Libya ve Manchester - CEYDA KARAN

Geçen salı için planlıyordum, araya ABD’nin dış politika duayeni Zbigniew Brzezinski’nin ölümü girdi, yazamadım. Lakin Libya üzerinden yaşananlara dair not düşmeden olmaz. ‘Libya’ diye bir memleket kalmamış olsa bile… Esasında geçen haftaki Manchester Arena saldırısı, niçin kalmadığını da ortaya sermekte. Şimdilerde ‘emperyalizm’ denilince dudak bükenler için kör kör gözüne parmak misali...
***

Britanya’nın Manchester kentinin ünlü konser salonundaki saldırıda çoluk çocuk 23 kişi öldü, 59 kişi yaralandı. Libya asıllı 22 yaşındaki saldırgan Salman Abedi hakkında yazılıp çiziliyor.
Kendisi Libya İslami Savaş Grubu’ndan (LİSG) etkilenerek radikalleşmiş bir genç. Benim 2011’de Bingazi ve Libya çöllerinde denk geldiklerimden belki de. Kim bilir, belki birilerinin üzerinden paralar kazandığı, kaptagon ve türevi uyuşturucularla ‘davaya sevk edilenlerden’. Şu sıralar Fransız ve Hollanda polisi ne hikmetse Suriye’de Fetih el Şam militanlarının kullandığı ‘cihat/mücadele hapı’ diye anılan bu ilaçları üretip dağıtanları bulup yakalamamakta. İnsanın ‘Hey gidi Kaddafi, hey’ diyesi geliyor. Linç edilerek öldürülmeden önce çok bağırmıştı da işiten olmadı. Zaten ordusuna ‘sivillerin ölmemesi için dikkat edin’ türü sözlerinin de tam aksinin aktarıldığı yeni ortaya çıkmakta.

***

Libya, hem Batı (Fransız-Britanya) istihbaratları, hem de Kaddafi’den nefret eden Körfez’in Sünni monarşilerinin (özellikle Katar) ortak operasyonuydu. Liberal müdahaleciliğin ‘demokrasi’ sosu ile tatlandırılıp servislendiği. Siyasal İslam aparatı en kullanışlı araçtı. Üstüne Hillary Clinton’ın Suriye bağlantılı ‘Tekfiristan projesi’ tesis edildi.
Britanya yatırımı MI6’nın Kaddafi’ye suikastlar düzenlediği 1990’lara uzanır. LİSG üyeleri bu ülkede rahatça yaşadılar. Bunlardan biri Kenya ve Tanzanya’daki ABD elçiliklerine bombalı saldırılarda parmağı olsa bile Londra’da camilerde dolanan, sonra Libya’da ortaya çıkan Abu Enes El Libi.
Manchester saldırganı Abedi tabii henüz ‘çömezdi’. Libya’nın doğusundaki El Abedi aşiretinden. Babası Ramazan, Kaddafi yönetimi altında başçavuşmuş. 1991’de ‘Vahhabi cenneti’ Suudi Arabistan’a yerleşmiş. Afgan mücahitleri eğitmiş. Sonra ver elini Londra ve Manchester... El Libi ile de Bin Ladin’in adamı LİSG’in lideri Abdülhekim Belhaç’la da oradan tanışıyor. Hani şu ABD diplomatını Bingazi’de öldürünceye kadar ‘Libya devrim kahramanı’ ilan edilen Belhaç.
Diyeceksiniz ki Britanya istihbaratı bunları bilmez mi? Bilir elbette. 8 Haziran’daki seçimlerde halkından vize almak arzusundaki Başbakan Theresa May hele, o vakitler içişleri bakanıydı. Lakin bunlar Britanya için ‘değerli varlıklardı’. O sebeple tutuklanmadılar. 

***

Şimdi Batı başkentlerinde, ‘internetten radikalleşen gençler’ yahut IŞİD ve El Kaide’nin ‘yalnız kurtları’ gezip tozmakta. Batılılar Manchester’daki gibi kendi içlerinde ‘tali kayıplar’ vermekte. Bunların hepsi ‘insani’ mevzu zaten, zinhar politik değil! Emperyalist projelerle filan ne alakası olabilir! Bakmayın siz NATO yahut KİK’in zuhur ettiği memleketlerin yerlerinde yeller estiğine... 

***

Libyalılar için parasız sağlık ve eğitim, kamu için petrol, içme suyu projeleri, modernleşme, laiklik demek olan Muammer Kaddafi, 20 Ekim 2011’de linç edilerek öldürüldü. Kuvvetle muhtemel, linç Fransız istihbaratının işiydi. Şubat 2011’de ‘isyanın’ ilk çıktığı Bingazi’deydim. Barışçı gösteri ile filan değil, ağır silahlarla basılarak isyanın başlatıldığı sarayı bizzat dolaşmıştım. O vakitler rivayet o kadar çoktu ki, kafamda oturtamamıştım... 



Libya’daki silahlar paketlenip Suriye’ye yollanalı çok oldu. Batı medyası ancak şimdi yazıyor, NATO’nun ‘kurtardığı’ Libya’daki ‘köle pazarlarını’. Artık Libya yok. IŞİD’le mücadele var. O yüzden siz siz olun ‘emperyalizm’ deyip geçmeyin. Emperyalizmle oyun oynamaya da kalkışmayın. Antiemperyalizm en kalın çizginiz olsun.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Laiklik ve özgürlük için ayağa kalkan yer sofrasına çökmez - İLKER BELEK

2013 Haziran halk ayaklanması, Gezi, diktaya, gericiliğe, ranta, yağmaya, AKP’nin Suriye’de içine battığı kirli işlere karşı; laiklik, özgürlük ekseninde ortaya çıkan, barış, kamuculuk, bağımsızlık gibi değerleri de içeren, kendiliğinden nitelikli bir halk ayaklanmasıydı.

                                                                           ***

Haziran Türkiye’nin boyun eğmeyeceğini haykırmasıydı. Egemenler tarafından her zaman korkuyla hatırlanacak derin bir iz bıraktı. Haziran halktı.
İktidar tarafından bu nedenle büyük tehdit olarak kodlandı. Berkin’in annesini kalabalıklara yuhalatmalarının nedeni buydu.
Yalnızca AKP değil düzenin aktörlerinin tamamı ve tabi ki sermaye sınıfı da aynı değerlendirmeyi yaptılar. Ortaya çıkan enerjinin herhangi bir biçimde düzen dışına taşmaması için olağanüstü gayret sarf ettiler.

                                                                             ***

Kürt hareketinin tek derdi “çözüm” masasının etkilenmemesi, Erdoğan’a zarar gelmemesiydi. Demirtaş bu nedenle Haziran’ı bir darbe girişimi olarak niteledi.

                                                                             ***

CHP, ne olur ne olmaz, üzerine bir şey bulaşır diye, özellikle uzak durdu ve Kılıçdaroğlu eylemlerin içinde Parti olarak yer almadıkları noktasının altını defalarca çizdi.
Ancak CHP üzerinden Gezi’ye esas müdahale daha sonradan gerçekleştirildi.
CHP hem 2014 yerel seçimlerinde (Ankara-Mansur Yavaş) hem de cumhurbaşkanlığı yarışında (Ekmeleddin) MHP ile ittifak yaptı.
Dediklerine göre amaçları AKP’yi frenlemek, demokrasiyi korumaktı. Demokrasi diye gericilik pazarlandı.
Kitlelerin aklı bu şekilde karıştırıldı.

                                                                           ***

Bu arada Antikapitalist Müslümanlar yeryüzü sofrası icatlarını Taksim’e soktular: 9 Temmuz 2013.
Ayaklanmanın çekilmeye başladığı dönemdi. Sol örgütlerin neredeyse tamamı şova katıldı. Egemen medyadakilerden hiç farkı olmayan bu iftar programını Türkiye’nin dört bir yanına hep birlikte taşıdılar.
Sanki İslam’da antikapitalizm olabilirmiş gibi... İslam’ın köleci, servetçi, kadın düşmanı, cihatçı karakterini görmezden gelerek, kapitalizmin sermaye diktatörlüğü olduğu gerçeğini gizleyerek…

                                                                          ***

Anlaşıldığı kadarıyla bu sene yeryüzü sofralarının organizasyonunda Taksim Dayanışması daha bir önde, daha bir hevesli.
Amaç AKP’nin dinine karşı, gerçek İslam’ı çıkarmak. AKP’yi din üzerinden sıkıştırmak. Oysa biliniyor ki değişik bir İslam yok.
AKP’yi İslam’la sıkıştırma taktiği Ekmeleddin ve Yavaş politikasından hiç farklı değil.
Dün basındaydı, CHP’nin Ali Koç’u başkanlığa aday göstereceği yazılıyordu. Ali Koç kabul eder mi bilmem ama, bu partiye çok yakışır. Üstelik hak ediyor da adam: Antalya’da 2015’de yapılan G20 zirvesi sırasında “eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir, ben en azından eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini düşünüyorum” diyen O değil miydi ?
Kim bilir, Dayanışmacılar bile ikna olur belki.

                                                                           ***

Haziran ayaklanmasının referansları düzen dışına taşma eğilimi gösteriyordu.
Solun görevi buradan devam etmek, bu potansiyeli sosyalizme doğru örgütlemektir.
Kim neye inanırsa inansın, karışılmaz. Tanrıya, dine inanmak ya da inanmamak, kendisinde kalmak koşuluyla kişinin kendi vereceği karardır. Ve dinle, din üzerinden siyaset yapılmaz.
Meclis başkanının haremlik selamlık kuş sütü tamam sofralarda düzenlediği Ramazan şölenleri de, yer sofrasına çökmüş iftar da dinin siyasallaştırılmış, siyasetin dinselleştirilmiş halleridir.
Sol din siyasetinden medet umuyorsa, mesajlarını din vesilesiyle vermek umudu içerisindeyse zaten sol olmaktan çıkmış, umudu ve mesajı kalmamış demektir.
Ali Koç’la Antikapitalist Müslümanlar, hangisi daha tehlikeli acaba: Birisi “bu eşitsizlik başımıza bela açacak” diye sınıfsal korkusunu dışa vuruyor, sınıfdaşlarına “hırsınızı dizginleyin” diye akıl veriyor; diğeri ise düzene bela olmamak için emekçileri yere çökmeye çağırıyor.
Bu yol AKP ile mücadele yolu olmadığı gibi, Gezi’nin ruhuna da ihanettir.


İlker Belek / SOL

Akar’ın ne dediğini anladınız mı…- AYŞE YILDIRIM

Koskoca MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı “ihbarcının güvenilir olup olmadığının” bilinmemesi nedeniyle gelen ihbarı “darbe” olarak algılamamış. Ama saatlerce konuşmuş, toplantılar yapmış, telefonlar açmışlar.
“Onu oraya gönderdim, buna şunu söyledim” diye uzun uzun anlatıp son kertede darbeyi “akamete” uğratmakla övünmüş Sayın Akar, Darbe Komisyonu’nun sorularına beş ay sonra gönderdiği yazılı yanıtta. Ama başka bir şey daha söylemiş:
“Son zamanlarda adam kaçırma, suikast gibi bazı kişilere operasyon yapılacağı hakkında duyumlar alınmaktaydı.”




