamakta; dünya alemin AKP’yi ve reisini çekemediği, Türkiye’nin önünü kesmek için kirli planlar kurduğu yalanını uydurmakta; tabanını her tür olasılık için konsolide etmeyi hedeflemektedir.

Türkiye’nin görebileceği en kirli oyun AKP’nin yaratılması ve iktidar yapılmasıydı. AKP’nin işi bitti. Finale işçi sınıfının el koyması için çalışmak gerekiyor.

İlker Belek / SOL

Bir tiyatro açmak… - AHMET CEMAL

Yaşadığımız ülke, bir tiyatro daha kazandı.
Şevket Çoruh adlı tiyatro sanatçısının ve çilekeşinin -burada ve, çok önemli, çünkü yaşadığımız ülkede her halka sanat sunma girişiminin bir adı da serüven’dir!- evet, Şevket Çoruh’un Baba Sahne adlı tiyatro sahnesini açma girişimi mutlu sonla noktalandı. 

 
Ezgi Atabilen’in dün kültür sayfamızda yayımlanan ve neredeyse heyecanlı bir dizi sahnesinin tadını taşıyan söyleşisinden öğrendiğimize göre Şevket Çoruh’un bu serüveni tam 755 gün sürmüş. Ve sonunda: “Baba Sahne’yi dün, yani 1 Nisan’da açtılar nihayet. Savaş Dinçel’in adını taşıyan tiyatro salonu, Savaş Dinçel’in yokluğunda 10. kez kutlanan doğum gününde ilk izleyicilerini ağırladı…” 

Bahariye’de bir ‘klasik tiyatro’ salonu…
Aslında bu sahnenin yapım çalışmalarına uzak değildim. Atölyemiz öğrencilerinden Sabri Memi ve İdil Trabzonlu’dan çalışmanın evrelerine ilişkin haberleri düzenli olarak alıyordum. Bu arada Sabri, salondan çektiği bazı resimleri de göstermişti. Mekân, resimlerden görebildiğim kadarıyla tam anlamıyla ‘klasik’ bir düzenlemeyi yansıtıyordu ve bu da benim için heyecan verici bir durumdu.
Ba satırları yazarken, henüz Baba Sahne’yi doğrudan görebilmiş değilim. Ne var ki, Ezgi Atabilen’in yukarıda alıntıladığım söyleşisinden yansıyan bir zihniyetin önemini kavrayabilmem için bu yeni tiyatronun içini doğrudan görmüş olmam gerekmiyor. Tiyatromuzun büyük ustalarından Beklan Algan, ustası Muhsin Ertuğrul’un bir sözünü çok sık yinelerdi. Muhsin Ertuğrul bir defasında kendisine yöneltilen: “ öbür gün öleceğinizi bilseydiniz, yarın ne yapardınız” sorusuna şu karşılığı vermiş: “…hemen yarın bir tiyatro daha kurardım!”
 
Tiyatro savaşımından yılmayan Şevket Çoruh…
Şevket Çoruh’un söylediklerini okurken bir an Muhsin Ertuğrul’un söylediklerine kulak verirmişim gibi oldum. Çünkü Çoruh, 755 günlük bir tiyatro kurma serüveninin yorgunluğunu dile getirmekten çok, geleceğe yönelik bazı beklentilerini seslendiriyordu. Ve bu beklentiler arasında ağırlık noktasını oluşturanlar şunlardı: “Muammer Karaca Tiyatrosu ve AKM’nin tadilatına talibim…”
Bu söylemin ardından “Tiyatro İnsanı kimdir” sorusunun yanıtı üzerinde sanırım biraz daha düşünmemiz gerekecek!

Ahmet Cemal / CUMHURİYET

‘Laik ama kutsal’ nerede kaldı? - TAYFUN ATAY

“Türkiye’de din-modernite ilişkisinde yaşananlar da sekülerleşme tezini yeniden ele almak gerektiğine işaret etmektedir. Sekülerleşmeyi katı bir çerçevede algılamak yerine, seküler ve kutsal olanın kutuplaşmaya gitmek zorunda olmadan birbirlerini etkileyebileceklerini gösteren yeni bir paradigmaya ihtiyaç vardır.”
Yukarıdaki sözler, din psikolojisi alanındaki çalışmalarıyla bilinen ilahiyatçı dostum Prof. Dr. Ali Köse’ye ait. Sekülerleşme ve din ilişkisinin modern Batı’daki seyrine eleştirel çerçevede ışık tutan bazı sosyolog ve din bilimcilerin Türkçeye çevrilmiş yazılarını derleyerek hazırladığı kitabında kendi kaleme aldığı yazısından… Söyledikleri önemli, ama kitabın başlığı daha da çarpıcı ve düşündürücü: “Laik Ama Kutsal” (Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2006).
Ali’nin kitabı bize sunarken hareket noktası, hiç kuşkusuz öncelikle modern aklın pozitivist itkiyle öne sürdüğü “sekülerleşme” teziyle hesaplaşma. Modernleşme yolunda hız kazanıldıkça dinin siyasetten öte toplumsal ve bireysel düzlemlerde de sönümleneceğini öne süren bu tezin, “kutsal”ın gümbür gümbür geri dönüşünün tescillendiği postmodern zamanlarda geçersizliği, kitabın ağırlık merkezlerinden biri…
Ancak Ali, “kutsal”ın zaferiyle kendinden geçmeye meyyal kesimlere de “Bir dakika!” diyerek önemli bir sınır çizgisi çekiyor. Sekülerleşme tezi ile sekülerleşme “olgusu” arasında bir sınır çizgisi bu. Yani, evet, sekülerleşme süreci kutsalı hayatın içinde berhava etmedi, ama kutsal da sekülerleşmeyi bir olgu, bir yaşamsal eğilim, tercih ve talep olarak ortadan kaldıramadı.
Aksine seküler ve kutsal, hayatın içinde birbirinden etkilenerek, beslenerek, hatta melezleşerek yol almaktalar. Ve orta yerde söz konusu olan, dinselliğin sekülerleşmesi olduğu kadar, sekülerliğin de dini içselleştirmesi… Tekrar Ali’ye bırakalım sözü:
“Din, popüler kültürdeki görünürlüğünü kaybetmemiş, fakat artık moderniteden ve sekülerleşme olgusundan da nasibini almıştır. Buna karşılık sekülerleşme olgusu da dine karşı eski sert tavrını değiştirmiştir. (…) Bugün gözlemlerimiz, din ile seküler kültürün bir arada bulunamayacağı tezini reddetmektedir. Bu nedenle bugün kutsal ve seküler şeklinde oluşan kutuplaşmanın din ve kültür arasındaki ilişki bağlamında yeniden ele alınması gerekmektedir”.
Ali’nin çalışmasını “hüzünle” hatırlamamın sebebi, din ve laiklik ilişkisini bahsedildiği gibi “yeni bir paradigma” doğrultusunda değerlendirme fırsatının bu topraklarda bir dönem fazlasıyla doğmuş, ama sonrasında bunun hoyratça harcanmış olması!..
Dünkü yazımda geçen, seküler (laik) ve İslâmi (dindar-muhafazakâr) iki Türkiye “parça”sının şiddetli çatışma yerine, yapıcı diyaloğa yöneltilebileceği bir imkân alanının önü, 2000’lerin başından itibaren açılmıştı bu ülkede.
27 Mayıs gibi, 12 Eylül gibi, 28 Şubat gibi acı tecrübelerden de geçmiş olarak Türkiye’de farklı düşünen, yaşayan, inanan insanlar giderek daha fazla diyalog, etkileşim ve hasbihal içinde olmaktaydılar.
Bu süreçte tam da Ali’nin sözünü ettiği mahiyette bir laiklik-dindarlık iç-içeliği, gündelik yaşamda da, popüler-kültür alanında da, entelektüel plânda da bir dolu örnekle karşımıza çıktı.
Türkiye sosyolojik olarak Müslüman bir ülkede din ve laikliğin bir arada bulunabileceğini tüm dünyaya örnekleyen bir “seküler İslâm” modeli olarak parmakla gösterilir hale gelmişti.
Zaten Ali’nin kitabının yayımlandığı 2006 yılı, tam da böyle bir tablonun söz konusu olduğu tarih dilimine denk gelir ve o tabloya eklenmiş bir fırça darbesi olarak değerlendirilebilir.
Sonrası mı?.. Olmadı! “Kuşkucular” haklı çıktı. Türkiye’nin “sosyoloji”si din ve laiklik bağlamında melezleşmeye ne kadar yol tutmakta olursa olsun, “dinbaz” bir siyaset sınıfının dar ve karanlık ufku, İslâm ile demokrasi, Müslümanlıkla sekülerlik ve laik ile kutsalın “ülfet”ine izin vermedi.
Karşımızda şimdi, yine dünkü yazıda temas ettiğimiz üzere ne yazık ki “kutsal”ın kisvesine bürünmüş halde ama merhametsiz bir ruhla etrafa “Gebereceksiniz” tehdidi savuran “dindarlar” var.
Bu, “laik ama kutsal”ın önünü açacak bir “seküler İslâm”ın değil, onun önünü kapatıp üstünü örten “Selefi İslâm”ın zuhur ettiği bir Türkiye tablosu artık.
Fakat aynı zamanda laiklik kadar kutsallığın da zedelendiği, örselendiği, zarara uğratıldığı bir tablo bu!..
Yani, “laik ama kutsal” halinin, hayalinin canına okundu da sonuç, “varsa yoksa kutsallık” olmuş falan da değil…
Sonuç, ille de dinbazlık, ille de dinbazlık!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

