24 Mart 2021 Çarşamba

Nasıl bir hayat? - Kaan Sezyum / BİRGÜN

Bugün doğum günüm.

Yani galiba siz bu satırları okuduğunuz zaman doğduğumdan bu yana güneş dünyanın etrafında 45’inci kez dönmüş olacak. Çünkü hayatımın merkezi yaşadığım yer, dünya. Ne alakam olur evrenle, galaksiyle, arka plan kozmik radyasyonuyla… Onlar zaten biz olmasak da var, biz olduktan sonra da olacak. Dünyada bile insan hayatı nedir ki koskoca gezegenin hayat döngüsü içinde. Daha güneş soğuyacak, ondan önce zaten insan yaşamı büyük ihtimalle bitmiş olur, başka hayatlar olacak… Biz insanlar dünyaya gelmeden önce bitkiler, bitkilerden önce de sıcak gazlar ve metaller vardı. Yaşam bir yerden biter, bin yerden başlar. Belki ölümden sonra hayat var, hiç sanmam, ama varsa da güzel olur. Umarım o sefer de şimdiki gibi beni seven, iyi bakan, el üstünde tutan, ne istesem yapmama izin veren anne ve babam olur. Onlar en iyisiymiş ve en önemlisiymiş. Şimdilik bir çocuğum yok, ama olsa bile evladıma, annemle babamın bana baktığı gibi bakabilir miyim, bilemiyorum… Siz varsanız evren var, siz yoksanız hiçbir şey…

***

Aile önemli, arkadaşlar önemli. Geri kalanı hayatın kendisi zaten. Sevdikçe ve sevildikçe daha da büyüyor bir kişilik ömür. Gelenler, gidenler, aniden gelenler, hiç beklemediğiniz zaman gidenler. Yanınızdayken kaybolanlar, sizin kaybettikleriniz filan derken bir de bakmışız bitmiş. Bitince ne olacak, açıkçası hiç bilemiyorum. Büyük ihtimalle koskoca bir karanlık, zamanın da duracağına inanıyorum. Karadeliklerin içindeki gibi. Hayatın var olma sebebi ölüm gibi. Hayatı değerli hale getiren de ölüm. Eğer ölümse bizi yaşatan, o zaman hayata daha da sıkı sarılmak lazım. Nerede bir hayvan görsem sevip, bir kuş ötüşünü dikkatle dinleyip, denizin üzerindeki dalgalara, içindeki balıklara, böceklere, bulutlara hep daha fazla bakmak istiyorum. Ölürken aklımdan neler geçecek acaba? Umarım sevdiğim şeyler geçer.

Herhalde kimse ölürken kaldığı fazla mesaileri, çektiği acıları, yaşadığı hayal kırıklıklarını düşünmek istemez. Ben de hep pişmanlıklarımdan korkuyorum. Çoğu insan “Pişman olduğun bir şey var mı?” diye sorulduğunda “Hiçbir şeyden pişman değilim, beni bu hale getiren şeyler onlar” gibi artizce bir cevap veriyor izlediğim röportajlarda. Oysa benim pişmanlıklarım var, keşke olmasaydı, ölmeseydi, yapmasaydım, etmeseydim, demeseydim dediğim o kadar çok şey var ki. Giderayak ölürken aklıma hep pişmanlıklarım gelecek gibi geliyor.

“Keşke o gün, gördüğüm o dondurmayı alsaydım”dan “Ah keşke öyle demeseydim”e kadar. O kadar çok şey var ki, say say bitmez. Hep köşelerde hayatımın üstü başı leş gibi pişmanlıklar var. Yapacak bir şey yok, ben de biliyorum ama her şeyin daha iyisi olabilirdi. Bende de bu kadar oldu maalesef. Belki benden sonra birileri daha iyi hayatlar, daha mutlu ömürler, daha özgür rüyalar, daha sınırsız düşüncelere kapılabilir diye hayal ediyorum hep.

***

Herkes daha iyisini hak ediyor. Her yaşam biricik tabii ki ama sizin de kendinize nasıl baktığınızla, hangi koşullarda kaldığınızla da ilgili çoğu zaman. Bazen aşırı şanslı olduğumu düşünmüyorum. Hep çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Şansın bir miktarını da kendiniz yaratıyorsunuz ama maça da avantajlı başlamak şansın büyük bir kısmı. Keşke herkese o şans tanınsa.

Keşke herkes eşit, herkes denk, herkes nefretsiz, öfkesiz ve sevgi dolu başlasa hayata.

Toplumlar da bizler gibi. Kötü anne baba, kötü akraba, kötü sevgili, kötü manita, kötü toplumlar yaratıyor. Sonra ayıkla pirincin taşını. Şimdi 45 yaşıma geldiğime göre keyfime, sağlığıma ve hepinizin şerefine bir şeyler içmeye gidiyorum. Belki güzel bir çay, belki biraz içki, belki tertemiz bir bardak su.

Aniden olgunlaştığımı hissediyorum. Keşke herkes en az benim kadar mutlu olsa.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Halkların Merkez Bankası tarihi - Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Paranın ve merkez bankacılığının serüveni, insanlık tarihinde görece yeni bir olgu. İnsanlar arası sosyal ilişkilerde ticaret elbette yüzlerce yıl öncesine dayanıyor ancak malların mallar ile mübadelesinde paranın, hele hele kâğıt paranın kullanımı şunun şurasında sadece sekiz yüz, dokuz yüz yıllık bir öykü.  

“Dokuz yüz sene az mı?” diyeceksiniz. O zaman bakalım tarih baba neler söylemiş?

Parayı ilk bulan ve kullananlar Likyalılar. Bugün Manisa’nın Salihli ilçesinde yer alan antik ören yerinde Sardis Nehri’nin çamurlarındaki altın karışımını eriterek sikkeler basmışlar. Ancak mal ticaretinde paranın kullanımı ortaçağa kadar çok yaygın olamamış. Ticaret daha çok takas usulü ve pazarların hacmi de kısıtlı olagelmiş. Bunun bir nedeni para sikkelerini basacak yeterli altının olmaması ve küçük para birimlerinin elde edilememesine dayalı. Öyle ki tarihçiler bu açmazı Ortaçağda Küçük Para Birimi sorunu (problem of small coinage) olarak adlandırıp çalışmakta.

Ufak para birimi sorununu aşan yenilik Marco Polo sayesinde gerçekleşmiş. Marco Polo, Çin Hanedanlığı’na 13. yüzyılda düzenlediği ziyaretlerde Kubilay Han’ın imzasını taşıyan deri parçalarının “para” olarak kullanıldığını gözlemlemiş. “Deri paralar” taşımada kolay; üzerine her ihtiyaç duyulan birimi yazabilirsiniz ve istediğiniz kadar da üretebilirsiniz. Rivayet o ki Kubilay Han’ın imzasını taşıyan bu deri parçalarını para olarak kabul etmeyenler ölüm cezasına çarptırılmaktaymış.

Marco Polo bu ilginç buluş ve yanında spagetti ve şerbet gibi diğer egzotik ürünlerle birlikte 1295’te İtalya’ya döner. İtalyan şehir devletlerinde Venedik ve Cenova bankerlerinin sunduğu para sistemleri aracılığıyla ticaret derinleşir, sermaye birikimi hızlanır, piyasa rantları ve sanayide teknolojik buluşlar birbirini kovalar; gerisini tahmin etmek güç değil. 

Sanayi Devrimi 19. yüzyılda İngiltere’de gerçekleştiğinde, ardında gene bir banka vardır: Bank of England, 27 Temmuz 1694’te İngiltere kralı III. Vilyam’a Fransa ile savaşta kredi açmak üzere kurulur. Tarihte, İsveç Merkez Bankası Riksbank’ın (1668) ardından kurulmuş olan ikinci merkez bankası olarak geçer. Bank of England, Sanayi Devrimi’nin gelişen teknolojisi sayesinde elde edilen üretim fazlasını yerel ve uluslararası piyasalarda mübadele edilmesini kolaylaştıracak para miktarını sağlamakla görevlidir. Denilebilir ki İngiltere Merkez Bankası olmasaydı, Sanayi Devrimi söz konusu olamazdı. Kuşkusuz, İngiltere emperyalizmi ile birlikte kolonyalist tarihçe de bu sürecin ayrılmaz bir parçasıdır.

Merkez Bankacılığı fikri hızla gelişir. Ülkemizde de genç Cumhuriyetin Merkez Bankası’nın kuruluşu 30 Haziran 1930’da Resmi Gazete’de yayımlanır, Ekim 1931’de de faaliyete geçer.

Merkez bankalarının görevleri, müdahale araçları, piyasaya yönelik politikaları yıllar boyu değişiklik gösterse de ana amaçları tek bir sözcük ile özetlenegelmiştir: Nihai borçlanıcı olmak. Merkez bankaları gerek hükümetlerin gerekse bankacılık ve mali sistemin son borçlanma merciidir; bu konumları gereği bağımsız ve siyasi müdahalelerin dışında tutulmaları gerektiği parasal iktisat anabiliminin en önemli tarihsel derslerinden birisidir.

