2019’un adayı - ÇİĞDEM TOKER

16 Nisan’ın üzerinden iki hafta geçmemişken “2019’a yönelik cumhurbaşkanı adayı kim olsun” sorusu “hayır” için özveriyle çalışmış, baskı altında büyük güçlükler yaşamış milyonlarca CHP seçmeni açısından en acil gündem mi? 
 
Bu konuda yoğun bir merak gözlemlemiyoruz. OHAL kararnameleriyle TBMM’nin fonksiyonu yerle bir edilir, onlarca kanunda yüzlerce yaşamsal değişiklik yapılır, siyaset, hukuk, eğitim, savunma, iç güvenlik KHK’lerde yeniden dizayn edilir, gazeteci meslektaşlarımız, binlerce hâkim ve savcı henüz yargılama başlamadan aylardır cezaevinde tutulurken; üstüne üstlük CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “tanımıyoruz” açıklaması henüz belleklerde tazeyken bu yöndeki tartışmanın fazla erken olduğunu düşünen tek kişi ben olamam.
***

16 Nisan referandum sonuçlarının resmi ilanı, şeklen kanuni görünümü onu meşru kılmaya yetmiyor.
Referandum sonuçlarını veri kabul ederek yapılan bütün işlemler, YSK’nin, tam da sandıklar kapanırken kendi kanununu yok sayıp mühürsüz oyları geçerli sayması kadar geçerli ve meşrudur. Bu referandum, hayır oyu kullandığı ilan edilen 23 milyon 779 bin 141 kişinin gözünde, gönlünde ve aklında dürüst ve adil gerçekleşmemiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sevdiği deyimle, gönlünde taht kurulması başarılamayan vatandaş sayısı en az bu kadardır: 23 milyon 779 bin 141. Bu nedenle hiç kimse, ne bu sayıyı ne de referandumun hileli olduğu yönündeki yaygın ve derin kanaati hafife alabilir.
***

Partili Cumhurbaşkanlığı resmen başladı. Bu, anayasadaki Cumhurbaşkanı seçilenin partisiyle ilişiği kesilir maddesinin, referandumda kabul edilen metinden çıkarılmasıyla mümkün oldu. Ama daha önemlisi, bu maddenin hemen yürürlüğe girmesiyle. Eğer Türkiye’nin en acil ihtiyacı, Bakanlar Kurulu’nun ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak Cumhurbaşkanlığı sistemi olsaydı, ilgili maddelerin hemen yürürlüğe girmesinin önünde ne engel vardı?
 
Yine referandumun ardından hemen yürürlüğe giren maddelerden biri olan Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yeniden yapılanması takvimi de başladı. 
 
OHAL KHK’leri ile fonksiyonu büsbütün tüketilmiş TBMM ile Partili Cumhurbaşkanı’nın seçeceği adaylar ile içinde “yüksek” kelimesi artık yer almayan Hâkimler Savcılar Kurulu “yenilenecek”.
Referandumdan iki ay önce büromuzun parlamento şefi Emine Kaplan imzalı haber referandumun en önemli diğer niyetini ortaya koymuştu. Kaplan’ın “Büyük Sıfırlama” başlıklı haberi, “Evet çıkarsa 15 yıllık AKP iktidarında görev yapan bakanlar soruşturulamayacak” diyor ve bakanların cezai sorumluluğu konusundaki yeni usulü anlatıyordu. 
 
Anayasa değişikliğine göre artık bakanlar hakkında, görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla soruşturma açılabilmesi için TBMM üye tamsayısının beşte üçünün gizli oyuyla karar alınması gerekiyor. Bakanların Yüce Divan’a sevki içinse üçte iki oy gerekiyor. Bu madde, hemen değil bir sonraki seçimde yürürlüğe girecek. Ancak bu oranların yüksekliği ve yakalamanın neredeyse imkânsızlığı hatırda tutulmalı. Daha önemli olan ise, yapılan değişikliğin, yalnızca mevcut bakanlar için değil, bugüne dek görev yapmış bütün bakan ve başbakanları kapsaması. 
 
Bugünün temel sorusu şu olmalı. Diyelim ki, 2019’da Erdoğan’ın karşısına kimin aday çıkarılacağı sorusu aniden netleşti. Ve bir isim bulundu. O isim şimdi bulunmuş olsa OHAL düzeni mi bitecek, Meclis’in OHAL KHK’leri ile işlevsiz hali mi sona erecek? Aylardır yargılanmadan cezaevinde tutulan gazeteci meslektaşlarımız, binlerce hâkim ve savcı tahliye mi edilecek, yoksa bütün yurttaşlar hukuk güvencesine mi kavuşacak? 
 
Hangisi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Cilalı Hamas devri - CEYDA KARAN





Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu Hamas bekleneni yaptı. Suriye’de Vahhabi/Selefi Körfez hattında hizalanan, Yermuk’ta radikal cihatçılarla aynı safta savaşıp deneyimlerini aktaran Hamas, 1988 tarihli kurucu tüzüğünü revize etti. Hamas’ı “ulusal direniş örgütü” olarak görebilenler ilk bakışta meseleyi ‘İsrail’e taviz’ ve ‘ılımlılaşmak’ üzerinden okuyabilir. Geçmiş yanılgılarım eşliğinde bugün düşündüğümde gördüğüm resim, bu gelişmenin ‘eşyanın tabiatı icabı’ olduğu...
Hamas’ın yeni tutumu son dönem siyasetinin kâğıda dökülmesinden ibaret. Katar ve Türkiye’deki İhvan hattının sponsorluğunda, Filistin meselesine Batı’dan da destek bulacak ‘ılımlı İslam’ enjeksiyonu. Gerisi gelecektir. Hedefi kaçınılmaz olarak Batı Şeria’daki seküler FKÖ ve El Fetih damarı tümden kırmaya çalışmak olacak. Ve İsrail’in taktik icabı Körfez monarşileriyle giderek yan yana durduğu resmi tamamlayıcı işlevi görecek. 


***
42 maddelik metnin öne çıkan üç unsuru var:
• Hamas artık 1967 sınırlarına dayalı başkenti Kudüs olan bir Filistin devletine razı olacak. Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e uzanan toprakların ‘Siyonistlerden kurtarılması’ sosuna bulanmış pek çok cümle var. BM’nin 1948 toprak paylaştırması, Oslo anlaşmalarının reddi pek mana taşımıyor. 1967 sınırlarını kabullenmek zaten İsrail’in ortadan kaldırılmasından vazgeçildiğinin teslimi. Türkçesiyle ‘bükemediği bileği öpmek’.
• Hamas, 1988’den beri var olan düşman tanımından ‘Yahudileri’ çıkarıp yerine ‘Siyonizm’ vurgusunu koydu. Siyonizm İsrail’in kurucu ve asli ilkesiyken, Yahudileri bağlamamasının imkânı ihtimali yokken, bu cilanın kendini ‘ılımlı göstermenin’ ötesinde somut değeri yok.
• Hamas, Müslüman Kardeşler’in ana gövdesiyle mesafe koyuyor. Meşal durumu ‘fikri açıdan İhvan ekolünün parçası oldukları, salt kurumsal bağın koparılması’ olarak formüle etti. Böylece Mısır gibi Hamas’ı ‘terör örgütü’ görenlere mesaj verildi. Lakin ideolojik hattın değişmemiş olması bunun da bir başka ‘cila’ olduğunu gösteriyor.
***

• Hamas, Filistin’i ‘kutsanmış Arap-İslam toprağı’ diye niteliyor. Filistin nüfusunun yüzde 20’yi oluşturan ancak 15 sene içinde tümden silinip gidecekleri raporlarla ortaya konulan Hıristiyan Filistinlilere ‘İsa’nın doğum yeri’ ifadesiyle ‘göz kırpıyor’. Metinde yine süslü ‘sivil toplum’ ve ‘kadının rolü’ lafları eksik değil.
• ‘Adalet, orta yolculuk’, ‘İslam’ın her türlü dinsel, ırksal, cinsiyet baskılarını ve yobazlığı reddeden barış ve hoşgörü dini’ olduğu gibi ifadeler eşliğinde ‘insanların kendi inançlarını hayata geçirebilecekleri güvenli ortamı yaratmaktan’ söz ediyor. Doğrusu Suriye’de oynadıkları mezhepçi roller düşünüldüğünde pek tuhaf.
• ‘Çoğulculuk, demokrasi, ulusal ortaklık ve diyalog’ yoluyla ‘ulusal hedeflere ulaşmaktan’ söz ederken, FKÖ’ye atfen ‘adil ve demokratik seçimlerle demokratik temelde yeniden inşaya’ vurgu yapılıyor. FKÖ bir kez tümden tasfiye edilirse hangi demokrasi olacağını varın siz tahayyül edin.
• Yabancı güçlerin ulusal karar mekanizmalarına müdahalesine izin verilmemesi vurgusu ise Katar monarşisiyle göbek bağının yanında komik kaçıyor. Yine ‘başka ülkelerin çatışmalarına sürüklenmenin reddedilmesi’ Suriye’yi akla getirip daha gülünç bir tablo ortaya çıkartıyor. 

***
Filistin meselesini ‘ulusal dava’ değil ‘İslam davasına’ indirgeyen Hamas’ın yeni vizyonu ‘şark kurnazlığını’ ortaya seriyor. Peki, arzuladığı diplomatik esnekliği sağlayabilecek mi? Göreceğiz. İsrail’in ilk açıklaması ‘Hamas’ın dünyayı aptal yerine’ koyduğu oldu. Eh haklılar. Sorun şu ki, İsrail bölgede bağımsızlıkçı seküler hareketleri ne kadar arzu ediyor? Onlar ne kadar kullanışlı? Suriye’nin ‘Balkanlaştırılması’ sürecinde El Kaide militanlarını hastanelerinde tedavi eden, bizzat Savunma Bakanı Moşe Yaalon’un ağzından durumu “IŞİD İsrail’e bir kez ateş açtı fakat hemen arkasından özür diledi” sözleriyle dile getiren İsrailliler, bu Hamas’la barışık yaşayamaz mı ki? Peki, bölgemizde siyasal İslam’a onyıllardır yatırım yapmış Batılılar? Bence gül gibi geçinirler.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Küresel pastada emekçinin payı geriliyor - HAYRİ KOZANOĞLU

2017’nin 1 Mayısı’nda da bize düşen demokrasi, hukuk, Aydınlanma ve laiklik mücadelesini, ‘sınıf mücadelesiyle’ birleştirebilmektir. Ancak o zaman, ‘zorbalar kalmaz gider’