İnsan sahiden tükenmez - ENVER AYSEVER

Halit ağabey yaşlanacak, yatağa bağlı kalacak adam değildi. Bir gün geçmişten söz açtım ona; Hababam Sınıfı günlerinden, Kemal Sunal’dan… Gözleri bulutlandı ama yanıtı keskindi: “Ben geçmişte yaşamam, geleceğe bakarım” demişti. Yaşsız adamlardan biriydi Halit Akçatepe ağabey
1
Bursa’ya giderken duygularım daima ikircikli. Bir yandan kültür, sanat, düşün ortamının üzerine titreyen insanlar tanıdım, öte taraftan azgın bir gericilikle karşı karşıyayım. Bursa’nın destansı güzelliği yitmiş, yerine betondan yapılar kurulmuş, berbat bir şehir mimarisi söz konusu. Muhafazakârlar diye andıklarımız, aslen betona tapanlar Selçuklu’ya, Osmanlı’ya, Cumhuriyet’e en büyük darbeyi vurmuş durumda. İnsanların acısı yüzlerinden okunuyor. Hangi insanların? Nâzım’ın mahpus tutulduğu şehri bilen, Aziz Nesin’in sürgünlüğünden haberdar, Tanpınar’dan Bursa’yı dinlemiş olanlar. Diğerleri? Bataklığın içinde olup, nerede yüzdüğünün farkında olmayanlar…
Erken saatte yayınevi çalışanlarıyla kahvaltı ettik, ardından fuarın yolunu tuttuk. Eskiden futbol maçlarının kapısında rastladığımız tükürük köfteciler, sucuk ekmekçiler arasından sıyrılıp girdik içeri. Büyük bir tenhalık karşıladı bizi. Saygı Öztürk imzada komşum. Arada söyleştik. Büyük siyasal meselelerin içinde boğulmuşuz. Mesleğin etik ölçülerinden söz ettik. Ben: “Hakan Çelik, Hande Fırat hiç utanmıyor mu?” diye sordum. Anlaşılan utanmak bize mahsus, onlar adına utanıyoruz… Söyleşi salonuna giderken tedirgindim, kimsecikler yok fuarda, kendi kendime mi konuşacağım diye düşündüm. Garip, bir anda beliriverdi insanlar. Günün erken saatinde içten bir dost kalabalığa konuştum. Bursa’ya dair biraz sitemli konuşunca, Bursalı devrimci, cumhuriyetçi dostlar “Aşk olsun biz buradayız” dediler. İnsan bir mucize…
İmza zamanları güzel geçiyor. Sırada ısrarla bekleyen, ardından üç beş dakika içinde sevgisini, kaygılarını açan okurlardan ne çok bilgi alıyorum, paylaşıyorum. Bir türbanlı genç kadın kitaplarıma nasıl sevdayla sarılmıştı. Ah o önyargı yok mu? Kaç fuardır muhafazakâr kadın okurlarla karşılaşıyorum, nasıl da kitap kurdu olmuş ve dostlukla geliyorlar yanıma… İnsan boyun eğmiyor işte…
2
Mersin ve Adana’ya “Mırıldandıklarım/ Haykırdıklarım” turnesi için yola koyulduk. Adana’yı çocukluğumdan tanırım. İstanbul’dan Antakya’ya aile ziyaretlerine otobüsle gidilirdi. Yol yirmi dört saat sürerdi. Belleğimde gecenin en koyu anında, uykunun en yumuşak zamanında verilen molalar kalmış. Dar alanda üst üste onlarca insan… O zamanlar sigara içilirdi otobüslerde. Çocuk ağlamaları, bazen kavgalar. Kulağıma çalınan Arapça… Toroslar’dan geçerken uyandırırdı babam beni. Dağları gösterir, öyküler anlatırdı. Günün doğumunu ilkin bu yolculuklarda gördüm. Karanlıktan aydınlığa geçişi… Toroslar’ın tepesi hep karlı… Kimi zaman dar yollardan geçilir, riskli, beceri isteyen dönemeçlerden dönülürdü. Adana Otogarı’nı anımsıyorum. Yarım saat mola verilir, kapı açılır açılmaz satıcılarla tanışılırdı. Bici Bici’yi orada tanıdım. Artık Antakya yakın sayılırdı değil mi, oysa o son birkaç saat tüm yolculuktan beterdir…
3
Akşam gösteri pek kalabalık değildi. Bizim “Nazım Hikmet Kültür Merkezi” çevresi her yerde çölde vaha. Düşünsel seviyeleri, komünizme olan bağları tam… Bir avuç insan, birlikte olmanın tadına vardık. İnsanlar kitaplarıma da yoğun ilgi gösterdiler. Özellikle okurun soruları beni mutlu ediyor. İçinde soru olmayan, bir başka kitabın kapısını aralamayan yapıtlar çöptür. Her gittiğim yerde ölçüt sorunundan söz ediyorum. Gösteri sonrası kurulan sofraların keyfi başkadır. Gece geç saate kadar oturduk. Elbet kebaplar geldi, rakı şalgamla içildi. Nereye baksak, artık gına getiren ‘evet’ pankartlarını gördük. Buna tepki vereceğini gözlüyorum insanların. Düşünmek, yaşamak, sevmek yasak! Sabah Mersin’e doğru yola koyulacağımız için pek de serserilik edemedik…
Orhan Kemal’in şehrinde uykuya dalmak ne güzel…
4
İlkin Tarsus’a doğru yola koyulduk. Sabah erken kalkıp yazılarımı tamamladım. Yazarlık işçilik. Gençler cefasına katlanmak istemiyor yazarlığın, hemen alkış peşindeler. Öğleden sonra şahane bir Tarsus evi avlusunda söyleşi yapacağız. Gün ortasında kim gelir diye de kaygılanıyorum. Uğur’un anneanneden kalan evi burası… Avlusu genişçe, yazlık sinema ve atölye mekânı yapmış. Bu güzel evin iki odası kütüphane olmuş. Gençlere tiyatro dersi de veriyorlar. İmece usulü çıkarsız bir yapılanma… Tarsuslu filozofların büstlerini görünce seviniyorum. Burası da çölde vaha! Eskiden ilericiydi buralar. Adı “Aratos” bu merkezin. Bir de yerel dergi var, geçmişi uzunca zamana yayılan… Uğur, okuma yazma bilmeyen kadınlara da ders veriyor. İnsan bir mucizedir. Direniş her yanda…
Çok sevdiğim Mersin’e geldik. İtiraf edeyim arsızca yumulduk tantuniye. Çocukluğumdan beri sıkça gelirim Mersin’e. Hep sevgiyle karşıladı insanlar bizi. Yazarlığıma, tiyatroculuğuma dair şahane anılarım var. Yenişehir Belediye Başkanı İbrahim ağabeyi çok severim. Bana uygun biri, aykırı. Yürekli bir sosyalist… Belki Türkiye’nin en güzel kültür merkezlerinden birini yaptı. Keyif duyuyorum her gittiğimde. Mersin memleketin sinir uçlarından biri… Farklı Alevi gruplar, Kürtler, milliyetçiler, siyasal İslamcılar iç içe ve bıçak sırtında yaşanıyor. Hep korktum bu barışa darbe vurulur diye… Gösteriyi yine bir avuç yürekli seyirciye yaptık. Yine içten bir bağ ile sarıldı boynuma dostlar.
Galiba artık yığınların alkışına ben de tepkiliyim. Yüzünü aynı yana dönmüş yoldaşlarla olmak istiyorum. Tarsus’ta yaşı ilerlemiş devrimcilerle umut buldum, Mersin’de on yedi yaşında “Boyun Eğmeyen” gençlerle. İnsan tükenmez… Tükenmiyor…
5
Çok koşturuyorum ve halen yirmi yaşında olduğumu sanıyorum. Bazen ağır bir yük binmiş gibi sırtıma, aşılması güç yorgunluğa yeniliyorum. “Hayır” kampanyalarına ucundan da olsa katkı yapmak için çırpınır haldeyim. TED İstanbul’dan davet almıştım, sabah sekizde koyulduk yola. Biraz da kızdım kendime. İnsanları kıramıyorum, söz veriyorum, sonra da neden bir kez bile ret edemediğimi soruyorum kendime davetleri. İyi ki de etmemiştim dediğim, şahane bir gün yaşadım ama…
Liselilerin, üniversiteli öğrencilerden daha incelikli, duyarlı olduğunu düşünürüm çoğu zaman. Elbet devlet liselerinde baskı, gericilik daha belirgin… Çöken üniversitelerden sonra, etkili oluyor bu buluşmalar. TED gençleri karşıladı önce, ardından şahane gazeteci gençlerle söyleşi yaptık. Bugün havuz medyasında görev yapan, hatta merkezde olduğunu savlayan meslektaşların utanç hallerini görünce, bu gençlere hayran oldum. Hakkımda iyi bir çalışma, okuma yapmışlar, Soruları çok etkileyiciydi. Ardından büyük salondaki söyleşiye geçtim.
Kalabalıklarda gençlere yapılan konuşmalar çok önemli. Konumuz edebiyat! Yazarlık, okurluk… Zaten bunca uyarıcı altında ezilen bu gençlere ulaşmak gerek. Öteden beri edebiyatı can sıkıcı bir uğraş gibi sundu eğitim düzenimiz. Gençlerle soru cevap bölümüne geçince çok güzel konuşmalar tanık oldu. Ardından ben bir soru sordum: “Siz ne okuyorsunuz bu sıra?” diye. Sait Faik, Sabahattin Ali, Cemal Süreya adlarını işitmek mutlu etti beni. Ama bir genç kız büyüledi. “Yusuf Atılgan okuyorum” dedi. Ben o an kanat çırpmaya başladım…
İnsan bir mucizedir, tükenmez…
6
Kaç zamandır çıkmıyorum Taksim’e. İstiklal Caddesi’ne küskünüm sanırım. Gezi Direnişi’nden sonra biz çekildik oralardan. Beton cumhuriyetinin mimarları başarmışlar. AKM çürümüş, dökülüyor artık. Bilerek ve isteyerek anılarımızı sildiler. İstiklal sadece Arap turistlere yönelik korkunç bir pazara dönmüş. Otantik olacağız diye, İstanbul’u anlatmayan bir Ortadoğu çarşısına dönmüş cadde. Oysa Halep’te güzeldir bu duygu.
Yerleri beton kaplamışlar, tramvay bir bahaneyle yok edilmiş, bir gürültü halinde mehter marşı çalınmakta. Esnaf korkunç bir yararcılıkla, nezaketten uzak üstüne atılıyor gezenlerin. Eskiden salaş bildiğimiz meyhaneler kimliğini yitirmiş tuhaf bir kılığa bürünmüşler. Kitapçıları şöyle bir gezdim, eskiden saatler geçirmek istediğim yerler ya kapanmış ya piyasaya uymuş. İçim daraldı.
Tünel’e doğru vaziyet az da olsa daha iyi. Sokak müzisyeni diye eline aldığı çalgıyı, gürültü olarak bize sunanlara cadde terk edilmiş. “Şampiyon” kokoreci bozmuş. Ya da ağzımızın tadı yok. Yapı Kredi Yayınları’na girdim, göz gezdirirken kitaplara, bir adam ve kadının gözleri parladı beni görünce. “Samsun’dan geldik, beş dakika önce sizin kitabı aldık” dedi adam. Meğer okumuş “Gece Bekçisinin Rüyası”nı, hediye etmiş kadına. Soluk oldu, umut oldu bu. İmzaladım.
İnsan sıcağı ne güzel!
Ben de bir Gülten Akın kitabı aldım kendime.
7
Halit Akçatepe öldü. Sizin için “Güdük Necmi”, benim için “Halit abi.” İçim burkuldu ama bir yandan da sevindim. Halit ağabey yaşlanacak, yatağa bağlı kalacak adam değildi. Bir gün geçmişten söz açtım ona. Hababam Sınıfı günlerinden, Kemal Sunal’dan… Gözleri bulutlandı ama yanıtı keskindi: “Ben geçmişte yaşamam, geleceğe bakarım” dedi. Yaşsız adamlardan biriydi Halit ağabey.
Bizim komşumuzdu aynı zamanda. Mahallemizin güzel insanı Kazım’ın eczanesine gelirdi her gün. Kahvesini orada içer, sohbet ederdi gelen gidenle. Kazım onun şifacısı, ilacıydı. Yalnızlık canını yakıyordu. Kızına çok düşmüştü. Sevdasıydı. Yaşlanmadı diyorum ya, bundan. Ölüm haberini alınca, son ve gerçek dostu Kazım’ı aradım.
İnsan sahiden bir mucize… Bize Halit Akçatepe’yi güzel anımsattı Kazım.
Borçluyuz ona…

