13 Şubat 2021 Cumartesi

İoanna Kuçuradi ile hayat üzerine (I-II) - Figen Atalay / CUMHURİYET



(I) - Salgının etkileri, özgürlük, haklar, mutluluk...

Türkiye’nin değerli filozofu, 50 yıllık felsefe hocası Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ile konuşmak, onun kitaplarını, yazılarını okumak, seminerlerini dinlemek başlı başına bir mutluluk. Hele de salgınla ilgili korkuların, belirsizliklerin hepimizi yorduğu bugünlerde, “Mutluluk duyulan bir şeydir, olumsuzluklar içinde de mutlu olunabilir” diyen Prof. Kuçuradi’ye kulak vermenin tam sırası.

Salgın süresince derslerine, yazılarına, konuşmalarına, kısacası tüm çalışmalarına her zamanki temposuyla devam eden Prof. İoanna Kuçuradi, tüm bunlara ek olarak bir de “The Death Penalty: Justice or Revenge?” (Ölüm Cezası: Adalet mi, İntikam mı?) başlıklı bir kitabın editörlüğünü yaptı. 

Prof. Kuçuradi, “Benim işlerimden biri, insanları düşündürmek yani insanların düşünmeleri için onlara malzeme sağlamaktır. Yaşama hakkının apaçık bir ihlali olan ölüm cezası üzerine insanlar düşünebilsin diye, malzeme olsun diye hazırladım bu kitabı” diyor. 

Şimdi Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. İoanna Kuçuradi’ye sorduğumuz sorulara ve onun, diziyi okuyan herkesi düşünmeye, kendini daha iyi hissetmeye sevk edeceğini umduğumuz yanıtlarına geçelim...

- Bir yazınızda, “Dünya problemlerine felsefeyle baktığımızda, hangisine bakarsak bakalım, hepsi insan haklarıyla ilgili görünüyor” diyorsunuz. Salgınla ilgili yaşananları bu açıdan değerlendirebilir misiniz?

Yalnızca bilgisel araştırmalarda değil, yaşamda da karşılaştığımız problemler, yani alınan / aldığımız kararlarla, yapılan / yaptığımız eylemlerle ilgili problemler etik problemlerdir, değer sorularıyla ilgili problemler. Bu etik problemler insan hakları problemlerini de kapsıyor. “Dünya problemleri” dediklerimiz de kamu alanında insanların -sorumsuzca davranan insanların- kararları ve yaptıklarıyla yarattıkları insan hakları problemleridir. Benim görebildiğim kadarıyla, yaşadığımız küresel salgın, bir insanın bilgisizliğinden veya sorumsuzluğundan çıkmış bir doğa olayıdır, bunun için de savaşılması çok zor bir olay -hele hele dünyada insanlar kimi bilgisizce, kimi sorumsuzca davranıyorsa. Devlet dediğimiz kurumun ve uluslararası kuruluşların varlık nedenlerinin gerektirdiklerini yerine getirmeleri gereken en önemli durumlardan biridir bir pandemi - hem de ilacı henüz bilinmeyen / bulunmayan bir pandemi. En başta sağlık hakkı ve yaşama hakkıyla ilgilidir bu pandemi. Bu, çok açık. Benim söylememe gerekmeyecek kadar açık.

EVDE ÇALIŞMAK MİSKİNLEŞTİRİYOR

- Salgın bittikten sonra dünya eskisi gibi olmayacak diyen çok. Haklılar mı? Nasıl bir dünya bekliyor bizi? Ve dünya nasıl olmalı?

Salgın olsa da olmasa da dünya tarihselliğinde değişiyor. Ne var ki bu salgın, insanlaştırılmaya çalışılan robotlarla ve dijitalleştirmeyle birlikte radikal değişikliklere -dünya görüşü ve hayat anlayışı değişikliklerine- yol açıyor. Eğitimde yapılması gereken değişikliklerle dengelenmediği takdirde, bunun, insanların / insan olmanın zararına olduğunu düşündüğüm bir değişikliktir. “Nasıl bir dünya bekliyor bizi” somutluğunda nasıl olacağını söylemek ne kadar mümkün? Ama bugün insanların çoğunun farkında olmadan itildikleri yere bakarsak, bazı insansal yeteneklerin atrofiye (körelme, zayıflama) uğrayacağını söyleyebilirim. Pandemi birçok insanın, ilk bakışta daha rahat görünen ama insanlara, kanımca, zarar verebilecek alışkanlıklar edinmelerine yol açıyor -evde çalışmak gibi. Evde çalışınca insan miskinleşebiliyor. “Dünya nasıl olmalı” sorusuna ancak özlemlerle cevap verilebilir. Bu özlemler de farklı, ama dile getirilenlerin çoğu, yaşanılan andaki sorunların olmayacağı bir dünya olarak betimleniyor. Adaletsizliğin, yoksulluğun olmadığı, yani bugün istemediklerimizin olmadığı bir dünya. Acaba böyle bir insan dünyası mümkün mü? Ama bu, o yolda yürümeyi -elimizden geleni ve onu zorlayarak yapmamızı- engellememeli.

HAK İLE MENFAAT

- Haklar ve özgürlükler birbirine mi karışıyor? Bu iki kavramı bize anlatabilir misiniz?

Bu iki ideyi karıştırmaktan öte, onları yaygın anlama biçimlerinde sorunlar var. Bu sorunlardan da bunlar hakkında bilgi üretmeleri beklenenler sorumlu. İnsan haklarıyla ilgili uluslararası belgelerde “x özgürlüğü hakkı” ifadesiyle karşılaşıyoruz yani özgürlükler hak sayılıyor. Ama “hak” ne? ve “özgürlükler” ne? Ve neyse bu özgürlükler, bunların “hak” sayılması ne demek? “Hak” ile “çıkar / menfaat”ın dikkatle birbirinden ayrılması gerekir. Bir şeyin birinin “hakkı” olduğunu -yerli yersiz- iddia ettiğimiz zaman, ne kastediyoruz? Onun yoksun bırakıldığı ve ona muhakkak verilmesi gereken bir şeyi kastediyoruz. O zaman, özgürlüklerin birer hak olması ne demek olabilir? Buna bir cevap verebilmek için, önce bu “özgürlükler”den neyin anlaşıldığına ve neyin anlaşılmasının uygun olduğuna bakalım. Felsefe tarihindeki özgürlük anlayışlarına “kimin / neyin özgürlüğü” sorusuyla birlikte baktığımda, “özgürlük” teriminin en az üç farklı kavram altında toplayabileceğimiz anlamları oluyor. Özgürlüğün taşıyıcıları bakımından sorulan bu soru açısından felsefe tarihine baktığımızda, şu üç farklı özgürlük kavramıyla karşı karşıya geliyoruz: Tür olarak insanın özgürlüğü, kişinin özgürlüğü ve toplumsal özgürlükler.

ETİK ÖZGÜRLÜK

“İnsan özgür müdür” sorusu, üç farklı soru olarak karşımıza çıkıyor: “İnsan özgür müdür?”, “İnsan eylemlerinde özgür müdür?” ve “İnsanın istemesi / iradesi özgür müdür?” şeklinde. Burada “özgürlük”ten kastedilen, insanın kendi dışından herhangi biri ya da herhangi bir şey tarafından belirlenmemesidir. “Özgürlük var mıdır?” anlamına gelen bu soruya da kimi filozoflar “var”, kimisi de “yok” diyor. Ta ki Kant, özgürlükle ilgili bu soruyu değiştiriyor ve “Özgürlük nedir?” sorusunu sorarak kendi cevabını veriyor. “Özgürlük var mı, yok mu sorusu” yanlış sorulan bir sorudur ve bir kısırdöngüdür. Çünkü “özgürlük” teriminden ne anlaşıldığına bağlı olarak “var” şeklinde, ama “yok” şeklinde de cevaplandırılabilir. İşte “Özgürlük nedir” sorusunu soran Kant, özgürlüğü kişinin istemesinin / iradesinin (yani bir şeyi isterken) ne tarafından belirlendiğine bakarak cevaplandırıyor. Soruya verdiği cevapların en kolay anlaşılır olanını burada dile getirirsem: Özgürlükle, kişinin istemesinin “pratik buyruk” adını verdiği “buyruk” tarafından belirlenmesi; yani bir insan eylemde bulunurken kendini ve eyleminin yöneldiği kişi veya insanları “sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak görerek yaptığını yapmasıdır. Günlük bir dille söylersem, siz, ben bir eylemde bulunurken bu eylemi size / bana bir şey dönsün diye -yani herhangi bir anlamda bir çıkar için- yapmamak demektir. Bu tür özgürlüğe ben “etik özgürlük” diyorum. “Toplumsal özgürlüğü” ise burada çok kestirmeden söylersem, toplumsal ilişkilerin ve kamu işlerinin açık kavranılmış insan hakları ilkeleri tarafından belirlenmesi olarak dile getiriyorum. İşte bunun için, bize öğretilen ve özgürlüğün en yaygın anlaşılma biçimi olan “kişinin, başkasına zarar vermeden istediğini yapmasıdır” anlayışı, bana, en azından çok sığ görünüyor.

BENDEN SONRA TUFAN

- Maske takmama, aşı olmama özgürlüğü ya da hakkı olabilir mi insanların?

“Maske takmama”nın özgürlükle bir ilgisi yoktur. Dil olarak maske takıp takmamanın “serbestliği”nden söz edilebilir. Ama bu, “başkasına zarar vermeden istediğini yapma” anlayışına bile ters düşüyor. Aşı olmamaya ise ayrı olarak bakmanın uygun olacağını düşünüyorum. Çünkü bu, kişinin bedenine bir müdahaledir. Ve bunu “Hangi aşı?”, “Hangi hastalık?” vb. sorularla birlikte ele almak gerekir. Yani bu soruyu somutluğunda / tekliğinde tartışmak gerekir -aşının ve koşulların özelliğine göre.

- Salgın sırasında beni en çok hayrete düşüren, anlayamadığım, kabul edemediğim bir durum var. Karantinada olması gereken bazı insanlar toplum içine karışmakta bir sakınca görmüyor! Hastalığı bir başkasına bulaştırma korkusu yaşamayan, hatta “bana ne” diyen insanlar bunu neden yapıyor sizce? Bir başkasının ölümüne sebep olabileceklerini düşünmüyor mu bu insanlar? Yoksa akıl edemiyor mu? Umursamıyor mu?

Sevgili Figen Hanım, ben de çok şeye şaşırıyorum, ama olgu olarak karşımızda duruyor. Benim kanaatime göre, böyle yaparken çoğunluk, aslında ne yaptığının farkında değildir. Ama “Benden sonra tufan” diyenler de var. Birçok insan, yapmaması gereken bir şey yapınca ve sonra bunu neden yaptığı ona sorulunca, bir neden söylüyor. Her yaptığımızın / ettiğimizin bir ya da birkaç nedeni var, nedensiz - niçinsiz eylem olmaz ancak refleksler olur. Ama bu nedenin değersel niteliği ne? İyi niyet bile yetmiyor. Ben size bir örnek vereyim buna: Genç bir insan, tanımadığım bir genç insan, benim haberim olmadan bana bir sosyal medya hesabı açtı, arkadan da bunu, “Sizin düşünceleriniz daha çok insana ulaşsın istiyorum” diye bir e-mail gönderdi bana. “İyi” şeylerin olmasını isteyen bu genç ve daha birçok insan, benim anladığım anlamda “değerler eğitimi” görseydi, o değerli niyetini gerçekleştirmenin doğru bir yolunu, büyük bir olasılıkla bulurdu. Bunun için, çocuklara geçerli / yaygın değer yargılarını öğreten bir “değerler eğitimi” değil, insan haklarının da etik eğitimini kapsayan bir “değerler eğitimi” işe yarayabilir.

“Dünya nasıl olmalı” sorusuna ancak özlemlerle cevap verilebilir. Bu özlemler de farklı, ama dile getirilenlerin çoğu, yaşanılan andaki sorunların olmayacağı bir dünya olarak betimleniyor. Adaletsizliğin, yoksulluğun olmadığı, yani bugün istemediklerimizin olmadığı bir dünya. Acaba böyle bir insan dünyası mümkün mü? Ama bu, o yolda yürümeyi -elimizden geleni ve onu zorlayarak yapmamızı engellememeli.

İnsanların çoğunun “yalnız” -kendileriyle baş başa- kalmaktan sıkıntı çekmelerinin farklı nedenleri olabiliyor. Ama ben sadece çok pratik bir iki neden ve sağlıklı insanlarla ilgili bir iki neden söyleyeyim: Alışkın oldukları düzen bozuluyor ve yapacak işleri yoksa, canları sıkılıyor. Sıkılıp sıkılmamak da genellikle kafamızla ilgili.

Bugün insanların çoğunun farkında olmadan itildikleri yere bakarsak, bazı insansal yeteneklerin atrofiye (körelme, zayıflama) uğrayacağını söyleyebilirim. Pandemi birçok insanın, ilk bakışta daha rahat görünen ama insanlara, kanımca, zarar verebilecek alışkanlıklar edinmelerine yol açıyor: evde çalışmak gibi. Evde çalışınca insan miskinleşebiliyor.