Sözü Türk Lirası’na getirirsek

Bütün bu tarihçe boyunca ise “enflasyonun nedeni yüksek faizlerdir ve dolayısıyla enflasyonu düşürmek için faizleri aşağı çekmek gereklidir” söylemi hiçbir zaman geçerlilik kazanmamıştır. Zira bu sav, ne içsel olarak tutarlı bilimsel bir teori ne de gerçeklerle uyumlu bir görüştür ancak ve ancak arka plandaki siyasi mücadelelerin ve çekişmelerin bir uzantısından ibaret olarak görülmelidir. İçsel olarak tutarlı değildir, zira bu söylem faizler ile enflasyon arasında doğrudan bir ilişki kurgulamaya çabalarken, paranın diğer bir fiyatını-döviz kurunu, göz ardı etmektedir. 

Dahası, “ılımlı enflasyon beklentileri ve göstergeler”“temkinli duruş”“daha ölçülü bir faiz artışı” ve benzeri sözcüklerin ardına gizlenen para politikasına yönelik siyasi müdahaleler, kurumun bağımsızlığına ve genel anlamda makro ekonomi politikalarının tutarlığına ilişkin endişeleri derinleştirmekte, güvensizlik ve belirsizlik yaratmaktadır. Böylesi bir ortamda Türkiye’nin risk primi yükselmekte, döviz kuru üzerindeki baskılar yoğunlaşmaktadır.

Türk Lirası’nın uluslararası döviz piyasalarında en hızlı değer yitiren para birimleri arasında olması, söz konusu tutarsız, rastgele para ve makro ekonomi politikaları ile denetim dışı, keyfi siyasi müdahalelerin kaçınılmaz sonucudur.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Mazbut vakıflar canlanıyor - Kadir Sev / SOL


 

Şeyhülislamlığa giden yolda bir adım daha atıldı.

Gezi Parkı, Sultan Bayezıd Vakfına devredilmekle yalnızca park teslim alınmadı. Çok daha vahim bir durum karşısındayız; II. Mahmut’un başlattığı dinsel otoriteye karşı mücadelede yenik düştük. Şeyhülislamlığa giden yolda bir adım daha atıldı.

Mazbut vakıflar canlandırılıyor.

Dahası var; Hazine, belediye, özel idareler ya da köy tüzel kişiliği mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıklarının gizlice mazbut vakıflara devredilmeye başlandığı ortaya çıktı. Kamunun elinden alınan taşınmazlar Devlet İhale, Mer’a ve Orman Yasalarına uyulmaksızın, çok daha esnek kurallarla yönetilecek.

II. Bayezıd, Mazbut Vakıf olarak adlandırdığımız vakıfların yönetimini 1506 yılında kurduğu Şeyhü’l İslam Nezareti’ne vermişti. II. Mahmut, bunların hepsini, 1826 yılında kurduğu Evkaf-ı Hümayun adlı bir bakanlığa devretti. Gelir tahsil etme ve harcama yetkisi bu bakanlığa bırakıldı.

O güne değin, konaklarında oturup gelirleri toplayıp fetvalar veren şeyhülislamlar parasız kaldı. Kendilerine, yeniçeriliğin kaldırılmasıyla boşalan ağa konağı tahsis edildi ve böylelikle yaptıkları iş memuriyete dönüştü.

Yukarıdaki bilgileri Türkiye Diyanet Vakfı yayınları arasında Mart 1995 yılında basılmış “Dr. Nazif Öztürk’ün, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi” adlı kitabından öğrendim.

Kitapta bu üzücü durum şu sözlerle anlatılıyor (sayfa 76); “…hem mali hem de idari bağımsızlıktan yoksun kalan ulema, tarihte tek kişi yönetiminin sertliklerini yumuşatıcı, memleketin âli menfaatlerine ters düşecek kararların önlenmesi gibi denge unsuru olma özelliğini kaybetmiş, merkezi otoriteye bağlı bir memuriyet haline gelmiştir.”

Kitapta “ilhak edilmiştir”, “zapt edilmiştir” gibi sözcükler kullanılıyor. Malum vakfımız için zapt edilme sözcüğü tercih edilmiş; “1834’te …Yıldırım Bayezıd vakıfları Evkaf-ı Hümayün Nezareti tarafından zabtedilmiştir.”

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yüzlerce yıl öncesinde kurulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan vakıflar, soylarından gelen kimse kalmadığı ve mütevellileri de olmadığı için bir kül halinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün yönetimine bırakıldı.

Bunlara mazbut vakıf deniyor.

Kül halinde devredildiği belirtiliyor ama 500-600 yıl önce kurulduklarına, kimsesi olmadığına bakılmaksızın, vakıf senetleri ile taşınmaz kayıtlarının tutulmasına hep özen gösterildi. VGM de vakfiyelerinde yazılı amaçlarına uygun kullanmaya özen gösterdiğini söyler. Belki de bugünler içindir.

2008 yılında mazbut vakıfların taşınmazlarını ilgilendiren önemli bir adım atıldı. Vakıflar Yasası yenilendi ve şöyle bir kural konuldu; “Vakıf yoluyla meydana gelip, her ne suretle olursa olsun hazine, belediye, özel idareler, köy ve tüzel kişiliğin mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları mazbut vakfına devrolunur.”

VGM, birkaç gün önce yaptığı araştırma sonucunda Gezi Parkının olduğu alanın Sultan Bayezıd Vakfının olduğunun anlaşılması üzerine yasa gereği mülkiyetinin devredildiğini açıkladı.

Bu bilgi iki nedenle ihtiyatla karşılanmalı. Üzerine III. Selim döneminde topçu kışlası yapılmış. Mülkiyet konusunun derinlemesine araştırılması gerekiyor.

VGM, 2004 yılında; “vakıflarla ilgili belgelerin derlenip bilgisayar ortamına alınması projesi” adlı bir ihale yaptı. Belgelerin işlenmesi işini “Sentim Bilişim Teknoloji Sanayi ve Tic. A.Ş. (pilot ortak) Sentim Yazılım Bilgisayar Çözümleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. (özel ortak); kontrol edilmesi işini de Hayat Yayıncılık, Yapım Eğitim Hizmetleri ve Ticaret Ltd. Şti.” üslendi.

Devlet Denetleme Kurulunun 2007 yılında yaptığı denetim sonucunda yazdığı raporda; yaklaşık on milyon belgenin işleneceğine vurgu yapılarak, gizli kalması gereken bilgilerin nasıl korunacağının sözleşmede belirtilmediği eleştirisi dikkat çekiyor.

Diyelim ki mülkiyet sorunu yok. Ama biz Osmanlı Padişahının umursamadığı mülkiyet konusunu neden Türkiye Cumhuriyeti’nin dert ettiğini sorgulasak iyi olur.

Mazbut Vakıfların taşınmazları nasıl değerlendiriliyor?

Vakıflar Genel Müdürlüğü kayıtlarında Osmanlı ve Selçuklu Döneminden günümüze 52 bin vakıf devrettiği belirtiliyor. Taşınmazlarının sayısı, değeri gibi bilgilere ulaşabilmek kolay değil.

Mazbut Vakıf taşınmazlarını, satıyorlar; kiraya veriyorlar, restorasyon, onarım ya da yapım-onarım karşılığında 49 yıla uzanan vadelerle kiraya veriyorlar. Uymakla yükümlü oldukları kurallar esnek olduğu için bu işlerde çok özgür olabiliyorlar.   

Sattıkları taşınmazlardan 2019 yılında 85 milyon, 2020 yılında 55 milyon lira olmak üzere son iki yılda yaklaşık 140 milyon lira gelir elde etmişler.

Kira gelirleri 2019 yılında 741 milyon; 2020 yılında 836 milyon olmak üzere iki yılda 1 milyar 577 milyon lira.

2003-2018 yılları arasında 621 taşınmaz verip 4343 Daire, villa, büro almışlar. 49 yıla değin uzayan kiraya verme karşılığında 587 taşınmaz üzerine ticaret, turizm, konut, akaryakıt istasyonu, yurt yaptırmışlar ya da restore ettirmişler.

Kira gelirlerinin yüksek oluşuna aldanmayalım. Hemen hepsi kent merkezlerinde kalmış, çoğu tarihi eser niteliğinde çok fazla sayıda taşınmazları var. Yukarıda sözünü ettiğim 2007 yılı DDK raporunda içler acısı bir durum olduğu görülüyor. Aradan geçen sürede düzelme olmuş mudur? Bilinmez.

Onu da bir başka yazıya bırakalım.

Kadir Sev / SOL

Gece yarısı kararnamelerindeki Türkiye - Fatih Yaşlı / SOL

Tüm bunların bu kadar kolayca yapılabilmesinin, iktidarın siyaset sahnesinde istediği gibi at oynatabilmesinin sebebi ise elbette ki muhalefetsizlikle ilgili.  

Ekonomik krizin giderek derinleştiği Türkiye’de, Diyanet İşleri Başkanlığı “üzerine düşeni” yapmış ve 27 Şubat’taki Cuma hutbesinde Bakara Suresi’nden “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!“ şeklindeki ayeti paylaşmıştı. 