IMF raporlarından dünya ekonomisinin encamını, küresel sermaye açısından olası riskleri ve öngörüleri iki yetkin iktisatçının, Korkut Boratav’la (BirGün 28 Nisan 2017), Mustafa Sönmez’in (Al Monitor 27 Nisan 2017) kaleminden okumanız tavsiye edilir. Ayrıca bu yazılarda IMF’nin Türkiye ekonomisine ilişkin, düşük büyüme yanında enflasyon, cari açık, işsizlik açısından da pek parlak sayılamayacak tahminleri de mercek altına alınıyor hatırlatalım. Biz ise, işçi sınıfının, “birlik, dayanışma ve mücadele günü”, 1 Mayıs’ın hemen ertesinde bulunduğumuzu da göz önüne alarak, IMF’nin Dünya Ekonomik Görünüş raporunun “emek gelirlerindeki aşağı yönlü trendi anlamak” başlıklı üçüncü bölümü üzerinde yoğunlaşmak istiyoruz.
Öncelikle, “hangi dağda kurt öldü?”, “emek gelirlerindeki gerilemeyi IMF niye kendine dert ediniyor?” diye sorulabilir. Bir neden, son tahlilde üretilen mal ve hizmetlere geniş kitlelerin talebi olmaksızın, ekonomik büyümenin hız kazanamayacağına kanaat getirmesi olabilir. Marksist terminolojiyle, kadim “gerçekleşme sorunu” nedeniyle, emekçilerin satın alma gücündeki gerilemenin kriz potansiyelini artırdığını, IMF’nin bile fark etmesi şeklinde de cevap  verilebilir. 2007- 2008 küresel kriz finansallaşma mekanizmalarıyla, diğer bir ifadeyle emekçilerin borçlanarak gelirlerinin üzerinde harcama yapmaları yoluyla nihai talebin artırılması tasarımının da artık sonuna gelindiğini göstermişti. IMF’nin bu hassasiyetinin ikinci nedeni ise, neoliberal kurguya, kapitalist küreselleşmeye karşı emek cephesinden tepkilerin yükselmesinin, korumacılık eğilimlerinin artmasının getirdiği kaygılardır muhtemelen.
Dönemin mağduru orta vasıflı emekçiler
IMF araştırmasına göre, 1995-2009 arasında düşük ve orta becerili emeğin küresel gelirdeki payı 7 puan düşüyor. Yüksek vasıflı emeğin küresel pastadan aldığı pay ise 5 puan artıyor. Toplamda 2 puanlık bu gerileme, bir yılda küresel emekçi gelirlerinin yaklaşık 1.6 trilyon dolar aşınması anlamına geliyor.
Analiz gelişmiş ülkelerdeki emek gelirlerindeki düşüşün yüzde 50’sinin teknolojik gelişmelerden kaynaklandığı sonucuna varıyor. Otomasyonun yanı sıra üretimin deniz aşırı coğrafyalara kaydırılması ve ithalata dayalı rekabet orta vasıflı işlerde istihdam kaybına neden oluyor.
Öncelikle enformasyon ve iletişim teknolojisindeki hızlı ilerleme yatırım mallarının fiyatını aşağı çekiyor. Böylelikle bir çok sektörde emek gücünü sermaye mallarıyla ikame ederek maliyetleri düşürmek mümkün oluyor. Son 25 yılda uluslararası ticaretteki ve sermaye hareketlerindeki liberalleşme eğilimi, ulaşım ve iletişim maliyetlerindeki gerilemenin de yardımıyla düşük becerili, emek yoğun üretim faaliyetlerinin yükselen ve gelişen ekonomilerde konuşlanmasını beraberinde getirdi.
Geleneksel dış ticaret teorilerine bakılırsa, ticari entegrasyonun sermayenin bol bulunduğu gelişmiş ülkelerde emeğin pastadaki payını düşürürken, ucuz emeğin bol bulunduğu ülkelerde emek gelirlerinin payını artırması beklenir. Ne var ki, pratik bu öngörüyü doğrulamıyor. Çünkü, sermaye mallarının ucuzlaması sonucu, sermayenin emekle ikame edilebildiği sektörler gelişmiş ülkelerde kalıyor. Sermayenin görece pahalı olduğu, emekle ikame edilemediği sektörlerde üretim, yükselen ülkelere aktarılınca emeğin payı geriliyor.
Bu arada sendikaların zayıflatılmasının emeğin pazarlık gücünü zayıflattığını ihmal etmeyelim. Ayrıca emek piyasalarının esnekleşmesinin, yani işçi alıp çıkarmanın kolaylaştırılmasının da emek gelirlerindeki göreceli gerilemede azımsanamayacak bir payı bulunduğunu da es geçmeyelim.
Türkiye’de emek küresel tedarik zincirlerinin kurbanı
1991-2014 arasında, incelenen 35 gelişmiş ülkenin, toplam GSMH’nin yüzde 78’ini oluşturan 19’unda emek gelirlerinin payında düşüş gözleniyor. 54 yükselen ülkenin ise toplam GSHM’nin 70’ini üreten 32’sinde emek gelirlerinin payı geriliyor. Bu ülkeler arasında Türkiye de bulunuyor. Ülkemiz, üretimde emeğin payındaki düşüşün neredeyse tamamen küresel tedarik zincirlerine katılımla açıklandığı, teknolojik gelişmenin çok sınırlı bir rol oynadığı bir örnek olarak veriliyor. Özetle, yurtdışından gelen girdilere ucuz emek katıyor, üretimin sınırlı bölümünü gerçekleştirdikten sonra ihraç ediyoruz.
Küresel tedarik zincirlerinin yapılandırmasına bakıldığında, başlangıçta yüksek katma değerli finans, tasarım ve Ar-Ge faaliyetleri Kuzey’den başlatılırken, düşük katma değerli üretim aşaması Güney’de gerçekleştiriliyor. Sonra pazarlama, marka, reklam ve satış gibi yine yüksek katma değerli işler yine Kuzey’de kalıyor. Marksist terminolojiyle, bir metanın üretimi için toplumsal olarak gerekli doğrudan ve dolaylı emeğin toplamı değeri oluşturur, bu da en yüksek noktaya üretim aşamasında ulaşır. (Torkil Lauesen ve Zak Cope “Imperialism and the Transformation of Values into Prices”, Monthly Review, Temmuz-Ağustos 2015).
Küresel anlamda emek gelirlerindeki gerileme, Trump ve benzerlerini, “Çin, Meksika vb. bizim işlerimizi çalıyor” yaygarasının geçersizliğini gösteriyor. Aslında asıl suçlunun tüm coğrafyalarda sermaye lehine sonuç veren “kapitalist küreselleşme” olduğunu ortaya koyuyor.Dünyanın tüm emekçilerinin yaşam ve geçim standartları bu süreçten ortak biçimde olumsuz etkileniyor. Öte yandan vergi indirimlerinin sermayenin maliyetini düşürerek, sermaye mallarının emeğin yerine ikamesini teşvik edeceğinin IMF raporunda bile ortaya konulması, Trump’a oy veren imalat sanayii işçilerinin “yanlış bilincini” teşhir ediyor.
Küresel gelir dağılımı
Emeğin gelirlerindeki gerilemenin haliyle küresel gelir ve servet dağılımına yansımaları da oluyor. Duayen sosyolog Göran Therborn, ‘New Left Review’ dergisinin Ocak/Şubat 2017 sayısında, Branko Milanovic’in ‘Küresel Eşitsizlik’ kitabının verilerinden hareketle, küresel adaletsizlikleri mercek altına alıyor. Küresel gelir dağılımını yüzdelerle ifade edince gezegenimizdeki adaletsizlikler netleşiyor.
1988-2008 arası dönemde süreçten galip çıkan iki grup dikkat çekiyor. Birincisi tahmin edileceği gibi dünyanın en zengin yüzde 1’i; ikincisi ise, yüzde 50 ve yüzde 60’lık dilim arasında kalan Çin, Hindistan, Tayland, Vietnam ve Endonezya’nın “yükselen orta sınıfları”. Her ne kadar buradaki orta sınıf tabiri gelir ve eğitim standartları açısından Batılı kapitalist ülkelerdeki orta sınıflara tekabül etmiyorlarsa da, tüketim toplumuna bir şekilde dahil olan, AVM’leri ziyaret lüksü bulunan kesimleri kapsıyor. Kapitalist küreselleşmeden en zararlı çıkanlar ise, hâlâ geliri Asya’nın orta sınıflarından yüksek görünen, ama konumlarını kaybeden işçi sınıfına ve alt orta sınıfa dahil Amerikalılar, Avrupalılar ve Japonlar.
Bu olgular IMF raporundaki, otomasyon ve robotlaşma sonucu, rutin nitelikli işlerini yitiren, dolayısıyla gelirleri de düşen orta vasıflı emeğe yönelik tespitleri doğruluyor. Milanovic’e göre, küresel gelir dağılımında iki temel eğilim gözleniyor. Birincisi, başta Çin ve Hindistan’ın hızlı büyümesi sonucu “coğrafi bazlı” yakınsamadır. Ama gidişatın Asya ile sınırlı olduğu, başta Afrika diğer coğrafyaları kapsamadığı akıldan çıkarılmamalıdır. İkincisi ise, ulusal ekonomilerde “sınıfsal temelli” gelir dağılımı adaletsizliklerinin tırmanmasıdır. İşte küreselleşmeye ve neo-liberalizme karşı öfkesi kabaran, ne yazık ki şu ana kadar öznesini daha çok sağda, milliyetçi akımlarda arayan kesimler, küresel adaletsizliklerden en çok nasibini alan bu emekçilerdir.
Yalnız Therborn’un gönlü sadece gelir dağılımına yönelik ekonomik adaletsizliklere yoğunlaşmaktan yana değil. Çünkü zenginlik sadece bir ekonomik adaletsizlik hissi uyandırmaz; aynı zamanda öfke ve büyülenme, haset ve hayranlık gibi zıt duygular yaratır. Zenginler lüks, ihtişam ve başarı idolleri olarak merakla izlenir. Bu nedenlerle eşitsizlik sadece soyut bir rakam değil, ekonomik kaynaklar yanında, beden sağlığı (yaşamsal eşitlik) ve kişisel özerkliği (etnik-ırksal, aile-toplumsal cinsiyete ilişkin varlıksal eşitlik) içeren yerleşik bir deneyim olarak algılanmalıdır.
Therborn eşitsizliğin bu üç boyutunun karşılıklı etkileşim içerisinde olduğunun, birbirlerine tam olarak indirgenemeyeceğinin, her birinin kendi dinamikleri bulunduğunun, her zaman bir arada bulunamayabileceklerinin altını çiziyor.
Therborn’a göre, eşitsizliklerin toplumsal yeniden üretimde dört ayrı mekanizma ayırt edebiliriz: uzaklaşma, doğrudan sömürü, kurumsal hiyerarşileşme ve dışlanma. O zaman eşitlik için mücadele ederken ; uzaklaşmaya karşı, pozitif ayrımcılığı ve telafi mekanizmalarını; sömürüye karşı, yeniden bölüşüm, ulusallaştırma ve kamulaştırmayı; hiyerarşileşmeye karşı, demokratikleşmeyi; dışlanmaya karşı içermeyi, ayrımcılığa karşı yasaları ve göçmenlerin serbest dolaşımını savunabiliriz.
1 Mayıs’ta kıssadan hisse
Aslında tüm tartışmalardan çıkarılacak kıssadan hisse, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in, “hukukun iyi işlediği ülkelerde kâr marjının diğer ülkeler kadar yüksek olmadığı” sözlerinde gizli. Meali, emeğin haklarını alabilmesi ancak demokratik ülkelerde, hukukun iyi işlediği yerlerde, mümkündür. Öyleyse 2017 1 Mayısı’n da bize düşen demokrasi, hukuk, Aydınlanma ve laiklik mücadelesini, “sınıf mücadelesiyle” birleştirebilmektir. Ancak o zaman, “zorbalar kalmaz gider” sözünün hakkını verebiliriz…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Erdoğan’ın Avrupa’yla, Avrupa’nın Erdoğan’la ‘hesabı’ - EROL MANİSALI





16 Nisan öncesinde ve sonrasında “dayatılan rejim değişikliği”, Ankara açısından Avrupa’dan uzaklaşmayı zorunlu kılıyor. Bu sadece siyasal kurumlar açısından değil, “tümüyle yaşam felsefesi ve tarzı olarak” Avrupa’yı oluşturan sivil toplum kurumları bakımından da söz konusu:
- Hukukun üstünlüğünü ve demokrasiyi rafa kaldırdığınız için sürekli kavgalı olmak (ve görünmek) durumundasınız.
- Yaşam tarzı olarak laikliğe karşı iseniz “Avrupa tarzını aşağılamak ve hakaret etmek” zorundasınız. “Kananlar”, bak Avrupa da meğerse ne kadar berbatmış şeklinde düşünsünler diye. Güzelim İzmir’e bile “gâvur” derseniz Avrupa’ya haydi haydi söylersiniz.
- Eğitiminizi “İslam odaklı bir zemine yerleştirmek istiyorsanız” Avrupa’nın akılcı ve pozitif bilime dayalı düzeni yerine şeytanların cinsiyetini tartıştırmak ve Avrupa’dan uzaklaşmak zorundasınız.
Ancak iktisadi koşullar ve ülkemizin bir asıra yakın geçirdiği sürecin yarattığı ortam ile çelişmek durumunda kalırsınız. Hele hele imzaladığınız “birçok tek yanlı angajmanlar” Türkiye’yi dar boğaza götürüyor ise. Bu yükümlülükleri ortadan kaldırmadan amaca ulaşmak, “Somali’nin NATO’ya sokulması kadar trajikomik bir durum doğurur”.
- AKP’nin yönetimi, Avrupa’yla kavgasını “başbakanlarla ve bakanlarla yapıyormuş gibi pazarlıyor”. Ama esas kavga ettikleri, “Avrupa uygarlığının bugüne kadar özümseyerek geliştirdiği” değerler sistemi ile; hukukun üstünlüğünden kadın-erkek eşitliğine, sendikal haklardan laikliğe kadar bütün değerler sistemi ile. 



