9 Temmuz 2018 Pazartesi

TÜSİAD’la değil, emekçilerle - FATİH YAŞLI

24 Haziran seçimlerinden üç gün önce CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce TÜSİAD’ı ziyaret etti ve toplantı öncesi yaptığı açıklamada “Demokrasisi düzgün işlemeyen, hukuk devleti olmayan, mahkemeleri bağımsız olmayan bir Türkiye güven veremez. Yerli yatırımcıya da, yabancı yatırımcıya da güven veremez” dedi.

Benzer bir ziyareti HDP de -Demirtaş içeride olduğu için- bir heyetle gerçekleştirdi ve toplantının ardından bir açıklama yapan Sezai Temelli, “Türkiye hızla demokrasi sorununu aşmak zorundadır. 24 Haziran seçimleri bu anlamda Türkiye için büyük bir önemi sahiptir. Türkiye demokrasi sorununu aşabilirse, diğer bütün sorunların çözümü için de önemli bir başlangıç yapacaktır” dedi.

Her iki ziyaret de ve her iki konuşmadaki vurgu da iki şeye işaret ediyor: Birincisi, CHP de HDP de TÜSİAD’ı, yani Türkiye büyük burjuvazisini demokrasi mücadelesinde bir müttefik olarak görüyor. İkincisi ise gerek sosyal demokrasi gerekse de radikal demokrasi, siyasete sınıf penceresinden, sınıf mücadelesi ekseninden, emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakmıyor, ikisinin de sermaye düzeniyle gerçek bir derdi bulunmuyor.

Peki TÜSİAD, yani sermaye sınıfı için demokrasi herhangi bir anlam ifade ediyor mu? Geçen günlerde eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, Mahfi Eğilmez’in baskılar neticesinde NTV’den ayrılması üzerine sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Sermaye sahibi Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı” demişti. Tespiti doğru olsa da Durmuş hatalı bir kabulden, yani dünyanın başka yerlerinde burjuvazinin demokrasinin yanında olduğu, demokrasi talep ettiği kabulünden yola çıkıyordu.


Oysa bu doğru değildir, yani dünyanın hiçbir yerinde sermaye sınıfı “kendiliğinden” demokrat olmaz, demokrasi talep etmez. Demokrasiyi bugünkü haline getiren, sözü edilen ülkelerin işçi sınıflarının, emekçilerinin, halklarının mücadeleleri olmuştur. Burjuvazi dünyanın hiçbir yerinde hiçbir demokratik ya da sosyal hakkı kendiliğinden kabul etmemiş, halka durup dururken bahşetmemiş, tüm bunlar toplumsal mücadelelerinin neticesinde gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla Türkiye sermaye sınıfı da, alttan bir basınç olmadıkça ve emekçiler taleplerini örgütlü, güçlü bir şekilde dile getirmedikçe, sosyal ve siyasal haklar konusunda adım atmayacak, demokrasiye değil, kârını nasıl çoğalttığına bakacaktır. Burjuvazinin talep ettiği şey, demokrasi ya da hukuk devleti değildir; burjuvazi mülkiyetinin garanti altında olmasını, özel mülkiyete dokunulmamasını ister. Demokrasi de hukuk devleti de bunun için bir araçtır. Velhasıl, sermayenin demokrasiye ve hukuka bakışını kendi sınıfsal çıkarları belirler.

Bu nedenle, daha önce defalarca bu köşede yazdığımız üzere “laik sermaye” diye bir şey olmadığı gibi, sermayenin demokratik bir Türkiye istediği de palavradan ibarettir. Nasıl ki Türkiye sermaye sınıfının mensuplarının kendi özel dünyalarında seküler yaşamlar sürmeleri sermaye sınıfını sınıfsal çıkarları adına dinselleşmiş bir Türkiye istemekten alıkoymuyorsa, aynı şekilde mülkiyetleri için talep ettikleri güvence de sermaye sınıfının demokrasi yanlısı olduğu, demokrasi istediği anlamına gelmez; otoriterleşme, grevlerin yasaklanması örneğinde olduğu gibi, gayet işe yarardır sermaye sınıfı için.
Unutmamalıyız ki, bugünkü otoriter-dinsel rejim, her şeyden önce sermayenin çıkarları adına ve sermayenin desteğiyle kurulmuştur. Cumhuriyet’in kazanımlarının birer birer yitirilmesinin gerisinde sermayenin sol düşmanlığı, emek düşmanlığı vardır. Bunu çok açık ve net bir şekilde görmek gerekir ki bu rejime karşı nasıl muhalefet edileceği de doğru bir şekilde görülebilsin; kimlerin müttefik, kimlerin hasım olduğu doğru bir şekilde anlaşılabilsin.

Yarın yeni rejimin ilk resmi kabinesi açıklanacak. Havada uçuşan isimlere bakılırsa Türkiye bir şirket gibi yönetilecek, sermayenin temsilcileri doğrudan kabinede yer alacaklar, arkasından da Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak için adı konulmamış bir IMF programı yürürlüğe konulacak. Şirketleri ve bankaları kurtarmak için krizin faturası işçilerin, emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılacak. Hayat daha da pahalılaşacak, vergiler daha da artacak, alım gücü azalacak, işçiler işlerini kaybedecek, işsizler iş bulamayacak.

İşte tam da bu noktada, sosyal demokrasiyle radikal demokrasinin dışında, üçüncü bir seçeneğe, dünyaya ve Türkiye’ye emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakan, emekçilerin çıkarlarını savunan, emekçileri siyaset sahnesine taşımayı amaçlayan, gerçek bir sol siyasete ihtiyacımız var. Kapitalizmin krizinin derinleşeceği, sermayenin daha da çok saldırganlaşacağı ve emekçilerin giderek daha da yoksullaşacağı bir konjonktür, sol seçeneğin güçlenmesi, solun halkla ve halkın solla buluşması için bir fırsat anlamına geliyor. Bu konjonktür doğru değerlendirilir, bu fırsat doğru bir şekilde kullanılırsa, siyaset sahnesine yeni ve güçlü bir aktörün, solun çıkması engellenemeyecektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Dört maddede Habertürk’ün kapanışının anlamı - ÜMİT ALAN

Radikal gazetesi 2014 yılında basılı versiyonuna son verdiğinde bunun bir küçülme ve neredeyse yarı yarıya kapanma gibi algılanmasının Radikal’in kendi kabahati olduğunu anlatan bir yazı yazmıştım. Çünkü Radikal, basılı yayınına son vermeden dört yıl önce (2010) ”Medyada Radikal devrim” sloganıyla gürültülü bir relansman yapmıştı. Teoman’ın seslendirdiği, animatik ve meraklandırıcı reklamlarıyla “n’oluyor acaba?” dedirten işlerdi. Elbette medya dışı bir sermaye grubundan solun anladığı manada devrim beklemiyorduk. Ancak içten içe “eğer tamamen dijitale geçmeyi devrim diye duyuruyorlarsa büyük iş” şeklinde düşündüğümü hatırlıyorum. Ancak “Radikal Devrim” denen bu olay, gazetenin tabloid boya geçmesi ve birkaç yazar transfer etmesinden ibaret bir silkinmeyle sınırlı kaldı. O dönemde “Kâğıt bitti, tüm enerjimizi ve yatırımımızı dijitale yönlendiriyoruz” demek daha “devrimci” bir hareket olurdu. Evet, ticari riskleri vardı ama o sermaye gücüyle denenmeye değerdi. Nitekim sonraları yenilgi psikolojisiyle dijitale yönelen Radikal, bir daha toparlanamadı ve Doğan Medya’nın kararıyla bir süre sonra tamamen kapatıldı.
Konuyu Habertürk’ün basılı versiyonunun kapanmasına getireceğimi anlamışsınızdır. Peki bu son gelişmeyi nasıl okumalıyız? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu bu. Dört maddeyle cevaplamaya çalışalım:

1- Habertürk’ün basılı versiyonu kapatması bir aslına dönüştür
“Diğer gazetelerin aksine Habertürk'ün enteresan bir durumu vardı, internette başlayıp basılı versiyon çıkarmıştı. Şu an aslına rücû ediyor ama eskisinden daha zayıf şekilde.” Habertürk’ün kapanış haberini aldığımda böyle bir tweet attım. Çünkü Habertürk, 1999’da yani Türkiye’de internetin tam anlamıyla emekleme yıllarında Ufuk Güldemir tarafından kurulmuş bir haber sitesiydi. O yıllarda gazetelerin bire bir kopyası olan internet sitelerine göre oldukça yenilikçiydi. Doğal olarak dikkat çekmiş ve internet üzerinden televizyona da evrilecek bir marka değeri yaratmıştı. Güldemir’in ölümünden sonra televizyon ve site, Ciner Grubu’na satıldı ve tam bir medya grubu izlenimi vermek için de basılı gazete olarak çıkmaya başladı. Olaylı Sabah grubu macerasından yenilgiyle ayrılmış Ciner Grubu için de o yıllarda havalı bir markaydı doğrusu. Şu anda yeniden dijitale dönmesi esasında asla dönüş ama küçülme gibi algılanması normal. Çünkü ne dijitaldeki gelirler Ciner Grubu’nun dişinin kovuğuna gider ne de orada holdingin anladığı dilde ticari fırsat oluşturacak bir güç olunabilir.

