29 Nisan 2017 Cumartesi

Meğer eskiden - AYDEMİR GÜLER

Bu Tayyipçiler bizle kavga ederken kendilerine bayağı çeki düzen veriyorlarmış. Camide içki içip alem düzenleme ve bacılara saldırma türü fanteziler… bakmayın siz içeriğin saçmalığına, bunlar çalışılmış senaryolardı. Daha gerilere gidelim. Özelleştirmelerin yararları üstüne yazdıkları literatür, inanın İngiltere’yi, Amerika’yı aratmaz. Çeşitli başlıklarda cemaatin üstüne giden solcu gazetecilere yazılan iddianamelerin ciddi bir kalitesi varmış…

Artık nerdee…

Kemalizmle uğraşırken tarihi yeniden yazmak durumundaydılar. Anadolu’da eski ibadethanelerin üstüne kat çıkılması veya yıkılıp otopark yapılması tarihsel bir alışkanlık olduğu için Atatürk ve İnönü’nün camileri ahıra dönüştürdüğü hikayesi, çok ucuz olsa da inandırıcı bulunabildi. Ama yüzde birin okuma yazmayı becerdiği bir toplumda alfabe değiştirmenin yarattığı kültürel yıkımı (!) yazmak daha rafine bir senaryoydu. Vahdettin ve Abdülhamid’in ters yüz edilmesi, Kemalist barış politikasının sünepelik olarak mahkûm edilmesi, etnik katliamların sınıftan ve tarihsel nedenlerinden arındırılıp fatura edilmesi… Bunlara eşlik eden demagojik milliyetçilik eleştirisinin açtığı yoldan cemaatçiliğin sokulması…

Neredeyse birkaç yıl önce memlekette ne kadar derin entelektüel tartışmalar yapılıyormuş, diyeceğim!

Anlıyorum ki, AKP’lilerin “ergenekonculara”, devletin hâkimi oldukları dönemin kapandığının farkında olmayan eski milliyetçilere de saygıları varmış. Ciddi tartışmalardı doğrusu; bir taraf demokrasi getiriyordu. Türkiye Avrupa Birliği’ne girecek, çağdaş uygarlığı yakalayacaktı. Kürt sorunu çözülecekti… Gerçi diğer tarafın eski moda ve ilkel görüntü vermesinin nedeni Erdoğan takımının yeteneklerinden ziyade liberallerin ve liberal solcuların reklam sektörü deneyimleriydi. Ama olsun; bütün bunlar yalan dolan olsa bile ciddi bir zihinsel emeğin ürünüydü.
Bu arada efsaneye göre Gülen cemaatinin kadroları İslamcı yeni entelijansiyanın has örneklerini oluşturuyordu. ABD’den veya Malezya’dan kapı gibi doktora diplomasını getiren o parlak gençler, dinciliği yıllardır gericilik diye damgalamanın ne kadar yanlış olduğunu kanıtlıyordu. Meğer dinciliğin de kendi modernizmi vardı. Yükseliyordu işte, İslami burjuvazimiz, İslamcı bilim insanlarımız! İslam kadının gerçekçi kurtuluş yoluna işaret ediyordu! Bereket, parlak tosuncukları parlatmak için liberaller ve solcu eskileri iş başındaydı. Ama asıl, onların parıldattığı dünyada Fethullahçı istihbaratçılar ve Fethullahçı emniyetçiler, kendilerini ve faşist tetikçileri kolayca örtüyor ve bildik kontrgerilla cinayetlerinin keyfini sürüyorlardı.

Meğer bütün bu operasyonlar, mükemmel bir toplumsal mühendislik tasarımıymış ve içlerinde görece göz kamaştırıcı bir akıl, beceri falan yatıyormuş.

Tayyipçiler solla, Kemalistlerle, milliyetçilerle ve Fethullahçılarla kapıştıktan sonra kendileriyle baş başa kaldılar. Ve örüntü hızla değişti. Ortalık küfür kıyamet. Zaman tam “Atatürk sünnetsizdi” gibi rekor denemeleriyle tanınan Melih Gökçek ve arkadaşlarının zamanı.
Cahiller, ahlaksızlar, kendini bilmezler... Ve birbirlerini de böyle suçluyorlar. Bir de Reis’e dost olmakla kendilerini övüp, birbirlerini Reis’e düşman olmakla suçlarlar. Bayağı sade bir dünyaları var anlayacağınız.

Başka bir tez, tutum, politik strateji, taktik… Galiba pek yok. Yukarıda hatırlattığım eski mücadelelerin -yobazın, liberalin, solcu eskisinin kusurunu affedin- “göreli derinliğinin” nedeni mücadeleleri anlamlandıran içerikteydi. Bir düzen tasfiye ediliyordu. Derinlik katan buydu.
Şimdi, atalarımıza ayıp olacak ama, paçasını kurtarmak için uğraşan avcı-toplayıcı bir kavimle karşı karşıyayız. Yıktıkları Cumhuriyetin yerine yenisini geçiremiyorlar diyoruz ya hep. Kuruculukta yaya kalanlar mevcudu yağmalamaya asılıyor. Görülmemiş bir iştihayla toplayıp, vurup, çalıp yiyorlar. Çok aceleleri var, çünkü bu güce daha kaç gün sahip olabileceklerini seçemiyorlar. Tıkınmanın alternatifi belki hapis, belki sürgün. İdam taahhüdünü tutabilmeleri durumunda birbirlerine neler yaparlar, düşünmek bile istemiyorum.  


AKP’linin AKP’liyle kavgası hiç çekilmiyor. Erdoğan da bu yüzden partisine geri dönüyor. Lakin reisin lağımdan taşanları geri doldurmayı becermekten ziyade lağımın parçası olma ihtimali daha yüksek. Kalite ve düzeyle ilgili olarak yukarıda yeterince dalga geçmiş olmalıyım. Mesele Erdoğan’ın kabiliyetine bağlı değil. Bu yobaz rejim ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyor. Sorun orada. Yoksa kaliteye sözüm yok.

Aydemir Güler /SOL

IMF’ye göre dünya; biraz da Türkiye… - KORKUT BORATAV

IMF, Türkiye ekonomisinin orta dönem için durgunlaştığını belirlemektedir. Bu durum, işsizliğin artmasını kaçınılmaz kılan; dinamizmden yoksun, mecalsiz bir ekonomi anlamına gelir.


İki önemli rapor
Dünya ekonomisini izleyen iktisatçılar için her yıl nisan ve ekim aylarında yayımlanan iki IMF raporu önem taşır.
Birincisi Dünya Ekonomik Görünümü (“World Economic Outlook”), ikincisi ise Küresel Finansal İstikrar Raporu (“Global Financial Stability Report”) adlarını taşır. Bunlara kısaca Ekonomik Rapor ve Finansal Rapor diyelim.
İki nedenden ötürü iktisatçılar için önem taşırlar.
Birinci neden IMF’nin dünya ekonomisine ilişkin en zengin istatistik kaynağına sahip olmasıyla ilgilidir. Raporlar, bu verileri sunar; kullanır; değerlendirir. Bu sayede ülkelere ve dünya ekonomisine ilişkin bilgi malzememizi zenginleştiririz. Ülkeler-arası güvenilir karşılaştırmalar yapmamız mümkün olur.
İkinci neden, IMF’nin ekonomik konularda emperyalist sisteme, “üst akıl” olarak hizmet sunan bir kurum olmasından kaynaklanır. Uluslararası sermayenin, özellikle de finans kapitalin selametini, hegemonik ekonomik ilişkilerin pürüzsüz sürdürülmesini gözetir. Bu hedeflere dönük politika önerileri oluşturur. Bunları bulgularla desteklemeye çalışır.

Raporların bu özelliği, emperyalist sistemin merkezinde oluşan eğilimleri, hatta görüş ayrılıklarını algılamamıza imkân sağlar. Örneğin son iki rapor, ABD’de Trump’ın başkanlığı ile ortaya çıkan korumacılık eğilimlerinin sancılarını yansıtıyor. Uluslararası sermayenin yerleşik doktrini, yani dış ticarette ve sermaye hareketlerine sınırsız serbestlik ilkesi korunuyor; ama IMF’nin en büyük “hissedarı” olan ABD yönetimini gözeten fazlasıyla ihtiyatlı bir  üslupla…
Bu ikilem, martta G20, nisanda da IMF/Dünya Bankası toplantılarının sonunda maliye/hazine bakanlarınca yayımlanan bildirgelere yansıdı. Geçmiş metinlerde istisnasız yer alan korumacılık eleştirisi, ABD’nin engellemesine takıldı; kayboldu.

Olumlu gidiş var
Ekonomik Rapor’a ihtiyatlı bir iyimserlik damga vurmaktadır. Rapor’un başlığı, “İvme Hızlanıyor mu?” sorusunu taşıyor. Yanıt, 2017-2018 öngörülerine bakılırsa olumludur. IMF’ye göre dünya ekonomisinin 2016’da yüzde 3,1 olan büyüme hızı, sonraki iki yılda yüzde olarak 3,5 ve 3,6’ya yükselecektir.
Bu gelişme, ABD’de canlanmanın hızlanması, AB ve Japonya’daki olumlu görünümler ve Çin’deki büyüme temposunun (önceki IMF öngörülerinin aksine) yüksek seyretmesi sayesinde gerçekleşecektir.
Buna karşılık Çin dışındaki yükselen piyasa ekonomileri, özellikle Latin Amerika ile Ortadoğu’daki olumsuz gelişmelerin etkisi altındadır.
Rapor, ayrıca, tüm çevre ekonomileri için geçerli olan bir dizi riskin de gündemde olduğunu vurguluyor.

Süregelen riskler
En önemli risk, “içe kapanmacı” eğilimlerin politikalara taşınması sonunda söz konusu olacaktır. Bu olasılık gerçekleşirse, çevre ekonomilerinde ihracat ve sermaye girişleri gerileyecektir. Sonuç, büyüme hızlarının düşmesidir.
Fed, faizleri beklenenden daha hızlı bir tempoyla artırdığı takdirde olumsuz yansımalar söz konusudur: Doların değerlenmesi, finansal akımların gerilemesi, kırılgan çevre ekonomilerinde durgunlaşma, daralma…
Aksi yönlü etkiler de olasıdır. Trump yönetimi, 2008 sonrasında ABD’de (Dodd-Frank yasası ile) uygulamaya giren finansal denetim mekanizmalarını gevşetmeyi hedefliyor. Bu gelişme, çevre ekonomilerindeki yüksek getiriler ile birleşirse, “yatırımcılar” (yani finans kapitalin spekülatif öğeleri) aşırı risk iştahına savrulabilirler. Hızlı, yüksek sıcak para girişleri çevre ekonomilerinde “finansal krizlerin olasılığını artıracaktır” (s.xvi).
Finansal Rapor, bu olasılıklara daha açıklık getiriyor: “Uluslararası finansal bağlantıları güçlü ülkeler, küresel finansal daralma koşullarında sorunlarla karşılaşabilecektir. Dışsal kırılganlıkları yüksek şirketlerin riskli, ödenemeyecek dış borçları 130-230 milyar dolar civarındadır. (s.x).
Milli gelirlerde emek payının düşmesi, IMF’nin belirlediği bir sorun olarak Ekonomik Rapor, Bölüm 3’te inceleniyor. Çevre ekonomilerinde ücretlerdeki gerileme, ülkelerin dış ticarete daha fazla bağlanması ile açıklanıyor. Emek payı aynı nedenle düşen ekonomilerden biri de Türkiye’dir (s.137, 161, Şekil 3.4.1).
Son olarak da ülke, bölge örnekleri verilmeden “ekonomi-dışı” risklerden söz ediliyor: Jeopolitik tehditler, terör, güvenlik sorunları, yolsuzluk, yönetişim bozuklukları, siyasi gerilimler…

Emperyalizmin özeleştirisi mi?
Bu riskler listesini kabul edelim; ancak onları “sol perspektifle” okuyalım. IMF’nin yapamayacağı genellemelere ulaşacaksınız.
Neredeyse yarım yüzyıldan bu yana, çevre ekonomilerindeki korumacı, ithal ikameci birikim biçimleri adım adım tasfiye edildi; finans kapitalin giriş-çıkışı tamamen serbestleştirildi.
Kore ve Çin gibi iki istisna dışında, bu ekonomiler 1945-1975 dönemindeki büyüme hızlarını tekrar yakalayamadılar. Sermaye hareketlerine artan bağımlılıkları, onları, yepyeni finansal krizlerle tanıştırdı.
Ücret payındaki gerileme (yani kâr paylarındaki artış) niçin dış ticarete fazlasıyla açılma sonunda gerçekleşti? Hatırlayalım: Geniş ve korunan iç piyasalara dayanan “Güney” ekonomilerinde ücretler ve köylü gelirleri, büyümeyi sürükleyen toplam talebin öğeleriydi. Finansal krizlerin söz konusu olmadığı bu ortamlarda çok sayıda ülke (örneğin Türkiye), kesintisiz ve yüksek büyüme hızları gerçekleştirmiştir. Emek gelirlerinin bastırılması, buralarda siyasi iktidarlar için bir zorunluluk değildi.
Sonra ne oldu? Aynı ekonomiler IMF’nin baskıları ve telkinleriyle ihracata bağımlı hale geldiler. “Rekabet gücünü artırmak” siyasi iktidarlar için acil bir stratejik öncelik haline oldu. Nasıl artırmak? Emek maliyetlerini sürekli aşağı çekmeye çalışarak, ülkeler arasında insafsız bir düşük ücret yarışmasına katılarak…
Neoliberal modeller yepyeni yolsuzluk biçimleri ve yozlaşmış siyasi iktidarlar türetti. Saldırgan emperyalizm, Ortadoğu’da kan döktü; teröre, denetlenemeyen güvenlik sorunlarına jeopolitik risklere yol açtı. Durumları bozulan emekçi sınıfların siyasete güveni aşındıkça siyasi gerilimler tırmandı.
Dolayısıyla IMF 2017’de çevre ekonomilerinin karşılaştığı riskleri sıralarken, aslında ve farkında olmadan emperyalizmi ve neoliberalizmi suçlayan bir iddianame hazırlamıştır.