Ve Avrupa cephesinden Erdoğan
 
Avrupa, Türkiye ile köprüleri kesinlikle atmaz, atamaz: iktidarda “evet”çiler de olsa “hayır”cılar da olsa Türkiye’yi “elinden kaçırmak” istemez; iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel açıdan yakın olmak zorundadır.
Hele 3 Ekim 2005’te yürürlüğe giren müzakere koşulları, AB’ye tek yanlı olarak Türkiye’yi yönlendirme, hiç içine almadan bekleme odasında sömürme olanağı veriyorsa.
Bu nedenle “aman Ankara ile kestirip atmayalım” diyen ilk ülke Yunanistan oldu. Şimdi birileri “kapılar niye açık tutuluyor” diye ahkâm kesiyorlar. Önce zahmet edip Dr. Engin Selçuk’un bir çalışmasını okusunlar.(*)
Erdoğan’lı veya Erdoğan’sız Avrupa (ve AB) Ankara’yı elinden kaçırmayacaktır. Erdoğan’a ve AKP’ye gelince: AB’nin bu pozisyonunu bildikleri için şöyle düşünebilirler: “Biz AB ve Avrupa Konseyi normlarının dışına çıksak bile bize katlanmak zorunda kalacaklardır; çıkarları bunu gerektiriyor.”
Yeni rejim ile demokrasiden uzaklaşmış bir yönetim olarak tamamen dışlayamazlar, bizi bu halimizle de kabullenmek zorunda kalacaklardır. Şikâyet edecekler, protesto edecekler ama köprüleri atmayacaklardır.
Avrupa, Ortadoğu’daki stratejik çıkarlarını Türkiye’ye rağmen yürütemez. Tek istisna, Avrupa ve ABD’nin Kürdistan projeleridir. Irak ve Suriye’de halen, tıkır tıkır yürütüyorlar.
Çok ilginçtir: ABD, Avrupa ve Rusya’nın Türkiye üzerindeki projeleri Birinci Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa bu kadar yakınlaştı. Bu süreç AKP iktidarı döneminde oluştu. İç dinamiklerin siyasal İslam odaklı işlemeye başlaması, ülkeyi yeniden Sevr riski ile karşı karşıya getirdi.
Ergenekon ve Balyoz operasyonlarında ABD, Avrupa ve NATO’nun sessiz kalmalarının gerisinde yatan neden budur. Aynı çevreler bu nedenle “rejim değişikliğini” bu amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışacaklardır. Esas sorun, rejimi değiştirenlerin nasıl bir tepki vereceklerinde yatıyor. “İktidar için her şey mubahtır” diyecekler mi? Zurnanın zırt dediği yer işte burası... 

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) Dr. Engin Selçuk, “Türkiye’nin AB’ye Katılımı: İmkânsızı Tanımlamak”, “Avrupa Birliği Çıkmaz Sokak” kitabı içinde, Bilgi Yay, 2006, syf. 117-132

‘BOP eşbaşkanı’na bu yapılır mı? - ALİ SİRMEN

AKP “ılımlı İslam” modelinin en parlak ve öncü örneğini oluşturmak üzere, Amerikan - Türk ortak yapımı olarak, Washington’da dizayn edildi. Modelin özünü doğru anlamak için, “ılımlı İslam” yazılıp, aslında uyumlu İslam olarak okunduğunu bilmek gerekir.
Yıldızı AKP ile parlarken, kendisi de AKP’nin yıldızını parlatanların başında gelen Tayyip Erdoğan, olayın başlangıcında işin bu yönünü gayet iyi kavramıştı. Fiyaskoyla sonuçlanan 1 Mart tezkere harekâtından sonra, her türlü tereddüt ve yanlış anlamayı gidermek için başta Washington olmak üzere bütün dünyaya haykırıyordu:
- BOP’un eşbaşkanıyım!
O günden bu yana, Tayyip Bey’in bir zamanlar Ortadoğu’da bir barış planı olarak ilan ettiği BOP bölgede uygulandı ve sonucunda Ankara’nın bölgeyle ilgili bütün kırmızı çizgileri çiğnendi.
Aradan geçen zamanda BOP’un olsa olsa bir Pax Americana (Amerikan Barışı) Projesi olduğu iyice açığa çıktı.
Ortadoğu Pax Americana Projesi’nin temel dayanaklarından birinin de, bölgede yeni bir Kürt oluşumu olduğunu bilmek için allameyi cihan olmaya gerek yoktu. Washington yüzyılı aşkın süredir bu kartı açık açık oynamaktaydı.
ABD Başkanı Obama, PYD’yi destekleyerek, Suriye’de de herkese ve bu arada da özellikle Türkiye’ye karşı Kürt kartını oynayacağını ilan etmişti.
Bu konuda belki yeni bir politika izler diye umut bağlanan Trump da aynı yolu tutacağını hemen belli etti.
Şimdi PYD’yi, Ankara’ya karşı korumak için, bayrak açarak sınırımızda dolaşan ABD tankları bu politikanın bütün dünyaya ve bilhassa da Tayyip Bey’e ilanıdır.

***

Ilımlı İslam”ın bir ittifak değil, biat projesi olduğunu bir türlü görememiş olanlar, şimdi acı acı yakınıyorlar:
- BOP’un eşbaşkanı, ılımlı İslamın yıldızına ittifak anlayışına aykırı bu davranış reva mı?
ABD’nin yanıtı ise kısa ve kesin:
- Why not!
Gerçekten de neden olmasın, ABD yüzyıldır Kürt kartına verdiği önceliği saklamıyor ki? Şimdi nobran Trump Türkiye’nin kafasına vura vura, bölgede bu projeyi tanklarıyla herkese karşı savunacağını ilan etmekte.
Mesele bundan ibaret!
Peki, Türkiye bu durum karşısında ne yapıyor?
Türkiye eski bir şarkıyı mırıldanıyor:
- Bir gece ansızın gelebilirim!..
Ne demektir “bir gece ansızın gelebilirim”?
Bir gece ansızın gelebilirim, kavgada artık darbe indirmek olanağını kaybetmiş olanın boş tehdit olduğunu herkesin daha baştan anladığı “ben sana gösteririm!” vozurdanmasıdır, bir kıymeti harbiyesi yoktur ve Türkiye’nin de haber vermeden bir “gece ansızın” gidemeyeceğini, yapabileceğinin en fazlasının önce Washington’u haberdar edip sonradan sınırlı hava harekâtı ile yetinmek olduğunu herkes bilmektedir. 

***

Bir gece ansızın gelebilirim” tehdidinin? ABD’ye mi, PYD’ye mi yönelik olduğu sorusunun bir anlamı yoktur. Çünkü bir kıymeti harbiyesi olmayan, bu çıkış ne ABD’ne ne de PYD’ye, yalnızca Türk kamuoyuna yöneliktir ve bunun gibi iç kamuoyuna yönelik efelenmelerin, hiçbir caydırıcılığı olmadığını herkes bilmektedir.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile ikili görüşmesinin arifesinde, Ilımlı İslam Projesi de, BOP’un eşbaşkanlığı hevesleri de iflas etmiş durumdadır.
Ilımlı İslam Projesi, Ankara’daki iktidarın yeterince uyumlu olmaması her değişiklikte duruma uyacak esnekliğe ve manevra kabiliyetine sahip bulunmaması, durumu doğru okumayı becerememesi yüzünden iflas etmiştir, yoksa yeterince ılımlı olmaması demokrasinin ölçütlerine uygun davranmaması yüzünden değil. Kısacası Tayyip Bey’in yıldızı olduğu model, yeterince ılımlı olmadığından değil, yeterince uyumlu olmadığından işlememiştir.
Bütün bunlara koşut olarak da, İktidarın Kürt politikası hem ulusal bazda, hem de bölgesel bazda iflas etmiştir.
Son olarak yaşananlar göstermiştir ki, Türkiye’de hangi iktidar olursa olsun, ulusal ve bölgesel bazda yeni bir Kürt politikası oluşturmak zorundadır.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

30 kanun değiştiren bir KHK - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye dokuz ayı aşan bir süredir OHAL rejimi altında. Dokuz ayı aşkın bir süredir, -15 Temmuz kanlı darbe girişiminin ardından ilan edilen- OHAL’e dayandırılan KHK’ler ile yönetiliyoruz.
İlki 23 Temmuz 2016 tarihini taşıyan OHAL KHK’sinin numarası 667’ydi.
Son iki kararnameyle (689, 690) birlikte, dokuz ayda çıkarılan KHK sayısı 23’e ulaştı. (İstisnalar olsa da Bakanlar Kurulu, OHAL KHK’lerinin genellikle çifter çifter yayımlamayı tercih ediyor.)
OHAL KHK’lerinin, TBMM’yi devre dışı bıraktığı çok söylendi. Tekrarda zarar değil yarar var: TBMM’nin, temel var oluş nedeni olan yasama faaliyeti açısından hükmü kalmamıştır. O kadar ki bundan sonra bir düzenlemenin kanun tasarısı biçiminde TBMM’ye getirilmesine sadece hayret etmeliyiz.
16 Nisan referandumundan epeyi önce fiilen başlatılan bu tablo, referandum sonucunun “kesinleşmesi”nin ardından hızlandı. OHAL KHK’leri bir yandan, devlet aygıtı içinde istenmeyen herkes ve her kesimin tasfiyesi için araçsallaştırılıyor. Diğer yandan da Saray’ın manevra alanını rahatlatma hedefine uygun olarak her türlü kanunda istenilen her türlü değişikliği yapma aracı olarak kulanılıyor. Her iki durum da ağır hukuka aykırılık sonuçları doğuruyor. Olağanüstü halin konusuyla hiçbir ilgisi bulunmayan yönetim alanları, fırsat bu fırsattır mantığıyla yeniden dizayn ediliyor. Tarihi, milletvekilleri, personeli, kurumları, sistemiyle koca TBMM’yi işlevsiz kalan KHK’lerdeki “fırsatçılığı” metinlere hiç girmeden sadece madde sayısı ve değiştirdiği yasalardan bile görebilmek mümkün.
***

Son yayımlanan iki OHAL KHK’si de böyle. 689 numaralı olanı, 3 bin 974 kamu görevlisini ihraç ederken, 690 numaralı KHK de TBMM’nin görev ve yetki alanına giren onlarca konu ve yasada önemli değişiklikler yaptı. 77 maddeden oluşan 690 sayılı KHK, 30 ayrı kanun ve üç KHK de değişiklik yapıyor.
Bankacılık Kanunu, YÖK Kanunu, Sermaye Piyasası Kanunu, SGK Kanunu, Köy Kanunu, Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu, HSYK Kanunu, Yargıtay Kanunu değiştirilen yasalardan sadece birkaçı. OHAL KHK’leri geriye yürütülen hükümleriyle de temel insan haklarına aykırı nitelik taşıyor.
Toplam 33 kanun ve KHK’yi değiştiren, madde ekleyen, çıkaran bir KHK marifetiyle, 15 Temmuz darbecileriyle mücadele edildiğine bizden inanmamız bekleniyor.
OHAL KHK’si olma hasebiyle, FETÖ ile mücadele edildiğine inanmamız istenen konulardan birine örnek verelim. Misal, PTT artık BDDK’den izin almadan faaliyette bulunabilecek, elektronik para ihraç edebilecek. Oysa bankacılık sistemi dışındaki kurumların, para transferi meselesi eskiden çok özen gösterilen bir konuydu. PTT’ye durup dururken, piyasada otorite hüviyetine sahip düzenleyici kurumdan izin almadan faaliyet yapmasının, darbeleri bertaraf etme hamlesinden başka sebepleri olsa gerek. Bu noktada PTT’nin, bir başka OHAL KHK’siyle Türkiye Varlık Fonu kapsamına alındığını hatırlayabiliriz. Gerçek niyetin ne olduğunu şu an bilmemekle birlikte, en azından BDDK denetim ve izni dışına çıkarılmış bir bankacılık faaliyetinin karartılmış bir alan olduğunu söyleyebiliriz.
OHAL KHK’si, kendisi için açılacak davalarda, husumetin hangi kurumlara yönetilmesi gerektiğini bile tarif ederken, “Uyum yasaları Meclis’e geldiğinde muhalefet nasıl bir yol izleyecek” sorusu zerre kadar etkileyici ve merak uyandırıcı değil. Bilakis anayasa değişikliği kapsamında çıkması gereken uyum yasaları için şu sorunun cevabının verilmesi daha mantıklı olmalı:
Ey AKP rejimi, ey Bakanlar Kurulu, elinizde OHAL KHK’si gibi müthiş bir imkân var. İstediğiniz gibi kullanıyorsunuz. Uyum yasalarında OHAL KHK’si yoluyla hızlı sonuç almak mümkünken neden TBMM’yi çalıştırmak istiyorsunuz?