İşte bu duyumlarla gelen ihbarı birleştiren Sayın Akar, “daha büyük bir planlama olabileceği şüphesi” ile tedbirler aldıklarını anlatmış.
Bu daha büyük planın ne olabileceği ya da suikastlar konusuna ise bir açıklama getirme gereği duymamış.
Tabii bir de “FETÖ’nün darbeye cüret etmesini kimse beklemiyordu” cümlesi var.
Neredeyse bir haftadır süren 221 sanıklı “Yurtta Sulh Konseyi” üyelerinin yargılandığı davada eski komutanlar Sayın Akar’dan farklı şeyler anlatıyorlar oysa.
Hulusi Akar’ın tavsiyesiyle Cumhurbaşkanlığı Başyaverli’ğine atanan Kurmay Albay Ali Yazıcı, “Darbe olduğunu ben 15 Temmuz’da öğrendim ama darbe bir ay öncesinden dillendiriliyordu” diyor. Kimlerin dillendirdiği sorusuna ise cevap vermek istemediğini söylüyordu Yazıcı, ama bizzat Cumhurbaşkanı danışmanlarının “darbe” esprisi yaptığını mahkeme tutanaklarına geçirtiyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Marmaris’ten almakla görevlendirilen ve darbeye katıldığını söyleyen Tuğgeneral Gökhan Şahin Sönmezateş de benzer bir cümle kuruyordu mahkemede:
“Emir verilirken darbe yapılacağı söylenmedi ama emir-komuta zincirinde bir ihtilal olduğunu düşünmüştüm. Bu çarşamba gününden beri konuşuluyordu.”
Yani herkesin konuştuğu “darbe” söylentisini MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı duymamış.
Askeri terimleri bilmem, bilmek de istemem ama o günlerde hepimizin aklına takılan soruları da mahkemede birer birer dile getiriyorlar yargılanan komutanlar. Onlardan biri de eski Akıncı Üssü Komutan Tuğgeneral Hakan Evrim.
Evrim, iddianameye dayanarak Başbakan Binali Yıldırım’ın 15 Temmuz gecesi bir televizyon kanalında canlı yayında “kalkışma” olduğunu söylediği saatin tam 23.02 olduğunun altını çiziyor. Ve “Başbakan daha cümlesini bitirmeden, ışık hızıyla” Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın darbeye teşebbüs eden askerler hakkında soruşturma başlattığını anlatıyor; saat tam 23.05’te.
Başka noktalara daha dikkat çekiyor Evrim:
“Gece yarısı devlete ve belediyeye ait inşaat kamyonları, üstelik kasalarında kum dolu bir şekilde Etimesgut Zırhlı Birlikler Komutanlığı nizamiyesi önünde, askeri bir düzen içerisinde, tankların geçişine izin vermeyecek bir şekilde yer aldılar.
Ertesi gün HSYK FETÖ’cü hâkim ve savcıların durumunu görüşmek üzere olağanüstü toplanmıştır. Sabah saatlerinde gözaltı listeleri yayılmıştır.
Önceden hazırlık yapılmadan bu kadar hızlı nasıl reaksiyon gösterildiği yorumunu takdirinize bırakıyorum. İddianamelerde bir tek siyaset ayağının eksik kaldığını dikkatinize sunuyorum.”
Esenboğa Havalimanı kontrol altına alınmadan İstanbul’daki havalimanlarının kontrol altına alınmaya çalışılmasının anlamsızlığına, İstanbul’daki köprülerden sadece birinin tek yönlü kapatılmasının TSK’nin hedef seçim prensipleriyle asla örtüşmediğine dikkat çekiyor. Meclis binasının neden bombalandığını anlamanın da mümkün olmadığını söylüyor:
“Sadece bu binayı yıkmak için bile yaklaşık 35- 40 F-16 uçağının kullanılması gerekir.”
Eski Kara Kuvvetleri Kuvvet Geliştirme Başkanı Tuğgeneral Erhan Caha, darbe teşebbüsünün “Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve MİT Müsteşarı’nın planı, bilgisi ve kontrolü dahilinde olduğunu” ileri sürüp tanık olarak dinlenmeleri halinde bu durumun ortaya çıkacağını söylüyor. Ve Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı’nın ifadesine dikkat çekiyor:
“Aksakallı, ‘Kriz anlarında personele birliği terk etmeme emri verilir. Personele bu emir verilseydi darbe açığa çıkardı’ demiştir. Hayatını bu mesleğe vermiş insanlar bunu düşünemiyorlar mı? Bu girişim öğrenilir öğrenilmez personel ikaz edilmiş olsaydı bu olayların hiçbiri yaşanmazdı.”
Sıkıyönetim mesajlarında imzası bulunan Kurmay Albay Cemil Turan, mahkeme başkanının “Bu darbeyi kim yaptı, sizin görgünüze göre hangi isimler vardı” sorusuna “Bir darbe girişimi oldu. Ama bu darbe girişimini tamamen FETÖ’cüler yapmıştır diyemem. Çünkü TSK içerisinde farklı ekipler vardır. Bu ekipler içinde muhafazakâr yönü ağır basan bir ekip var. Bu ekip genelde FETÖ’cü olarak anılır” diye yanıt veriyor.
Ne diyordu CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu:
“15 Temmuz kontrollü darbe girişimidir.” 

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Zeytinin ölüm fermanı... - HİKMET ÇETİNKAYA

Geçen hafta Ege’de zeytin üreticileriyle konuşurken mayıs yağmurları zeytin üreticisinin yüzünü güldürmüştü...
Konuştuğum üreticiler “Bu yıl zeytinde iyi hasat alacağız” diyorlardı.
Bu hafta ise yaşamını zeytine bağlayan üreticiler karamsardı...
“Ne olur zeytine kıymayın, ölüm fermanı hazırlamayın... ”
TBMM Bilim Teknoloji ve Sanayi Komisyonu salı ve çarşamba günleri toplandı, zeytinciler Ankara’nın yolunu tuttu, bakanla görüştü...
Dediler ki:
“Üretim reform paketi başlıklı torba yasa çıkarsa zeytinciliğin sonu olur...”
Zeytin Yasası 2 bin yılından bu yana değiştirilmek isteniyor. Daha önce Meclis altı kez bu yasa tasarısını geri çevirdi oybirliğiyle.
UZZK (Uluslararası Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi) kurucusu Murat Narin, son gelişmeleri anlatırken süreci şöyle değerlendirdi:
“Bugüne dek çeşitli kılıklarla karşımıza getirilen, değişiklik adı altında zeytin yasasını toptan yok edecek olan girişim bu kez ‘üretim reform paketi’ içerisinde piyasaya sürülüyor. Üstelik komik bir şekilde. Yasa tasarısının bugün kadar olanlardan hiçbir farkı yok. Harfiyen aynı metin.
Çünkü aynı madenci, termik santralcı lobilerin isteği yerine getirilmek isteniyor. Tüm çabalara, güzellemelere karşın üstündeki cila durmuyor, bilge ağaç zeytin ağacına çarpıp dökülüyor.”

 
***

En son Yırca Köyü’nde katledilen zeytinlikler için ülke kamuoyu ayağa kalktı. Sayısız mahkeme, yüksek mahkeme kararı çıkarıldı zeytin korunsun diye.
Zeytinin korunması ve geliştirilmesi için uluslararası anlaşmalar yapılıp Uluslararası Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi’ne yeniden üye olundu. Zeytin Yasası’nı değiştirirseniz anlaşmayı ihlal etmekten üyelikten atılacaksınız. Üyelikten atılmak zeytinin anavatanı olan Anadolu’ya yakışır mı?
Aynı ortak iradenin altına AKP’den CHP’ye, MHP’den HDP’ye, TKP’den ÖDP’ye Meclis içinde ve dışındaki partiler, demokratik kitle örgütleri imza atmışlardı.
Bir önemli konu daha var...
Zeytincilik tarihi incelendiği zaman Edremit Körfezi’ndeki ağaçların çok büyük yaşta olduğu görülür.

Genel olarak bölgede ağaçlar 200-300 yaşında...
Bunun yanı sıra bin yaşına yakın çok sayıda zeytin ağacı var. Bu ağaçlar, üretimden ziyade gen merkezi sayılabilecek durumda. Ağaçlar çok büyük olduğu için dönümüne 10-12 ağaç olarak dikilmiş.
Çıkarılmak istenen yasada “dekarda 15’in altında ağaç olması durumunda zeytinlik vasfından çıkarılacaktır” deniliyor.
Türkiye’de zeytinliklerin yüzde 80’i dönümde 8-10 ağaçtan oluşuyor.
Başta değindiğim gibi amaç açık: Zeytinciliği yok etmek, zeytine ölüm fermanı hazırlamak...
Şunu da ekleyeyim: Türkiye’de 170 milyon zeytin ağacı bulunuyor ve en büyük bölümü Ege’de... 

***

Dekarda 15 ağaç bulunmazsa bunların “zeytinlik sayılmaması” zeytinciliğin öldürülmesi anlamına geliyor.
Bu çok tehlikeli bir durum...
O zaman özellikle Ege ve Marmara bölgesinde bulunan zeytinlikler imara açık olacak, maden alanları, sanayi bölgeleri olacak bu tarım alanları.
Bakanlık bir de komisyon oluşturmuş. Ancak bu komisyon üyelerinin tümü bakanlık tarafından belirlenmiş kişiler. Sadece bir kişi Ziraat Odası’ndan belirlenmiş. Kanun böyle çıkarsa zeytinlik alanlara büyük zarar verecek.
Çünkü bakanlığın yeni yapmış olduğu zeytinlik alanları, çubuktan aşılı ve dönümüne 30-40 ağaç sıklığında dikilmiş ağaçtan oluşacak.
Bu zeytinliklerin yaşam süreleri 30 yılla 50 yıl arasında...
50 yıl sonra buralar tümüyle bitecek...
Oysa bölgede zeytin ağaçları 200 ve 300 yaşında...

Hikmet Çetinkaya / CUMHURİYET

Sıra kültürün işgalinde... - ALİ SİRMEN

Bir iktidar düşünün yüzde elli oy almanızı, kuvvetler ayrılığını çiğneyerek, yasamanın, yürütmenin, yargının tümünü denetlemenizi sağlıyor, ama şöyle korkmadan, gönül huzuruyla, ağız tadıyla bir maça, sinemaya, tiyatroya, konsere gitmenizi temin edemiyor.
AKP ve lideri işte böyle bir iktidarı sürdürmektedirler.
Parti, yasama, yürütme, yargının alanları hep onların hegemonyasında, ama sosyal, kültürel, sanatsal alanlar onları içine kabul etmiyor.
Düşünen, çizen, üreten, yaratan, yazan, besteleyen, düşleyen, onları izleyen kim varsa bu “sandık aslanlarını” hazmedemeyip dışlıyor, reddediyor.
Okuyan, yazan, üreten, gelişen Türkiye’nin kapladığı yer, AKP’nin yabancısı olduğu alandır.
Ensar Vakfı’nın 38. genel kurulunda konuşan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan şu sözleriyle bu durumdan yakınıyordu:
- 14 yıllık kesintisiz iktidarız, ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.
AKP’nin sosyal ve kültürel yaşamı baskı altına alıp gerileten tutumunun ona bu alanlarda sıkıntı yaratmasından daha doğal hiçbir şey olamaz. Demokrasi ve özgürlüklerin amansız karşıtı AKP’nin, gelişmesi için bunlara ihtiyaç duyan, sosyal ve kültürel alanda yadırganması kaçınılmazdır. 