Türkiye’ye değinmeler
İki raporda IMF, TÜİK’in yeni milli gelir serilerini kullanmaya başlamıştır. Önceki dört ay boyunca yeni istatistiklere itibar etmediğini de biliyoruz.
Türkiye ekonomisi üzerindeki IMF raporlarının (sonuncusu Şubat 2017 tarihli) tümü, eski verilere dayanmaktaydı. TÜİK’in yeni hesaplamaları hepsini geçersiz kılmaktadır. IMF uzmanlarının bu durumu nasıl sineye çekeceğini merak ediyorum.
Ülke ekonomileri Nisan 2017 tarihli iki raporda ayrıntıyla yer almamaktadır. Nicel bulgular, öngörüler tüm ülkeleri içeren verilerle kaynaştırılıyor. İncelenen genel ve ortak sorunlarla bağlantılı olduğu ölçüde ülke örnekleri veriliyor.
Ekonomik Rapor’dan birkaç örnek vereyim:
IMF, Türkiye’nin 2017’deki büyüme hızını yüzde 2,7 olarak öngörmüş ve Mehmet Şimşek’i kızdırmıştır (Ek Tablo 1.1.1., s.46). Rapor, Türkiye ekonomisini, Doğu-Orta Avrupa bölgesi içinde ele alıyor. Bölgede en yavaş büyüyen, enflasyonu ve cari açık oranı en yüksek ülke Türkiye’dir. Büyük çevre ekonomilerinin tümüne baktığımızda dahi, en yüksek enflasyonlu üç ülkeden biridir (Diğerleri Arjantin ve Mısır). (s.18-19, Tablo A5, s.206).
Ekonomik Rapor, Doğu-Orta Avrupa bölgesinde ekonomik görünümü bozulan tek ülkeyi de Türkiye olarak gösteriyor. Gerekçeye bakalım: “Artan siyasî belirsizlik, güvenlik sorunları ve dövizli borç yükünün TL’nin değer yitirmesi sonunda ağırlaşması Türkiye’nin ekonomik görünümünün bozulmasına yol açmaktadır.” (s.18). Haberdar olursa, ilk iki gerekçe Cumhurbaşkanı’nı kızdıracaktır.
Gelelim dışsal ve finansal kırılganlıklara…
Ekonomik Rapor, 2016’nın ikinci yarısında sermaye hareketlerinde gerçekleşen daralmanın çevre ekonomilerindeki yansımalarını inceliyor. O tarihten sonra en fazla değer yitiren ulusal para TL’dir (s.8, Şekil 1.7).
Dış kaynakların daralmasına rağmen, Türkiye en düşük (negatif) reel politika faizini ısrarla sürdürmüştür (Şekil 1.8., s.9). Kredilerin genişleme temposu ve milli gelire oranı bakımından da ön sıralarda yer almaktadır (Şekil 1.9, s.10). Düşük politika faizinin ve kredi/mevduat oranlarının fazlaca (%100 oranını aşan) artmasının yarattığı kırılganlıkları, IMF önceki Türkiye raporlarında da vurgulamıştı.
Dışsal ve finansal kırılganlıkların üst üste gelmesine yol açan bu bileşkenin bazı olumsuz yansımaları, Finansal Rapor’da da yer alıyor. Değinelim:
Yüksek tempolu kredi artışları dövizli/dış borçlanmaya dönüştüğü ölçüde ek kırılganlıklara yol açmaktadır. Örneğin (kısa vadeli borçlarla bağlantılı) “rezervlerin yeterlilik oranı” gerileyen ve yüzde 100’ün altına inen iki ülkeden biri Türkiye, diğeri Güney Afrika’dır (Şekil 1.12, s.14).
Türkiye’de riskli şirket borçlarının oranı (%14) yüksektir; ancak daha kötü durumda olan üç ülke daha vardır (Şekil 1.15, s.18). Bankaların şirketlere açtığı kredilerin en hızlı genişlediği iki ülkeden biri Türkiye’dir. Bu gelişmeler bankaların kârlılığını olumsuz etkilemektedir. (Şekil 1.16, .21).
Bir yıllık dış finansman gereksinimi milli gelire oranlanırsa önemli bir dış kırılganlık ölçütü daha ortaya çıkıyor. 19 ülke arasında Türkiye yüzde 31 ile (Malezya’dan sonra) en kötü ikinci ülkedir. TÜİK, dolarlı milli gelir düzeyini yükseltmeseydi, belki de ilk sıraya yükselirdik.

Durgunluk, Kırılganlık
Raporlarda Türkiye ekonomisine kısaca değiniliyor; yine de iki anlamlı saptama ortaya çıkıyor.
Birinci olarak IMF, Türkiye ekonomisinin orta dönem için durgunlaştığını belirlemektedir. 2015-2018 arasında gerçekleşen ve öngörülen milli gelir verileri Türkiye için yüzde 2,9’luk bir büyüme temposu göstermektedir. Bu, işsizliğin artmasını kaçınılmaz kılan; dinamizmden yoksun, mecalsiz bir ekonomi anlamına gelir.
İkincisi, ekonomimizde süregelen, ağırlaşan dışsal ve finansal kırılganlıklar vardır. Ne var ki, bu hususta aşırı endişe gereksizdir. Dünya ekonomisinde bir kriz ortamı oluşmadıkça, bu zafiyet vahim sonuçlar vermez. Can kurtaran simitleri daima var olmuştur. Fiyatlar yeterince düşünce spekülatif sıcak para girişleri coşar. Her sıkıntılı dönemeçte kayıt-dışı para girişleri (ne hikmetse) hızlanır.
2029’a kadar iktidar tasarımını hayata geçirdiğini düşünen Cumhurbaşkanı için bu kadarı yeterlidir; durgunlaşma da sorun değildir.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Siyasi teknolojilerle yaratılan cumhurbaşkanı adayı - Nilgün Cerrahoğlu

Kamuoyu yoklamaları yanılmazsa Macron, 7 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı olacak.
Henüz 40’ını bile devirmemiş, genç bir adam Macron. Partisi dahi yok. Ağustosa dek ekonomi bakanı olarak sosyalist hükümette yer almış. Sondajlarda partinin tepetaklak gittiğini görünce bakanlıktan ayrılarak, sade 6 ay önce “bağımsız aday” sıfatıyla cumhurbaşkanlığı ateşini yakmış.
İlk turun sonucuna baktığımızda, Emmanuel Macron’un ne kerte öngörülü ve isabetli bir karar aldığını anlıyoruz. 2012’de Elysées’nin yanı sıra meclis, senato, büyük kentler ve tüm önemli bölgelere sahip olan sosyalistler, Fransa’da 23 Nisan’daki ilk sınavda tarihi bir hezimet yaşadılar. Sosyalist partinin adayı Benoit Hamon oyların yüzde 6’sını alabildi.
Sosyalistlerin, ağızlarıyla kuş tutsalar sandıkta hezimet yaşayacakları önden belliydi. Macron daha yolun başında artık bu sosyalistlerden köy, kasaba olamayacağını saptadı.
Mesele ancak yalnız bunu kavramakla bitmiyor. Fransa’da V. Cumhuriyetin kuruluşu olan 1958’den beri hiçbir “bağımsız aday” Elysées’yi fethetmemiş. Hal böyleyken Macron’un bu kadar ilerlemesinin nedeni nedir? “Şans” unsuru dışında, her şeyi “üst akıl”, “dış mihraklar” ve “projeler”e indirgeyen kesimlerin yanıtı ortada: Macron büyük iş çevrelerinin ve bankaların adamıdır.
Olabilir. Rothschild Bankacısı, eski bir ekonomi bakanının arkasına “büyük finans”ı alması zor değil. Ama bu yeterli mi? Finans çevrelerinin desteklediği her aday büyük halk kitlelerinin oyunu alır mı? 


Obama tekniği uygulanmış
Meseleye bu açıdan baktığımızda Macron’un başvurduğu iletişim stratejilerinin bulunduğu yere çok büyük katkı yaptıklarını görüyoruz. Fransa’nın cumhurbaşkanı adayı zamanında kendisi gibi hiç kimsenin tanımadığı bir isim olan Obama’nın yöntemlerini kullanmış. 2008’de Obama’yı hızla Beyaz Saray’a taşıyan iletişim teknik ve stratejilerini uygulamış. Bu iş için ABD de, Obama kampanyasında çalışan Fransız gençlerini transfer etmiş. Bunların arasında öne çıkan 3 isim var: Guillaume Liegey, Arthur Muller ve Vincent Pos.
Paris’te kendi isimleri altında bir siyasi danışmanlık ve teknoloji şirketi kuran bu gençler, Macron’a, kapı kapı ikna yöntemiyle üzerinde çalışılacak özel seçmen-mahalle algoritmaları çıkartmışlar. “Google”a adlarını yazdığınızda önünüze hemen “LiegeyMuller- Pons” isimli bir site geliyor. Sitenin girişinde üç kafadarın Obama kampanyasında tanıştıkları ve en yeni siyaset teknolojilerinde uzmanlaştıkları yazıyor. “Big data” yardımıyla “sıfırdan kalkışa geçen” kampanyalara danışmanlık verdikleri anlatılıyor. 

CHP’ye rağmen yüzde 49
Siyaset artık -heyhat!- ideoloji değil, büyük teknolojilerin işi.
Bunları sade Macron olgusunu merceğe almak için yazmadım. CHP için bu serüvenden çıkarılacak hiç ders yok mu?
Referandumda alınan son yüzde 49’a bakmayın... O, CHP yüzünden değil, CHP’ye rağmen alınan bir sonuç. Kendisi de bunun ayırdında olan parti, kampanyaya nitekim “CHP” logosunu vermedi...
“Şaibeli seçimi” izleyen ataletli tutumlarına gelmeden önce... tüm büyük dönemeç sandık sınavlarında olduğu gibi bu kampanyada da alabildiğine pasif kaldılar.
Seçmen algoritmalarını bırakın, “Google”dan indirildiği iddia edilen rastgele bir kız çocuğu üzerinden hazırlanan reklam panolarının basitliği ve kullanılan propaganda şarkılarının sıradanlığı, baştan savmalığı bile bu partiden artık ümit kesmeye yeterdi. Sanki hepsi kapıdan geçen bir reklamcıya yaptırılmış, kendileri bile ürünlerine en baştan inanmamış gibiydi.
Modern siyaset teknolojilerinin kullanıldığı dünyada, “Düşmez şaşmaz bir Allah, ‘Hayır’ olur inşallah” şarkısı da nedir allahaşkına?
“Hayır”cıların, amatör olanaklarla hazırladığı videolar ve tanıtımlar dahi çok daha güçlü, umut verici, başarılı ve etkileyici olabildiler. Ama onlar da son tahlilde sosyal medyadaki belli çevreler içinde kalıyor, Obama ve Macron örneklerinde gördüğümüz üzere geniş seçmen kitlelerine ulaşamıyordu.
Diyeceğim o ki, 2019’a bu sürüklenmeyle varamayız. Ya CHP’yi bu köhnelikten kurtarmak; ya artık başka yeni oluşumlara yönelmek zorundayız.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Partili hâkim - ÖZGÜR MUMCU

Darbe girişiminden sonra en çok tartışılan ve üzerinde neredeyse bir milli uzlaşmaya varılan konu devlet görevinde “liyakat”ın esas alınmasıydı. Gülen cemaatinin devletin her kademesine sızmakla kalmayıp bir de darbeye kalkışmasından sonra iktidar sabah liyakat diye kalkıp akşam liyakat diye yatıyordu. Ertesi sabah yeniden... 
 