Çiğdem Toker -CUMHURİYET

Hint seferi ve karanlıkta yolculuk... - Nilgün Cerrahoğlu

Merkezi Washington’da bulunan “Freedom House”un 2017 uluslararası basın özgürlükleri standartlarını belirleyen raporu çıktı. Türkiye’yi dünyada basın özgürlüklerinin en gerilediği ülke ilan eden rapora göre artık “yarı özgür ülkeler” kategorisinden de çıkıp dosdoğru “özgür olmayan ülkeler” arasına katılıyoruz. 

199 ülke arasındaki incelemede 163. sıraya gerilemişiz. Çukurun en dibinde Kuzey Kore var. “Acımasızlığıyla” ün salmış Kim Jong Un’un vatanıyla rekabet etmemize sade 36 ülke kalmış. Bu 36 ülkelik engeli de selametle aşarsak en dibe vuracağız. 


Birkaç gün önce de “Sınır Tanımayan Gazeteciler”in bir raporu yayımlanmıştı. Orada da keza gene “son 12 yılda 56 basamaklık düşüş kaydettiğimiz” duyurulmuştu. 


Bir kez bu serbest düşüş başlamayagörsün.. 56 basamak gerileyen bir ülkeyi kim tutar? 36 basamak daha gerilemeye ne engel olabilir? Bir süre önce Türkiye’ye gelen ünlü tarihçi-yazar Timothy Garton Ash’in sözleri var aklımda. “Artık Türkiye’ye gitmek karanlığa doğru yolculuk etmek gibi!” demişti Garton Ash ve eklemişti: “En çok tutuklu gazeteci sayısına sahip ülkenin üzerinde tüyler ürpertici bir sis bulutu dolaşıyor!”

 
‘İtibarını onarmaya mı geldi?’
Dünyadaki imajı artık bu şekilde olan bir ülkeyi dışarda temsil etmek cüret ister. Cumhurbaşkanı Erdoğan şimdi böyle çok cesur bir şey yapıyor ve Rusya, Çin, ABD ve Brüksel’de sürdüreceği dünya turuna Hindistan’dan başlıyor. 


Reis’e eşlik eden yandaşlara bakarsanız, Ankara’nın diplomasi atağının ilk ayağı olan Hindistan çıkarmasında “tüm ezberler bozulmuş”. Delhi’de Hintli gazeteciler yandaşlara “tek adam rejimi” filan gibi gerçeklerle ilgisi olmayan şeyler sormuş, ama bizim “dünya liderimize” eşlik eden medyamız sayesinde “Batı’nın bu menfur algı operasyonları” büyük ölçüde bertaraf edilmiş.
Aynı zamanda CB danışmanı olan İlnur Çevik örneğin; “Sabah yazarları olarak buraya gelip bazı yanlış algılamaları düzeltmek için bir atak yaptık ve yol aldık” diyor. Bununla yetinmeden ekliyor: “Türkiye nin dünya mazlumlarına kol kanat germesi, Mahatma Gandhi’nin fikirlerini yaşatması burada takdir görüyor!”

 
Ayağında çarık, çulsuz dolaşan ve bir lokma bir hırka felsefesiyle yaşayan Mahatma Gandhi ile “1150 odalı” Saray’dan yönetilen “yeni Türkiye” arasındaki bu hayali müthiş geniş benzetmeler eminim Hintlileri afallatmıştır. 


Hint medyasına zaten süratli bir göz atış, bu iddialı “imaj çalışmalarının” tercümede buhar olup uçtuğunu gösteriyor. “Freepress”te örneğin Sunanda K. Datta imzasıyla yayımlanan bir yazı, “Erdoğan’ın Hindistan ziyareti, kaybedilmiş uluslararası itibarı tamir amaçlı ” sorusunu soruyor. Türkiye’nin son bir yıldaki “karanlığa yolcuğunu” özetleyen yazı, Ankara’nın artık Arap dünyasındaki eski prestijine sahip olmadığını, eskisi gibi NATO’nun da demirbaşı olmadığını ekliyor. 


James Bond koruması
RTE’nin uluslararası itibarının keza gene ağır darbe aldığını belirten iş dünyasının gazetesi “The Mint”te çıkan bir başka yazı ise istibdat uygulamalarının 15 Temmuz’dan çok önce başladığına ve “iki yıldır sistemli olarak sürdürüldüğüne” dikkat çekiyor. 

Referandum sonuçlarının Erdoğan için “utanç vesilesi” olduğunu belirten gazete, RTE’nin Ortadoğu’da artık bir “dev gibi görülmediğini” ve “AB ülkeleriyle isterik bir kavgaya tutuştuğunu” not ediyor. 


Bu minvalde uzayıp giden yazıların tümü “ileri demokrasimizin” encamını ortaya koyuyor, referandumun sonuçlarını değerlendiriyor, Delhi ile geliştirilecek bağların Hindistan için sağlayacağı yararları sorguluyor.


Hint medyasını tararken karşıma çıkan en ilginç yazılardan biri, Erdoğan için alınan süper güvenlik tedbirlerini sıralayan bir haber oldu. Hint istihbaratı Erdoğan’ın uçağını Delhi’de bulunduğu 24 saat boyunca en üst düzey korumaya alacakmış. Reis’in özel korumalarına ilaveten en ileri teknoloji ile donatılmış süper sofistike silahlar ve iletişim teçhizatları verilecekmiş... Bir, halk arasında elini kolunu sallaya sallaya “Hint fakiri” modunda gezen Gandhi gözümün önüne geldi... Bir de “Bond” tipi güvenlik önlemleriyle Hint medyasına bile parmak ısırttıran post-modern “mazlumların abisi” Erdoğan... 


İki resim arasındaki benzerliği ben bulamadım. Siz bulabildiniz mi?


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hadsizin hakkından imansız gelir! - Mine G. Kırıkkanat

Yıl 2007 ve dolandırıcı dedesi Selanik’te Osmanlı zindanına atıldı diye başta, pek çok kuyruk acısından ötürü Türkiye ve Türklerden nefret eden Nicolas Sarkozy, çiçeği burnunda Fransa cumhurbaşkanıydı. Kuşkusuz son derece zeki ve kurnaz, ama bir o kadar da kendini beğenmiş, hatta küstahtı. Enerjik ve çözüm üretebilen bir politikacı olmasına karşın; ancak sonradan görmelere musallat bir kabadayılıktan mustaripti. 

 
Nicolas Sarkozy, Vladimir Putin’le ilk kez Almanya’nın Heiligendamm’da toplanan G8 zirvesinde tanışacak ve ikili bir görüşme gerçekleştirecekti. 
 
O sıralar Putin’in Rus ordusu, Gürcistan’ı hizaya getirmekle meşguldü. Putin’e muhalif kadın gazeteci Anna Politkovskaya kimvurduya gideli bir yıl bile olmamıştı. Homoseksüeller, Çeçenler, daha kimler kimler Putin’den illallah diyordu... 
 
Kısacası Putin’in sigaya çekileceği pek çok konu vardı ve Nicolas Sarkozy; öküz olmak isteyen kurbağanın özgüveniyle bekliyordu ikili görüşmeyi. 
 
Aynı boydaki iki lider, gazeteciler önünde hararetle el sıkışıp kurmaylarıyla birlikte bir salona çekildiler. 
 
Görüşmenin bitimindeki basın toplantısına katılan Sarkozy, ayakta duramayacak kadar sarhoştu. Yüzü bembeyazdı, sendeliyor, saçma sapan konuşuyor, dili dolanıyordu.
Gazeteciler, Fransa Cumhurbaşkanı’nın Putin’in ikram ettiği votkayı fazla kaçırdığına hükmettiler. Ertesi gün ikilinin görüşmesi hakkında votkalı haberler çıktı.
Ama birkaç külyutmaz muhabir, gerek Putin, gerekse Sarkozy’nin alkol almadığını anımsatarak, işin içinde çapanoğlu olduğunu işaret ettiler. 

***

Olayın perde arkasını, ancak 2016’da, görüşmede hazır bulunan Sarkozy’nin danışmanı ve araştırmacı gazeteci Nicolas Henin hem “Rus Fransa” başlıklı kitabında, hem de TV’lerde anlattı:
“Görüşmeyi, Sarkozy başlattı. Önceden sözünü ettiği tüm kritik konularda Rusya’daki antidemokratik uygulamaları kıyasıya eleştirdi; güya dostça ama üstten bakan akıllar verdi. Vladimir Putin, mevkidaşını hiç kesmeden dinledi. Cevap vermeden önce uzun ve rahatsız edici bir sessizliğe büründü. Ardından Sarkozy’nin gözlerinin içine bakıp, iki elinin ayasını bir karışı gösterecek biçimde açarak: ‘Bak Nicolas’ dedi. ‘Senin ülken Fransa, bu kadar.’ Sonra kollarını iki yana açtı, ‘Benim ülkem Rusya ise bu kadar! Eğer sen küstahça ve haddini bilmez bu tavrını sürdürürsen, ben seni de, ülkeni de böcek gibi ezerim! Ha, hizaya gelir ve akıllı olursan, seni Avrupa’nın kralı da yapabilirim!’
Nicolas Henin, danışmanı olduğu Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin sendeleyerek çıktığı basın toplantısında sarhoş değil, Putin’den yediği sözlü dayakla ayakta K.O. olduğu için saçmaladığını ortaya koyduğu görüşme sırasında Putin’in Sarkozy’ye daha çok ağır hakaretler ettiğini belirtiyor, ama onları söylemiyor.
Zaten bunları açıklamaktan da amacı, yediği dayağın ardından Sarkozy’nin bir Putin kuklası haline gelip uluslararası platformlarda Rusya yanlısı politika izlemesi... “Rus Fransa” kitabında bu politikaları irdeliyor. 

***

Peki, ben bunları niye anlatıyorum?
Çağdaş Rus Çarı Vladimir Putin’in nasıl bir Rusya hayal ettiğini, nasıl bir dikta kurduğunu, muhaliflerini nasıl ortadan kaldırdığını, bu sütunda defalarca yazdım. Okuyanlar bilir.
Ne var ki Putin, ABD dahil tüm devlet başkanlarına kafa tutacak kadar büyük bir devletin başında; zekâsıyla, KGB geçmişiyle son derece donanımlı bir kabadayı, kalıbının adamı ve kincidir.
Kabadayılığa epeyce prim veren Türkiye, FETÖ tarafından düşürülen savaş uçağı ve biri “yandaş mücahitler” tarafından linç edilen pilotlar için özür dileyip arayı düzelttiğini sandığı Rus ayısını, Suriye ile Irak’ta biraz acıtarak kaşımaya başladı. 
 
Üstelik, ABD de pek arkasında sayılmaz. AB derseniz, ki son toplamda Rusya’nın savaştığı Gürcistan’ı adeta evlat edinerek Putin’e nanik yapmayı başarmıştır; “YSK’nin zaferi”nden sonra bizim kabadayıyı kutlamak nezaketini bile göstermedi! 
 
Dolayısıyla naraları Türkiye’yi inleten tarzan zorda, cangılda ürkütücü bir yalnızlık dönemi başladı; kabadayılıkta el elden üstündür, aman Putin’e dikkat, derim.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Onur - IŞIL ÖZGENTÜRK

Babakale açıklarında batan teknenin yolcuları arasında kemanına sarılmış biri vardı; Barış Yazgı. Tek derdi, tek isteği bir keman virtüözü olmaktı. Ama yoksul doğmuştu, yaşadığı ülkede bir zamanlar yoksul ama yetenekli çocukları istedikleri işleri yapmaya, başarmaya yönelten bir sistem vardı. Örneğin, Gürer Aykal böyle bir sistemin elinden tutmasıyla bugün dünya çapında bir şef olabilmişti. Ama artık bu sistem, iç ve dış düşmanlar tarafından hunharca yok edildi. Ve onlar, o genç insanlar meydanlarda, sokaklarda, dağlarda, mülteci teknelerinde ölümün soğuk yüzüyle karşılaşıyor. Ve bize sadece utanmak kalıyor.

 
Şimdi düşünüyorum, uzağa gitmeye gerek yok, Barış, Küba’da yaşasaydı başına neler gelirdi. Hiç kuşkunuz olmasın onu Küba’nın ünlü caz piyanisti Ruben gibi dünyanın her yerinde verdiği konserlerle tanırdık. Ama Barış sadece konser vermekle kalmazdı tıpkı Ruben gibi ülkesine borcunu ödemek için, haftada iki gün küçük balerinlere kemanıyla eşlik ederdi. Nasıl mutlu bir insan olurdu, nasıl! 
 
