6 Temmuz 2018 Cuma

Milletin vekili! - BATUHAN ÇOLAK

Lüks, şatafat, gösteriş... Kapitalist ekonomide gelir dengesizliğinin ortaya çıkardığı olumsuzluklar.
Özellikle siyaset kurumumuz bu konuda sınıfta kalıyor. Harcamaların kısıldığı, gösterişin azaltıldığı, vekillerin tasarruf yaptığı bir döneme şahit olmadık.

Kişi başına düşen gelir bakımından Türkiye'nin önünde olan ülkelerdeki siyasetçilerin hayatlarıyla, ülkemizdeki siyasilerin hayatlarını kıyasladığımızda önemli farklılıklar ortaya çıkıyor. Özellikle lüks, şatafat ve aşırı gösteriş ülkemizdeki birçok siyasetçinin olmazsa olmazı.

Türkiye'de iktidar olan veya iktidarın çevresinde dolanan siyasilerin zenginleşmediği bir dönem (Cumhuriyet'in kuruluş yılları hariç) neredeyse yok gibi.

Bu zenginleşme, beraberinde gereksiz harcamaların ve beklentilerin ortaya çıkmasına da neden oluyor. İl protokolünde geri sıralarda olan müdürler, bürokratlar bile ilk fırsatta makam araçlarını yenilemek için ödenek alma peşindeler.

Düzce eski Belediye Başkanı'nın "Herkeste Audi var, Passat mı çekeyim yanlarına" sözleri, klasik bir siyasetçi hastalığının dışa vurumuydu aslında. Kendilerine, bilgilerine, eylemlerine güvenmeyenlerin, maddi değerler üzerinden üstünlük sağlayacaklarını düşünmesi durumu.
Ve son derece acınılası bir durum.

2000 öncesini hatırlayın... O günlerdeki kriz ortamına rağmen Meclis'te milletvekillerinin oturacağı koltuklar özel kırmızı derilerle kaplanmıştı. Dönemin muhalefeti etkin ve medya da çok sesli olduğu için "Vatandaş açken, siz o koltuklarda nasıl oturacaksınız" diye büyük bir kamuoyu oluşturuldu. Özal geleneğinin temsilcisi olan ANAP iktidarı oldukça yıpranmış ve bir süre sonra da iktidardan düşmüştü.

Geçmişte, siyasilerin yaptıkları medya sayesinde epey göz önündeydi. 'Kimin, nerede, kaç evi, kaç arabası, bankada ne kadar parası olduğu var', sık sık araştırılırdı. Devlet ihalelerinden kimlerin zenginleştiği, kimlerin çevresini zengin ettiği bilinirdi.

Ama şimdi işler epey değişti. Tek başına iktidar gücünü perçinleyen AK Parti, bu gibi sorunları kamuoyuna mâl etmeden kendi içinde çözmeye çalışıyor. Aşırı zenginleşen, vatandaşlardan şikâyet alan siyasiler görevlerinden el çektiriliyor, partiye zeval gelmesin diye de haklarında herhangi bir hukuki süreç başlatılmıyor.

Bu durum ilerleyen yıllarda büyük sorunlara yol açacak ama şu anda AK Parti açısından her şey yolunda gözüküyor.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı için yapılan harcamalar ve ayrılan bütçe de epey tartışma konusu olmuştu. Muhalefet bu konuyu çokça gündeme getirdi.

Ama seçim sonuçları, bu tartışmaları kapattı. Milyonlarca vatandaşın bu harcamadan, lüksten, gösterişten çok da rahatsız olmadığı anlaşılmıştı; bir onaylanma vardı.

Şimdiki gündem ise AK Parti Milletvekili Kenan Sofuoğlu'nun son model süper lüks aracı. Piyasa değeri milyonlarla ifade ediliyor.


Sofuoğlu, hükümete yakın bir gazeteye verdiği röportajında "Kendi hayatımdan taviz vermeyeceğim" dedikten sonra "İnsanlar beni böyle sevdi. Nereden geldiğimi unutmadım. İstanbul'un lüks yerlerine yerleşmedim, sosyete arkadaşlarım yok. İnsanlar konuşmayı çok seviyor. İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar gibi yarıştığım ülke insanlarının ileri geri konuşmasına alışkınım da Türklerin hakkımda konuşmasına alışkın değilim." ifadelerini kullandı.
Devamındaki sözleri de çarpıcı: "'Lamborghini'ye binip niye partiye gitti?' dendi. Alnımın teriyle kazandığım parayla aldığım arabama bindim gittim. Kimse hesap soramaz. Lamborghini'ye binmekle burnu yükseklerde adam olmuyorsunuz. Milletin derdinden anlamaz deniyor. Bu işler bindiğiniz arabayla olmuyor."
Bu sözler yapılan eylemle ciddi bir çatışma gösteriyor. Sofuoğlu "İstanbul'un lüks yerlerinde oturmamayı ve sosyeteden arkadaşlarının olmamasını" artı değer olarak konumlandırırken, süper lüks araca binmeyi "normal" olarak değerlendiriyor.

Asıl problem ise bambaşka bir noktada ortaya çıkıyor. Sofuoğlu'nun aracı, yabancı uyruklu eşinin adına kayıtlı. Dolayısıyla yabancılara uygulanan vergi muafiyetinden faydalanıyor. Böylece 3 milyon 200 bin liralık vergiden kurtulmuş oluyor.

Sorun var mı, yasal olarak yok. Ama etik bir problem var. İnsanların bin 600 lira için madenlere girdiği, 3 bin lira için can verdiği ve vergilerini fazla fazla ödediği bir ortamda, "Milletin vekiliyim, ama aracım da... Ben kazandım" derseniz sizi sorgularlar, tepki alırsınız.

Bu ülkede mesaisine erken başladığı için gazi sayılmayan, terörle mücadelede kaybettiği uzvuna rağmen mağdur edilen binlerce insanımız var. Engelli de sayılmadıkları için vergi indirimi alamadıkları için Sofuoğlu'ndan kat be kat fazla vergi ödüyorlar!