Cemaatin, Emniyet ve orduya sızmasının senelerce acısını çeken, iktidara muhalif kesimler de bu uzlaşmaya derhal katılmıştı. Zaten kimsenin karşı çıkmayacağı basit bir ilkeden bahsediyoruz. Atamalarda liyakatin neden dikkate alınmadığı, cemaat sızıntısının neden engellenmediği, Gülenciler hakkındaki 2004 tarihli MGK raporunun neden hasır altı edildiği, YAŞ’ta ihraç kararı alınmayarak kimlerin önünün açıldığı, iktidar destekli siyasi kumpas davalarıyla ordu içindeki sızıntının bir sel haline gelmesine nasıl yol açıldığı sorgulanmadı. 
 
Sonu darbe girişimine kadar giden cemaat meselesinde, bu karmaşık örgütün hazırlık hareketlerinde bilfiil ve canla başla yer alan iktidar çevreleri bırakalım yargılanmayı, kendilerini en büyük “FETÖ” düşmanı ilan etti. 
 
Böylelikle darbeyle mücadele elbette eksik kaldı. Eksik kalmayı geçelim, mücadele cemaatle yakından uzaktan ilgisi olmayan kesimleri hedef alarak 12 Eylül’ü aratacak genel bir muhalif tasfiyesine dönüştü. 
 
Hal böyleyken, 15 Temmuz ertesinin en önemli başlıklarından liyakat da unutuldu gitti. İşi, ona layık olana, ehil olana vermek gibi basit bir kural işletilmedi. 
 
Malum, yargıdan binlerce hâkim ve savcı OHAL KHK’si ile ihraç edildi. Böylesine toptan ihraçların hukuka uygunluğu tartışmasını şimdilik bir kenara koyalım. Bu hâkim ve savcıların yerine yenilerinin gelmesi gerek ki, yargı felce uğramasın. Mahkemeye işi düşen herkes fark etmiştir ki, felç hali ciddidir. Peki, yeni atamaların liyakate uygun yapılması için ne yapıldı? 
 
Hâkim ve savcı adaylığına mülakata çağrılma hakkı kazanmak için yazılı sınavda en az 70 almak gerekiyordu. Derhal bir OHAL KHK’si çıkarıldı ve bu baraj kaldırıldı. Yani yazılı sınavdan aldığı not ne olursa olsun, asgari bir hukuk bilgisi olup olmadığına bakılmaksızın herkes mülakata çağırıldı.
Sonuçta ne oldu? Belli ki ne bekleniyorsa o oldu. Önceki gün CHP milletvekili Barış Yarkadaş, yeni atanan hâkim ve savcıların AKP il ve ilçe örgütlerinden, milletvekili adaylarından seçildiğini ileri sürdü. İddia, Adalet Bakanlığı’nın aldığı 900 hâkimden 800’ünün AKP’li olduğu. Mülakat yazılı sınavdan 80 alanı eleme, mesela 50 alanı ise hâkim yapmaya imkân tanıyor. AKP milletvekili adayı, yöneticisi ya da AKP’li belediyelerin avukatı 800 kişinin baraj kaldırıldıktan sonra hâkim olarak atandığı iddiası şayet gerçekse bu tam bir rejim değişikliği ilanıdır. 
 
Tek parti rejimi, yargıyı partinin bir komisyonuna dönüştürüyor demektir. İhraç tehdidi başlarının üzerinde sallanan hâkimlerin bağımsızlığı zaten neredeyse yoktu. Doğrudan AKP’li hâkimlerin atanması durumundaysa yargı muhalifleri içeri atmadan evvel biraz soluklanma yeri haline gelir. Bu da kâğıt israfından başka bir şey değil. 
 
Vatandaş başka partiden belediye başkanı seçer, kayyım atanır belediye AKP’ye bağlanır. Vatandaş hâkimin önüne çıkar hâkim AKP’li. Vatandaş hayır oyu verir, oy pusulaları mühürsüz. Ne yapsın vatandaş? 
 
Kuvvetler ayrılığı yoksa, hâkimler partiliyse adalet yoktur. Madem adalet mülkün yani devletin temeli, o vakit devlet ne kadar vardır? Parti devleti, o partinin dışındakileri devletsizleştirmek demektir. Anayasasızlık ve devletsizleştirmek her coğrafyada özellikle bu coğrafyada felakete davet demek. 
 
Yarkadaş’ın iddiaları derhal aydınlatılmalı.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

28 Nisan 2017 Cuma

Hangisi? - Meriç Velidedeoğlu

Referandum sonrası toplanan İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde yıllık “çalışma Raporu” görüşülürken, CHP’li üyelerin, hesap-kitap soran haklı eleştirilerini yanıtlamaya çalışan Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bir ara bunalıp, “Beyninizle düşündüğünüzü, kalbinize sorun!”, yani “aklı bırakın” dedi, hemen ardından da “kalp asla yanıltmaz!” diye bastırarak vurguladı.
 
“TV” izlerken bu konuşmayı duyduğumda, kalp ile akıl bağlantısını, bu doğrultuda konu edinen düşünce sisteminin babası, “900 yıllık” İslam düşünürü “İmam Gazzali”yi anımsadım.
Bilindiği gibi, Osmanlı’da da kabul gören düşünce akımı buydu; kuşkusuz yıkılışının da önemli nedenlerinden de biriydi...
Ne var ki, “ayrım”ın altını çizmeliyiz; Gazzali, kısaca, “dinin akıl terazisine vurulmamasını, kalp yoluyla, gönül yoluyla algılanmasını” istediği, dolaysiyle de felsefeyi, özgür düşünceyi dışladığı vurgulanır. 
 
Topbaş’a gelince, dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olan, İstanbul’un, Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görevli olarak, “21. yy’ın” getirdiği kaçınılmaz ihtiyaçlarını, isteklerini karşılamak, kısaca bu; dolaysiyle gereken temeli “akıl” olan bilimin sağladığı yöntemlerle, araçlarla sorunları çözmek.
Yine de Topbaş’ın bu gerçeği görmesini -13 yıl sonra da olsa- unutmamalıyız. “Üç dönemdir başkanlık yapıyorum. Bu son dönemim!” dedi; peki bu da akıllıca bir karar değil mi?
Ama yine de aklının bu isteğini, kalbine danışması için önünde çok zamanı var... 
 
Ve değerli dostlar, Topbaş’ın bu kararında önceki “ İBB Başkanı R. Tayyip Erdoğan” gibi öyle tepelere çıkma isteğinin olmamasının -ya da olanaksız oluşunun- etkisini de unutmamalı.
R. T. Erdoğan’ın, bu göreve ve bundan sonrakilere nasıl hazırlandığı, “ABD”nin elçisi, “Abramowitz” ile sıcak dostluğu; “ABD”ye gidiş-gelişler, “Hedefimiz İslam Devletidir!” haykırışları, Obama’nın “Ilımlı İslam Devleti” düzeltmesini de unutmamalı.
Hele, “Hem Müslüman hem laik olunamaz! Ya Müslüman olacaksınız, ya laik!” çağrılarını da...
İkinci basamakta, “Başbakan” olduğunda da, bunları hiç söylememiş gibi, “İdeal devleti tanımlamak için, Anayasamız dört tane unsur tespit etmiş. ‘Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’. Bu dört taneden biri eksik olursa, ideal devlet de eksik olur!” diyebiliyor; ardından da bakın ne diyor: “Bunun dördünü de aynı derecede değerli buluyoruz, bunların bir tanesinden bile taviz vermeyi asla düşünmüyoruz!..”
 
Ve bunları -kendi kendimize gelin güvey olurken, söylemiyor- İstanbul’da “12-15 Mayıs 2007”de yapılan Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) 56. Dünya Kongresi’nin kapanış konuşmasında dile getiriyor. 
 
Ayrıca kapanıştaki basın toplantısında da, “Demokrasi, tanımı gereği özgürlükçüdür!” diye vurgulamaktan da kendini alamıyor. 
 
Sakın “pes!” demeyin; dahası da var; yabancı gazeteciler -özellikle Herald Tribune, Neue Zurcher Zeitung’un temsilcilerinin “Ordunun rolüne tek kelime değinmediniz, neden?” sorusuna da yanıt gecikmez, yukarıda sözü edilen dört unsuru, “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti”ni sayıp, “Bunlardan taviz verilmeyeceğinin güvencesini, ordumuz sağlamakla yükümlüdür!” der... 
 
İşte bu kadar! Yetmez mi? 
 
Biz bir kenara, “AB”ye bile yetmiş artmıştı, üçüncü sınıftan ikinci sınıfa geçirilmemiz için... Var mı, yok mu Erdoğan!.. 
 
Topbaş’ın, bu basamakları çıkmasına olanak yoksa, ya da istemiyorsa, “21. yy”da bir “Gazzali Müridi(!)” olmak da yeter artar herhalde... 
 
Ne dersiniz?


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Dışişleri dinbazlık yapıyor - ALİ SİRMEN

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Strasbourg’da önceki gün yaptığı toplantıda, Türkiye’yi 13 yıl sonra bir kez daha denetlemeye almış bulunuyor. 45 ret ve 12 çekimsere karşılık 145 oyla alınan kararın ertelenmesini bekleyenlerin umutları boşa çıkmıştır. Herhangi bir erteleme kararının çıkmamasının nedeni Haziran 2016’dan bu yana 3 genel kurulda demokratik taleplerinin karşılanması yolunda adım atacağı vaadinde bulunan AKP iktidarının bu doğrultuda hiçbir şey yapmamış olmasıdır.

Parlamenterler Meclisi’nin HDP’li üyeleri Türkiye’nin denetlemeye alınması yönünde oy kullanmışlardır.
Bu davranışın demokrasiden yana saf tutan bir tavır olduğunu kabul etmek gerek.
Çağımızda, kendi ülkesinin iktidarının demokrasi ve insan haklarını çiğneyen icraatlarına, ulusal dayanışma adına sahip çıkmak, yurtseverlik değil, şovenizmdir.
Demokrasilerin ve demokratların, yurtseverlik ile şovenizmin karıştırılmasına tahammülleri olmadığı gibi, HDP’lilerin davranışlarının da ayıplanacak, kınanacak bir yanı yoktur.
Utanması ve kınanması gerekenler, davranışlarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin politikasını demokrasi ile temel hak ve özgürlükler talepleriyle ters düşürenlerdir. 

***
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye Cumhuriyeti’nde iktidarın dizginlerini ellerinde tutanlardan talebi, OHAL’in mümkün olduğu kadar çabuk kaldırılması, OHAL ile doğrudan ilişkili olmadıkça KHK çıkarılmasına son verilmesi, KHK’ler ile toplu halde kamu görevlerinde işten çıkarılmalara son verilmesi, yargılanmayı bekleyen tüm parlamenterlerin serbest bırakılması, yargılanmayı bekleyen tüm gazetecilerin ve aydınların serbest bırakılması, OHAL Araştırma Komisyonu’nun kurulması ve adil yargının garanti altına alınması, AKPM kararları ve Venedik Komisyonu tavsiyeleri ışığında ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların acilen atılması, referandumun meşruiyeti konusundaki kuşkular giderecek, AKPM ve Venedik Komisyonu standartları doğrultusunda ifade özgürlüğünü iyileştirecek adımların atılması gibi hususları kapsıyor.
Hepsi demokratik ölçütlerin uygulanması anlamını taşıyan bu hususlar, Türk halkının çoğunluğunun da talepleridir aynı zamanda.
Hiçbir demokratik devletin hiçbir organı bu tür taleplere neden karşı çıktığını inandırıcı biçimde açıklayamaz. 

***
Nitekim, Assamblenin kararından sonra Ankara’dan gelen açıklamalar da, taleplere neden karşı olunduğunu belirtmemekte, yalnızca genelde Avrupa’yı, özelde de AKPM’yi suçlamakla yetinmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı açıklamada, kararın tamamen siyasi olduğunu ve tanımadıklarını açıklamıştır.
Avrupa Konseyi, üyelerinin demokrasinin ve hukukun temel ilkelerine sadık olan, bu hususlarda ihlallere göz yummama politikasında birleşmiş olan ülkelerin oluşturduğu bir birliktir, Parlamenterler Meclisi’nin hukukun ve demokrasinin temel ilkelerine uymayanlara göz yummama yönündeki politik kararının neresinin neden eleştirildiğini anlamak mümkün değildir.
Kararın tanınmamasına gelince: AKPM, Anayasa Mahkemesi değildir ki, boynu Beştepe karşısında kıldan ince olsun! AKP iktidarı kararı tanımaz, gereğini yapmaz ise yeni kararlar ve yeni yaptırımlar, 25 Nisan kararlarını izleyecektir.
Dışişleri ise, kararı İslamofobiyi de körükleyen siyasi bir operasyon olarak niteleyerek kınamakta ve ilişkilerin gözden geçirileceği uyarısını da unutmamaktadır.
Bu tavrıyla Dışişleri dinbazlık, yani din bezirgânlığı yapmaktadır. AKPM’nin kararının ve bu karara yönelik müzakerelerin hiçbir yerinde, AKP iktidarının, demokrasi özgürlük ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ölçütlerine aykırı politikaları İslam ile ilişkilendirilmiş değildir ki İslamofobi yapılmış olsun.
Konuyu İslama bağlayan bizzat Dışişleri olduğuna göre, İslamofobiyi kışkırtanın da o olduğu açıkça görülüyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Yeni Türkiye’nin isim babası kim? - TAYFUN ATAY

“Yeni Türkiye”, dinbaz iktidarın elinde her kapıyı açan bir “mastır anahtar”.
Kendisine yönelik her doğru itirazı yanlışlayan, her yanlışını “doğrultan”, her haklı eleştiriyi haksızlaştıran, her muhalif sesi susturan bir sihirli değnek.
Hak, hukuk, adalet açısından içine yuvarlanılan çukurlardan hiçbir şey olmamış gibi tekrar yukarıya tırmanma gayreti içinde kullanılan bir merdiven.