Şimdi soğuk bir denizde, kemanına sarılmış ölü bir beden! 
 
Ve yarın 1 Mayıs. Benimle yaşıt olanların 1 Mayıs’la ilgili hikâyeleri epeyce çoktur. Kimini coşkuyla anımsarız, kimini derin, geçmeyen bir kederle. Şimdi gene keder gelip beni buluyor. Çünkü işçi sendikaları ve güvendiğimiz odalar bizleri Bakırköy Halk Pazarı’na çağırıyor. Taksim ve orada yaşanan 1 Mayısları bilmesek hani gönül rahatlığıyla halk pazarına gidebiliriz ama ne yazık ki, Taksim eskimeyen derin bir yara gibi kanıyor. Ve bu yara izi, Barış’ın ölümüne uzanan çizgisiyle birleşiyor. Evet, yaralıyım ve bu yara Bakırköy Halk Pazarı’nda geçmeyecek. Tam tersi bana yitirdiğimiz pek çok güzelliği, pek çok kazanımı anımsatacak! 
 
Yıllar önce Taksim yasaklanmıştı, ben sıradan bir turist gibi Taksim’de dolaşıyordum: Kazancı Yokuşu’nda durmuş, o kanlı 1 Mayıs’taki ölen insanları düşünürken birden çok yaşlı bir adamın kaldırıma oturup ağladığını görmüştüm. Telaşla yanına gittim ve o bana kızının Kazancı Yokuşu’nda ezilerek öldüğünü, her yıl 1 Mayıs’ta yokuşun başına gelerek kızıyla konuştuğunu söyledi. Karısı acıya daha fazla dayanamayıp kanserden ölmüştü. Kazancı Yokuşu’nda ezilerek ölen kızı tek çocuklarıydı. 
 
Şimdi ben Bakırköy Halk Pazarı’na gidip, “Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır, ancak bu böyle gitmez sömürü devam etmez” diyerek nasıl marş söyleyebilirim? Kendime bunu yapamam! Şimdi birçok gerekçenin sıralanacağını biliyorum. “İzin verilmedi”, “Taksim kapatıldı” vs. Bazen bir şeyleri zorlamak gerekir. Eğer işçi sendikaları bırakın yüz bini, on bin işçi getirmeyi göze alabilselerdi, disiplini sağlayabilselerdi, işler farklı olurdu. Keşke on bin işçi ve işten atılmış binlerce akademisyen, işten atılmış gazeteci, öğretmen orada kapatılmış Taksim Meydanı’nın yanı başında dimdik durabilsek! 
 
Her şeyi evet, her şeyi usul usul kabullendiğimizden işler bizim istediğimiz gibi yürümüyor. Ama şimdi size müthiş umutlandırıcı, hikâyesi gerçek bir İngiliz filminden söz edeceğim. Thatcher zamanı, Galler’deki madenler kapatılacak ve on binlerce işçi işsiz kalacak. Sendika genel grev kararı alıyor, ancak sendikanın uzun süren grevi karşılayacak parası yok. İşte o sırada LGBT üyesi sadece yedi kişi Londra sokaklarında plastik kovalar ellerinde para toplamaya başlıyorlar. Sonra Galler’deki bir madenci kasabası onları davet ediyor ama maden işçisi erkekler, karılarının çağırdığı bu gruba cüzamlı gibi davranıyorlar. Ama iyi ki, kadınlar var, bir süre sonra madencilerle LGBT üyeleri dost oluyorlar ama sendika gazetelere çıkan bu dostluğu kabul etmiyor. 
 
Sonuç LGBT’liler madenci kasabasından kovuluyorlar. Ama onlar gene para toplamaya, grevci işçiler için konserler vermeye devam ediyorlar. Hatta polisin yaktığı grev otobüsünün aynından alıp madencilere yolluyorlar. 
 
Sonuçta madenciler bir yıl sonra kazanıyorlar. O günlerde bir Onur Yürüyüşü oluyor, LGBT üyeleri ne görsünler, sendika hatasını anlamış ve her bölgeden bir otobüs dolusu madenci LGBT Onur Yürüyüşü’ne katılıyor. Ve o yıl daha önce sürekli reddedilen Eşcinsel Hakları Yasası madencilerin desteğiyle parlamentodan geçiyor. Filmin adı: ONUR

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Bir kitap yazmışım ki benden içeri! - TAYFUN ATAY

Fransız yapısal antropolojisinin öncü ve abide ismi Claude Lévi-Strauss, dilin onu kullanana, bir metnin de onu üretene “yapısal” aşkınlığını anlatmak istercesine, “Çalışmam bende benim bilmediğim düşünceler olduğunu ortaya çıkardı” demiştir.

Gazete Karınca’da Emre Tansu Keten’in birkaç hafta önce raflarda yerini almış olan kitabım “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri” (Can Yayınları) üzerine önceki gün kaleme aldığı yazıyı okuduğumda bu sözleri hatırladım.
Elbette bir eser, onu yaratanın elinden çıktığında artık onun olmaktan da çıkar.
Kitapçı raflarında yerini almış bir kitap, artık yazarının değildir. Kitabın hakkı, okurundadır ve artık yazara söz düşmez.
O yüzden kitabımla ilgili yazılanları, yapılan değerlendirmeleri, getirilen eleştirileri elbette saygılı bir sessizlikle takip etmekten öte bir şey yapmamam gerekir... di!
Ama olmadı. Emre’nin yazısı karşısında sessiz kalamadım.
Çünkü Emre yazdıklarımı öyle bir süzgeçten geçirmiş ki yukarıda kaydettiğim şekilde Lévi-Strauss’un sözlerini çağrıştırırcasına adeta kendi çalışmamdan benim bilmediğim düşünceleri öğrenme noktasına getirdi beni!..
Kitabımın derdinin ne olduğunu benden daha becerikli anlatmış o.
Bir anlamda bana, beni, benden daha yetkin anlatmış.
Sayesinde yazdıklarımdan yeni şeyler öğrendim!
Burada onları paylaşmak istiyorum. Benim satırlarıma doğrudan göndermeleri veya aynen yapılmış aktarmaları dışta bırakarak, onun özgün ve geliştirici katkı mahiyetindeki satırlarına yer vererek...
Ve elbette şükranla!..
***

“Atay dinbaz kelimesini AKP tarafından şekillendirilen yeni nesil İslamcılığı tanımlamak için kullanıyor. 80’lerde vücut bulan, 90’larda büyüyen radikal İslamcılığın, iddialarından bir bir vazgeçerek, tutunduğu iktidar koltuğundan düşmemek için yaptıkları her şeyi meşrulaştıran bir noktaya gelmesinin hikâyesini anlatıyor.
 
Burada değişen sadece AKP’li yöneticiler ve onların çevresi değil, kendisini mütedeyyin, muhafazakâr ya da İslamcı olarak tanımlayan tabandır da. Post-İslamizm olarak da adlandırılan bu süreçte, dindarlık daha önce olmadığı kadar görünürlük ve meşruluk kazanırken, kapitalist işleyişe ve onun gereklerine olan tahammül de olağanüstü derecede artmıştır.
 
Hatta denilebilir ki, kâr arayışının her şeyi meşrulaştırdığı, her şeyden öncelikli hale geldiği abdest aldırılmış bir kapitalist düzendir söz konusu olan. Örneğin, faizle çalışan bankaların reklamlarını almanın, en az faizle para kazanmak kadar günah görüldüğü 90’lardan, bırakın banka reklamlarını, ‘İddaa’ (yani kumar) reklamlarının Yeni Şafak’ta tam sayfa yayımlandığı günlere gelinirken, İslamcı camiada kayda değer bir itiraz yükselmemiştir.

Aksine Hayrettin Karaman kendi gazetelerinin ayakta kalması için böyle bedellerin ödenmesi gerektiğini savunmuştur:
‘Bu gibi gazetelerin çıkması zaruret midir? Yani İslamcı mücadelede, meydan okumalara karşı alınacak tedbirlerde medyaya ihtiyaç var mıdır? Bundan vazgeçilebilir mi? Yerine başka bir araç konabilir mi?’
‘Bakara makara’nın sineye çekildiği, ama Charlie Hebdo katliamının alkışlandığı dinbaz siyaset, İslami makyavelizmin çıktısıdır.
 
Bunun yanı sıra, dinin eğlencelik hale geldiği, Cübbeli Ahmet Hoca ve Nihat Hatipoğlu gibi ekran yüzlerinin dini otorite olarak öne çıktığı, AKP sermayesi tarafından ele geçirilen televizyon kanalı ve gazetelerde dini içeriğin çok öne çıkartılmayıp, eğlenceli içeriğin korunduğu bir süreçtir bu. Yani Batı’ya ve onun Türkiye’deki uzantılarına karşı İslam’ı ayağa kaldırma mücadelesini verdiğini sanan ortalama bir AKP’li, tam da karşısında yer aldığını iddia ettiği alanın içerisinden konuşmakta, elinde, kendisini konumlandırdığı siyasi ideolojinin sadece bir suretinin kaldığının farkına varamamaktadır.”

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Devlet buysa devrim sensin! - ORHAN GÖKDEMİR

YSK “tam hukuksuzluk” saptayamadığından şaibeli bir referandum yine AKP’nin zaferiyle sonuçlandı. Yarım hukuksuzlukla her şeye el koydular. Yargı AKP yargısı, yasama AKP yasaması, yürütme, zaten onların icadı. Devletin valisi yok artık, AKP’nin valisi var. Devletin kaymakamı değil kaymakamlar, AKP’nin kaymakamı. Okul müdürleri AKP’nin, polisler AKP memuru. Yüksek yargıya atanmanın yolu reisle çay toplamaktan geçiyor. Komutan olmak için TV şovmeni badem bıyık AKP’liye başvuracaksın. Gazetecileri de AKP Genel Merkezi atıyor artık. Hande Fırat, malum, AKP’nin Hürriyet temsilcisi. Kendi ödülünü kendi verdi geçen gün, AKP’lilerin elinden aldı. CNNTürk’ün başında AKP’nin atadığı biri var. HaberTürk meşhur “Alo Fatih”te. Fatih Çekirge “evet” dedi, atamasını bekliyor.

Binali Yıldırım bu anayasa değişikliği ile kendi kendini feshetti. Hoş zaten etmese AKP Başbakanı olacaktı. Cumhurbaşkanı da yakında AKP’ye üye olacak ve o da resmen AKP Cumhurbaşkanı olarak devam edecek siyasi hayatına.

Devlet çöktü, ordu dağıldı, emniyet her gün hallaç pamuğu gibi atılıyor. Anayasa askıda. Yasalar AKP’nin işine geldiği kadarıyla yürürlükte. Bir tek AKP kaldı geride. O ne derse o.
Bir de hala hukuk varmış, yasa varmış, yargı işliyormuş gibi davranmayı ısrarla sürdüren “ana muhalefet” partisi ve lideri var. Olup bitenleri anladıklarından emin değilim ama ara sıra bir iki söz edip canlılık belirtisi gösterdiklerinden cenazesi kaldırılmayıp, yürüyen ölü muamelesi görüyor AKP tarafından.