Siz bunları bile bile, "gösterişimden taviz veremem" diyorsanız sorgulanırsınız.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

5 Temmuz 2018 Perşembe

CHP’nin krizi - Ergin Yıldızoğlu

Seçimlerden sonra, CHP liderliği ağır bir krize girdi. Seçmeninde de bir düş kırıklığı, liderliğine ilişkin ağır bir güvensizlik görülüyor. AKP işine devam ederken, CHP’nin sonuçları açıklama “telaşı” durumu daha da ağırlaştırdı. Seçim sonuçlarını aşan, CHP’nin varlığını sorgulamaya başlayan bu durum, bence artık üzeri örtülemeyen, derin bir kimlik krizinden kaynaklanıyor. 

CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ın, insanın aklına, T.S. Eliot’un deneyimi yaşadık ama anlamını kaçırdık” ve Talleyrand’ın Bourbon restorasyonu için söylediği ne bir şey öğrenmişler ne de bir şey unutmuşlar” sözlerini getiren değerlendirmelerinden başlayabiliriz. 
 
Mahalle sorunu 
CHP, bizim mahalle’ye hitap eden dili” terk edecek;“karşı mahalle’den oy isteyen, onlara hitap eden bir dil ve çalışma yöntemini” benimseyecekmiş. 

Böylece, CHP, siyasal İslamın projesine direnen tek kitleyi terk edeceğini söylemiş olmuyor mu? Sonra, bu “mahalle” kavramı... CHP’nin ait olduğunu iddia ettiği “Aydınlanma geleneği” insan gruplarını siyasi ekonomik ve kültürel özellikleriyle tanımlar. “Mahalle” kavramı hangi geleneğin söylemine ait? 

“Hitap etmek” de ilginç bir ifade. Sesini duyurmak anlamına geliyorsa, CHP medya tekeli nasıl aşacaktır? Yok, “arzulara cevap veren konuma geçmek” anlamında artık başka şeyler söyleyecekse, CHP, “bizim mahalle”ye hitap etmekten vazgeçerken, kimlerin, hangi arzularına cevap vermekten vazgeçecektir? 


Sakın CHP, “bizim mahalledekiler” nasıl olsa tıpış tıpış gidip oy verecektir; esas önemli olan AKP’ye oy verenlerin arzularıdır” diye düşünüyor olmasın? Öyleyse, burada hem bir kendi geleneğine ihanet, hem bir başka geleneğe biat ilişkisi birlikte işlemiyor mu? Kendi tabanına yukardan bakan bir aymazlık, hatta “hubris” sergilenmiyor mu? 
 
Proje yokluğu - Kimlik sorunu 
Seçim sonuçlarının “objektif bir analizi” de ne demek? “Türkiye’nin seçimlerdeki fotoğrafı” hangi açıdan çekilecek? Neler karenin dışında bırakılacak? Bu kararları hangi “fotoğrafçı” (ideolojisi, siyasi eğilimi -yine kimlik sorunu-) verecek? 
Toplumsal olaylara, ideolojilerden, arzulardan etkilenmeden bakmaya olanak veren nötr bir nokta yok ki! “Kısır tartışmaların içerisinde boğulmamaktan” söz etmek de, “tartışmayı kesin, liderliğin ideolojisinin, arzularının hâkim olduğu noktadan bakın” demek anlamına gelmiyor mu? 

Şimdi, gelecek seçimlerde, daha büyük bir krizi önlemek; yok olarak, ülkeyi bir tek parti düzeninin içine atmamak için, CHP liderliğinin, olaylara, hangi ideolojinin, arzuların, kısacası hangi projenin merceğinden bakmak istediğine acilen karar vermesi ve bu kararı açıklaması gerekiyor. 

CHP liderliği bugüne kadar siyasal İslamın karşısına tanımlanabilir bir proje koyamadı. Bu durum CHP’nin bir kimlik krizi yaşadığını gösteriyor. CHP ne sosyal demokrat ölçütlere uyuyor, ne muhafazakâr partilere; ne de İslamcı, milliyetçi partilere tam olarak benziyor. CHP hepsinin bir karışımı olmaya çalışıyor, hem de İslamcı-milliyetçi bir hegemonyanın altında. 

Bülent Tezcan, parti dışından uzman bir heyet getirmekten, parti hassasiyetleri dışında bir analizden, partinin Ar-Ge biriminin, seçimlerin sonuçlarına ilişkin siyasi analizinden dem vururken aslında ne demek istiyor? Niye parti dışından? Parti hassasiyetlerinin dışından ise, hangi hassasiyetlerin içinden? Partinin Ar-Ge biriminin analizine hangi hassasiyetler yön verecek? Ortada bir proje yokluğu, kimlik sorunu varken, tüm bunların “gereken komiteleri kurmak için komiteler kuracağız” gibisinden bürokratik bir “halı altına süpürme” işleminden başka bir anlamı var mı? 

“Partinin yetkili organlarında yapılacak değerlendirmenin ışığında gelecek planlamasını yapacağız” ifadesi de “hâlâ bir gelecek planımız, projemiz yok” demek değil mi? Adeta CHP liderliği, bakışı altında yaşadığını düşündüğü “Büyük Öteki”nin kendisinden, daha özgürlükçü, daha eşitlikçi olmasını değil de, daha Müslüman, daha milliyetçi, siyasal İslam karşısında daha teslimiyetçi olmasını beklediğine inanıyor. CHP liderliği partiyi adeta bir ötanazi sürecine sokuyor!

 Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Çakıcı’nın sırrı - Ayşe Yıldırım

‘Organize suç örgütü lideri’ ya da ‘çete lideri’ ya da eski tabirle ‘mafya babası’diye biliniyor kendisi; Alaattin Çakıcı. Sicili oldukça kabarık. Ömrünün büyük bölümünü cezaevlerinde geçirdi. 17 yaşındayken bir İETT görevlisini yaralama olayına karıştı. Daha sonra ismini yeraltı dünyasının yasadışı faaliyetleriyle duyurdu. 

1980 askeri darbesi sonrası silahlı eylemleri nedeniyle tutuklandı. 41 kişinin ölümünden sorumlu tutuldu. 1984 yılından itibaren çek-senet tahsilatı yaptı. 