***

Ama beşikten mezara, hatta mezar ötesine kadar yaşamın her anını, her alanını denetim altında tutmayı amaçlayan Reis sisteminin kendi etkisinin dışında bir karışlık tek parsele bile tahammülü yoktur.
Reis sisteminin dışlandığı sosyal ve kültürel alana entegre olmak için, o alanda özgürlük ve çeşitlilik çiçeklerinin açacağı ortamı yaratma yolunu tutmasını beklemek onu hiç tanımamış ve anlamamış olmak demektir.
Yasama, yürütme ve yargıyı tam denetimine almış olmasının yanı sıra, ihaleler yoluyla ve çeşitli yöntemlerle ekonomik yaşamı da çelik cendere içine almış olan, totaliter Reis düzeni artık sıranın, sosyal kültürel ve sanatsal alanın işgaline geldiğine karar vermiş görünüyor.
Bu anın geleceği daha başından belliydi. Totaliter rejimler, otoriter rejimler gibi yalnızca görünüşte siyasal alanı ve onun yanında ekonomik yaşamı denetlemekle yetinip, bunların dışında bir nötr alanı da bireyin kendi tasarrufuna bırakmaz. O yaşamın her anını ve her alanını demir pençesinin içinde tutar.
Totaliter rejimler, kişinin kendi tasarrufuna bırakılmış en ufak bir alanı bile, gittikçe yaygınlaşabilecek bir otorite boşluğu olarak görür ve onu doldurmaya çalışır.

***

Totaliter yönetimlerde, sosyal alanın sanat ve kültür yaşamının, tek ses, tek düşünce, tek görüş, tek form, tek renk, çizgisi içerisinde tek tipleştirilmesiyle denetlenmesi esastır.
Buna uygun kuşakların yetiştirilmesi, sorgucu eğitimin yerine dogmacı eğitimi ikame etmiş olan Milli Eğitim örgütünün görevidir.
Ama tek başına bu da yetmez. Devletin ve onun egemeni partinin demir yumruğuyla yönlendirdiği sanat ve kültür politikalarına, artık örgütlenmiş bir baskı ve denetim öğesi olan muhtarların katılımıyla desteklenmiş, totaliter propagandanın emrindeki “mahalle baskısı” kurumu harekete geçirilir.
Cumhurbaşkanı, Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, bu mekanizmanın harekete geçirileceğinin haberini veriyordu.
Bu yolla, tek millet, (aslında ümmet okunur) tek bayrak, tek vatan, tek lider, tek mürşit, tek ses, tek renk,tek form, tek kılıklı, tek tip toplum oluşturularak totalitarizmin amaçladığı yapıya ulaşılmış olunur.
İstenen bu.
Ne var ki bugüne kadar, harcanan bütün çaba, dökülen bütün para, yapılan tüm baskıya karşın bu amaca ulaşmak mümkün olmadı. Bugünden sonra da olmayacak. Ama bu arada toplumu sıkan cendere daha da daralacak, daha da güç günler yaşanacak.
O kadar da olacak artık. Sıkıntı çekilmeden selamete ulaşıldığı nerede görülmüş?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Arap Marx mümkün mü? - ORHAN GÖKDEMİR.

Bizim tanışmamız Sol yayınlarının kardeş kuruluşu Onur yayınları ile olmuştu. Sol’un “sol” formatında bir kitaptı işte. Sevim Belli tarafından çevrilmiş, 1970’li yılların ortasında basılmıştı. Sanırım sol kütüphanelerin çoğunda mevcuttur. Demek solun yükseliş döneminde sol okura Marksist klasiklerin yanında bir de İbn-i Haldun okutmak gerekmiştir.

Yalnız Onur yayınların Mukaddimesi eksiktir. Eserin bir bölümüdür ve devamı gelmemiştir. Tamamı 1990’lı yılların başında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Şark-İslam Klasikleri” başlığı altında basıldı. Çevirmeni Zakir Kadiri Ugan’dı. Zakir Kadiri Ugan Tatar kökenli antropolog, tarihçi ve yazar. İbn-i Haldun'un Mukaddime’si yanında Kuran tefsircisi Taberi'nin “Tarihu’l-Ümem ve’l-Mulûk” adlı eserini Türkçe'ye kazandırmış.

İlginç bir isimden söz ediyoruz. Abdülhamit zamanında kovuşturulmuş, İstanbul’dan Hicaz’a kaçmış. Orada din eğitimi almış. Oradan Mısır’a geçip El Ezher’e katılmış. Ekim Devrimi sırasında Rusya’da. Devrimden kaçıp İstanbul’a gelmiş, Türk vatandaşlığına geçmiş. Bir müddet Tarsus’ta öğretmenlik yaptıktan sonra dönemin Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) kendisini Ankara’ya çağırarak Türk Tarih Kurumu Telif ve Tercüme Heyeti’ne üye tayin etmiş. Anlaşılacağı gibi yeni doğan Cumhuriyet kendisine bir “tarih tezi” oluşturma telaşıyla aslen ilahiyatçı olan bu tür insanları bulup, ilgili kurumlara yerleştirmiş.

Mustafa Kemal’in Türk Tarih Kurumuna yazdığı çok sert bir mektuptan anlıyoruz ki, Zakir Kadir’i verilen görevin adamı değildir. Olayın özeti şu: Mustafa Kemal liselerde okutulması için “İslam Tarihi” ve “Türklerin İslam’daki Yeri” konularının yazılmasını istemiş, bu konuların yazımı ile Mısır El Ezher Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri görevlendirilmiştir. Kadiri görevini yapmış istenileni yazmıştır. Ancak ortaya çıkan şey pek Arap milliyetçisidir. Mustafa Kemal çok öfkelenmiştir yazıyı görünce. “Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir! Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözü o öfke mektubundan bakiyedir.

                                                                        * * *

Bunları şunun için sıraladım. Büyük ihtimal Zakir Kadiri Mukaddime’yi bir “sosyoloji” eseri olarak çevirmemiştir. Zaten İbn-i Haldun da hukukçu ve haliyle ilahiyatçıdır. Yazdığı dönemde hukukun kaynağı ilahi sözlerdir, dindir. Başka türlü düşünemeyiz. Sosyolog unvanını yakın zamanda almıştır. Devletler de bütün diğer canlılar gibi doğar, gelişir, büyür ve ölür. Dediği budur. Bir de Bedevi dayanışması, asabiyet vardır. Yalnız “asabiyet”in ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz, çünkü elde açık ve net bir tarif bulunmuyor.
Yani bizim kuşak için Mukaddime, Komünist Sevim Belli ile İlahiyatçı Zakir Kadiri arasında sıkışmış tuhaf, nüfuz edilmez bir kitaptır.
Zaman her şeyi netleştirir. Sevim Belli çevirisi gözlerden uzaklaşıp yerini Zakir Kadiri çevirisi almaya başlayınca İbn-i Haldun da önce soldan sağa, sonra da sağdan İslamcılara intisap etti. Bizim Arap Marx’ımız İslamcıların elinde tipik bir Arap İlahiyatçıya dönüştü. Nasıl oluyor diye sormayın, bu ülkede imkansız diye bir şey yoktur. Bu arada İbn-i Haldun’dan sosyoloji öğrenen herhangi bir solcu oldu mu bilmiyorum. Olmadığını tahmin ediyorum.

                                                                            * * *

Bu tartışma gündemimize artık AKP’li olan Cumhurbaşkanının geçtiğimiz hafta “İbn Haldun Üniversitesi”nin açılışında yaptığı konuşma nedeniyle girdi. İbn-i Haldun belli ki yeni gözdeydi ve “sorunlu şahıs” Auguste Comte’un karşısına İslami bir figür olarak çıkarılacaktı. Herhalde bunları söylerken “İttihatçı zihniyete” bir darbe daha vurmanın kıvancı içindeydi. Comte ile Haldun arasında birkaç yüzyıllık bir mesafe var ama olsun. Jakobenizme darbe vursun da isterse çamurdan olsun. AKP Cumhurbaşkanı konuşmasında İbn-i Haldun’un perdelendiğini, yasaklandığını iddia ediyor ki bu da doğru değil. 19. yüzyıldan beri eserleri Türkçe okunabilmektedir. Bir İslamcının çevirdiği Mukaddime de SHP’nin ortak olduğu hükumet döneminde devlet tarafından basılmış herhangi bir
sorun yaşanmamıştır.



İbn-i Haldun Mukaddime'si din içi bir kitap falan demiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Ama içinde bir sosyolog hele hele bir Marx aramak da beyhude bir iştir. Biliyoruz bizde böyle tuhaf bir damar var. Şeyh Bedreddin’den de zaman zaman Marx çıkarma, damıtma faaliyetleri oluyor. Hoş çabalardır ve içinde direnç olan her şey bizimdir. Ama dincinin olanı dinciye vermekte de bir sakınca yoktur. Abdullah Cevdet’i koyarız yerine mesela, mis gibi olur!

Orhan Gökdemir / SOL

Kültürel iktidar(sızlık) meselesi - TAYFUN ATAY





Ensar Vakfı 38. Genel Kurulu’nda konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “14 yıldır kesintisiz siyasi iktidarız, ama sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” dedi.
Doğrudur. Duble yol yapmakla, şehirleri toz-toprak deryası içinde şantiye keşmekeşine çevirmekle, “İnşaat Ya Resulullah” şiarıyla ekonomi-politik iktidar pekişse de “kültürel iktidar” devşirilemez.
Böylesi “inşaata-taparlık”tan çıkacak “kültürel” sonuç, olsa olsa İstanbul’un Fethi’nin 564’üncü yıl kutlamasında “1453” tane kamyonun art arda dizilip yeni havaalanı pistinde kortej geçişi yapması olur!..
Hafriyat kamyonunun medeniyet ölçüsü haline geldiği noktada muhafazakâr düşünce bünyesinden bile fikir, sanat, edebiyat ürünü çıkaracak hal kalmaz. 