Durumumuz net: AKP devleti bir yanda, “hayır” diye direnen halkın yarısı öbür yanda…

xxx

Bunun anlamı şu: Bizim bildiğimiz anlamıyla cumhuriyeti çökerttiler. Parlamento feshedildi, milli eğitim parça parça. Hukukun zerresi bırakılmadı. Denetim kurumları birer birer dağıtıldı. Doğu Perinçek “milli ordu” diyor ama ordu da bir süredir “milli” değil. Paralı askerleri gönderiyorlar savaşa, sadece onların ölmesinden belli. Er yerine uzman çavuş cenazeleri uğurluyoruz uzun zamandır. “Uzman”dırlar, maaşlı, “paralı” askerlerdir teknik adıyla.
Her şeyi aldılar evet. Ama devlet her şeyiyle alınabilecek bir organizma değildir. Eğer her şeyi almışsanız, bu, yakında her şeyi kaybedeceğiniz anlamına gelir. Her şeyi alıp ömrü uzatmanın bulunmuş tek bir yöntemi var: Bir toplumsal cinnet dalgasının üzerine oturacaksınız, Hitler olacaksınız ve mutlaka bir savaşa girip, toplumu bütünüyle seferber edeceksiniz. Bu bile sizi ebedi iktidara taşımaz, olsa olsa iktidarınızın ömrünü uzatır. Ama eninde sonunda devrilirsiniz; savaşla veya savaşsız…

xxx

Kutlu gün açıklandı. Tayyip Erdoğan 2 Mayıs’ta AKP’ye üye olacak. Hoş olsa ne olmasa ne? AKP onun zaten. Fiiliyatta AKP Erdoğan’a üye olmuş bir organizma. Tek merkezden yönetiliyor, emir komuta zinciri içinde hareket ediyor. Bu hukuki işlemin bizim için sadece şöyle bir anlamı var: Tayyip Erdoğan AKP’ye üye olduğu günden itibaren resmen AKP Cumhurbaşkanı olacak. Bu 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla yargının AKP’ye teslim edilmesi ile başlayan döngünün mantıki sonucudur. Süreç tamamlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti bundan böyle bir parti devletidir. AKP Cumhuriyetidir…

xxx

Hafta içinde 15 bin polisi görevden aldılar. Binlercesini derdest ettiler. Yayılan haberlere göre Fethullah’ın “mahrem imamları”nın listesi MİT tarafından ele geçirilmiş, bu operasyon da ona bağlı olarak yapılmıştı. Yalnız tablo biraz tuhaf. “Büyük resme” bakılırsa Fethullah örgütü bir polis, asker ve yargı tarikatı gibi. Hâlbuki taa ANAP döneminden beri en girişken oldukları yerler siyasi partiler. Defalarca cemaat kontenjanından bakan olanların haberini yaptım gazeteciliğim sırasında. Devlet Bahçeli referandumdan önce “bizde cemaatçi vekiller var” dedi mesela. CHP’de bol miktarda olduğu artık sır değil. Yalnız beyanlara göre AKP’de yok. Huda’nın hikmetidir! HDP’li vekilleri gözaltına almayı, hapse tıkmayı yol yaptılar. Onun dışında kimseye dokunamıyorlar. Şiddetle uzak durdukları bir tabu bu belli. Bir tuğla çekerlerse binanın bütünün yıkılacağından korkuyorlar.
Cumhuriyeti yıktılar. Bu arada kendi ayaklarının altındaki toprak da kayıp gitti. Sallanıp duruyor tek adam tek parti yönetimi. Ohal kaldırsalar düşeceklerinden korkuyorlar, lastik gibi uzatıp duruyorlar. Ohal’dir gerçekten ama o ohal de bizim değil AKP’nin ohal’idir.

xxx

Devlet artık bir partidir ama onun zulmettiği yüzde 50 de bir parti kıvamındadır. Sorun o yüzde 50’nin gönül koyduğu muhalif taklidi yapan partilerin de devlete dâhil olmasında. AKP’nin muhalefetidir onlar. Maç kazanmak için değil, şike yapıp maçı AKP’ye vermek için oradadırlar. Onlarla alınacak bir yol kalmamıştır.
O yüzde 50, hiç kuşkusuz, kendi partisini bulacaktır. Alınacak yol budur.
Cumhurbaşkanı bile partili olduktan sonra, düşünecek ne kaldı?


Devlet buysa devrim sensin kardeşim…

Hayır’lı 1 Mayıslar!

Orhan Gökdemir/  SOL

Meğer eskiden - AYDEMİR GÜLER

Bu Tayyipçiler bizle kavga ederken kendilerine bayağı çeki düzen veriyorlarmış. Camide içki içip alem düzenleme ve bacılara saldırma türü fanteziler… bakmayın siz içeriğin saçmalığına, bunlar çalışılmış senaryolardı. Daha gerilere gidelim. Özelleştirmelerin yararları üstüne yazdıkları literatür, inanın İngiltere’yi, Amerika’yı aratmaz. Çeşitli başlıklarda cemaatin üstüne giden solcu gazetecilere yazılan iddianamelerin ciddi bir kalitesi varmış…

Artık nerdee…

Kemalizmle uğraşırken tarihi yeniden yazmak durumundaydılar. Anadolu’da eski ibadethanelerin üstüne kat çıkılması veya yıkılıp otopark yapılması tarihsel bir alışkanlık olduğu için Atatürk ve İnönü’nün camileri ahıra dönüştürdüğü hikayesi, çok ucuz olsa da inandırıcı bulunabildi. Ama yüzde birin okuma yazmayı becerdiği bir toplumda alfabe değiştirmenin yarattığı kültürel yıkımı (!) yazmak daha rafine bir senaryoydu. Vahdettin ve Abdülhamid’in ters yüz edilmesi, Kemalist barış politikasının sünepelik olarak mahkûm edilmesi, etnik katliamların sınıftan ve tarihsel nedenlerinden arındırılıp fatura edilmesi… Bunlara eşlik eden demagojik milliyetçilik eleştirisinin açtığı yoldan cemaatçiliğin sokulması…

Neredeyse birkaç yıl önce memlekette ne kadar derin entelektüel tartışmalar yapılıyormuş, diyeceğim!

Anlıyorum ki, AKP’lilerin “ergenekonculara”, devletin hâkimi oldukları dönemin kapandığının farkında olmayan eski milliyetçilere de saygıları varmış. Ciddi tartışmalardı doğrusu; bir taraf demokrasi getiriyordu. Türkiye Avrupa Birliği’ne girecek, çağdaş uygarlığı yakalayacaktı. Kürt sorunu çözülecekti… Gerçi diğer tarafın eski moda ve ilkel görüntü vermesinin nedeni Erdoğan takımının yeteneklerinden ziyade liberallerin ve liberal solcuların reklam sektörü deneyimleriydi. Ama olsun; bütün bunlar yalan dolan olsa bile ciddi bir zihinsel emeğin ürünüydü.
Bu arada efsaneye göre Gülen cemaatinin kadroları İslamcı yeni entelijansiyanın has örneklerini oluşturuyordu. ABD’den veya Malezya’dan kapı gibi doktora diplomasını getiren o parlak gençler, dinciliği yıllardır gericilik diye damgalamanın ne kadar yanlış olduğunu kanıtlıyordu. Meğer dinciliğin de kendi modernizmi vardı. Yükseliyordu işte, İslami burjuvazimiz, İslamcı bilim insanlarımız! İslam kadının gerçekçi kurtuluş yoluna işaret ediyordu! Bereket, parlak tosuncukları parlatmak için liberaller ve solcu eskileri iş başındaydı. Ama asıl, onların parıldattığı dünyada Fethullahçı istihbaratçılar ve Fethullahçı emniyetçiler, kendilerini ve faşist tetikçileri kolayca örtüyor ve bildik kontrgerilla cinayetlerinin keyfini sürüyorlardı.

Meğer bütün bu operasyonlar, mükemmel bir toplumsal mühendislik tasarımıymış ve içlerinde görece göz kamaştırıcı bir akıl, beceri falan yatıyormuş.

Tayyipçiler solla, Kemalistlerle, milliyetçilerle ve Fethullahçılarla kapıştıktan sonra kendileriyle baş başa kaldılar. Ve örüntü hızla değişti. Ortalık küfür kıyamet. Zaman tam “Atatürk sünnetsizdi” gibi rekor denemeleriyle tanınan Melih Gökçek ve arkadaşlarının zamanı.
Cahiller, ahlaksızlar, kendini bilmezler... Ve birbirlerini de böyle suçluyorlar. Bir de Reis’e dost olmakla kendilerini övüp, birbirlerini Reis’e düşman olmakla suçlarlar. Bayağı sade bir dünyaları var anlayacağınız.

Başka bir tez, tutum, politik strateji, taktik… Galiba pek yok. Yukarıda hatırlattığım eski mücadelelerin -yobazın, liberalin, solcu eskisinin kusurunu affedin- “göreli derinliğinin” nedeni mücadeleleri anlamlandıran içerikteydi. Bir düzen tasfiye ediliyordu. Derinlik katan buydu.
Şimdi, atalarımıza ayıp olacak ama, paçasını kurtarmak için uğraşan avcı-toplayıcı bir kavimle karşı karşıyayız. Yıktıkları Cumhuriyetin yerine yenisini geçiremiyorlar diyoruz ya hep. Kuruculukta yaya kalanlar mevcudu yağmalamaya asılıyor. Görülmemiş bir iştihayla toplayıp, vurup, çalıp yiyorlar. Çok aceleleri var, çünkü bu güce daha kaç gün sahip olabileceklerini seçemiyorlar. Tıkınmanın alternatifi belki hapis, belki sürgün. İdam taahhüdünü tutabilmeleri durumunda birbirlerine neler yaparlar, düşünmek bile istemiyorum.  


AKP’linin AKP’liyle kavgası hiç çekilmiyor. Erdoğan da bu yüzden partisine geri dönüyor. Lakin reisin lağımdan taşanları geri doldurmayı becermekten ziyade lağımın parçası olma ihtimali daha yüksek. Kalite ve düzeyle ilgili olarak yukarıda yeterince dalga geçmiş olmalıyım. Mesele Erdoğan’ın kabiliyetine bağlı değil. Bu yobaz rejim ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyor. Sorun orada. Yoksa kaliteye sözüm yok.

Aydemir Güler /SOL

IMF’ye göre dünya; biraz da Türkiye… - KORKUT BORATAV

IMF, Türkiye ekonomisinin orta dönem için durgunlaştığını belirlemektedir. Bu durum, işsizliğin artmasını kaçınılmaz kılan; dinamizmden yoksun, mecalsiz bir ekonomi anlamına gelir.


İki önemli rapor
Dünya ekonomisini izleyen iktisatçılar için her yıl nisan ve ekim aylarında yayımlanan iki IMF raporu önem taşır.
Birincisi Dünya Ekonomik Görünümü (“World Economic Outlook”), ikincisi ise Küresel Finansal İstikrar Raporu (“Global Financial Stability Report”) adlarını taşır. Bunlara kısaca Ekonomik Rapor ve Finansal Rapor diyelim.
İki nedenden ötürü iktisatçılar için önem taşırlar.
Birinci neden IMF’nin dünya ekonomisine ilişkin en zengin istatistik kaynağına sahip olmasıyla ilgilidir. Raporlar, bu verileri sunar; kullanır; değerlendirir. Bu sayede ülkelere ve dünya ekonomisine ilişkin bilgi malzememizi zenginleştiririz. Ülkeler-arası güvenilir karşılaştırmalar yapmamız mümkün olur.
İkinci neden, IMF’nin ekonomik konularda emperyalist sisteme, “üst akıl” olarak hizmet sunan bir kurum olmasından kaynaklanır. Uluslararası sermayenin, özellikle de finans kapitalin selametini, hegemonik ekonomik ilişkilerin pürüzsüz sürdürülmesini gözetir. Bu hedeflere dönük politika önerileri oluşturur. Bunları bulgularla desteklemeye çalışır.

Raporların bu özelliği, emperyalist sistemin merkezinde oluşan eğilimleri, hatta görüş ayrılıklarını algılamamıza imkân sağlar. Örneğin son iki rapor, ABD’de Trump’ın başkanlığı ile ortaya çıkan korumacılık eğilimlerinin sancılarını yansıtıyor. Uluslararası sermayenin yerleşik doktrini, yani dış ticarette ve sermaye hareketlerine sınırsız serbestlik ilkesi korunuyor; ama IMF’nin en büyük “hissedarı” olan ABD yönetimini gözeten fazlasıyla ihtiyatlı bir  üslupla…
Bu ikilem, martta G20, nisanda da IMF/Dünya Bankası toplantılarının sonunda maliye/hazine bakanlarınca yayımlanan bildirgelere yansıdı. Geçmiş metinlerde istisnasız yer alan korumacılık eleştirisi, ABD’nin engellemesine takıldı; kayboldu.

Olumlu gidiş var
Ekonomik Rapor’a ihtiyatlı bir iyimserlik damga vurmaktadır. Rapor’un başlığı, “İvme Hızlanıyor mu?” sorusunu taşıyor. Yanıt, 2017-2018 öngörülerine bakılırsa olumludur. IMF’ye göre dünya ekonomisinin 2016’da yüzde 3,1 olan büyüme hızı, sonraki iki yılda yüzde olarak 3,5 ve 3,6’ya yükselecektir.
Bu gelişme, ABD’de canlanmanın hızlanması, AB ve Japonya’daki olumlu görünümler ve Çin’deki büyüme temposunun (önceki IMF öngörülerinin aksine) yüksek seyretmesi sayesinde gerçekleşecektir.
Buna karşılık Çin dışındaki yükselen piyasa ekonomileri, özellikle Latin Amerika ile Ortadoğu’daki olumsuz gelişmelerin etkisi altındadır.
Rapor, ayrıca, tüm çevre ekonomileri için geçerli olan bir dizi riskin de gündemde olduğunu vurguluyor.