Eski mağdurluklardan şimdi mağrurluğa sıçramış, mazlum edebiyatından muktedirlik sanatına geçiş yapmış, zulmetten zulme yol tutmuş olmayı görmeme/göstermeme için bir göz bağı.
“Yeni Türkiye”, insanlıktan sınıfta kalarak sürekli kazanılan bir iktidar yarışının sahte başarı belgesi…

***
“Eski Türkiye” diye kanırta kanırta öcüleştirerek işaret ettikleri askeri vesayet yerine oturtulmuş dini vesayeti “Yeni Türkiye” adı altında bir şirinlik muskası gibi yutturmaya çalışıyorlar.
Peki, hiç düşünüyor musunuz AKP’yle ilişik şekilde kullanılan bu “Yeni Türkiye” tabiri hayatımıza ilk ne zaman ve kim tarafından takdim edilmiş?
Kendi adıma tabirin popülerleşip adeta her ağıza pelesenk olmasının Gezi olayları sonrasında yoğunlaştığını hatırlıyorum.
Onun öncesindeyse kullanımının iktidarla bağlantılı muhafazakâr ya da liberal siyasi-entelektüel çevrelerle sınırlı ve kısıtlı olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede kullanımın önünü ilk açan da sanırım 2010 anayasa referandumu oldu.
2011 genel seçimi ardından (yüzde 50 oyun verdiği özgüvenle) “post-Kemalist” Türkiye ifadesiyle birlikte “Yeni Türkiye” tabiri de AKP içinde ve ona yakın elit-entelektüel, akademik ağızlarda daha çok şakırdatılmaya başlandı.
Fakat bu tabirin çok daha geriye doğru iz sürümünü yaptığımda benim karşıma “bomba” gibi bir veri çıkıyor ki ona dokunmaya korkuyorum! Alimallah, patlarsam yanarsın dercesine bakıyor bana o!..

***
2007 yılında Amerika’da (Washington DC) yayımlanmış bir kitap, “The New Turkish Republic” başlığını taşımakta.
2008’de “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” başlığıyla Türkçe çevirisi yapılıp Timaş Yayınları tarafından basılan bu kitabın yazarı Graham Fuller.
Yani CIA Türkiye masası eski şefi!..
Fuller, alt başlığı “Yükselen Bölgesel Aktör” olan “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında bize bir iktidar koalisyonunun 2002’den itibaren el ele, kol kola, gönül gönüle vererek “paralel” yol tutuşunu ballandıra ballandıra anlatıyor.
Kitabın ağırlık merkezi olan “Türk İslamı’nın Yeniden Yükselişi” başlıklı 6’ncı bölüm, iki ana alt-bölüme ayrılmış. Birinci alt-bölümün başlığı, “Adalet ve Kalkınma Partisi”. İkincininki ise (evet, doğru tahmin!) “Fethullah Gülen Hareketi”.

***
O 6’ncı bölümden rastgele gözümüze takılan satırları okuyalım:
“Ağustos 2001’de kurulan AKP, Türkiye’de bugüne kadar gelmiş İslamcı partiler serisinin açık ara en ılımlı, en profesyonel ve en başarılısı olmuştur. AKP resmen İslam ile kendisi arasında herhangi bir formel bağ kurmaktan uzak durmakta ve sekülarizm veya ‘laisizm’i demokrasi ve özgürlüğün bir ön şartı kabul etmektedir. AKP’nin Avrupa Birliği’ni kucaklaması, AKP platformunun en başarılı ve akıllıca yönlerinden biri olmuştur. Bu politika, partinin ülke içindeki seçmen desteğine ve dışarıdaki imajına büyük oranda katkıda bulunmuştur” (s. 102, 103, 105).
Bir de ikinci alt-bölüme bakalım:
“AKP iktidara geldiğinden ve oldukça ılımlı, pragmatik ve üretken bir siyasal platform benimsediğinden beri Gülen hareketi AKP’ye yönelik eleştirisini büyük ölçüde azaltmıştır. Bunun sonucu olarak, ikisi arasındaki ilişkiler bugün geçmişte olduğundan çok daha iyi durumdadır. Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak AKP’ye katılmıştır” (s. 127, 128).

***
Nereden nereye diyorsunuz değil mi?!
O günden bugüne ne çok şey değişmiş, ters dönmüş, altüst olmuş ve “kanka”lar kanlı-bıçaklı duruma gelmiş, değil mi?..
Değişmeyen bir tek şey var ki o da “Yeni Türkiye” adı…
O adın mucidi bile değişmiş durumda! Gülen takviyeli AKP’yi İslamcılığın liberal-kapitalist, diğer deyişle “ılımlı” sürümü olarak onaylayan Fuller, 2015’e gelindiğinde artık AKP ve Erdoğan’ı İslam ve demokrasi ilişkisi açısından bir hayal kırıklığı olarak niteleme noktasına varacaktır.

***
İşte size bugün bu iktidarın yere göre sığmaz “Yeni Türkiye” tabirinin altyapısı, arka plânı ve doğuş serüveni üzerine bir çerçeve.
Kim, ne zaman, hangi bağlamda, nelerle ve kimlerle ilişkili geliştirip kullanmış, görün…
Ve iç rahatlığıyla, dilinizde bir yanma hissetmeksizin kullanabiliyorsanız, kullanın!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

25 Nisan 2017 Salı

Umut… - ORHAN AYDIN

-Kapanacak bütün kapılar. Oh ne güzel, sen rahat ben rahat. Kimseler koca ülkede ne olup bitiyor bilemeyecek.
-Kolay mı ağabey?
-Kolay tabi. Hem duyunca ne oluyor ki, iki bağırtı çağırtı sonrası dürülüyor ses çıkaranların defterleri. Bak AGİT gözlemcilerine, ‘PKK’ damgası vuruldu, heyetin işi bitti!
-Yok, o komik biraz, kimse inanmadı.
-Nasıl inanmadı. Bütün kanallarda yandaş tüm yorumcular aynı cümleyi kurarak saldırdılar AGİT’e. Gazeteler manşete taşıdı. Herken sen mi, %50 ne güne duruyor?
-Dünya ne diyecek bu duruma?
-Ne derse desin. Umurunda olan mı var. Rest çektiler. En son Adalet Bakanı, ‘YSK kararları hiçbir yargıya taşınamaz, bu iş bitmiştir’ dedi.
-Halk görüyor ama gerçeği, meydanlar boş değil ‘Hayır Kazandı YSK Çaldı’ diye binler yürüyor.
-Buna da bir kulp bulundu. ‘Muhalefet kaybetmeyi sindiremedi, halkı sokağa döküyor, sonuçlarına katlanırlar’ diye açıklamalar yaptılar.
-Hukuksuzluk, insanların düşüncelerini söyleme önüne konulan en büyük engel.
-Yasakçılık. İşlerine gelmeyen her şey yasak. OHAL ve KHK ne güne duruyor? Ne derlerse o. Dışına çıkan ‘terörist’, ‘hain’, ‘kışkırtıcı’ ilan ediliyor. Kim olursan ol yersin damgayı boş bir çuval gibi konursun bir köşeye!
-İnsanları referandum sonuçlarını tanımıyor diye gözaltı yapıyor, tutukluyorlar.
-Bu güne kadar ‘hayır’ çalışması yürütenlerden, 2 bin 462 gözaltına alındı, bunlardan 453 tutuklandı ama halk susmuyor, 23 Nisan günü ülkenin her yerinde protestolar vardı. Bence asıl yanıt 1 Mayıs günü verilecek.
-Bunlar bize faşizm altında yaşamayı öğretmenin peşindeler.
-Hem ülkede hem dünyada itibar sıfırlandıkça baskı denen zulüm yasallaşır. Astığı astık, kestiği kestik, dediği dedik. Yasalara filan, uygulayıcılarına falan gerek yoktur. Mahkemeler göstermelik mesai yaparlar. Önceden verilen kararlar uygulanır. Bir ağızdan çıkan söz emir kabul edilir. Abartı değil, bugün istense sokağa çıkanların tamamı RTE ve YSK’ na hakaretten içeri atılabilirler.
-Yok, o kadar da değil.
-O kadar, yetmedi fazlasını yapabilirler. Emir kulları emri uyguladıkları sürece sorun yok. Karşılarında yalnızlaştırılmış, ötekileştirilmiş, düşman edilmiş örgütsüz milyonlar olduğunu biliyor. Yapamayacağı yok. Onurlu ve erdemli insanların örgütsüzlüğü onun için en büyük avantaj.
-Şimdi şu uyum yasaları süreci başlayacak, hiç gürültü çıkmayacak mı sanıyorlar?
-Susturacaklar, ‘Halkın iradesine karşı çıkmak vatan hainliğidir’ demeye başladılar.
-Tartışmayacaklar yani.
-Tartışmayacaklar, 18 madde dayatmasını tartıştılar mı, hayır. Şimdi işleri daha kolay.
-Önce partinin başına geçecek ardından HSYK meselesi çözülecek gerisi çorap söküğü.
-Evet. Susarsak komite komite örgütlenip direnişi güçlendiremez yavanlaşırsak olacağı bu.
-Geçen gün Direklerarası Seyirci Ödüllerini izledim ağabey, yüreğim coştu.
-Bizim için umut orada işte. Ses çıkaran yaratıcılarda, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, hırsızlığa, talana hayır diyende ve bunun için üretende.
-Gençlik bir umut ışığı, sahne de sokakta, hayatın her alanında.
-Tarihsel bir sorumluluk birden bire geldi ve insanlarımızın yüreklerine, akıllarına yapıştı. Aynı sorumluluğu yeşertecek milyonlara gereksinme var. Örgütlenmiş ve söz birliği etmiş milyonlara.
Baharı çaldılar deyip susmayan, başka mevsimlerinde bahar kadar güzel olduğunu bilen, çocukların gözyaşlarına el sürüp, haramilerden hesap soran milyonlara.
-Umut güzel şey.
-Yaşanmıyor, usta haklı, umutsuz yaşanmıyor.
İş ki umut hep diri kalsın gerisi kolay. Çiçeklenir her mevsim, kış ortasında bahar gelir, şaşarsın.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Nereye götürür? - EROL MANİSALI

İktidar gücünü ellerinde bulunduranlar, “yaşanan olayların Türkiye’yi (ve kendilerini) götüreceği durumun” ne kadar farkındalar? 

 
Erdoğan ve AKP yönetimi, “İktidarda kalmak için her şey yapılır” uygulamasındalar mı? Hukukun çiğnenmesi, haksız rekabet ortamının planlı bir biçimde yürütülmesi toplumu ve ülkeyi nereye götürecek?
- Kutuplaşmayı sistemli bir biçimde derinleştirmek toplumun (ve ülkenin) bölünmesi sonucunu doğurur.
- Eşitsizlik ve antidemokratik ortam içinde, baskıyla yürütülen halkoylamasından, “toplum yararına bir sonuç” beklenebilir mi?
- BOP’un tam ortasına küresel güçler tarafından mıhlanan Türkiye’nin, içerde de iktidar güçleri tarafından karpuz gibi bölünmesi acaba kimin işine yarıyor? Kısa vadede, zafer kazandığını sanan taraf, “aslında Türkiye’ye kurulmakta olan kumpasın bir parçası” haline gelmiyor mu? Aynen, FETÖ’nün 15 Temmuz kumpasında düştüğü yanlış gibi. 
 
FETÖ kumpasına karşı haklı olarak yürütülen operasyonlar, içerdeki “evet-hayır” bölünmesini ve hukuk dışılığı derinleştirerek sürüyorsa sonuç yine FETÖ’nün arkasındaki üst akla yaramaz mı?
Aynen Trump’ın Suriye füzeleri için, “el sıkışmada olduğu gibi”: Kazanan BOP ve arkasındakiler olur. 
 
Siz de Barzani’nin bayrağını diktirip, “evet” için onunla anlaşmak zorunda bırakılırsınız. Yarın da YPG’yi, bastıra bastıra sizinle masaya oturturlar. 