2 - Merkez medyadaki temsiliyet sorunu varlığı anlamsızlaştırdı
Geçen hafta bu sayfadaki yazıda, Erdoğan’a oy vermeyen %47,4’ün hiçbir ana akım medya organında temsil edilmediği ve bu manzaranın ticari olarak da sürdürülebilir olmadığını yazmıştım. Habertürk gazetesinin basılı versiyonuna son vermesinin bu yazının üzerine gelmesi iyi bir örnek oluşturdu. Çünkü, Habertürk’ün varlığı, ‘bir illüzyon dahi olsa’ iktidarla çelişen görüşlere de yer vermesiyle mümkündü. Bu durum Türkiye’de geçen hafta bu sayfada anlattığım nedenlerle imkansız hale geldi. Ticareten varlık göstermenin birinci şartı farklılaşmak. Tüm markalar kendilerini diğerlerinden farklı bir yere konumlayarak varlık gösterebiliyor. Habertürk yıllar önce kendini “Gücü özgürlüğünde” gibi bir yere konumlamış ve bunu da bire bir sloganına taşımıştı. Bu sloganın o dönem için de Habertürk’ü anlatıp anlatmadığı tartışılır ama bu slogandan bir “farklılaşma” niyeti olduğunu anlıyoruz. Bugün o düzeyde bile farklılaşma mümkün değil. Basılı gazetelerde oluşan krizin, farklılaşamayan “haber kanalları” için de süreceğini öngörebiliriz.

3 - Sermaye için medyada kalmanın tek yolu sübvansiyon
Medya dışı sermayenin medyaya girme motivasyonunu hepimiz biliyoruz: Burada bir güç oluşturarak, bunu medya dışı işlerinde paraya dönüştürmek. Burada “güç oluşturma” vurgusuna dikkat. Çünkü, bu güç eğer beni beslemezsen, şu şu haberlerin yapılmasına izin veririm demektir. Bu bir “aba altından sopa gösterme ve yırtmacı hafif hafif açma” işiydi. Yaklaşık 16 yıldır süren son iktidar öncesinde de yıllarca bu çarkın böyle döndüğünü biliyoruz. Yırtmaç çok açılınca hükümet düştüğü bile görüldü. Bu yüzden, bugün medyanın hâlinin tek sorumlusunun Erdoğan iktidarı olduğunu düşünmek medya sorununu asla çözemeyecek olmak anlamına gelir. Bu durum, 80’lerle birlikte medyaya topla tüfekle, Allah ne verdiyse giren medya dışı sermayenin bir sonucudur. Bugün ana akım medyada ayakta kalmanın tek yolu var o da rakibine benzemek. Bunun da bildiğimiz anlamda ticari bir karşılığı yok. Diğer türlü sübvanse de edilmiyorsanız ister istemez küçülecek veya kapanacaksınız.

4 - Şişirilen tirajlar yanıltmasın
Gazete tirajı işi biraz güç işidir. Ne kadar çok basıp dağıtırsanız o kadar çok tiraj alırsınız. Eğer zarar etmeyi veya başka yerlerden subvanse edilmeyi göze alırsanız, rekor tirajda bir gazeteniz olabilir. Bir ara “1 milyonu zorlayan Zaman gazetesini” hatırlayalım. Gerçekten Zaman gazetesini gidip bayiden alan 1 milyona yakın okur varsa onlar nerede mesela? Hepsi mi kaçtı? Kuşkusuz hayır. Çünkü bu rakam gazetenin bayi satış rakamı değildi. Muhtemelen gazete bir takım sermaye odakları tarafından birer ikişer bin gibi rakamlarla alınıyor, sonra da bedava dağıtılıyordu. Böylelikle tiraj yükselmiş gibi görünüyordu. Tirajların şişirilmesi için bunun gibi pek çok yöntem mevcut ama artık bu hayali tirajlar, devlet iştirakleri dışındaki reklamvereni kandırmaya yetmiyor. Reklamveren de dijitalde kendi içeriğini oluşturmaktan tutun, bütçeyi Facebook, Youtube, Twitter gibi küresel markalara yönlendirmek gibi çözümleri mantıklı buluyor. Tüm dünyada geleneksel medya odaklarının reklam pastası bu dev şirketlere doğru kaçıyor ama Türkiye’de medyanın temsiliyet sorunu bu süreci daha da hızlandırıyor olabilir. Yani “milli” sözcüğüyle de ifade edilebilecek bir medya sorunu var. Zira medyayı besleyecek reklam, yabancı sermayeye kaçıyor.

Şu “baskı” işini abartmasak mı acaba?
Ana akım medyadaki bu sorun, bağımsız ve alternatif medyayı güçlendirir diye arada ümitleniyoruz ama dünyada bile dijitalde tam anlamıyla tatmin eder bir “gelir modeli” oluşturulamadığı için kısa vadede bu zor. Bağımsız medyaya ve Türkiye’nin ana akım medyada aradığını bulamayan diğer yarısına düşen “baskı” işinin romantizmini abartmamak. Burada “baskı” derken tabii kağıda baskıyı kastediyorum. Bizim yaşadığımız sorun, sadece basılı medyanın yok oluşundan kaynaklanan romantizm değil, “gazeteciliğin” yok oluşu sorunu. Gazeteciliği sürdürmek için dijitalde yaratıcı bir konsept, dil ve gelir modeli oluşturmak bizim için daha hayati. Normalde böyle dönemler yaratıcılığı teşvik eder derler ama mevcutta veya ufukta görünen bir şey yok. “Ne olabilir?” sorusunu tartışmayı ilerleyen haftalara bırakalım.

Ümit Alan / BİRGÜN

8 Temmuz 2018 Pazar

Aslanlar, fabrikatörler ve müminler - ORHAN GÖKDEMİR

“Aslanlar, kaçak gergedan avcılarını yedi!” Geçtiğimiz haftanın en heyecanlı, en sevindirici haberiydi bu. Üstelik en az iki kişiydiler aslanların midesine inen arkadaşlar. Avcılardan geriye kalanlar birkaç parça kemik, bir tüfek ve bir baltadan ibaretti.

Son on yılda yedi binden fazla gergedan bu zerzevatlar tarafından öldürülmüş ama haber olmamıştı nedense. Haberden anlaşıldığı kadarıyla gergedan boynuzu oldukça pahalı bir materyalmiş. Asya ülkelerinde cinsel gücü arttırdığına inanılıyormuş. Yedi bin gergedanın ölümünden sonra Asya’da bir cinsel güç patlaması olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat üç kaçakçının yenmesinin sosyal medyada belirgin bir dalgalanmaya yol açtığı kesin. Demek ki gergedan boynuzunun etkisinin şüpheli olmasına karşı, kaçakçıların yenmesinin insanlarda belli etki yarattığı kuşku götürmez!

Haberin yer aldığı sosyal medya paylaşımlarının altındaki yorumlara baktım. Aslanlara tek kem söz yoktu. Hatta kitlesel bir teşvik vardı devamını getirmeleri için. Hâlbuki benzeri durumların vahşet olarak algılandığı da vakidir.

Neden böyle peki? Çünkü bu olayda aslanlara olmasa bile gergedanlara yönelik açık tartışılmaz bir zulüm var. Üstelik bu zulmün itici gücü insanların cinsellik üzerinden geliştirdiği bir boş inanç. Boş inanç deyip geçmeyin, yeterince çok kişi tarafından paylaşılınca piyasada gergedan boynuzu gibi tuhaf mallara bile bir talep oluşturabiliyor. Talep varsa illa ki arz olacak; buna kısaca piyasa diyoruz. Fakat tabii ki talebin ve arzın varlığı ortada dönen işin adil, ahlaka uygun veya hukuki olduğunu göstermiyor.
Sonuç itibariyle yedi bin gergedanı telef eden bu kaçakçılar hemcinslerinin hukuk düzeninden sıyrılmayı başarmış, ama bir avuç gariban aslan fırsatını bulup faturayı kesmiş arkadaşlara. Adil mi? Adil. Yasal mı? En azından doğanın yasalarına uygun. Eşitlikçi mi? Kesinlikle. Elinde balta ve tüfek olan adamları yemek ölümü göze almayı gerektirir çünkü. Bileğinin hakkıyla yemiş aslanlar!

Buradaki sorun yedi bin gergedanın ve hısım akrabalarının toplaşıp bunu neden daha önce yapmadıkları. Velev ki korkmuşlardır, velev ki gaflet ve delalet içindedirler. Her ne olursa olsun, gergedanlar arasında olmasa bile belli ki insanlar arasında hala güçlü bir adalet duygusu var. Hele kaçakçıları yiyen aslanlar söz konusu oldu mu çok belirgin bir şekilde açığa vurulan bir duygu bu. Sadece insanların kendi aralarındaki adaletsizliklerde belli aksamalar oluyor. Son 15-20 yılda oyları götürüp götürüp adaletsize, kaçakçıya, piyasacıya vermelerini başka türlü açıklayamayız. İnsani bir kusurdur!