Pazartesi günü döviz kurları Merkez Bankası’nın taze başkanının bir gece yarısı görevden alınmasına tepki olarak fırlayıp gidince, olan bitenin boyutlarını anlamış olacak ki, hayatımıza yeni giren figürlerden Ayasofya Baş İmamı da aynı ayeti sosyal medyada paylaşarak toplumdan tevekkül ve sabır istedi. Hemen ardından ise ekonomiyle ilgili görüşlerini bizimle paylaşarak şöyle dedi: “Faizin azaltılması ve sonunda tamamen kaldırılması hem İslam'ın hem de aklın gereğidir. Güçlü ekonomilerde faiz % 0-1 arasında. O sebeple faizcilerle mücadele etmek de İslam'ın bir emridir.” 

Aynı gün, Saadet Partisi’nin yayın organı Milli Gazete’nin manşetinde ise gece yarısı kararnamelerinden diğeri vardı. Gazete İstanbul Sözleşmesi’nin feshini “Milli Mücadele… ve sonuç…” manşetiyle kutluyor, 15 kez manşet attıklarını, onlarca kez haber yaptıklarını, yüzlerce kez makaleler yayınladıklarını, dolayısıyla bu “zafer”in kendilerine ait olduğunu söylüyordu.

İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden döneceğiz ama önce faizle ve Naci Ağbal’ın sadece dört buçuk ay Merkez Bankası’nın başında kalabilmesiyle başlayalım.

Bundan iki hafta önce bu köşede “Krizin derinleşmesi, 'kendiliğinden çökecekler'in reddi” başlıklı bir yazı yazmış ve hem küresel ekonomideki hem de Türkiye ekonomisindeki gelişmelerin faiz artırımını kaçınılmaz kıldığını, bunun da birtakım siyasal sonuçları olacağını söylemiştim. Yüksek faiz, yatırımların azalması, ekonomik durgunluk ve daha çok işsizlik demekti, dahası yüksek faiz daha yüksek maliyetle borçlanmak, borçlanarak da olsa tüketim yapabilmekte daha da zorlanmak demekti.

Peki –diğer faktörleri dışarıda bırakarak soracak olursak- işsizliğin, hayat pahalılığının, yoksulluğun aynı anda arttığı, ekonomisi durgunlukta olan ya da küçülen bir ülkede, iktidarın seçimi kazanma şansı artar mıydı azalır mıydı? Yazıda bu soruya “azalır” yanıtı veriliyor ve iktidarın bu koşullarda bir seçime gitmesinin öyle kolay olmadığı söyleniyordu. Zaten Perşembe günü Merkez Bankası piyasa beklentilerinin de üzerinde iki puanlık bir faiz artışına gittiğinde, kimi yorumcular da benzer bir değerlendirme yaparak erken seçim ihtimalinin ortadan kalktığını belirttiler. 

Erken seçim ihtimalinin ortadan kalkışının ortadan kalkışı için ise 48 saatten az bir süre geçmesi gerekecekti. Önce iki puanlık faiz artışına izin verilmiş ve ardından da Naci Ağbal bu iki puanlık artışa kurban edilmişti. Yerine getirilen isim ise “damat ekolü”nden olduğunu ve Erdoğan’ın o ünlü “faiz sebep enflasyon sonuç” teorisine yakın durduğunu bildiğimiz,  Yeni Şafak gazetesi yazarı ve iktidar partisinin eski milletvekillerinden Şahap Kavcıoğlu oldu.

Bu karara bakarak söyleyebiliriz ki, AKP ne olursa olsun iktidarı vermeme, yani “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda bir adım daha attı ve yaslandığı sınıf olan MÜSİAD sermayesiyle müteahhitlerin de talep ettiği şekilde, faizlerin yapay bir şekilde aşağıya çekileceği, döviz kurlarının, enflasyonun, bütçe açığının ve devlet borçlarının yükselmesinin ise göze alınacağı bir konjonktüre girildi. 

Yapılan hesabın çarkları kısmen de olsa döndürmek, istihdam yaratmak ve hepsinden önemlisi ekonomiyi kredilerle yüzdürmeye devam etmek olduğu ve bunun da oya tahvil edilmek istendiği çok açık bir şekilde görülebiliyor, hesap tam olarak bu. 

(Ancak bu hesabın tutma ihtimalinin de son derece zayıf olduğunu, çünkü faizlerin düşürüldüğü ama enflasyonun yükseldiği bir ortamda Türkiye’ye gelen sıcak paranın giderek azalacağını, bunun da sıcak para bağımlısı Türkiye ekonomisini yeni kriz dinamikleriyle karşı karşıya bırakacağını geçerken not edelim.) 

Dolayısıyla baro yasası, bekçi yasası, sosyal medya yasası ve elbette ki HDP’ye kapatma davası açılması nasıl ki “seçimle gitmeme konsepti”nin bir parçasıysa, ekonomide yaşanan son gelişmeleri de bu konsepte yerleştirerek okumak gerekiyor. İktidar, uzun vadede ekonomiyi bütünüyle çökertme ihtimali olsa dahi, kendisini ve yaslandığı MÜSİAD sermayesini/müteahhitleri kurtarmak adına bu adımları atıyor, her zaman yaptığı gibi kendi bekasını ülke bekasının önüne koyuyor. 

Peki ya İstanbul sözleşmesinin feshi? Sözleşmenin feshi ile Ağbal’ın görevden alınması kararının aynı gün verilmesi tesadüf değil elbette, çünkü bu kararı da “seçimle gitmeme konsepti” içerisine yerleştirmek gerekiyor. 

Kararın bir boyutunda fesih kutlamaları yapan Saadet Partisi’ne, özellikle Oğuzhan Asiltürk kliğine el uzatılması ve Saadet’i Cumhur İttifakı’na katmak olduğu görülebiliyor. Öte yandan bu kararla Milli Görüş gömleğinin aslında hiç çıkarılmadığı ve İslami bir rejim inşasında bir adım daha atılmak istendiğini de görmek gerekiyor. Ayasofya’nın açılışından İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline, LGBT’lerin adeta “iç düşman” kategorisine yerleştirilmesinden yeniden yükseltilen hilafet tartışmalarına uzanan yollar var ve bu yolların hepsinin çıktığı yer ise devam eden rejim inşası. 

İktidarın en iyi bildiği şeyin kutuplaştırmayı artırmak ve karşı ittifakları dağıtmaya oynamak olduğunu biliyoruz. Sözleşmenin feshi ile toplumun bir kez daha “dini ve milli değerler” üzerinden bölünmesi, kutuplaşması hedeflenir ve buna bağlı olarak da iktidarın dinci ve milliyetçi söylemi giderken derinleşirken, muhalefet bloğunun zayıf halkası olarak görülen Saadet Partisi’ni koparmaya yönelik hamlelerin de bu süreçte sıklaşacağı anlaşılıyor. 

Tüm bunların bu kadar kolayca yapılabilmesinin, iktidarın siyaset sahnesinde istediği gibi at oynatabilmesinin sebebi ise elbette ki muhalefetsizlikle ilgili. 

Ayasofya Cumhuriyet’ten rövanş için tekrar cami yapılırken “aman oyuna gelmeyelim” diyerek üç maymunu oynayanlar, hatta “elinizi tutan mı var, açın” diyenler ve tüm bunları “doğru strateji” diye alkışlayanlar, bugün Ayasofya İmamı’nın kendisini fetva makamına yerleştirmesine kızma hakkına sahip olabilir mi? 

Erbakan anmasında muhalefetteki İslamcılarla buluşup onun “Cumhuriyet çocuğu” olduğunu ya da “Kürt sorununa demokratik çözüm istediğini” söyleyenler ve buna pragmatizm adına arka çıkanlar, muhalefetteki İslamcıların fetih kutlamaları misali İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kutlamaları yapmaları ve bundaki en büyük payın da kendilerine ait olduğunu söylemeleri konusunda ne düşünüyordur? 

“Aman oyuna gelmeyelim”lerle, “sağ seçmeni ürkütmeyelim”lerle, sağın diliyle konuşmakla ve sağcılık yapmakla, iktidarda rejim inşa eden bir parti yokmuş gibi davranmakla, Meclis sınırlarını aşmayan muhalefet tarzıyla, seçimlerin “serbest” bir şekilde yapılacağı ve iktidarın barışçıl bir şekilde devredileceği yanılsaması üzerine kurulu bir stratejiyle varılabilecek bir yerin olmadığı açıktır. 

Bu söylediğim eğer şimdiye kadar görülmemişse son bir haftada iktidarın attığı adımlara bakarak görülebilir, yok eğer bu körlükte ısrar ediliyorsa ülke ve toplum olarak bunun sonuçlarına da katlanmak gerekecektir. 

Türkiye toplumu ya bu muhalefetsizliği de aşacak bir şekilde, kadın cinayetlerinden Ayasofya İmamı’na, İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhuriyet’ten rövanş alınmasına, kısa çalışma ödeneğinden döviz kurlarına, siyasal İslam’la ve bu sömürü düzeniyle cepheden ve bütünlüklü bir yüzleşmeyi göze alacak ya da bu devran böyle dönmeye devam edecektir.