Hıncal Uluç’u yaralamaya azmettirmekten, 15 kişinin yaralandığı Karagümrük Spor Kulübü Lokali’ne düzenlenen silahlı saldırı, borsacı Adil Öngen’in arabasının kurşunlanması, eski eşi Nuriye Uğur Kılıç’ın öldürülmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret suçlarından toplamda onlarca yıl hapis cezası aldı. Yurtdışına kaçtı. Yakalandı. Üzerinden sahte isimli yeşil, kırmızı pasaportlar çıktı. 


Bu, bildiğimiz olayları... 

Kendisini hep ‘devletin adamı’ olarak tanıtmaya çalıştı. 
Yurtdışında MİT adına çalıştığını ve hep devleti koruduğunu ama ‘piyon gibi’  kullanıldığını söyledi. Eski MİT Yurtdışı İstihbarat Başkanı Nuri Gündeş, bir televizyon programında Çakıcı’dan söz ederken “Dinliyorsa yanaklarından öperim; eğer devlete bir hizmeti varsa” dedi.

Ve biliyorsunuz 24 Haziran seçimlerine bir ay kala iktidarın ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli birdenbire bir af tartışması başlattı. 
Ve yine birdenbire 10 yıldan fazladır cezaevinde olan Çakıcı’yı anımsadı. Önce bir heyet gönderdi, ardından kendisi ziyaretine gitti. 
Ziyaretin fotoğraflarını basınla paylaştı. 

Çakıcı’nın daha önce de dikkat çeken ziyaretçileri olmuştu. Onlardan biri de Abdi İpekçi’nin katili ve II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulunan Mehmet Ali Ağca’ydı. 
Ama Bahçeli’nin ziyareti aynı zamanda bir ‘siyasi’ ziyaretti. Çakıcı gibi ‘ülküdaşlarının, davadaşlarının’ tahliye edilmesini isteyen Bahçeli ne diyordu: 
“Alaattin Bey’in bir yönüyle vatan millet için verdiği mücadeleler var. Bilen bilir. Devleti yönetenler de bilir, başkaları da bilir.” 

Mesela ben bilmiyorum. Ama Sayın Bahçeli de bilmemiz için daha fazlasını söylemiyor. 
Çakıcı ise cezaevinden önüne geleni tehdit ediyor. 

Cumhurbaşkanı’na, “kamuoyuna” diye başlayan mektuplar yazıyor. 
En hafifinden hakaretleri, ‘vur emri’ne kadar varıyor. 
Erdoğan’a “Sorumsuz Sultan”, “Devletin sahibi sen değilsin; sokak çetesi olmadığımı da o beyninin derinliklerine sok” diyebiliyor. 

Soylu için “Sayın Cumhurbaşkanı; insanlar kriminal suçlu olabilir, çetelerin arkasında olan hani senin var ya, Trabzonlu, çirkin ve kel, sana gündüz imam gece papaz diyen Süleyman efendi mi hedef gösterdi” diyebiliyor.

Başbakan Binali Yıldırım’ı “kendine ve çocuklarına dikkat etsin” diye uyarabiliyor. 
Erdoğan’a “ülkemiz ve coğrafyamız bir ateş sürecinden geçerken, tepeden bir baskıyla çocukları hırsız olan bir adama hükümeti nasıl teslim edebildin” diye sorabiliyor. 

HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’yi “Bak beni dinle, ben bu ülkede çok adam bayılttım seni de bayıltırım. Devlet Bahçeli’ye bir kelime konuşursan seni bayıltırım ve bu Türkiye’nin her yerinde, yurtdışına gittiğin zaman da seni mutlaka üç beş kişi karşılar” diyebiliyor. 

Demirtaş için talimat vermesi halinde cezaevinde koridora dahi çıkamayacağını söyleyebiliyor. 

Karar gazetesi yazarları için ‘ölüm emri’ verebiliyor. 

Ne ilginçtir ki hükümet kanadından -MHP lideri Bahçeli hariç- Çakıcı’ya yönelik tek bir söz duyamıyoruz.


Hani muhatap almıyorlar desek, Çakıcı için canını dişine takan ortaklarını nereye koyacağız. 

Peki ya CHP ve HDP’yi açıkça hedef haline getirip tehdit eden, bunu da büyük bir gururla söyleyen İçişleri Bakanı’na ne demeli? 

Nedir Çakıcı’yı ayrıcalıklı kılan ve sanki iktidar ortağıymış gibi konuşup hareket etmesine neden olan? 

Cezaevlerinde o kadar hasta tutuklu varken, insanlar tecritle cezaevinde yeniden cezalandırılırken ‘hastalığı’ bahanesiyle Çakıcı’ya sınırsız ziyaret izni verecek derece önemli olan. 

“Devlet çetelerle işbirliği yapıyor” dersem dava açılır mı? Ama ben değil bizzat Bahçeli söylediği için sanırım dava açılmaz. 

Hoş geldin 90’lar...

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

‘Anayasa dışı’ süreç, asla meşrulaştırılmamalı - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Çankaya Köşkü önündeki veda töreni; görüntü ve sözler. B. Yıldırım kürsüde ve onu dinleyen başbakanlık bürokratı.


Çankaya Köşkü, bilindiği gibi sadece Cumhurbaşkanı makamı yeri değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in sembolü… Sn. Erdoğan’ın Külliye’ye taşınmasıyla Başbakanlığa kaldı. Şimdi Başbakanlık da lağvedildi.

Haliyle Başbakanın, veda konuşması sırasında dile getirdikleri arasında; Başbakanlığın lağvedilmesi ile 367 krizi arasında doğrudan ilişki; başbakanlığı ‘vesayet’ makamı; “iki başlılık yürümüyor” sözleri dikkat çekici olsa da, hiçbiri gerçeklik temeline dayanmıyor.

Mekânın önemini ve çalışanların işlevini, Kanun Hükmünde Kararname hazırlama karargâhı vurgusu ile belirtti; “hükümetin genel siyasetinin belirlendiği ve yürütüldüğü yer” (m.112) demedi.