                                                                  ***

Bu mutlu aslan haberinin medyada yer aldığı gün vize işlemleri ile meşguldüm. Sevgili arkadaşlarımız Serpil ve Bruno bizi şarap tadımına götürmeye kararlı. Fakat kahretsin ki ülkemizin son görüntüsü Serengeti düzlüklerinden hallice. Sırtlanlar öyle çoğaldı ki “benim zavallı ve yoksul ülkem”de, değme aslanlar bile kuyruğu kıstırıp kaçmakta buluyor çareyi. Misal, aslanların gergedan kaçakçılarını yemesi gibi tuhaf şeyler bizde olmaz. Bizde olacak olan anca kaçakçıların gergedan avına giderken mola yerinde aslanları yakalayıp tecavüz etmesi gibi olağan şeylerdir.

Hal böyle olunca özellikle batılı ülkeler bizden gelenlerden fena halde işkillenmiştir. Hayır, haksız buluyor değiliz. Zaten ne istiyorlarsa yaptık. Mesela annemizin kızlık soyadı üzerinde doktora tezine dönüşebilecek kadar malzeme topladık. Banka hesap hareketlerimizi rapor ettik. Çoğu fatura, kart ödemesinden ibaret olan bu çıktıkları gören görevli halinden pek memnun görünüyordu. En tuhafı da emekli maaş dökümleriydi. Ulan ben vermeye utanıyorum, aldığında sen ne yapacaksın ki? Üç beş yüz dolar etmiyor “çeynç” etmeye kalksan.

Her ne ise, o emekli maaşının yarısını da arkadaşlara vize parası olarak takdim edip düştük yola. Eskilerin deyişiyle el elde baş başta eve doğru ilerliyoruz. Bakırköy Meydanının kıyısında kalmış, her nasılsa, Müslüman mezarlığında ilişti gözüm o mezar taşına. Taşta “Fabrikatör Falanca” yazıyordu. Vay be dedim, içimden, adam öteki dünyaya bile fabrikatör olarak gitmiş iyi mi? Fabrikaları da yanında götürmüş olabilir üstelik. Zira ülkemizde türüne az rastlanır bir şey artık fabrika. Onları kapatıp yerlerine AVM’ler, Towerlar, Hiller, Centerler yaptılar. Fakat dikkat ettim, kimse mezar taşına “Avematör” veya “Centeratör” yazdırmıyor. “Zengin falanca” diye yazdıran da yok. Demek ki “fabrikatör”ün bir meşruiyeti var toplumun gözünde ama nesebi belirsiz zenginliğin yok. Mola yerlerinde aslanların başına gelenlere rağmen böyle bu.

Bizim Müjdat Gezen bu lakırdıdan esinlenerek “Darbukatör Baryam” diye bir tip icat ettiydi vakti zamanında. Fabrikatör olur da darbukatör olmaz mı? Kapı gibi darbukaları var adamın, vurdu mu hopluyorsun yerinden.

Fakat gelin görün ki fabrikatöre belirgin bir sempatisi olmasına rağmen zenginlere açıkça âşık halkımız. Bunun sebebi de “bende yok, bari zenginler yesin” gibi arızi bir adalet duygusu olabilir. Misal bizim işçi Atakan Boyoğlu’na vermediler oylarını ama koşa koşa Lamborciynili Kenan Sofuoğlu’na verdiler. Gocunuyor muyuz? Tabii ki hayır. İnanç işidir… Fakat yine de bu kadar çok sırtlan hayra alamet değil.

                                                                 ***

Kaçakçıların gergedanları, aslanların kaçakçıları sildiği o coğrafyadan bu haberimiz de. Nijerya'da kendisini geleneksel şifacı ilan eden Chinaka Adoezuwe, müşterilerinden birine yaptığı ve "kurşungeçirmez" olduğunu söylediği muskayı test ederken açılan ateşle hayatını kaybetmiş. Burada da ilkinde olduğu gibi inançtan kaynaklanan bir piyasa olayı var aslında. Muskanın kendisini kurşundan koruyacağına inanan müşteriler var, müşterilere muska tedarik eden girişimciler var. Bu vakada görülüyor ki imalatçı da aynı inancı, üstelik müşterilerinden daha kuvvetle taşıyor. Tek sorun tüfeğin inançsız olmasında!

Nijerya polisi de inançsız olmalı ki muskacının müşterisini cinayet şüphesiyle gözaltına almış. Hâlbuki buradaki tek suç, satıcının müşteriye ayıplı mal kakalamaya kalkması. Bizde piyasa sistemi oturduğundan böyle nahoş şeylerle karşılaşmıyoruz çok şükür. Mesela Cüppeli Ahmet Hocanın sattığı terlikleri alan müşterilerin tamamı sırat köprüsünü sağ salim geçmiş durumda. Hiçbiri dönüp hocaya “vay bana ayıplı terlik sattın, köprüden geçemedim, ateşlere düştüm, kıçım başım yandı” diye şikâyet ettiği vaki değildir.

                                                                ***

Piyasa mucizevi bir mekanizma. Gergedanı maymuna, aslanı mazluma çevirebilir. Boynuzu değerli, adaleti değersiz kılabilir. Kendini düzenin sahibi sananı dama çıkardığı bile vakidir.

Bakın mesela, AKP kurucularından Oktay Çiftçi geçen hafta, “Evime ekmek götüremez oldum” diyerek intihara kalkıştı. Arkadaşları, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile konuşmak isteyen Çiftçi'yi, "Komünistleri bize güldürme" diyerek ikna etmeye çalıştı. Aralarından biri bile “lanet olsun seni bu duruma düşüren piyasaya” demedi misal.

                                                               ***

Niye yazdın bunca şeyi diye soracaksınız biliyorum. Ben de zaten onun gerilimi içindeyim. Şöyle toparlayıp kurtulayım:
1. Hırsızlar gergedanları soyabilir ama bir gün aslanların gergedanların öcünü alma ihtimali hep vardır.
2. Mezar taşına “fabrikatör” diye yazdıran vardır ama “zengin” diye yazdıran yoktur. Sadece zenginlik ayıp bir şeydir çünkü.
3. İnancın fazlası ölümcüldür. Kararında bırakmak gerek.
4. Kurşungeçirmez muska yapıp satabilirsin ama asla üzerinde deneme.
5. Komünistler mazluma gülmez ama bu AKP’lilere gülesimiz var!