Fatih Yaşlı / SOL

23 Mart 2021 Salı

Ekonomide toz duman arasında...- Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Gelişmelerin o kadar hızlı seyrettiği bir dönemden geçiyoruz ki, yarın siz bu yazıyı okurken ekonomi gündeminde neleri tartıştığımızı kestirmek hiç kolay değil. 

Belirsizlik öyle koyu ki, döviz kurlarının düzeyini, piyasa faizlerinin son halini, borsa endeksinin seyrini tahmin edemiyoruz. Ancak orta-uzun dönemde Türkiye ekonomisinin büyüme performansını, yatırım eğilimini, ülkenin en önemli sorunu işsizliği son derece olumsuz etkileyecek bir trendle karşı karşıya kaldığımız çok açık.

Bu arada toz duman arasında pek konuşulmadı, dün TÜİK 2020 yılı “işgücü istatistiklerini” açıkladı. Çalışma yaşındaki nüfus 1 milyon 110 bin artarken, işgücü tam 1 milyon 676 bin azalmış. İstihdam 1 milyon 268 bin kişi daralırken, insanlar işgücü piyasası dışında kalırken, yapay bir biçimde işsizlik de 408 bin kişi düşmüş. Diğer bir ifadeyle çalışma yaşındaki her 100 kişinin yarısından azı, 49.3’ü çalışma isteği belirtirken, ancak 42,8’i iş bulabilmiş. Özetle, bu son sarsıntı öncesi zaten mevcut yönetimin bir türlü çözüm üretemediği korkunç bir işsizlik tablosuyla karşı karşıyaydık.

NACİ AĞBAL NİYE GÖREVDEN ALINDI?

Merkez Bankası (MB) Başkanı Naci Ağbal’ın alışılageldik bir “Cuma gecesi kararnamesi” ile görevden alınması ile ilgili çeşitli yorumlar var. Bunlardan birisi, Naci Ağbal’ın finansal piyasalar açısından faizleri yükselterek “iyi polisi” oynadıktan sonra (bu özellikle inşaatçılar ve borçlu firmalar için “kötü polis” anlamına geliyor) misyonunu tamamlayarak, kızağa çekildiği iddiası…

İkincisi ise, tartışılan 128 milyar dolar rezerv kaybını ekonomi politikaları açısından doğrulayan, meşrulaştıran bir tutum takınmaması. Hatta bazı söylentilere göre MB içinde bir soruşturma komisyonu kurmaya yeltenmesi… Nitekim selefi Şahap Kavcıoğlu Yeni Şafak’taki köşesinde rezervlerle ilgili yorumunda “Ancak TCMB’den bir açıklama gelmeyince, sanki bu konuşulan 130 milyar dolar bir yerlere uçtu gibi algılanıyor…” şeklinde bir eleştiri yöneltmişti.

Derken üçüncü değerlendirme, adeta resmi açıklama niteliğinde AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Ekonomi İşleri Başkanı Nurettin Canikli’den geldi. Canikli, fiyat istikrarının sağlanması hedefine sadık kaldıklarının altını çizdikten sonra, pozitif reel faizin optimal seviyede kalmasının bir zorunluluk oluşturduğunu, optimal seviyenin üzerinde belirlenen reel faizin ekonomi için maliyetler ortaya çıkardığını belirtti. Mealen faizlerin yüzde 17’ye kadar artırılmasının kabul edilebilir olduğunu, 18 Mart Para Politikaları Kurulu toplantısındaki 200 baz puan artışı onaylamadıklarını ima etti. 13 maddelik ayrıntılı Twitter mesajında “Sayın Cumhurbaşkanı” sıfatını kullanmaması ve hep hükümete gönderme yapması dikkat çekti. Sanki Ağbal bir “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” ile görevden alınmamış gibi…

ŞAHAP KAVCIOĞLU’NUN OLUMSUZ REFERANSLARI

Şahap Kavcıoğlu açıkçası çok olumsuz referanslarla göreve başlıyor. Öncelikle MB’nin politika faizini yüzde 19’a yükseltmesinin ardından “Bu operasyonu kim adına çektiniz” diye manşet atan Yeni Şafak’ın köşe yazarı. Bu atamayla zımni olarak Tayyip Erdoğan yandaş gazetenin söz konusu tezini kabul etmiş oluyor. Kavcıoğlu’na da “operasyonu” kimin yaptığını açıklamak düşüyor.

2018’deki Rahip Brunson dönemi döviz kuru krizinde yaşandığı gibi “dış güçleri”, “üst akılı” suçlamanın Cumhur İttifakı’nın kendi tabanı açısından dahi bir inandırıcılığı yok. Yazılarından, Kavcıoğlu’nun daha usturuplu bir dille ifade edilse de “faiz sebeptir, enflasyon netice” tezinin takipçisi olduğu da anlaşılıyor. Sabık AKP milletvekilliğini bir yana bırakalım, profesör unvanı taşısa da ekonomi çevrelerinde pek adı bilinen biri olmadığı gibi, merkez bankacılığı konusunda da hiçbir deneyimi bulunmuyor. Kaldı ki yıllarca Halk Bankası’nda üst düzey görevler üstlenmesi New York’ta dava sürerken konumunu iyice tartışmalı hale getiriyor.

BİR GÜNLÜK AĞIR BİLANÇO

Finansal piyasalarda aşırı oynaklık devam ederken Ağbal operasyonunun net bir bilançosunu çıkarmak haliyle olanaksız. İzin verirseniz 22 Mart rakamlarıyla bazı kabataslak hesaplamalar yapalım. Bir anlamda sizin faturayı güncel rakamlarla tekrar hesaplamanıza olanak tanıyalım.

>> Türkiye’nin 1 yıl içerisinde çevirmesi gereken dış borç miktarı 190.3 milyar dolar. Dolar kurunun Cuma günü 7.22 lira olduğunu göz önünde bulundurursak, bu satırlar kaleme alınırkenki 7.97 lira kuru bu yıl 142.7 milyar lira ek maliyet demek.

>> Toplam dış borçlar 435.1 milyar dolar. CDS primleri bir anda 158 puan artışla, 466 puana çıktı. Türkiye’nin 5 yıl vadeli Eurobond tahvillerinin faizleri ise 170 puan sıçramayla yüzde 6.48’e vurdu. Böylelikle yurtdışı borçlanma maliyeti hızla arttı. Dış borç servisinin 1 yıllık maliyeti 7.40 milyar dolar yükseldi.

>> En son açıklanan Hazine’nin iç borç stoku 1064.3 milyar liraydı. 5 yıllık tahvillerin faiz oranı 296 baz puanlık değişimle yüzde 18.20’ye zıpladı. Bu da iç borçların faiz maliyetinin 31.5 milyar lira artışına işaret ediyor.

Ülke, demokrasi ve insan hakları standartlarının iyice düşmesi, evrensel hukuk normlarının dışına çıkılması yanında ekonomide de büyük bir karmaşaya sürüklenmiş bulunuyor. Daha eşitlikçi, paylaşımcı, kamuculuk temelli ekonomi tahayyülümüz bir yana, kapitalist aklı da zorlayan keyfi, rasgele, plansız bir seyir söz konusu. Bu gidişata bir son veremezsek, bu kaosun yaşamamıza daha fazla işsizlik, daha yüksek enflasyon, daha derin yoksullukla yansıyacağı görülüyor. O nedenle toplumsal muhalefetin özgürlük, laiklik, kadın hakları yanında iş, aş, ekmek sorunlarıyla da sahaya inmesi geleceğimiz açısından büyük önem taşıyor…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Bir kararnameden faşizmin inşasına - İbrahim Varlı / BİRGÜN


 

Alman Parlamentosu Reichstag, bundan 88 yıl önce bugün Adolf Hitler’e kararnamelerle

 ülkeyi yönetme yetkisi verdiğinde kimse bunun sadece Almanya’nın değil bütün bir Avrupa’nın

 mahvına yol açacak faşizme verilen bir onay olduğunu öngörmüyordu muhtemelen. 23 Mart

1933 tarihinde Reichstag’dan istediği kararname onayını kapan Hitler, adım adım tarihin görüp

 görebileceği en tehlikeli rejimin tohumlarını ekerken 23 Mart tarihi bu anlamıyla simgesel bir

 öneme sahip.

Bir kararname üzerinden koca bir ülkeyi ve de kıtayı uçuruma sürükleyen faşist liderin bu yetkiyi nasıl aldığı da çarpıcı. 30 Ocak 1933’te “İmparatorluk Şansölyesi” olarak onurlandırılan Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi Lideri Adolf Hitler, 1 Şubat’ta Parlamento’yu fesheder. 28 Şubat 1933 gecesi Reichstag yakılır. Bir kundaklama sonucu ortaya çıktığı açıklanan yangın hiçbir zaman aydınlatılmaz. Ama yaptıran Nazi faşizminin kendisidir. Ve Reichtag yangını komünist cadı avına dönüştürülmek için kullanılır.