***

Elbette işin özünde “seküler Türkiye” ile mücadelede yeni bir sayfa açma var.
Cumhurbaşkanı’nın şikâyetlerine baksanıza:
“Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum. (...) Elimizde böyle bir imkân varken hâlâ pek çok yeri boş bırakıyor olmamız, aklın ve vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir. Tek eksiğimiz bunları hizmete dönüştürecek adanmış kadrolardır.”
Sondan başlayalım: Bir kere “adanmış kadrolar”la bilimde, sanatta, edebiyatta, sinemada ve dahi medyada atılım yapılamaz.
Çünkü bunlar adanma değil, bağımsızlık, eleştirellik, başına buyrukluk, hatta karşıtlık talep eder.
Cumhurbaşkanı’nın, “ülkesine-milletine yabancı zihniyettekiler” diye kastettiği ise “Batılılaşmışlık” etiketi altında toparlanabilecek laik, liberal ve sol tınılı “yazar- çizer tayfası”, buna kuşku yok.
Fakat sorun şu ki “yabancı zihniyet”te olmanın da bir ölçüsü, “standardı” yok.
Birileri çıkar, giyim kuşamınızdan başlar ve (bir yandan binilir ve inilir bir “tramvay” saysanız da) şu ara dilinizden hiç düşmeyen “demokrasi”ye kadar sizi de o “yabancı zihniyet”in parçası addedebilir.
Mesela İran Devrimi sonrası İslam cumhuriyeti için referanduma gidilirken halkın önüne “Demokratik İslam Cumhuriyeti” seçeneğini de koyalım diyen Başbakan Mehdi Bezirgân’ı nasıl azarlamıştı Humeyni, hatırlayalım:
“Batılılara ait demokratik terimini ağzına alma. Böyle bir taleple ortaya çıkanlar İslamiyet hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir.”
Son AKP olağanüstü kurultayının sloganı ise, malûm, “demokrasi, değişim, reform”du! 

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri hemen her bakımdan sorunlu da her şey bir yana, kültürün böyle siyaseten “güdümlenebilir” bir örüntü olarak düşünülüp anlaşılıyor olması başlı başına bir büyük sorun. Konusu tek kelimeyle “kültür” olan antropoloji alanında, giriş derslerinde ilk yaptığımız, bilgi eksikliğinden kaynaklı bu yanlış kanaati düzeltmek olmuştur hep.
Kültür, insanla muteberdir. Dolayısıyla bir “kültürel iktidar”dan bahsedilecekse eğer, bu olsa olsa hayatın içinde insanların duyuş, düşünüş, inanış, yaşayış ve yapış-ediş olarak ortaya koyduklarının, tercih edip benimsediklerinin yaygınlığı ve revaç bulmasından ibarettir.
Siz istemeseniz de en muhafazakâr kesimler bile oturup saatler boyu Survivor izliyorsa, adından başlayarak o “Survivor” baştan sona bir yabancı zihniyet manzumesi olsa bile onu “kültürel” olarak iktidardan edemezsiniz.
Ha, elbette siyasi iktidarınızla baskı ya da “darbe”ye uğratabilirsiniz.
Mesela parkurda ve “bench”lerde teniyle de, teriyle de ışıl ışıl parlayan kızlara haşema mayo giydirebilirsiniz.
Öyle olduğunda program kuşkusuz “iktidardan düşer” ve reyting de dibe vurarak (üzülerek zikrediyorum!) “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”yla aynı 50’nci sıralara inebilir!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Davet’li yollar 3. havalimanına çıkıyor - ÇİĞDEM TOKER

3. havalimanı inşaatında çalışan kamyonların Fetih şovunu “korku filmi”ne benzetenler oldu. Daha fazlası bence. Kamyon şoförlerinin ortak jesti gibi sunulan bu “anlaşmalı” şov, uygarlık vaadi ardına saklanmış şiddet ve ilkelliği gözümüze sokan mütecaviz bir gösteriydi. 

 
Birden çok kritere göre Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi olarak takdim edilen 3. havalimanı, büyüklüğüyle orantılı olarak yeşili yok eden proje olarak da ilerliyor. Yap-İşlet-Devret yöntemiyle yaptırılan diğer mega projeler gibi 3. havalimanı da “Milletin cebinden beş kuruş çıkmadığı” sloganıyla tanıtıldı. Oysa bu projede de milletin cebinden sanıldığından daha çok para çıkıyor. 

Anlatayım:
3. havalimanını inşa eden İGA konsorsiyumu, beş tanınmış müteahhitlik şirketinden oluşuyor: Cengiz-MAPA-Limak-Kolin-Kalyon.
Karayolları Genel Müdürlüğü’nün, son 4-5 yıldır, olağandışı durumlarda kullanılan “pazarlık” yöntemini ihalelerde olağan bir yol olarak seçtiğini geçen pazar yazdım. Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesi işletildiğinde, açık ihale yapmak yerine, idare belli firmaları çağırıp aralarından seçerek yol yaptırıyor. Son dört yılın “davet” yöntemli ihalelerine bakıldığında İGA konsorsiyumunu oluşturan firmaların, büyük ölçekli “davet”li işler yaptığı görülüyor. Aşağıda -derlediğim- yıllara göre İGA’yı oluşturan firmalara “verilen” davetli işleri paylaşıyorum;
 
2013 yılı
Ordu-Ulubey-Topçam 50.4 milyon TL Kalyon (TCK)
Batman-Siirt köprü yapımları 136 milyon Nurol+Cengiz
Genç-Servi yolu 79 milyon TL Cengiz+Özaltın
Şırnak-Pervari ayrı yolu 181.8 milyon TL Limak
Van-Hakkâri ayr. Başkale 305.2 milyon TL Mapa
Toplam: 752.4 milyon TL 
 
2014 yılı
Samsun-Sinop ayrımı Güzelçay yolu
78.8 milyon TL Cengiz İnşaat
Kastamonu-Çankırı Ilgaz 213.3 milyon TL Cengiz İnşaat
Toplam: 292.1 milyon TL 
 
2015 yılı
İzmir-Manisa Devlet yolu Sabuncubel
Tüneli ve bağlantı yolları yapımı 193 milyon TL Kalyon İnşaat
Tandoğan-Keçiören metrosu bağlantı 29.5 milyon TL Limak İnşaat (Ulaştırma Bakanlığı)
Trabzon-Aşkale(Dokap) Maçka-Kara-hava yolu 44.8 milyon TL Cengiz İnşaat
Toplam: 267.3 milyon TL 
 
2016 yılı
İkizdere Ayr.-Ovit Tüneli bağlantı 390.5 milyon TL Cengiz İnşaat
Toplam: 390.5 milyon TL 
 
2017 yılı
Kastamonu-Çankırı Kırık Barajı varyantı
yol yapım işi 607.3 milyon TL Cengiz İnşaat
Sabuncubel Tüneli ve bağlantı yolları 175 milyon TL Kalyon İnşaat
Toplam: 782.3 milyon TL
 
Havalimanı şirketlerine 2.5 milyar
Son beş yıldır 3. havalimanı şirketlerine çoğunluğu KGM olmak üzere, “pazarlık” usulüyle verilen işlerin toplamı 2.5 milyar TL’ye ulaştı. Bu tutarın yarıdan fazlasını ise (1.4 milyar TL’si) Cengiz İnşaat’a ihale edilen işler oluşturuyor.
Soru şudur: Deprem, afet, öngörülemez hallerde uygulanan davet yöntemi, kötüye kullanılmadan serbest rekabet ortamında normal ihale yapılsa, İGA şirketleri ve en çok da Cengiz İnşaat bu büyüklükteki yol ihalelerini alabilir miydi? 
 
21/b yönteminde ısrarın özel bir nedeni mi var? Karayolu ihalelerinde ihale bedelleri, bütçeden direkt aktarılıyor. Acaba 3. havalimanının ilerlemesi, bütçeden 21/b yoluyla İGA şirketlerine aktarılan ihale kaynakları sayesinde (de) mi mümkün oluyor? 
Ne dersiniz?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Vatan sevgisi - ÖZGÜR MUMCU

Dünyada hızla yükselen otoriter popülist dalga hakkında harıl harıl yazılıp çiziliyor. Konunun en yetkin uzmanlarından Princeton Üniversitesi’nden Profesör Jan- Werner Müller, popülist liderleri diğerlerinden ayıran en önemli unsur olarak “gerçek milleti” sadece kendi taraftarlarından ibaret göstermelerinin altını çiziyor. Sayın Erdoğan da bu konuda verdiği örneklerden biri.
Geçen pazar Sayın Erdoğan, Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda Profesör Müller’i haklı çıkarmak istercesine konuştu. Kısaca hatırlayalım:
“Geçmişteki acı hatıraları yaşamadıkları halde darbe teşebbüsü anlaşılır anlaşılmaz gençlerimiz hemen harekete geçtiler. Tankların altından girip üstünden çıkmaktan, darbeci hainlerin üzerine gidip işgal ettikleri yerleri kurtarırken gençlerimiz ön saftaydılar. O gece oraya gelenler Gezi Parkı’nın gençleri değildi. Bunu iyi görmemiz gerekir. O gece oraya gelenler vatanını, milletini seven gençlerdi.”
 
Dolayısıyla Gezi eylemlerine katılanlar kısa yoldan vatanını ve milletini sevmeyenler şeklinde tanımlandı. Haliyle milletten ayrı, yabancı unsurlar olarak da belirlenmiş oldular. Zaten Sayın Erdoğan yine aynı konuşmasında “Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum” diyerek toplumun önemli bir kısmını daha millet-dışı ilan etti.
Gezi eylemleri sırasında da Sayın Erdoğan, Gezi’ye katılanları şikâyet etmişti. Ancak o vakitler Ensar Vakfı’nın yıldızı bu denli parlamamıştı. Eğitim işlerine ağırlıklı olarak Gülen cemaati bakmaktaydı. Gezi’nin üçüncü haftasında bu cemaatin düzenlediği Türkçe Olimpiyatları’nda konuşan Sayın Erdoğan, Gezicilerle cemaatçileri kıyaslayarak şöyle demişti:
“Bir tarafta öfke vardı, nefret vardı, şiddet ve çatışma vardı. Diğer tarafta barış vardı, merhamet vardı, dostluk, dayanışma, kardeşlik vardı.”
 
Çoğu bugün “FETÖ”den içeride olan Emniyet görevlilerinin şiddetini ise “polisimiz destan yazdı” ve “emri ben verdim” sözleriyle karşıladığı da herhalde hâlâ hafızalardadır. Peki, Sayın Erdoğan’ın, Gezicileri cemaatçilerle kıyaslayan konuşmasını yaparken onu televizyonda izleyen Fethullah Gülen fotoğrafının bir Zaman gazetesi yazarı tarafından Twitter’da paylaşıldığını hatırlayan var mı?
Yine Profesör Müller’e göre otoriter popülist liderlerin bir önemli özelliği de kendilerini hep haklı görmeleri ve iktidardayken bile mağdur olduklarını ileri sürmeleri. Yani aldatılsalar da haklılar. Hep mağdur oldukları içinse iktidardaki icraatlarından sorumlu tutulmaları beklenemez. 
 
Geçen pazar Sayın Erdoğan’ı dinleyenlere küçük bir hatırlatma olsun bu yazı. Bundan dört sene evvel işte yine bu Gezicileri cemaatçilere şikâyet ediyordu. Zannetmeyin ki konumunuz sağlamdır ve işleriniz hep böyle tıkırında işleyecektir. Sayın Erdoğan’ın Gezi’yi şikâyet ettikleri abad olmalarıyla meşhur değildir. 
 