Orhan Gökdemir / SOL

Lütfedilmiş demokrasi kalıntısı...- Mine G. Kırıkkanat

‘Oturmak’ ve ‘oturtmak’, güzel Türkçemizin hoş eylemleridir.
Yeni doğan bebekler dik tutulur. Biraz büyüyünce oturur, hele oturak kullanmaya başlayınca, adam olup çıkarlar!
Düşünmek için otururuz. Oturup, konuşuruz. ‘Oturma’ya gideriz birbirimize. Bazı sözler cuk oturur yerlerine. Laf gediğine oturtulur. Acısı içimize oturur. Patlıcan oturtma, ağzımıza layıktır. Etekler, ceketler belimize oturur. Yeni evlerde güle güle otururuz. Oturur kalırız, yorgun isek. Telaşlıysak, ‘ayağımızı uzatıp’ oturamayız bir türlü. Rahatsız ediyorsak, surat asıyorsak, bir köşeye çekilip otururuz.
Rahat soluk almanın ve aldırmanın ölçüsüdür, oturmak.
Oturmayı ve oturtmayı bunca seven ve başarıyla uygulayan bir toplum olarak bizler; doksan küsur yıldır oturup oturtmanın sonucu olarak ne yazık ki kallavi bir hezimete uğradık...
Ülkemizde demokrasiyi bir türlü oturtamadık, hatta oturacağı yeri bile tutturamadık. Yukardan bastırdık, aşağıdan fışkırdı. Aşağıdan bastırdık, yukardan kalktı. Bizim demokrasi, kutusundan fırlayan yaylı soytarı gibi, sürekli ayaklandı.
***
Ayaklanıp yere sağlam bassaydı bari, ama nerdeee?
Oturtma denemeleri sürerken hep devrilecekmiş gibi sallanıyordu. Sağdan destek, soldan destek, oturmasından vazgeçtik, dikine bile duramadı. Çünkü doğuştan bacaksızdı.
Sağlam bir demokrasinin bacaklarına, kurumlaşma deniyor. O da bir yüzyıl değil, birkaç yüzyıl alıyor. Kurumlaşma olmayınca, bizim bacaksız demokrasinin de ayağını uzatıp oturması mümkün olamadı tabii...
Oturtamadığımız demokrasi kendi kendine oturamayınca, sonunda birileri çıkıp nafile çabalara son verdi ve bizlere, demokrasi olmadan da oturabileceğimizi belletiyor da belletiyor...
Hatta ne güvenilir, ne de adil olan bir seçim sisteminde, hâlâ oy kullanıyor olmamızı; hatta sayılmayan oylarımızla hiç mi hiç sayılmayacak bir irade belirtmemizi bile, bize ‘lütfedilmiş demokrasi’ gibi sunuyor!
***
İşte bu oturaklı saptamalardan yola çıkan kulunuz, Türkiye’de tıpkı TBMM gibi işlevsiz, ama seçim vitrininde mostralık sergilenen “lütfedilmiş demokrasi” kalıntısını; artık oturtma değil de tencere gibi düşünmek gerektiğine hükmetti.
Bendeniz, ülkemiz tarihindeki demokrasi çabalarından geriye kalan ‘lütfedilmiş demokrasi’ tenceresinin seçimden seçime yuvarlanarak kapağını bulduğuna ve bal gibi oturduğuna inanıyorum!
Dibi yuvarlak tencere bile ocağın üstüne sağlam oturur. Oylar sayılmadan sonuçları -bazen 4 gün önce, yanlışlıkla- ilan edilen seçimlere indirgenen ‘lütfedilmiş demokrasi’; ocağa oturtulmakla kalmamış, altına harlı bir ateş yakılmış, fokur fokur kaynamaktadır. Ama kapağın tıngırtısına kulak verip, yakında tepesinin atacağını düşünmek yanlıştır. Çünkü kapak kurşundandır, ağırdır. Tıslaya fıslaya dayanır.
‘Lütfedilmiş demokrasi’ tenceresinin sağlamlığı, kapağına uygunluğundan kaynaklanmaktadır. Silahlı seçmenlerin kurşun sıkarak tezahürü tencere, seçilen iktidar kapaktır.
***
Suç tenceresi yuvarlanıp yataklık kapağını bulur.
Tencere beslemedir, kapağı da elbet besici olacaktır.
Yuvarlanan halk, elbet bu iktidara toslayacaktır.
Seçimleri lütfedenin ayağa kaldırdığı Osmanlı mazisi kapak olup, tencerede kudret macunu kaynatılmaktadır. Kapağın düdüğünü Reis öttürmektedir. Yardımcı Başbuğ, tenceredeki payını istemektedir. Yoksul ve aciz muhalefet ise mutfaktaki telaşı pencereden yutkunarak izlemekte, TBMM’deki işlevsiz varlığına beyhude liderlik için itişmektedir.
Türkiye’de mostralık seçimlere oturtulan “lütfedilmiş demokrasi” tenceresi, halktır. Kendisini cehalet ve ulufe ile besleyen politikacılara kapaklanmıştır. Bu böyle biline.
Ve boşalacak herhangi bir muhalefet liderliğine, mutlaka bir kabadayı, bir mafya eskisi ya da yenisi getirile. Caiz, layık ve uygundur.
Çivi çiviyi söker, böyle başa ancak böyle tıraş yapılır.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kapanan Meclis, yozlaşma, linç, kurultay - ERK ACARER

27 Haziran’da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ı arayarak, “Sizi, CHP bile kurtaramayacak, o köyde taş üstünde taş bırakmayacağım” dedi. Bakan açıklamasını doğrulamakla kalmadı, “Fazlası var eksiği yok” ifadelerini kullandı.


Bir gün sonra, aynı ‘soylu’, CHP il başkanlarının şehit cenazelerinde protokole kabul edilmemeleri için valilere, müsteşarları üzerinden talimat gönderdiğini söyledi. “Bu kadar basit!”ti. Akabinde yaşamını yitiren askerlerin cenazelerinde CHP tarafından gönderilen çelenge saldırı oldu. “CHP cenazeye gelir mi gelmez mi?” diye tartışılırken, ‘yoksul çocuğun yok yere tabuta konmamasının’ esas mesele olduğu, çoğu siyasinin aklına bile gelmedi.

29 Haziran’da, Ankara Polatlı’da kaybolan 8 yaşındaki Eylül’den kötü haber geldi. Katili yakalandı. Küçük çocuğu, cinsel istismar sonrası boğarak öldürüldüğü ortaya çıktı. Telefonundan çocuk pornosuna ilişkin sayısız fotoğraf çıkarken, daha önce de bir köpeğe tecavüz ettiği anlaşıldı. 

4 yaşındaki Leyla’nın minik bedeni, kaybolduktan 18 gün sonra, 2 Temmuz’da Ağrı’da yaşadığı köye, 2 kilometre uzakta ağaçların arasında cansız bulundu. Ve aynı ‘soylu’; otopsi raporu çıkmadan önce konuşup, “Tecavüz yok” dedi, buna sevindi. Ağrı Barosu açıklama yaptı; “Leyla’nın üzerindeki elbiselerin delilleri karartmak amacıyla çıkarıldığı açıktır” dedi.
Seçimden 5 gün sonra gözaltına alınan CHP Parti Meclisi Üyesi (PM) ve eski İstanbul Milletvekili Eren Erdem çıkarıldığı İstanbul 35. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından cezaevine gönderildi. 3 Temmuz’da, eski vekilin tecritte tutulduğu öğrenildi.

4 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayımlanan yeni KHK, Cumhurbaşkanı’nın ant içerek göreve başladığı gün yürürlüğe girecek. Artık bakanlar da çeltik ekimi de tek adama bağlı. Anlaşılmaz bir tarafı yok; Meclis yok hükmünde. 

Aynı gün; toplumun kanaat önderleri, ‘gece beşinci sınıf şarkıcı, gündüz sosyologlar’ Demet Akalın’dan Yılmaz Morgülü’ne, Alişan’ından Murat Boz’una geniş bir kitle, “İdam isteriz” diye bağırdı. Oyuncu Berna Laçin ise idam cezasına karşı çıktı. Laçin, “İdam çözüm olsaydı Medine toprakları tecavüzde rekor kırmazdı!” diyerek istatistik veriler ile konuştu. “Bırakın artık bilim insanları, nörologlar, psikiyatrlar, psikologlar, toplum bilimciler, hukukçular el birliği verip çare üretsin. Devlet, tribün sesleriyle toplum inşaa etmez!” dedi. Yediği lincin ana nedeni ‘hassasiyet’ değil, ölüm kültürü yaratılmasına karşı çıkmaktı. Çocuklara tecavüz edilirken susanlar, fırsatını bulunca karanlıktan sızdılar.

Yine 4 Temmuz’da… 1990’lı yılların sonunda Fadime Şahin ile birlikte basılan Müslüm Gündüz, Akit ‘şeysi’nde “Kemalistler bizi iyi biz onları iyi tanırız. Ya biz gideceğiz bu memleketten ya da onlar gidecek” diye açıklama yaptı.

4 Temmuz uzun oldu… Ama Lamborghini Meclis yolunu kısa eyledi. AKP Sakarya Milletvekili olarak Meclis’e giren eski milli motorcu Kenan Sofuoğlu’nun, lüks Lamborghini’sini, yabancı uyruklu eşinin üzerine alarak devletin kasasına girecek yaklaşık 3 milyon 200 bin liralık vergiden ‘kurtulduğu’ ortaya çıktı. Zenginin milyonluk aracı züğürdün çenesini yordu. Sofuoğlu’na sabah 6’da kalkıp, 3 vesaite Akbil basan kol kanat gerdi. 4 milyonluk Lamborghini vergiden muaftı ama alkol oranına yüzde 11 ÖTV bindi. 

5 Temmuz’da, KRT TV yönetimi, baskıya boyun eğmekle, ekran karartmak arasında bir tercih yapıp ikincisini seçtiklerini açıkladı. Kötü yazarları ama iyi muhabirleri vardı; 1 Mart 2009 tarihinde yayın hayatına başlayan Gazete Habertürk, son baskısıyla okurlarına veda etti.

İhvancı SETA’nın Genel Koordinatör Yardımcısı Fahrettin Altun, 6 Temmuz’da ‘yeni bir kültürden’ söz etti. SETA, ‘basına ilişkin hazırladığı raporda’, muhalif gazeteleri, IŞİD’e tepki verirken, ‘nefret söylemi’ yaratmakla eleştirmişti: “DEAŞ sonrası haberlerinde, dinci, mezhepçi, cihatçı, fetihçi gibi nefret söylemi içeren kelimeleri kullananan…” Fetihçi ve cihatçı ifadeleri nefret söylemidir, diyen SETA’nın koordinatörü Altun, sosyal medya hesabında paylaştığı kitap fotoğraflarına şu cümleleri iliştirdi: “Yeter Artık! Yerli ve milli bir kültür politikasının vakti gelmedi mi? İstiklal Caddesi’nin göbeğindeki bir kitapçıdan…” Altun hızını alamadı, bir sonraki gün Sabah’taki köşesinde ‘kitlesel rehabilitasyondan’ söz etti. 

•••

24 Haziran’ın üzerinden henüz 2 hafta bile geçmedi. Olan biten ortadadır. Bu sadece; bir diktatörlüğün değil aynı zamanda OrtaDoğu’yu bile gölgede bırakacak yozlukta yeni bir dönem ve yozlaşmanın inşaasıdır.