PARAYA BAĞIMLI OLUNMAMALI

- Aşı konusunda bir ahlaki ikilem yok mu? Bilim insanlarının bunu insanlık adına yapması gerekmez mi? Aşıya ulaşmak dünyadaki herkesin eşit hakkı değil mi? Zengin ülkeler ihtiyaçlarından fazlasını alırken yoksul ülkelerin güvenli bir düzeye bile erişememe riskine neden izin veriyor aşıyı üreten bilim insanları?

İkilem yok, problem var: “Bütün insanlar onur ve haklar bakımından eşit” doğuyorsa, Dünya Sağlık Örgütü’nün ona göre bir düzenleme yapması, Birleşmiş Milletler’e üye devletlerin de buna uymaları gerekirdi. İnsan hakları, özellikle bazıları -beslenme, barınma, sağlık, eğitim vb- paraya bağımlı olmamalı. Dünyamız, gezegenimizin başına bir şey gelmezse, günün birinde bu noktaya gelir belki, ama 50 yıl, 100 yıl ya da 200 yıl, 300 yıl sonra. Kişiler kendilerini her şeyden önce -diğer kimlikleri ve koşulları ne olursa olsun- insan olarak görmeyi öğrenmedikçe, en azından daha çok sayıda insan herbirimizin her şeyden önce insan olduğunun farkına varmadıkça, “parayı veren, düdüğü çalar.”

- Salgınla insanların hangi özellikleri daha çok öne çıktı sizce? Yalnız kalabilen, bunu tercih eden, kendi kendine yeten insanlar ruhsal olarak daha mı rahat atlatıyor karantina günlerini?

İnsanların çoğunun “yalnız” -kendileriyle baş başa- kalmaktan sıkıntı çekmelerinin farklı nedenleri olabiliyor. Ama ben sadece çok pratik bir iki neden ve sağlıklı insanlarla ilgili bir iki neden söyleyeyim: Alışkın oldukları düzen bozuluyor ve yapacak işleri yoksa, canları sıkılıyor. Sıkılıp sıkılmamak da genellikle kafamızla ilgili.

BİLGİ EKSİKLİĞİ KORKUTUYOR

- Salgının kendisi mi bizi daha çok korkutuyor yoksa inandıklarımız, duyduklarımız, medyada sürekli maruz kaldıklarımız mı?

Bu salgının kendisi yeterince korkutucudur, nesnel olarak korkulacak bir şeydir. Nesnel olarak onu korkutucu yapan da bilgi eksikliği. Duyduklarımız arasında, hatta ilgili bilim insanlarının söyledikleri arasında tutarsızlıklar var. Bu da şu andaki duruma göre, şaşılacak bir şey değil. Karakter özelliğinden dolayı göre kolayca korkan bir insan, ya da Heidegger’in deyişiyle Angst / angoisse / boğuntu duygusunu yaşayan bir insan daha çok etkilenir bu durumdan.

- Herkes farklı yaşıyor salgını ama ruhsal çöküntü sanki ortak bir durum. Bu kadar olumsuzluk içinde mutlu olmanın bir yolu var mı?

Belirsizlik insanın içini yoruyor. Ama ruhsal çöküntünün herkeste olduğunu söyleyemem. “Mutluluk”tan acaba ne anlıyorsunuz? “Mutluluk” denilen, duyulan bir “şey”dir. Ve bu duyguyu kişilere farklı şeyler yaşatıyor. Ben mutluluk hakkında, örneğin Aristoteles’in ne dediğini size doğru anlatabilirim, ama kendim pek bir şey söylemem. Olsa olsa bir üst tanım yapabilirim. Ama bu bile benim mutluluk anlayışım olur. Yaşanan / duyulan bir şeydir mutluluk. Bu böyle ise bu olumsuzluklar içinde de “mutlu” olunabilir.

- Felsefe eğitimi almış bir insan daha iyi, daha mutlu bir yaşam mı sürer? Yaşadıklarımıza nasıl bir yararı olur felsefenin?

Belirli bir felsefe eğitimi almış olan bir insan, bu eğitim aracılığıyla -farklı derecelerde de olsa- değer bilgisine dayanarak kendi gözleriyle bakmayı, dolayısıyla da görmeyi ve buna göre eylemde bulunmayı öğrenebilmişse, insan olmaya yakışan bir yaşam sürebilir. Bir pandemi sırasında da sürebilir. Ama buna daha “iyi”, daha “mutlu” bir yaşam denebilir mi? Kimisi der, kimisi demez!                                              ***

(II)- Azların gücü çokların güçsüzlüğü

Birçok çocuk ya da genç, özgürlüğü, örneğin dersin ortasında serbestçe sınıftan çıkıp bir süre sonra dönmesi şeklinde anlıyor! Başta “kadın cinayetleri” olmak üzere birçok suçun temelinde, kişilerin bir an kendilerini tutamamaları/kendilerine hâkim olamamaları var. Bir insanın bir an nevri dönüyor, karısını öldürüyor, sonra da intihar ediyor. Çocukların kendilerini tutmayı en iyi öğrenebilecekleri yaşlar, ilkokul - ortaokul yaşlarıdır.

- Birçok çocuk ya da genç, özgürlüğü, örneğin dersin ortasında serbestçe sınıftan çıkıp bir süre sonra dönmesi şeklinde anlıyor! Başta “kadın cinayetleri” olmak üzere birçok suçun temelinde, kişilerin bir an kendilerini tutamamaları/kendilerine hâkim olamamaları var. Bir insanın bir an nevri dönüyor, karısını öldürüyor, sonra da intihar ediyor. Çocukların kendilerini tutmayı en iyi öğrenebilecekleri yaşlar, ilkokul - ortaokul yaşlarıdır. 

- Buraya nasıl gelindi? Dünyamızı buraya getiren farklı etkenlerin başında, onların arka planında bulunan düşünceler -bakışlar, yaklaşımlar- geliyor. Bunlardan birkaçı: gelişmeci politikaların da gösterdiği gibi, her şeye sinmiş olan ekonomik yaklaşım; özgürlüğün ve özgürlüklerin yanlış anlaşılması; bir yönetim biçimi olarak demokrasinin, oylananın ne olduğuna -etik değer bakımından niteliğine- bakılmaksızın oyçokluğuna indirgenmesi ve robotların cazibesidir.

DERİN BİR HAYAL KIRIKLIĞI

- Yaklaşık 40 yıl önce, Kahire’de yaptığınız bir konuşmada “19. yüzyıl 20. yüzyıla neleri aktardı? Ve kökten bir değişiklik olmazsa, 20. yüzyıl ne aktaracak 21. yüzyıla” sorularını sormuşsunuz. Bu soruların yanıtını yeniden rica edebilir miyiz sizden? 

Bu sorduğunuz sorunun bir cevabını, o konuşmada ve o konuşmadan sonra kaleme aldığım yazılarda bazı söylediklerimi aktararak vereyim: “Bu iki soruyu dünya çapında olan bitenlere bakarak yanıtlamak istersek “başkaldırma” sözcüğü her ikisi için oldukça uygun bir yanıt olur. 

19. yüzyıl, başkaldırma gerektiği düşüncesini yüzyılımıza (20. yüzyıla) aktardı; bu düşünce de gitgide öylesine bir gerçek oldu ki ölüm saçan başkaldırma çağın geleneği oldu.

Ve uluslararası politikada bir “devrim”le temel bazı değişiklikler yapılmazsa, yüzyılımızın gelecek yüzyıla (yani 21. yüzyıla) aktaracaklarının başında bu gelenek gelir.

Böyle radikal bir değişim olmamıştır. Tersine, BM’nin bütün iyi niyetli çabalarına rağmen, şiddet ve terorizm arttı, dünya düzeyinde artmakta da devam ediyor. 11 Eylül (2001), 21. yüzyılın başına damgasını vurdu. Canlı bombalar, terorizmin baş silahı oldu.” 

Birleşmiş Milletler’in 2002 İnsansal Gelişme Raporu’nda da şunları okuyoruz: “Ekonomik, siyasal ve teknolojik bakımdan dünyamız, hiç bu kadar özgür olmamıştı -bu kadar adaletsiz!” 

2019 yılı İnsansal Gelişme Raporu’nda da şunları okuyoruz: 

“Ülkeden ülkeye yayılan gösteriler dalgası, bütün ilerlememize rağmen, küreselleşmiş toplumumuzda bir şeylerin işlemediğinin açık bir işaretidir. 

Farklı farklı skandallar insanları sokaklara döküyor... Ne var ki, bunları birbirine bağlayan iplik, eşitsizlikler karşısında duyulan derin ve gitgide artan hayal kırıklığıdır... Ve insanlar birkaç kuruşu ceplerinde tutmak için başkaldırırken güç, bu hikâyede başrolü oynuyor: Azların gücü, çokların güçsüzlüğü ve değişim talep eden insanların toplu gücü. 

Temel yaşam standartları arasındaki uçurum daralırken yeni bir uçurum açılmıştır -dördüncü kademe eğitimde ve broadband’ta.

Buraya nasıl gelindi? Dünyamızı buraya getiren farklı etkenlerin başında, onların arka planında bulunan düşünceler -bakışlar, yaklaşımlar- geliyor. Bunlardan birkaçı: gelişmeci politikaların da gösterdiği gibi, herşeye sinmiş olan ekonomik yaklaşım; özgürlüğün ve özgürlüklerin yanlış anlaşılması; bir yönetim biçimi olarak demokrasinin, oylananın ne olduğuna -etik değer bakımından niteliğine- bakılmaksızın oyçokluğuna indirgenmesi ve robotların cazibesidir.”

İNSANLAŞTIRMA EĞİTİMİ 

- Eğitimde ne gibi yanlışlar yapılıyor? Neden düzey sürekli düşüyor? İyi eğitilmemiş insanlar nelere yol açıyor? 

Eğitimde gördüğüm en temel sorunlardan biri, eğitilenlerin yalnızca bilgisel yeteneklerini geliştirme peşinde olmasıdır. Genellikle, çocukların “bilim ve teknoloji” modalarına göre bilgisel yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olunuyor. Bunların dışında, kişileri insan olarak geliştirebilecek çalışmalar, etik yeteneklerini geliştirmelerini sağlayabilecek çalışmalar pek yaptırılmıyor çocuklarımıza. Yapılmak istendiği zaman da amacına ulaştırabilecek şekilde yapılmıyor. Çocukların sanatsal yeteneklerini geliştirmek için öğretilen oyunlar ve diğer sanatsal çalışmalar, ancak usta bir hocaya rastlarsa, çocukların estetik yeteneklerini rastlantısal olarak geliştirmelerini sağlıyor. 

Bu eğitimde bir de benim çok önemli olduğunu düşündüğüm, çocukların kendilerini tutabilmelerini, kendilerine hâkim olmalarını öğrenmelerine yardımcı olunmuyor -bu da sözüm ona “özgür” yetişmeleri adına. Öğretmenlerin çoğu da özgürlüğü bilmiyor. Birçok çocuk ya da genç özgürlüğü, örneğin dersin ortasında serbestçe sınıftan çıkıp bir süre sonra dönmesi şeklinde anlıyor! Başta “kadın cinayetleri” olmak üzere birçok suçun temelinde, kişilerin bir an kendilerini tutamamaları/kendilerine hâkim olamamaları var. Bir insanın bir an nevri dönüyor, karısını öldürüyor, sonra da  intihar ediyor. 

KENDİNİ TUTMAK

Çocukların kendilerini tutmayı en iyi öğrenebilecekleri yaşlar, ilkokul - ortaokul yaşlarıdır. Bunu söylememin dayanaklarından biri şu: ben derslerime katılanlardan, rahatsızlık durumu dışında, su içmemelerini rica ediyorum. 50 dakika sabredebilirler, yani kendilerini tutabilirler. 

Düzeyin düşmesine yol açan etkenlere gelince: Ortaöğretimi ve yükseköğretimi belki ayrı ayrı ele almak uygun olur. Üniversite öncesi eğitim bir “uzmanlaştırma” eğitimi değil, bir “insanlaştırma” eğitimi olmalı. Tip tip liseler değil, bir tip lise olmalı, kişilere bilgisel yeteneklerini olduğu kadar etik yeteneklerini de geliştirmelerine yardımcı olan bir eğitim olmalı. Pek tabi ki bu dediklerimi ayrıntılı olarak açmak gerekir. 

Az sayılmayacak insanlar var ki esen “hava”lardan dolayı bazı insanca özlemlerini kendilerine bile itiraf etmiyorlar, ama anlayacak birinin olduğunu düşününce ona “içlerini açabiliyorlar.” 

Ben son yıllarda ağırlıklı olarak felsefe-etik merkezli insan hakları dersleri veriyorum. Bu derslerin bazıları insan haklarıyla ilgili konular üzerinde kişilerin kendi adlarına düşünmelerine, kendi adlarına bazı şeyleri görebilmelerine yardımcı olmayı amaçlıyor. Dönem sonu sınavlarda da çok defa “Siz bu dersten özellikle neyi/neleri öğrendiniz?” veya “Sizin için yeni olan bir şey öğrendiniz mi?” gibi bir soru soruyorum. Bu sınavlarda bir öğrencim neler öğrendiğini yazdıktan sonra, şunu ekledi: “Ben üniversite mezunuyum ve 41 yaşındayım. Neden bugüne kadar kimse bize bunları öğretmedi?”