Bu vesileyle, otoriter popülizmin panzehiri, çoğulcu ve barışçıl Gezi Direnişi’ni yıldönümünde selamlıyorum. O eylemlere katılmış bir yurttaş olarak da kimsenin vatan sevgimi sorgulamaya cüret etmesine de boyun eğmediğimi ifade ediyorum. Millet bir liderin hayalinde gördüğünden ibaret değildir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

4.yıl… - ORHAN AYDIN

2013 yılı.
Mayıs ayını Haziran ayına bağlayan bir gecenin alaca aydınlığında, yıldızlar seviştiler bulutsuz bir gökyüzünde.
Düş gibiydi.
Gezi Parkı’nın bağrındaki üç-beş ağacın koca bir ülke olup ayağa kalktığı, çiçekli, kırmızı, yeşil ve bin sevinçli bir düş.
Saklamadık öfkenin aşka dönüşünü, acının isyan olup haykırışını.
Şarkılarımızın, türkülerimizin, danslarımızın, yudumlanan her damla yarenliğin masal olduğu; gündüzlerle gecelerin birbirinin koynuna girdiği, çocuk gülüşlerinin siren seslerine karıştığı, çığlıkların ışık olduğu zamanlar.
Üstümüze şiirler yağdı her gece.
Aynı sabah serinliğine uyandık güneşe, aynı ağaçtan taşan Ihlamur kokularıyla yıkadık yüzümüzü.
Hepimiz aynı bulut olduk, masmavi.
Bir tutam sancı değil, koca bir çınar ormanıydı umut, içinde kızılcık, içinde yaban elmaları ve kiraz ağaçları.
Birleşen sevincin yenemeyeceği hiçbir zorbalık yoktur, hiçbir kör karanlık kaçamaz büyüyen ışıktan.
Çoğaldık Ege olduk, Akdeniz olduk, Anadolu olduk.
Dağlara, ovalara, nehirlere, derelere savrulduk, barış olduk, aşk olduk.
Sonra kömür karası gecelerde acılarımızı kurşuna dizdiler.
Gün ortalarında, gece karanlıklarında vurulduk.
Köpüren suların içinden deli rüzgârlara koşan yılkı atları gibi ter içinde, kan içinde, hüzün içinde savrulduk ölümün toprağına.
Çocuk gülüşlerimizi öldürdüler.
Ethem Sarısülük olduk, öldürüldük.
Mehmet Ayvalıtaş olduk, öldürüldük.
Ahmet Atakan olduk, öldürüldük.
Hasan Ferit Gedik olduk, öldürüldük.
Ali İsmail Korkmaz olduk, öldürüldük.
Medeni Yıldırım olduk, öldürüldük.
Berkin Elvan olduk, öldürüldük.
Sustuk.
Kan susmadı, nefret, kin susmadı.
Mezar başlarında ağıtlar yaktık, mahkeme kapılarında rüzgâr ektik, haykırdık duyan olmadı.
Hançer olup saplandı böğrümüze gözyaşlarımız.
Biz sustuk.
O susmadı.
Şimdi öfkenin koynunda saklıdır sevinçlerimiz.

Orhan Aydın / SOL
oaydinoaydin@gmail.com

Emeğe karşı piyasa ve din - OĞUZ OYAN

Piyasa (sermaye düzeni) tek başına emeği dize getiremezdi. Hele de sınıf çıkarları etrafında örgütlenmiş emeği. Bu nedenle yardımcı kuvvetler hep devreye sokulmak zorundadır. Bu bazen vatan savunmasıyla ilgisi bulunmayan saldırgan (hatta emperyalist) bir milliyetçilik olur, daha kalıcı olarak da din/inanç sistemleri... Türkiye gibi laiklik devriminin yarım kaldığı, 70 yıldır İslamcı akımların palazlandığı bir ülkede dinin rolü kuşkusuz daha da belirleyici olacaktır. Özellikle de bu akımların en doğrudan temsilcileri 15 yıldır iktidarın bütün alanlarını giderek kuşatmış durumdaysa. Öyle ki, emeğin haklarını korumak için örgütlenmiş işçi-memur sendikaları/konfederasyonlarının bazıları (hatta bazen önde gelenleri) bu ideolojinin “ikna odalarına” dönüşmüş durumdadır.

Şimdi bu koşullarda örgütlü işçinin son direnç mevzilerinden birine, kıdem tazminatı hakkına, yeni bir saldırı hazırlığı yapılmaktadır. 40 yıldır sermayenin gündeminde olan bir “kıdem tazminatı fonu”  kurulmasının nihayet bugünkü İslamcı-otokrat iktidar döneminde yasalaşabileceğine dönük beklentiler artmıştır. Bunun çok önemli bir nedeni de, iktidarın finansal bakımdan aşırı sıkışmışlığıdır. İktidar, İşsizlik Sigortası Fonu gibi amaçları dışında dere-tepe kullanabildiği yeni bir büyük sosyal fona gereksinim duymaktadır. Mali açıdan bir büyük (ve artık saklanamaz) iç açık vermeksizin önümüzdeki yılları çıkarabilmesinin yegâne koşulunu buna bağlamaktadır.

Siyasetin ve büyük sermayenin ihtiyaçlarının kesiştiği böyle bir konjonktürde “kıdem tazminatı fonu”nun kurulması olasılığı da büyümüştür. Nitekim Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Müezzinoğlu bu fonun kurulmasına dönük bir tasarı taslağını Bakanlar Kurulu’na dün itibariyle sunmuştur. Kuşkusuz bu taslağın tasarıya dönüşmesi zaman alabilir; nitekim Bakanın kendisi de “henüz işin başındayız, Hükümetimizin ve Başbakanımızın kanaatlerini aldıktan sonra sahaya çıkacağız, paydaşlarımızın (sendikaların e işverenlerin) katkıları, eleştirileri, önerilerine göre son şekliyle Meclis’e gitmeye gayret edeceğiz” demektedir. İktidar, işçi konfederasyonlarından birini, Hak-İş'i, tamamen kendi yörüngesinde sayarak "elde var bir" diyebilir; ancak “Kıdem tazminatı hakkının geriletilmesini genel grev nedeni sayarız” diyen, bu konuda genel kurul kararı olan ve tabanın tepkilerini daha fazla dikkate almak zorunda bulunan Türk-İş'i ikna etmekte biraz daha fazla zorlanabilir. DİSK'in direncini kırması iyice zor olmakla birlikte, diğer iki konfederasyonu yanına çekerek dar tabanlı bu konfederasyonu yalnızlaştırmaya ve etkisizleştirmeye çalışabilir.


İktidarın elindeki "ikna" araçlarından biri,  çoğunluğu oluşturan sendikasız/güvencesiz işçilerin bu tazminata hiç ulaşamadıkları üzerinden işçi konfederasyonlara yüklenmek, onları kısır sendikacılıkla suçlamak olacaktır. Nitekim ilgili Bakan'ın taslağı sunarken, "Türkiye'de şu anda çalışanların yüzde 80'i kıdem tazminatı sorunu yaşıyor; böyle bir yapının daha fazla sürdürülmesi mümkün değildir" açıklaması, iktidarın çalışanları birbirine düşürerek, sanki onların çıkarları çatışıyormuş izlenimi yaratarak yol almak isteyeceğini göstermektedir. Sanki çalışanların büyük bölümünün örgütsüz olmasında iktidarın sorumluluğu yokmuş (AKP döneminde işçi sendikalarının ağırlığı üçte bire inmiştir) ve sanki tüm işçilerin kıdem tazminatı hakkına kavuşmasının tek yolu "Fon" sistemiymiş gibi.

İktidarın buradan saldıracağı epeydir bellidir. Türk-İş'in böyle bir saldırıyı cepheden göğüslemek yerine, kıdem tazminatı hesabında yılda 30 günün altına inilmemesi koşuluyla "Fon"a karşı çıkmayacak bir mevziye geri çekilmesi olasılığı zayıf değildir. Ama mesele yalnızca "30 günün korunması" değildir; sistemin "fon"a dönüşmesi halinde, iş güvencesinin çok önemli bir düzeneği de terkedilmiş olacaktır. (Tazminat yükü işverende olduğunda toplu işten çıkarmalar zorlaşırken bu yük fona devredildiğinde kolaylaşacaktır). Kaldı ki, bir kere "fon" fikri kabul edildiğinde sendikaların "30 gün" mevzisinde tutunması da zordur.

Esasen iktidarın ve sermayenin ortak talebi, tazminatın yükünün de aşağıya çekilmesidir. İktidar, tazminattan yararlanan işçi tabanını genişletirken yükünü azaltacağı vaadiyle işveren karşısına gidecektir. Sermayenin tüm kesimleri ortak görüşte de olmayacaktır. Mevcut sistemde kıdem tazminatına daha fazla muhatap olan büyük sermaye çevreleri, belki diğer sermaye kesimleriyle daha fazla rekabet eşitliği getireceği ve tazminat yükünü zamana yayacağı için "fon" uygulamasına daha yatkın olacaklardır; ama şimdiye kadar bu tazminatı ödememek için çeşitli yan yollara sapanlar açısından ek bir maliyet unsuru olarak görülecektir. Her durumda sermaye örgütleri, tazminatın en fazla yılda "10-15 gün" üzerinden hesaplanması, kendilerinden düşük prim kesilmesi ve devletin de prim katkısı yapması gibi taleplerle geleceklerdir. İçinden geçilen ekonomik durgunluk koşulları ayrı bir gerekçe olarak ileri sürülecektir. Oluşacak "fon"un amaç dışı kullanılmaması gibi zayıf talepler de ileri sürülebilecektir; ama unutmayalım ki, sermaye kesimi iktidarın mali sıkışıklığının farkındadır ve bunun kendisine dolaysız vergi yükü olarak yansımasından daha fazla tedirgin olmaktadır.

İktidarın kendisine tanıdığı 6 aylık süre içinde ikna süreçleri tamamlanabilir mi? Bunu, "Fon" tasarısına gösterilecek direncin çapı belirleyecektir. İktidarın şimdilik yapmaya çalıştığı şey de bu direncin çapını ölçmek ve mümkünse geriletmektir.

                                                                            ***

Peki işçi sınıfının, sendikaların direnci nasıl yükseltilecek? Dünyaya sınıf ve emek eksenli bakan aydınlar bu konuda çabalarını eksik etmiyorlar. İçinden geçtiğimiz günlerde yayınlanan dört kitap bu çabanın yeni örneklerini sunuyor. Ahmet Makal ile Aziz Çelik'in derlediği "Zor Zamanlarda Emek. Türkiye'de Çalışma Yaşamının Güncel Sorunları" kitabı, bu ay İmge Kitabevi tarafından yayınlandı. Bu kitap, Korkut Boratav'ınki dahil 13 özgün makaleyi bir araya getiren kapsamlı (523 s.) bir çalışma. Derleyenlerin "Öndeyiş"lerinde belirtildiği gibi, "Zor Zamanlarda Emek'in başlangıcı, Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin iki yıldabir düzenlediği 'Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi' programlarında yer alan Emek Oturumu'na uzanıyor". Aslında bu kongrelerde Emek Oturumlarının 2007'den beri aralıksız olarak düzenlenmesinin sorumluluğu da Ahmet Makal tarafından büyük bir sebatla sürdürülüyor. Bu son kitap da 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan bildirilerden bir bölümünü de içermiş oluyor. Bu Kongrelerdeki Emek Oturumlarında sunulan bildirilerin Murat Özveri'nin büyük bir özveriyle sürdürdüğü (Birleşik Metal-İş bünyesinde çıkan) Çalışma ve Toplum Dergisi tarafından da yayımlandığını belirtelim.

Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan 400 bildirinin 35 kadarı (birden fazla imza taşıyan bildiriler dikkate alındığında 45 kadar sosyal bilimcinin bildirisi) ayrıca üç kitaplık bir seçkide yer almıştır. Nota Bene Yayınları tarafından geçtiğimiz hafta piyasaya çıkarılan üç kitaplık seçkinin başlıkları ve herbir kitabın derleme ve editör kurulları şu şekildedir:
1. Türkiye'de Sağlık ve Sosyal Güvenlik: İnsana Karşı Piyasa, editörler Gülbiye Yenimahalleli Yaşar, Asuman Göksel, Ömür Birler.
2. Finansallaşma Kıskacında Türkiye'de Devlet, Sermaye Birikimi ve Emek, editörler Pınar Bedirhanoğlu, Özlem Çelik, Hakan Mıhcı.
3. Sınıfın Suretleri: Emek Süreçleri ve Karşı Hareketler, editörler Denizcan Kutlu, Çağrı Kaderoğlu Bulut, Gökhan Bulut.

Son olarak bir çağrı da yapalım: 15. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi 29-30 Kasım ve 1 Aralık 2017'de gerçekleştirilecektir ve bu Kongre'ye bir bildiri özeti sunarak başvurmak için 2 Haziran 2017'ye kadar zaman bulunmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Varlık Fonu’nun kirası - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) Borsa İstanbul kampusundan Akmerkez’e taşındığını dün yazdım. (TVF faaliyete geçtiği Kasım 2016’dan bu yana Borsa İstanbul’un İstinye’deki kampusundaydı.) Sağ olsun, kira bedelini neden eksik bıraktığımı soran okurlar oldu. 
 
Küçük bir araştırmayla, Akmerkez E Kule’deki bağımsız bölüm kiralarının 35 bin ile 38 bin dolar civarında değiştiğini öğrendim. 35 bin dolar alt sınırdan olduğunu varsayalım.
Yurtiçindeki kamu varlıklarını ekonomiye kazandırmak amacıyla kurulan Varlık Fonu A.Ş’nin yıllık en az 420 bin dolar civarında bir kira maliyetiyle işe başladı. Yaklaşık 1.5 milyon TL.
Bu tutarın nereden karşılandığını bilmiyoruz. Şirketin kanunlar dışı ve özel hukuka tabi olarak kurulmasının nedenlerinden biri buydu işte. Hesap vermemek. 
 
Yine de TVF’nin ilkeleri arasında ilan ettiği bir şeffaflık ilkesi var:
“Fon operasyonlarının raporlanması ve portföy şirketleriyle olan etkileşim süreçleri, tam bir şeffaflık içinde, belirlenen yönetişim ilkeleri çerçevesinde yapılacaktır.” 
 
Bu arada anımsatalım: TVF geçen hafta, dünyadaki 32 varlık fonunun, gönüllü ortak platformu olan Uluslararası Varlık Fonları Forumu (IFSWF) üyeliğine kabul edildi. 
 
Şeffaflık ilkesi, IFSWF Anayasası olarak sunulan Santiaogo İlkeleri’nin de ilk sıraları arasında yer alıyor. Dolayısıyla Hazine Müsteşarı Osman Çelik’in ifadesiyle, aktif büyüklüğü 160 milyar doları bulan ve 35 milyar dolar civarında varlığa tekabül eden bir şirketin, kendi var oluşunu kamu şirketlerine dayandırıp kamuya hiç hesap vermemesi, kabul edilir bir durum değildir.
Dahası TVF, üç yıllık stratejik planı da hâlâ açıklamadı. Nasıl bir yöntem izleyeceklerini bilmiyoruz. Kapsamdaki varlıkları menkul kıymetleştireceklerse, bunu hepimiz adına yapacaklar.
 
Harcamalar merak edilir
Yeri gelmişken TVF’nin makam araçlarıyla da gündeme geldiğini, şirket yönetim kurulu üyesi Yiğit Bulut’a piyasa değeri 850 bin TL Audi araç satın alındığı haberlerini anımsatayım.
CHP Hatay Milletvekili Hilmi Yarayıcı’nın soru önergesine iki aydır yanıt gelmedi. Ancak haberler yalanlanmadı da. Aynı şekilde CHP Manisa Milletvekili Mazlum Nurlu’nun, fon yöneticilerine ödenen maaşla ilgili olarak Başbakan Binali Yıldırım’ın yanıtlaması istemiyle TBMM’de verdiği soru önergesi de henüz cevapsız.


Hesap vermeme tavrı
Tabii, TVF kamu denetimi dışında ve “kanunlar üstü” bir şirket olarak kurgulandığından, kimse kendini bu soruları cevaplamakla yükümlü hissetmiyor. Ücret, huzur hakkı vb. isimler altında aylık brüt ne kadar ücret ödendiği sorusunu muhatap alıp cevaplayan yok. (Bir piyasa kulisine göre, bu tutar 86 bin TL.)
Kamu personelinin her düzeydeki her kıdemdeki ücret politikası kuruş kuruş ilan edilirken TVF’yi yönetenlerin maaşlarının saklı kalması kabul edilemez.
Zira unutulmasın ki, Varlık Fonu’nun var oluşu, bir kısmı yarım asırlık, bir kısmı Cumhuriyet kazanımı olan kamu şirketlerine bağlı. Kamu şirketleri olmasaydı, Varlık Fonu kurulamazdı. Başta menkul kıymetleştime olmak üzere, kamu şirketleri üzerindeki bütün operasyonlar da “bizim” adımıza yapılacağına göre, kirasından makam aracına, yönetim kurulu üyelerinin maaşına kadar her harcamasının merak edilmesi ve bu merakta kamu adına ısrar tabiidir.
Yazıyı iki soruyla bitiriyorum: TVF Yönetim Kurulu üyelerine yapılan ödeme tutarı ve ödemelerin kriterleri nelerdir? 
 
Dört ay önce, “yakında açıklanacak” denilen üç yıllık plan ne zaman açıklanacak?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Müşteriye göre fetva - ŞÜKRAN SONER

Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’nun dünkü Hürriyet’te yayımlanan “Ortalığı serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı” saptamasını çerçeveletsek mi? 50 küsur İslam ülkesinin paramparça hallerinden, İslamın barış dini olduğunu kimselere inandıramaz konuma düştüğümüzden dem vuran Prof. Bardakoğlu, İslamofobinin mahalleye indirilişini anlatıyor...
“Kuranıkerim ile aramız açıldı. Kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva verir olduk... İslam dünyası bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan hakları, kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda mesafe almak zorunda.
Sadece melankoli, menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme, öfkenin yer aldığı bir din anlatımı İslamofobi’yi mahallemize indirecektir. Çocuklarımız, torunlarımız artık bunları görüyor...”

Yine dünün tarihi ile BirGün gazetesinde yayımlanan, Sözcü ve kumpas davalarının ünlü avukatı Celal Ülgen ile yapılmış, “FETÖ benzeri yeni bir paralel yapı doğdu” başlıklı söyleşiye bir göz atalım...
“Darbe Komisyonu Raporu, siyasi iktidarın FETÖ’ye ‘ne istediniz de vermedik’ sürecinin bir devamı. Yalanlar, iftiralar, FETÖ’cü suçlamaları yakın zaman zarfında CHP’ye yönelecek. CHP’nin muhalefetini içine sindiremeyen bir iktidar ve iktidarın altında çay toplayan bir yargı var. Çay toplayan yargı, iktidar için daha neler yapmaz?” 



CHP’nin komisyon üyelerinin dün yaptıkları açıklamalarda, Meclis Komisyon raporunun kendilerinin bilgileri dışında imzaları olmadan hazırlandığı, İktidarları ortaklıkları sürecinde AKP hükümetlerinin FETÖ’cülerle siyasal, TSK, yargı, eğitim en yaşamsal kamu kurumlarındaki yönetim ortaklıklarına yer verilmediğinin altı çiziliyor. 

***

Yeniden AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın ilk merkez karar yönetim kurulu toplantısı dün gerçekleştirildi. Kabine değişikliği, parti yönetiminde atılacakyeni adımlar gündemdeydi. Üst yönetim kadrolarında 50 kişilik listeden söz edilirken, parti içi tartışmalar bizi çok da ilgilendirmiyor. Yeni dönem örgütlenmesi sloganı ile FETÖ’cülerle hesaplaşmanın kamuoyuna yansıtılmamasına, iktidar erki içindeki ortak siyasal, iktidar icraatlarındaki suçlarla hesaplaşmanın gündem dışında kalmasına fazlasıyla özen gösteriliyor.
 
16 Temmuz gecesi yaşanan FETÖ’cü darbenin zamanlama olarak AKP içindeki yeni dönem siyasal, kamusal yönetim değişiklikleriyle, operasyonlarıyla çakıştırılan yargılamalarının iddianameleri, isimler üzerinden sorgulamaları, görsel kanıtlar olsa da, kurgular, karşılıklı suçlamalarıyla şimdiden çok ilginçleşiyor... Erdoğan liderliği odaklı, referandum, AKP kampanyalarında, yarım kalan darbede ölenler, şehitler, öldürenler üzerinden çok fazla görsel kanıt olsa da... Yargılama başladıktan sonra sanıklar üzerinden bire bir sorgulamalarla, kimin eli kimin cebinde olduğunun altından çıkılamaz bir tabloyu, kişiler gerçek suçluluklar anlamında iç içe geçilmişliğin, yalanlar ve kirliliklerle donatılmış senaryolar üzerinden kafa karmaşalarını katlıyor. 
 
AKP lideri Erdoğan’ın haziran seçim sonuçlarını yok saydırma, çok olasılıklı hükümet kurulmasını engelleyerek yeniden seçimle AKP’nin gücünü toparlanması, yürürlükteki anayasal, hukuk devleti düzeni icraat, yönetim yetkileri ayaklar altına alınarak, fiili liderlik dayatması gücüyle elde edilmişti. Eşitsiz, haksız, hukuksuz iktidarları gücü, kaynaklarıyla güdümlü medya destekli referandum sonuçları, şaibe, hukuksal tartışmalar bitmeden ve asla kamu vicdanında tarihi süreçte aklanma şansı olamayacağı biline biline, bu kez referandumun olumsuz sonuçlarına karşı ataklar gündeme girmiş bulunuyor. 
 