HDP’nin yapabilecekleri sınırlı… CHP’ninkiler ise ortada!!! Bir yandan kurultay rüzgarı esiyor, diğer yandan koltuk kapmaca sevdası sürüyor. Samimi seçmenin; 24 Haziran’dan sonra farklı bir istikamete savrulan Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’ye de 9 seçim kaybedip Cumhuriyet döneminin anahtarını teslim etmiş genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibine de güvenmediği görülüyor. Kişilerden çok bir ana muhalefet partisi sorunu var ortada. Havanda su siyaseti.

Türkiye hızlandı! CHP’de değişim rüzgarları esiyor!!! Halen müthiş enerjisi olan kitleleri örgütlemek, sivil itaatsizlik, boykot, fiili olarak halk meclisleri yönetmek, toplumsal olaylarda mücadeleyi yükseltmek yerine… Hala fırsat var ama…

Son belediye düştüğünde,
Son vekil tutuklandığında,
Son kanun çıktığında,
Eski Türkiye’nin dahi dönülemeyecek bir şey olduğunu anlayacaksınız.

Erk Acarer / BİRGÜN

Tevazu!.. - AHMET TAKAN

AKP genişletilmiş il başkanları toplantısında "tevazu"dan bahsetti...
AKP'nin dün yapılan Meclis grup toplantısını dikkatle takip ettim. Konuşmanın satır aralarını... Vücut dilini... Mimikleri... Afrayı... Tafrayı... Keskin bakışları...
Şöyle dedi, böyle dedi... Şurada şunu kastetti... Satır aralarından çıkan mana böyleydi, yeni geçtiğimiz sistem bunları getiriyor diye boş yere sayfa doldurmak yerine bütüne, geleceğe bakacağım.
Yeminden sonra heyecanla (!) beklediğimiz 1 no'lu Cumhurbaşkanlığı kararnamesini 2 gün önceden ilan etti!..


Bundan sonra uyan uyar...
Gerisinin canına okurum...
Tanrı affeder ben affetmem...
Ayağınızı denk atmasını bilin...
Kafamı bozmayın...
Tek ben varım...
Yar saçların lüle lüle Cumhuriyet sana güle güle...
Çankaya Köşkü müze oldu...
Anıtkabir insafıma kaldı...
Ne söylersem o...
"Adam kazandı" ne diyelim!..
İnsafına kaldık...
Böyle mütevazı bir muhalefet varken bundan sonrada kazanmaması için de bir engel yok. O yüzden, tüm muhalefet partilerine en hassas teşekkürlerimi sunmayı bir vatandaş olarak borç bilirim. İyi ki varsınız!.. Tevazu içinde birbirinizle kavga edin. Birbirinizi yerken mütevazı olun. Meclis'teki büyük oda artı 2 sekreter ve kırmızı plakayı kapmak için mütevazı bir şekilde kapışın!..
İktidar da tevazu, siz de mütevazı!..
Vatandaş Niyazi mi?.. Boş verin boş... Tevazu sahibi iktidarın sizlere lütuf ettiği küçük koltuklarınızda aynı mütevazılık içinde keyifle oturun!..
Garip vatandaş olarak yüksek tevazu sahibi iktidardan acizane bir ricam olacak;
Bendeniz de aynı mütevazı muhalefet gibi, tek adam rejimi nereye gidiyor, yeni Bakanlıklarla, kurullarla ve onların başına, içine geçirilecek isimlerle Türkiye'nin başına neler örülecek hiç mi hiç merak etmiyorum!..
Tek merakım;
"Tevazu"nun yeni kriterleri..
Cumhurbaşkanlığı 1 no'lu kararnamesi ile birlikte "tevazu" kararnamesi yayınlarsanız ve çerçeveyi bizlerin uyması adına belirlerseniz çok sevinirim.
Çizmeyi aşmayalım!..
Haddimizi bilelim!..
İkide bir zırt vırt Diyanet'i arayıp fetva  istemeyelim. "Hocam insaf suresi var mı?.. Varsa ne diyor. Nasıl dua etmeliyiz" diye...
Mütevazı bir şekilde yüksek tevazu sahiplerinden bağlılıklarımın kabul edilmesini arz ederim!..
Anladık... İnsafınıza kaldık!..

Başyüce (!) ve yücelerin...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

7 Temmuz 2018 Cumartesi

Turpun büyüğü - REMZİ ÖZDEMİR

"Benim dolarla işim yok. Maaşımı TL alıyorum TL harcıyorum."


Bu sözleri hatırladınız mı?
Doların 3.50 olduğu dönemde televizyona çıkıp konuşan bazı vatandaşlara ait.
Adeta slogan olmuştu.
Evet doğru! Maaşını TL ile alıp, TL ile harcamasını yapan adamın dolardaki artıştan ona ne?
Bu sözü 30 yıl önce söyleseydi yüzde 100 haklıydı. Çünkü o gün Türkiye bu kadar ithalat yapmıyordu.
15 yıl önce söyleseydi yüzde 50 haklıydı.
Bugün söyleyenin bırakın haklılığını aklını yemiş muamelesi görmesi lazım.
Bu sözler o gün için adeta olay olmuştu. Sosyal medyada tepki gösterenler, dalga geçenler..
Ne ararsanız vardı.
Aslında bu insanlara kızmamak lazım. Bu insanların bir suçu yok. Bu ne cehalet ne de aptallık.
Bunun adı finansal okuryazarlık.
Finansal okuryazarlık maalesef Türkiye'de çok düşük. Dolardaki her kuruş artışın kendisini daha da fakirleştirdiğini anlamıyor.
Ne zaman anlayacak?
Pazara ve markete gidince. Yani enflasyon cebini yakınca anlayacak.
Haziran ayı enflasyon rakamı yüzde 16'ya dayandı.
Soğanın 6, patatesin 5, domatesin 5, limonun kilosunun 10 liraya satıldığı bir ülkede hem de yazın ortasında bu rakamların görülmesi o ülke insanının fakirleştiğini, alım gücünün azaldığını ifade eder.
Eğer bu insanlar maaşlarını dolarla alsalardı hiç fark etmezlerdi. Dolardaki artış, pazardaki artışı karşılardı.
30 yıl önce olsaydı fark etmezdi derken o yıllarda Türkiye'nin üreten bir ülke olduğunu ifade etmek istedim. Yıllar geçtikçe Türkiye üretmek yerine ithalat ile tüketmeye başladı. Türkiye şu an üretmiyor tam tersi her şeyi ithal ediyor.
Sizin aklınıza patates ithal edeceğimiz gelir miydi?
Nohut, fasulye, bezelye, pirinç, buğday ve daha bir çok ürünü artık ithal eden bir ülkeyiz.
Bunun için dolar ödüyoruz. Dolar arttıkça bizim için yaşam daha çekilmez duruma gelecek.
İşte buna enflasyon deniliyor.
1 kilo peynir 35 lira. Buyrun gelin alın ve kahvaltı yapın.
Bir AKP milletvekilinin sosyal medyada dolaşan videosu var. Matematik dehası bir hesap kitap.
Bu vekil diyor ki, "Amerikalıya marketten bir torba kahvaltılık al desen hesabını yapamaz."
Amerikalının hesap yapmasına gerek yok ki.
Bir poşet kahvaltılık için 5-10 dolar atar çıkar. Parası değerli ve alım gücü yüksek.
Önemli olan Türkiye'de bir emekli veya asgari ücretli markete gidip o poşeti doldurabiliyor mu?
Paran değerli olsun ve cebinde paran olsun o hesabı yapmana gerek yok...
Türkiye 16 yıl önceki döneme döndü. 16 yıllık bir illüzyon bitti.
Peki yaşanan ekonomik kâbus bitti mi?
Elbette bitmedi.
Hani eskilerin bir deyimi var ya, "turpun büyüğü arkada, heybede" diye.
İşte bizimki de öyle. Enflasyonun büyüğü akaryakıttaki verginin yeniden devreye girmesi ile arkadan gelecek. Biz o zaman gerçek enflasyonu ve hayat pahalılığını göreceğiz.
Bir kez daha söylüyorum;

Allah bizim yardımcımız olsun!


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

6 Temmuz 2018 Cuma

Madımak sonrasında konuşan siyasetçiler - KORKUT BORATAV

Madımak Faciası üzerine söylenecek her şey söylendi; yazılması gerekenlerin pek çoğu da yazıldı. Yeni şeyler söyleyecek; bilinmeyen olguları açıklayacak değilim.


Facia sırasında ve sonrasında devlet aygıtının sorumluluk derecelerini, araştırıcılar ve Madımak kurbanlarının yakınları, temsilcileri, avukatları yıllardan beri incelemekte; ortaya koymaktadır. Ben, sadece, facianın hemen sonrasında iktidar ve siyaset çevrelerinin olaya ilişkin demeçlerine, teşhislerine dikkat çekeceğim. Sadece bu söylemler dahi, bence, Türkiye’yi adım adım İslamcı faşizmin eşiğine taşıyan tehlikeli gidişin ön-işaretlerini taşımaktadır.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le başlayalım: Linç girişiminin ciddiyeti ortaya çıktıktan sonra, "halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz" talimatını verdiği biliniyor. Güvenlik güçlerine verilen bu talimattaki “halk” sözcüğü ile, elbette şeriatçı güruh kastedilmiştir.