Enver Ayseven / BİRGÜN

2 Nisan 2017 Pazar

Yolun sonuna doğru! - ERHAN NALÇACI

Alman emperyalizminin, Avrupa kökenli bir çok tekeli ve Türkiye sermaye gruplarını kapsayarak kesin bir tavır almasından sonra, Erdoğan’ın sığınabileceği iki koy kalmıştı.
Bunlardan biri, Batı emperyalizminde Trump’ın temsil ettiği, ABD’de ve AB ülkelerindeki sağ popülist yükselmeye tutunma olasılığıydı.
İkincisi ise Batı emperyalizmi ile Rusya gerginliğinde Rusya’ya yanaşma ve bazı başlıklarda işbirliği yapması gibi gözüküyordu.
Güncel verilerden bir karara varmak özellikle bugünlerde çok yanıltıcı olabiliyor, ancak son bir haftada ortaya çıkan verileri alt alta koyup topladığımız zaman yolun sonuna gelindiğini fark ediyoruz.


Savcı Bharara’nın Zarrap’ı tutuklamasının, ABD’nin Türkiye siyasetini yeniden yapılandırmasında hukuk görünüşlü siyasi bir araç olduğundan emindik. Bu nedenle geçen hafta Trump tarafından Bharara’nın görevden alınması AKP tarafında bir sevinç yaratmış olmalı. Belki de Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla bu rahatlıkla ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirdi.
Ancak Halkbank Genel Müdür Yardımcısı’nın tutuklanması AKP için tarifsiz bir şok yarattı. Ölümünü görmek, diye tarif edilebilir.
Trump –Trump’ın arkasındaki tekeller diye okuyun- tam olarak devleti ele geçiremedi ve devlet içi mücadele yer yer sürüyor. Bu mücadelenin ürünü olarak Müdür Yardımcısı tutuklanmış olabilir diye akla geliyor. Ama gelişmelere bakınca öyle olmadığını tahmin ediyoruz.
Bharara’nın vekili savcı tarafından tutuklanma kararı alınmış ve Türkiye ile İran arasındaki büyük çaplı ticareti yönetmekle suçlanıyor. Tarif edilen suçun aslında ABD’nin haydut bir devlet olmasından kaynaklanmasının konumuzla şu an için alakası yok, çünkü emperyalist dünya içi ilişkileri tartışıyoruz.
ABD Dışişleri Bakanı’nın evvelsi gün Ankara’ya gelmesinden önce AKP umutsuzca iki “haberi” servis etti.
Bunlardan biri Adil Öksüz’ün 15 Temmuz darbe girişiminden birkaç gün sonra ABD Konsolosluğu’ndan aranmasıydı. Ama nereden aranacaktı ki başka.
İkincisi, Fethullah Gülen’in Pensilvanya’daki malikanesini satıp Kanada’ya yerleşmeyi düşünmesi ile ilgili haberdi. Ama sadece düşünce, gerçekleşmiş bir şey yok.
Belki El-Bab’taki operasyonun bittiğinin açıklanması da bu ziyaretle ilgili olabilir.
Ve Trump’tan sonra Türkiye’ye yapılan en üst ziyaret olan ABD Dışişleri Bakanı’nın görüşmelerinden sonra büyük bir sessizlik oldu. Sanki geçerken çay içmeye uğramış gibiydi.
Gülen’in iadesi? Haber yok.
Rakka operasyonuna YPG yerine Türkiye ve ÖSO’nun katılması? Geçiştirildi.
Halkbank Müdür Yardımcısı’nın tutuklanması? Tabi, tabi ABD adaleti bağımsız!
Bu bir sıkışmadan çok yolun sonuna gelindiğini gösteriyor.

Rusya’ya gelince. Erdoğan’ın Suriye’de ikili, üçlü oynamasından mı bıktılar, gerçek siyasi durumu mu gözettiler, bilmiyoruz, ama Rus medyasında Erdoğan aleyhinde yazılar gözükmeye başladı. Sonunda Erdoğan’ın hem ABD’ye, Hem AB’ye, hem de Rusya’ya şantaj yaptığına dair bir yazı yayınlandı. Şantaj aracı olarak bazen İslam’ı, bazen NATO’yu, bazen İsrail’i kullandığı söyleniyordu.
Erdoğan’ın emperyalist merkezlere taviz vererek, dengeye oynayarak, yeri gelince şantaj yaparak yürüdüğü yolun sonuna doğru yaklaşıyoruz. Ömrünü pazarlıklarla ne kadar sürdürebileceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz.

Bu sonu emekçi sınıfların örgütlü gücünün hazırladığını haber vermek isterdim. Henüz bu gücü oluşturmaya çalışıyoruz. Emperyalizmin Türkiye’de siyasi aktör değiştirmesi bir aydınlığa değil, başka bir karanlık döneme işaret edecektir.

Ta ki bizim irademiz kendini gösterene kadar.

Erhan Nalçacı / SOL

Aşırı sarışın - Mine G. Kırıkkanat

Dikta rejiminin birincil tanımı, yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğünün yokluğudur.
Çünkü demokrasi sacayağının iki dayanağı yasama ve yürütme, kuvvetler ayrılığı kuralını ihlal edip ortaya bir diktatör çıkarmak amacıyla bütünleştiğinde; sacayağının üçüncü dayanağı bağımsız yargı ve özgür bir basın, demokrasiye kurulan komployu bozabilir.
Türkiye’de yıllarca tam demokrasi yok, diye sızlandık.
Ben kendimi bildim bileli, kuşak kuşak demokrat, yarım yamalak bir demokrasiyi tamamlamak, eksiklerini gidermek, eğrilerini düzeltmek için çabaladı bu ülkede.
Ama AKP iktidarının 15’inci yılında geldiğimiz noktada o eğri büğrü demokrasiyi; tıpkı şehirlerimizin, ormanlarımızın, denizlerimizin, dağlarımızın, hatta meyve ve sebzelerimizin eski lezzetini, sütümüzün tadını, artık kokmayan çiçeklerimizin rayihasını özlediğimiz gibi arar olduk.
Meğer ne kadar özgürce konuşur, güler, yazarmışız; meğer bağımsız bir yargımız, babacan yargıçlarımız varmış, meğer eksik olsa da demokrasi varmış ülkemizde, diye hayıflanıyoruz artık...
Alay ettiğimiz Yeşilçam filmlerindeki Türkiye’ye çoktandır razıyız. 