“İyi eğitilmemiş insanlar” nelere yol açıyor? Yangınlara yol açıyor, insanların durup dururken beyin kanaması geçirmelerine yol açıyor... Son yıllarda yangınlar neden çok arttı? Son onyıllar birçok binanın -kamu binaları dahil- merdiven basamaklarının sonuncusu neden diğer basamaklara göre daha kısa veya daha yüksek oluyor? Bir binanın elektrik tesisatı ilgili kurallara dikkat edilmeden yapılıyorsa, binaların merdivenleri tam ölçülmeden yapılıyorsa, üstüne üstlük de bunlar yeterince denetlenmiyorsa, yangınlar da çıkar, insanlar da düşer ve durup dururken beyin kanaması geçirir. Depremde yan yana iki binadan biri yıkılıyor, diğeri yıkılmıyorsa gibi apaçık örnekler de bir yana. Bunların birçoğunda, çıkardan da öte etik bilgisizlik söz konusu. 

EZBERE KULLANMAK...

- Eğitim sisteminde öncelikli olarak yapılması gereken değişiklikler neler olmalı? 

Öncelikle yapılması gereken, her düzeydeki eğitim programlarında, kişilerin insan olarak bütün yeteneklerini -bilgisel, etik, estetik yeteneklerini- geliştiren bir eğitim haline getirmek: Baktıklarını kendi gözleriyle görebilecek insanlar yetiştirmek, örneğin değerli arkadaşım Gülriz Uygur’un kitabının adında dile geldiği gibi “hukukta adaletsizliği görebilen”, başka bir deyişle baktıklarına olabildiğince değer atfetmeyen, doğru değerlendirmenin nasıl yapılabileceğini en azından teorik olarak bilen, etik değerleri kültürel değer yargılarıyla karıştırmamayı becerebilen insanlar eğitmek. Yani daha önceki bir-iki sorunuza cevap verirken söylediğim gibi, kişilerin bütün insansal yeteneklerini geliştirmeyi hedef edinen bir eğitimi bilgi ile planlamak ve gerçekleştirmeye çalışmak. 

Çeşitli türden bilgiler gereklidir bunun için. Liyakat liyakat deniliyor ama belirli bir alanda liyakatin ne olduğunun da farkında olmak gerekir. Çok çok basit bir örnek vereyim: Çeşitli alanlarda “akademik ölçütleri karşılayan ortak kitap” yayımlamaya kalkışan ve reklamını yapan, bir reklamda “Social and Humanities Sciences” dememeli! 

Sık sık söylediğim gibi ezbercilikten de ezbere yakındığımız gibi, birçok kelime de “olumlu” bir şeyi ifade ettiği düşünülen kelimeler ezbere kullanılıyor. Önemli dertlerimizden biri de budur. 

ONSUZ OLUNAMAYACAK BİR İLKE: LAİKLİK

- Toplumsal özgürlük nasıl sağlanabilir? İfade özgürlüğünün sınırları nelerdir? Laikliğin insan haklarıyla ilgisi nedir? 

“Toplumsal özgürlük” konusuna iki perspektiften bakmak mümkün: kişi perspektifinden ve devlet perspektifinden. Devletle ilgili olarak “toplumsal özgürlük” dediğimiz, kişilerin benim dolaylı olarak korunan haklar dediğim - beslenme, barınma, eğitim, sağlık vb. - hakları korumak amacıyla kurulan kurumlar ve kuruluşların bu amaca uygun işleyişiyle, o devletin yurttaşlarına sağlanan imkânların varlığıdır. Aynı şeyi kişi perspektifinden dile getirirsem, bir devlette bütün yurttaşların, temel kişi haklarının getirdiği taleplerin, o ülkenin gerçeklik koşullarında yerine getirilmiş olması demektir, öyle ki bütün yurttaşlar insan onuruna yakışır şekilde yaşayabilsin. Bu olanağın sağlandığı yerde toplumsal özgürlük var, demektir. 

İfade özgürlüğüne ilişkin sorunuza gelince: İfade özgürlüğü denen hakkın tek başına değil, düşünce özgürlüğü hakkıyla ve kanaat özgürlüğü hakkıyla birlikte, onun bir öğesi olarak ele alınmasının uygun olduğunu düşünüyorum -; onlarda kapsanan bir öğeleri olarak. İnsan haklarını, onları talep etmenin amacını gözden kaçırmadan ele alacaksak “ifade özgürlüğü” denilen, düşünce özgürlüğü ve kanaat özgürlüğü gibi hakların doğal bir öğesi olsa gerek. Bu amaç gözden kaçırıldığında, ifade özgürlüğü serbestçe “ötme” ya da serbestçe kin kusma sözedimlerine dönüşüyor. 

Laiklik de ancak insan haklarıyla bağlantı içinde ele alındığında, dünyamızın bugünkü koşullarında, onsuz olunamayacak bir ilke olarak görünüyor. Laiklik yaygın bir şekilde tanımlandığı gibi: “Devlet ile din işlerinin ayrılması” ya da “devletin bütün dinlere eşit mesafede olması” şeklinde dile getirilince, bununla laikliğin bir-iki sonucu dile getirilmiş oluyor. Laikliğin talep ettiği, dinsel normları da kapsayan kültürel normların toplumsal ilişkilerin ve kamu düzeninin kurulmasını ve işletilmesini belirlememesidir, öyle ki insan hakları normları belirleyebilsin. Değişik ve değişken olan kültürel normlar bu ilişkileri ve düzenleri belirlediğinde, insan haklarına yer kalmıyor.

Figen Atalay / CUMHURİYET



Myanmar’da ne oluyor? - Erhan Nalçacı / SOL

 Geçen yüzyıla damgasını vuran, insanlığın eşitlik ve özgürlüğe doğru attığı büyük adımdan Myanmar da etkilenmişti. Bu çok uzak olmayan Myanmar’ın sosyalist geçmişi unutturulmaya çalışılıyor.

Türkiye’de çoğunluğun haritada yerini göstermekte zorlanacağı Myanmar’da geçen haftalarda askeri darbe oldu, bunun üzerine ABD’nin demokrat başkanı Biden kuvvet komutanlarına yaptırım uygulama kararını açıkladı.

Günümüz emperyalizmini daha iyi anlayabilmek için Myanmar’a bir kez bakmak yararlı olacak. 

Ancak Myanmar hakkında güncel olarak yazılanlara bakılınca liberalizm etiketli üç sorun kendini gösteriyor.

İlki, geçen yüzyıla damgasını vuran ve insanlığın eşitlik ve özgürlüğe doğru attığı büyük adımdan Myanmar da etkilenmişti. Bu çok uzak olmayan Myanmar’ın sosyalist geçmişi unutturulmaya çalışılıyor. İkincisi, Myanmar’ın sadece rejimi tartışmaya açılıyor, içinde bulunduğu üretim ilişkileri göz ardı ediliyor. Son olarak da, liberal aklın hem kendini hem çevresini akılsızlaştırırken kullandığı yöntem emperyalizm kuramını yok sayması oluyor.

Bu kısa yazının izin verdiği kadarı ile ilk soruna bakalım.

Myanmar’ın eski ismi Burma’dır ve 19. yüzyılda İngiliz sömürgesi haline gelmiştir. İngilizler bu ülkeyi feodal beylerin işbirlikçiliğine dayanarak İkinci Dünya Savaşı’na kadar yönetirler. İkinci Dünya Savaşı’nda Japon işgali altında kalır. Ancak komünistleri de içinde barındıran ulusal kurtuluş savaşı Japonlar karşısında başarılı olur. 1947’de Burma İngiltere’den bağımsızlığını kazanır.

Sonrasında Kurtuluş Cephesi’nin ikiye bölündüğü ve burjuvazinin Kurtuluş Cephesi’ndeki sol kanadı tasfiye etmeye çalıştığı görülür. Uzun mücadelelerden sonra 1962’de emekçi sınıflar iktidarı ele geçirirler ve 1988’de karşı devrimin dünya genelinde galebe çalmasına kadar sosyalist bir cumhuriyet kurulur. Üretim araçlarının devletleştirildiği ve tarımda kolektivizasyona gidilen bu süreçte Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti ile işbirliği yapılır.

İleride bu sürecin ayrıntısına dönmek üzere Myanmar’ın sosyalist geçmişini unutturmak isteyenlere inat bir hatıra pulu ekleyelim. Üstelik bu ara moda olan uzayla ilişkili. “Sert iniş” yapamamışlar ama 50 yıl kadar önce bir Sovyet uydusu aracılığı ile dünyaya bağlanmışlar.

Karşı devrim sonrası bilindik hikâye! Tarımda kolektivizasyon çözülür, köylüler piyasanın acımasızlığına terk edilir. Uluslararası sermayeyi çekecek emek karşıtı önlemler ile ülke emperyalizmle bütünleşir.

Ama Myanmar’ı bugün gündemimize sokan şey de bütünleşmeye çalıştığı emperyalizmin 2000’li yıllarda iki düşman kampa ayrılması oldu.

Bu konuya bu köşede birçok kez değinmiştik. Aşağıdaki harita Myanmar’ın jeopolitik önemini özetliyor. Dünyanın en büyük ham madde tüketicisi ve meta ihracatçısı durumuna gelen Çin için Endonezya ve Malezya arasında kalan Malakka boğazı bu dev hacimli ihracat ve ithalatta dünyanın en kritik coğrafyasına dönüştü. ABD Pasifikteki oyununu Malakka Boğazı’nı bir şekilde Çin’e kapatma üzerine kuruyor. Çin ise alternatif ticaret yolları arıyor.

Myanmar’ın Çin ile Bengal Körfezi arasındaki pozisyonuna bakarsanız neden emperyalist çekişmenin adresi haline geldiğini görürsünüz. Çin hızlı tren hatları, Myanmar kıyılarındaki büyük liman inşaatları ve serbest bölgelerle Myanmar’ı bir geçiş güzergâhı haline getirmiş durumda.

Şimdi ABD’nin neden sürekli Myanmar’ı insan hakları ihlalleri ile suçladığını anlayabiliriz. Myanmar halklarından Arakanlı Müslümanlar son dört sene içinde artan baskı nedeniyle Bangladeş’e göçmek zorunda kaldılar. Tarihsel nedenleri olan bu süreci başka bir yazıda açabiliriz. 

Ancak bildiğimiz ABD, İngiliz ve Fransız sermaye sınıflarının Myanmar dışında Vietnam, Laos, Tayland ve Kamboçya’yı da kapsayan Hindçini Yarımadası’nda milyonlarca kişiyi tarifsiz acılarla katlettiğidir. Bu profesyonel canilerin insan hakları ile alakaları olmadığını ama insan haklarını müdahale etmek için kullandıklarını çok iyi biliyoruz. Buradaki çığırtkanlık, ucuz ve bazen karşılıksız kredilerle kendine alan açan Çin’e karşı hegemonyayı kaybetmeleri nedeniyledir.                   

Öte yandan yazarlar Myanmar konusunda, “Çin ülkelerin içişlerine karışmaz” diyorlar. Yine karşımıza emperyalizm teorisinden yoksunluğun getirdiği düşünce zaafı ortaya çıkıyor. Tabi ki Çin kaşarlanmış Batı emperyalizminin kirli oyunlarına başvurmuyor. Ancak Myanmar’ın aldığı sermaye ihracatının en büyük kısmı son 30 yılda Çin’den gelmiş, 2010-11 yıllarında sermaye ihracatı tepe yapmış.

Çin ülkenin doğalgaz, petrol ve madenciliğinde, demiryolu ve deniz yolu işletmeciliğinde söz sahibi. Bu kadar sermayeyi ihraç edenin bir ülkenin iç işlerine karışmaması mümkün olabilir mi?

Son kez şu  haritaya bakalım.  Arakanlı Müslümanların yaşadığı bölge Myanmar’ın kıyı kısmı. Sadece onlar değil, burada yaşayan diğer köylülerin de mülkleri devlet tarafından kamulaştırılıyor. Neden? Çünkü buralardan tren hatları geçiyor, maden işletmeciliğine açılıyor, dev limanlar inşa ediliyor ve büyük serbest bölgeler oluşturuluyor. Ayrıca serbest bölgelerde ucuza çalışacak emek gücüne ihtiyaç var. 

İleride bu konuya ister istemez tekrar döneceğiz. Ancak şu kadarı açık olmalı, Myanmar’ın tekrar özgürleşmek için sosyalizme gereksinimi var.