FAŞİZMİN YOLLARI

Senaryo adım adım devreye sokulur. Aynı gece solcular, sosyalistler, komünistler hedef alınır. Siyasi muhaliflere yönelik, büyük bir tutuklama faaliyeti başlatılır. Bulgar komünist lider Georgi Dimitroff, Hollandalı komünist Marinus van der Lubbe ve Alman Komünist Partisi’nin önde gelen yetkilileri yangının fâilleri olarak bir süre sonra tutuklanmaya başlar. Dimitrov, kendisini yargılayan Nazileri mahkum ettiği, tarihe geçen ünlü savunmasını Leipzig’deki Reichstag Yangını davasında yapar.

Her şey Nazi faşizminin istediği gibi yol alır. Yangının ertesi günü temel haklar geçici olarak askıya alınır. 21 Mart 1933’te yapılan Parlamento’nun açılış oturumu yaşanacak olanların habercisidir. Açılıştan iki gün sonra da Reichstag, Hitler’e kararnamelerle ülkeyi yönetme yetkisi verir.

Bu, sıradan bir yetki değildir. Adım adım örülen faşizme verilen bir onaydır. Sonrasında yaşananlar malum. Yaşananlar bütün dünyanın gözleri önünde olur.

Alman İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ardından imparator II. Wilhelm’in Almanya’dan kaçması üzerine 1918’in sonlarında kurulan Weimar Cumhuriyeti’nin çalkantılı siyasi ikliminde kuluçkalanan faşist hareket 1933 itibarıyla resmen tarih sahnesine çıkar. Weimar Cumhuriyeti de tarihin tozlu raflarındaki yerini alır. Hitler’in şansölye olarak atanmasıyla Weimar Cumhuriyeti sona erer, Nazizm dönemi artık resmen başlayacaktır. Askeri ve siyasi güç Hitler’in ellerindedir artık, kısa bir süre sonra da ülkenin hikmetinden sual olunmaz mutlak bir hükümranına dönüşecektir.

DİKTATÖRLERİN RÜYASI

Yakın siyasi tarih de pekala göstermiştir ki diktatörlüklerin hemen hepsi benzer yolları izlemişlerdir. Bu Nazi faşizmi de olabilir, İslamcı bir diktatörlük de. Değişenler sadece nüanslar olur. Faşizm birden bire ortaya çıkmaz. Zamana yayılan, koşulları olgunlaştıran bir sürecin ardından adım adım örülen ağlar sonrasında ortaya çıkar. Tarihsel travmalar, ekonomik krizler, siyasi gerilimler hepsi bunun için araçsallaştırılır.

Diktatörlerin yapmayacakları şey, gerçekleştirmeyecekleri kötülük yoktur. Amaca giden yolda her türlü kötülüğü yapmaktan imtina etmezler. Hitler’den günümüzün popülist sağcı muhafazakâr liderlerine değişen bir şey yok. Bizden sonrası tufan diyerek, kendi kişisel ikballeri için bütün bir ülkeyi, insanlığı ateşte atmaktan kaçınmazlar.

Karl Marx, 1852 yılında yayımlanan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabının girişinde Hegel’e atıfla o tarihi saptamasında şöyle der:

“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak.”

Bir kararname, bir karar bazen tarihin akışını değiştirebilecek bir dönüm noktasına dönüşebilir. Gece yarısı kararnameleriyle yapılanlar tarihin birer kötü tezahüründen ibaret olsa gerek.

Weimar Cumhuriyeti ve Hitler faşizminden günümüze... Kulaklara küpe olsun… Trajediyi yaşadık.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Ekonomide fırtına günleri - Oğuz Oyan / SOL

 Yeni Şafak 'bu operasyonu kim adına çektiniz' başlığıyla cepheden saldırırken, günün sonunda operasyonu çekenlerin aslında kendileri olduğunun açığa çıkması bu vodvilin galiba en eğlenceli kısmıydı.

Daha geçen haftaki yazımızda "İktidar Açılıma Doymuyor" başlığı altında yeni ekonomik paket üzerine yazmıştık. Daha sonra onun üzerine birbirine zıt iki hamle geldi: TC Merkez Bankası (MB) faizleri iki puan arttırdı ve sıkı duruşunu devam ettireceğinin de altını çizdi. Hemen arkasından da MB Başkanı görevden alındı ve yerine düşük faiz politikasını savunan ve RTE eksenli daha militan bir duruşu olduğu anlaşılan bir Yeni Şafak yazarı getirildi. 

Naci Ağbal'ın da, Maliye Bakanlığı içinden yetişen bir bürokrat olmakla birlikte, AKP milletvekilliği ve bakanlığı, daha sonra da CB Strateji ve Bütçe Başkanlığı deneyimlerinden geçerek politikleştiği ileri sürülebilir. Doğrudur ama buna bazı nüanslar getirilmesi uygun olur. Ağbal'ın maliye bürokratı kimliği politik kimliğine baskın gelmiştir hep. Aslında olağan bir sağ parti iktidarı döneminde, onun önünde maliye bürokratlığı dışında bir siyasi kariyer açılması bile beklenemezdi. Uluslararası finans kuruluşları ve yerli büyük sermaye paralelinde ortodoks bir bakış açısına sahip olması ise, Tayyibistan'da geçerli olan yüksek siyasi esneklik yeteneğini geliştirmesinde bazı sorunlara neden olmuş olabilir.

Erdoğan neye göre karar alıyor?

Erdoğan'ın bu kadar sık MB başkanı değiştirmesinin arka planı için de ilginç yorumlar yapılabilir kuşkusuz. 

Birincisi, mecbur kalınca faizleri yüksek zirvelere taşıma esnekliği gösterebilen Erdoğan'ın asıl sabitinin, genlerine işlemiş bir faiz düşmanlığı ile "faizler enflasyonun asıl nedenidir" saplantısı olduğu bir kez daha kendini göstermiştir. 

İkincisi, bu takıntılarına rağmen, ekonomik /siyasi koşulların zorlaması ve (aile ekonomisi hariç) derin ekonomi bilgisizliğinin yönlendirmesiyle RTE'nin etki altında kalmaya çok müsait bir kişilik yapısına sahip olduğu da anlaşılıyor. Özellikle Naci Ağbal'a karşı konumlanmış ve son iki puanlık faiz artışını fırsat bilerek daha da bilenmiş olan iktidarın/Berat'ın medyası üzerinden yönlendirilmiş tepki korosunun etkisiz olmadığı görülüyor. Tam tersi etkilenme örneği olarak, daha geçen sonbaharda döviz krizinin zirvesinde Erdoğan'ı faiz artışı yönünde ikna etmekte rol oynayanlar ekonomi yönetiminin direksiyonuna geçirilirken, şimdi de Erdoğan'ı "faiz artışlarının ekonomik büyümeyi felç ettiğine" ikna eden çevrelerden biri MB başkanlığına getiriliyor. Kasım'dan bugüne yaşanan gelgitler, bu tür anlık etkilenmelerin artık inkar edilemez kanıtını oluşturmuş bulunuyor. Bunun, iç ve dış güç odaklarınca not edildiğinden emin olabilirsiniz. 

Ekonomi bilgisizliği ile fikri-sabitlik, bir de bu özelliklerin farkında olanların dıştan yönlendirmesiyle birleşince, ortaya böyle acayip çelişkili kararlar çıkmasına neden olabiliyor. Oysa ekonomi bilgisi bir yana, biraz aklıselim sahibi olunsa, TCMB politika faizinin yüzde 19'a çıkarılmasıyla TL'nin değer kazanmış olmasının "rahatlatıcı" koşulları, en azından bunun aşınma süresi sonuna kadar (bir-iki ay) kullanılır ve U dönüşüne bundan sonra geçilirdi. Bunun bile gözetilmemiş olması, acaba Saray'dan birileri döviz spekülasyonundan kazanç mı sağlıyor sorusunu bile akla getirmiyor değil.

Üçüncüsü, Yeni Şafak gazetesi "bu operasyonu kim adına çektiniz" başlığıyla çıkarak cepheden saldırırken, günün sonunda operasyonu çekenlerin aslında kendileri olduğunun açığa çıkması bu vodvilin galiba en eğlenceli kısmıydı. Yalnız burada bir uyarının gerekli olduğunu düşünüyorum: Ortada bir Berat Albayrak çizgisi ile bir Naci Ağbal çizgisi "kapışmasını" aşan bir durum vardır. Kapışma için uygun zemin, RTE'yi de daha kolay yanına çekebilmenin hesabıyla, buradan tutturulmuştur. 

Öte yandan, Berat Albayrak'ın herhangi bir çizgisinden de bahsedilemez. Zayıf ekonomi bilgisiyle Hazine ve Maliye Bakanlığı koltuğuna tepeden inen Berat'ın, herhangi bir ekonomik görüşün tutarlı savunucusu olması gibi durum söz konusu olmamıştır. Bunun iyice anlaşılması için 2018'de açıklanan üç yıllık Orta Vadeli Programa (Yeni Ekonomi Programı-YEP'e) bakılmalı. B. Albayrak'ın Haziran-Ağustos 2018 dönemi bocalamaları üzerine gelen o programın hedefleri McKinsey şirketiyle birlikte çatılmıştı ve sıkı para ve maliye politikalarını içeren örtük bir IMF istikrar programıydı. Ama bunun siyasi bedelini üstlenmek istemeyen RTE tarafından bu programın uygulanması engellenmişti. Dolayısıyla, ortada Berat'ın değil Erdoğan'ın politikalarının "başarısızlığı" vardır. (Bu konuda Sol Gazete'de yayınlanan "IMF'siz IMF Programı da Çözüm Olmayacak" başlıklı söyleşimize bakılabilir). 