Sonuçta az farkla evetçiler kazanmış tablosu olsa da, evet oylarının beklenenin altında kalmış olması yanında, siyasal partiler yelpazesini oynattığı, her partinin en çok da AKP ve MHP’nin içinden hayırcıların çıkmış olması sonucu kaygılandırıyor. Bu koşullarda referanduma gidilse en iyimseri ile lider kazansa da, parlamentodaki siyasal dağılımın haziran seçim sonuçlarından çok daha düşük AKP oyları ile birlikte, çok daha geniş bir siyasal yelpaze temsili kaçınılmaz görülüyor. Katmerli öfke, haksız, hukuksuz suçlama, şantajlar, sınır tanımaz otoriterleşmeyle, sınır tanımaz cezalandırmalar... 

Hepsi bundan..

Şükran Soner / CUMHURİYET

Güçlü değil, sadece iğrençler - SELÇUK CANDANSAYAR

Adam; yüzlerce sivilin ölümüne, binlercesinin yaralanmasına neden olan bir darbe girişiminde kendi sorumluluğundan sıyrılmak için eline bir belge almış sallıyor. Neymiş bu örgüt aslında her partiyle ilişki kurmuşmuş.

Üstelik ekranlara tuttuğu belgenin sahteliği daha görüntüleri seyredilirken ortaya çıkıyor. Daha düne kadar örgütün borazancı başı olması da umurunda değil. Tiksiniyorsunuz, elinizde değil…

Adam; bilmem kaç yıldır bütün ‘günahlara’ göz yummuş, cukkayı doldurmuş, iktidar yanaşmalığının şehvetiyle esrimiş. Utanmadan sıkılmadan, bedenlerini ölüme yatırmış Nuriye ve Semih’le dalga geçmeye kalkmış.

Sıkıyı görünce korkmuş. Sonra bunca yıl olmadık değerin içini boşaltan, rakip bildiği herkesi düşmanlaştıran kendisi değilmiş gibi ölen bir arkadaşının ardından kötü  sözler duyunca bilmem kaçıncı kere hidayete ererek gidesiymiş buralardan. Tiksinmemek mümkün değil…

Tiksinti duygusu insan türüne özgü. Koruyucu bir işlevi var. Zararlı, zehirli, tehlikeli olandan uzaklaşmayı sağlıyor. Biyolojik (bir anlamda içgüdüsel) tiksinti nesneleri evrensel.

Tiksinti duygusunun önemli bir özelliği ise tiksinilen şeyle olan sahiplik ilişkisi. Karşıdakinde olduğunda tiksinilen, kendisinde olduğunda aynı duyguyu uyandırmıyor. Yabancı olmaması, bir parçası olması nedeniyle zararlı, tehlikeli ya da pis olarak görülmüyor. En çarpıcı örnek dışkı ile olan ilişkidir. Bir başkasının dışkısını görme fikrinden bile tiksinenler, kendi dışkılarına bırakın tiksinmeyi dokunabilirler bile.

Demem o ki tiksinti hissettiğiniz kişi, içinde bulunduğu durumu tiksindirici bulmayabilir. Kimi zaman bu durumdan keyif bile aldığı vakidir.

Tiksinti biyolojik koruyuculuğunun ötesinde toplumsal olarak da çok önemli bir duygu. Ayırma işlevi görüyor. Hayatı tehdit eden zararlı, zehirli olanla olmayanın ayrılmasını sağlıyor. Neye yaklaşabileceğimizi, neyden ise uzaklaşmamız gerektiğini belirliyor. Bu duygu bir toplumsal düzenin oluşmasına da katkı sağlıyor. İyiye yaklaşma, kötüden uzaklaşma, doğruyu sevme yanlıştan tiksinme gibi.

Her toplumsal düzen kendi tiksinti nesnelerini, durumlarını kendisi inşa ediyor. Toplumsala geçince tiksinti biyolojik olandan öteye geçerek öğrenilen bir duygu haline geliyor. Kaba ırkçılık tiksinti duygusunu istismar ederek iş görüyor. Hitler ve Naziler için Yahudiler tiksinti uyandıran ‘şeylerdi’. Siz güncel tiksinti ‘şeylerinizi’ ve öğrenme süreçlerinizi bir düşünün.

Tiksinti duygusu toplumsal düzenin kurucu ve sürdürücü özelliklerinden biri olduğundan tiksinilen bir şeyle karşılaşınca insan uzaklaşma isteği duyuyor. Böylece iyi, doğru, yararlı olanı benimseyen kötü, yanlış, zararlıdan uzak duran insan bir düzen içinde yaşadığını hissediyor. Böylesi bir düzen hissi kişinin özgüven hissetmesini sağlıyor. Ne yaparsam doğru, neyi yapmamam gerekli bilgisine olan güven. Basitçe iyi insan, iyi yurttaş olma halinin sağladığı güçlülük hissi. Tiksinilen duruma düşenlerin toplumsal olarak hor görülmesi de bu düzeni sağlamlaştırıyor. Başkalarında tiksinti uyandıran kişide utanma ve aşağılanma hisleri ortaya çıkıyor.

Tiksinti duygusu dışlanmaya yol açmadığında ve tiksinilen şeyi yapan utanmamaya başladığında ise bu düzen hissi çözülmeye başlıyor. Tiksinti uyandırmasına karşın dışlanmayan, aşağılanmayanlar olduğunda hele de bu kişiler utanmazca saldırganlaştıklarında birey derin bir güvensizlik hissi yaşamaya başlıyor. En tiksindirici olanı yapmasına karşın dışlanmak şöyle dursun ödüllendirilenler olduğunda, önce şaşkınlık ardından öfke ama asıl olarak çaresizlik ve zayıflık hisleri yoğunlaşıyor.

En tiksindirici olanı yapanın bırakın utanmayı en güçlü gibi görünmesi yetersizlik hislerini kışkırtıyor. Tiksindirici olanı aşağılamak yerine ona olmadık bir güç atfediliyor. Sanki öyle bir gücü var ki kimse dokunamaz, kimse yıkamaz, elimizden bir şey gelmez gibi hissedilmeye başlanıyor.

Güçlü değiller sadece iğrençler. Utanmaz, arlanmaz olmaları yaptıklarının iğrenç  olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Güçlü olduklarından böyle oldukları yanılsamasından sıyrılalım, hor görelim ve aşağılayalım. Merak etmeyin utanmazlar ama korkarlar. Hem zayıf hem iğrenç olduklarının yüzlerine vurulmasına dayanamazlar.

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

FETÖ’yü ölümüne savunandan başkan olunca.. - ORHAN BURSALI

Reşat Petek, imam hatip mezunu, Birinci Sınıf Cumhuriyet Savcılığından 1999’da emekli olduktan sonra kendisini, özellikle sahte belgelerle ve siyasi amaçlarla açılmış olan Balyoz ve Ergenekon davalarının, emekli olduğu titrine uygun Birinci Sınıf Savunucusu olarak ekranlarda görmeye başladık.
Davalar sürerken, Balyoz ve Ergenekon tartışmalarının yapıldığı dönemlerde sık sık karşı karşıya geldik. O, bu davaların ne kadar doğru olduğunu dibine kadar savunur, “Gülen Cemaati”ne toz kondurmazdı. Ekranlarda “Ergenekon taraftarlarının parlamentodaki uzantıları tarafından çete olarak nitelendiriliyor” diyordu!
Neler neler.. birileri ekranlarda söyledikleri üzerine bir kitapçık hazırlasa!
FETÖ’yü savunanların FETÖ’den çıkarı yok muydu? En azından, iktidar gücünü elinde tuttuğu için, köstek yerine destek, pışpışlama falan? Maddiyatı bir kenara bırakıyorum.
 
En büyük başarı: 1967 makbuzu
Ekranlarda yıllar süren ve bu davaların ne kadar doğru, haklı ve içeri atılanların nasıl da darbeci olduklarına ilişkin beyin yıkama faaliyetlerindeki üstün başarıları nedeniyle olsa gerek, milletvekili seçildi.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Meclis’te ite kaka ve muhalefetin ısrarıyla kurulan araştırma komisyonunun başkanlığına getirilince, anlaşıldı ki bu komisyondan bir şey çıkmaz ve darbe girişimi tüm yönleriyle aydınlığa kavuşturulmaz.
Komisyondan çıka çıka, 1967 tarihinde F.G’nin CHP’ye “yardım makbuzu” uydurukluğu çıktı. Petek de bunu “yeni şey” olarak açıkladı. Çünkü dosyadaki tüm bilgileri biliyordu ilgili kamuoyu! Kim eline tutuşturdu bu uydurukluğu? Bilmiyormuş, dosyada bulmuş!
AKP biliyorsunuz, FETÖ ile bir sınır çizmişti: 17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonlarının öncesi ve sonrası!
Yani “bu tarihten öncesi ortak tarihimiz, FETÖ ile birlikteliğimiz, yani hepimiz de o zamandan önce FETÖ’cüydük şu veya bu oranda..” 

Cemaatçileri kurtarmak için tarih çizgisi
Bu deşifrasyonu yapınca FETÖ, ipler koptu. Aman aman, bir telaş bir telaş, Fehmi Koru derhal Pensilvanya’ya FETÖ’ye gönderildi, dahası özel uçak verelim, bile dendi; anlaşma-uzlaşma zemini arandı, çünkü müthiş bir parasal ilişkiler ağı ortaya dökülüyordu!
Böyle bir “tarih çizgisi”, AKP’yi de, içindeki derece derece FETÖ’cüleri de kurtarma, aklama amaçlıydı.
Nitekim hepsi “hata yaptık, meğer teröristin biriymiş” havasına girdi.
Şimdi uzun süreli bu ortak tarihi nasıl deşersin?
Çünkü bu tarihten öncesi, aynı zamanda darbe girişiminin de adım adım tarihi hazırlık süreciydi!
Dünün FETÖ savunucuları bugünün azılı FETÖ düşmanları olmuştu!
Veee... FETÖ’ye karşı olan muhaliflerini bu kez FETÖ’cülükle suçlamaya girişiyorlardı!
İş dünyası bile, F.G’nin istihbarat, polis ve yargıdaki gücüne bakarak ve bu gücün kendilerine yönelik şantajlarını görerek, FETÖ ile ilişkilerini iyi tutmak ve Pensilvanya’ya selam göndermek zorunda kalıyorlardı. Tabii, başından sonuna FETÖ’cü olanları bir kenara bırakarak söylüyorum.
Bu durumda kalanların hepsinin nedeni, AKP iktidarıdır. 

Görevinde son derece başarılı
Bir zamanların ölesiye FETÖ savunucusu Reşat Petek, komisyon başkanı yapılınca, geçen yıl 23 Ağustos tarihinde yazmıştım.
(http://orhanbursali.blogspot.com. tr/2016/08/resat-petek-olay-ve-rte-ittifak-bozmak.html).
Petek, 17 Aralık 2013’ten iki hafta önce bile “Fethullah Gülen Hocaefendi ve AK Parti’yi beraber hedef alan yapıların, AK Parti’nin bu süreçten güçlenerek çıktığını görünce bu kez Cemaat ve AK Parti’yi birbirine düşürmeye çalıştığını” söylüyordu
 


CHP’li komisyon üyeleri Petek’in açıkladığı rapor için diyor ki:
AKP’nin siyasi sorumluluğunu ima edebilecek bilgi kırıntıları dahi rapordan çıkartılmıştır.. Reşat Petek ve AKP’li üyeler darbe girişimini karartmak üzere faaliyet göstermiştir...
Petek, kendisine verilen görev ve sorumluluklarının derin bilinci içinde olmuş ve gerekeni her zaman mükemmel bir şekilde yapmıştır.
AKP ondan şüphesiz ki daha büyük hizmetler isteyecektir!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Anadolu’nun ışığı Köy Enstitüleri - NAZIM ALPMAN

Türkiye’de öğretmen yetiştirecek okul ilk olarak 16 Mart 1848’de açıldı. İlkokul öğretmeni yetiştirecek olanı ise 1868’de öğretime başladı.Kurtuluş Savaşı bittiğinde sadece 2 bin 345 ilkokul, bu okullarda görev yapan 3 bin 61 öğretmen vardı.