Haliyle, Çankaya Köşkü’nün nasıl tasfiye edildiğine değinmedi: Sn. Erdoğan, Başbakan iken, Beştepe’deki inşaatın Başbakanlık konut ihtiyacını karşılamak için yapıldığını söylemişti. CB seçilir seçilmez, “Burayı ben kullanacağım, Çankaya Köşkü ise Başbakanlık için olacak” dedi.

16 Nisan 2017’de oylanan 6771 sy. Kanunla, Başbakanlık kaldırıldı. 16 Nisan kapısı ise, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi ile açıldı (ve 16 Ekim günü Bahçeli konuşması ile yolu döşendi)….

B. Yıldırım’ın 3 Temmuz veda töreni ve konuşması, bana hukuki anlamın ötesinde sembolik olarak da Cumhuriyet ile hesaplaşma şeklinde göründü. 

Nasıl?

‘Uyum kanunu’, KHK değil...
Daha önce yazdığım gibi, 6771 sayılı Kanun, Cumhuriyet (hatta Osmanlı) kurumlarını tasfiye için uyum kanunları öngörmekte idi: 6771 sayılı Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun Geçici md.21/A’ya göre; “Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bu değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapar”.
Bu düzenlemeler yapılmadan, Erdoğan-Bahçeli ikilisi, 3 Kasım 2019 seçimleri için 24 Haziran 2018 tarihini belirledi. TBMM, buna göre karar aldı.

TBMM’yi yenileme kararı aldıktan sonra 7142 sayılı yetki kanunu ile kendi yetkisini, Anayasa’ya aykırı bir biçimde Bakanlar Kurulu’na devretti:
6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanunu’na göre, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, tüzük, Bakanlar Kurulu, Başbakan, Başbakanlık, kanun tasarısı gibi bazı ibareler yer almayacağı için bu ibarelerin ilgili kanun ve KHK’lerden çıkarılabilmesi ve 6771 sayılı yasanın gerektirdiği düzenlemelerin yapılabilmesi için Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi verildi (10/05/18; 7142; R.G.:18.5.18).

Bakanlar Kurulu’na verilen yetki, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının andiçerek göreve başladığı tarihe kadar geçerlidir. Bu süre içinde Bakanlar Kurulu birden fazla Kanun Hükmünde Kararname çıkarabilir.
4 Temmuz 2018 günü, çıkarılan ‘477 sayılı Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’ (KHK/698), Bakanlar Kurulu’nun yetkilerini CB’ye devrediyor. Bu KHK, ilke olarak,  ’24/6/2018 tarihinde birlikte yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının andiçerek göreve başladığı tarihte’ yürürlüğe girecek.

Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi vermeye ilişkin Anayasa md.91’e göre, “Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, TBMM komisyonları ve Genel Kurulu’nda öncelikle ve ivedilikle görüşülür” (f.8).

Bu maddenin seçimlerle birlikte yürürlükten kalkması öngörülmüştür (6771 sy. K., m.21/a).

Bu nedenle, 7142 sy.lı Kanun ile KHK/698’i (muhtemelen diğerleri) TBMM tarafından görüşülemeyecek, görüşülse bile artık çok geç olacak. Anayasa Mahkemesi’nin olası denetimi de, iş işten geçtikten sonra gündeme gelecek.
Kuşkusuz sorun, yasama ve yargısal denetimin işlevselliğinden çok ‘hukuka saygı’ sorunu olarak öne çıkmakta.

Cenaze töreninin bile kuralı var...
Çankaya törenini izlerken, “Amaç Cumhuriyeti tasfiye olsa da, hiç değilse bu hukuka uygun olarak yapılamaz mıydı?” diyorum kendi kendime.
Öyle ya, Cumhuriyet’in nitelikleri madde 2’de ‘hukuk devleti’ eksen alınarak sayılıyor.
Öte yandan, ‘tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması’ da, devletin yükümlülüğü (m.63) altında.

Hukuksuzluk meşrulaştırılamaz
Bugünü okumak için fazla geçmişe gitmeye gerek yok; son dört yıla dair birkaç tarihe bakmak yeterli: 10 Ağustos 2014, 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016, 16 Ekim 2016, 16 Nisan 2017, 18 Nisan 2018, 24 Haziran 2018.
Ortak payda ne? Anayasa ve demokrasi dışı bir süreç; hukuka tam inançsızlık özetle.
Hukuka bağlı hiçbir siyasal parti, hukuksuzluğu meşrulaştırmaya katkıda bulunmamalı…

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Yeni dönemde gazetecilik - NAZIM ALPMAN

Türkiye 24 Haziran 2018 Genel ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleriyle birlikte yepyeni bir döneme girdi.
Yasama, Yürütme, Yargı ve dördüncü kuvvet olarak da basın genel bir toplamla tek elde toplanmış bulunuyor.
Yeni Cumhuriyet’in eski Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tek başına ayrı bir parlamento hatta onun da ötesinde bir güce sahip oldu.
Kanun Hükmünde Kararname yayımlama hakkına sahip bulunuyor. Eğer uygun görürse, TBMM yani parlamentoyu feshetme yetkisi de onun sahip olduğu haklar arasında yer alıyor.
Bunların hepsini biliyoruz, bilmediklerimizi de başımıza geldikçe öğreneceğiz.

•••
Bu koşullarda gazetecilik daha zor hale geliyor.
Eğeri oturup doğru konuşalım.
Hangi gazetecilik daha zor?
Bizim gibi her dönem iktidarların karşısında yer alan, yürütmenin “yürütme gücünü” abartıp ne var ne yok hepsine kalk gidelim, diyen bakanlara başbakanlara karşı duran müzmin muhalif gazeteciler açısından o kadar zor bir dönem olmayacak. Zaten yapmakta olduğumuz şeylere devam edeceğiz.
Esas zorluk AKP iktidarının her yaptığının “doğru” olduğunu yüz seksen derecelik sapmalarla düz bir çizgide savunmak hiç de kolay olmayacak.
Onlar -yani iktidar uyumlu gazeteciler- çok dikkatli olmak zorundalar. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaları lazım… Cumhurbaşkanı’nın, hükümetin, AKP’nin ileri gelenlerinin gün içinde açıkladıkları yeni hedefler konusunda uyanık olmaları gerekiyor. Bir sonradan gelen övgülerin, ‘çok doğru bir karar’ olduğunun tespitindeki yarım günlük gecikmeler, onların hayat damarlarını kurutabilir.
Ben böyle “hayat damarı” falan diye yazıyorum ama siz onu doğrudan havuzdan cüzdanlara doğru döşenmiş hortumlar olarak anlayabilirsiniz. Ortaöğretimde öğrencilerin baş belası olan “havuz problemleri” 2000’li yıllarda son derece kolay biçimde çözülür hale gelmiştir:
“Havuz boşalana kadar sizin yanınızdayım!”
Yeter ki siz iktidar gücünüzü yetirmeyin. Bizim ilkemiz tek bir ilkemiz vardır:
“Daima iktidarın yanındayız!”