Dördüncüsü, bu operasyonun arkasında iktidar-içi güç çatışmaları temel belirleyici olmakla birlikte, biriken borçların ve özellikle de batık/sorunlu kredilerin, yükselen faizlerin, inşaat-konut sektöründe işlerin yavaşlamasının, otelcilik-turizmde durmasının etkisiyle daha da zora düşen şirketlerin (ki bunların epeycesi iktidarın eteklerinde semirtilmişlerdir) baskıları da vardır. Güçlü bir anti-faiz lobisi oluşmuştur çünkü tahsili gecikmiş alacaklar (takipteki krediler) ile yakın izlemedeki kredilerin toplamı 539 milyar TL'ye ulaşmıştır. Bunun toplam kredi hacmi olan 3,5 trilyon TL'ye oranı bize yüzde 15 oranını verir ki çok yüksektir. İnşaat, hem toplam kredilerden yüzde 7,67 ile en çok pay alan sektördür, hem de kullandığı kredilerin yüzde 9,27'lik oranla takibe dönüşmesi bakımından en riskli sektördür. Üstelik BDDK kararıyla, bankaların tahsili gecikmiş alacaklarına ilişkin 90 gün olan asgari gecikme süresinin 180 güne çıkarılmasıyla, batık kredilerin gerçek görünümünün ortaya çıkması önlenmiş/ertelenmiştir. Yani sorunlu kredi oranı yüzde 15'in hayli üzerinde olabilir.

Geçici bir pembe tablo mümkün mü?

Sonuçta dünkü hafta açılışında, bekleneceği gibi, bu tuhaf kararın döviz kurlarına, içerdeki altın fiyatlarına ve borsaya (BİST) yüksek oranlı yansımalarını yaşadık. TL'nin döviz karşısındaki değeri yüzde 10 civarında (başlagıçta yüzde 13,9 kadar) geriye giderken, BİST -100 endeksi de yüzde 10'a yakın kayıp görecekti.

Yukarıda da söyledik: Eylül 2018'de Berat'lı YEP'te tasarlanmış ancak uygulanamamış olan program Naci Ağbal'ın Kasım 2020-Mart 2021 dönemindeki başkanlığında para politikası yönünden uygulanmıştı aslında. Lütfi Elvan'ın maliye politikalarında neye hazırlandığı ise (son ekonomik paketin köşeleri yontulduğu için) tam ortaya çıkmamış olmakla birlikte, daha sıkı maliye politikalarına bir geçişi de içerebilirdi. Peki, şimdi tekrar Kasım 2020 öncesine dönmek yani Ekim 2018- Ekim 2020 dönemini yeniden yaşatmak için koşullar var mı? Bizce artık yok. Ama denemek isteyecekleri tam da bu: Düşmeye zorlanacak faizler üzerinden yeni bir kredi genişlemesi yaratmak ve ekonomiyi seçimlere kadar yapay bir büyüme patikasına sokmak! Bunun koşulları olmadığı gibi, son başkan değişikliğiyle son güven kırıntıları da berhava edilmiştir. 

TCMB rezervlerini tamamen tüketip üstüne swaplarla fazladan 45 milyar dolar daha mali imkân kullanan bir iktidar, şimdi de elindeki faiz silahını da kullanılamaz duruma getirmiştir. Açık ekonomi koşullarında iç ve dış piyasanın öldürücü darbelerine faiz silahını çekmeden karşı koyabileceğini sanma gafleti, gene aynı sonuçları verecektir. (Aynı filmi görüp farklı sonuçlar bekleyenlere ne denilebileceğini Einstein uzun süre önce tanımlamıştı zaten).

AKP'nin bir sermaye iktidarı olduğuna kuşku yok, tamam. Ama sermayenin en etkin kesimlerini temsil düzeyi giderek düşüyor, hatta burada yer yer kopuşlar yaşanmakta. İç ve dış sermayenin güvenini yitirmeye başlayan (hatta yitiren) böyle bir iktidarın sermaye tarafından daha fazla sorgulanır olduğu yeni bir döneme girildiği söylenebilir. 

Ama bizim asıl derdimiz şu olmalı: Emekçi sınıfların bu iktidarın gerçek sınıf karakterini görerek sorgulamasını ve onu ve benzerlerini tarihe gömmesini sağlayabilecek miyiz?

Oğuz Oyan / SOL

Hasan Cemal bağrına taş bastı - Kemal Okuyan / SOL

 

Hayal kırıklığına uğramasın da ne yapsın? Bağdat’ı fetheden, Sırbistan’a diz çöktüren batı Erdoğan’la baş edemiyordu.

“Batı ne mi yapıyor?
Washington'dan, Brüksel'den
bazı protesto sesleri kulaklara çalınıyor.
Ama o kadar.
Daha ileri bir adım yok.
Hatta, AB'den Türkiye'ye dönük
yaptırım planları, Amerikan yönetiminin,
Başkan Biden'ın telkinleriyle
bir kenara konuluyor.”

Bu satırlar Hasan Cemal’in. Avrupa ve ABD’den Erdoğan’ı hizaya getirmesini bekleyen, beklemek ne kelime, talep edenlerin yaşadığı büyük hayal kırıklığını dışa vurmuş.

Halbuki yaptırımlar ardı ardına gelecek, insan hakları ihlallerinin hesabı sorulacak ve AKP belki de ayak sürüyerek demokratikleşme adımları atacaktı. Beklenti buydu.

Aslında biraz da “vefa” peşindeydi liberaller. Öyle ya, yıllarca “batı demokrasileri”ni savunmuş, oradan gelen açılımları desteklemiş, hatta Atlantik ittifakı adına sağa sola sopa sallamış insanların öksüz bırakılıp Erdoğan’ın insafına terk edilmesi nasıl mümkün oluyordu?

Hasan Cemal örneğin, Irak’ın işgali eli kulağındayken Meclis’te tezkerenin reddedilmesinden sonra şunları yazmıştı:

“Başkan Bush kafaya koymuş, Irak’ı vuracak. Kuzey’den ikinci cephe açmak için bastırıyor. Hükümet ve asker ise Türkiye’nin engellemeyeceği bir savaşta hiç olmazsa uğrayacağı zararın bir bölümünü karşılamak ve Saddam sonrası Irak’ında söz hakkı sahibi olmak için ‘tezkere’den yana...
Ama oyunun ilk perdesini çok mahcup oynadılar. Çıkıp açık açık anlatmadılar tezkerenin gerekçesi.
Ve TBMM’den hayır çıktı.
Şimdi ikinci tur bekleniyor.
Tezkere parası önemli mi?
ABD ile ortaklık önemli mi?
Saddam sonrası Irak önemli mi?
Değilse, çekin kuyruğunu gitsin.
Tezkerede yokuz deyin açık açık...
Ve Avrupa’yla çatışarak, Amerika’yla çatışarak, IMF ile çatışarak Türkiye’ye yeni bir yol bulabileceksiniz, yeni bir dünya kurabileceksiniz, buyurun.
İşte kapı, işte sapı!”

Hasan Cemallerden bol bol vardı Irak’ta ve açıkça talep etmekteydiler ABD’den Saddam’a had bildirmesini...

Yıllarca kullandı ABD ve sonra...

Sonra haddini bildirdi Saddam’a!

Irak’a demokrasi ve özgürlük yerine işgal, kanlı hesaplaşmalar, emperyalist yağma ve dinsel fanatizm geldi. Saddam’ın yıkılan heykelinin altında mutluluktan kendilerinden geçen zavallı yoksul insanların yüzü bir daha gülmedi.

Irak’tan önce Balkanlarda had bildirmişti ABD ve müttefikleri. Yugoslavya emperyalist ülkelerin de kaşımasıyla dağılmış, halklar birbirini boğazlamaya başlamış, milliyetçilik kontrolden çıkmış, NATO’ya da müdahale olanağı doğmuştu.

Hasan Cemal yine ön saftaydı. “Vurmaktan yine kaçınırsa, inandırıcılığının, dolayısıyla caydırıcılığının çok büyük darbe yiyeceğini biliyordu NATO.”

Aynen böyle yazıyordu batının Erdoğan’a sessiz kalmasından şikayet eden Hasan Cemal.

Hayal kırıklığına uğramasın da ne yapsın? Bağdat’ı fetheden, Sırbistan’a diz çöktüren batı Erdoğan’la baş edemiyordu.

Ne çare, ABD’nin ve NATO’nun öncelikleri vardı. Biden bir an önce Rusya’ya odaklanmak istiyordu. “Katil” diye seslendi Putin’e. Sonra “ABD seçimlerine müdahale ediyor” dedi. Hızını alamadı Küba’yı bile ABD’nin iç işlerine karışmakla suçladı!