***

Ancak yitirdikten sonra değerini daha iyi anladığımız anamızı, babamızı anar gibi, hasretle anıyoruz o yarım yamalak demokrasimizi...
Bu yıl, Türkiye’nin hangi oranda demokrat olduğunu sistemsel anlamda belirleyecek anayasa değişikliği referandumu ile Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turu, nisan ayına denk geldi.
Fransa Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti’ne artık nostalji objemiz, çünkü o mumla aradığımız yarım yamalak demokrasiyi sağlayan “laiklik” erdemini esinleyen ülke...
Raslantıya bakın ki, her iki ülke de sonuçları çok vahim olacak koşullarda, kaderlerini değiştirecek birer seçime gidiyorlar.
Türkiye’de OHAL var, ama kuvvetler ayrılığı kalmadı, yargı bağımsız, basın da özgür değil ve cumhurbaşkanı henüz tam başkan değil, başbakan da henüz kendi makamını lağvetmemişken hâsıl olan bu durum; 16 Nisan’da anayasal bir zemine kavuşmak ya da kavuşamamak üzere oylanıyor. 


***

Fransa’da da OHAL var, hatta yarı başkanlık rejimi var, ama kuvvetler ayrılığı ve en önemlisi, yargı bağımsızlığı ile özgür basın da var.
23 Nisan’da yapılacak birinci turda en yüksek oy alacak Fransız aday, zaten yıllardır değişmiyor: Her cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda, aşırı sağ diye tanımlanan Ulusal Cephe adayı önde geliyor.
Ama seçimler iki turlu olduğu için, Fransa’nın demokratik güçleri iki tur arasında tek aday üzerinde anlaşıyor ve oylarını ona yönelterek seçilmesini sağlıyor, böylece Ulusal Cephe’nin adayını engelliyorlardı. Ama o bağımsız yargıyla, özgür basın var ya?
Öyle bir darmaduman ettiler ki seçimleri, Fransa tarihinde ilk kez Ulusal Cephe’nin adayı Marine Le Pen, oyların yüzde 50’sinden bir fazlasını alarak daha ilk turda cumhurbaşkanı seçilmek hayalini kurabiliyor. Düşük bile olsa, evet, böyle bir ihtimal var.
Seçimlerin en güçlü ve merkez sağ Cumhuriyetçiler partisinin adayı François Fillon, özgür basının ortaya çıkarıp bağımsız yargının kovuşturma açtığı “hayali maaşlar” yüzünden kamuoyu yoklamalarında çok gerilere düştü. 


***

Sosyalist Partili olmamasına rağmen sosyalist hükümette bir ara maliye bakanlığı yapan ve şimdi “partisiz” cumhurbaşkanı adayı olan Emmanuel Macron; sosyalistlerin birbirini yediği, Cumhuriyetçilerin adaylarını yitirdikleri bir ortamda, deneyimsizliğine rağmen Marine Le Pen’in karşısındaki tek aday olarak görünüyor.
Ama finans dünyasının desteklediği, siyasal geçmişi olmayan, bankacılık sektöründen gelen Macron’un genç ve karizmatik kişiliği, Fransızları ikna etmeye yetecek mi? Meçhul.
Peki karşısındaki Marine Le Pen kim?
Lideri kadın ve kadın hakları savunucusu, en yakın kurmayı eşcinsel, üyeleri arasında Yahudilerin ve Arapların olduğu Ulusal Cephe, gerçekten aşırı sağcı, ırkçı bir parti midir?
Türkiye’nin kaderini yeniden çizecek referandumdan sonra, Marine Le Pen başka bir yazının konusu olabilir.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Çirkin kampanya - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel son olarak Türk hükümetinin “çirkin bir seçim kampanyası” yürüttüğünü, bunun Avrupa değerleriyle bağdaşmadığını söyledi.
Gerçekten bu kerte çirkin bir referandum kampanyasının Avrupa’da -kendi içinde bir vaka olan Brexit dışında- nerede görüldüğünü düşündüm ve bir yanıt bulamadım.
İçerik bir yana...
Her şeyden önce böyle bir referandum uygulaması yok.
Bir tarafta kar beyaz boş “evet”ler...
Diğer yanda çekici olmayan renkler arasından bilhassa seçilmiş kahverengi “hayır”lar...
Ona buna “Vay... sübliminal mesaj mı?” diye musallat oluyorlar ya! İşte alın size en babasından sübliminal mesaj...
Püripak “evet”ler otomatik olarak makbul.
“Hayır”lar kafadan tükaka...
Pusula daha matbaadan çıkarken bu anlayışla çıkıyor. Böyle çift renkli boş pusula üzerinden yapılan bir oylamanın gerçekte “referandum” olmadığını bu köşede, o garip 2007 halkoylamasından bu yana kaç kez yazdım.
27 Ekim 2007 tarihli “Muz Cumhuriyeti Referandumu” başlıklı yazımda -misal- İtalya’da bir siyaset uzmanıyla bu konuda yaptığım bir sohbeti aktarmış; “Nasıl yani? Evet-Hayır’ları boş pusulalara mı attınız?” tepkisiyle dumur olan uzmanın gemlenemez şaşkınlığını anlatmıştım.
 
Böyle referandum olmaz
“İki farklı renkten oluşan boş pusula görülmemiş şey. Seçmen oy kabinine girdiğinde hangi sorulara oy verdiğini, tercihini ne adına yaptığını görmek zorundadır” diyen analist sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Anlattığınız türden bir oylamaya referandum denemez. Bunun adı olsa olsa plebisit olur. Yekten tek bir soru sorulmuştur örneğin: Monarşi mi, cumhuriyet mi... gibilerinden. Böyle bir durumda oy kâğıtları üzerinde ayrıca soruyu uzun uzun yazmanız gerekmez. Seçmenin önüne kestirmeden evet/hayır pusulasını dayayabilirsiniz. Referandum çok farklı bir şey. Referandumda kullanılan oy pusulası standart yani tek renk olmalı, sorulan soru açık seçik yazılmalı, seçmenler tarafından mutlaka okunabilir olmalıdır. Muhalefet liderleriniz, hukukçularınız böyle bir oylamaya nasıl geçit verdi?”
Bu sorunun yanıtını hâlâ kendime veremiyorum...
2010 referandumu dahil, 2007’den bugüne... Bu her istismara açık yönteme, muhalefet liderlerimiz ve hukukçularımız sahi nasıl geçit verdi?
Bırak “usulü” de, “esas”a gel diyeceksiniz.
Ama ünlü laftır; usul esası belirler!
Bu kampanya eğer bunca “çirkinleşebildiyse”, baş nedenlerinden biri bu referandumun “usulsüzlüğü”dür.
Oy pusulasında nasılsa neyi oylayıp neyi oylamadığınız belli değil...
O nedenle akıllarına ne eserse... Örneğin “idam” üzerinden kampanya yapabiliyorlar.
“Evet dersen idam gelir!” diyor.
Yetmiyor...
“Ümmet için (kel alaka!) evet” istiyor.
Hızını alamayıp “Haçlı-hilal savaşı” icat ediyor. “Haçlılara karşı evet” talep ediyor. “Evet”in içini, rüzgâra göre bildiğince dolduruyor.
 
‘4 beyazdan uzak dur’
 
Bu içi boş evet/hayır yöntemi, bir yanda duygu sömürüsü, hamaset, demagoji, gaz almak ve gaz vermek amaçlarına hizmet ederken, bir yandan gerçek konuların tartışılmasını engelliyor.
Oylamaya çeyrek kala örneğin, anayasa değişikliği teklifinde “cumhurbaşkanının fesih yetkisi”nin var olup olmadığı tartışılıyor. Bu başlı başına bir skandal.
AB standartlarında referandum yapılsa, referandumun örneğin bu değişikliği kapsayıp kapsamadığı oy pusulalarında yazacaktı...
Oysa böyle konuların -en azından geniş kitleler nezdinde- bilinçli şekilde “muallakta bırakılması” , ampul tarzı referanduma istenilen manevra alanını tanıyor.
Kelime oyunları, retorik ve şark kurnazlıklarıyla sorulmayan soruları referandumda soruyormuş gibi yapmak ya da “fesih var mı yok mu” örneğindeki gibi sorulan soruları gümbürtüye getirip sorulmamış gibi yapmak kolayca mümkün olabiliyor.
Madem her şey bu kadar basit...
Biz de sosyal medyanın yalınlığı ve basitliğinden yardım alarak bitirelim bu yazıyı. Sosyal medyada ışık hızıyla yayılan bir mesaj şöyle diyor: “Uzmanlar 4 beyazdan mutlaka uzak durulması gerektiğini bildirdi: ‘Şeker, un, tuz ve beyaz renkli evet!”
Siz siz olun beyazın tehlikelerinden kendinizi koruyun.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Tersyüz dünya - ZEYNEP ORAL