Demokrasi, iktisat ve siyasal İslam
İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti bugünlerde 41. İktisatçılar Haftası’nda demokrasi, iktisat, siyaset ilişkilerini tartışıyor. 41 yıl önceki ilk toplantıda Feridun Ergin, Sevim Görgün, Gülten Kazgan, Yüksel Ülken, Akın İlkin ve bendeniz boy göstermiştik.
Bugün yapılan toplantıda demokrasi, siyaset ve iktisat bağlarının tartışılması ne anlam taşıyor?
Uygulamalar ile akademisyenlerin akılcı ve bilimsel tartışmaları arasında hiçbir bağ kalmamış ise iş bir kurgu filmi halini alıyor ve sadece tarihe düşülmüş bir not olarak kalıyor.
Fiilen yaşamakta olduğumuz uygulamalara bakın: İktisat mantığı ve bilimsellik; dış politikanın akılcılığı ve ulusal çıkarlar penceresinden değerlendirdiğimizde ne görüyoruz? Siyasal İslam aracılığı ile iktidarda her ne pahasına olursa olsun kalmanın ve rejimi değiştirmenin, iktidar tarafından uygulandığı bir ortam. 
 
Anayasa işletilmiyor, Meclis fiilen bertaraf edilmiş: “Güç bizde, elimizde, her istediğimizi yaparız” vaziyeti ile yüz yüzeyiz. Akademisyenlerin toplantılarda ileri sürdükleri fikirlerin uygulamada talebi bulunmuyor. 
 
Demokrasi, hukuk devleti ve toplumsal refah tartışmaları ile üretilen “ürünü” yönetim görmek istemiyor. Adeta, talebi sıfır olan bir hizmet ya da mal gibi tarihe not düşülüyor.
Kansere yakalanmış, yataktaki hastaya Prof. Karatay’ın lahmacun tavsiyesi gibi bir şey. Ama son 40 yılda İktisatçılar Haftası’nda biz neler konuştuk neler: Bir zamanlar söylediklerimizle hükümet uygulamaları arasında bir bağ vardı; Meclisler ve hükümetler çoğunlukla “üretilen hizmeti”, içtenlikle talep ederlerdi, kullanmaya çalışırlardı. Başbakanlarla bu etkinliklerde yüz yüze uygar insanlar gibi tartışırdık, sansürsüz. 
 
Katılımcı demokrasi kısmen de olsa çalışırdı. Ama durum bugün çok farklı. Yönetim, TÜSİAD’dan işçi sendikalarına, Almanya’dan İran’a herkesle kavgalı. Yakınlaştıklarımız Körfez ve Afrikalı garibanlar. 
 
Ama yine de demokrasiyi, akılcılığı, çağdaşlığı, laikliği ve insanlığı savunmayı sürdürmek zorundayız. İktidarı elinde bulunduranlar talep etmeseler bile...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

‘Son laik YÖK Başkanı’ - ALİ SİRMEN

YÖK’ün kurulduğundan bugüne kadar görev yapan 7 başkanından biri olan Prof. Dr. Erdoğan Teziç’i bugün toprağa veriyoruz. 



Galatasaray Lisesi’nden ağabeyim olan Erdoğan Teziç, öğrencilik yıllarımda okulun yenilmez voleybol takımının milli formaya kadar yükselmiş kaptanı idi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrencilik dönemimde asistan hocam da olan Erdoğan Teziç, daha sonra anayasa kürsüsünde profesör iken Galatasaray Lisesi Müdürlüğü ve Galatasaray Üniversitesi Rektörlüğü yapmış, zaman içinde arkadaşlık dostluk ilişkilerimizin geliştiği bir ağabeyimdi.
Erdoğan Teziç’in son resmi görevi, 2003- 2007 yılları arasında sürdürdüğü YÖK Başkanlığı idi. Ölüm haberinde de Erdoğan Teziç’in son laik YÖK başkanı olduğu vurgulanıyordu. Gerçekten de ülkemizin seçkin anayasa hocalarından olan Erdoğan Teziç, laikliğin, demokrasinin onsuz olmazı olduğunu hep savunmuş, bütün yaşamı boyunca bulunduğu görevlerde olduğu gibi, YÖK Başkanlığı sırasında da konuda çok duyarlılık göstermişti.
Ama kabul etmek gerekir ki ne Erdoğan Teziç’in ne de yine bu konularda herkesçe bilinen duyarlılığı yüzünden AKP iktidarınca, FETÖ’cü kumpas sonucu içeri atılan Kemal Gürüz’ün çabaları, kendi dönemlerinden sonra,YÖK’ün yeniden yükseköğretimden laik ve özgürlükçü kadroların tasfiyesinin aracı kurumu haline gelmesini engelleyebilmiştir. 

***
Teziç ve Gürüz’ün, engellemek için büyük çabalar gösterdikleri bu duruma gelinmesinde tabii ki sorumlulukları yoktur.
Çünkü, üniversitede özgür bilimsel araştırma ve eğitimin temel taşı olan laiklik, 12 Eylül rejiminin armağanı YÖK gibi, siyasi iktidarın vesayet aracı olan bir kurum tarafından korunamaz.
Nitekim korunamamış ve daha Kenan Evren’in bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu görüp, ilk YÖK Başkanı olarak atadığı İhsan Doğramacı zamanından başlayarak, birçok laik öğretim görevlisi tasfiye edilirken laiklik karşıtı kadroların yüksek eğitimde yuvalanmalarının da temeli atılmıştır.
Türkiye’deki tüm kurumlar genelinde olduğu gibi, yükseköğretim özelinde de, laiklik en büyük iki darbeden birini 12 Eylül döneminde yemiştir. Bu dönemde, Erbakan’ın iktidar günlerini aşan baskılar yapılmış, tasfiyeler gerçekleştirilmiştir.
İşin en ilginç yönü de, 12 Eylül’ün baskı yöntemlerinin resmi gerekçelerinin başında ayrılıkçı bölücü terör ve irtica ile mücadele bahanesi bulunmasıydı.
Bu durumda şaşacak bir yön yoktur, demokrasinin hiçbir kurumu demokrasi dışı yöntemlerle, baskıyla, yasakla korunamaz, laiklik de buna dahildir. 

***
Özgür bilim ve öğretimin güvencesi özerk üniversite de, laik eğitim de, ancak demokrasinin denge ve denetim kurumlarının tam olarak işletilmesi ve halkın uyanık siyasal bilincinin bunların bekçiliğini sırtlanmasıyla sağlanabilir.
Bugün vardığımız noktada ise, üniversite içindeki en büyük baskı ve tasfiye kurumu YÖK olmaktan çıkmış, onun yerini bizzat yürütme erki almıştır. Her alanda olduğu gibi burada da AKP iktidarı 12 Eylül yönetimine rahmet okutan uygulamalar içindedir. Artık üniversitelerde tasfiyeler OHAL KHK’leriyle yapılmakta, bu yöntemle atılanların oranının 12 Eylül tasfiyelerinin yirmi katına yükseldiği herkesçe bilinmektedir.
Pazar günü yitirdiğimiz değerli hocamız Erdoğan Teziç, Cumhuriyetçi, laik, özgürlükçü, dürüst, doğru bildiğini çekinmeden söyleyen yiğit bir bilim adamı ve aydındı. Erdoğan Teziç’in vasıflarına sahip kişiler, bugün değil YÖK’ün başına atanmak, herhangi bir üniversitenin kapısının önünden geçmek imkânına bile sahip değillerdir.
Bu duruma çare olabilecek laik demokrasinin güvencesi olan halkın sivil laik bilinci ise, Erdoğan Teziç gibi yürekli bilim adamlarının yorulmak bilmez çabaları ve de vatandaşın AKP iktidarının icraatına tepkisi sayesinde oluşmaktadır.
Ne var ki, bu arada da atı alan Üsküdar’ı geçmektedir...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

24 Nisan 2017 Pazartesi

‘Kutlu Doğum’un Noel’den farkı yok mu diyorlar Hocam? - TAYFUN ATAY

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez yakınmış Kutlu Doğum Haftası’nı bidat olarak nitelendirenler karşısında... 




“Bidat”, kabaca, dine aykırı, uydurma yenilik demek. Ama aslında bir dinin zamana yenik düşmemesi yolunda, değişen hayat içerisinde varlığını sürdürebilmesi için tarihsel olarak karşımıza çıkan kültürel girdilerdir bidatler...
Bidat, elbette sosyolojik çerçevede konuşmak gerekirse, dini zamana karşı ayakta tutan her şeydir.
Bidat avcısı için tarikat dine aykırıdır. Hâlbuki İslâm, Arap Yarımadası dışına Anadolu’ya, Afrika’ya, Orta, Güney ve Güneydoğu Asya’ya yayılıp bir dünya dini haline gelmesini en çok tarikatlere borçludur.
Bidat avcısı için mevlit dine aykırıdır. Hâlbuki mevlit, Müslüman ahalinin dinsel coşkuyu hissetmesinin önünü açan, bir bakıma inanca can katan, bu amaçla üretilmiş bir pratiktir.
Bidat avcısı için mezar, türbe, yatır ziyaretleri dine aykırıdır. Hâlbuki bu ziyaretler, çaresizlik içindeki insana dayanak olan dinin psiko-kültürel işlevini yerine getirdiğini görmemizi sağlayan etkinliklerdir.
Bunları ve buna benzer “bidat” denilen nice pratik ve anlayışı dinden çıkardığınızda geriye halk nezdinde soyut, kuru, cansız, kavranılamaz, uzmanlık isteyen, bu olmadığı için de nüfuz edilmesi çok zor bir “Kitabîlik” kalır.
Bidat avcılığına takıntılı Müslümana “Selefi” denir.
On dördüncü yüzyıl İslâm âlimi İbn Teymiyye’ye kadar izi sürülebilir Selefiliğin (ayrıntıya giremiyoruz, şimdiden köşeden taşma riskine girdik bile!).
Daha yakın tarihsel süreçte ise o, Vahhabilik olarak karşımızdadır.
Vahhabiliğin harcında da Osmanlı nefreti vardır.
Vahhabi için Osmanlı, bir bidat cennetiydi!..
Tarihsel İslâm’ı o an itibarıyla (18’inci yüzyıl) en karakteristik olarak temsil eden Osmanlı’yı dini bozmakla, böylece de Müslümanları geribırakmakla suçladı Vahhabiler.
Osmanlı’nın “bidat dinselliği” karşısında önerileri “öze dönüş”tü. İslâm’ın doğuş dönemine, Kuran’a ve gayet kontrollü ve ihtiyatlı şekilde de Sünnet’e (Peygamber’in söylem ve pratiğine) dönüş...
Bu, İslâmiyet’ten tarihi, tarihten de İslâm’ı çıkarmak demektir.
Sosyo-tarihsel açıdan, olmayacak duaya âmin demektir.
Ama etkili oldu, alıcı buldu, taraftar topladı, kitleselleşti ve hatta (El Kaide, IŞİD örneklerinde olduğu gibi) militanlaştı Selefi-Vahhabilik.
Ve işte, mevlide, kandile, türbeye, tekkeye, tarikate nasıl karşı çıkıyorlarsa Kutlu Doğum Haftası’na da öyle karşı çıkıyorlar.
Kuvvetle muhtemel ki “Kutlu Doğum”u, Hz. İsa’nın doğumuna atfen (evet atfen, çünkü İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğuna dair bir bilgi yok) kutlanan Noel’e özenti, esinlenme, öykünme sayıyorlar.
“Kutlu Doğum” bize, Türkiye’ye özgü bir dinî yenilik. Peygamber sevgisinin mevlit, “Salât-ü Selâm”, sünnet namazlar, “Sakal-ı Şerif” ziyareti ile aynı doğrultuda bir yeni aşaması.
Selefi, tabii ki bunu yerden yere vuracak, bidat diyecektir.
Başkan Görmez’i “çok yaralamış” bu ve şöyle konuşturmuş:
“Bu haftanın dinen bidat olarak adlandırılması asla doğru değildir. Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın hayatını anlatmak, bidat olarak adlandırılamaz. Peygamberimizin bir hafta boyunca dünyanın her tarafında Emin vasfının anlatılmasına hangi akla hizmet ederek bidat denir.”
Sayın Başkan, sen de gayet iyi biliyorsun ki Selefi-meşrep kafalar, tüm bu söylediklerine “Külahıma anlat” diyecektir.
Bu tartışma seni çok yaralıyor, tamam, ama bu Selefileri de memleketin laik/seküler dokusunu tahrip ede ede sizler palazlandırdınız be Başkan!..
Hâlbuki, inan bana, Selefiliğin panzehiri sekülerliktir.
Seküler toplumun bu memlekette ne mevlitle, ne kandillerle, ne Eyüp Sultan’la, ne de “Hırkâ-ı Saâdet”le bir meselesi oldu. Sen de biliyorsun, paylaştı bu sembolleri ve pratikleri kendince, karınca kararınca...
Hâlbuki sen ve kurumun, mesela bir yılbaşı kutlamasını yıllardır çok görmektesiniz bu topluma... Ve senin Kutlu Doğum’una karşı çıkanlarla yılbaşı gecesi Reina’ya saldıranlar aynı kumaştan, onu da gayet iyi biliyorsun!..
O yüzden gel şu “seküler Türkiye”nin gönlünü kazan artık!..
Siz seküler topluma yılbaşını zehir etmezseniz, hiç endişeniz olmasın, seküler toplum da Kutlu Doğum Haftası’na paydaşlık eder.
Ramazana, Kurban’a, oruca, mevlide paydaşlık ettiği gibi...
Yoksa daha çok duyacaksın “Kutlu Doğum bidattir” lâflarını.
Dua et “şirk” (Peygamberi Allah’a eş koşmak) dememişler Kutlu Doğum için...
Ama diyeceklerdir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Referandum, Erdoğan ve diyalektik dersleri.. - TANER TİMUR

Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu.
Zaten biliniyordu, bir kez daha kanıtlandı: Cumhurbaşkanı Erdoğan bir diyalektik ustası! Gerçeğin, zıtlaşmalardan ve çelişik tezlerin çatışmasından doğduğunu çok iyi biliyor! Yadsıma, germe, ötekileştirme: son kampanyada bu yöntemlerin hepsi kullanıldı. Oylamanın sonucu hakkında karışan kafaları da, Başkan, yine diyalektik yöntemle aydınlattı: Sağa döndü, tebrikleri kabul etti, “zafer”inde katkısı olanlara şükranlarını sundu; sola döndü, “zafer benim değil, sistemin; ben bir faniyim!” dedi ve böylece “sağ”la “sol”un sentezini gerçekleştirmiş oldu! Aynı bağlamda CNN International muhabirine de sağ veya soldan değil, futboldan geldiğini hatırlatıyor ve “aslolan kazanmaktır; 1-0 ya da 5-0 fark etmez!” diyordu.
Evet, Erdoğan usta bir diyalektisyen; fakat Hegel’in değil de Aristo’nun diyalektiğini kullanıyor! Kuşkusuz okuma ve incelemelere dayanan dürtülerle değil; daha çok, yaşayan Osmanlı değerlerinin güçlü bir taşıyıcısı ve temsilcisi olarak..

•••

Osmanlı medreselerinde Aristo mantığı, Porphyres’in “İsagoge”una dayanılarak, “İzaguci Risalesi” ile öğretiliyordu. Buna göre gerçeğe ancak zıt tezlerin çatışması ile varılabilirdi ve bunu sağlayan ilim dalı da “ilm-i cedel” idi. Böylece Osmanlı müderris ve suhteleri yüzyıllar boyunca aynı temalar etrafında “cedelleşip” durdular. “Münazara”ların bazen kanlı kavgalara dönüştüğü Ortaçağ Batı üniversitelerinde olduğu gibi, Osmanlı medreseleri de  “münazara” ve “cedelleşme”leriyle ünlüydü ve bu uygulamalar bizde Cumhuriyet döneminde de devam etti. Ne var ki “ayniyet” ilkesine dayanan bu yöntem, tarihi evrimi hesaba katmadığı için gerçeklere bir türlü ışık tutamıyor, toplumsal durgunluğun ifadesi oluyordu. Egemen sınıf ve zümrelerin istediği de zaten buydu. “Bir şey, aynı zamanda hem kendisi hem başkası olamaz; her şey kendisinin aynıdır ve aynı kalır!”; kural buydu! Hristiyan ve Müslüman öğretileri Aristo düzenine sadece kutsal bir kılıf geçirmişlerdi.

•••

Oysa Aristo’nun aksine, Hegel, hiçbir şey aynı kalamaz; her şey kendisini değiştirecek öğeleri kendi bünyesinde gizler ve çelişkiler içinde evrilir, diyordu. Tez ve anti-tezin oluşturduğu sentez, her ikisinden de fazla bir şeyler içeriyordu ve Hegel’e göre, tarihi yapan da buydu. Daha sonra Marx ve Engels, Hegel’de tarihin felsefe, felsefenin de tarih olarak sunulduğu “büyük anlatı”yı maddi temellere oturttular.

•••

Kimse nereden çıktı bu spekülasyonlar demesin; bu “referandum” topluma Aristo mantığıyla bakan, “Osmanlıyız! Osmanlı kalacağız!” diyen muhafazakâr ideolojinin sosyal dayanaklarını ortaya koydu. Anketler bu ülkede en muhafazakâr kesimlerin (köy ve beldeler), Türkiye ortalamasının hayli üstünde bir oranla (% 62) “evet” dediklerini gösteriyordu. Buna karşılık ülke çapında yüksek tahsilliler de aynı oranla “hayır” demişlerdi. Toplumun değişimden yana sınıf ve kategorilerinde –özellikle de okumuş orta sınıflarda- “hayır” oranlarının çok daha yüksek olduğu da yadsınamazdı. Büyük burjuvaziye gelince, belli ki onların çoğu da “hayır”cı idiler; fakat bir zamanlar Karaoğlan Ecevit’e kükreyen kuruluşları, bu kez, ürkek ve mültefit, sessizce bekliyordu.

•••

Aslında 16 Nisan’da Anayasa tasarısından çok, Erdoğan oylandı. Ve bilmiyoruz, parti başkanlığını şimdiden üstlenmeye hazırlanan Cumhurbaşkanı, AKP Merkezi’nin bulunduğu Çankaya’da % 80; devleti yönettiği Beştepe’de (Yenimahalle) % 57,5; Huber Köşkü’nün bulunduğu Sarıyer’de % 60; ikamet ettiği Üsküdar’da % 53,3 ve namaz kıldığı Eyüp’te % 51,5 “hayır oyu” çıkması karşısında bir moral çöküntüsü yaşadı mı? Aslında hiç de öyle görünmüyor ve Başkan, “’demokrasi’lerde çareler tükenmez!” diyen Demirel’in izinde, yeni taktik “cedelleşmeler” peşinde olduğu izlenimini veriyor. Ne var ki 2019 seçimleri perspektifinde bu taktik hesaplar ve karşılaşacağımız sürprizler de zihinleri kurcalamaya başladı!

•••

Görünüşe göre, Erdoğan 2019 Başkanlık seçimine, esas itibariyle, Putin’i devreye sokarak Trump’ı ikna etmek; Trump’a dayanarak da AB’yi hizaya getirmek “strateji”si ile hazırlanmak niyetindeydi. Anayasa tasarısının kabulü, erken seçimler ve “mutlak iktidar” da kendisine bu politikanın araçlarını sağlayacaktı. Sisi ile Beyaz Saray’da kurduğu sıcak ilişkilere bakılırsa, Trump’ın da buna bir itirazı olamazdı. Zaten Erdoğan da hazırlığını  yapmış, Mısır diktatörüne karşı suçlamalarına çoktan son vermişti. Oysa beklenen olmadı; 16 Nisan oylaması umulanı vermedi ve ucu ucuna kazanılmış, üstelik şaibeli bir referandum, gücüne güç katmak şöyle dursun, mevcut iktidarını da sarstı. Şimdi bizlere de sorgulamak düşüyor: Bu yeni durumda olasılıklar nelerdir? Erdoğan şu ana kadar kendisine hayli mesafeli davranmış olan Trump ile bir anlaşma sağlayabilecek midir? Bu tabloda İslam’ın tamamen siyasal bir araç olarak kullanıldığı artık her kafaya dank edecek midir?

•••

Bu konularda bir hayli soru işaretleri bulunuyor. Sıralayalım:
1) Trump yönetimi, ilk aylardaki uygulamalarıyla, Ankara’ya, Beştepe’nin devamlı yakındığı Obama’dan bile beklenmeyecek olumsuz sinyaller verdi: 15 Temmuz gecesi Erdoğan aleyhinde bir tweet atmış bir istihbaratçının (Hürriyet, 20 Kasım 2016), CİA Başkanı olarak görüşmeler yapmak üzere Beştepe’ye yollanması; birkaç Arap ülkesinin yanı sıra, terörizme karşı THY’na konan garip kontrol önlemleri; Zarrab kurtarılmaya çalışılırken, Halk Bankası’ndan bir müdür yardımcısının da tutuklanması vb.. Bunlar hiç de hayırlı işaretler değildi.

2) Trump’ın kendisi Erdoğan’a sıcak baksa bile, çalışma ekibi, Erdoğan’a karşı alınacak tavırda ittifak halinde değildi. Referandumdan sonra Erdoğan’ı kutlaması kamuoyunda olumsuz tepkiler doğurmuş ve Beyaz Saray bu kutlamayı muhalif partilerden, STK’lardan, hatta kendi Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen protestolara rağmen yapmıştı. (Independent, 18 Nisan) Uluslararası hukuk profesörü Daniel W. Drezner ise, Washington Post’da (18 Nisan) soğuk savaş sonrası dönemde, Donald Trump’ın dışında hiçbir Başkan’ın böylesine “demokrasiyi kısıtlayan, kusurlu (flawed) bir referandum ertesinde bir müttefikini kutlamayacağını” yazmıştı.

3) Bu koşullarda, 17 Mayıs’ta Washington’da yapılacağı ilan edilen Trump-Erdoğan buluşmasının da Trump’ın arzusundan çok Erdoğan’ın ısrarı ile gündeme geldiği anlaşılıyordu. Nitekim CNN Int muhabirinin bu görüşmeden söz eden Erdoğan’a yönelttiği “Washington sizi davet etti mi?” şeklindeki soru yanıtsız kalmış, bu konuda “dışişleri bakanlıklarının çalışmalarından” söz edilmişti.

•••

Bugün itibariyle durum bu ve mevcut koşullarda görüşmenin ciddi bir düş kırıklığı yaratma olasılığı da hayli güçlü görünüyor. Öyle ki, Trump’la ilkede anlaşsa bile, Erdoğan’ın “Kürtlerden vazgeçin; Rakka’ya beraber girelim” tezini –özellikle Münbiç’te verilen kayıplardan ve referandumda alınan sonuçtan sonra- ne kamuoyuna, ne TSK’ya, ne de siyasal müttefiklerine kabul ettirebilme şansı var görünüyor. Hatta bu yeni “fütuhat” politikasına kendi partisi içinden de itirazlar gelebilir. Böyle bir politika Rusya, Suriye, İran bloğunun düşmanlığını çekeceği gibi, bu nevraljik bölgede, Türkiye ordusunun ABD uçaklarının şemsiyesi altında bu “vekalet savaşı”nı yürütme gücü de sınırlıdır. Nitekim çoktandır gündemde olan bu öneri hakkında Washington merkezli düşünce kuruluşu Atlantic Council’in Türkiye analisti A. Stein, “Türklerin neden bu kadar kendilerine güvendiklerini anlamadığını” yazmıştı. Aynı bağlamda ABD’nin eski Ankara elçilerinden James F. Jeffrey daha da açık olmuş ve “Türkiye bunun için yeterli güce sahip değil” demişti. (NY Times, 11 Şubat 2017). Kaldı ki Trump yönetiminde ağır basan Pentagon sorumluları hiç de Kürtleri satmaya niyetli görünmüyorlar.

•••

Peki bütün bu moral bozucu olasılıkları Erdoğan görmüyor diyebilir miyiz?
Bunu söylemek elbette saflık olur. Türkiye Cumhurbaşkanı, daha çok, reel politikada ülkenin olanaklarını zorlayarak çıkmaza sokmuş ve oyunu artık “imaj politikası” araçlarıyla yürütmeye çalışan bir devlet adamı izlenimi veriyor. Öyle görünüyor ki kendisi için 17 Mayıs’ta Beyaz Saray’da olmak, Trump’la anlaşıp anlaşamamaktan çok daha önemlidir. Bu gibi “büyük oyun kurucu” gösterileriyle hitap ettiği zümrelerin alkışlarını almaya devam edebilir ve “ya ben, ya kaos!” çığlıkları ile iki yıl daha geçebilir. Üstelik “reality show” ustası Trump’ın da bu iş için biçilmiş kaftan olduğu kısa sürede anlaşılmış bulunuyor. Ayrıca Erdoğan’ın Mayıs ayı programının Çin, Rusya, Brüksel ziyaretleriyle yüklü olduğu da ilan edildi. Bunun, Hürriyet’de Hande Fırat’ın yazdığı gibi, gerçekten de “diplomatik atak” mı, yoksa Hürriyet’in yeni bir atağı mı olduğunu zamanla anlayacağız. Çünkü tüm kampanya sırasında “büyük oyun” ve bunu sahneleyecek “diplomatik atak” hakkında ipuçları elde ettiğimizi kimse iddia edemez. Yine de şunu şimdiden söyleyebiliriz: Referandum sonucu bizlere hiçbir şeyin aynı kalmadığını, her şeyin değiştiğini ve bu süreçte Aristo diyalektiğinden çok, tarihi diyalektiğe güvenmemiz gerektiğini ortaya koydu. 2019’a doğru bu kılavuz ışığında yol almaya başladık. Zulmü, yalanı ve her türlü haksızlığı “zıtlayan” bir senteze; hakça, insanca bir düzene doğru!..
Yolumuz açık olsun.