•••

Yeni dönemde muhalefete muhalif medya mensuplarının işleri daha zorlaşıyor. Bütün barutlarını seçim döneminde tükettiler. “Erdoğan düşmanlığı” üzerine yazdıkları ciltler dolusu arşiv dokümanı oluşturdu.
Eğer Erdoğan kaybederse, Türkiye de kaybeder!
Bu dahiyane tespit ve üzerinde paten yapılan düzlem bitti. Erdoğan kesin olarak beş yıl tartışılmaz biçimde iktidarda…
Ne yazacaklar?
CHP’nin iç çekişmeleri...?
Geçiniz eski heyecanı kalmadı.
Hükümetin başarılı gelişme çizgisini baltalayan grevler, direnişler?
Onlara da bir KHK çıkarır Cumhurbaşkanı halleder.
Eskilerin medyacıların seçkin yaşam tarzı hikayelerini yazsalar, muhafazakar kitleye fazla “ciks” gelir. Yaşayabilirler ama yazamazlar.
Peki gazeteciliğin böylesine zor günler kulvarına girdiği dönemde sistemin sigortası kim veya ne olacak?

Onu da Mehmet Barlas ustamız 3 Temmuz 2018 Salı günü Sabah gazetesindeki köşesinde yazdı. Uzun uzun yeni dönemin uyumundan söz etti. Çok fazla bilinmezin bir araya geldiğini vurguladı. Sonunda da demokratik sistem için güvencesini açıkladı:
“Allah Cumhurbaşkanı’mıza güç versin!”

Mehmet Barlas gibi laik bir gazeteci demokrasinin geleceğini Allah’a havale ederek başyazısını bitirdi.

Yazının girişinde söylediğim yere dönüyorum:
“Muhalif gazetecilik kolay, esas zor olan hükümetin yanında ve onun temposunda koşabilmek!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Tarihin eşiğinde devrim düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Geri sayma işlemini tamamladık. Artık 1908’in de çok gerisindeyiz. 1877’de olabiliriz. Tahta oturtulmasının hatırına anayasayı ilan eden Abdülhamit, bir yıl sonra patlak veren Osmanlı Rus savaşını bahane ederek yeniden rafa kaldırmıştı. 
Yenisi 15 Temmuz’u bahane ederek yaptı bunu. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. 
Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit ve onun 1100 odalı sarayı. Ogün olduğu gibi bugün de uzun istibdattayız ve adına “olağanüstü hal” diyoruz. 


Sistem dağılmış, sultanı sınırlandıran hiçbir kuvvet kalmamıştır; istibdattır. Ne yargı, ne yasama, ne yürütme ayakta kalmıştır, hepsi yıkılmıştır. Nevzuhur sultan sarayında tek başınadır ve yıkılışından 110 yıl sonra “tek adam” yönetimi yeniden yürürlüktedir.

Biz ise 1878 ila 1908 arasında sıkıştık kaldık. Bazılarımız bir yeni Mithat Paşa arayışında, Kemal Kılıçdar, Ekmeleddin Ekmek ve Muharrem İnce arasında gidip geliyor. Abdullah Gül’ün koşup kurtarmasını umanlarımız bile var. 
Hesap kitap fayda etmiyor. 
Ara sıra umutlanıyoruz ama sonra umudumuz Abdülhamit ve hafiye teşkilatı tarafından kırılıyor. “Padişahım çok yaşa” çığlıklarıyla uyanıyoruz derin uykudan. Çığlıkları duyan Mithat Paşa adayları kendilerinden umutlananları meydanda bırakıp kaçıyor.

Seçilmişi yok ama çok şükür atanmışı var. 
Kim dönemimizin atanmış Mithat Paşası? 

Binali Yıldırım!



                                                                      ***

1878 yılının karakışında padişah yaverlerinden biri, Mithat Paşa'ya "Tekliflerini görüşmek için sultanın kendisini saraya çağırdığını" bildirdi. Paşa saraya vardı ancak sultan onu huzuruna kabul etmedi. Bunun anlamını biliyordu. Az sonra Mabeyn Feriki Sait Paşa, üzgün Mithat Paşa'ya sultanın kendisini azlettiğini bildirdi. Mithat Paşa nedenini sordu. Anayasanın 113. Maddesine göre, kötü halleri Zaptiye Nezaretinin tahkikatıyla tespit edilenlerin yurt dışına sürgünü padişahın yetkisindeydi. Bu maddenin metne konulmasını Abdülhamit istemiş, Mithat Paşa da anayasa bir an önce yürürlüğe girsin diye kabul etmişti. Sadaret mührü Mithat Paşa'nın elinden alındı, odada hazır bulunan yeni Başbakan İbrahim Ethem Paşa'ya verildi. Yüreği meşrutiyet için atan paşa yenilmişti.

Abdülhamit her şey olup bittikten sonra durumu şöyle anlatacaktı; "Mehmet Rüştü Paşa'nın yerine Mithat Paşa'yı sadaret makamına getirdim ama göreve geldiği ilk günden başlayarak bana bir amir, vasi kesildi. Üstelik tutumu da meşrutiyetten çok despotluğa yakındı. Amcam Abdülaziz'in, kardeşim V. Murat'ın tahttan indirilmesinde onun da rolü olduğundan şüpheleniyordum. Giderek Mithat Paşa'nın durumu güven vermemeye başladı. Bana gönderdiği bir mektupta Kanuni Esasi’nin ilanından maksat sarayın istibdadına son vermek, zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmektir diyordu. Artık duramazdım, Kanuni Esasinin bana verdiği hakka dayanarak kendisini sadrazamlıktan uzaklaştırdım ve sınır dışı ettim." 