Erhan Nalçacı / SOL




12 Şubat 2021 Cuma

Yoksunluk, dışlanma, yarınsızlık - Söyleşi: Siren İdemen, Yücel Göktürk / 1+1FORUM

 AYŞE BUĞRA’YLA YOKSULLUK VE “ASGARİ GELİR DESTEĞİ” ÜZERİNE

Gündem artan ekonomik şiddet, emeğiyle geçinenlerin dramatik yoksulluğu, geniş tanımlı işsizliğin yüzde 30’lara tırmanması... Toplumsal desteği eriyen iktidarın safları sıklaştırmak için yeni anayasa hamlesi, kayyum-rektörü protesto eden Boğaziçi öğrencilerini gözaltı ve tutuklama furyasıyla sindirme çabası ve ilaveten üniversitenin önde gelen öğretim üyelerinden Ayşe Buğra’ya kara propaganda saldırısı. Bu arada, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi, Türkiye’de de Evrensel Temel Gelir’in başlıca tartışma konuları arasına girmesi... 14 yıl öncesine zaplıyoruz, “Bir Temel Hak Olarak Vatandaşlık Gelirine Doğru” başlıklı kitabın eşyazarı Ayşe Buğra’ya bağlanıyoruz. O günlerden bugünlere köprülerin altından emeğiyle geçinenler aleyhine çok sular aktı, yoksulluk ve işsizlik derinleşerek arttı. Ve 14 yıl önce gündem olan “vatandaşlık geliri” bugün çok daha hayati bir ihtiyaç haline geldi. Hem geçerliliğini koruyan perspektifi ve kavramsal çerçeveyi hem de Ayşe Buğra’yı selamlamak üzere, Express’in 79. sayısından naklen...

Bir Temel Hak Olarak Vatandaşlık Gelirine Doğrunun giriş bölümünde, temel gelir, vatandaşlık geliri konularındaki çalışmaların günümüzde önem kazanmasının rastlantı olmadığını söylüyorsunuz. Bugün artık büyümeyle istihdam yaratılacağı, istihdamla da refahın yayılacağı anlayışının geçerli olmadığı görülüyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Küresel İstihdam Eğilimleri raporuna göre, 1996-2006 döneminde, dünya ekonomisi yılda ortalama yüzde 4.1 oranında büyürken, aynı dönemde küresel ölçekte işsizlik yüzde 6.1’den yüzde 6.3’e çıkıyor. Son 20 yılın neoliberal ekonomi politikalarıyla birlikte düşünürsek, “vatandaşlık geliri” önerisi nasıl bir çerçeveye oturuyor?

Ayşe Buğra: Avrupa ve ABD’de işlerin iyi gittiği “30 altın yıl” denen refah devleti döneminin uyandırdığı, temeli çok da sağlam olmayan inançlar var: Ekonomi büyür, istihdam yaratılırsa, herkes sistem içinde geçimini rahatça temin eder. Bu, çok sınırlı bir tarihsel döneme ve sınırlı bir coğrafyaya özgü bir durum. Çalışan yoksul olgusu ise, daha geniş bir tarihsel döneme yayılan, evrensel bir olgu. Bu açıdan, 19. yüzyıla kadar iktisatçıların, Adam Smith dahil, yoksul derken hayatını çalışarak kazanmak zorunda olan insanı kastettiklerini hatırlamak önemli. 19. yüzyılda da, işsizlik hayatın bir gerçeği. Ayrıca, çalışmak yoksulluğun ortadan kalkmasına yol açmıyor. Ama 19. yüzyıldan itibaren, “çalışmak yoksulluğu ortadan kaldırır, yoksulluk işsizlikle ilgilidir” ideolojisi ekonomik liberaller tarafından bilinçli olarak kabul ettiriliyor. ILO’nun sözünü ettiğiniz raporu, çalışan yoksul istatistiklerini de veriyor. On yıllık büyüme döneminin sonunda, 2006’da, dünyada çalışanların yüzde 18’e yakını günde bir doların altında, yüzde 48’e yakını günde iki doların altında bir gelirle yaşıyor. Çalışan yoksul olgusu çok net bir biçimde ortada. Dolayısıyla, büyümeye ve istihdama dayanarak yoksullukla mücadele edilebileceği fikrinin geçerliliği yok.

"Yoksulluk herhangi bir sebepten ötürü insanın içinde yaşadığı topluma, o toplumun eşit bir bireyi olarak katılamaması olarak tanımlanabilir. Yoksulluğu iki şekilde tanımlamak anlamlı: Bir, toplumdan dışlanma; iki, yarın ne olacağını bilmemenin getirdiği belirsizlik."

Fransa Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün verilerine göre, Fransa’daki evsizlerin üçte birinin bir işi var...

Son zamanlarda çok tartışılan bir konu bu. Çalışarak elde ettiği gelirle yaşayabileceği ev tutmasına imkân olmayan pek çok kişi var. Durum böyleyken, istihdamla geçim arasındaki ilişkinin ötesinde çözümlerin aranması gerekiyor.

Yoksulluğu nasıl tanımlıyorsunuz?

Bir doların, iki doların altında yaşayanlardan bahsettim, ama bunlar benimsediğim yoksulluk tanımları değil. Yoksulluğun sosyal dışlanma kavramıyla tanımlanması gerektiğini düşünüyorum. Yoksulluğun, herhangi bir sebepten ötürü insanın içinde yaşadığı topluma, o toplumun eşit bir bireyi olarak katılamaması durumu olarak tanımlanması daha doğru geliyor. Bu, gelir düşüklüğü olabilir, evsizlik olabilir, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlere ulaşamamak, toplumun kültür, sanat alanında sunduklarını elde edememek olabilir, bütün bunlar sosyal dışlanmanın farklı yönleri. Gelir bir değişken olarak kullanılacaksa, göreli bir gelir kavramının kullanılması faydalı. Buna göre, bir eşik belirlenir, toplumun ortanca gelirinin (gelir merdiveninde en yüksek ile en düşük gelirin orta noktası) yüzde 50’sinin ya da 60’ının altında gelir elde edenlerin durumu yoksul olarak tanımlanır. Bu tanıma göre, ABD’de nüfusun yüzde 17’si ortanca gelirin yüzde 50’sinden az bir gelire sahip. Bu, bir dolardan, iki dolardan çok fazla olabilir, ama ABD için yoksulluk eşiğinin altında olmak demektir. Türkiye’de, ortanca gelirin yüzde 60’ından daha az bir gelirle yaşayanlar yüzde 20’nin üzerinde.

Atina, Yunanistan

Yoksulluğu sosyal dışlanma olarak tarif ettiğimizde, çok geniş bir nüfusu kastediyoruz. O zaman, toplum kim? Nereden dışlanıyoruz?

Sosyal dışlanmadan bahsederken, gelir dışında başka verilere de bakmak gerek: Toplumda sağlık hizmetleri, eğitim sahiden ücretsiz mi, toplu taşımacılık ulaşılabilir ve makûl bir biçimde yapılıyor mu, çocuklar için parklar, oyun alanları, sübvansiyondan yararlanan kültür-sanat olanakları var mı? Sosyal politikaları bir “paket”in içinde düşünmek lâzım. Yoksa, insanlara belirli bir gelir desteği yaparak yoksullukla, sosyal dışlanmayla mücadele edemezsiniz. Fakat gelirin kendisi de çok önemli, çünkü para ekonomisinde yaşıyoruz. İnsanların para ekonomisinin dışında kalmaları da ciddi bir sorun. İnsanlara her ay düzenli para vermek çok önemli, eğer öteki sosyal hizmetleri güzel sağlayabiliyorsanız, bunun yüksek bir miktar olması lâzım değil. İnsanların ellerine her ay belirli bir para geçeceğini bilmeleri son derece önemli. Yoksulluğun bir yanı da belirsizlik, yarın ne olacağını bilememek. Aslında yoksulluğu iki şekilde tanımlamak anlamlı: Bir, toplumdan dışlanma; iki, yarın ne olacağını bilmemenin getirdiği belirsizlik. Araştırmalarımızda bunu hakikaten gördük, akşama çocuklara ne yedireceğini bilememek çok çarpıcı bir tezahürü yoksulluğun. Ve aşılamaz sorunlar değil bunlar.

"Önce bu vergi sisteminin kesinlikle değişmesi lâzım. Temel geliri hem vergi sisteminin bozukluğu yüzünden hem de ideolojik ortam nedeniyle öneremiyorum. Sosyal politikalara son derece karşı bir ideolojik ortamda yaşıyoruz."

Türkiye için “vatandaşlık geliri” yerine, “nakit gelir desteği” önerisinde bulunuyorsunuz. Bunun nedeni ne?

Vatandaşlık geliri, evrenseldir; ihtiyaç tespitine dayanmaz, kimse yoksul olup olmadığınızı ölçmeye çalışmaz, herkese verilir. Dolayısıyla, yoksul damgalamasını ortadan kaldırır. Bu hem insanî açıdan uygundur hem de bürokrasisi kolaydır. İhtiyaç tespiti yapmanın dünya kadar masrafı vardır ve bazen astarı yüzünden pahalıya gelir. Bazı durumlarda bunu göze almanız gerekir, bürokrasiye karşı değilim, bürokrasinin müstehcen bir laf olduğunu katiyen düşünmüyorum, bürokrasi çok önemlidir, kabul edilmesi gereken bir şeydir. Ama, ihtiyaç tespiti yapmak pahalıdır. Vatandaşlık geliri bu masrafı ortadan kaldırır. Ancak, bunun bir koşulu vardır, vergi sisteminizin iyi işlemesi. Vergi sisteminiz iyi işlemiyorsa, vatandaşlık gelirinin hem masrafını karşılayamazsınız hem de hakkaniyetli olmasını sağlayamazsınız. Dolayısıyla, çok iyi bir fikir olduğuna inanmama rağmen, vatandaşlık gelirini Türkiye’de uygulanabilir bir politika olarak gönül rahatlığıyla öneremem. Önce vergi sisteminin düzelmesi ve düzenlenmesi lâzım. Bu vergi sisteminin kesinlikle değişmesi lâzım. O zaman, vatandaşlık geliri savunulabilir hale gelir. Temel geliri hem vergi sisteminin bozukluğu yüzünden hem de ideolojik ortam nedeniyle öneremiyorum. Sosyal politikalara son derece karşı bir ideolojik ortamda yaşıyoruz. Bu nedenle, temel gelir, vatandaşlık geliri değil, asgari gelir desteği öneriyoruz. Asgari gelir desteği ihtiyaç tespitine dayanıyor, dolayısıyla, ciddi bir bürokrasi gerektiriyor ve ihtiyaç tespitinin bütün tatsızlıklarını da birlikte getiriyor. Bir insanın yoksul olup olmadığının ölçülmesi hoş bir iş değil. Ama, bunun farklı yapılma biçimleri var, beyan üzerine olabilir, sigortalı işi olup olmamasına bakılabilir... Belirli bir tespit sonucunda, ayırabileceğiniz fonu düşünerek miktarı saptarsınız. Bunu ölçerken, asgari ücretle ilişkilendirmeniz gerekir. Sosyal politika alanında hiçbir şey tek başına anlamlı olmuyor, bir paket halinde düşünmeniz gerekiyor. Asgari ücretin Türkiye’de çok düşük olduğunu gündeme getirmek durumundasınız mesela. Yapacağınız gelir desteğinin asgari ücretin yarısını geçmesinin hakikaten sakıncaları vardır, ücretli çalışmak çekiciliğini kaybedebilir. Sabahtan akşama kadar çalışıp asgari ücret alan bir kişinin eline geçenle gelir desteğini oranlamanız gerek. Toplumsal tepkiyi de dikkate almak zorundasınız. Teorik açıdan bakarken, bu tepkileri yanlış bulabiliriz, hakikaten de çok saçma sapan tepkilerle karşılaşıyoruz: “Tembelliğe teşvik eder”, “hak etmeyen alır” gibi... Ama ampirik düzeyde, bütün bunları ciddiye almak zorundasınız, ki öneriniz kabul görsün, yaygın kabul görmeyen sosyal politika önlemleri işlemez.

Asgari gelir desteğinin nispeten yaşatabilir olması gerekmez mi?

Nispeten yaşatabilir olması gerekir tabii. Ama, gelir desteğinin yanında ne verdiğiniz önemli. Mesela, onun yanında, kira yardımı yapıyorsanız, sosyal konut üreterek ihtiyacı karşılıyorsanız, sağlık, eğitim alanında insanların güvencesi varsa, “yaşatabilir miktar” da değişir. Kapitalizmin gelişme sürecinde, yaptığı en önemli etkilerden biri, ortak kullanılan alanları, kırsal kesimde ortak kullanılan araziden başlayarak, ortadan kaldırmasıdır. Dolayısıyla, insanların tamamıyla piyasa ilişkilerine bağımlı hale gelmesidir. Konutta, sağlıkta, eğitimde sosyal hizmet sunuyorsanız, yeniden ortak alan üretiyorsunuz demektir. Sosyal politika yeni ortak alanlar yaratır ve insanın piyasaya bağımlı olduğu alanı daraltır. Türkiye’nin sosyal harcamaları son derece düşük, 2003’te toplam kamu sosyal harcamalarının gayrisafi yurtiçi hasılaya oranı 11.6, OECD ortalaması 20.7; AB ortalaması 27. Bu 11.6’nın büyümesi lâzım.