Peki, öldürülen 33 aydın, sanatçı ve can pazarından sağ kurtulanlar? Demirel, onları “tahrikçiler” olarak görüyor: "Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş... Güvenlik kuvvetleri ellerinden geleni yapmışlardır... Karşılıklı gruplar arasında çatışma yoktur. Bir otelin yakılmasından dolayı can kaybı  vardır. Olay münferittir."
Balık baştan kokar. Bu söylem, diğerlerine de yol gösterecektir.

Başbakan Tansu Çiller de şeriatçı güruhun “selameti” ile ilgili olduğu için gelişmelerden hoşnuttur. Bu güruh da “halk” olarak nitelendirilecektir: "Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir.”

DYP’li İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu da,“halk” teşhisine katılmakta; bunları galeyana getiren “ötekilerle” ilgilenmekte ve baş tahrikçiyi teşhis etmektedir: "Aziz Nesin'in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir. Aziz Nesin hakkında da soruşturma açılabilir."

Ana muhalefetin (ANAP’ın) lideri Mesut Yılmaz geri kalmayacaktır: “Devletin valisi, yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de halkımızın dini değerleriyle alay eden bir konuşmacıya karşı tepkisiz kalmışsa, milletin o valiye güvenmesini bekleyemezsiniz. Fikir özgürlüğünün halkımızın mukaddes değerlerine karşı kullanılmasına hiçbir şekilde kayıtsız kalamayız.”

Ne yazık ki,  SHP  Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü de 3 Temmuz’da aynı söyleme  katılacaktır: “Güvenlik güçlerimiz vatandaşlarımızın zarar görmemesine dikkat ederek olayları kontrol etmeye çalışmışlardır.” Burada “zarar görmemesine özen gösterilen vatandaşlar” ifadesi, Demirel’in “halk” sözcüğüyle kastettiği cihatçı güruhtur.
Erdal İnönü’ye haksızlık yapmayalım. Linç girişiminden haberdar olduktan sonra “bazı yetkilileri” aradığını ve Madımak’takilere telefonla "en kısa zamanda takviye güç gönderileceği, kimsenin kılına dahi zarar gelmeden kurtarılacakları" mesajını verdiğini daha sonra Aziz Nesin’den öğreniyoruz. Ne var ki, “yetkili makamların güvencesi”nin boş çıktığını ertesi gün fark eden İnönü, “zarar görmeyen vatandaşlar” ile ilgili yukarıdaki talihsiz demeci verecektir.

Erdal İnönü, sonraki yıllarda Madımak Faciası’nın sorumluluğunu üstlenmiştir. Oral Çalışlar’a, "olaylara geç müdahale edilmesinde Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in de benim kadar sorumluluğu var” açıklamasını yapmıştır.
Bu “itiraf”ta Genelkurmay Başkanı’nın yer alması, sözü geçen “güvence”nin adresi olarak da yorumlanabilir. Bu “adres” üzerinde de yeterince değerlendirme yapıldığını tahmin ediyorum.

“Aziz Nesin’in Sivas konuşmasında Müslümanların dinî değerleriyle alay ettiği” iddiası da doğrudan doğruya yalandır. Nesin’in konuşma metni olduğu gibi yayımlanmıştır ve Alevi kültürü, inançlarıyla ilgili bir söyleşiden ibarettir. Şeriatçı güruhun iddia ettiği ve siyasetçilerin benimsediği herhangi bir “tahrik” öğesi yoktur. Linç girişimi, Nesin’in, Salman Rüştü’nün Şeytan Ayetleri üzerinde daha önce yazdıkları bahane edilerek önceden örgütlenmişti.
                                                                   ***

Madımak Faciası’nın gerçekleştiği tarih anlamlıdır. Temmuz 1993’te Türkiye, 12 Eylül karanlığından çıkma arayışı içindeydi ve darbecilerin yasakladığı iki siyasetin, DYP ve SHP’nin koalisyonu tarafından yönetiliyordu.

1980 sonrasında askerî faşizmin, 1982 Anayasası’nın ve bu dönüşümlerin uygulayıcısı olan ANAP iktidarının ana gündemi, “Türkiye demokrasisinin altın çağı” olan 1960’lı-1970’li yılların siyasi, ideolojik ve toplumsal kazanımlarını kalıcı olarak tasfiye etmekti. Öncelikli hedeflerin ilk sırasında, sola dönük tüm akımların, sendikal, sosyalist, devrimci örgütlenmelerin yasaklanması; kadrolarının etkisizleştirilmesi yer almaktaydı.
Cunta, meşruiyet arayışını İslamcı akımlara açılımlarla desteklemeye çalıştı. İmam-Hatip okullarının, Kur’an kurslarının sayıları hızla artırıldı ve 1982 Anayasası, din derslerini ilk ve ortaöğretim kurumlarında zorunlu hale getirdi. Ne var ki bu adımlar, yasaklanan Merkez-Sağ siyasetçiler tarafından desteklenmedi. Bu siyasetin ana temsilcisi olan Adalet Partisi’nin liderleri, başta Süleyman Demirel, 12 Eylül rejimine ve onu büyük ölçüde benimseyerek devralan ANAP iktidarına karşı çıktı.

Turgut Özal 1987’de siyasi yasakları sürdürme referandumunu kaybetti ve “12 Eylül karanlığına son verme” fırsatı böylece doğdu. Temmuz 1993’e kadar uzanan sonraki altı yıl, bu fırsatın kullanıldığı aşamaları gösterir.

1987 genel seçim sonuçlarında, siyasetin zirvesi, Orta-Sol (SHP ve DSP) ve Merkez-Sağ (DYP) muhalefet ile 12 Eylül’ün ve 1982 Anayasa düzeninin ürünü olan ANAP arasında (bu üç akım seçmenlerin yüzde 90’ını toplayarak) saflaşmıştı. İslamcı ve faşizan sağ ise marjinalleşmişti.

1980 sonrasının emek-karşıtı, neoliberal  bölüşüm politikalarının rövanşı, işçi sınıfının 1989’da başlattığı Bahar Eylemleri dalgasıyla alındı. Bu dalga, 1989 yerel seçimlerinde SHP’yi birinci parti yaptı; ANAP büyük kentlerin tümünde belediyeleri kaybetti. 12 Eylül karanlığının sola açılarak aşılma fırsatı böylece doğmuştu. Bu tarihte, Türkiye’nin emekçi sınıfları sol siyasete daha yakın durmaktaydı. Halk sınıfları saflarında siyasî İslam, henüz kök salmamıştı ve 1970’li yılların devrimci birikiminin izleri hâlâ yaşanmaktaydı. Türkiye siyasetinin, on yıl önce sol akımların belirleyici olduğu yelpazeye yaklaşma fırsatı mevcuttu.

12 Eylül karanlığının sol siyaset öncülüğünde aşılma fırsatı 1991 seçimlerinde kaçırıldı. Orta-Sol partilerin bölünmüşlüğü ve sınıfsal muhalefetten uzak durmaları, halk sınıflarını kararsızlığa savurdu. Demirel (DYP) / İnönü (SHP) koalisyonu bu sürecin uzantısıdır. Yine de askerî faşizmin baskısını yaşamış olan bu iki partinin, ekonomik ve sosyal politikalarda değilse bile, insan hakları ve siyasî plüralizm alanlarında demokratik bir programı sahiplenme; hayata geçirme seçeneği  hâlâ gündemde görünüyordu. 

Bence, Madımak Faciası’nın kendisi değil; ama siyasetçilerin Sivas’ta patlak veren şeriatçı şiddete karşı gösterdikleri tepkiler, demokratikleşme gündeminin geçersizliğini göstermiştir.

İslamcı siyasetle göbek bağları bilinen Özal’ın partisinin (ANAP liderinin) Madımak güruhuna örtülü desteği şaşırtıcı değildir.