TANER TİMUR / BİRGÜN



Çözüm; Mustafa Kemal olmak! - ARSLAN BULUT

23 Nisan'da, basında, düşünen herkes "egemenlik" kavramı üzerinde durdu; Ertuğrul Özkök'ün Cumhurbaşkanı olan çocuklarla ilgili yazısı güzeldi.
"Egemenlik" evet ama neyin üzerinde egemenlik? Vatan dediğimiz, vatan yaptığımız toprağın üzerindeki egemenlik değil mi?


Fakat farklı bilince sahip siyasi kadrolar, "egemen olmak"tan, halka çoban olmayı anlıyor ve bütün icraatlarını bu çerçevede sürdürüyor! Bu, insanları mal veya köle olarak gören bir yaklaşımdır. İnsan kitlelerini koyun yerine koyanlar işte bu zihniyet sahipleridir. Bu durumu açıklayanları da ahlâksızca "size koyun dedi" diye halka şikâyet ederler.
"Koyun sürüsü" olarak gördükleri halka "itaat et"mekten başka bir çıkış yolu tanımak istemezler. Bu sebeple kendilerinde her türlü hakkı ve hukuku çiğnemek yetkisini görürler. Öyle ya koyunun, çoban karşısında ne söz hakkı olabilir ki? Hele çoban köpeklerine karşı koyun ne yapabilir? Burada tek çözüm halkın boyun eğmemesi, sırtına geçirilmek istenen koyun postunu fırlatıp atması ve gerekirse kurt postuna bürünmesidir!

***
Trabzon'da Meydan Parkı'nda Atatürk Anıtı önünde toplanan bir grup, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı burada kutladı. Etkinlikte konuşan HALK-LİS sözcüsü Berfin Karan, "Atamızın bize emanet ettiği millî egemenliğe, millet olarak sahip çıkamadık. Bir asır önce bütün halka verilen yetkiyi tek adama devrettik. Halkın iradesinin sandıkta çalınmasına izin vermeyeceğiz. Artık Mustafa Kemal'in askeri değiliz, Mustafa Kemal'in askeri olmak bu ülkeyi kurtarmaz. Bundan sonra hepimiz birer Mustafa Kemal'iz" dedi.
İşte bunu kastediyorum. Kurtuluş, ancak Mustafa Kemal olmakla, onun gibi bozkurt olmakla mümkün olabilir.

***
Fakat bütün yurtta olduğu gibi Trabzon'da ve Doğu Karadeniz'de de bütün şehir halkı veya bütün bölge halkı resmen koyun yerine konuluyor! Şu malum "Yeşil Yol Projesi" ormanları katlederek sürdürülüyor. Yaylalara giden köy yolları genişletiliyor. Ortalama dört metre olan yolların genişliği sekiz metreye çıkarılıyor. Köylüler, sekiz metre genişliğindeki yolun, kendi rahatları için yapılmadığını, yaylaların Araplara satıldığını söylüyor ama çaresizlik içinde durumu seyrediyor. İhaleyi alan şirketlerin sahadaki görevlileri köylüye iyi davranmaya çalışıyor. Şu sıralarda bir protesto hareketinin başlaması işlerine gelmiyor. Yine bütün bölgede, kansere sebep olan yüksek gerilim hatları döşenmeye devam ediyor. Bu hatlar için de ormanda ayrı yollar açılıyor. Galiba karşı çıkmak için herkes bir Mustafa Kemal bekliyor. Hayır, bir Mustafa Kemal daha gelmeyecek, ancak herkes Mustafa Kemal olursa o zaman iş değişir. "Devlet bizim sayemizde devlettir" diyen Rizeli Havva Teyze gibi meselâ...

***
Referandumda mühürsüz oyların geçerli sayılması da sonuçta bir egemenlik gaspıdır. Vatan toprakları üzerindeki egemenliğin bir tek kişiye bırakılması zaten egemenlik gaspıdır ama bunu da oyları gasp ederek yaptıkları anlaşılıyor. CHP Gaziantep Milletvekili Akif Ekici, Başbakan Binali Yıldırım'a "YSK tarafından satın alınan 983,5 ton filigranlı kâğıttan kaç adet oy pusulası elde edildiğini, ne kadarının sandık kurullarına teslim edildiğini, sandık kurullarına teslim edilmeyen filigranlı oy pusulası sayısının ne kadar olduğunu ve bunların akıbetini" sordu.
Ekici, ayrıca "450 bin adet tercih mührü satın alındığı halde bazı sandıklara tercih mührü yerine evet mührü gönderilmesinin gerekçesini" sordu?
Bu sorulara cevap verseler bile, sonuç değişmeyecek! Bu sebeple halkın da içinde olacağı çok daha etkili bir kararlılık gerekiyor.

Kaynak: Çözüm; Mustafa Kemal olmak! - Arslan BULUT

Çocuktan aldık kara haberi! - SELCAN TAŞÇI

"Kaç yaşındasın?" diye sordu.
"10" dedi çocuk.
Efkârlandı:
- Daha 8 senen var!

***

Oysa tam istediği kıvamdaydı;
Tam onun kalemine göre yetiştirmiş, yahut "huzura çıkacak diye" tam duymak istediklerini ezberletmişti ailesi...
Referandum sürecinde nice milletvekilinin, danışmanın kurmayı beceremediği cümleyi, öyle coşkuyla, öyle inanmış gözükerek söylemişti ki, "18 yaşında milletvekilliği"ni savunurken:
- Daha erken bile olabilir bence... Fatih Sultan Mehmet'in kaç yaşında tahta çıktığını ve neler yaptığını hepimiz biliyoruz!
- Sayın küçük Cumhurbaşkanı, AK Parti'ye dönmeyi düşünüyor musunuz?
- Niye olmasın...
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, kutlamaları çerçevesinde oradaydı ama atlamadı;
- Hem 23 Nisan'ı, hem de Miraç Kandili'ni kutlarım.
Bundan iyisi Şam'da kayısı!
Seçmeceydi belli.
"Kimden"dir, "kimlerden"dir; merak etti:
- Baban ne iş yapıyor?
- Millî Eğitim Bakanlığı'nda çalışıyor?
- Görevi ne?
- Daire Başkanı!
Demek ki "kadro"dandı...
O andan sonra "çocuğa" dair bütün masumiyetler karardı; "bir çocukluk yapar" beklentisiyle, tebessüm etmeye hazır haldeki bekleyişim sonlandı;
Yapmayacaktı.
Tembihliydi.

***

Derler ya, çocuktan al haberi.
Aldık;
Çocuk bile olsa "devlet katına" çıkabilmek için "onlardan olmak" zorunda!

***

Egemenliğin olmasa kandili nasıl kutlayacaksın acaba
--------
Takvim, kutlamamak için bahaneler aradıkları 23 Nisan ile Miraç Kandili'ni aynı güne denk getirdi ya... "Din ile devlet"i sanki birbirlerinin alternatifi, rakibiymiş gibi karşı karşıya getirmeye çalışan bir güruh, insanları kışkırtmak için elinden geleni ardına koymadı dün.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın sosyal medya hesabından verdiği ayarı yeterli görüyor, aynen paylaşıyorum:
"Çoook Müslüman(!) olduğu için Millî Egemenlik Bayramınız yerine inatla sâdece Miraç Kandili'ni kutlamayı mârifet sayan mübarek(!)lere bir hatırlatma;
 Egemenliğiniz olmazsa, kandil de kutlayamazsınız, oruç da tutamaz, namaz da kılamaz, hatta şu nefret ettiğim sakallarınızı da salamazsınız.
Misal mi?
Gidin 1990'a Bulgaristan, Rusya...
Gelin 2017'ye Çin, Arakan...
Değişen hiçbir şey yok!
 Millî Egemenliğin yoksa, yoksun.
Fonksiyonsuz beyninizden öpsünler."

***

Görevini yapıyor
------
Atatürk'ün duvardaki resmine tahammül edemeyen, dilinde ismini nasıl telaffuz etsin!
Atatürk dönemini "zaman kaybı" gören, Atatürk ilkelerinden biri olan laikliğin kaldırılmasını arzuladığını gizlemeyen, alenen ve tekraren ifade eden Kahraman, kendince "kahramanlığını" yapıyor.
Ben ona değil de, Amerikan işgal ordusunun "6. Filo'su" Boğaz'a çıkarma yapabilsin diye "tam bağımsız Türkiye" diyen gençlere saldırıp, kanlarını döken bir kafadan, hâlâ "egemenlik" hassasiyeti bekleyebilenlere şaşırıyorum!
***
Kuyruğunuza basılınca mı aklınıza geldi
------
İktidar yandaşı medyada güya "ötekileştirici, kutuplaştırıcı, hedef gösterici, tetikçi dil"e karşı seferberlik ilan edildi.
Bir grup yazar, artık neredeyse her gün bu "dil"in sembolü haline gelen "tut tut onu da tut"çu kalemşoru eleştiriyor; "FETÖ"yle özdeşleştiriyor.
İktidar yanlısı yazarların bu "yüksek erdemlilik(!)" hareketi, bu defa hedef tahtasına oturtulan kendileri olduğu için olmasaydı, işin içinde "Mavi Marmara"ya kadar uzanan eski defterlerin açılması olmasaydı, feryat edenler yalnıza kuyruğuna basılanlar olmasaydı...
Mesela, bu "tut tut tut'çu" ana akımdan sayısız gazetecinin işten atılması için çağrılar yaparken, patronları tehdit ederken yükselseydi bu "aramızda tetikçi istemiyoruz" sesleri, inanırdık sahiden de arı bir gazetecilik mücadelesi verdiğinize...
Velakin, iş içinde iş varken olmuyor işte...


***
Bir gün, içlerinden biri size yine "millî irade" nutku atmaya kalkarsa, Kemal Kılıçdaroğlu'nun TBMM'de yaptığı 10 dakikalık konuşmayı dinlemeye bile tahammül edemediklerini hatırlayın, hatırlatın mutlaka!

Kaynak: Çocuktan aldık kara haberi! - Selcan TAŞÇI

23 Nisan 2017 Pazar

Tüketme tükensinler! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Geçen haftayı çeşitli mekânlarda; kahvelerde, pazarlarda, terzi atölyelerinde, memleketim insanlarıyla konuşarak geçirdim. Terzi atölyesinde, Karadenizli bir yurttaşla neredeyse boğaz boğaza geldim. Karadenizli yurttaş şöyle diyordu: “Bölgede her çocuk için Tayyip Erdoğan 100 lira veriyor, her engelli yurttaşa bakan kişi 700 lira alıyor, hastaneler bizi adam yerine koyuyor, Tayyip’e oy vermeyeceğiz de kime oy vereceğiz?” Ben bu yardımların Tayyip Erdoğan’ın cebinden değil de bizim vergilerimizden ödendiğini söyleyince amca, hırsla üstüme yürüdü ve şöyle dedi: “Allah hiçbir zaman size iktidar göstermeyecek!” İşte kafam o zaman attı ve gayet sakin, “Sen Allah’la konuşuyor musun” diye sordum. Şaşırdı, “Haşa” dedi. “Öyleyse” dedim, “Allah’ı filan katmadan, kendi adına konuşacaksın!” İşler kızıştı ve çevreden gelenler beni oradan uzaklaştırdı. 


Biraz sakinleşince düşündüm, evet, AKP’nin en büyük başarısı, bir sosyal devletin yapması gereken tüm yardımları, Tayyip Erdoğan yapıyormuş gibi göstermek. Üstelik bütün bu yardımları bizim vergilerimizle yapıyor, çelişki burada. Büyük sermaye bu ülkede iktidarla göbek bağını kesmediği ve sürekli vergi kaçırdığı için bizim meselemiz şimdi mecburen ödediğimiz vergiler dışındaki vergi kaynaklarını kesmek olmalı. 


Bu da topyekûn tüketim boykotuyla yapabileceğimiz bir şey. Başlıyorum: Arkadaşlar yok yumuşatıcı, yok yağ sökücü gibi içinde çok tehlikeli kimyasallarla dolu deterjanları neden evimize sokuyoruz? Bunun adı temizlik, titizlik olmuyor, bunun adı evi kimyasallarla doldurmak oluyor. Öyleyse anadan babadan kalma karbonat, sirke, arapsabunu neyimize yetmiyor. 


Meyvenin, sebzenin bol olduğu ülkemizde, içinde ne olduğu belli olmayan hazır çorbalara, mısır şekeriyle yapılan tatlılara, bebekler için hazır mamalara düşkünlüğümüz neden? Hele de dondurulmuş ürünlere. Bunun adını ben koyayım, üşengeçlik. Arkadaş üşenme, çocuğunun çorbasını, meyve suyunu kendin yap! Analarımızın çok mu vakti vardı, çoğu çalışıp çocuk büyütüyorlardı. Birkaç saat cep telefonlarından uzak durursanız, vakit her şeye yeter! 