Gelin bir de şöyle düşünün: AKP milletvekillerinin birçoğu FETÖ’ye yardım ve yataklıktan hapiste...
Hırsız olduklarından kuşku duyulan dört bakan cezaevinde yargı kararını beklerken; aç olduğu için ekmek çalan çocuğu, hâkim sırtını sıvazlayarak serbest bıraktı.
Dağa taşa, yola bayıra, okullara, camilere, caddelere dev boyutlarda Hayır afişleri asıldı...
Evet broşürü dağıtmanın yasak; Hayır broşürü dağıtmanın yasak olmadığı açıklandı. Emniyet güçleri hayır diyen gençleri korumakla görevlendirildi, evet propagandası yapanların araçları taşlandı, mikrofonları kesildi, coplanarak gözaltına alındılar.
Ülkenin tarafsız Cumhurbaşkanı, her Allah’ın günü “Evet diyenler teröristtir,PKK’dir, FETÖ’dür, vatan hainidir” de
meye devam etti. Kendini şeyhülislam yerine koyanlar,
“Dinimizde Allah’tan başka kimseye biat edilmez” diye fetva verdikleri için gözaltına alındılar.
CHP lideri, AKP’nin referandum standını ziyaret edip içeridekilere “Başkanınız yalancıdır, sizler hepiniz yalancısınız” dedi...
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 5 ay hapse mahkûm olduğunu duyan Başbakan Yıldırım, “Hatalar olabilir... Kurunun yanında yaş da yanıyor olabilir” diyerek yeniden yargılama istedi, “seçilmişlere saygımız sonsuzdur” savıyla meydan okudu!
Bahçeli, önceki gün Meral Akşener’e bir buket çiçek göndererek bugüne dek yapılan haksızlıklar için özür diledi.
5 aydır cezaevinde iddianame yazılmasını bekleyen Cumhuriyet yazar ve çizerleri için tüm medya seferber olunca, Cumhurbaşkanı sinirlendi: “Eyyy savcılar, 5 aydır bir iddianame yazamıyorsanız, bırakın bu mesleği, Katar’dan savcı getirelim” diye kükredi. Böylece 16 Temmuz’dan sonra ihraç edilen 3 bin 886 hâkim ve savcı sayısının daha da yükseleceğine dair işaret fişeğini yaktı. Ardından, “Eyyy Avrupa!” diye seslenip yalnız Cumhuriyet yazarları değil, “ifade özgürlüğü adına” hapisteki 156 gazetecinin tutuksuz yargılanmasını istedi.
Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş yalakalık ve biat etme yarışına girmiş medyayı ve gazetecileri bir kez daha uyardı: “Ayağınızı denk alın” dedi ama hemen ekledi: “Bu bir tehdit değildir... Kovulmamanız, işsiz kalmamanız için sadece bir uyarıdır.”
Mart ayının ilk 20 gününde 17 ulusal kanalda Evet’e 45.5 saat, Hayır’a tam 485 saat ayrıldı... (Pınar Öğünç’ün dünkü haberinden.)
Daha böyle sayfalarca sürdürebilirim...
 
Brecht yöntemi

 
Tiyatro düşünürü, kuramcısı, yazarı, şair Bertolt Brecht’in “yabancılaştırma” yöntemidir bu...
Bir sorunu, bir durumu tersyüz ederek onlara farklı açılardan yepyeni gözlerle bakmamızı sağlar.
İnsanı, alışılandan, kanıksanandan sıyırır. Sorunları farklı açıdan ele alıp düşünmemize, yorumlamamıza ve değerlendirmemize yol açar.
Bu yöntem sadece insanı gülümsetmeye değil, asıl önemlisi yalanın arkasındaki gerçekleri görmemize; olağan sandığımızın hiç ama hiç olağan olmadığını anlamamıza neden olur. Yani eleştirel düşünceyi sağlar... Haydi hayırlısı!
Bu yazı Brecht’in “Kuralla Kural Dışı” oyununun önsözüyle bitsin:
“Ne olur olağan demeyin hemen
Her gün olup bitene
Kargaşanın egemen olduğu
Düzensizliğin düzen sayıldığı
Keyfiliğin yasalaştığı
İnsanın insanlıktan çıktığı bu kanlı çağda
Demeyin sakın ‘bunlar olağandır’
Demeyin ki değişmez bilinmesin hiçbir şey” 


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Mardinli Marilyn Monroe; sana bütün yollar helal! - IŞIL ÖZGENTÜRK

CIA uzmanlarının Türklerin DNA özelliklerini bir türlü çözememesinin pek çok nedeni var. Bizde öyle bir DNA var ki, hiçbir ülkenin kodlarında bulunmaz. Kendine özgü. Doğrusu ben bu özelliğimizin önemli olduğunu düşünüyorum. Şimdi bakın, Mardinli yaşı epeyce geçkin ama gönlü genç bir Türk kadını, dünyada ikon olan bir yıldızın Marilyn Monroe’nun en ünlü pozundan ilham alıp (Marilyn bir kaldırımda duruyor, ansızın mazgaldan sıcak hava üfleniyor ve Marilyn’nin elbisesi kanatlanıyor. Elbise de elbise, kloş etek, bacaklar fora) üşenmemiş bu elbisenin aynını diktirmiş, saçlarını da civciv sarısına boyatıp pür makyaj referandum için “evet” avına çıkmış. Gerçekten ben Mardinli Marilyn Monroe’la (bundan böyle sadece Marlin olarak yazılacak) Mardin sokaklarını dolaşmayı isterdim. Ama hayal edebilirim çünkü Mardin’e en az yedi kez gitmişliğim var.
Şimdi Marlin edalı edalı, Mardin çarşısına giriyor ve yıllardır Şahmeran (yılan kadın) resimleri yapan ustaların dükkânının kapısını açıyor. İşlerine dalmış ustalar, birden büyük ihtimalle gençliklerinde fotoğraflarına bakıp iç çektikleri bir kadının, biraz yaşlı bir kopyasını karşılarında görünce, “ulan sabah sabah bize bir şeyler mi içirdiler” diye düşünerek, bir an öylece duruyorlar.
O da ne? Marlin sular seller gibi Türkçe konuşuyor. Dudaklarını büze büze “Sizlerden referandumda ‘evet’ demenizi istiyorum”. 




Ustalar şaşkın ama genç çıraklar ansızın Türk misafirperverliğini anımsayıp Marlin’in oturması için bir sandalye uzatıyorlar. Beyaz elbise kirlenmesin diye de sandalyenin tozunu alıveriyorlar. Ve misafirperverlik devam ediyor, çıraklar hemen bir çay doldurup Marlin’e uzatıyorlar, Marlin de gülerek çayı alıyor ve dudaklarını büze büze içmeye başlıyor.
Ustalar kadına bakıp içlerinden “ulan bu kadar senedir Şahmeran resmi çizeriz, sonunda kadın kılık değiştirip intikam almaya ya da hani benim hakkım demeye geldi” diye düşünüyorlar. Çıraklardan uyanık olanı, kibarca söze giriyor: “Bizim oyumuz kıymetli. Yani bize neler sunacaksın?” Marlin çırağa çapkınca bir göz kırpıp, “Anacığım ‘evet’ çıkınca düşünürüz. Bak şimdi ben ünlü olduğumda, kesin olacağım, beni hemen bir dizide oynatacaklar, başrolde. Sana da bir rol garanti.” Bu sözler üstüne, çırak Marlin’in yanına gelip omzuna el atıyor. Ve arkadaşına sesleniyor: “Oğlum çek bir foto, şimdiden şöhret oldum.”
Eh Marlin evetçiliğe soyundu ya, artık başka bir dükkâna gitmesi gerek. Marlin önde cümle âlem çarşı erbabı arkada yerel giysiler satan bir dükkâna giriyorlar. Yerel giysiler satan dükkân, genç yaşlı kadınla dolu, kadınlar eteklerini savurarak dükkâna giren Marlin’i görünce öcü görmüş gibi kaçışıyorlar, Marlin şuh bir edayla dükkân sahibine doğru ilerliyor: “Canikom” diyor, “ben Marlin ve çok ünlüyüm. Eğer referandumda ‘evet’ dersen, dükkânındaki tüm giysileri teker teker giyerek, tam da şu sokakta bir defile yapabilirim. Tabii sadece evet demekle olmaz, artık sen de beni görürsün.” Dükkân sahibi televizyona çıkacağını düşünüp, “Teklifini kabul ediyorum” diyor ve dükkânındaki tüm giysileri tezgâhın üstüne diziyor, “başla giymeye!”
Öyle mi, Marlin evet gelecek yerden bu kadarcık bir şey esirger mi, başlıyor küçük bir defile yapmaya, o sırada haber her yerde duyulmuş, millet dükkânını kapatıp defileyi izlemeye koşuyor. Ve o gün Mardin’de herkes Marlin’i konuşuyor. “Evet” diyecekler mi onu bilmem. Ama Marlin’in fedakârlığına şapka çıkarıyorum.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

AKP’nin orantısız gücü cebimizden - ÇİĞDEM TOKER





Kanunların hiçe sayıldığı bir referandum kampanyası bu.
AKP; uçağından makam aracına, resmi/gayriresmi parti medyasından güvenlik güçlerinin kullanımına kadar devlet imkânlarına yaslanıyor.
Yetmiyor, kısıtlı gücüyle hayır kampanyası yapanlar engelleniyor, eziliyor.
Araçlarına el konuluyor. Bireysel kampanyalar soluğu nezarette alırken kurumsal kampanyalarda hayır için ne salon veriliyor ne billboard.
Açık hava, yükseklik, doğa, uzay “evet” için kullanılıyor. Oysa oylanacak olan bir siyasi parti değil, anayasa değişikliği. Ama AKP tek adam rejim tahkimatı için bütçeyi tepe tepe kullanıyor.
Son bir haftaya bakalım. Çiftçisinden genç çiftçisine, emeklisinden işsizine tüm kesimlere devlet kesesinden dağıtımların nasıl hızlandığını fark ediyor musunuz? Bir kısmı olağan, bir kısmı da zaten yıllık program içinde belki.
Ama nasıl bir tesadüfse, kaynak dağıtma işlerinin tamamı nisanın ilk yarısına sıkıştırıldı:
 1 milyar TL emekli promosyonu öne çekildi: 