Doğrusu, tam tersidir. Mithat Paşa’yı sadaret koltuğuna oturtan o değil, onu saltanat koltuğuna oturtan Mithat Paşadır. Paşa bu yolla Anayasanın ilanını garanti altına alacağını düşünmüştü. Görevi ise “zat-ı şahanelerine” vazifelerini öğretmek, hatta haddini bildirmekti. 
Meşrutiyet diyoruz buna! 
Abdülhamit onun sürgününü ve yargılanmasını “yeni rejimi”ni kurmak için bir basamak olarak kullandı. Uyduruk bir takım ithamlarla paşayı yargıladı. Ardından da idamına ferman verdi. Adım adım ilerlemiş, paşanın arkasının boş olduğunu görmüştü. Anılarında durumu şöyle not edecekti: "Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğuyla halk üzerinde daha etkili olduğu halde onu Avrupa’ya sürdüğüm zaman kaç adam sesini çıkardı?” 

Tarihte olaylar iki kere tekrar eder. 
Talihsizlik, bizim payımıza komedisi kaldı. Binali Yıldırım’dan söz ediyorum, gönüllü düşüktür. Ses çıkaracak halimiz yok. Hatta bu düşüşü milletçe alkışlıyoruz!

Geri saymayı tamamladık, cumhuriyet, laiklik ve hürriyet tepelendi. Yeniden uzun istibdat döneminde, azaptayız. Olayların bir parça mizahi tarzda ilerlemesi ise tarihin mantığına uygundur. Mithat Paşa’nın yerine Malta Fatihi Binali Paşa, Abdülhamit’in yerine eşraf Ahmet Bey’in mahdumlarından Nevzuhur Tayyar Sultan! Sahne tamam, oyuncular yerli yerinde. Biraz karikatür gibi görünüyor her şey ama olacak o kadar. İşte böylesine pespaye bir oyundur sürmesi umulan. 

                                                               ***

1908’de bu karanlık birden bire dağılmış görünüyordu. Temmuzun son günlerinde sıkışan sultan 30 yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koyacağını ilan etti. 

Ansızın hürriyet geldi!

Fakat bu iyileşme beklentisi 10 yıl içinde bütünüyle dağılacak, ülke parçalanmanın eşiğine gelecekti. 1908 ile 1918 arasındaki 10 yıl ülkenin uzun iç savaşına sahne oldu. Bu uzun on yılda Balkanları kaybetmekle kalmamış bir de kendimizi büyük bir dünya savaşının içinde bulmuştuk. Yavaşça yıkılmakta olan devletin son kurtarıcıları, İttihatçılar, ellerindeki her şeyi büyük güçlerin insafına bırakarak kaçıp gitmişlerdi. O sahipsizlikte kıyamet kapıya dayanmış, Anadolu’daki halklar geri dönülmez bir boğazlaşmanın tam ortasına yuvarlanmıştı. 
1908’deki o büyük iyimserlik nasıl olmuştu da 10 yıl sonra bir tablonun yaratılmasına neden olmuştu?

1905’deki iyimserlik 1917’deki büyük devrime hangi saikle neden olmuşsa aynı nedenle. Üstelik Rusya’da her şey Osmanlıya göre daha parlak görünüyordu. Çar II. Nikolay üzerinde durduğu toprağın sağlam olduğundan adı gibi emindi. Yeryüzünün altıda birine hükmediyordu. Doğal kaynakları uçsuz bucaksızdı, ülke hızla endüstrileşiyordu. Ama bütün bunların altında köhne rejim ile o rejimin kendine biçtiği dar kıyafeti yırtıp atmak için yanıp tutuşan dinamik bir toplum arasındaki gerilim geri dönülmez bir noktaya sürüklüyordu dokunduğu her şeyi. 

Osmanlı ve Rus imparatorlukları birbirlerine tutunarak neredeyse aynı zaman aralığında ve şaşırtıcı bir hızla çöktüler. Bu çöküntünün kalıntıları arasından Ekim Devrimi ve Türkiye Cumhuriyet çıktı.  

1980’li yıllarda her ikisinin de dramatik çöküşüne tanıklık ettik. Sovyetlerin çöküşü daha açık, Cumhuriyetin çöküşü daha örtük olmuştur. Nevzuhur sultana ve nevzuhur çara bakıyoruz,  Puzzle’ı şimdi tamamlıyoruz. Aslında iki değil tek bir resme baktığımızı hayretle görüyoruz. 

                                                                 ***

Sovyetlerin ve Türkiye Cumhuriyet’inin çıkışında bir ortaklık var. Sembiyotik iki devrimden söz ediyoruz. Rusya’da sosyalizm tutunamamışsa, Türkiye’de de cumhuriyetin tutunması imkânsızdır. Cumhuriyetsiz bir Türkiye ise geçen yüzyılın başına itilmiş olur. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit. 

“Sosyalizme karşı duvar olsun diye” yolu açılan İslamizm bir Osmanlı karikatürü yaratarak misyonunu tamamlamıştır. Uzun istibdadın son günlerine doğru ilerliyoruz. Yeniden, her şeyin şaşırtıcı bir hızla çökeceği tuhaf ve devrimci bir dönemin eşiğindeyiz. 1878’in karanlığı dağıldı dağılacak. 

Yakındır hürriyet ilan edeceğiz…

Orhan Gökdemir / SOL

Said skandalı - AYDEMİR GÜLER

Bugün de seçimden devam edecektim; yazmıştım hatta. Ama bir skandal yaşandı ve seçim bağlantılı yazıyı öteledim...

HDP 29 Haziran’da Şeyh Said ve arkadaşları hakkında Kürtçe bir mesaj yayınlayarak Said ve 47 arkadaşının infazını “tekrar tekrar” mahkûm etti. Üç gün sonra aynı parti Sivas katliamında “yitirdiğimiz canlarımızı saygıyla anacak”, hesap sormanın yolu olarak “ortak bir demokrasi ve özgürlük mücadelesini büyütmek” gereğine işaret edecekti.