"Kapitalizmin en önemli etkilerinden biri, ortak kullanılan alanları ortadan kaldırması, insanların tamamıyla piyasa ilişkilerine bağımlı hale gelmesidir. Konutta, sağlıkta, eğitimde sosyal hizmet sunuyorsanız, yeniden ortak alan üretiyorsunuz demektir. Sosyal politika ortak alanlar yaratır ve insanın piyasaya bağımlı olduğu alanı daraltır."

Sosyal politikaya dair önerilere getirilen eleştirilerin başında “kaynak yok” geliyor. Ama, aslında bu bir siyasal tercih meselesi değil mi?

Sosyal politikalara karşı soldan “kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlama” eleştirisi gelir, sağdan gelen eleştirilerin en önemlilerinden biri “kaynak yok”tur. Arkasından, “kamu hizmetleri etkin çalışmaz, özelleştirme etkinleştirir” gibi bildiğimiz gerekçeler öne sürülür. “Kaynak yok” sözü hakikaten mesnetsizdir. Kaynak her zaman, her yerde kısıtlıdır. Ne yapacağınız, önceliklerinize göre belirlenir. Sağlık önemliyse, sağlığa çok kaynak ayırırsınız, tabii etkin kullanmaya çalışırsınız. Türkiye’de sağlığa ayrılan kaynakların etkin kullanıldığı kesinlikle söylenemez. Etkin kullanırsınız ve kaynağı artırırsınız. Emeklilik de öyle... İhtiyaç tespitine dayanan gelir destekleri konusunda Türkiye’nin durumu çok acıklı. Orta sınıfın sağlık ve emeklilik haklarını nispeten koruyoruz. Ama sosyal güvenlik sistemi dışında kalan kesim –tarımı kattığınız zaman, çalışanların yüzde 50’sinden söz ediyoruz– açısından çok acıklı bir durum söz konusu.

Banksy, No Future, Southampton, Britanya, 2010

Türkiye’de her ay dört kişilik ailenin yoksulluk sınırı, açlık sınırı ilân ediliyor. Bunlar neye göre belirleniyor?

“Temel ihtiyaçlar”a göre belirli sepetler hazırlıyorlar herhalde. Ama, “temel ihtiyaç” kavramı çok netameli, hiç hoşlanmadığım bir kavramdır. Sağlıktan daha temel bir ihtiyaç düşünülemez. Onun gibi, eğitim, konut, emeklilik hakkı gibi alanların dışında, neyin temel ihtiyaç olup olmadığı, insanların kendilerinin karar vermesi gereken bir şeydir. Şunu söylersiniz: Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz, hiç kimse sağlık hakkından yoksun bırakılamaz, hiç kimse yaşlandığı zaman parasız pulsuz, aç açık bırakılamaz, insanların barınaksız kalmasına müsaade edilemez. Mesela, okullarda çocuklara öğle yemeği verirsiniz. 19. yüzyılda çok uğraştı insanlar okulda çocuklara yemek çıkması için. Bunu söylediğim zaman, pek çok insana önemsiz gibi geliyor, ama bu son derece önemlidir. Temel ihtiyaçların sıralanması, insanlara empoze edilmesi bana sevimli gelmiyor. Sağlık, eğitim, konut, bunlar olmadan insan insan olarak yaşayamaz, ama, onun dışında, ne isterse yapsın. Sosyal yardım konusunda devamlı şöyle bir itiraz gelir: “Ellerine verilen nakit parayı neye harcayacaklarını bilmiyorlar, çarçur ediyorlar. Onun için, mutlaka aynî yardım yapmak lâzım”. Bu çok aşağılayıcı bir şey, insan yerine koymamanın başlangıcı. Kuzey Amerika’da Jamaikalılar için “çocukların kafasına kırmızı kurdela alırlar, gidip karınlarını doğru dürüst doyurmazlar” denirdi. O insanlar için o kurdelanın bir anlamı var, toplumun parçası olmak için, “Benim çocuğum da güzel ve güzel giyiniyor” demek için alıyor. Kimsenin ona karışmaya hakkı yok. Ama, çocuğa okulda öğle yemeği verirsiniz, bir öğün karnının doyduğundan emin olursunuz.

"Sağlık, eğitim, çalışıp çalışmamaktan bağımsız olarak emeklilik hakkı... Solun sosyal politika konusundaki soğukluğu ve bu alanda ses çıkarmaktan çekinmesi böyle şeylerin talep olarak ortaya konmasını ve onların peşinden gidilmesini engelliyor."

Yeni anayasa hazırlıkları sürerken, “vatandaşlık geliri” bir anayasal hak olarak gündeme getirilmeli mi sizce?

Gerçekleşmeyecek şeyler için, gerçekleşmesi için yerlere yatıp tepinmeyeceğimiz şeyler için tartışma yaratma taraftarı değilim. Ama anayasaya mutlaka girmesi gereken bazı şeyler var, onlar için hakikaten yere yatıp tepinmemiz gerektiğini düşünüyorum; sağlık gibi, eğitim gibi, çalışıp çalışmamaktan bağımsız olarak emeklilik hakkı gibi... Bunların anayasaya girmesi için mücadele edilmesi gerekiyor. Solun sosyal politika konusundaki soğukluğu ve bu alanda ses çıkarmaktan çekinmesi böyle şeylerin talep olarak ortaya konmasını ve onların peşinden gidilmesini engelliyor.

Sosyal kazanımların kaybedilmesi tehlikesine karşı son dönemde Fransa’da örneğin en ılımlısından en radikaline bütün sol eylem halinde...

Avrupa’da, şimdi kaybedildikçe o kazanımların önemi ortaya çıkıyor. İnsanlar onları korumak için sokaklarda. Ama refah devleti döneminde, bu hakların genel kabul gördüğü dönemlerde küçümseniyordu, “kapitalizmin aldatmacası” olarak görülüyordu. Bir şey elinizin altında olunca kanıksıyorsunuz, belki de ancak kaybedince önemi ortaya çıkıyor. Ama, Batı’da şöyle bir şey de oldu; neoliberalizm Avrupa’da da Kuzey Amerika’da da bütün şiddetiyle etkili oldu, ama sosyal harcamalar düşmedi, tersine arttı.

Devleti küçülmeye zorlayan neoliberal politikaların izlendiği dönemde sosyal harcamaların artmasının nedeni ne?

Birincisi, koşullar kısıtlamaya el vermedi. Örneğin, sağlıkta maliyetler çok arttı; yaşlanan nüfus, emeklilik harcamalarının artmasını gerektirdi; işsizlik, işsizlik sigortalarının ve sosyal yardımların artmasını gerektirdi. ABD’de sağlık sigortası olmayan 50 milyon insan var. Aynı şey Avrupa’da da olabilirdi, ama, olmadı, toplum sosyal hakların gerekliliğini kabul etti ve insanlar elde ettikleri hakları savundular.

Toplum dediğimizde de, özellikle Avrupa’da, örgütlü bir toplumdan bahsediyoruz: Sendikalar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler... Thatcher’ın çok çarpıcı bir lafı vardı...

Toplum diye bir şey yoktur, bireyler ve aileler vardır”...

Aileler”i sonradan ekledi. “Toplum diye bir şey yoktur, sadece bireyler vardır” demişti, tepkiler üzerine, “ve aileler vardır” diye ilave etti.

Ona karşı, daha sonra Muhafazakâr Parti’nin başına geçen David Cameron “toplum diye bir şey vardır, ama, devletle aynı şey değildir” demişti. 1980’lerin neoliberalizmiyle 1990 sonrasının neoliberalizmi aynı değil. 1980’de, Thatcher’ın o sözüne, piyasaya çok fazla güveniliyordu: Bireyler kişisel çıkarlarını savunurken, ekonomi olabilecek en iyi şekilde işler ve toplum için de en iyi sonuca yol açar. Buna gerçekten inanılıyordu. Türkiye’de de Özal döneminde insanlar buna inandılar. 1990’a gelindiğinde, bunun böyle olmadığı görüldü; krizlerle, işsizlikle, sefaletle görüldü...

"Devlet sosyal güvenceye sahip bir işi olmayan herkese, ayda şu kadar para veriyorum dese, bu sosyal yardımdır, buna sadaka denemez. Sadaka sözünü liberaller çok kullanmıştır. Tocqueville sosyal yardıma “yasal sadaka” der ve karşı çıkar. Maalesef sol da farkında olmadan burada liberal söylemle eklemlendi."

Bazı toplumların yoksulluk toleransı çok yüksek oluyor, bazılarının o kadar olmuyor. Bazı toplumlar kapının önünde yatan evsize dayanamıyor, bazı toplumlarda onun üstünden atlayıp geçilebiliyor. Avrupa bu toleransın çok yüksek olmadığı bir yer. Buna bir tepki ortaya çıkıyor; sadece örgütlü kesimlerin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının tepkisi değil bu. Ya da bu politikaların ideologluğunu yapan ya da bunlardan ciddi çıkar sağlayan kesimlerin dışında, herkes genel olarak bu durumdan rahatsız hissedince kendini, sendikanın ya da sivil toplum kuruluşunun talebi de daha iyi ses getiriyor, tepki daha güçlü çıkabiliyor. 90’larda, “toplum diye bir şey vardır, ama devletle aynı değildir” yönünde bir değişim oldu. Dolayısıyla, devlet karşıtlığı ve siyaset karşıtlığı sürdü, piyasanın korunması ilkesine bağlılık devam etti, ama bunun hayırseverlikle desteklemesi gündeme geldi. 1990 sonrasında, bütün dünyada bir gönüllülük, hayırseverlik furyası başladı. Günümüzün neoliberalizminin çok önemli bir özelliği bu. Bu özellik nedeniyle de sosyal politikaya çok karşı çıkılıyor.

Sana, Yemen

AKP’li belediyelerin yoksullara aynî yardımlar yapması, “sadaka kültürü”nü yerleştirmekle eleştiriliyor. Kurunun yanında yaş da yanar misali, asgari gelir desteği önerinize de “sadaka” eleştirisi geldi mi?

Bir yanda, gönüllü kuruluşların, “içimden geldiği gibi, içimden geldiği kadar, içimden gelen yöntemlerle yaparım” dedikleri yardımlar var. Bu, hakikaten sadakadır ve ekonomik liberaller tarafından benimsenmiştir, bunlar çok söylemişlerdir: “Yoksulluk gönüllü mücadeleyle çözülür”. Bu, modern sivil toplum kuruluşlarıyla da olabilir, geleneksel, dini yol yordamla da. Öte yandan, vergiyle finanse edilen yardımlar vardır. Bu ayrımı yapmak lâzım. Vergiyle finanse edildiği zaman, devlet-vatandaş ilişkisi gündeme geliyor. Bazı vatandaşlardan alıp bazılarına veren bir devlet vardır. Vergiyle finanse edilen yardımların bir kısmı geçekten kabul edilemez, yardım alanı damgalayacak biçimlerde yapılabilir. Bizdeki mercimek, nohut, kömür örnekleri gibi. Aynî yardım yaptığınızda, “temel ihtiyaç” kavramıyla bağlantılı olarak insanların ihtiyaçları üzerinde bir hüküm veriyorsunuz, bu kabul edilmez bir şey. Para yardımını da çok aşağılayıcı biçimlerde yapabilirsiniz, ihtiyaç tespitini aşağılayıcı biçimde yapabilirsiniz. Ya da bunu bir hak olarak görürsünüz ve insan onuruna uygun, düzgün bir biçimde yaparsınız.

"Türkiye’de ortalama iş haftası 52 saat. İnsanlar neden bu kadar çok çalışıyor? İşveren işçi maliyetini sabit maliyet olarak ele alıyor: Bir işçi tuttum, primini ödedim, suyunu çıkarıncaya kadar çalıştıracağım."

Aslında, ihtiyaç tespitine dayanan yardımlar, sosyal politika literatüründe vatandaşlık hakkı kavramıyla bağdaşmayan bir uygulama olarak ele alınmıştır. Ama burada ihtiyaç tespitinin nasıl yapıldığına da bakmak lâzım. Bir anlamda, sosyal politikada her şey ihtiyaç tespitine dayalıdır. Artan oranlı vergi –ki vatandaşlık sisteminin temel direğidir– bile ihtiyaç tespitine göre yapılır. Devlet sosyal güvenceye sahip bir işi olmayan herkese, ayda şu kadar para veriyorum dese, bu sosyal yardımdır, buna sadaka denemez. Sadaka sözünü liberaller çok kullanmıştır, Tocqueville mesela, “yasal sadaka- gönüllü sadaka” ayrımı yapar. Sosyal yardıma “yasal sadaka” der ve karşı çıkar. Bu, sosyal politikaya karşı ve son derece liberal bir terminoloji. Bu konuda nüanslara dikkat etmek gerekiyor. Aynî yardım, vergilerle finanse edilse de aşağılayıcıdır ve eşit vatandaşlık konumunu sarsan bir şeydir. Onur kırıcı ihtiyaç tespit yöntemleri kabul edilemez. Buna karşılık, geliri belirli bir düzeyin altındaki insanlara yapılan nakdî yardımın sadaka olarak değerlendirilmesi bana çok yanlış geliyor. Bunu ideolojik bir karşı çıkış olarak görüyorum ve maalesef solun da farkında olmadan burada liberal söylemle eklemlendiğini düşünüyorum.