Ziraat Bankası’nın mayısta ödeyeceği emekli promosyonu nisana çekildi. Bankanın Şube Bankacılığı Grup Başkanı Süleyman Türetken açıkladı.
4.7 milyon emekli müşteriden 2.6 milyonuna 1 milyar TL ödenmiş. Mayısta ödenecek promosyon bir ay öne çekilmiş. Devasa banka bu değil mi. Normalde böyle bir operasyonun rasyonel sebebi olması gerekir. Ama açıklanmadı. Nedense?
Çaykur’a 1500 geçici işçi: 

 Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik açıkladı. Çaykur’da istihdam edilmek üzere 1500 geçici işçi alınacak. İŞKUR bu alım için 4-13 Nisan’da ilana çıkacak. 1500 işçi, ailelerle en az 6 bin kişi demek.
√ Genç çiftçiye 30 bin TL tarım hibesi: 

Tarımsal destekleme ödemesine de “genç, yoksul ve küçük yerde yaşayan çiftçi” ayarı geldi. Yine Bakan Çelik açıkladı. Nüfusu 20 binin altındaki yerlerde yaşayan çiftçiye toplam 4.2 milyar TL dağıtılacak. Yaş aralığı 18-41. Ücretli bir işte çalışmaması, eğitim sürdürmemesi. Çiftçi başına 30 bin TL hesaplara yatacak. Genç çiftçilerin 15 büyükbaş veya 50 küçükbaştan fazla hayvanı bulunmayan, 50’den fazla arılı kovanı olmaması lazım. Resmi Gazete’de yayımlandı. Başvurular bu hafta başlıyor.
√ Genç teknogirişimciye 150 bin TL sermaye desteği hibesi:  

Aslında uygulama yeni değil. Her yıl zaten bir kaynak ayrılıyor. İncelik nerede mi? Başvuruların 10 Nisan’da başlaması. 150 bin TL’ye kadar yüzde 100 hibe desteği verilecek. 62 milyon TL’lik bütçenin yaklaşık yarısı bu etapta kullanılacak. Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü açıkladı.
√ KOBİ desteği:  

Yine Bakan Özlü açıkladı KOSGEB kredilerini günlük olarak takip ettiklerini, kredi süreçlerinin bankalarla koordine edildiğini. Piyasaya 2.2 milyar TL girmiş. 185 bin KOBİ’ye daha bu destek sağlanacakmış. Günde yaklaşık 10 bin KOBİ bu destekten yararlanıyormuş.
Var gücüyle uğraşıyor hükümet. Orantısız güç kullanmakla yetinmeyip elini vergilerimize de atıyor. Genel seçimlerde sonuç getiren “para ekip rıza biçme” taktiği referandumda tutacak mı, göreceğiz.


Atık kâğıtçılara da evet baskısı
Malum, iktidarın kurmadığı ya da iktidara yanaşmayan STK, AKP için makbul değil.
Bakın Ankara’da geçen hafta ne oldu? Türkiye Geri Dönüşümcüler Konfederasyonu bir etkinlik yaptı. Davet gönderirken, sokak toplayıcılarının, dönüşümcülerin sorunlarının tartışılacağı söylenmişti. Ama pek öyle olmadı. Toplantının yapılacağı Balgat’taki otelin salonuna gidenler, duvarlarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafı ve evet afişleri gördü.
Federasyon Başkanı İmdat Aday referandum kararlarının evet olduğunu açıkladı.
Aynı etkinlikte, fabrikaların verdiği yetkiyle kurulan meslek örgütü TÜDAM Başkanı Vedat Kılıç da referandumda evet diyeceklerini söyledi. Geri Dönüşüm İşçileri Derneği Başkanı Dinçer Mendillioğlu, “Sokaklar kimsenin dilediği gibi üzerine hak iddia edeceği bir alan değil” diyor ve TÜDAM’a bir çağrıda bulunuyor: “Meslek sorunlarını, çözüm önerilerini tartışması gereken bir örgüt siyaset yapamaz. Referandum kampanyası yapmak istiyorsanız, sokaklardaki bütün atık kâğıt işçilerini çağırıp bir evet buluşması yapın. Yoksa sahte vaatlerle kimseyi kandırmayın.”


‘İnsan’ sevinçle oynamaz
 
Sekiz ay sonra hâkim karşısına çıkabilen, günler süren duruşmanın ardından tahliye edilen, fakat daha tahliye işlemleri bitmeden haklarında tekrar gözaltı kararı çıkarılan aralarında Murat Aksoy ve Atilla Taş’ın yer aldığı 21 kişiye büyük geçmiş olsun.
Kederi, ruhsal sarsıntıyı tarif edecek kelimeleri bulup çıkarmak, bazen güçleşir, bilirsiniz. (Bilir misiniz?) Belki kafanızı duvara vurmak ister, belki de dişlerinizi ses duyuncaya kadar sıkmak. Öyle bir kelimesizlik hali işte.
Bir gününü bile hak etmediğini düşündüğünüz sekiz ay süren tutukluluğunuz nihayet bitecek. Mahkeme tahliyenize karar vermiş. İçiniz içinize sığmıyor. Nihayet çocuklarınızı, eşinizi, sevdiklerinizi göreceksiniz. Fakat tahliye işlemleriniz yapılırken hakkınızda tekrar gözaltı, yakalama kararı çıkıyor. Ki zaten cezaevindesiniz daha. Toplanıp çıkmaya fırsat olmamış karar verilse de.
Altına alınacağınız yeni bir “göz”, ardına atılacağınız yüksek duvarlar, ağır demir kapılar yok ki. Bilakis çıkacaktınız daha. Ki dışarıda sevdikleriniz sizi bekliyordu. Günışığı, bahar dalları, oksijen.
Meğer, birkaç saat sürecek bir düşmüş hepsi. Tahliye olmuşsunuz ama kim bilir niyeyse (!) tekrar gözaltına alınmanız uygun görülmüş.
Tamam, adaleti geçelim şimdilik tek kalemde de.
Kavuşmanın sevinci ile bu kadar oynanmaz ki.
İnsan sevinçle oynamaz. 


‘Bir Osmanlı Rüyası’
 
Osman Tunaboylu, kıdemli Ankara gazetecilerinin iyi bildiği bir isim.
Hazine Müsteşar Yardımcılığı; Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü, Türkiye Bankalar Birliği Tunaboylu’nun 35 yıllık Hazinecilik yaşamında hatırlanan sadece son üç görevi.
2001 krizi gibi çetin bir dönemde görev yapan Tunaboylu, güçlü ekonomi için güçlü bankacılık ve ulusal paranın zorunlu olduğunu savundu hep. Ziraat Bankası’nın başındayken de görev zararlarını azaltan uygulamalara imza attı.
Emeklilik sonrası kendisini yazmaya adayan Tunaboylu’nun son kitabı, geçen günlerde raflardaki yerini aldı: “Bir Osmanlı Rüyası”.
Dört yıllık bir çabanın ürünü olan roman, “Cumhuriyet gözüyle Osmanlı Maliyesi’nin ve ekonomisinin 75 yılını” anlatıyor. Osmanlı’yı iflas ve Düyun-ı Umumiye’ye sürükleyen süreci romanın kahramanı Hayrullah Nami Efendi’nin hatıratından okurken yaşananların günümüz ile benzer yanlarını görüp şaşırmaktan kendimizi alamıyoruz.
“Küresel sermaye, dünyanın yeni ekonomik düzeninde bize tüketme rolü biçti” diyen Tunaboylu’nun romanı, bugünü anlama çabasına güçlü, emek dolu bir ışık tutuyor.


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Başka neleri oylayacağız? - ERK ACARER

Tarihin inkârı, 'gerçek ucubelerin imarı', kültürün yıkımı...

16 Nisan 2017 Pazar günü, 'sadece bir rejim değişikliği' değil aynı zamanda her türden asimilasyon, yozlaşmanın kabulü, tahammülsüzlük, yok sayılana, öteki bırakılmak istenene çekilecek sınırlar da oylanıyor.

Dicle'nin üzerinde... Güneşin doğuşunun en güzel seyredildiği noktalardan birinde... Diyarbakır'ın 3 kilometre uzağında... 11. yüzyılda, aynı yerde, hükümdar Nizamüddevle Nasr zamanında eskisinin yerine bir kez daha inşa edildi. Mimarı Yusufoğlu Ubeyd'dir. Kitabesinde böyle yazar... Suyun, tarihe değdiği yerde... Bir köprü...

Bir umut, birkaç yıl önce... Çözüm sürecidir... Üzerinden bir tarafında 'Aşti', diğer tarafında 'Barış' ya da bir tarafında 'Barış' diğer tarafında 'Aşti' yazılı taşlar bırakılır. Şehirler yıkılmadan, yakılmadan öncedir.
Aslında 10 gözlüdür... Yeniden inşası 1065 yılıdır. Fakat inşasından 952 yıl sonra iki gözü çıkarılır! 8 gözlü olur. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından, 'peyzaj' çalışmaları kapsamında, iki gözü toprakla doldurulup çay bahçesine uygun hale getirilir. Tepki çekince hatadan dönülür.

Kitabesinde; Mervaniler tarafından inşa edildiği yazılıdır...