Sigara tiryakilerine (kendim de tiryaki olduğum için) özellikle sesleniyorum: Devlet bütçesinin, yani Tayyip’in cebinden çıkmış gibi görünen paranın önemli bir kısmı sigara vergilerinden karşılanıyor. O zaman içinde yüzlerce zehir barındıran hazır sigara içmiyoruz, sigaramızı mis gibi Adıyaman tütünüyle biz sarıyoruz. Ben bir yıldır bunu yapıyorum ve bütçem çok hafifledi.


Gelelim içki meselesine, arkadaş kendi şarabını, kendi rakını, kendi biranı kendin yap! Ayrıca bir mekâna gideceksen tıpkı Batılılar gibi evde yemeğini ye, içkini iç, orada da tek bir içkiyle idare et. Evetçilerin büyük çoğunluğu içki içmediklerini söylüyorlar, eğer bu doğruysa bizim cebimizden epey bir para onların kömürüne, çocuklarına gidiyor. Tabii ki gitsin ama Tayyip verdi deniyor ya, işte burada gıcık oluyorum. Tayyip çıkarıp cebinden versin! 


Gelelim başka ve önemli bir meseleye. Benzin fiyatları ve benzinden alınan vergilere. Arkadaşım karşıya geçerken niye araba kullanıyorsun, neden? Üç dakikalık alışveriş merkezine giderken araba neden? Buradan gençlere çağrım, bisiklete geçin, hem havalı oluyor hem de cebinizde para kalıyor.
Şimdi şu Pınar Süt meselesine gelelim. Belli ki, bir nedenden (çoğunlukla bu vergi borcu oluyor) Pınar sıkışmış durumda, yağ vermeye ihtiyacı var. Tamam o yağ verebilir ama biz lütfen peynirimizi, sütümüzü ve boyamızı seçelim. Bir yığın çok daha iyi süt ve süt ürünleri satan kooperatifler var. Üşenmeyin bulun ve en azından çocuğunuz artık iyi süt içsin. Bir ay dolapta durup bozulmayan yoğurt yerine, üç günde bozulan gerçek yoğurt yiyin. 


Bu arada benim oturduğum yer rantın göbeği ama nedense kimseler yeni yapılan evlerinden, hiç memnun değil. Tuvaletler taşmaya başlamış, eşyalar sığmıyormuş, pencereler açılmıyormuş. Vallahi her duyduğum kötü habere seviniyorum, göbek ata ata güzelim evlerini ancak sosyal konut yapan ama buna rezidans diyen satan müteahhitlere teslim etmişlerdi. Oh olsun! AVM’ler de alışveriş yapmayan ama o havasız mekânlarda çocuk gezdirenlerle dolmuş. Eh Araplar ne kadar karnınızı doyuracak, tüm dünyada ekonomik kriz var, Araplar bundan muaf değildir. Zaten en zenginler Londra ve Amerika’da…. 


Yeni sloganımız: Tüketme, tükensinler!


Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

22 Nisan 2017 Cumartesi

Fırtınadan önce - ORHAN GÖKDEMİR

Siyasal İslam hakkında 100 yıldan fazla zamandır ne söylenmişse çöp oldu. Ortada bir siyasal hareket değil bir ahlaksız organize çete olduğu ortaya çıktı çünkü. Komünizmle Mücadele Dernekleri'nde devlet ile Nakşi-Nurcu tarikatı arasında kurulan illegal koalisyondan beri böyle bu. Kanlı Pazar var geçmişlerinde, sol ve komünizm korkusu var, halk düşmanlığı var, kin var, kan var, cehalet var. Ortaçağ artığı ideolojileri ile devlete kapılandılar. Oradan devletin sopası olmayı başardılar. Zulmün iktidarını kurdular.

Öyle bir hal ki, şimdi dönüp bunlara bakan faşist Kenan Evren’in dönemine rahmet okuyor. DGM’lerde yargılandım birkaç kez. Haklarını teslim edelim, bunların mahkemelerini görünce o mahkemelerin mahkeme olduğunu, hukuka uygun davrandıklarını anladım. Ben siyasal İslamcılardan önce YSK ile ilgili bir tartışma yapıldığını hatırlamıyorum. Oy çalma düşünülmezdi, şimdi vaka-ı adiyeden sayılıyor. 12 Eylül karanlığında bile haksızlığa hukuksuzluğa başkaldıran, boyun eğmeyen yargıçlar, savcılar vardı. Şimdi yok. Bütün okulları bitirdiler, bütün üniversiteleri imam hatibe çevirdiler. Ordunun başına badem bıyık bir tosuncuğu general atadılar ki bakıp bakıp gülüyorum hala. “Şanlı Türk Ordusu” İngilizlere silah teslim ederken bile böyle sefil görünmüyordu. Teslim aldılar ülkeyi. Bakın, görüp görebileceğiniz safi bir ohal’dir. Sopaya dayanarak geldiler, dümdüz, ölçüsüz bir sopaya dönüştüler.

***

Kanıtı ohal koşullarında sopa tehdidi altında yaptığımız referandum. Devleti bir tuhaf AKP militanına dönüştürdüler. Dağ taş “evet”e boyandı. Sadece “evet” mitingleri yapıldı, sadece “evet” pankartları açıldı, sadece “evet” konuştu, sadece “evet” dinlendi. Sonuç: “Evet” kaybetti. Hazırlıklıydılar, gidip çaldılar. “Hayır” önde çıktı ama “evet” kazandı. Hırsızlığı YSK ve AYM onayladı, çünkü onlar da İslamcıların elindeydi. Adlarında adalet var, adaleti sildiler. Adlarında kalkınma var, ülkeyi muz cumhuriyetine çevirdiler. Adlarında parti var, çeteye dönüştüler.

Ama işte deniz bitiyor. Ellerinde kaldı İç Anadolu ve Karadeniz. Onlar da gitti gidiyor!

***

Karadenizliyim, bilirim; Mal varlığı fındık ve çaydan ibarettir. Bu “monokültür” uzun yıllar Karadeniz köylüsünü bir yoksulluk cenderesinde tuttu. Göçtüler ama toprakla bağları da sürüyor hala. Fındık az emek isteyen bir bitki. Neredeyse üzerinde meyve kendi kendine yetişiyor. Köyüne yılda bir ay uğrayan “köylü”ye de gidip o meyveyi yağmalamak düşüyor. Çayda da durum böyle. Bir de AKP ülkeye sıcak para aktığı dönemde köylüyü bir tür maaşa bağlamış çeşitli teşviklerle. Toprağı olana, toprağa uğramasa da uzun vadeli krediler vermiş, borç para dağıtmış. Böylece köylü üzerinde bir tür patronaj mekanizması kurmuş. Bunun karşılığında da oyunu hep kendisine vermesini istiyor. AKP Karadeniz’de bir tür zalim ağa haline gelmiştir. Bölgenin “faşo ağa”sıdır AKP.
Yoksulluk almış başını yürümüş. Nüfusun yarısı artık AKP ile sınırı silikleşmiş devletten yardım alarak geçiniyor. Nevzuhur Karadeniz gericiliğinin kaynağı işte bu tuhaf tepetaklak âlem. Yarı köylülük hâkim bölgede. O yarı köylülüğün üzerinde lümpen dinci bir ruh hali yeşeriyor. İkisi de bayağı bir yozlaşmanın tezahürleri. AKP de aslında bundan ibaret. Yarı köylü, lümpen ve dinci bir parti AKP. Buna “milletin dilinden anlamak” diyorlar!

Bu nevzuhur oluşumun mekâna yansıması ise bir fecaat. Dışarıdan baktığınızda her yer yeşillik, dereler yerli yerinde. Kıyı boyunca uzanan otobandan pek az kıyı şeridi kurtulmuş ama ona bile zamanla alışıyor insan. Yer kazanmak için ha bire denizi doldurup duruyorlar. Denizle bir türlü barışamamış bir halk Karadeniz halkı. Elinden gelse denizi büsbütün dolduracak, yaşadığı yerle bağını kesecek. Çünkü yüz yıl öncesine kadar denize kıyısı olan şehirlerde yaşayanlar göçüp gitmiş. Dağ köylüleri inmiş boşalan yerlere. Eski evleri yıkmışlar, yerlerine bugünkü şehirlere görünümünü veren biçimsiz “lazgotik” binaları yapmışlar.

Denizle barışık değil de doğayla arası iyi mi? Geçerken şöyle bir dönüp o azametli dağlara doğru dikkatlice bakın. Dere yataklarına ve deniz kıyılarına, mühendislik uygulamalarına uymayan müdahaleler, kontrolsüz bir şekilde sürüyor. Doğayı, dere yataklarını, deniz kıyılarını, suları kirletiyorlar. Su fakiri bir bölge Karadeniz sanılanın tersine. Giresun köylerinde yazın yağmurlar kesildi mi içecek suyu zor bulursunuz.  Çöpleri kaldırıp derelere denizlere fırlatıyorlar. Dereler taştı mı Karadenizlinin ayıbını dereler boyu taşıyıp denize serpiştiriyor. O gördüğünüz yeşillikte ormanı yok edip yerine dikilen çay ve fındık bitkilerinin yeşilliği. Koyun üzerine milliyetçilik ve yobazlığı, Karadeniz’deki gericiliğin kaynaklarına ulaşmış olursunuz. Pazar günkü referandumda sadece iki şehirden “hayır” çıktı haliyle. Biri sanayi şehri Zonguldak, diğeri ise ilerici geleneğini her şeye rağmen korumayı başaran Artvin. Başka nasıl olabilir ki?

***

İç Anadolu’nun gericiliğin kökenleri Karadeniz’dekinden daha derin. Bu gericiliği anlamak için Balkan Harbi boyunca Balkanlardan göçüp bu bölgeye yerleşen yığılan kitlelerin ruh hallerini anlamak lazım. Gayrı Müslimlerden kaçıp geldiler. Geldikleri yerlerde de hâkim unsur olarak gayrimüslimleri gördüler. Onları kovaladılar, mallarına, mülklerine el koydular. Müslümanlık onlar için tek ve en belirgin kimlikti. Bütün diğer inançları bir tür düşman olarak algıladılar ve durumları ile ilgili her tartışmayı düşmanca karşıladılar. Selanik’in, Yanya’nın, Manastır’ın Kavala’nın kırsalından kopup geldiler. Geldikleri yerde Selanik’i, Yanya’yı, Manastır’ı, Kavala’yı, çağdaş, modern, laik kentlerin aydınlığını hatırlatan ne varsa düşman oldular. Bu kendi üzerine kapanmış Anadolu gericiliğidir.

Bizim cumhuriyetimiz bir Rumeli ürünüdür. İstanbul’daki gerici ayaklanmayı bastıran hareket Ordusu ile gelmiştir, o kadrolarla inşa edilmiştir. O yüzden Anadolu gericiliği ona bir tepki olarak gelişti ve bu esintiyi taşıyan her harekete düşman oldu. Hala öyle.
Ama denize yaklaştıkça ve kentleşme yolunu açtıkça Anadolu gericiliği için de alan daralıyor. Siyasal İslamcı hareketin en çok destek bulduğu kentler, örnek Kayseri ve Konya, kızlı erkekli öğrencilerin kafelerde yan yana oturduğu modern kentler aslında. Ama sağ siyasi örgütlerle bu kentler arasında da bir patronaj ilişkisi var. Anadolu’nun geleneksel gericiliği çıkar birliği üzerine kurulu modern piyasacı bir gericiliğe dönüşmüş, yerleşmiş. Bu da hızla çözülecektir.

Çaldılar ve iktidar kaldılar. Ancak bu iktidar olma durumunun en “hayır”lı hali siyasal İslamcılığın gerici milliyetçiliği de arkasından sürükleyerek uçuruma yuvarlanmasıdır.
Pazar günkü referandumda oluşan tabloya dönüp bir daha bakın. Ortada gericiliğin kaynağı İç Anadolu var. Yalnız bu kez Eskişehir ve Ankara gibi önemli kentler düştü. Bu bölge Ege, Akdeniz ve Güneydoğu tarafından kuşatıldı. Ama buna karşın Karadeniz’de umulmadık bir müttefik buldu. AKP’yi kalan iç Anadolu ve Karadeniz’dir. İlki çoraktır, ikincisi de çoraklaşmanın en büyük adayıdır. Türkiye büyük bir hızla kentlere yığılıyor. Bir süre sonra sağ siyaset için o bölgeden çıkmanın da imkânı kalmayacaktır.

***

Türkiye’de ilk kez saflar bu kadar netleşiyor. Artık kavga kır ile kent arasında, gericilik ile ilericilik arasında, cehaletle bilgi arasında, karanlıkla aydınlık arasında, zorbalıkla direniş arasında, yobazizmle hoşgörü arasında, ortaçağla çağdaşlık arasında, gaddarlıkla şefkat arasında, aptallıkla akıl arasındadır. Emin olun biz kazanacağız. Tek şartı ve yolu var artık. Örgütleneceğiz. Hep söylüyorum: Ya bir yol bulacağız ya bir yol olacağız! Başka imkânımız var mı?

Orhan Gökdemir / SOL