Toplumların yoksulluk toleranslarının farklı olmasını neye bağlıyorsunuz? Geleneksel ilişkilerin, aile-akrabalık bağlarının tamamen çözülmemiş olması, tarımdan tam kopmamak bu duyarlılığı yükselten etkenler mi?

Küçük köylülük bana önemli bir unsur gibi geliyor. Küçük köylülük bir eşitlik bilinci getiriyor. Mesela, feodal geleneği olan bir toplumda, bazı insanların çok yoksul olmaları, farklı bir hayat yaşamaları çok daha kolay kanıksanıyor. Küçük köylülüğün hâkim olduğu bir toplumda o kadar rahat kabul edilmiyor.

Bir yazınızda Bronislaw Geremek’in Poverty: A History (Yoksulluk: Bir Tarih) adlı kitabından bahsediyorsunuz ve “yoksulluk konusunda okuduğum en etkileyici kitap” diyorsunuz. Bu kitapta sizi etkileyen neydi?

Müthiş bir kitaptır. Geremek bin yıllık bir yoksulluk tarihi, daha doğrusu, yoksulluğa bakışların tarihini yazıyor. Yoksulluğa bakışlarla ilgili çok zihin açıcı şeyler söylüyor. Bunların sürekliliğinin üzerinde duruyor. Avrupa yoksulluk tarihi, ama Türkiye’deki bazı şeyleri de görüyorsunuz. Tarımın çözülmesinin ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz. Yoksullarla birlikte yaşamanın getirdiği tedirginlik ve zorluğu, bunun yoksul olmayanlarda yarattığı psikolojik gerginliği ve savunma mekanizmalarını çok güzel anlatıyor. 16. ve 17. yüzyılda kapitalizmle birlikte Avrupa’da ortaya çıkan yoksulluk hakikaten kolay kaldırılır bir şey değil. Yoksulları hem görmek istemiyorlar hem de işgücü olarak yoksullar gerekli. Yoksulluğun gerekliliği ile yoksulun yarattığı rahatsızlık arasındaki gerilimle nasıl uğraşıldığı ve o arada nasıl sosyal politika yaklaşımları geliştirildiği üzerine çok enteresan şeyler yazıyor.

Son 20-25 yıldır, “vahşi kapitalizm” kavramı çok kullanılır oldu. Yoksulluk, kapitalizmin ilk dönemleriyle kıyaslanır düzeyde olmasa da, onu çağrıştıran boyutlarda derinleşti...

Tabii tarih tekerrür etmiyor. Yoksulluk üzerine, sosyal politika üzerine düşünenlerin yarattıkları teoriler var, uygulamalar var. Ne olursa olsun, bir refah devleti deneyimi var, adına ne dersek diyelim, bir sosyalist toplum deneyimi var... Bütün bunların üzerine, yoksulluğa bakış açısından oralara dönmek çok kolay değil. Ama, şöyle bir benzerlik var, –bugün belki de dünyada olan en önemli şey– o da tarımın çözülmesi. 2006’da ilk defa, dünyada kırsal nüfus ve kentsel nüfus eşitlendi. Ayrıca bu, sanayi sonrası toplumunda oluyor, kırdan kopan insanların sanayide iş bulmaları söz konusu değil artık. Yoksulluğun derinliğinin ve keskinliğinin bir benzerliği var, ama her şeye rağmen, o günlere geri dönmenin söz konusu olduğunu zannetmiyorum. Ancak, bu yaygın ve derin yoksulluğa çare bulmak için ciddi bir kurumsal tahayyüle ihtiyaç var.

"Özel sağlık çok pahalıdır ve özel sağlık sigortasının gündeme geldiği her yerde, özel sağlık sigortası şirketlerinin çıkarları, sosyal güvenlik sisteminin düzenli işlemesini önleyici bir rol oynamıştır. İsveç’te sağlık çok etkin çalışır, maliyetler çok düşüktür, ABD’de sistem çok kötü çalışır, ama maliyeti çok yüksektir."

Çalışma saatlerinin azaltılması da hem işsizliğe karşı hem de özgürlükler açısından geçerli bir öneri olmaz mı? İnsanlar haftada 40 saat yerine, mesela 20 saat çalışsa, istihdam bugünkü oranın iki katına çıkabilir...

Bu son derece anlamlı olur tabii. Türkiye’de ortalama iş haftası 52 saat. Bir yandan işsizlik diye ağlıyorsunuz, bir yandan insanlar haftada 52 saat çalışıyor. Neden insanlar bu kadar çok çalışıyor? Çünkü işveren prim yükünden korkuyor. Prim yükü fazla olduğu için, işçi maliyetini sabit maliyet olarak ele alıyor: Bir işçi tuttum, primini ödedim, suyunu çıkarıncaya kadar çalıştıracağım. Halbuki vergiye dayanan bir sistemde, bu en azından biraz dizginlenebilir.

Yaygın, ulaşılabilir, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmetleri olsa dahi, bunlara paralel olarak özel sağlık ve eğitimin olması toplumsal açıdan sorun değil mi?

Aradaki ilişkinin niteliği üzerine hiçbir düzenleme yapılmazsa, bir sorun yaratabilir. Ama kendi içinde, en ciddi sorunun bu olduğunu düşünmüyorum. Sağlık konusunda ilk aşamada önemli olan ulaşabilmektir. Yalnız, bir ampirik gerçek var: Özel sağlık çok pahalıdır ve özel sağlık sigortasının gündeme geldiği her yerde, özel sağlık sigortası şirketlerinin çıkarları, sosyal güvenlik sisteminin düzenli işlemesini önleyici bir rol oynamıştır. Bu açıdan, ABD ile İsveç’i karşılaştırmak faydalıdır. İsveç’te sağlık çok etkin çalışır, maliyetler çok düşüktür, ABD’de sistem çok kötü çalışır, ama maliyeti çok yüksektir. ABD’de özel sağlık harcamaları çok yüksek ve sistemin etkinliği çok düşük, İsveç’te kamu harcamaları çok yüksek ve sistemin etkinliği yüksektir. Bu ilişki üzerinde de düşünmek lâzım. Sağlıkta özelleştirme hem özel hastane hem de özel sağlık sigortası bağlamında etkinliğe yol açmıyor. Sağlıkta özelleştirme yönünde atılan her adım maliyeti arttırır. Sağlık hizmetine ulaşım konusunda AKP döneminde önemli adımlar atıldı, ama maliyet çok hızla artıyor, artışın sebebi sadece daha fazla insanın sağlık hizmetine ulaşması değil, özelleştirmenin getirdiği ekstra maliyetler de var. Sosyal politika açısından beni ilgilendiren, insanların sağlık hizmetine ya da eğitim hizmetine ulaşmasıdır.

Detroit, ABD

Sosyal politikaları, örneğin vatandaşlık gelirini sadece yoksullukla mücadelenin bir aracı olarak değil, kapitalizmin aşılmasının bir adımı olarak da görüyorsunuz, öyle değil mi?

Teorik olarak baktığımızda, temel gelir, kapitalizmin aşılması yönünde, ciddi bir kurumsal tahayyüle zemin hazırlayan hakikaten anlamlı bir adım. Bu, kapitalizmi nasıl tanımladığınızla da ilgili. Kapitalizmi üretim araçlarının özel mülkiyeti olarak tanımlıyorsanız, “üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kalkmadığı sürece önerilen her şey faso fisodur” diyorsanız, devletleştirme dışında yapılacak fazla bir şey yok hakikaten. Ben kapitalizmin en belirgin özelliğinin bu olduğunu düşünmüyorum. Kapitalizmin en belirgin özelliğinin, meta olmayan bazı toplumsal unsurları metalaştırması olduğunu düşünüyorum; en başta, emeğin metalaşması, toprağın, paranın, bilginin metalaşması... Emeğin meta olmadığı fikrinin güçlü bir biçimde ifade edildiği ve kurumsal düzenlemelerle desteklendiği ölçüde, kapitalizmin dönüştürülebileceğine inanıyorum. Emeğin meta olmaktan çıkması, ortak alanların yeniden yaratılmasıyla, insanların piyasaya bağımlılığının azaltılmasıyla olabilir. O zaman, sosyal politika ve vatandaşlık geliri gibi önlemler anlamlı oluyor. Kapitalizmle ve sosyalizmle ilgili başka bir şey de insanı nasıl gördüğümüzle ilgili. İnsanı işgücü olarak mı görüyoruz? Emek çok yüce bir değer mi?

Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, Marx “emek en yüce değer değildir” diyor. Ama 1 Mayıs’larda, sendikalar, sol gruplar “emek en yüce değerdir” sloganıyla yürüyor. Bir yazınızda “solcuların Marx okuması lâzım” diyorsunuz...

Emek en yüce değer” dendiğinde, somut sosyal politika önerilerinin hepsi sadaka olarak görülüyor. İnsan işgücü olarak, emek olarak tanımlanıyor, ki Marx’ın karşı çıktığı şeyin ta kendisi bu. İnsan emek olarak tanımlanınca, ne olursa olsun büyüme, ne olursa olsun istihdam vurgusu gündeme geliyor. Kapitalizme böyle bir alternatif yaratılabilir, ama bu alternatifte insanın özgür olabileceği çok kuşkuludur.

"Kapitalizmin en belirgin özelliği, meta olmayan bazı toplumsal unsurları metalaştırması. En başta, emeğin metalaşması, toprağın, paranın, bilginin metalaşması... Emeğin meta olmaktan çıkması, ortak alanların yeniden yaratılmasıyla, insanların piyasaya bağımlılığının azaltılmasıyla olabilir."

SSCB’de, Doğu Avrupa’da, Çin’de sosyalizm adına yapılan da kalkınma, büyüme, üretkenliği artırma değil miydi?

Ondan ne kadar ders çıkartıldı, bilmiyorum. Sosyal politika vatandaşlarla ve vatandaşların haklarıyla ilgilenir. Bu da devleti gündeme getirir. Bu devletin mutlaka ulus-devlet olarak tanımlanması gerekli değil. Devlet derken, kaynak toplayan ve kaynak dağıtan bir kurumdan bahsediyorum. Bu, uluslararası düzeyde de olabilir, yerel düzeyde de. Ama insan, vatandaş olarak tanımlanacaksa, siyasi ilişkiler, siyasi ortam önemli.

Bu çalışmalarınız sırasında, Türkiye’deki sol partilerle, gruplarla ya da sendikalarla bir ilişkiniz oldu mu? Oradan ne gibi gözlemleriniz var?

Daha Sosyal Politika Forumu ortada yokken, vatandaşlık gelirini ilk defa ÖDP önermiştir. Dolayısıyla, Türkiye’de sol içinde bu öneriye yakın bir duruş var. Sendikalara gelince, işçiler ve sendikalarla ilgili bir araştırma yapmıştık, hem anketlere hem de yüz yüze görüşmelere ve grup toplantılarına dayanıyordu. O araştırma sırasında, kendilerine asgari gelir desteği ve vatandaşlık geliri fikrinden bahsettiğimiz sendikalı işçiler de sendika yöneticileri de bundan hiç hoşlanmadılar. Hep emekçilerden ve emekçilerin haklarından söz etmeye alışık oldukları için herhalde. Fakat zaman içinde, konuşup tartışınca, asgari gelir desteği politikasının örgütlü işçilerin pazarlık gücünü arttırabileceğini fark ettiler ve daha sıcak bakmaya başladılar. DİSK ve Hak-İş’in bugün asgari gelir desteği fikrini bir ölçüde benimsediklerini zannediyorum. DSP-CHP çizgisine gelince, Hasan Gemici, Ecevit hükümeti sırasında Sosyal Dayanışma Fonu’ndan sorumlu devlet bakanıydı ve onun zamanında uygulamalar çok ümit vericiydi, Sosyal Dayanışma Fonu başka bir şeye dönüşebilir gibi görünüyordu. Gemici asgari gelir desteği fikrini benimsedi. Hatta, o CHP’ye geçtikten sonra, seçim bildirgesine asgari gelir desteği girdi, ama çok tuhaftır, savunmaktan çekindiler. İstihdam vurgulu yaklaşıma o kadar ters geliyor ki, seçim öncesi süreçte üstüne gidemediler.

Ekolojik krizin de göz ardı edilemeyecek boyutlara gelmesi, bu büyüme zihniyetine karşı alternatifler geliştirilmesinin zorunluluğunu göstermiyor mu?

Kimsenin artık yadsıyamadığı ciddi bir çevre sorunu var. Sosyal politikada olsun, çevre konusunda olsun, “bir şeyler yapmak lâzım” diyenlerin karşısına konan argümanların başında “büyümemizi engeller, istihdamımızı kısıtlar” geliyor. Dolayısıyla, çevre sorunları ve sosyal sorunlar etrafında bir cephe ve gündem oluşturma olanağı var. Ekonomistik diyebileceğimiz, büyüme ve istihdam yaratma vurgulu yaklaşımın karşısına konabilecek bir siyasi gündem var; burada bir siyasi cephe oluşturma imkânının olması sol için çok önemli.

Solun temel problemini nerede görüyorsunuz?