Şeref Han, Şerefname ismini verdiği eserinde, Mervaniler’den, Diyarbakır ve Cizre'de bağımsız olarak ilk hükümdarlık kuran Kürtler olarak söz eder.

Mervaniler, Baz bin Dostık namına sahip Ebu Abdullah Şa tarafından Mayyafarkin yani bugünkü Silvan'da kurulan bir Kürt Hanedanlığı olarak anlatılır. Kürtçede Baz; 'şahin' demektir. Altı sultanları daha olur. Mervaniler 2 kere yıkılır; ilki 1085'te ikincisi 2017'de!

16 Nisan 2017... Aslında bir rejimle beraber yaşam tarzı, duruş, ışık ya da karanlık... İşte bunlar oylanıyor. 1 Nisan tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım Diyarbakır'a gidiyor. Öncesinde Diyarbakır Belediyesi... 'Kayyum Beyefendi' diyeceksiniz... Büyük bir jest yapıp... Mervaniler’in ikinci yıkılışıdır bu! 2012'de hizmete açılan Yenişehir ilçesi parkı duvarlarındaki Mervani tarihini anlatan kabartmaları yıkıyor. 


Tek adam rejimiyle birlikte...

Bitmek bilmez bir öfke, yozlaşmanın kurumsallaşması, kültürel erozyonun da reddi ya da kabulünü onaylayacağız.

Bin yıllık köprüler rant alanına mı dönecek... Tarihi yıkıp yerine, yeşil badana ile sıva mı çekilecek?

Kalıp bir cümledir:

"1071'de Selçuklu Hükümdarı Alparslan, Malazgirt Savaşı'nı kazanınca Anadolu kapıları Türklere açılır."

Tarih demişken...

Kürtler, 10 bin askerle Malazgirt Savaşı’nda Alparslan'ın yanında Bizans'a karşı savaşır.

Namı diğer, 'Kayyum Beyefendi' diyeceksiniz; İlçe Kaymakamı Mehmet Özel'e biri anlatsın!

ERK ACARER / BİRGÜN

Güçleri Trump’a değil Kemal’e yetiyor - Ayşenur Arslan





Kemal Kurkut; üniversite öğrencisi, güzel sanatlarda müzik eğitimi alıyor.

23 yaşında bir genç. Hayatının henüz başında bir evlat. Diyarbakır’da Nevruz’da öldürüldü. Haberine yasak getirildi. Yaşananları eloğlu duydu, Türkiye duymadı.

Yazıyı okumadan önce fotoğrafına bir bakın. Öldürülmeden az önce çekilmiş. Tarife gerek yok. Yine de yazıya dökelim: Üstü çıplak, bir elinde su şişesi, diğerinde bir bıçak var.

Şimdi de Diyarbakır Valisi’nin açıklamasını okuyun:

“Şahıs elinde bıçak ve (sırt) çantasında bomba olduğunu söylemiş. Güvenlik güçleri de Nevruz kutlamasına katılan vatandaşların güvenliğini düşünerek böyle bir müdahalede bulunmuş. Böyle sonuçlanmasını istemezdik.”
Eğer, bu fotoğraf olmasaydı, açıklama inandırıcı bulunabilirdi. Ama fotoğraf var!

Polisin tüm çabasına rağmen.

Zira, olaydan sonra çevredeki tüm gazetecilerin / kameramanların görüntüleri sildiriliyor. Habere de yasak getiriliyor.

Neyse ki gazeteci Abdurrahman Gök’ün çektiği birkaç kare dikkatten kaçıyor. 23 yaşındaki bir gencin ölümüne “tanıklık” yapmak üzere kurtarılıyor.

O birkaç kareye bakın şimdi de:

Kemal saldırmıyor. Tam aksine, kaçıyor. Polisten kaçıyor.

Arkasından ateş ediliyor. Kemal yere düşüyor. Kendisini vuranlara son bir kez bakıyor. Ve ölüyor.

Dahası da var.

CHP milletvekili Veli Ağbaba’nın soru önergesine göre, Kemal’in Malatya’ya ailesinin yanına gönderilmesi bile büyük bir soruna dönüşmüş.

O gencecik bedenin yıkanması sırasında gasilhanenin suyu kesilmiş. Bu sırada cenaze aracı beklemeden çekip gitmiş. Aile, evlatlarını kendi temin ettikleri araçla Malatya’ya götürebilmiş.

•••

Cumhurbaşkanı Erdoğan, HAYIR çadırında “Çağdaş bir yaşam istiyoruz” diyenlere şaşırıp kalmıştı ya! Çağdaşlıktan anladığının duble yollar, köprüler, binalar olduğunu açık edivermişti ya!

Gelin de anlatın; çağdaş bir ülkede böyle ölümlerin olamayacağını... Velev ki oldu, üstünün kapatılamayacağını... Gazetecilerin görüntülerinin silinip habere yasak getirilemeyeceğini… Sorumluların da mutlaka yakalanıp hesap vereceğini…

Mümkün mü!

Değil elbette. Zira iktidarın gücü bu ülkenin Kemallerine, Berkinlerine, Ali İsmaillerine, Ceylanlarına yetiyor.

Elinde kalemden başka bir şey olmayan gazetecilere yetiyor.

Trump’a veya Putin’e efelenseler ya!

Mümkün mü!

Bu da değil elbette.

Rusya ile ilişkilerimiz buzdolabında. Putin, ne domates ihracatına kapılarını açıyor ne de turizmde beklenen adımları atıyor.

Peki Türkiye ne yapıyor?

Doğrudan bağıramadığı için, tuhaf bir “manevra” ile mesaj göndermeye çalışıyor. Bakınız, geçtiğimiz çarşamba günkü Yeni Birlik gazetesi!

Önce belirtmeliyim; gazetenin başyazarı, Saray’ın baş danışmanlarından (kerameti kendinden menkul Kürt uzmanı) İlnur Çevik. Gazetenin sahibi de (yine Kürt meselesinin konuşulduğu masalarda hep gördüğümüz) Avni Özgürel.

29 Mart 2017 tarihli Yeni Birlik gazetesi manşeti aynen şöyle: AHRAR’UŞ ŞAM KİM?

Bir örgütü manşetine taşımış gazete. Olur ya! Ama bir manşette olması gereken ilk şey, burada yok: Haber!

Manşet tümüyle bir örgüt portresi. Tanıtımı da bir hayli sempatik. Örgüt Suriye’nin en güçlü grubuymuş. Muhalifmiş. Kuzey Suriye’de ILIMLI İSLAM devleti kurmak niyetindeymiş. Katiyen KÜRESEL CİHAT gibi bir amacı yokmuş.

Peki, bundan bize ne?

Aslında sahiden bize ne! Zira, manşetin hedefi Rusya. Çünkü sadece yazının girişinde olsa da, mesaj açık. Örgüt meğer, geçenlerde Suriye’nin Lazkiye kenti yakınlarında bir Rus helikopteri düşürünce gündeme gelmiş.
Çözülmesi çok zor bir mesaj / bilmece değil. Rusya’ya “karşımıza geçerseniz Ahrar’uş Şam size dünyayı dar eder” uyarısı gönderiliyor.

Ya ABD’yi ne yapmalı?

Asıl mesaj onlardan bize geldi. Gülen’i iade etmek bir yana, Halk Bankası’nın 2 numaralı adamını tutuklayarak, Ankara’yı şoke etti.

Suriye’de de, en büyük düşmanı / rakibi Rusya ile Türkiye konusunda elele verdi. Saray’ın Şam hayallerini bitirdi.

Ve -eğer böyle bir tesadüfe inanırsanız- ne tesadüf, tam da Trump’ın Dışişleri Bakanı Ankara’ya gelmeden saatler önce biz de harekatımızı bitirdik.

İktidar, Fırat Kalkanı Harekâtı’nın (başarıyla) tamamlandığını açıkladı.

Hani Menbiç’e dalacaktık. Hani Rakka’ya gidecektik. Hani Türkiye’yi kimse oralardan söküp çıkartamazdı.

Küt! Bir anda, sürpriz bir şekilde harekât bitiverdi. Suriye’deki oyunda perde kapanıverdi.

Evinde çocuklarını, eşini dövüp kapıdan çıkınca süt dökmüş kediye dönen; patronunun, ahalinin alaylarını sineye çeken EZİK BEYLER’i hatırlıyor insan.

Güçleri ancak çocuklara, gençlere, savunmasız insanlara geçer.

Tabii, o çocuklar gün gelir büyür. Öyle değil mi!


 Ayşenur Arslan / BİRGÜN

1 Nisan 2017 Cumartesi

Brexit Britanyası birliği koruyabilecek mi? - Nilgün Cerrahoğlu

“Ülkemde biz önce hapse gireriz, sonra cumhurbaşkanı oluruz!”
Güney Afrika’nın “ırkçılık mücadelesi lideri” Nelson Mandela’nın bu sözlerini, Kuzey İrlanda’da bir binanın cephesinde okumuştum…
Geçen yaz yaptığım Dublin seyahatinin bir gününü Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’e ayırdım. İyi ki de ayırmışım. “Murals” tabir edilen Belfast’in “duvar resimleri turu”, Avrupa’da yaptığım en ilginç tarih yolculuklarından biriydi.
1960’lardan 90’ların sonuna dek süren bir “iç savaş” yaşayan Belfast, o günlerin anısını bu “duvar resimleri” ile hâlâ canlı tutuyor.
Bugün hâlâ geceleri kilitlenen demir parmaklıklı kapılar, çitler ve duvarlarla birbirinden ayrılan “Katolik” ve “Protestan” mahallelerinde iç savaş daha dün yaşanmış gibi.
 