1935 yılında Milli Eğitim Bakanı olan Saffet Arıkan’ın isteği üzerine İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç bir rapor hazırlamıştı.Tonguç’un tespitlerindeki en acıklı durum ise şöyledir:“Köylerde yaşayan 1 milyon 608 bin çocuktan 1 milyon 100 bini okula gitmemektedir!”Okuma yazma oranı ise ürpertici boyutlardadır. Toplam nüfusun ancak yüzde 15’i okuma-yazma bilmektedir.Topyekun bir eğitim harekatı için ilk direktif Mustafa Kemal Atatürk’ten geliyor:-Askerlik yapan okuma yazma bilen gençleri kurstan geçirdikten sonra bunlara ‘Eğitmen’ adını veririz.

•••

Bu proje daha sonra hayata geçecek Köy Enstitülerinin de temelini atıyor. İlk deneme başarılı olunca Köy Eğitmenleri Yasası çıkarılıyor. 1948’e kadar 8 bin 675 eğitmen yetiştiriliyor.

Atatürk’ün 1938’de ölümü üzerine İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Celal Bayar Başbakan, Hasan Ali Yücel de Milli Eğitim Bakanı oluyor. 1940 yılının Mart ayında TBMM 3803 Sayılı yasa sevk ediliyor.

17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen bu yasa bir mucizenin tohumlarını oluşturmaktadır: Köy Enstitüleri kuruluşu böylece hayata geçiyor.

Köy Enstitüleri çağın en ileri eğitim-öğretim projesi olarak kabul ediliyor. Aradan geçen bunca yıla karşın, değerinden hiçbir şey yitirmeyen Köy Enstitüleri ile ilgili olarak uzunca bir süredir İZTV için belgesel çalışması yapıyoruz.

Köy Enstitüleri’nde 1940’ların ilk yarısında öğrenci olmuş değerli öğretmenlerimizle konuştuk, saatlerce çekim yaptık. Hatta Abdullah Özkucur gibi enstitüler öncesinde köy öğretmen okuluna başlamış sonra da Yüksek Köy Enstitüsünden mezun olmuş eğitim abidesi isimlere ulaştık. Özkucur, 1920 doğumlu bir “genç” olarak öğrencilik yıllarında tuttuğu notlarını çıkartıp gösterdi. İplikler hangi bitki ile boyanırsa hangi renk elde edilir gibi boyama tekniği üzerine kitap yazmayı düşündüğünü söyledi.

Adana Osmaniye’de bulunan Düziçi Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitülerinde çekimler yaptık. Binaları onca yılın hoyratlığına karşı yıkılmamış ayakta duruyorlardı. Tıpkı Köy Enstitülüler gibi zamana meydan okuyorlardı:

-Yıkılmadık ayaktayız!

Düziçi’nde geleneksel 17 Nisan Buluşmasını izledik. Enstitü binalarını öğrencilik dönemlerinde inşa eden kuşağın temsilcileri Mehmet Yavuz, Mehmet Mülayim ve Mehmet Yılmaz öğretmenler ile konuştuk.

Bu eğitim yuvaları için en çok kitap yazan Perihan Türkoğlu, Mustafa Gazalcı, Osman Şahin, Hüseyin Kızılırmak bize okullarını ve sonuçlarını anlattılar.

Düziçi Köy Enstitüsü’nden kalanları müze haline getiren eski Osmaniye Valisi İsa Küçük bu süreci ve hissettiklerini anlattı. Vali Küçük TBMM tutanaklarından bir bölüm aktardı:

-Bunlar (Köy Enstitülüler) köylere gidince kendilerini Atatürk zannediyorlar!

Aydınlatma merkezlerinin kapatılmasını isteyenler bu cümle ile eleştiriyorlarmış enstitüleri…

•••

Ankara’da Köy Enstitüleri Vakfı bize bütün imkânlarını açtı. Hem hayatta olan öğretmenlerle bağlantı kurmamızı sağladı, hem arşivini açtı, hem de vakıf merkezinde röportaj çekimlerini yapmamıza izin verdi. Başkan Erdal Atıcı hem koordinasyon sağladı hem de çok kıymetli tespitlerini bizimle paylaştı.Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Tonguç Vakfı ve Tonguç Belgeselleri yapan Prof. Dr. Oğuz Makal belgeselimize elindeki tüm imkanları seferber ettiler.

Hoş sürprizlerle de karşılaştık. Mesela artık hayatta olmadığına “kesin” (!) bilgiler aldığımız Mahmut Makal ve onun gibi köy enstitülü eşi Naciye Makal ile uzun çekimler yaptık.Köy Enstitülerini sinemaya taşıyan ve “Bu Toprağın Çocukları” filmini yapan yönetmen Ali Adnan Özgür ve yapımcı-oyuncu Erkan Can “hayırlı evlatlar” olarak belgeselde yer aldılar.

Köy Enstitülerinin kapatılmasını isteyenler en çok “Bu okullar komünist yetiştiriyor” diye suçlamışlardı. Türkiye’nin komünistleri, sosyalistleri, solcuları ise bu olguya karşın Köy Enstitülerine çok fazla ilgi göstermemişlerdi.
Bir de şu vardı: Köy Enstitülerini CHP açtı, DP kapattı!

Gelecek yıl 100. yaşını kutlayacağımız Abdullah Özkucur 1990 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü kitabında şöyle yazmıştı:

“1947’de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Yerine aynı tabandan çocuklar için İMAM HATİP OKULLARI kuruldu. İki ayrı dünya görüşünün mimarları da aynı siyasi iktidardır. Bunun bilinmesini ve belleklerde yer etmesini çok istiyorum.”

Konuştuğumuz Köy Enstitülü öğretmenlerin ortak bir özelliği vardı. İleri yaşlarına karşın bellekleri pırıl pırıldı. Tarih, isim, coğrafya gibi şaşırması kolay olan pek çok şeyi yerli yerinde açıklıyorlardı. Hepsi halen titiz birer okur ve birkaç kitap, onlarca makale yazmış yazarlardı.

Köy Enstitüleri için geleceğin sistemi demek yanlış olmaz. Çünkü batılı ülkelerde bu yöntemle eğitim İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanmaya başlamıştı.

Köy Enstitüleri için pet çok güzel sıfat yakıştırılabilir. Zaten var da. Biz de belgeselimizi onların yanına ekliyoruz:

“Anadolu’nun Işığı Köy Enstütüleri!”

Not: Köy Enstitüleri Belgeselimiz Digiturk iztv ekranlarında aşağıdaki gibi yayınlanacak.

29 Mayıs Pazartesi: 23.00
30 Mayıs Salı 10.55
01 Haziran 17.15
03 Haziran 11.00

Nazım Alpman / BİRGÜN

Erdoğan hiçbir zaman mutlak bir zafer kazanamayacak - ERK ACARER

Şüphesiz Türkiye faşizme aşinaydı. Ancak faşizmin ‘İslami’ olanıyla 2002 yılında tanıştı. Siyasal İslam ve faşizm yan yana gelince ülke, toplum hallaç pamuğu gibi atıldı.

En iyi anlatımı ikiyüzlülüktür…

Esma’ya ağlarken Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmaktır. ‘Başörtüsü’ diye bitmek bilmeyen mağduriyet plağını dinletirken Dolmabahçe’den kadınların etek boyunu kesmektir. Seçimden önce milliyetçi oyları toparlamak için Avrupa’ya ayar verip iş bitince ayar yemeye meyilli olmaktır.

Model bir yandan karmaşık, bir yandan basittir…

AKP’nin sistemi; peyniri eksik tartıp Cuma’ya giden, Cuma’yı da şan olsun diye sokağa taşanların arasında kılarken yan gözle kadınları kesen ‘bakkal Mehmet Efendi’ sistemidir…

Uydurulmuş ‘ahlak’ kavramıyla ahlaksızlığın dayatması, karşı çıkana topyekûn savaş açılması! Aslında sistemsiz, bütünden kopuk ve ne olduğu belirsiz bir çöküntüdür.

18 maddelik anayasa paketini bile anlatamamaları bu yüzdendir.

Yeni anayasa nedir?

‘Tek bayrak, tek millet, tek devlet!’

Herkesin bildiği cevabı ise açıktır.

‘Öyle kusursuz günahlar işledik ki, bunların üzerini ancak tek adama dayalı otoriter bir rejimle kapatabiliriz. Çok çaldık elhamdülillah, çok insana kıydık, seçmeni avucumuzda tutmak için Suriye’de silah, seçim meydanında canlı bomba, Cizre’de benzin olduk!’

Türkiye’de devlet, kurumlar ve bir bütün olarak sistem çöktü… İslami faşizm bile tek adama hizmet eden bir araç haline dönüştü. Türkiye’yi tam olarak ‘korku’ yönetiyor. Tek kişinin ve ona günahlarından bağlı olanların korkuları…

4 yılın ardından Gezi’nin hayaleti dolaşıyor. İlham veren Tekel işçileri gülümsüyor. 16 Nisan’da kazandıklarını zannedenlerin karşılarına ‘hayır bitmedi’ diyen geniş bir set çıkıyor. İki akademisyenin açlığı, bir babanın evladına ait kemikleri korkutuyor. Gezi’den Yüksel Caddesi’ne direniş sürüyor.

Önce riyakâr bir sistem inşa etmeye çalıştılar. Onu bile beceremeyip ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Darbelerle ödeşip geçmişle yüzleşmek masalıyla uzun bir iktidar yürüyüşüne kalkıştılar. Geldiğimiz noktada; sorgulanan bir darbe, 15 yıllık büyük suçlar var.

Bir kısırdöngünün içindeyiz. OHAL ile ülke yönetmek, herkesi susturup yola devam etmek üzerine şekillenen bir plan. Tutması mümkün değil.

Erdoğan da bunu derinlerde hissediyor. Çığırından çıkan baskının, adaletsizliğin, vicdansızlığın nedeni bu! Korktukça sindirmeye çalışıyor, sopa gösterdikçe korkuyor.

Biliyor… Hiçbir zaman mutlak bir zafer kazanamayacak, tek adam olamayacak, toplumun yarısı kendisine saygı duymayacak… Asla korkularından sıyrılamayacak.

Gezi’nin ruhu…

Biliyor; bir formül, bir yol arıyor.



Erk Acarer / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...