Süregelen riskler
En önemli risk, “içe kapanmacı” eğilimlerin politikalara taşınması sonunda söz konusu olacaktır. Bu olasılık gerçekleşirse, çevre ekonomilerinde ihracat ve sermaye girişleri gerileyecektir. Sonuç, büyüme hızlarının düşmesidir.
Fed, faizleri beklenenden daha hızlı bir tempoyla artırdığı takdirde olumsuz yansımalar söz konusudur: Doların değerlenmesi, finansal akımların gerilemesi, kırılgan çevre ekonomilerinde durgunlaşma, daralma…
Aksi yönlü etkiler de olasıdır. Trump yönetimi, 2008 sonrasında ABD’de (Dodd-Frank yasası ile) uygulamaya giren finansal denetim mekanizmalarını gevşetmeyi hedefliyor. Bu gelişme, çevre ekonomilerindeki yüksek getiriler ile birleşirse, “yatırımcılar” (yani finans kapitalin spekülatif öğeleri) aşırı risk iştahına savrulabilirler. Hızlı, yüksek sıcak para girişleri çevre ekonomilerinde “finansal krizlerin olasılığını artıracaktır” (s.xvi).
Finansal Rapor, bu olasılıklara daha açıklık getiriyor: “Uluslararası finansal bağlantıları güçlü ülkeler, küresel finansal daralma koşullarında sorunlarla karşılaşabilecektir. Dışsal kırılganlıkları yüksek şirketlerin riskli, ödenemeyecek dış borçları 130-230 milyar dolar civarındadır. (s.x).
Milli gelirlerde emek payının düşmesi, IMF’nin belirlediği bir sorun olarak Ekonomik Rapor, Bölüm 3’te inceleniyor. Çevre ekonomilerinde ücretlerdeki gerileme, ülkelerin dış ticarete daha fazla bağlanması ile açıklanıyor. Emek payı aynı nedenle düşen ekonomilerden biri de Türkiye’dir (s.137, 161, Şekil 3.4.1).
Son olarak da ülke, bölge örnekleri verilmeden “ekonomi-dışı” risklerden söz ediliyor: Jeopolitik tehditler, terör, güvenlik sorunları, yolsuzluk, yönetişim bozuklukları, siyasi gerilimler…

Emperyalizmin özeleştirisi mi?
Bu riskler listesini kabul edelim; ancak onları “sol perspektifle” okuyalım. IMF’nin yapamayacağı genellemelere ulaşacaksınız.
Neredeyse yarım yüzyıldan bu yana, çevre ekonomilerindeki korumacı, ithal ikameci birikim biçimleri adım adım tasfiye edildi; finans kapitalin giriş-çıkışı tamamen serbestleştirildi.
Kore ve Çin gibi iki istisna dışında, bu ekonomiler 1945-1975 dönemindeki büyüme hızlarını tekrar yakalayamadılar. Sermaye hareketlerine artan bağımlılıkları, onları, yepyeni finansal krizlerle tanıştırdı.
Ücret payındaki gerileme (yani kâr paylarındaki artış) niçin dış ticarete fazlasıyla açılma sonunda gerçekleşti? Hatırlayalım: Geniş ve korunan iç piyasalara dayanan “Güney” ekonomilerinde ücretler ve köylü gelirleri, büyümeyi sürükleyen toplam talebin öğeleriydi. Finansal krizlerin söz konusu olmadığı bu ortamlarda çok sayıda ülke (örneğin Türkiye), kesintisiz ve yüksek büyüme hızları gerçekleştirmiştir. Emek gelirlerinin bastırılması, buralarda siyasi iktidarlar için bir zorunluluk değildi.
Sonra ne oldu? Aynı ekonomiler IMF’nin baskıları ve telkinleriyle ihracata bağımlı hale geldiler. “Rekabet gücünü artırmak” siyasi iktidarlar için acil bir stratejik öncelik haline oldu. Nasıl artırmak? Emek maliyetlerini sürekli aşağı çekmeye çalışarak, ülkeler arasında insafsız bir düşük ücret yarışmasına katılarak…
Neoliberal modeller yepyeni yolsuzluk biçimleri ve yozlaşmış siyasi iktidarlar türetti. Saldırgan emperyalizm, Ortadoğu’da kan döktü; teröre, denetlenemeyen güvenlik sorunlarına jeopolitik risklere yol açtı. Durumları bozulan emekçi sınıfların siyasete güveni aşındıkça siyasi gerilimler tırmandı.
Dolayısıyla IMF 2017’de çevre ekonomilerinin karşılaştığı riskleri sıralarken, aslında ve farkında olmadan emperyalizmi ve neoliberalizmi suçlayan bir iddianame hazırlamıştır.

Türkiye’ye değinmeler
İki raporda IMF, TÜİK’in yeni milli gelir serilerini kullanmaya başlamıştır. Önceki dört ay boyunca yeni istatistiklere itibar etmediğini de biliyoruz.
Türkiye ekonomisi üzerindeki IMF raporlarının (sonuncusu Şubat 2017 tarihli) tümü, eski verilere dayanmaktaydı. TÜİK’in yeni hesaplamaları hepsini geçersiz kılmaktadır. IMF uzmanlarının bu durumu nasıl sineye çekeceğini merak ediyorum.
Ülke ekonomileri Nisan 2017 tarihli iki raporda ayrıntıyla yer almamaktadır. Nicel bulgular, öngörüler tüm ülkeleri içeren verilerle kaynaştırılıyor. İncelenen genel ve ortak sorunlarla bağlantılı olduğu ölçüde ülke örnekleri veriliyor.
Ekonomik Rapor’dan birkaç örnek vereyim:
IMF, Türkiye’nin 2017’deki büyüme hızını yüzde 2,7 olarak öngörmüş ve Mehmet Şimşek’i kızdırmıştır (Ek Tablo 1.1.1., s.46). Rapor, Türkiye ekonomisini, Doğu-Orta Avrupa bölgesi içinde ele alıyor. Bölgede en yavaş büyüyen, enflasyonu ve cari açık oranı en yüksek ülke Türkiye’dir. Büyük çevre ekonomilerinin tümüne baktığımızda dahi, en yüksek enflasyonlu üç ülkeden biridir (Diğerleri Arjantin ve Mısır). (s.18-19, Tablo A5, s.206).
Ekonomik Rapor, Doğu-Orta Avrupa bölgesinde ekonomik görünümü bozulan tek ülkeyi de Türkiye olarak gösteriyor. Gerekçeye bakalım: “Artan siyasî belirsizlik, güvenlik sorunları ve dövizli borç yükünün TL’nin değer yitirmesi sonunda ağırlaşması Türkiye’nin ekonomik görünümünün bozulmasına yol açmaktadır.” (s.18). Haberdar olursa, ilk iki gerekçe Cumhurbaşkanı’nı kızdıracaktır.
Gelelim dışsal ve finansal kırılganlıklara…
Ekonomik Rapor, 2016’nın ikinci yarısında sermaye hareketlerinde gerçekleşen daralmanın çevre ekonomilerindeki yansımalarını inceliyor. O tarihten sonra en fazla değer yitiren ulusal para TL’dir (s.8, Şekil 1.7).
Dış kaynakların daralmasına rağmen, Türkiye en düşük (negatif) reel politika faizini ısrarla sürdürmüştür (Şekil 1.8., s.9). Kredilerin genişleme temposu ve milli gelire oranı bakımından da ön sıralarda yer almaktadır (Şekil 1.9, s.10). Düşük politika faizinin ve kredi/mevduat oranlarının fazlaca (%100 oranını aşan) artmasının yarattığı kırılganlıkları, IMF önceki Türkiye raporlarında da vurgulamıştı.
Dışsal ve finansal kırılganlıkların üst üste gelmesine yol açan bu bileşkenin bazı olumsuz yansımaları, Finansal Rapor’da da yer alıyor. Değinelim:
Yüksek tempolu kredi artışları dövizli/dış borçlanmaya dönüştüğü ölçüde ek kırılganlıklara yol açmaktadır. Örneğin (kısa vadeli borçlarla bağlantılı) “rezervlerin yeterlilik oranı” gerileyen ve yüzde 100’ün altına inen iki ülkeden biri Türkiye, diğeri Güney Afrika’dır (Şekil 1.12, s.14).
Türkiye’de riskli şirket borçlarının oranı (%14) yüksektir; ancak daha kötü durumda olan üç ülke daha vardır (Şekil 1.15, s.18). Bankaların şirketlere açtığı kredilerin en hızlı genişlediği iki ülkeden biri Türkiye’dir. Bu gelişmeler bankaların kârlılığını olumsuz etkilemektedir. (Şekil 1.16, .21).
Bir yıllık dış finansman gereksinimi milli gelire oranlanırsa önemli bir dış kırılganlık ölçütü daha ortaya çıkıyor. 19 ülke arasında Türkiye yüzde 31 ile (Malezya’dan sonra) en kötü ikinci ülkedir. TÜİK, dolarlı milli gelir düzeyini yükseltmeseydi, belki de ilk sıraya yükselirdik.

Durgunluk, Kırılganlık
Raporlarda Türkiye ekonomisine kısaca değiniliyor; yine de iki anlamlı saptama ortaya çıkıyor.
Birinci olarak IMF, Türkiye ekonomisinin orta dönem için durgunlaştığını belirlemektedir. 2015-2018 arasında gerçekleşen ve öngörülen milli gelir verileri Türkiye için yüzde 2,9’luk bir büyüme temposu göstermektedir. Bu, işsizliğin artmasını kaçınılmaz kılan; dinamizmden yoksun, mecalsiz bir ekonomi anlamına gelir.
İkincisi, ekonomimizde süregelen, ağırlaşan dışsal ve finansal kırılganlıklar vardır. Ne var ki, bu hususta aşırı endişe gereksizdir. Dünya ekonomisinde bir kriz ortamı oluşmadıkça, bu zafiyet vahim sonuçlar vermez. Can kurtaran simitleri daima var olmuştur. Fiyatlar yeterince düşünce spekülatif sıcak para girişleri coşar. Her sıkıntılı dönemeçte kayıt-dışı para girişleri (ne hikmetse) hızlanır.
2029’a kadar iktidar tasarımını hayata geçirdiğini düşünen Cumhurbaşkanı için bu kadarı yeterlidir; durgunlaşma da sorun değildir.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Siyasi teknolojilerle yaratılan cumhurbaşkanı adayı - Nilgün Cerrahoğlu

Kamuoyu yoklamaları yanılmazsa Macron, 7 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı olacak.
Henüz 40’ını bile devirmemiş, genç bir adam Macron. Partisi dahi yok. Ağustosa dek ekonomi bakanı olarak sosyalist hükümette yer almış. Sondajlarda partinin tepetaklak gittiğini görünce bakanlıktan ayrılarak, sade 6 ay önce “bağımsız aday” sıfatıyla cumhurbaşkanlığı ateşini yakmış.
İlk turun sonucuna baktığımızda, Emmanuel Macron’un ne kerte öngörülü ve isabetli bir karar aldığını anlıyoruz. 2012’de Elysées’nin yanı sıra meclis, senato, büyük kentler ve tüm önemli bölgelere sahip olan sosyalistler, Fransa’da 23 Nisan’daki ilk sınavda tarihi bir hezimet yaşadılar. Sosyalist partinin adayı Benoit Hamon oyların yüzde 6’sını alabildi.
Sosyalistlerin, ağızlarıyla kuş tutsalar sandıkta hezimet yaşayacakları önden belliydi. Macron daha yolun başında artık bu sosyalistlerden köy, kasaba olamayacağını saptadı.
Mesele ancak yalnız bunu kavramakla bitmiyor. Fransa’da V. Cumhuriyetin kuruluşu olan 1958’den beri hiçbir “bağımsız aday” Elysées’yi fethetmemiş. Hal böyleyken Macron’un bu kadar ilerlemesinin nedeni nedir? “Şans” unsuru dışında, her şeyi “üst akıl”, “dış mihraklar” ve “projeler”e indirgeyen kesimlerin yanıtı ortada: Macron büyük iş çevrelerinin ve bankaların adamıdır.
Olabilir. Rothschild Bankacısı, eski bir ekonomi bakanının arkasına “büyük finans”ı alması zor değil. Ama bu yeterli mi? Finans çevrelerinin desteklediği her aday büyük halk kitlelerinin oyunu alır mı? 