Şeriatçı güruha karşı Temmuz 1993’teki hoşgörüsü hangi Süleyman Demirel’i hatırlatıyor? 12 Eylül sonrasında gösterdiği demokratik direnme çizgisini mi? 1970’li yıllarda faşizan ve İslamcı sağ partiler (MHP ve MSP) ile oluşturduğu Milliyetçi Cephe çizgisini mi? 
Şüphesiz ikincisini…

Devam edelim: 1968’de bir AP Kongresi’nde, öğrenci eylemlerini ve yürüyüşlerini eleştirenlere karşı “memleketimiz hareketlenmiştir; gösteriler yapılıyor diye asabımız bozulmamalıdır; sokaklar eskimez, takati olan yürür” (veya “sokaklar yürümekle eskimez”) tepkisini gösteren bilge Demirel’i mi? Çorum kıyımında CHP’yi suçlayan; faşistlerin zincirleme cinayetleri karşısında “bana milliyetçiler  suç işliyor dedirtemezsiniz” çıkışını yapan Başbakan Demirel’i mi? Hiç şüphesiz ikincisini…
DYP’li Başbakan ve  İçişleri Bakanı da Temmuz 1993’te Cumhurbaşkanı Demirel’i doğal olarak izlediler. Sonraki yılların Merkez-Sağ platformunu da bu yöneliş belirledi. Tansu Çiller’in derin devletin cinayetlerini açıktan destekleyen ve MSP-DYP koalisyonuna giden çizgisinin, sözünü ettiğim “ikinci Demirel”den ilham aldığı söylenebilir.
Daha da önemlisi, Temmuz 1993’te Başbakan Yardımcısı İnönü’nün de Demirel’den etkilenmiş olmasıdır. CHP / SHP / DSP tarafından temsil edilen Cumhuriyetçi siyasetin 1960 sonrasında İslamcı siyasetle ve şeriatçı şiddetle ilişkileri, elbette Erdal İnönü ile başlamaz. 1973’te CHP-MSP koalisyonu aşamasında İslamcı siyasetin anti-demokratik (şiddete yatkın)  özü henüz algılanmamıştı; anlayış göstermek mümkündür. Bir yıl sonra, koalisyon hükümetinin Af Yasası TBMM’de görüşülürken MSP milletvekilleri oylarıyla, 141-142. madde hükümlülerini af dışında tuttular. Böylece de, Türkiye’nin demokratikleşmesinde Cumhuriyetçi ve siyasi İslamcı akımların anlaşamayacağı ortaya çıktı. Cumhuriyetçiliğin özünde demokratlık vardır. Siyasî İslam ise, bu özden yoksundur.
Madımak Faciası’ndan on beş yıl önce Kahramanmaraş’taki Alevi kıyımını örgütleyenlere karşı CHP hükümetinin teşhisi doğruydu: Cinayetler, “dinî duyarlılıkları olan halk” değil, laik düzene karşı çıkan silahlı çeteler tarafından işlenmişti. Bu algılama nedeniyle sıkıyönetim ilan edilmişti. Soruşturma ve davalardan beklenen sonuçları alınmamıştı; ama, en azından, temel teşhis doğruydu. Temmuz 1980’de Demirel hükümeti döneminde gerçekleşen Çorum Alevi kıyımı sırasında da CHP’nin doğru teşhis yaptığı malumdur. Bu iki kıyımda, faşizan örgütlerin, sahte haberlerle İslamcı temaları kullanarak şeriatçı güruhu kullandığı malumdur ve 1993 Sivas eylemiyle benzerlik ortadadır.
Temmuz 1993’te siyaset çevreleri bu türden bir teşhis yapmaktan bilinçli olarak kaçtıkları için, Türkiye’nin İslamcı faşizm güzergâhına sürüklenmesinin ilk adımlarından birini attılar.

Temmuz 1993’te ortaya atılan “Müslüman halk ve tahrikçiler” karşıtlığına dayalı söylem, artık yerleşmiştir. Türkiye siyasetine, egemen ideolojiye damgasını vurmuştur. Bu nedenle Madımak davasının zaman aşımı gerekçesiyle kapanması sonrasında Başbakan Erdoğan, “milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun” diyebilecek; dahası, mahkum yakınlarının mağduriyetini vurgulayacaktı.

Çeyrek yüzyıl önce Erdal İnönü’nün, gönülsüzce “vatandaşlarımız” diye adlandırdığı şeriatçı saldırganlar, Cumhuriyetçi siyasetin temsilcisi olarak bilinen CHP’nin bugünkü resmî söyleminde de gözetilmesi, tedirgin edilmemesi, desteği aranan saygın bir akımın temsilcilerine dönüşmüştür.

Ben de bu hazin yıl dönümünde, çeyrek yüzyıl önce kaybettiğim iki dostumu, Asım Bezirci ağabeyimi ve Metin Altıok kardeşimi sevgiyle, hasretle anıyorum. 

Korkut Boratav / SOL

Halk kötü bulduğu eğitim sistemini neden onayladı - ÜNAL ÖZMEN

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır katıldığı bir panelde halkın yüzde 82’sinin eğitim sistemini kötü bulduğunu, “kızımı Kuran kursuna gönderirim” diyenlerin oranının yüzde 80’den yüzde 20’lere düştüğünü söyledi. Bizim gözleme dayalı bilgimize anket araştırmasıyla kanıt sunmuş olan Ağırdır “bilime güvenirsek biz buradan çıkarız” diyor.

Ağırdır’ın sunduğu veri ne kadar gerçekse, çıkış yolu olarak bilimi işaret etmesi o kadar isabetli. Yanılmıyorsam Ağırdır bu saptamasını, eğitim sistemini sorunlu gören yüzde 82 ile kızını Kuran kursuna göndermek istemeyen yüzde 80’in eğitimden beklentisinin ortak olmasına dayandırıyor. İki oran üst üste konduğunda toplumun çıkışı din eğitiminde değil, bilim eğitiminde gördüğünü ortaya çıkar.

Fakat isabetsiz olan, halkımızın, eğitim politikası ile eğitimden beklentisi örtüşmeyen Erdoğan’ı yerinde tutmuş hatta ödüllendirmiş olmasıdır. Nimet Çubukçu’nun eğitim bakanı olarak tayin edildiği Mayıs 2009’dan beri Türkiye eğitim sistemi doğrudan Erdoğan ve aile fertleri tarafından şekillendiriliyor.  Eğitimden memnuniyetsizlerin oranı nerdeyse seçime katılım oranına eşit olduğu ülkenin halkı, din eğitimindeki ısrarından vazgeçmeyeceğini bildiği Erdoğan’dan neden vazgeçmiyor? Halkımız, RTE’nin yaparak, kendisinin yaşayarak görüp itiraf ettiği eğitimdeki başarısızlığı neden ödüllendiriyor?

Bu sorunun yanıtını bulabilmek için muhalefetin meydanlarda halka nasıl bir eğitim vaadinde bulunduğuna bakmak gerek. HDP hariç Millet İttifak‘ını oluşturan partiler müfredat, ders kitabı, dini derslerin zorunlu olmaktan çıkartılması, eğitim kurumlarının demokratikleştirilmesi, imam hatipleşme, öğretmenin rolü gibi eğitimin niteliğini etkileyen sorun alanlarını tartışmaya açıp bu konuda iyileştirici politikalarını anlatmak yerine tekli eğitime geçiş, öğrencilere yemek, öğretmen ataması, öğretmen maaşı gibi eğitimin niceliksel problemlerini çözeceği iddiasıyla çıktı ortaya. 
Muhalefetin eğitim ekonomisiyle ilgili vaatleri doğal olarak halk tarafından iktidara alternatif bir eğitim programı gibi algılanmadı.


Oysa sadece araştırmalar değil, halkın arayışı da gösteriyor ki büyük çoğunluk eğitimden uluslararası değeri olan bilgi, beceri ve davranış kazandırmasını bekliyor. Eğitimi bu ülkenin birinci sorun alanlarından biri olarak ele alıp yurttaşların beklentisine karşılık vermesi gereken CHP’nin, sorunu esastan çözecek önerisi olmadı. Haliyle (1) Tam gün eğitime geçilecek, (2) taşımalı eğitime son verilecek, (3) Öğretmenler Meslek Yasası çıkarılacak, (4) YÖK kaldırılacak (5) hiçbir öğrenci yurtsuz kalmayacak gibi sistemi değil teşkilatı düzenleyen vaatler seçmende karşılık bulmadı. Buna karşın, CHP’nin başkan adayı Muharrem İnce’nin öğretmenliğini öne sürüp her mitinginde eğitime yer vermesi karşılıksız kalmadı.

İnce’nin partisinden 8 puan fazla oy almasında eğitimin önemli bir tercih nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Farkın “stratejik oy” kullanımından kaynaklandığı doğrudur, ancak unutmayalım ki tercihini değiştirebilmesi için stratejik oy kullanıcısı en az bir gerekçeyle kendini ikna etmek durumundadır. Bence yeterli olmasa da seçmen, tercihini eğitim politikalarına bakarak yapmıştır. Yetersizliğin nedeni muhalefetin değişim öngören program sunamamasındandır.

Halkımızın yüzde 82’si eğitim sistemini kötü buluyorsa, her halde toplum eğitimde yeni politikalara açık demektir. Hele bir de değişim isteyenlerle kız çocuklarını Kuran kurslarına göndermek istemeyenlerin oranı çoğunlukta eşitlenmişse, onlara sunacağın eğitim bilimsel, demokratik ve laik olmak durumundadır.