Irak’ı işgal ederken Türkiye’nin kapısını çalmışlardı. Yugoslavya’yı parçalarken Türkiye’ye görev biçmişlerdi. Şimdi Rusya’yla hesaplaşırken Türkiye’ye ve iktidardaki Erdoğan’a ihtiyaç vardı.

Erdoğan’ı Erdoğan biraz da ABD ve AB yapmıştı. Aynı ABD ve AB kendilerine bağlı bir muhalefetin ortaya çıkmasına da yardımcı olmuştu. Şimdi o muhalefetle Erdoğan’ı sıkıştırıp kendi istedikleri oyuna yeniden dahil etmek istiyorlardı.

Anlayacağınız ABD emperyalizmi Türkiye’ye ”özgürlük ve demokrasi” getirmeden önce Rusya’ya “iyilik” yapacaktı.

İşin aslı hafızaları çok zayıflamıştı. Çünkü yıllar önce hararetle destekleyip “yetmez daha fazlasını isteriz” diye haykıra haykıra Saraylara taşıdıkları AKP Türkiye’ye “demokrasi”yi çoktan getirmişti. Sermayenin ve emperyalizmin Türkiye’ye uygun gördüğü “demokrasi” Erdoğan’da cisimleşmişti. Daha ne bekliyorlardı?

Şimdi başka ülkelere de “demokrasi” lazımdı. Rusya listenin başına yazılmıştı.

Gerçek buydu.

Rusya’ya da “demokrasi” götürülmesine itiraz edemeyecekleri için, Hasan Cemal ve diğerleri bu durumu sineye çekecek ve Erdoğan’ın Karadeniz ve Suriye’de Biden’la el ele yeni serüvenlere açılmasını “küresel demokrasi mücadelesi” adına gizli bir hayranlıkla izleyecekti.

Kemal Okuyan / SOL

22 Mart 2021 Pazartesi

Gezi Parkı’na bir günde nasıl el koydular...- Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Bir Yunus sözü biliyoruz. “Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi”  

diyoruz. Çoğu zaman “Mal da yalan mülk de yalan” diye devam ediyor, 

mistisizme teslim oluyoruz.  

Kuşkusuz, dünya var olurken bir sahibi yoktu. İnsanlar mülk edinmeyi öğrendiler. Sahip olmaya dayalı bir düzen kurdular. Çit çekilmese de dikenli teller olmasa da gördükleri binalara, boş arazilere “sahibi var” diye baktılar.

Demokrasi yavaş işleyen bir düzendir. Konuşma ve uzlaşma, ilerleyişin motorudur. Dikta rejimleri hızlıdır. Bugün düşünür, yarın yaparsınız.


Cumadan cumartesiye ardı ardına gelen haberlerden biriydi. “Taksim Gezi Parkı’nın mülkiyeti ‘Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na geçti” ifadeleriyle duyuruldu. Merkez Bankası Başkanı’nın ya da İstanbul Sözleşmesi’nin bir kişinin isteğiyle değiştiği günün içinde öğrendik. Tarihi şehrin en kalabalık ve tabii yakın zamandaki en tartışmalı meydanının mülkiyeti bir imzayla değişmişti.

GEZİ PARKI VAKIF DEĞİL

Kararı ilk duyduğumda ben de herkes gibi önce “Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı kaldı mı” diye düşündüm. Elbette fiilen ortada yoktu. Bu, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün “mazbut vakıf” dediği şeydi. Osmanlı döneminde kurulmuş, kaybolmuştu. Haliyle bugün bir yönetim kurulu ya da tabelası bulunmuyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü, bütün mazbut vakıflar gibi, bu vakfı da resmi olarak temsil ediyordu.

Bugünkü kalabalığa bakıp aldanmayın. “Dedeme vermişler de almamış” diyoruz ya… 1481-1512 yılları arasında imparatorluğu yöneten Sultan Beyazıt döneminde, sadece Gezi Parkı değil, Taksim Meydanı da boş bir araziydi. Hatta yıllarca öyle de kaldı. “Taksim” adını bile 1731 yılında şehrin su ihtiyacını karşılamak için bu koca boşluğa inşa edilen binadan aldı. 19. yüzyıl başına gelindiğinde, bu alana, kapıkulu askerlerinin topçu sınıfı için  “Topçu Kışlası” inşa edilmişti. Haliyle çoktan vakıf arazisi niteliğini yitirmişti.

Cumhuriyet döneminde de yapılan meydan düzenlemeleriyle bu vakıfsızlık hali sürdü gitti. Çoğu kişi hatırlayacaktır. 2013 yılındaki Gezi Direnişi sırasında, alanla ilgili açıklamaları yapan yönetici Kadir Topbaş’tı. Yani alanın sahibi olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Başkanı.

HER ŞEYE EL KONABİLİR

Peki, nasıl oldu da şehrin en kritik parkı bir anda el değiştirdi?

Cuma günü yapılan resmi açıklama, bu dönüşümü, 2008’de yapılan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 30. maddesine dayandırıyor. Söz konusu madde şöyle: “Vakıf yoluyla meydana gelip de her ne suretle olursa olsun Hazine, belediye, özel idarelerin veya köy tüzelkişiliğinin mülkiyetine geçmiş vakıf kültür varlıkları mazbut vakfına devrolunur.”

Peki, bu maddeye dayanarak Gezi Parkı belediyeden alınıp Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilebilir mi?

Bu sorunun yanıtını İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat’a sordum. Yasayı okuduktan sonra söze “vakıf yoluyla meydana gelmek” diye başladı. “Demek ki bu kanunu uygulayabilmeniz için yapının vakıf yoluyla meydana gelmesi gerekir” diye devam etti. Polat “Mesela Beyazıt Camii böyle bir yapıdır, vakfı kurulmuş, varlığını bu iş için harcamış ve yapıyı meydana getirmiş” dedi. Haliyle basit bir soru soruyordu: “Gezi Parkı ‘vakıf yoluyla’ mı meydana geldi?”

Mahir Polat devam ediyor: “Yasa aslında şunu söylüyor. Bir cami yaptın, bir medrese yaptın ve bunu vakıf yoluyla yaptın. Sonra bu vakıf zaman içinde dağıldı. Eğer bu yapılar bir kamu kurumunun elindeyse, korumak için mazbut vakfa devredilir.”

Peki, bu yasanın uygulaması yeni bir el koyma kültürü mü yaratıyor?

Bu yasa ile bir süredir hedef alınan varlıkların olduğu belediyeyi yöneten Polat şöyle söylüyor:

“30. madde vakıf arazileriyle ilgili değil. Bugüne ulaşmış tarihi binalarla ilgili. Vakıf arsaları konuymuş gibi manipüle ediliyor. Arsadan söz edip onu 310 yıl sonraki binaya, onu da 130 yıl sonra yapılmış bir parka bağlıyorlar. Tarihi İstanbul’un neredeyse dörtte üçü vakıfla ilişkili toprak, arazi, mülktür. Bu şekilde kamu kurumlarının elindeki hemen hemen tüm binaları Vakıflar Genel Müdürlüğü alabilir. Her arsanın, her binanın, her yapının tarihi bir belgede bir vakıfla ilişkisini görebilirsiniz, arayıp bulabilirsiniz. Dolayısıyla bu maddeyi böyle uygularlarsa alamayacakları yer yok.”

YASANIN ÖZÜNE AYKIRI

Görünen o ki mevcut yasa kötüye kullanılarak bir el değiştirme geleneği oluşuyor. Mahir Polat anlatıyor:

“Biliyorsunuz, daha önce Galata Kulesi’ne de bu kapsamda el kondu. Ben orada da anlattım. ‘Galata Kulesi vakıf yoluyla meydana gelmemiştir, bu maddeden faydalanamaz’ dedim. Neden? Çünkü Galata Kulesi’ni Cenevizliler yaptı. Bu kadar basit bir bilgiyi manipüle edip ‘bu bir zamanlar vakıftı öyleyse el değiştirsin’ diyorlar.”

Vakıflar, Osmanlı düzeninin en önemli kurumlarından biriydi. Mülkiyet, bireyin olmaktan çıkıyor, kamuya yönelik bir amaç için kullanılıyordu. Vakıf mallarını korumak için çıkarılan yasanın da aslında bir özü var: Vakıf kültür varlığı olan tarihi eserleri korumak. İki şart var: Bir, vakıf yoluyla meydana gelecek. İki, vakıf kültür varlığı olacak.

Mahir Polat, alınan kararın öze aykırı olduğunu söylüyor:

“Vakıf yoluyla meydana gelmiş şey Gezi Parkı’nda nedir? Vakıflar Genel Müdürlüğü Topçu Kışlası’nı işaret ediyor. Peki, Topçu Kışlası Sultan Beyazıt’ın yaptığı bir yapı mıydı? Hayır, kışla 19. yüzyılda yapıldı. Sultan Selim’in bir devlet kurumu olarak yaptırdığı binadır. Vakıf değildir, askeri binadır. Sultan Beyazıt’tan üç asır sonra yapılmış, vakıf niteliği de olmayan, bugün de ortada olmayan bir binaya dayanarak nasıl bu araziyi alıp Sultan Beyazıt Vakfı’na devredeceksiniz?”