Biraz önce konuştuğumuz gibi, Marx’ın neden “emek en temel değer değildir” dediğini anlama noktasına gelmiş değiliz. O noktaya bir gelsek... Bence temel sorun, çok emek eksenli bakmak, çok ekonomik perspektiften bakmak, çok milliyetçi bir perspektiften bakmak. Bunların üçü birbirini destekleyerek bir arada bulunuyor: emek merkezli, ekonomist ve milliyetçi. 

Express, sayı 79, Aralık 2007

Söyleşi: Siren İdemen, Yücel Göktürk / 1+1FORUM


Anayasa tartışmalarının amacı ve AKP’nin katarsis* arayışı - NEVAL OĞAN BALKIZ** / SOL(Görüş)

 

Türkiye “Biçimsel Seçim Demokrasisi” ve Geldiğimiz Durum 

Türkiye ‘biçimsel seçim demokrasisi’ bugüne kadar, periyodik aralıklarla yapılan seçimleri kurumsallaştırdı. Demokratikleşme, bu seçimlere biçimsel katılım süreci ve düzeyiyle sınırlı kaldı. Gerçek anlamda tam ve çoğulcu katılımı sağlamaktan uzak, bir yönü ile otoriter siyasi ve ekonomik yapıyı daima koruyan bu yapı ile geniş halk kitlelerinin seçimlere katılması sağlanarak, daha radikal değişimlerin önü kapatıldı ve aynı zamanda, anti reformist geleneklerin sürekliliği garanti altına alındı. Yeni demokratik süreçlerin kontrolden çıkıp, Sol’un gereğinden fazla toplumsal güç elde etmesine olanak vermeyen bu yapı, ‘yönetilemezlik’ halinde bir alternatif olarak ordunun hazırda beklemesini de, sistemin parçası kabul etti. Böylece bu siyasal/toplumsal yapı -görünüm biçimleri ve yoğunluğu farklı olmakla birlikte- her dönemde; siyasal karar alma süreçlerine geniş halk kesimlerinin katılımını engelledi ve temelini, daha fazla sosyal adalet taleplerinin oluşturduğu toplumsal reform hareketlerini, gündemden tamamen uzak tuttu. Toplumsal reformlardan uzak, tek ve yalın bir biçimsel demokrasi de, ekonomik eşitsizliği artırdı ve toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını yoğunlaştırdı. 

Bu koşullarda, AKP’nin sivilleştirilmiş, İslamcı muhafazakâr/otoriter iktidarı, açık otoriter bir rejimin karşılaşabileceğinden daha az halk direnişiyle karşılaştı, on sekiz yıl süresince, hegemonik/ideolojik bir rejim olarak, daima tercih edilir durumda kalmayı başardı. Bu rejim, daha fazla zarara uğramadan acı, hatta daha baskıcı toplumsal ve ekonomik politikalar izledi, ilerici reformları engelledi ve statükoyu korumuş oldu. 16 Nisan 2017 tarihinde de, MHP’ yi de eklemleyerek, parlamenter sistemi ortadan kaldıran, M.Steven Fisch’in tanımıyla “süper başkanlık” getiren bir anayasa değişikliğini gerçekleştirdi. Üstelik bu değişiklik, batı dillerinde anayasanın; “birden fazla aktörün birlikte yapma, kurma, oluşturma” faaliyetine dair bir edimi ifade eden (constituere) anlamından tamamen uzak bir şekilde gerçekleştirildi. Değişiklik önerileri, Meclis’te temsil edilen siyasi partiler ile herhangi bir birliktelik ve uzlaşı aranmadan, toplumsal kesimlerin bilgisi ve önerilerine sunulmadan, kamuoyunda ve üniversitelerde tartışılmadan hazırlandı, Komisyonu’ndan geçirildi, Meclis Genel Kurulu’nda açık ve yeterli görüşmelere olanak verilmeden oylandı, halkoyuna sunuldu ve kabul edildiği ilan edilerek, yürürlüğe konuldu. 

Böylelikle, iktidarın kendilerine “doğuştan bahşedildiğine” ya da “yetenekleri nedeniyle kendine verildiğine” ilişkin bir inanç taşıyanlar, bu inançla; hukuksal bir insan kurumu olan devleti; tüm kurum ve kuruluşlarıyla, örgütlenme, işleyiş ve hukukun oluşturulması ve uygulanmasıyla, tekil ve tek bir iradeye bağlamış oldular. Devlet düzeni ve rejim türünü, toplum yaşam biçimini, bireysel ve kolektif var olma biçimlerinin tümünü ve hakim olan değerler sistemini, ‘tek bir bütünde’ topladılar! 

Dolayasıyla; yönetsel erkin (iktidar ve devletin) tüm karar ve faaliyetlerinin hukukla bağlanması ve sınırlanması, hukuka bağlılığın bağımsız yargı organlarınca yürütülecek bir yargısal denetime tabi olması, yönetsel erkin sınırlanmasının ancak temel hak ve özgürlükler temelinde ve onların yararı amacıyla yapılması, devletin üstün bağlayıcılığı olan bir anayasa ile çerçevelenmesi, yönetsel erkin yasama yürütme ve yargı arasında paylaştırılması (kuvvetler ayrılığı ilkesi), hukukun egemenliği ve hukuksal güvenlik (toplumsal ve ekonomik ilişkilerin öngörülebilirlik özelliğinin güvence altına alınması) ilkeleri ve parlamentarizm ile belirlenen (hukuk ) devlet anlayışı, bütünüyle tek irade temelinde dönüştürüldü! Siyasal tarihimizin; ağır, yapısal ve işlevsel açıdan eksik, tökezleyerek oluşan demokratik yönetim birikimi, cumhuriyetçi ahlak/gelenek ve parlamenter sistem içinde gelişmiş, demokratik denge unsuru deneyimi, temelinden sarsıldı.

“Partili Cumhurbaşkanı” sıfatı ile politik tüm gücü ( yasama, yürütme ve yargı) bu sıfatta birleştiren; icra, oluşturma/örgütleme, karar ve yönlendirme yetkileriyle ve bütçe yapma hakkı, varlık fonu yönetimi vb. tüm ekonomik araç ve karar gücünü elinde bulunduran konumuyla hem hukuk üstü, hem  yasa /norm koyma yetkisiyle hukuka içkin ve fakat herhangi bir sorumluluğu olmayan bir başkan ve kendine özgü “süper  başkanlık” sistemi oluşturuldu. 

Birey olarak her birimizi de; ‘çoklukla uyumlu hale getirme’, bütün birleri, tek bir ‘herkeste birleştirme’ ölçüsü olarak, ‘bütün koyunlarına ihtimam gösteren ve onların her biriyle tek tek ilgilenen ilahi çobanın’ ilgisi ve sevgisine teslim edilmiş olduk!

 Siyasal ve Toplumsal Değişim  

Anayasada gerçekleştirilen 12 Eylül 2010 tarihli değişikliğin ardından, 2018 Temmuz ayında yürürlüğe giren bu değişikliklerle kurumsallaşan sistem:

- Toplumsal yaşamın her alanında; muhafazakar, otoriter, Sünni İslamcı AKP iktidarının yaratmış olduğu biz /onlar karşıtlığı, hasımlar arasındaki bir siyasal cepheleşme olmaktan öteye geçerek, iktidar tarafından doğru /yanlış arasındaki bir mücadeleye, iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir karşıt olma durumuna dönüştürüldü. Bu çerçevede, kendilerine oy vermeyen muhalif kesimlerin hepsinin düşmana dönüştürülmesi ve bastırılması, sistemden dışlanması durumu sistematik ve yaygın hale geldi. Nefret söylemi, her farklı düşünce, etnik, dini vb. kimlik özelliğini ve yaşam biçimini hedef alacak şekilde sistematik ve yaygın hale geldi ve nefret suçlarına dönüştü! “Çatışmacı bir kültürün egemen olduğu ve zaten son derece kutuplaşmış bir toplumda, kazananın her şeyi kazandığı, kaybedenin her şeyi kaybettiği bu sistem”, kutuplaşmayı ve toplumsal çatışmayı, ötekileştirme ve ayrımcılığı giderek arttırdı. 

- Demokratik değişim yönünde halk hareketlenmesinin gerçekleşebileceği yasal alan bütünüyle ortadan kalktı. Güçler dengesinde demokratik değişim olanaksız hale geldi. Devletin; antidemokratik olan örgütlenme biçimini, yapısını ve işleyişini “insan hak ve özgürlükleri temelinde bir nebze olsun!” değiştirme umudu ve buna yönelik oluşacak demokratik gelişmelerin önü kapandı. Devleti, bireyin hizmetinde olan “insan haklarına dayalı demokratik bir hukuksal, insansal kuruma” dönüştürmeyi amaçlayan her söylem, politik araç ve oluşum engellendi. “Kutsal ve mutlak devlet anlayışı” tek adam şahsında birleşti. Devletin, temel hak ve özgürlükleri ile yurttaş haklarını tehdit eden güçlerinin ‘hukuk dışına çıkarılması’ ,’istisnai alanların’ yaratılması arttı.

- Emekçilere, öğrencilere, farklı düşünce ve ideolojik , felsefi görüşlere, insan hakları savunucularına, sivil kitle örgütleri ve meslek odalarına, bağımsız basına karşı alışılmış baskı ve insan hakları ihlalleri ağırlaşarak devam etti. Her demokratik muhalefet hareketi, radikal talepleri eklemlemiş olmakla suçlandı. İktidarın yarattığı bu ‘görüntü’ altında, belli kesimlerde toplumsal istikrarsızlığın arttığı kanısının uyanması olasılığını güçlendirdi, bölünmeler ve toplumsal kutuplaşmalar arttı. Eşzamanlı olarak, diğer yanda toplum denetiminin azalmasından ve yerleşik çıkarların tehlikeye düşmesinden hep kuşkulanan kesimler, toplum üzerinde gözcü ve denetçi olma konumlarını daha da artırmaya devam etti. 

- İktidarın siyaseti ‘ekonomik çıkarların koordinasyonundan ibaret’ gören anlayışının sonucu olarak, ekonomik gücün küçük bir kesimin elinde yoğunlaşması arttı, bu kesimlerin demokrasi önündeki yapısal bir engel olama konumları giderek güçlendi. Bu sınıflar zaten, siyasi desteğini merkezci ve muhafazakâr parti ve politikacılara ayarlamış ve hareketsizleşmiştir. Böylelikle bu yönetici koalisyonun konumunu ve ekonomik gücün bölüşümünü koruyan muhafazakâr ekonomik ve toplumsal politikaların güçlenmesi sürerken, işçiler ve diğer halk kesimleri üzerindeki baskılar, işsizlik, yoksulluk, güvencesiz çalıştırma her biçim altında artarak devam etti! 

- Mevcut siyasal yapı, ekonomik statükonun korunmasını sağlayan hâkim muhafazakâr partiler yaratmayı sürdürdü! Emek karşıtı olan ve halk kesimlerinin örgütlenmelerini sınırlayan tüm yasalar, içerik ve kapsam olarak daha da ağırlaştı, sayıları arttı. İktidarın, “ekonomik büyüme” hedefli neoliberal politikaları, halkın ortak emek ve ekonomik değerlerini oluşturan işletmelerini, suyunu, toprağını, ürününü, dağını, ormanını, madenlerini yağmalamayı genişletti, yargı denetiminin dışına çıkardı, bütünüyle denetimsiz ve sınırsız hale getirerek, tüm ülkeye yaydı. Yaşamsal olanaklara erişimde daha az ayrıcalıklı olan halk kesimleri daha da genişledi, bu kesimlerin ekonomik sıkıntıları çok daha arttı, global sermaye ve rekabetçi rüzgarları kısa ve orta vadeli ekonomik krizlerin yapısal etkilerini arttırdı, yoksulluk, sosyal yaşamın varlığını ve devamını olanaksız hale getirdi. Savaş politikalarıyla tahkim edilen piyasa koşullarında, çoğunluğun ekonomik sıkıntılarının daha demokratik bir politik kültürün yararlarıyla dengeleneceği beklentisi, bütünüyle ortadan kalktı. 

- ‘Yönetilemezlik’ sorunlarının ortaya çıkardığı, giderek yükselen siyasi gerilim, sürekli bir durum almış oldu! Sol partiler dahil tüm partilerin seçimlere eşit katılımı olanağını azaltacak, hukuki ve fiili engeller, giderek çoğaldı. İş, sermaye ve tarikat topluluğunun yakın desteğine sahip muhafazakâr politikacılar, sınırlı biçimsel demokrasiyle yetinen sınıfların oyu ile öne geçmeyi sürdürmek amacıyla, bu yasal ve fiili engelleri arttırmanın ve sorunsuz uygulayabilmenin olanaklarını yaratma arayışına girdi. 

AKP, Yeni Anayasa (Değişikliği) Çağrısıyla ile Ne Yapmayı Amaçlıyor?