Seçim kaybedildi fakat dünden bugüne halkın eğitimden beklentisi değişmedi. Aksine her gelişme, insanları eğitimi bilimle birlikte düşünmeye zorluyor. Önemli olan halka, beklentilerini karşılayacak, onları değiştirecek bir eğitim programı sunmaktır. 
Bunun için önce egemen dilden kurtulmak gerekiyor tabi. 
Özellikle eğitim seviyesi yükseldikçe oy oranı yükselen HDP ve CHP’nin eğitim düzeyi düşük seçmene yönelik program geliştirmekten vaz geçmesi gerekiyor. Eğitim düzeyi düşük seçmen her ne kadar “aydın”lardan hazlanmasa da onların ne dediğine kulak kabarttığını, kendisini onlara bakarak değiştirdiğini unutmayalım.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Zıkkım içesicilerden medet uman ülke ekonomisi - Feyzi Açıkalın

Yurt dışından gelmektesindir. Pasaport sonrası içinden geçirildiğin(!) freeshop girişinde işportacı tezgahı açmış genç satıcılar seni karşılar. “Ucuz şarap, indirimli rakı var!” diye bağırmaktadırlar.

Seçim sonralarında nelerin olabileceğini bilecek kadar, beyazlatmakla kalmayıp uçuşan tüyler formuna soktuğun saçlara sahipsindir. Hemen hızlı bir döviz çevirmesi yaparak 1 litrelik rakıgillerin neye tekabül ettiğini hesaplamaya çalışırsın.

Dünya duty free’lerindeki belki de tek özgün uygulama olarak, karşılaştırılma yapılabilmesi için ülke içi raf fiyatı da iliştirilmiştir. Fiyat farkını anlamlı bulmaz, almazsın.

Mutlaka geleceğini bildiğin zamlar silsilesinin başını çekecek alkol ürünleri öyle, Marmaray’a gelen zam gibi değildir. Fiyatı artacak diye durup dururken günde 10 kez boğaz geçişi yapılır mı?

Rakı bu, hem keyif hem kederden tüketileceği için ihtiyaca binaen el altında bulundurulmalıdır. Üstelik atletli, uzun yaz günlerin vardır önünde. Ama yine de elin gitmez almaya… Ertesi gün cezan kesilir; çok kısa zamanda ikinci ÖTV zammı bu kez yüzde 16 olarak gelmiştir…

Seçim öncesi emekliye ikramiye vereceklerini ilan ettikleri gün yapmışlardır ilk zamlarını. Ardından ikincisi, büyük olasılıkla iki dudağın iştahla aldığı karar açıklanır. Böylece seçim harcamalarının maliyeti “zehir zıkkım içesiciler” den çıkarılacaktır.

Ülkenin siyasi İslam iktidarı, kendilerince zıkkım saydıkları içkiyi toptan yasaklama yoluna gitmiyor. Mekruh olarak gördükleri içkiden elde edilecek kazançla, bir yaman çelişki hatta takiyyeye giderek ekonomiyi doğrultmayı düşünmekteler.

O zaman insanın aklına, Çin nüfusunun topluca sıçramasıyla deprem yaratabilme olasılığının bir benzeri olabilecek uygulama geliyor: Nerdeyse zındık ilan edecekleri içkicilerin, önümüzdeki iki üç ay boyunca içki tüketimi yapmasalar, ekonomi çökertebilecekleri ihtimali!

Bireysel içicinin kendine göre önlem almasının da artık engellendiğini biliyoruz. Ama asıl sorun hiç şaka kaldırmaz bir şekilde turizm nedeniyle tüketilecek alkolün niteliğinde olacaktır.
Siyasal İslam içkiyi mekruh kıldığı gibi, özellikle Batılı konuklardan oluşan turizmden de hiç hazzetmiyor. Ülke insanının Batılıyla her türlü etkileşiminden korkuyor. Bunu önlemek için Endonezya, Malezya modeli bir turizme yöneliyor.

Ekonominin zor günler yaşadığı günümüzde, örneğin 2017 yılının cari açığının büyük ölçüde sıcak turizm döviz girişiyle karşılandığını iyi biliyor. Bu deliğin iç turizmle ya da batı Avrupa’da yaşayan Müslüman nüfusunu çekerek yamanamayacağının farkında.

1990’lı yılların başında bir turizm gerçeği olarak ülkeye zorla sokulan “her şey dahil” sistemi gereğince, olağandır ki alkol de sunulan servis içinde yer almakta. Otel işletmecisi, sezon öncesi yaptığı, ucuz turisti getirebilme uğruna neredeyse yerlerde sürünen sözleşmenin gereğini karşılamak zorunda.
Çok ucuza pazarlanan düşük yıldızlı işletmelerin ya da eğlence yerlerinin kaçak alkol ya da başka tedarik yollarına gidebildiği bir sır değildir. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olabileceğimiz, ülke turizminin çok zarar görebileceği bir döneme giriyor olabiliriz. Yoksa istenen tam da bu mudur?!

Feyzi Açıkalın / CUMHURİYET

‘Helalinden yüzde 31’ - ÇİĞDEM TOKER

Önümüzdeki pazartesi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, TBMM’de yemin edecek. Aynı gün açıklayacağı kabineyle “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” fiilen başlayacak. 
Böylece kuvvetler ayrılığı tamamen tarihe karışıyor. 

Bu da -öncelikle - Cumhurbaşkanı’nın TBMM onayına ihtiyaç duymaksızın her konuda kararname çıkarabilecek olması anlamına geliyor. 

Son Başbakan Binali Yıldırım’ın 6 Temmuz (bugün) yayımlanacak son KHK ile OHAL’in son bulacağını açıklamasının ise bu nedenle hukuken ve pratikte fazlaca bir önemi bulunmuyor. 

OHAL kalksa bile pazartesiden itibaren Cumhurbaşkanı Erdoğan, OHAL KHK’leri kapsamına girebilecek her konuda kararname çıkarma yetkisine bile zaten kavuşmuş olacak. 

Dolayısıyla 24 Haziran kampanyasında, OHAL’in kaldırılacağı yönündeki açıklamaların muhalefet kazanımıyla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı daha net görülecek. 
Yeni düzende yanı sıra TBMM, bakanları denetleyemeyecek. Soru zaten sorulamayacağı gibi gensoru da verilemeyecek.

***

Temel değerleri hanidir tahrip olmuş Cumhuriyet’in yönetsel kazanımlarının da tarihe karıştığı bu günlerde, böylesi bir yol ayrımının, her kurumdan çok Cumhuriyet’i kurmuş olan CHP’nin gündeminde olması gerekirken, gözlerde heyecanlı pırıltılar oluşturduğu söylenemeyecek, “kurultay”, “imza” ve “delege” sözcüklerinin dolaşım değerinin yükselmesi karşısında söyleyecek söz bulmak zor. 
Gerçekten zor.
***

Aşağıdaki ifade, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin Erzurum ziyaretinde gazetemize yaptığı açıklamadan: 
“Helalinden bir yüzde 31’imiz var, bu 31’i 51 yapabiliriz. Bu umudu tüketmemek, yok etmemek lazım. Genel Başkan’ı seviyorum ama Türkiye’yi daha çok seviyorum.” 
“Arkadaşça” diye nitelediği mesajın seçim gecesi yayında açıklanması üzerine, “Gazetecilerden dost olmaz” diyen, haftasında “ailece” yenildiği vurgulanan yemekte konuşulanları gazetecilerle ve dolayısıyla Türkiye ile paylaşmakta sakınca görmeyen İnce, 24 Haziran’da aldığı yüzde 31 oy oranını muhafaza ettiği varsayımı altında konuşmuş belli ki. 

Seçim gecesi halkın karşısına çıkmayışının bir güven zedelenmesine yol açtığını görmek istemeyen, bu sonucun da kendisine verilen oylarda erimeye yol açabileceğini öngörmeyen bu yaklaşım, sorunlu görünüyor. 

O gün oy kullanan milyonlar adına, sorunlu görünen soru başlıklarını hatırlamakta yarar var: 
- Gerçekten de asıl mesele, Erdoğan ile İnce arasındaki oy farkı mıdır, yoksa ıslak imzalı tutanakların akıbetinin ne olduğu mudur? Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir yiğidi kurtarmaz mıydı? 
- 24 Haziran gecesi çalışmaz hale gelen seçim denetleme sisteminin çalışmasıyla ilgilenmek kötü müdür? AA’nın kısa sürede sonuç ilan etmesini sağlayan sistemin sorgulanmasının toplumsal bir karşılığı yok mudur? 
-Sokaklarda erken bir zaferi silahlı atışlarla kutlamalardan rahatsız olan halkın rahatsızlığını yansıtmak iyi olmaz mıydı? 
-“Yenilmeyi bilmek lazım” ifadesi, o yarış ancak eşit ve adil koşullar altında gerçekleşmişse anlamlı değil midir? 
- OHAL altında, medyanın susturulduğu bir ortamda yapılan, müşahitlerin kaşının gözünün patladığı eşitsiz bir seçim gecesi çıkan sonucu “yenilmeyi bilmek” diye sunmak, seçmenin umutlarını ve güvenini bitirmek anlamına gelmez mi? 

Bu soruların tamamı “helalinden yüzde 31” ile ilgilidir. 

Bu yazı, Sayın İnce kampanya sırasında, kendisini eleştirebilecek gazeteciler istediğini söylemese de yazılırdı.

Çiğdem TOKER /CUMHURİYET