HER ŞEY BİR GÜNDE OLDU

“1914 tarihli bir belgenin fotokopisine dayanarak bunu yapıyorlar. Belgede özetle diyor ki ‘Sultan Beyazıt Han Vakfı’ndan gelen topraklar üzerine bu bina (Topçu Kışlası) yapıldı’. Bakın ‘vakıf kültür varlığı’ vardı demiyor, ‘arsası vardı’ diyor. Arsa, kültür varlığı değildir. Arsa arsadır. ‘Vakıf kültür varlığı olma şartına’ uymaz. Ama 2012’de, önce Topçu Kışlası’na dayanarak burayı kültür varlığı ilan ediyorsunuz. Sonra bir zamanlar bu arazinin Sultan Beyazıt Vakfı’nın arsası olduğunu söylüyorsunuz. Sonunda da parkı vakfa devrediyorsunuz. Bu kadar hukuk ve tarih katliamı olmaz.”

Öyle anlaşılıyor ki işi kitabına uydurmak için yasa sebep kılınıyor. Her şeyin bir günde yapılması alışkanlığı, sadece Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde değil, her yerde kendisini gösteriyor. Mahir Polat bir günde yaşadıklarını şöyle özetliyor:

“Bir günde olmaz böyle bir şey. Bir günde İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü tek sayfa bir yazı yazıyor. Beyoğlu İlçe Tapu Müdürlüğü de sanki o belgeyi bekliyormuş gibi, bir günde ‘tamam’ diyor, onaylıyor. Gezi Parkı’nı bir günde İBB’den alıp Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devrediyor. Bunun emsali yok.”

Tarihi korumak için çıkarılmış kanunlar, üstünde ağaçların olduğu bir parkı halktan koparmak için kullanılıyor. Halkın oyuyla seçilmiş bir belediye, tam da şehir meydanı için düzenleme yapacakken, kendisini meydansız buluyor. Aynı zamanda sistem, kendisine yasalarla el koymaya ve yeniden dağıtmaya dayalı bir mülkiyet sistemi inşa ediyor.

İnsanın kendi eliyle yaptığı putların esiri olması gibi. Tek kişiye hizmet eden “kutsal yasalar” bir ağaç gölgesine bile “benim” demenize izin vermiyor. Ağaçları dikenler bir gün yasa da yaptığında bütün gölgeler bizim olacak.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

21 Mart 2021 Pazar

Sözleşmeden sonra - Mehmet Kuzulugil / SOL

 Şimdi ister misiniz, ülkemizin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararından bir yıl sonra birileri kameraların karşısına geçip yine sağdan soldan derledikleri istatistiklerle konuşsunlar ve kutlasınlar.



Geçtiğimiz haftalarda AKP'li kadın vekil Atçı'nın "erkekler kadınların 10 katı öldürülüyor" sözleri bütün acayipliğine rağmen tartışıldı. AKP bazı konularda "sinir uçlarına" abanarak kendini ciddiye aldırıyor.

Bu arada Atçı bu "yorumun" ilk sahibi de değil.

Geçtiğimiz yıllarda önce ne idüğü belirsiz eski Taraf yazarı Melih Altınok bu büyük buluşu yapmıştı. Kadınların 10 katı erkek öldürülüyordu. Hatta Altınok BM verilerine başvuruyordu ve 2018'de tüm dünyada öldürülenlerin 10'da 8'inin erkek olduğunu gösteriyordu. Yani birincisi, dünyada bir erkek cinayetleri sorunu vardı, ikincisi ülkemizin durumu bu açıdan daha da kötüydü!

2019 sonlarında Süleyman Soylu da meselenin bir başka boyutunu yakaladı.

Soylu'nun söylediğine göre 2018'de öldürülen kadınların oranı Türkiye'de yüzbin nüfus başına 3,8 idi. Bu sayı Avrupa'da 7!

Soylu da sayıları tezgaha alıp konuştururken "erkek cinayetleri" tarafına gitmemişti pek işin. Yani "erkekler daha çok öldürülüyor canım" deme acayipliğini Soylu üstlenmemişti. O "durumumuzun iyi" olduğunu Avrupa karşılaştırmasıyla ortaya koymayı tercih etmişti.

O günlerde yazmıştım. Tekrar hatırlatmak istedim.

Yayınlanan istatistiklerde "kadın cinayetlerinde durumumuz" hakkında en çarpıcı veriyi ölenlerin değil öldürenlerin sayıları sunuyor.

Kolay antipatikleştirilen, bir "feminist erkek düşmanlığı" olarak resmedilen "erkekler şu kadar kadını öldürüyor" tablosundan söz etmiyorum. Dünyada da ülkemizde de Mavi cüzdanlılar failler tarafında zaten büyük çoğunluğu oluşturuyor.

Ama bu değil.

Daha çarpıcı olan veri şu:

2018 yılında Türkiye'de öldürülen kadınların yüzde 95,5'i...

Yakınındaki kişiler tarafından öldürülmüştü!

BM istatistiklerinde Eş/Duygusal partner olarak tanımlanan fail oranı Türkiye için yüzde 63,5, akrabaların fail olduğu cinayetlerin oranıysa yüzde 32.

Türkiye'de 2018'de öldürülen kadınların tam (TAM!) yüzde 95,5'i sevgilisinin ya da bir akrabasının elinde can vermişti. Dünya ortalaması yüzde 58'ken!

Ve bir sayı daha...

Yine 2018 yılında 279 kadın öldürülmüştü. Bu cinayetlerin faillerinin yüzde 86,5'inin sabıkası yok.

Yani 2018'de öldürülen 279 kadın'dan 241'i, daha önce belki hırsızlık bile yapmamış, yaralama, cinayet gibi suçlara karışmamış kişiler tarafından öldürülmüş. Bu neden önemli? Çünkü bu "kadın cinayetlerinin" gerçekten kadın cinayeti olduğunu, genel olarak suça meyilli, "sicili" olan kişilerin değil bir bakıma "sıradan" insanların, öldürülen kişinin en çok sevgilisi ya da kocası ama belki ağabeyi, belki babası, elbette çok daha az olsa da belki kızkardeşi ya da annesi olan sıradan kişilerin bu cinayetleri işlediğini gösteriyor.

Soylu bir de 2019 sonunda yaptığı açıklamada "vakaların önemli bir kısmında daha önce polise bir başvuru olmadığını" belirtiyor.

Soylu'nun işaret ettiği "gerçek" elbette başka bir şeyle ilgili. 2018 yılı boyunca öldürülen kadınların önemli bir kısmı şiddet gördüklerini ya da yaşamlarının tehlikede olduğunu belirterek polise başvurmuş değil.

Bunun nedenini hepimiz biliyoruz. Daha doğrusu iki nedenini de biliyoruz. Basitçe öldürülen kadınlar arasında daha önce polise başvurmuş olanların sayısının 0 (sıfır) olmamasıyla (olmamasıyla evet!) ilgili. Soylu'nun o zamanlar övündüğü şey aslında şiddet gören, yaşamı tehlikede olan kadınların, devleti, onun güvenlik güçlerini "koruyucu" olarak görmediklerini gösteriyor. İkinci nedeni söylemeye bile gerek yok. Yapılan başvuruların bir kısmının resmilik bile kazanamadığını, daha karakolda başvuranın başvurmaktan vazgeçirildiğini tahmin etmek için karakol görmüş olmak bile gerekmiyor.

Sonuç?

Kadınlar yakınları tarafından öldürülüyor. Öldürülen kadınların çok önemli bir kısmı devletin kendilerini koruyabileceğine zaten inanmamış. (Biliyorsunuz: Bir kısmı da inanmış ve bunun bedelini canlarıyla ödemişler.)

'İstatistik'

Şimdi yobazlar, "İstanbul Sözleşmesi'nin imzalanmasından sonra kadına şiddet olaylarının arttığını" da sürekli tekrarlıyorlar.

İstatistik bilimi, bir teknik olarak toplumsal yaşamın iyileştirilmesinde büyük işlevler üstlenebilir. Ama çok iyi biliyoruz ki, bir istatistik bilimi var, bir de istatistik manüplasyonu.

Şimdi ister misiniz, ülkemizin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararından bir yıl sonra birileri kameraların karşısına geçip yine sağdan soldan derledikleri istatistiklerle konuşsunlar ve kutlasınlar bu kararı.

Mesela "2021 yılı boyunca öldürülen erkeklerin öldürülen kadınlara oranı 11 kata çıkmıştır. İstanbul Sözleşmesi zulmü altında inlediğimiz 2020 yılında bu oran 10 idi." Belki bu tür hokkabazlıklar için 1 yıl beklememiz de gerekmez.

Mehmet Kuzulugil / SOL

Kaynaklar:

https://www.pa.edu.tr/Upload/editor/files/Kadin_Cinayetleri_Rapor.pdf

https://www.unodc.org/documents/data-and-analysis/gsh/Booklet_5.pdf

https://injuryprevention.bmj.com/content/22/Suppl_2/A143.1