Yanan ‘nefret ateşi’
 
Protestan “loyalist/Birleşik Krallık yanlılarının” yaşadığı sokakların duvarlarını, İrlandalılar arasındaki cepheleşmeyi taa 17. yüzyılda başlatan kralların resimleri süslüyor.
İrlanda ile Katolik birleşme yanlılarının oturduğu sokaklarda, Britanya hükümeti tarafından gönderildiği yüksek güvenlik hapishanesinde açlık grevinde ölen “bağımsızlık kahramanı” Bobby Sands’in portreleri göz dolduruyor.
Mandela gibi halkların özgürlük mücadelelerine önderlik eden Che misali diğer simge liderlerin duvar portreleri ve Filistin halkıyla dayanışma beyanatları gene bu sokaklarda öne çıkıyor.
Yolları baştan sona sert siyasi manifestolara dönüştüren bu duvar resimlerinin yanında açık alanlarda ayrıca şenlik ateşi kurmak için araba lastikleri ve odunlardan 10 metre yüksekliğinde dev piramitler gördüm...
Bana yolculuk boyu rehberlik eden eski IRA militanına “Bunlar nedir” diye sorduğumda kan donduran şu yanıtı aldım:
“Protestan mahallelerinde yarın akşam ‘bonfire night/şenlik ateşi gecesi’ var. Protestanlar her yaz bu ateşi yakar, nefret duydukları tüm Katolik simgeleri ve Cumhuriyetçi bayrakları bu ateşe atarlar. Cumhuriyetçiler de yolun beri yanından bu nefret ateşini izlerler…”
 
Kâğıt kayıktaki May…
 
Theresa May Brexit’le şimdi ulusun bağlarının güçleneceğini ve Birleşik Krallık’ın parçalarının “daha kenetlenmiş” olacağını söylüyor ama alınan ilk işaretler bu yolda değil.
May’in Brexit’e resmi start veren mektubunu hafta içinde Brüksel’e yolladığı saatlerde, İskoçya özerk yönetimi Başbakanı Nicolas Sturgeon da Londra’ya yeni bir bağımsızlık referandumu istediğine dair resmi bir mektup kaleme alıyordu.
Sorun, Londra’nın “şimdi sırası değil!” sözleriyle savuşturmaya çalıştığı İskoç bağımsızlık referandumu talebiyle sınırlı değil…
İskoç örneğinden hareketle Kuzey İrlanda’nın da benzeri bir talepte bulunmasının gün meselesi olduğu değerlendiriliyor.
AB ortağı bağımsız İrlanda Cumhuriyeti ile Büyük Britanya topraklarında kalan Kuzey İrlanda arasında son yıllarda yok olan sınırın, şimdi yeniden yükselecek olması, “bağımsızlık” arayışını kaçınılmaz olarak canlandırıyor.
Bu yaz ben geçtiğimde AB üyesi iki taraf arasında sınır yoktu. İrlanda’nın başkenti Dublin’den, Kuzey İrlanda’nın merkezi Belfast’a ben sıradan bir şehirler arası yolculuk yapar gibi geçtim. Bu, iki İrlanda’nın fiilen zaten birleşmesi demekti.
Şimdi işte bu “fiili” durum ortadan kalkıyor...
Kontrol dışı sınırlar, küreselleşme ve göç nedeniyle Brexit’i seçen Britanya, eli mahkûm şimdi “tarihi yara” olan bu sınırı yeniden yükseltmek durumunda. Bu, Londra için dramatik bir paradoks.
“Ulusal hâkimiyeti” güçlendirmek için Brexit duvarını çeken Birleşik Krallık’ın duvar arkasında kalan parçalarını koruyup koruyamayacağı bilinmiyor. 

AB’den “boşanma” sürecini başlatan “Britanya’nın bu sebeple artık tümüyle keşfedilmemiş sularda seyrettiği” söyleniyor. “Die Welt”in başsayfası bu bağlamda çok çarpıcı: Günbatımıyla sarıya boyanan denizin ortasında İngiliz bayrağından yapılmış kâğıttan derme çatma bir kayık görülüyor. Kayığın ortasında da eliyle sonsuza doğru veda işareti yapan yalnız bir May oturuyor… 


Avrupa’da “Brexit” şaşkınlığı hâlâ bitmiş değil.
İngilizlerin bu derece irrasyonel bir maceraya nasıl olup girdikleri hâlâ çözülemedi. Maceranın nasıl biteceğine dair de en ufak bir somut öngörü yok.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet’in ‘düşman’ı kimdi? - ALİ SİRMEN

28 Mart günkü “Düşman ve altın vuruş” yazımda Emre Kongar’ın hepimizi, “demokrasi için direnmeye” çağıran manifestosundan bir alıntı yapmıştım. Emre Hoca “Kırmızı Kedi” tarafından yayımlanmış, manifestosunun 20. sayfasında şunları söylüyordu:
“Her uluslaşma sürecinde ve her ulusal eylemde ‘ortak düşman’ kavramı ‘olmazsa olmaz’ sosyal psikolojik ve siyasal koşuldur. Eylemin gücü ve dolayısıyla ‘düşman’a karşı alınacak önlemlerin şiddeti doğru orantılıdır.
Almanya’da (Naziler döneminde) Yahudiler bu hedefe oturtulmuşlardır.”

Bu alıntının ardından faşist ve ırkçı yönetimlerde düşman kavramının yerini ve bu kavramın söz konusu rejimlerin sonunu hazırladığını anlatmaya çalışmıştım.
Bir dostum bu yazı üzerine şu soruyu sordu:
-Cumhuriyet projesi de bir uluslaşma süreci olduğuna göre, onun düşmanı kim ya da kimlerdi?
Soru mantıklıydı, üstelik kimilerince yanlış anlaşılmış, saptırılmış Kemalist ulus kavramı ve toplumda yerleşmiş, yanlış algılar yüzünden de mutlaka giderilmesi gereken bir yanılgıya da parmak basmaktaydı.
Gerçekten, Cumhuriyet, uluslaşma projesi olduğundan zaman zaman kimilerince, haksız yere ırkçılıkla, şovenizmle suçlanmıştır. 

***
Oysa Cumhuriyet’in temelini oluşturan ulus kavramının, ırk, dil ve din birliği üzerine bina edilmiş, objektivist, ırkçı ulusçulukla bir ilgisi yoktur. Kendi ulusunu ve onun temeli olan ırkını başka uluslardan üstün görmeye eğilimli olan ve o duygudan beslenen objektivist, ırk temeline dayalı olan ulusçuluktur.
Cumhuriyet’in ulusçuluğu ise, bir arada yaşama ve ortak bir hedefe birlikte yönelme iradesi üzerine bina edilmiş, şovenizm tuzağı karşısında uyanık, sübjektivist ulusçuluktur.
Bu iki ulus kavramının birbirlerine karıştırılması, haksız ithamların kaynağını oluşturmuştur.
Doğrusu, siyaset sahnesinde “Milliyetçi Cephe” olarak somutlaşmış Türk İslam sentezci tutucu milliyetçilerin ve de ümmetçi akımların yaklaşım ve uygulamaları da bu suçlamaların haklıymış gibi algılanmalarına yol açmıştır.
Ama, bunların Cumhuriyet’in temelini oluşturan ulus projesiyle bir ilgisi yoktur.
“Düşman”a gelince:
Kurtuluş Savaşı sırasında doruğa çıkmış olan uluslaşma sürecinin ilk aşamasında, ortak düşman elde silah cephede dövüşülen işgalcilerdi. Kurtuluş Savaşı’nın kadroları, düşmanın yalnız Yunanistan olmadığının, aynı zamanda onun ardında duran İtilaf devletleri olduğunun farkındaydılar ve global bir emperyalizm algısına sahiptiler.
O dönemde düşman, bütün dünyanın mazlum uluslarının ortak düşmanı olan emperyalizmdi.
Cumhuriyet’in temelindeki anti emperyalist bilinç net ve keskindi. 

***
Ama Cumhuriyet, bir kez işgali ortadan kaldırıp bağımsızlığını kazandıktan sonra, kendi ulus temelini pekiştirmek için, karşısında düşman ülkeler yaratma tuzağına düşmedi.
Onun hedefi çağının mümkün olan en ilerisine ulaşmaktı. Bunun için yapılması gereken insanlığın o güne kadar eriştiği tüm kazanımları kucaklayan, bir değerler bütünü oluşturmaktı.
Bu ulusal bir kavgaydı ve karşısında başka uluslar değil, ama gerçek düşman olan cehalet vardı.
Cumhuriyet’in düşmanı olan uluslar yoktu, ona göre en büyük düşman, ortak ulusal hedef olan çağdaş uygarlığı yakalamanın önündeki en büyük engel olan cehaletti.
Cumhuriyetin en büyük savaşı çağdaşlaşma cephesinde verilmekteydi.
Bu savaşın zaferleri, hepsi çağıyla uyumu sağlamaya yönelik olan çağdaşlaşma ve eğitim savaşlarında kazanılmıştı.
İşte bu yüzdendir ki, Cumhuriyet’in bütün yaşamı boyunca her cephede savaşmış kurucu komutanı öldüğü zaman bütün ulusların temsilcileri peşinden saygıyla yürümüşlerdi.
Bunları söylediğimde dostum sordu:
-Cumhuriyet o düşmanını yenebildi mi bari?
Bu soruya, siz olsaydınız, ne yanıt verirdiniz?


ALİ SİRMEN / CUMHURİYET