Bu, “bir” değil “çok” skandaldır.

Kürt milliyetçiliği Şeyh Said isyanını kendi tarihinin bir parçası olarak görüyor. Gerçekten öyle midir, yoksa Kürt milliyetçiliği ve Said olayı arasında izi sürülen bağlantı ağırlıklı olarak yapıntı, uydurma mıdır?

Bu soruya Kürt milliyetçileri ortak bir yanıt vermediler. Temsil gücü hayli yüksek bir örneği hatırlatmam gerekirse, Abdullah Öcalan çeşitli yorumlarında Kürt isyanlarının gerici niteliğine işaret etmiştir.

Haklıdır ve yalnızca Said değil, Dersim’e kadar bütün isyanlar modern bir olgu olan ulusun ve modern bir siyasi-ideolojik-kültürel akım olan milliyetçiliğin öncesine aittirler. 

İsyanlarda milliyetçilik değil İslamcılık veya (Aleviler söz konusu olduğunda) bölgecilik ön plandadır. Bu özellikler, hareketin sınıf kimliğini ele verir. “İsyanlar” dönemi feodal karakterdedir.

Milliyetçilik bilimsel ve sınıfsal bakışa rahmet okutalı beri, bu analize ne tepki verildiğini biliyoruz. “Ama, denir, binlerce yoksul köylü öldürüldü! Sen kalkmış feodal karakter diyorsun!” Genellikle burada da durulmaz ve tepki “Kürt düşmanı” suçlamalarıyla demagojiye devam eder. 
Ne olacaktı peki? 
Feodaller, kendi ordularını kendileri mi kuracaktı? 
Tarihin hangi uğrağında egemenler kitleleri cepheye sürmemiş? 
Milliyetçilik aptallaştırır ve abuk sabuk tezler üretir. 

Bu da onlardan biri. 

Geçiniz.

Said isyanı 1919-23 atılımına karşı gerici ve feodal bir dirençtir. Çıkarları Türkiye toplumunu modernize eden Kemalist devrime karşıttır. Kapitalist cumhuriyet bir tarihsel ilerlemeydi ve merkezileşme olmadan yaşanamazdı. Kemalist hareket iktidara yürürken feodalite altında ezilen yoksul köylüleri değil Kürt egemenlerini muhatap almıştı. 

Feodalitenin dinci gericiliğin baskılanmasına, laisizm eğilimine ve modernleşmeye tepki vermemesi imkansızdı. Kemalist ve kapitalist cumhuriyet ile yerel feodalite arasındaki pazarlıkların tıkandığı her noktada, ikincisi, kendi iktidar alanını korumak ve genişletmek için ayaklanmıştır.

Feodal direncin emperyalizm arasındaki somut işbirliği bir yana, çıkarlarının ortak olduğu su götürmez. Britanya emperyalizminin planlarını alt üst eden Ankara’nın zayıf düşmesinde kimlerin yarar gördüğü aşikardır. İsyanların hem emperyalistler hem de burjuva liberal muhalefette yankı bulma olasılığı, Kemalist iktidarın “askeri çözümü” tercih etmesinde bir diğer önemli faktördür.

Kürt milliyetçiliği 1950’lerden başlayarak kapitalizmin çerçevesi içinde modern bir olgu haline geldiğinde, bütün milliyetçiliklerin izlediği yola sık sık başvuracaktı. Milliyetçilik, kendini ulus olarak sunmayan, mezhepler ve feodal egemenlik alanları arasındaki çelişkiler nedeniyle yaygınlık ve bütünlük kazanamayan, kısaca dinci ve bölgeci sınırlara mahkûm olan hareketlerde kendi köklerini aramıştır. Her milliyetçilik kendi milletini öncesiz ve sonrasız, tarih üstü bir varlık olarak resmeder.
Bugün olan da bundan ibarettir.

Atlamayayım, Öcalan’ın “bilimselliği”, Kürt milliyetçiliği ile Türkiye kapitalizmi arasında kurulacak olası müzakere masasının Kemalist referanslarının baskın olduğu döneme aittir. Bu beklenti ortadan kalktıktan ve somut olarak AKP - HDP masası kurulduktan sonra, ülke tarihindeki tüm ilerlemeler topa tutulacaktı. Zaten huruç harekâtına hız veren de, şeriatçı bir karşı-devrim örgütü olarak AKP’nin ta kendisiydi. Saidcilik burada ortak paydadır.

Geçerken, HDP’de sosyalistlik icra edeceğini sananlara, hâlâ halkların kardeşliğinden dem vuranlara bir not düşmem gerekmiyor. Düşecekleri kadar düşmüş durumdalar. Sadece Said karışığı kafalarını ve kalemlerini Marksizme bulaştırmasınlar, yeter.
Saidciler, Sivas’ta oteldeki ilericiler değil sokaktaki karşıdevrimcilerdi.

1993 Sivas katliamı, 1925 Şeyh Said’inden bir başka açıdan daha ayrılır. Sivas katliamı Türkiye kapitalizminin karşıtı değil sürdürücüsüydü. Modern kapitalizm, modernlik öncesi bir dincilikle yönetilmeyi 12 Eylül 1980’de seçti. 1990’ların devlet terörü toplumun kalıba sokulması için alan temizliğidir. Kontrgerilla, Demirel-Çiller-Ağar-Akşener bloku, Hizbullah, Refah Partisi yükselişi bir yandadır. Öte yanda ise üç dinamik biçildi.

Birinci olarak, Kürt siyasi hareketi, içinden çıkmak istediği silahlı mücadele kanalına hapsedilmek istenmiştir. Bunun içinde devletin ağır kitle kıyımları, Hizbullah'ın (veya Hizbulkontra'nın) cinayetleri, köy yakma ve boşaltmalar vb. yer alır.

İkincisi laikliği savunmanın ölümle cezalandırılmasını sıradanlaştıran ve modern toplum kesimlerine korku salmayı amaçlayan aydın cinayetleridir. Sivas katliamı buraya yerleşir.