Obama tekniği uygulanmış
Meseleye bu açıdan baktığımızda Macron’un başvurduğu iletişim stratejilerinin bulunduğu yere çok büyük katkı yaptıklarını görüyoruz. Fransa’nın cumhurbaşkanı adayı zamanında kendisi gibi hiç kimsenin tanımadığı bir isim olan Obama’nın yöntemlerini kullanmış. 2008’de Obama’yı hızla Beyaz Saray’a taşıyan iletişim teknik ve stratejilerini uygulamış. Bu iş için ABD de, Obama kampanyasında çalışan Fransız gençlerini transfer etmiş. Bunların arasında öne çıkan 3 isim var: Guillaume Liegey, Arthur Muller ve Vincent Pos.
Paris’te kendi isimleri altında bir siyasi danışmanlık ve teknoloji şirketi kuran bu gençler, Macron’a, kapı kapı ikna yöntemiyle üzerinde çalışılacak özel seçmen-mahalle algoritmaları çıkartmışlar. “Google”a adlarını yazdığınızda önünüze hemen “LiegeyMuller- Pons” isimli bir site geliyor. Sitenin girişinde üç kafadarın Obama kampanyasında tanıştıkları ve en yeni siyaset teknolojilerinde uzmanlaştıkları yazıyor. “Big data” yardımıyla “sıfırdan kalkışa geçen” kampanyalara danışmanlık verdikleri anlatılıyor. 

CHP’ye rağmen yüzde 49
Siyaset artık -heyhat!- ideoloji değil, büyük teknolojilerin işi.
Bunları sade Macron olgusunu merceğe almak için yazmadım. CHP için bu serüvenden çıkarılacak hiç ders yok mu?
Referandumda alınan son yüzde 49’a bakmayın... O, CHP yüzünden değil, CHP’ye rağmen alınan bir sonuç. Kendisi de bunun ayırdında olan parti, kampanyaya nitekim “CHP” logosunu vermedi...
“Şaibeli seçimi” izleyen ataletli tutumlarına gelmeden önce... tüm büyük dönemeç sandık sınavlarında olduğu gibi bu kampanyada da alabildiğine pasif kaldılar.
Seçmen algoritmalarını bırakın, “Google”dan indirildiği iddia edilen rastgele bir kız çocuğu üzerinden hazırlanan reklam panolarının basitliği ve kullanılan propaganda şarkılarının sıradanlığı, baştan savmalığı bile bu partiden artık ümit kesmeye yeterdi. Sanki hepsi kapıdan geçen bir reklamcıya yaptırılmış, kendileri bile ürünlerine en baştan inanmamış gibiydi.
Modern siyaset teknolojilerinin kullanıldığı dünyada, “Düşmez şaşmaz bir Allah, ‘Hayır’ olur inşallah” şarkısı da nedir allahaşkına?
“Hayır”cıların, amatör olanaklarla hazırladığı videolar ve tanıtımlar dahi çok daha güçlü, umut verici, başarılı ve etkileyici olabildiler. Ama onlar da son tahlilde sosyal medyadaki belli çevreler içinde kalıyor, Obama ve Macron örneklerinde gördüğümüz üzere geniş seçmen kitlelerine ulaşamıyordu.
Diyeceğim o ki, 2019’a bu sürüklenmeyle varamayız. Ya CHP’yi bu köhnelikten kurtarmak; ya artık başka yeni oluşumlara yönelmek zorundayız.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Partili hâkim - ÖZGÜR MUMCU

Darbe girişiminden sonra en çok tartışılan ve üzerinde neredeyse bir milli uzlaşmaya varılan konu devlet görevinde “liyakat”ın esas alınmasıydı. Gülen cemaatinin devletin her kademesine sızmakla kalmayıp bir de darbeye kalkışmasından sonra iktidar sabah liyakat diye kalkıp akşam liyakat diye yatıyordu. Ertesi sabah yeniden... 
 
Cemaatin, Emniyet ve orduya sızmasının senelerce acısını çeken, iktidara muhalif kesimler de bu uzlaşmaya derhal katılmıştı. Zaten kimsenin karşı çıkmayacağı basit bir ilkeden bahsediyoruz. Atamalarda liyakatin neden dikkate alınmadığı, cemaat sızıntısının neden engellenmediği, Gülenciler hakkındaki 2004 tarihli MGK raporunun neden hasır altı edildiği, YAŞ’ta ihraç kararı alınmayarak kimlerin önünün açıldığı, iktidar destekli siyasi kumpas davalarıyla ordu içindeki sızıntının bir sel haline gelmesine nasıl yol açıldığı sorgulanmadı. 
 
Sonu darbe girişimine kadar giden cemaat meselesinde, bu karmaşık örgütün hazırlık hareketlerinde bilfiil ve canla başla yer alan iktidar çevreleri bırakalım yargılanmayı, kendilerini en büyük “FETÖ” düşmanı ilan etti. 
 
Böylelikle darbeyle mücadele elbette eksik kaldı. Eksik kalmayı geçelim, mücadele cemaatle yakından uzaktan ilgisi olmayan kesimleri hedef alarak 12 Eylül’ü aratacak genel bir muhalif tasfiyesine dönüştü. 
 
Hal böyleyken, 15 Temmuz ertesinin en önemli başlıklarından liyakat da unutuldu gitti. İşi, ona layık olana, ehil olana vermek gibi basit bir kural işletilmedi. 
 
Malum, yargıdan binlerce hâkim ve savcı OHAL KHK’si ile ihraç edildi. Böylesine toptan ihraçların hukuka uygunluğu tartışmasını şimdilik bir kenara koyalım. Bu hâkim ve savcıların yerine yenilerinin gelmesi gerek ki, yargı felce uğramasın. Mahkemeye işi düşen herkes fark etmiştir ki, felç hali ciddidir. Peki, yeni atamaların liyakate uygun yapılması için ne yapıldı? 
 
Hâkim ve savcı adaylığına mülakata çağrılma hakkı kazanmak için yazılı sınavda en az 70 almak gerekiyordu. Derhal bir OHAL KHK’si çıkarıldı ve bu baraj kaldırıldı. Yani yazılı sınavdan aldığı not ne olursa olsun, asgari bir hukuk bilgisi olup olmadığına bakılmaksızın herkes mülakata çağırıldı.
Sonuçta ne oldu? Belli ki ne bekleniyorsa o oldu. Önceki gün CHP milletvekili Barış Yarkadaş, yeni atanan hâkim ve savcıların AKP il ve ilçe örgütlerinden, milletvekili adaylarından seçildiğini ileri sürdü. İddia, Adalet Bakanlığı’nın aldığı 900 hâkimden 800’ünün AKP’li olduğu. Mülakat yazılı sınavdan 80 alanı eleme, mesela 50 alanı ise hâkim yapmaya imkân tanıyor. AKP milletvekili adayı, yöneticisi ya da AKP’li belediyelerin avukatı 800 kişinin baraj kaldırıldıktan sonra hâkim olarak atandığı iddiası şayet gerçekse bu tam bir rejim değişikliği ilanıdır. 
 
Tek parti rejimi, yargıyı partinin bir komisyonuna dönüştürüyor demektir. İhraç tehdidi başlarının üzerinde sallanan hâkimlerin bağımsızlığı zaten neredeyse yoktu. Doğrudan AKP’li hâkimlerin atanması durumundaysa yargı muhalifleri içeri atmadan evvel biraz soluklanma yeri haline gelir. Bu da kâğıt israfından başka bir şey değil. 
 
Vatandaş başka partiden belediye başkanı seçer, kayyım atanır belediye AKP’ye bağlanır. Vatandaş hâkimin önüne çıkar hâkim AKP’li. Vatandaş hayır oyu verir, oy pusulaları mühürsüz. Ne yapsın vatandaş? 
 
Kuvvetler ayrılığı yoksa, hâkimler partiliyse adalet yoktur. Madem adalet mülkün yani devletin temeli, o vakit devlet ne kadar vardır? Parti devleti, o partinin dışındakileri devletsizleştirmek demektir. Anayasasızlık ve devletsizleştirmek her coğrafyada özellikle bu coğrafyada felakete davet demek. 
 
Yarkadaş’ın iddiaları derhal aydınlatılmalı.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Hangisi? - Meriç Velidedeoğlu

Referandum sonrası toplanan İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde yıllık “çalışma Raporu” görüşülürken, CHP’li üyelerin, hesap-kitap soran haklı eleştirilerini yanıtlamaya çalışan Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bir ara bunalıp, “Beyninizle düşündüğünüzü, kalbinize sorun!”, yani “aklı bırakın” dedi, hemen ardından da “kalp asla yanıltmaz!” diye bastırarak vurguladı.
 
“TV” izlerken bu konuşmayı duyduğumda, kalp ile akıl bağlantısını, bu doğrultuda konu edinen düşünce sisteminin babası, “900 yıllık” İslam düşünürü “İmam Gazzali”yi anımsadım.
Bilindiği gibi, Osmanlı’da da kabul gören düşünce akımı buydu; kuşkusuz yıkılışının da önemli nedenlerinden de biriydi...
Ne var ki, “ayrım”ın altını çizmeliyiz; Gazzali, kısaca, “dinin akıl terazisine vurulmamasını, kalp yoluyla, gönül yoluyla algılanmasını” istediği, dolaysiyle de felsefeyi, özgür düşünceyi dışladığı vurgulanır. 
 
Topbaş’a gelince, dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olan, İstanbul’un, Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görevli olarak, “21. yy’ın” getirdiği kaçınılmaz ihtiyaçlarını, isteklerini karşılamak, kısaca bu; dolaysiyle gereken temeli “akıl” olan bilimin sağladığı yöntemlerle, araçlarla sorunları çözmek.
Yine de Topbaş’ın bu gerçeği görmesini -13 yıl sonra da olsa- unutmamalıyız. “Üç dönemdir başkanlık yapıyorum. Bu son dönemim!” dedi; peki bu da akıllıca bir karar değil mi?
Ama yine de aklının bu isteğini, kalbine danışması için önünde çok zamanı var... 
 
Ve değerli dostlar, Topbaş’ın bu kararında önceki “ İBB Başkanı R. Tayyip Erdoğan” gibi öyle tepelere çıkma isteğinin olmamasının -ya da olanaksız oluşunun- etkisini de unutmamalı.
R. T. Erdoğan’ın, bu göreve ve bundan sonrakilere nasıl hazırlandığı, “ABD”nin elçisi, “Abramowitz” ile sıcak dostluğu; “ABD”ye gidiş-gelişler, “Hedefimiz İslam Devletidir!” haykırışları, Obama’nın “Ilımlı İslam Devleti” düzeltmesini de unutmamalı.
Hele, “Hem Müslüman hem laik olunamaz! Ya Müslüman olacaksınız, ya laik!” çağrılarını da...
İkinci basamakta, “Başbakan” olduğunda da, bunları hiç söylememiş gibi, “İdeal devleti tanımlamak için, Anayasamız dört tane unsur tespit etmiş. ‘Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’. Bu dört taneden biri eksik olursa, ideal devlet de eksik olur!” diyebiliyor; ardından da bakın ne diyor: “Bunun dördünü de aynı derecede değerli buluyoruz, bunların bir tanesinden bile taviz vermeyi asla düşünmüyoruz!..”
 
Ve bunları -kendi kendimize gelin güvey olurken, söylemiyor- İstanbul’da “12-15 Mayıs 2007”de yapılan Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) 56. Dünya Kongresi’nin kapanış konuşmasında dile getiriyor. 
 
Ayrıca kapanıştaki basın toplantısında da, “Demokrasi, tanımı gereği özgürlükçüdür!” diye vurgulamaktan da kendini alamıyor. 
 
Sakın “pes!” demeyin; dahası da var; yabancı gazeteciler -özellikle Herald Tribune, Neue Zurcher Zeitung’un temsilcilerinin “Ordunun rolüne tek kelime değinmediniz, neden?” sorusuna da yanıt gecikmez, yukarıda sözü edilen dört unsuru, “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti”ni sayıp, “Bunlardan taviz verilmeyeceğinin güvencesini, ordumuz sağlamakla yükümlüdür!” der... 
 
İşte bu kadar! Yetmez mi? 
 
Biz bir kenara, “AB”ye bile yetmiş artmıştı, üçüncü sınıftan ikinci sınıfa geçirilmemiz için... Var mı, yok mu Erdoğan!.. 
 
Topbaş’ın, bu basamakları çıkmasına olanak yoksa, ya da istemiyorsa, “21. yy”da bir “Gazzali Müridi(!)” olmak da yeter artar herhalde... 
 
Ne dersiniz?


Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...