Bu koşullar içinde, Türkiye siyasal tarihinde oluşan ‘kırılma süreci’, en önemli dönüm noktasına gelmiş bulunuyor. Olağanüstü halin, neredeyse ‘olağan bir sürekli duruma’ dönüştüğü bu ortamda; “insansal bir hukuk kurumu olarak tanımlanan devlet, her yerde gözü, kulağı olan bir kurum, otoriter bir güvenlik devleti” haline geliyor. Özgür, tarafsız, katılımcı bir müzakere alanı olma niteliğini kaybeden ‘kamusal alanı’ değil yalnız, onun temeli olan ve her bireyin kişisel yaşamını koruyan ‘özel alanı’ da denetimi altına alıyor. Temel hak ve özgürlükler ortadan kaldırılıyor. Hukuk, (eşitliği de sağlama özelliğini taşıyacak şekilde) maddi, felsefi ve toplumsal ahlaki ölçüt olma anlamıyla ‘adalet ilkesinden”, adaleti sağlama amacından bütünüyle uzak, egemen ideolojinin ve dayandığı ekonomipolitiğin meşru şekilde tahkim ve uygulamasını sağlayan, bu amacın önceliklerinden türetilen (norm) kurallardan oluşan bir alan haline indirgenmiş bulunuyor. Devletin kurum ve kuruluşlarının Anayasa’da tanımlanan yetkileri ve işlevleri ile bunlar sonucunda aldıkları kararları (Anayasa Mahkemesi vb.) uygulanmıyor.     

Pandemi koşullarının da arttırdığı işsizlik ve yoksulluk giderek yoğunlaşıyor ve derinleşiyor, sosyal yıkımlara yol açacak, yapısal ve kalıcı etkisini giderek arttıran, en şiddetli sorunlardan biri olmayı sürdürüyor. 

Buna karşın korku ile oluşturulmuş ‘zorunlu bir rıza’, her türlü hukuksuzluğu, şiddeti ve yıkımı “milliyetçilik” söyleminde ve “istikrar” arayışında eritiyor, algı düzeyinde -büyük oranda ve hala - kabul edilir hale getiriyor. 

Toplumsal her kesimin, ‘iyimser bir gelecek tasavvurunu’ yitirmeye başladığı ve toplumsal gerilimin oldukça arttığı bu koşullarda, yılgın bir suskunluğun hakimiyetini bozacak kimi kitlesel eylemler de ( Akademisyen ve öğrencilerin Boğaziçi eylemleri, Birleşik Metal İş, Bimeks ve PTT işçilerinin eylemleri gibi) oluyor ve bu eylemler, demokratik her türlü muhalefeti örten korkunun perdesini aralıyor! 

Bu koşullar içinde; AKP’nin “umut dağıtabilme” kapasitesi ortadan kalkıyor. On sekiz yıldır, AKP iktidarı bu kapasitesini kullanarak, ekonomik demokrasiye de hiç değinmeden, derin toplumsal eşitsizliklerin ağırlığında yaşamakta olan halka; ‘yaptıklarımızla size hemen eşitlik ve iyi yaşam koşulları sağlamasak da, gelecek için iyi bir yaşam umut edebilmenize olanak veriyoruz. Bizleri iktidarda tutmazsanız, yaşadığınız koşullara umutsuzca saplanıp kalacaksınız’, diyordu. 

Ancak şimdi, bu söylem inandırıcılığını yitiriyor ve sanal gerçekliğin örtüsü aralanıyor. On sekiz yıldır her türlü politik, ideolojik söylem ve araçlarla, eğitim biçimleri ve içeriklerle öğretilen ve/veya aktarılan, aynı zamanda sosyal ve tarihsel bir hafızanın da yönlendirdiği siyasal/kültürel bir aitlik duygusu ile beslenen taraftarlıkla iktidarı destekleyen, kollektif bir özdeşim içinde davranan kitlelerde, çeşitli biçimlerde ortaya çıkan bir değişim ve çözülme gerçekleşiyor. 

Tüm bu siyasal, ekonomik, sosyokültürel ve ideolojik koşullardan, bunların gündemde olan tarihsel bağlamlarından ve uluslararası ilişkiler gerçekliğinden sorumlu AKP iktidarı da; bu çözülmeyi durdurmak, kendi tabanını tahkim etmek ve elbette muhafazakâr, milliyetçi İslamcı, otoriter yönetim anlayışını, çok daha katı ve hegemonik olarak yoğunlaşmış ve daha da merkezileşmiş bir duruma getirmek amacıyla, “yeni bir anayasa gerektiği” söylemiyle gündemi belirliyor!

Halkın, çok sınırlı da olsa, oluşum ve karar süreçlerinde biçimsel olarak yer aldığı politik yapı ve alandan kurtulma isteğinin aceleciliği ile ‘tekil iradenin’, kendi ideolojilerine içkin olan, devletsel ve toplumsal düzeni, İslam din anlayışı temelinde dönüştürme davasının “nihai amacını” gerçekleştirmek istiyor. 

Bu amaçla, bugüne kadar 1982 Anayasasında gerçekleşen on dokuz değişikliğin on ikisini kendi iktidarları döneminde gerçekleştiren AKP yönetimi, “vesayet mantığının devam ettiği” söylemiyle, bunu kaldıracak (!) bir ‘demokrasi ve özgürleştirme paradigmasına’ sahip olduğu yönünde algı yaratmaya, iç ve dış politika alanında kendisini amaca taşıyacak bir katarsis (arınma) süreci yaratmaya girişiyor!

Bu girişim ise; iktidar sürecinin oluşum ve işleyişini belli, açık ve kesin kurallara bağlamayı, siyasal gücü değişik organlar arasında paylaştırmayı, bunların birbirlerine karşı özerk ve bağımsız kılmayı ve tüm bu unsurları üstün bağlayıcı güce sahip yazılı bir belgede (Anayasa) düzenlemeyi, yapısal ve biçimsel olarak zaten reddeder.

Bilindiği üzere siyasal nitelik taşıyan hukuk belgeleri olan anaysalar, genel olarak devletin; kuruluş ilkelerini, bu ilkelerin türetildiği felsefeyi, kurum ve kuruluşlarıyla örgütlenme biçimini, işleyişini ve bunlara hakim olan anlayışı belirtir. Devlet karşısında hak öznesi birey (ve grupları ) tanımlar, öznesi oldukları hakların içeriğini ve güvencesini sayar ve devlet ile bunlar arasındaki iletişimin alanı olan kamusal alanı belirler, iktidarın sınırlarını çizer.

Anayasalar tanım gereği siyasi iktidarı sınırlamaya ve iktidarı gayrı şahsi kılmaya hizmet eder. Bunlar iktidarın otobiyografisidir.

Hukuksal ve siyasal nitelikleri itibariyle en özgürlükçü ve işlevsel kabul edilen günümüz batı tipi anayasal (modern) demokrasiler; bir anayasada en azından üç öğeyi bir araya getiren, kurumsal bir çerçevede biçimlenir. Bu kurumsal çerçeve yurttaşların; devletin üyesi olarak kamusal özerkliği, toplumun üyesi olarak özel (kişisel) özerkliği  ve devlet ile toplum arasında aracı olarak iş gören kamusal alanın bağımsızlığını esas alır. 

Bu çerçevede modern demokratik sistemlerde: 

- Herkesin, eşit iletişim ve katılma hakları tanınarak ve bu haklar güvenceye altına alınarak, siyasal katılımı güvence altına alınır.

-Herkese aynı özgürlükleri tanıyan bir temel özgürlükler sistemi kurulur ve işletilir, temel hak ve özgürlükler; bağımsız mahkemelerce sağlanan eşit hukuki koruma ile güvence altına alınır;

- Yasama , yürütme ve yargı arasındaki güçler ayrılığı; kamu yönetiminin hukuka bağlı kalmasını sağlayan ve denetleyen kuvvetler ayrılığı ilkesi yoluyla, kişilerin özel alanının hukukun egemenliğiyle korunması güvence altına alınır.

-Basın özgürlüğü , haberleşme özgürlüğü ve medyanın çeşitliliği yoluyla; sivil toplum aktörlerinin kamusal alana kendiliğinden geçmesini kolaylaştıran ve kamusal iletişim alanlarının belli çevrelerin örgütlü toplumsal ve ekonomik gücü tarafından işgal edilmesini önleyen düzenlemeler yoluyla, sivil toplumda kök bulan bağımsız bir kamusal alanı güvence altına alır.

AKP (ve ittifakının) yeni anayasa (değişikliği!) yapma çağrısının, bu öğelerden herhangi birini ya da bütününü gerçekleştirmek niyet ve amacını taşıyacağını düşünmek, buna yönelik bir inanç taşımak, buna bir olasılık tanımak siyasal gerçekliğimize ne kadar uygun düşebilir? 

Toplumsal Önceliğimizi kavramak!

Jacgues Ranciere Demokrasi Nefreti (1) adlı eserinde; kendini demokratik gibi gösteren oligarkların iktidarının devamı adına, demokrasideki eşitlik ve halkın yönetimi fikrini benimsemiş gibi davranırken, kendilerini mutlak ve doğal yönetici olarak gördüklerini, demokrasiye karşı bir nefret oluşturduklarını ve bu nefreti, tüm iktidar araçları ve söylemleriyle yaydıklarını belirtiyor. Ama aynı zamanda iktidarlarını daha mutlak hale getirmek için ‘demokrasiden’ yararlandıklarını, onu kullandıklarını söylüyor. “Bir tür demokratik tüketiciye dönüşen bu kesim, iktidarının devamı adına demokrasiyi kendine göre düzenler ve bu yeni şekli sonuna kadar kullanır. Üstelik yönettiği kitleyi de kendi istediği kıvama getirmenin bir yolunu mutlaka geliştirir”. Demokrasiyi; “binip gidilen bir araç” ya da “kirli sepetine atılası bir gömlek gibi” ya da “reklam arası” görmek de, demokrasiye karşı duyulan nefretin hızlandırıcısı olur” saptamalarını yapar! Bu durumun çok yaygın olması karşısında, Walter Benjamin’in; “bugün içinde bulunduğumuz olağanüstü tehlikeli hal, istisnai bir durum değil, kuraldır. Bu kavrayışa uygun bir tarih mefhumu (anlayışı) geliştirmeliyiz” çağrısı, gerçek anlamını bulur!

Türkiye toplumu olarak bizlerin önceliği; kasıtlı algı oluşturma aracı olarak önümüze getirilen amacı belli “yeni anayasa (değişikliği)” tartışmalarının peşine takılmak değil; “egemen siyasetin teori ve ideolojisine karşı, her alanda ve durumda (iktidarın oluşturduğu ilişki ve yapılar ile onlara içkin olan çelişkileri ortaya koyan, çözümleyen) eleştirel, açık ve algılanabilir bir mücadeleyi” yürütmek, halk kesimlerini kapsayacak demokratik toplumsal dönüşüm stratejilerini bu “kamusal mücadelenin alanına” taşımaktır.   

Ekonomi politiği doğru oluşturulmuş böyle bir kitle demokrasisi kurma mücadelesini, tüm alanlara yaymak gibi bir zorunlulukla karşı karşıya olduğumuz ortada. Bu süreç; demokratikleşme ve demokrasiyi birbirinden ayırmamıza olanak sağlayacak, demokrasiyi savunma değil, oluşturma ihtiyacı içinde olduğumuzu bize öğretecek dinamikler ve aşamalar içeriyor. E.H Carr’in söylediği gibi; “bugün onlarca yıldır veya yüzyıllardır bildiğimiz ve sahip olduğumuz bir şeyi savunurmuşçasına .. demokrasiyi savunma değil, oluşturma ihtiyacı ile karşı karşıyayız…bunun ölçütü geleneksel kurumların varlığını devam ettirmesinde değil, iktidarın nerede bulunduğu ve nasıl kullanıldığı sorusunda aranmalıdır. Bu açıdan bakıldığında ... Kitle demokrasisi zor ve bugüne kadar keşfedilmemiş bir alandır.” (2)

Bu alanı “keşfetmek” zorunda olan bizler; “her izleyicinin bir müşteri olduğu, tartışmanın üsluplar arasındaki rekabete indirgendiği, en son kamuoyu araştırmasına, gelecekle ilgili ortak bir beklentiden daha çok itibar edildiği ve kendi kendini övmenin zorunlu olduğu³” bir ortamda, susmaya ilişkin zihni yorgunluğumuzu bozmalıyız.

Anayasa hukuku metodolojisi ve anayasacılık tarihi açısından, anayasa yapma yöntemi ne olmalı? (Tarihsel koşullara bağlı ve onları içkin olan geçmiş anayasalardan esinlenmeden!) nasıl bir anayasa yapmalı? Sorularına yanıt bulmak, sonraki iş!...

NEVAL OĞAN BALKIZ / SOL(Görüş)


 *Katarsis: Arınma.Yunanca:Κάθαρσις olarak da bilinen katarsis, Aristoteles'in Poetica adlı yapıtından alınmış bir sözcüktür. Bir retorik olarak, özünde ruhani başkalaşmayı, hatta bunun için bazen boyut değiştirmeyi de anlatmaktadır.

**Hukukçu/Akademisyen

Kaynakça

1. Ranciere , Jacgues., Demokrasi Nefreti, İletişim,1. Basım, 2014, İstanbul

2. Arblaster, Anthoney., Demokrasi, Doruk Yayınları ,1999, Ankara 

3. Aynı yerde, bkz.dipnot 2.