Üçüncüsü de 80’lerin sonunda kafayı kaldıran sendikal hareketin, hem baskılanması hem de sosyal demokratlar eliyle denetlenmesidir. Dönemin SHP’sini “aslında demokrat” bir beceriksizlik abidesi saymak hakikaten alıklıktır. Kimileri safça demokrat, çoğu da bayağı beceriksiz olsa bile, sosyal demokrasi 90’larda bir işlev yerine getirmiştir.

Özetle Said taziyesinin içinde gerçekten çok skandal var.

İlki başta değindiğim durum. Said yaşasaydı kıyama liderlik edebilirdi. Avukatlarını da biliyoruz…

Skandal iki: Türkiye’de küçümsenmeyecek ölçüde bir modern-laik seçmen kitlesi HDP’ye oy verdi. HDP Said mesajını Kürtçe yayınlayarak bunların hassasiyetini gözetmeyi düşünmüş olabilir mi? Öyleyse işin içinde bir de aptal yerine konmak var demektir.

Skandal üç: Sivas’ta ve her yerde Sünni şeriat tarafından yok edilmeye çalışılmış Alevi hareketinin bir dizi kesimi de HDP’cidir. Şimdi şeriatçı ayaklanmacılar için gözyaşı döküyorlar mı?

Dördüncü skandal HDP ile ilişkisini sosyalizm, devrim ve kardeşlik kavramlarıyla açıklayan solcuları ilgilendirir.

Skandal beş: Bir siyasi hareket aynı anda hem Said’le başını dikleştirdiğini ve Sivas’ta mağdur olduğunu düşünemez.

Aydemir Güler / SOL

Yüksek enflasyonda dolarlı ihale - ÇİĞDEM TOKER

TL, son üç ayda yüzde 20 değer kaybetti. 
Enflasyon, yıllık bazda yüzde 15.39’a yükseldi. 
TÜİK’in haziran ayı enflasyonunu açıklamasının ardından dolar 4.68 TL’ye fırladı. 
Manzara bu kadar açık ve geleceğimiz için ürkütücüyken, bu iktidar 20 gün sonra dolar üzerinden kamu ihalesi yapacak. 

20 gün sonra ve dolar üzerinden, evet. 

Son bir ay içinde üzerine dört yazı yazdığım “Beş Kalem Tıbbi Cihaz Tedarikine İlişkin Sanayi İşbirliği Projesi”nden söz ediyorum. 

Hani Bakanlığın ihaleye dair İdari Şartnamesi’nin 10.4 maddesinde “İs tekliler, teklifini gösteren fiyatlar ve bunların toplam tutarlarını ABD Doları olarak vereceklerdir”  dediği ihaleden.

 
Hani, Türkiye’de üretim yapabilen “Yerli Malı” belgeli firmalar olduğu halde, dijital röntgen ve hastabaşı monitör cihazını da ancak MR cihazı üretebilen yabancı (ve çok büyük) firmalardan almak anlamına gelen “kısmi teklife kapalılık” koşulu içeren ihaleden. 

Bunları yazdım diye Sağlık Bakanlığı “Basında, ihalenin beklenen maliyetlerinin çok üzerinde gerçekleştirileceğine dair yer alan iddialar tamamen asılsız ve gerçek dışıdır. Yapılan bu tür haber ve yorumların, ülkemizin, sağlık sanayiinde söz sahibi ülkeler arasına girmesini engel lemeye yönelik olduğu değerlendirilmek tedir” açıklamasını yaptı. 

Doların üç ayda yüzde 20 değer kaybettiği bir ülkede, dolar üzerinden kamu ihalesi yapmakta ısrar eden benmişim gibi. 
 
Tekelleşme ve kapanma kapıda 
Bakanlık Müsteşarı Eyüp Gümüş, dün Sabah gazetesinde yayımlanan açıklamasında tıbbi cihaz ihalesinin en önemli koşulunun yerelleşme olduğunu belirtmiş. 
Dijital röntgen ve monitör alanında yerel firmalar olduğunu, MR, ultrason ve tomografi cihazlarının ise yerli üretimle yerelleşmesini amaçladıklarını söylemiş.
 
Daha önce Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın OSTİM ziyaretini ve sonrasındaki gelişmeleri yazdım. Bakın orada da sonrasında da bu sektörde üretim yapan işletmeler uyarıyor:

***

- Hazırlanan şartnamenin “milli ve yerli” söylemiyle hiçbir ilgisi olmadığını, yerelleştirme adı altında binlerce görüntüleme cihazının hazır alım ve montaj yoluyla 2020 yılına dek ithal edileceğini, yerli üretim kısmında bugün sözleşme imzalansa dahi üretimin ancak 2020 sonunda başlayacağını anlatıyorlar. 
- İhale sonunda alımı yapılacak 350 adet MR cihazının 143’ünün ithal edileceğini, kalan 207 adetin yerli üretim koşullarına tabi olacağını, kalan 7 yıla bölündüğünde yıl başına 29 MR cihazının düştüğünü, böyle bir “tasarım”ın “Sanayi İşbirliği Projesi” amacıyla nasıl örtüştüğünü sorguluyorlar. 
- İhaleye konu toplam 3236 adet dijital röntgen cihazının 1818 adedinin ithal edileceğini, kalan 1418’in yerli üretim koşullarına tabi olacağını, bu sayının 7 yıla bölündüğünde sene başına ancak 202 dijital röntgen cihazı düştüğünü belirtiyorlar. 
-Dijital röntgen ve monitör Türkiye’de üretilirken bu ihalenin “kısmi teklife kapalı”  yapılmasının, fabrikaların kapanması anlamına geleceğini vurgulayıp soruyorlar: 

Zaten mevcut ve halihazırda son teknoloji ile üretilmekte olan bu cihazların hangi teknolojisi transfer edilecek? 

Sonuç: 24 Temmuz’da teklifleri dolar üzerinden verilecek olan tıbbi görüntüleme cihaz ihalesinin tekelleşme ve orta vadede sağlık yönetiminde “muhtaçlık”a yol açacağı uyarıları bizzat sektör içinden dile getiriliyor. 

Daralma, işsizlik falan konuşulurken paylaşalım dedik.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET