14 Eylül 2016 Çarşamba

AKM’ler yıkılamaz! - DOĞAN HASOL

İstanbul AKM’nin durumu uzunca bir süreden beri tartışılırken, bu kez de Ankara AKM’nin yıkılması hevesi gündeme geldi. Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek AKM binasını yıkmak istiyormuş.


 Eski TBMM Başkanı ve AKP Ankara Milletvekili Cemil Çiçek 2012 yılında, “AKM, ne başkente yakışıyor ne de bizim iktidarımıza. Bu ucubeden bir an evvel kurtulalım” demişti. O binanın AKP iktidarı ile ne ilgisi olabilir? Herhalde Çiçek, AKP ile AKM’yi karıştırmış olmalı. 
Siyasetçiler bilgi sahibi olmadıkları konularda uluorta konuşabiliyorlar. Sanatın içine tükürebiliyorlar, sanatsal konularda “ucube” sözcüğü de dillerinden düşmüyor.

Ata’nın 100. yaşına ithafen 
1981 yılı yüce Atatürk’ün 100. doğum yılı idi ve yurdun her yanında düzenlenen etkinliklerle coşkuyla kutlanıyordu; Ankara Atatürk Kültür Merkezi de o kapsamda ele alındı. Bu amaçla hatta 1980’de “Atatürk Kültür Merkezi Kurulması Hakkında” bir yasa bile çıkarılmıştı. Eskiden Hipodrom’un yer aldığı geniş alan kültürel hizmetler için yeniden düzenlenecekti. 
Projenin ilk adımını oluşturan müze, sergi, kütüphane bölümlerini içeren yapı, açılan yarışmayı kazanan projeye göre gerçekleştirildi ve 1987’de açıldı. Yapımın finansmanında, halktan toplanan bağışlar da kullanıldı. Bina, 1990 yılında Ulusal Mimarlık Ödülü’nü kazandı. 
Yine o alanda yapılması öngörülen, opera-bale, tiyatro salonlarını da içeren Kongre ve Kültür Merkezi için 1995 yılında açılan yarışmada kazanan proje gerçekleştirilmedi. Kompleksin başka bir parçasını oluşturmak üzere düşünülen Türkiye Uygarlıklar Müzesi girişimi de sürdürülmedi.

Ödüllü bina 
Neoliberalizm furyasında kent merkezindeki böylesine geniş kentsel donatı alanlarına göz konması şaşırtıcı değildir. Belki biraz da o nedenle AKM binası ihmale uğradı ve iyi kullanılmadı. Şimdi o kötü kullanım kusurlarını binanın mimarisine mal etme çabaları görülüyor. Böylece, yarışmayla seçilmiş, halkın bağış desteğiyle bitirilmiş, sonra da ödül kazanmış 29 yıllık bina yıkılmak isteniyor. Aynı kapsamda 19 Mayıs Stadı da yıkılacakmış.

Kültür başkentinin ayıbı 
Cumhuriyet döneminin çok tutarlı birçok mimarlık örneği iktidarın yıkım programında... İstanbul AKM, 8 yıl önce bakım-onarım amacıyla kapatılmıştı; İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olacağı 2010 yılına yetiştirilecekti. Ne var ki, sonuçta 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul, o yılı en önemli kültür merkezinden yoksun olarak geçirmenin ayıbını yaşadı.

İstanbul AKM hâlâ kapalı... Opera, bale, konser ve tiyatro yersiz yurtsuz. Şu anda bina polis karargâhı niteliğinde. Yıkıp yerine başka bir yapılaşma için yabancılara el altından bazı projeler yaptırıldığını duyuyoruz. Son olarak geçenlerde Cumhurbaşkanı da Taksim’de Topçu Kışlası’nın yeniden yapılacağını bildirirken bir cami ile bir opera binasının da inşa edileceğini sözlerine eklemiş.

Son söz... 
AKM’ler yıkılamaz. O binaların, kültür varlığı olarak yasal koruma desteğine sahip olmalarının yanı sıra Türkiye mimarlık tarihi içinde ciddi yerleri vardır. Doğru çözüm, o yapıları kimliklerini bozmadan gerekli eklemeler ve düzenlemelerle güncelleştirmek olmalıdır. Tıpkı Paris Operası’nda, Milano’da La Scala’da yapıldığı, şimdi de Sidney Operası’nda yapılacağı gibi. Bütün bu tutarsızlıkların ardında, “Atatürk” adına bazı kişilerce duyulan alerji olabilir mi? Buna inanmak istemem; hiç kimse o denli değerbilmez olamaz.  

DOĞAN HASOL
Dr. Y. Müh. (Mimar)

Cumhuriyet

10 Eylül 2016 Cumartesi

Üç devrimin ışığında-ORHAN GÖKDEMİR/SOL

Bir yeni insan işidir devrim. Eski bağlılıkların kırılması ve yerine yeni bağlılıkların kurulması işidir. Böyle bakınca Büyük Fransız Devriminin Aydınlanma Çağının ardından gelmesi doğaldır. Aydınlanma eski düzenin değerler sistemini sarstı. Fransız Devrimi o sarsıntının açtığı çatlakta bir yeni düzen kurdu ve bir yeni insan yarattı. Respublica, cumhuriyet, o devrimin getirisidir. Devrim eski düzenin kullarını bağlarından kurtararak bir araya getirmiş ve bir halka (res public) dönüştürmüştür.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği veya Türkiye Cumhuriyeti, adlarından da anlaşılacağı gibi Büyük Fransız Devrimi ile aynı soydandır. Devrim ile kuruldular, iki devrim de monarşiyi yıktı ve yerine cumhuriyet kurdu. Bu aynı zamanda, monarşide kul olanlardan bir halk yarattıkları anlamındadır. Rus Devrimi Çarlığı ve Türk Devrimi Sultanlığı tasfiye etti. İkincisi esinini birincisinden almakla birlikte, eşitlikçi bir düzen fikrinden ürktü, kapitalist yolu seçti.  İktisadi yürüyüşleri farklı farklıdır, ancak her ikisi de cumhuriyettir. Bunu etki alanındaki coğrafyada yaşayanları bir halk yapma mücadelesi olarak anlıyoruz.
Büyük Fransız Devrimini devrimler çağı için bir milat saymamızın asıl nedeni işte budur. Fransız Devrimi cumhuriyet fikrini yarattı ve bu fikir hala devrimlere esinini vermeyi sürdürmektedir.
Devrim, kulu insana, cemaati halka dönüştürme işidir. Bunun için mutlaka eskinin bağlılıkları ortadan kaldırılmalıdır. Kilisenin, kralın, mülkiyetin, dinin, tanrının ve bunlardan esinlenen kutsal inançların devrimin hedefleri arasında olması rastlantı değildir. Monarşi, onun dayanağı olan eski sınıflar, kilise babaları, aristokrasi, bu arkaik yapıdan beslenen cemaatler devrim karşısında köhne olanın güçleridir. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik işte o güçlere karşı verilen kavganın adıdır.
Ve 200 yıl sonra aynı yerdeyiz. Demek ki hala ve henüz bir cumhuriyet davası ile karşı karşıyayız.
***
Devrimin yeni insanını konuşmaya Joseph Fouché ile başlamak ne kadar dramatik. Üstüne kilisenin ve aristokrasinin o küflü kokusu sinmiş bir yeni insandır. Fakat devrimin içinde hızla biçimlenecek ve bambaşka bir canlı olarak ayakları üzerine dikilecektir. İnsanın olmadığı bir düzenin içinden sıyrılıp gelen tuhaf bir yaratık da diyebiliriz ona, yenidir. Cumhuriyetten çok onun dayandığı yeni sınıfın, burjuvazinin bir soyutlamasıdır. Devrimcidir, fakat dönmeyi, saf değiştirmeyi kural haline getirmiş bir haindir aynı zamanda. Nüve halinde soyut bir burjuvadır özetle. Bu çağları aşan kişiliğin biyografisini büyük yazar Stefan Zweig’a borçluyuz.
Lakabı “Lyon Kasabı.” Fransız Devriminin en vahşi, en acımasız kişiliğidir çünkü. Devrimde, terör günlerinde, monarşide hep en öndedir. Başlangıçta dindar, sonra Jironden, Jakoben, gizli polis teşkilatı şefi, vali, dük, içişleri bakanı, diktatör Napolyon’un akıl hocası kimliklerinde görürüz onu. Her kimlikte sanki o görev için doğmuş gibi rahattır. Her devrin adamıdır. Hain ve dahi; Her iki nitelik de onun doğal bir davranış biçimi, iğreti durmaz bunlar üzerinde. Çağlar boyunca arayıp bulabileceğiniz en kusursuz dönektir bir iddiaya göre. Para, güç ve iktidar düşkünü. Yaşadığı çağda kim değil ki?
Terör günlerinin amansız devrimcisi. Kiliseye, dine ve özel mülkiyete başkaldırdı ve bunlara her yerde saldırarak yerle bir etti. Belli ki, bunları yaparken aynı zamanda önceki bağlılıklarına saldırıyordu. Kiliseye, krala, mülkiyete, dine, tanrıya ve halkın kutsal inançlarına amansızca saldırdı. Bunları yıkmak için sınırsız bir şiddete gerek olduğunu biliyordu. Hepsini bir giyotin darbesiyle parçaladı ve yıktı.
Fakat devrim büyük çalkantılarla, gelgitlerle ilerliyordu. Bu çalkantıda ayakta kalmak güçtü. Yıkılanlar ayakta kalanların ayakları altında eziliyordu. Belki de bir tek o ayakta kaldı bu yıllar boyunca. Jakobenlerin terör döneminin bittiğini anlayınca Thermidor’u ve Direktuvar’ı destekledi. Direktuvar’ın işi bitince Talleyrand'la birlikte Napoleon'un darbesini tezgâhladı. Napoleon devrilince Restorasyoncularla uzlaşmaya çalıştı.
Tuhaf ve sinsi bir oportünisttir Fouche. Bir prensip adamı olan Robespierre’in antitezidir. Geçmişi yoktur; kişilere, geçmişine, düşünceye hiçbir bağlılık göstermez. Geleceğe bakar, zamanın ruhuna hemen nüfuz eder, akan zamana ışık hızıyla ayak uydurur. Safı her daim kazananın yanıdır, gözü çoğunluğun ve gücün üzerindedir. Sadakatsizlik bu oyunun zorunlu davranış biçimidir, yaptığından utanç duymaz.
Ama onun iktidarı “perde gerisi”ne gizlenmiştir. İlk bakışta adeta görünmezdir. Bir nefret objesi olmakla birlikte iktidarı elinde tutanlar onsuz olmayacağını hemen fark etmişler ve ardından da ona teslim olmuşlardır.
Devrinin kapanmasının Restorasyon döneminde olması da rastlantı değildir. Kral-aristokrasi-kilise babaları geri dönüp iktidarı almış, kendi dışındaki tüm iktidar odaklarını ezmiştir. Bu ortamda Fouche sadakatini yitirmiş, soylu olmayan alt sınıftan sıradan biridir.
Ancak aradan geçen zaman içinde Fouche, bir soyutlama olmaktan çıkmış, ete kemiğe bürünmüştür. 1848’de işçi sınıfı yeniden barikatlara dayandığında yardımını ve yoldaşlığını umduğu burjuva sınıfının aslında Fouchelerden oluştuğunu çok acı bir biçimde anlayacaktır.
***
Sovyet Devriminde yeni insanımız doğal olarak birden çoktur. Semion Ter Petrosyan, bilinen adıyla Kamo ilk örneğimiz. Alt sınıftandır, ümmidir. Biyografisini Jacques Baynac’a borçluyuz. 
Bir görev adamıdır Kamo. Onun için dünya iki sınıftan ibarettir; Proleterler ve burjuvalar. Dolayısıyla insanlar da ikiye ayrılır, burjuvalardan yana olanlar ve proletaryadan yana olanlar. Sırtında illegal yayın taşır Kamo. Silah temin eder yoldaşlarına. Tiflis'te bir bomba laboratuvarı kurmuştur ihtiyaç hâsıl olunca. Partiye para gerekiyorsa hiç düşünmeden bir bankaya dalıp soyar, çıkar. Dava için birini vurmak gerekiyorsa vurur. Partiye para gerekiyor ve soyacak banka da yoksa, zengin ve yaşlı aristokrat kadınları ikna etmek de ona düşer. İnatçı ve dirençlidir. Ömrü kaçma ve kovalamalarla geçmiştir. Polisin eline düştüğü her defasında konuşmamanın ve olanak olduğunda kaçmanın bir yolunu bulmuştur. Polis bırakın konuşturmayı, kimliğini bile tespit edememiştir. Tıkıldığı bir hapishaneden uzun zaman deli taklidi yaparak ve muhataplarını buna inandırarak çıkmayı becerebilecek kadar irade sahibidir. Devrimden sonra okuma yazma öğrenme sancısıyla kıvranarak Gorki dâhil pek çok tanıdık simanın kapısını çaldı. Bisikletiyle bir otomobilin altında kalarak can verdi. Kamo, Rus Devriminin proleter yanıdır.
Alexander Parvus ise devrimin burjuva karakterinin soyutlamasıdır. Marksist teorisyen, Rus devrimci, Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nde tartışmalı bir eylemci. “Sürekli Devrim Tezi”nin yaratıcısı. Troçki’nin yol arkadaşı. Bazı iddialara göre Alman ajanı. Hiç kuşkusuz 20. Yüzyılın en önemli olaylarında başrol oyuncusu. Arada Türkiye’ye gelip İttihat ve Terakki ile de yakınlaştı. Bizde de “Türkiye’nin Mali Tutsaklığı” adıyla kitap olarak yayınlanan bir sürü makale yazmış dönemin dergilerinde. Büyük paralara hükmeden dönemin en karanlık para babalarından biri aynı zamanda. Devrimcilik ile hükumet ajanlığı arasında dolaşıp duran bir tür geç gelmiş Foche’dir Parvus.
12 Aralık 1924'te Berlin'de öldü. Bedeni yakıldı ve Berlin'deki bir mezarlığa gömüldü. Ölümünden sonra Konrad Haenisch onun hakkında hatıratına şöyle yazdı "Bu adam İkinci Enternasyonal'in en yetenekli beynine sahipti."
Ümmi Kamo ve Entelektüel Parvus, Rus Devriminin iki yeni insanın soyutlaması.
***
Peki ya Türk Devrimi? Topal Osman’ı mı yoksa Çerkez Ethem’i mi anlatsak? Evet, ikisi de eşkıya.(Yobaz İsmail’in kulakları çınlasın!) Ama o yıllarda kim eşkıya değil ki? Bir imparatorluk dağılırken herkes eşkıyadır. Yıkıma yol açanın kendisi olduğunu anlamayıp yıkımdan geriye kalanı mülkü sanan sultanın-imparatorun kendisi bile. Ama eninde sonunda ikisi de en fazla Fouche kadar acımasız, Kamo kadar kahraman ve dirençli, Parvus kadar zeki ve dalaverecidir. Belki başka bir yazıda, daha tamam bir portre çizeriz.
Bu karmakarışık kişilikler, devrimlerin karmaşasını ele vermektedir. İdeal koşulların ve ideal insanların işi değildir devrim. Hatalardan doğar, kendisi de bir sürü hata yapar. Doğaldır; devrimi yapanlar eski toplumun içinden gelen “kirli” insanlardır. Karanlıkta, el yordamıyla yollarını açarlar. Eski bağlılıklarından kurtulmakta kararsızlık gösterirler. Yeni ortaya çıkınca onu korumak için çok acımasız olurlar ve yer yer bir zalime dönüşürler.
Bugünün devrimcisi, dünün bütün devrimlerinin mirasçısıdır. Onların amansız eleştirmeni olmasına da engel değildir bu. Evet, onlara kanını veren sınıf gericileşmiş, bayraklarını yere düşürmüştür. O bayrağı yerden kaldırmak da bugünün devrimcisinin boynunun borcudur.
Bu kayıtla yazıyorum; Kemal Okuyan kardeşimin dediği gibi Vahdettin onların Mustafa Kemal bizim olsun. Fransız Devrimine, Rus Devrimine, Türk Devrimine ayağı basmayan devrimci olmaz çünkü. Bu devrimlere kin besleyerek yol alınmaz. Eksiğiyle fazlasıyla, hatasıyla sevabıyla hepsi bizimdir...

ORHAN GÖKDEMİR/ SOL

Reis’in ‘zamanı’ - Nilgün Cerrahoğlu

Despotluğuyla nam salan Kuzey Kore diktatörü Kim Jong-Un, bir yıl önce ülkesinin saat dilimini değiştirdi. Ülkenin Seul’la paylaştığı ortak GMT saat diliminden çıkarak “yarım saatlik” ilave farkla kendine özgü bir “Pyongyang zamanı” icat etti. 
Pyongyang’ın kararı siyasiydi. 
Kuzey Koreli yetkililer değişikliği, o ana dek geçerli olan zaman kuşağını vaktinde kendilerine empoze etmiş olan “Japon emperyalizmine başkaldırı” diye tanıttılar. 
Pyongyang’ı, siyasi-ekonomik müttefiği Çin dışında, bölgedeki tüm ülkelerden ayırarak soyutlayan bu zaman dilimi değişikliği, Kore Yarımadası’nın Japon işgalinden kurtuluşunun 70. yıldönümüne denk getirildi. Bir taşla iki kuş… 
Kuzey Kore’nin gerçekte meramı bir yanda siyasi sponsoru Çin’le safları sıklaştırmak olurken, Batı’ya yakın Güney Kore ile de mesafeyi açmaktı… Kuzey Kore’nin dikta rejimi altındaki izolasyonizmini büsbütün derinleştiren bu yeni saat dilimi tercihi, siyasi nedenlerle yapılan saat dilimi farklılıklarına son örneklerden sadece biri. 
Bir diğeri 2014’te Rus işgaliyle Ukrayna’dan koparılan Kırım’da saatlerin Moskova ile eşleştirilerek 2 saat ileriye alınması oldu. Ve Kırım’ın Ukrayna ile arasında “2 saatlik” bir delik açıldı.

Neden siyasi-ideolojik 
2000’lerdeki başka bir yakın örnek Venezüella’nın ABD karşıtı eski devlet başkanıHugo Chavez’in tetiklediği “saat dilimi farkı” olmuştu. Venezüella saatini yarım saat ileri taşıyarak “Washington’ın emperyalist zaman diliminden çıkaran” Chavez’in ekonomik kayıplara mal olan bu hamlesi sonra ardılı Nicolas Maduro tarafından geri alındı. 
Bir ülkenin, böyle “yaptım oldu” şeklinde ekonomik, siyasi ve coğrafi ilişkilerini etkileyen bir zaman diliminden çıkarılıp farklı zaman dilimine taşınması hemen hiçbir zaman rasyonel gerekçelerle olmuyor. Zaman dilimi değişikliğini hep siyasi ve ideolojik tercihler yönlendiriyor. Bu değişiklikleri, yukardaki örneklerde gördüğümüz üzere hemen her zaman diktatör/otoriter liderler, ekonomik rasyoneller hilafına yapıyorlar. 
O nedenle bir ülkede “zaman dilimi” değişikliği olduğunda bu değişikliği yapan mercilerden tutarlı ve mantıklı açıklama beklemek boş. Çocuklar yeni saatle okula gitmek için karanlıkta yola koyulacak, bizler de zifiri karanlıkta işten geri döneceğiz, kimyamız bozulacak, enerji tasarrufu yerine enerji israfı olacak, yoğun ekonomik ilişkilerde olduğumuz ülkelerle bu ilişkilerimiz sarsılacak… Dolayısıyla bu doğru bir karar değildir şeklinde argümanlarla bir tavır değişikiliği beklemek faydasız. 
Milyonlarca insanın yaşamını etkileyen ve ülkelerin uluslararası konumlarını şartlayan “zaman dilimi değişiklikleri”, hiçbir zaman makul savlarla gelmez. Türkiye’de de böyle oldu. Önceki gün Resmi Gazete’de yayımlanan bir kararla artık hep yaz saatinde kalınacağı “yurttaşlara” tebliğ edildi. 
Bu Türkiye’nin fiili zaman dilimi değişikliği ile GMT+2’den GMT+3’e geçmesi demekti.
Bu uygulamayla AB başkentleriyle saat farkımız 2’ye çıkarken, Riyad-Mekke hattıyla saatler eşitleniyordu.

‘Referansımız İslam’ 
Her alanda “uygarlık çatışması”na girdiğimiz Avrupa’dan, maddi zaman “saat” itibarıyla da uzaklaşıyor ve Ortadoğu ile senkronize oluyorduk…
Saat dilimi” tartışmaları ilk su yüzüne çıktığı dönemde de yazmıştım: 
Tarihi “Demokrasi amaç değil, araçtır” söyleşimizde “Usta”, “Referansımız İslamdır.Referansımıza ters hiçbir şey yapmak ve yaşamak istemiyoruz” demişti... 
Saatler de belli ki artık “Usta”nın referansına göre şekillenecek. Onun referansıyla akacak. Gelin şimdi “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır” diyenAhmet Hamdi Tanpınar’ı anmayın. 

Türkiye’ye “ayarı veren insan”, zamanı Suudi Arabistan’la sıfırlamak istiyor. 
Tanpınar bugün yaşasaydı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ne yeni bir cilt kazandırırdı...

Nilgün Cerrahoğlu/ Cumhuriyet

ByLock muamması- ÖZGÜR MUMCU

Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, cemaatçilerin haberleşmek için kullandığı ByLock uygulamasını TÜBİTAK’a sızmış cemaat mensuplarının yazdığını söyledi. Özlü’ye göre bu uygulamayı 215 bin civarı kişi kullanıyormuş. İşin tuhafı, darbe girişiminden evvel ByLock’u neredeyse bilen yok. Google istatistiklerine göre neredeyse hiç aranmamış. Twitter’da ise uygulamadan bahsedenlerin sayısı 10’dan az. 

Fakat Bylock’tan bahsedenlerden biri Gülen cemaati mensubu ve iktidar medyasına bakılırsa Pensilvanya’da yaşayan Gültekin Bibar. Kendi adına açtığı hesapta, 24 Aralık 2014 tarihinde ByLock kullananların Arapça Allah çizmelerini tavsiye etmiş. Ne demek istediğini anlayamadım.
 
ByLock’tan bahseden ve cemaat yanlısı paylaşımlarda bulunan başka bir hesap ise “sürekli aynı servis sağlayıcıyı kullanmayın, bylock, kakao vs.” diye yazmış. Daha ilginci aynı hesabın, darbeden bir gün önce yani 14 Temmuz tarihinde “Pakrodin çetesinin ele geçiremediği bir TSK kaldı. Önümüzdeki günler TSK inisiyatif alacak” diye bir tweet atması.
 
The Guardian gazetesi, güvenlik uzmanlarına ByLock uygulamasını inceletti. Uzmanların ortak görüşü uygulamanın son derece amatör olduğu ve kolaylıkla kırılabildiği. Yazılımın güvenlik sertifikasına göreyse ByLock’un programcısının adı David Keynes. Kendisi Oregon’lu. Öyle biri var mı, yok mu henüz meçhul. Ancak ByLock’un programcısına ait olduğu ileri sürülen bir blog mevcut. Blog’da sadece iki gönderi bulunuyor. İlkinde, 25 Ağustos 2014’te yakında ByLock’un piyasaya sürüleceği duyuruluyor. 15 Kasım 2014 tarihli ikinci gönderideyse, uygulamanın 1 milyon kullanıcıya eriştiği ancak özellikle Ortadoğu ülkelerinden kötü niyetli bağlantılar sebebiyle ByLock’un Appstore’dan kaldırıldığı söyleniyor.
 
The Wall Street Journal’in haberine göreyse MİT, ByLock uygulamasını geçen kış tespit ederek mesajları deşifre etmiş.
 
Bazı soru işaretleri ortada.
 
David Keynes diye biri var mı? 
İddialara göre 200 binden fazla kişinin kullandığı bir telefon uygulaması nasıl uzun süre gizli kalabildi?

Cemaate yakın biri neden uygulamadan uluorta Twitter’da bahsetti. 

TÜBİTAK gibi bir kurumda çalışacak yeterliliğe sahip kişiler, nasıl uzmanların bir hayli amatör bulduğu bir uygulama yazdı?
 
Bu soruların cevaplarına sahip değilim. Bir yargıda bulunmak içinse fazla veri yok. Ancak bugünlerde bu bilgiler bir yerde derli toplu dursun istedim. Bir tuhaflık olduğu ortada. Umarım bu ve diğer gizem perdeleri adil ve açık bir yargılama neticesinde kalkar ve maddi gerçekliğe ulaşabiliriz.

Özgür Mumcu/ CUMHURİYET

9 Eylül 2016 Cuma

Rüzgâr eken... - Meriç Velidedeoğlu

Bu yıl Eylül ayı ülkemizde, çok gümbürtülü -sazlı değil- sözlü, özellikle de “Adli Yıl Açılış Töreni”yle “dimdik” ayakta karşılandı. 

Böyle olmalıydı; çünkü bu “Tören”in, bu yılki “1 Eylül”e damgasını vurması için gereken hazırlıklar daha “Mayıs” ayında başlatılmıştı, “Erdoğan” ile “Yüksek Yargıçlar”ın birlikteliğiyle; Erdoğan, “Cumhurbaşkanı” olarak; “Yüksek Yargıçlar”da yeni görevleriyle, “refakatçi” olarak.

 
Bu üç “Yüksek Yargıç”, “Yargıtay Başkanı İ. Cirit”, “Danıştay Başkanı Z. Güngör”, “Sayıştay Başkanı R. Akyel”, Erdoğan’ın “Mayıs” ayı gezilerine “refakat”edip hep birlikte çayır-çimen dolaşarak bu yeni görevin gereğini yerine getirmişler,“Rize”ye varıp Erdoğan’ın çay tarlalarında yapacağı “Çay Hasadı” gösterisine ellerinde makaslarla şen-şakrak katılmışlardı, o “21 Mayıs” günü...

Üstelik bu “Yüksek Yargıçlar”ımız -belli ki- istekle yaptıkları bu görevi Rize’de noktalamamışlar Erdoğan’ın Kırşehir’i ziyaretinde de sürdürmüşler, ülkemizin“tarafsız, yansız bir Cumhurbaşkanı (!)” olarak kendisinin “ana muhalefet”i hedef alan konuşmasına “alkışlarıyla” katılıp, “CHP”ye yaptığı eleştirileri böylece onaylayıp, “refakatçi” olarak da görevlerini tam bir “liyakat”la yerine getirmişlerdi; bizler de bu “tarihsel ortaklık”ın bütün ayrıntılarını “TV”lerin canlı yayınlarında izleyerek “tanık” olmuştuk.
 
Oysa yalnızca bu üç “Yüksek Yargıç”ın değil, “laik çağdaş hukuk”un yürürlükte olduğu bir ülkede “tüm” yargıçların görevleri süresinde kendilerini “siyasal çevre”den ayırıp soyutlamaya dikkat etmeleri, buna gayret göstermeleri gerektiği bilinir, kabul edilir. 
Buna karşın, Rize’de sergilenen “ortak mesai”nin hâlâ sürdürüldüğü, dahası bunun, “Yargıtay”ca yapılan geleneksel “Adli Yıl Açılış Töreni” için bir deneme (prova) olduğu, “1 Eylül”deki açılışla ortaya kondu. 

Erdoğan, bu yılki Törenin -toplumun yerinde olarak “Kaçak Saray” dediği- Cumhurbaşkanlığı mekânında yapılmasını buyurmuş; böylece “Yargı”nın“tarafsızlık” ilkesini ne denli umursadığını, bir de bu yolla belirtmiş oluyordu(!). 
“1 Eylül” sabahı, “Yüksek Yargıçlar”, öteki “yargıçlar”, kuşkusuz “Cumhuriyet Savcıları”, Erdoğan’ın “milletine tahsis ettiği” salonda yerlerini almışlar kendisini bekliyorlardı; “Erdoğan” salona girer girmez, anında “ayağa kalktılar”; içlerinden kimisi, iliklemek için -ilik, düğme arayıp- cüppesini çekiştirse de, Cumhurbaşkanı’nı dimdik “ayakta” karşıladılar... 

Değerli dostlar, böylece bir kez daha, yargıçlar -yargının temeli olan- tarafsızlık”ilkesini ne denli umursadıklarını ortaya koymuş olmuyorlar mı? 
Dolaysiyle Erdoğan’ın, ağzından düşürmediği “birlik” söylemini, “kuvvetler ayrılığı” ilkesine de uygulayarak, kuvvetler birliğini oluşturup, “üç erk”i de avucunun içine almasını kolaylaştırmış, desteklemiş olmuyorlar mı? 

Nitekim törende konuşan Erdoğan, isteklerini söyleyip bunların “hızla”gerçekleştirilmesini açıkça “yargı”ya buyurdu; böylece “yargıçlar”dan da bu istekleri doğrultusunda kararlar almalarını bildirmiş olmuyor mu?
 
Yaratılan bu durum karşısında, “Başkan Cirit”in yaptığı açık konuşmasında,“Hukuk devletinde, hukukun üstünlüğünün, ancak ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin tam olarak uygulanması ile gerçekleşeceğini” belirtmesini, bir bakıma bu“ikircikli” tutumu nasıl karşılamalı?
 
Pek sakıncalı olan bu tutum karşısında, “CHP lideri Kılıçdaroğlu”“2016”nın “Adli Yıl Açılış Töreni”ne hem katılmadı, hem de töreni “tam bir yüzkarası” olarak değerlendirdi. Ayrıca yargıçların -neredeyse- Erdoğan’ın her dediğini alkışlamalarını da eleştirdi; bu tutumun, “yargı yürütmenin emrine girdi, siyasete bulaştı”demek olduğunu da vurguladı. 

Ve Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun bu eleştirilerini, “çok ayıp!” diye karşıladı; “yüzkarası”söylemi için de, “çok çirkin” dedi, ardından “kendisine yakıştıramıyorum”vurgusuyla da bir bakıma -“siyasiler böyle bir dil kullanmamalı!” uyarısını yapıverdi; sanki, yurttaşına “ulan” diyen, “ananı al da git” ya da “ulan İsrail dölü” diye bağıran kendisi değilmiş gibi; ya “Kelle!” söylemi... 
“Rüzgâr eken fırtına biçer!” derler... “14” yıldır yarattığı bu “fırtınalar”la ülke savrulup duruyor...

 Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

6 Eylül 2016 Salı

Takkeli kapitalizmin eleştirisi-ORHAN GÖKDEMİR

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Yüzde 99’u her daim Müslüman olan bir toplumu yeniden Müslüman yaptığını söyleyen nev-zuhur kahramanlar türedi. Bu kahramanlar piyasa toplumunda yaşamanın acılarıyla kıvranan ve çoğunluğu ilk dönem Müslümanların ismini taşıyan Müslümanlara kurtuluşları için yeniden İslam’a dönmenin şart olduğunu söylüyor. Çağrıya uyan Müslümanlar yeniden İslam’a dönerken din de tıpkı Emevi-Abbasi döneminde olduğu gibi bir devlet dini haline dönüştürüyor.
Ama tarihin ve talihin cilvesi; Din, devlet dini oldu mu bir ölü kabuğa dönüşür. Şeklen dinselleşme artar ama alttan alta ahlaksızlık hüküm sürmeye başlar. Devletin kalabalıkları disipline etmek için bir araca dönüştürdüğü din, onun sonunun da hazırlayıcısıdır.
Karşı karşıya olduğumuz derin toplumsal-dinsel bunalımın toplumun dinselleştirilmesinin ardından gelmesi o nedenle doğal. Çöküş yasasıdır bu; Derin dinselleşme, yaygın bir ahlaksızlığın ortasında baş gösterir. Böyle dönemlerde din, yitirilmiş ahlakı geri getirme iddiasıdır. Ama gelgelim dinin elinde onu bu ahlaksızlığa karşı koruyacak bir panzehir yoktur. Ahlaksızlık hızla dine sızar. Bütün ahlaksızlar, hırsızlar, katiller dindarlaşır. Giderek din ile ahlaksızlık arasındaki sınırlar ortadan kalkar, hangisinin nerede başladığı, hangisinin nerede bittiği anlaşılmaz olur.
Ama evet, dinin ahlaksızlık diye teşhis ettiği şey, normal işleyişi içindeki piyasa toplumunun ta kendisidir.
xxx
“Bu kadar derin bir dinselleşmenin ortasında neden bu kadar yaygın bir ahlaksızlıkla kıvranıyor ülke?” diye irkiltici bir soru soruyoruz evet. Taşralı diktatör özentilerinden her köşe başında bitiveren zevksizlik abidesi saraylara, kirli peçete yemek için yarışan öğretim üyelerinden kutsal don biriktirme meraklısı müritlere, 0-5 yaş grubu bebelere evlenme fetvası veren ulema görünümlü yaratıklardan şişme kadın kılığında arzı endam eden tarikat erbaplarına kadar pek çok işaret var bunu sormak için…
Son bir iki ayda önümüze düşen haberlere bir bakın.
-Ankara'da FETÖ'den açığa alınan bir kadın hâkim, gizli tanık oldu. Kocasını bile örgütün bulduğunu açıkladı. Kendisini evlendiren imamı da fotoğrafından teşhis etti. “Şahin” kod adlı bu kişi, Yargıtay eski Tetkik Hâkimi M.F. çıktı.
-Altı yaşındaki kız çocuklarının evlendirilebileceğini savunan dinci Nurettin Yıldız, yaptığı televizyon programlarında kız çocuklarını okutmanın sakıncalarından söz etti. “Kız çocukları cehennem kadar risktir” dedi.
-Gaziantep’te bir caminin içinde 3 yaşındaki erkek çocuğuna tecavüz etmeye çalışan 4 şahıs, çocuğun annesi tarafından suçüstü yakalandı. Hastaneye tedavisi için götürülen küçük çocuğun dilinin, tecavüz girişiminde bulunanlar tarafından ısırıldığı ve bu nedenle konuşma zorluğu çektiği anlaşıldı.
-Maraş'ta bir tarikat yurdunda kalan 4 çocuğun yurtta çalışan bir öğretmen tarafından cinsel istismara uğradığı iddia edildi. Çocuklardan birinin ailesinin şikayeti üzerine gözaltına alınan M.A., çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.
-Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na bağlı Nizip Mülteci Kampı’nda 30 erkek çocuğuna tecavüz edildi. Cinsel istismara uğrayan yaklaşık 30 erkek çocuğundan 8’inin ailesinin şikâyetçi olduğu öğrenildi.
İşaretler bu kadar çoğalınca ensar-sansar vakaları çoktan hafızanın derinliklerine atılıp unutulmaya terk edildi. Her gün bir yenisi fışkırıyor ülkenin dört bir yanından. Çocuklara tecavüz, hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırma, katliam dinsel yükseliş dönemimizin sıradan vakaları artık. Hepsinin “dinsel” bir yanı var üstelik. Dinci sapıkla cinsi sapık arasındaki mesafenin silinip gitmesi ülkede oluşan yeni din-ahlak diyalektiğinin en kuvvetli delili.
xxx
Müslümanları İslam’a davet etmenin hikmeti de böylece ortaya çıkıyor aslında. Çünkü Müslümanlar aslında İslam değil. Hırsızlığın Müslümana mubah, bebelere tecavüzün inanana dini emir olduğunu yüzü kızarmadan söyleyen din bilginlerini hatırlayın. Yani din geniş kalabalıklar için gerçek kimliği saklayan bir ölü kabuk.
Din elbette çöküş döneminde aldığı bu biçimden ibaret değil. Dönemlerin ve inan insanların ruhuna göre şekil alıyor, biçimleniyor o da. Değişen yanları ve değişime direnen yanları var. Yazılı hali ve toplum arasında hüküm sürdüğü biçimiyle sözlü biçimi ayrı yollarda ilerliyor. Din âlimlerinin anladığı din ile halkın anladığı din birbirinden büsbütün farklı. Yani insanın bütün zenginliği ve bütün yoksulluğunun sindiği bir ideolojik-toplumsal yapıdan söz ediyoruz.
Ama bu çürümeyi teşhis edebilmenin biricik yolu da o kabuğu toplumun üzerinden sıyırıp atmak. Bunu yapınca kabuğun altında vahşi bir kapitalizmin hükmünü sürdürdüğü, dinin ön şartı olan cemaatlerin tuzla buz olduğu ve bir menfaat şebekesi olarak yeniden bir araya geldiği, bütün eşitlik iddialarına rağmen zulmün de zalimin de yerli yerinde durduğu ve bu temaşa içinde ezilenlerin inlemelerinin yeri göğünü sardığı hemen anlaşılacaktır.
xxx
Dine bilimsel bir eleştiri yapma iddiasında değilim. Bilim, bu haliyle dini eleştirmeye yetkili değildir hem. Çünkü dogma, dogmadır. Dogmatiği dogmatik olmamaya çağırmak ise eninde sonunda onu din dışına çağırmaktır. Dogmasız inanç olmaz.  
Demek istediğim, bir Hıristiyan veya Müslüman, dünyanın düz, düzlüğün de öküzün boynuzları üstünde olduğuna inandığı için kınanamaz. Ancak ve ancak bir Hıristiyan veya Müslüman olduğu için kınanabilir. Dogmalar, dinsel tutumların vazgeçilmezleridir.
Peki, bize düşen ne? Din karşısında Voltaire gibi durmak elbette iyi. Bu eleştiri yapılmalı, dogmalarla her yerde acımasızca mücadele edilmelidir. Ama Voltaire’e rengini veren ve dine karşı o küstah tutumu gösteren eski devrimci sınıf mevzilerini çoktan terk etti. Onun bilim ve din anlayışı arasında artık bir fark görülemiyor.
Bizim için esas olan ise onun karşısında Marx gibi durmak. Çünkü ezilenlerin bu iç çekişini eleştirirken anlamaya çalışmaktan başka çaremiz yok. Denildiği gibi, dini eleştirmek isteyen, önce onu mümkün kılan dünyayı eleştirmelidir.
Piyasa toplumunun üzerinde yükselen tepetaklak bir maddi âlemdir karşımızdaki. Bu sahte şeyhler, şarlatan din bilginleri, nev zuhur mehdiler, gecikmiş peygamberler ve cihatçı katiller de ancak o âlemin yansımasıdır.
Dinbaz sapkındır evet. Ama ona rengini veren şey 7. Yüzyıl Arabistan çölünün ılık esintisi değil, vahşi kapitalizmin sihirli, kutsal, anlaşılmaz ve dokunulmaz dolaşım alanının sert rüzgârıdır. Bu gericilik, bu yobazlık piyasa toplumdan besleniyor özetle.
Dediğim gibi tuhaf bir dönemden geçiyoruz. İnsanlık tarihinin en maddi ve en vahşi düzeni başında takke ile arz-ı endam ediyor. Demek ki kapitalizmi yıkmak da “kutsal” bir görevdir artık!

Orhan Gökdemir/SOL

Demirel-Özal kavgasından, Erdoğan-Gülen savaşına - Erol Manisalı

1961 Anayasası sonrasında Türkiye, katılımcı demokrasi yolunda ilerlerken bir yandan da Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) projeleri, Demirel’in “dengeli” politikaları ile yürüyordu. 
12 Mart ve 12 Eylül “küresel darbeleri” yaptırılarak zemin, “sağdaki iki güç ve parti omurgasına oturtuldu”. 
Sahnede yalnız Demirel ve Özal vardı. Üstelik Özal, Washington Uzlaşısı’nı (*), 24 Ocak 1980 kararları ile uygulamaya koyan, “Demirel’in sağ kolu iken yapıldı”. Ne kadar da, başlangıçtaki Erdoğan- Gülen işbirliğine benziyor. 
Ortaya, ABD (ve Batı) açısından çıban başı olarak anti-Amerikan Erbakan çıktı, tam da soğuk savaş biterken. Erbakan’ın 28 Nisan 1997’de Gülenci Cemaat tarafından tasfiyesi sonrasında “uyumlu ve ılımlı” İslamcılar işbaşına getirildi. Emperyalizmin“Yeni Türkiye Cumhuriyeti” projesinde, “Amerikancı İslamcılar ile yerli İslamcılar”sisteme tamamen egemen hale getirildiler. (**)

Ancak Amerikancı İslamcıların, yani Fetö ’nün esas misyonu, Kürdistan’ın kurdurulması ve Lozan’ın tasfiyesi idi. İki İslamcı güç arasındaki çekişme, 2013’te savaşa dönüştü ve Amerikancı olanlar 15 Temmuz 2016’da darbe girişiminde bulundular.

Bizim çocuklardan, bizim imamlara... 
12 Eylül 1980’deki çocuklar 15 Temmuz 2016’da artık yüksek rütbeli “imamlardı”. Derin devlette “imamlar”, askerlerden çok daha güçlüydüler: din ve inancı kullanarak kılcal damarlara kadar girebiliyorlardı. 
İşler, 12 Eylül sonrasındaki Demirel-Özal çekişmesinden Erdoğan-Gülen savaşına dönüşmüştü. BOP, Kürdistan ve Lozan’ı tasfiye planları, ancak böylesine kanlı bir ortam içinde üretilebilirdi.
AKP dönemindeki Kürt açılımı ve Ankara ile Şam’ın (Esad) kavga ettirilmeleri iki köşe taşı oldu. PKK terörü her yere egemen oldu, Ankara’nın Suriye iç savaşında taraf yapılması, IŞİD ve diğer terör örgütlerinin Türkiye’ye taşınmalarına yol açtı. Üç milyon Suriyeliye ek olarak. 
12 Eylül 1980, 1991 Çekiç Güç, 1997 28 Şubat, AKP’nin Kürt açılımı, Esad ile kavga,“domino taşları” gibi üst üste yığılarak işi 15 Temmuz Fetö ’cü küresel girişime kadar getirdi. 
Demirel-Özal kavgalarında omurga, sağ zemine oturtularak Türkiye, “yeni küresel kapitalizme, tek yanlı olarak bağlanıyordu”. 
Erdoğan-Gülen işbirliği ve savaşında ise Türkiye, “dinci bir zemine oturtuluyordu”.Artık kavgalar, dinci ve İslamcı odaklar ve güçler arasındaydı. Küresel emperyalizmin işi kolaylaşmıştı. 
Türkiye ve Suriye’de olduğu gibi, ellerinde kullanabilecekleri örgüt sayısı iyice artmıştı. PKK, KCK, PYD, YPG, IŞİD, ÖSO önde gelenler: bunlara en az (20) tane daha eklenebilir.

‘Sistemin’ küresel şemsiyesi 
Bugün Türkiye iki boyutlu bir tuzağın içine çekilmiştir; 
- Türkiye, küresel iktisadi düzenin, tek yanlı, edilgen bir uzantısı durumuna sokulmuştur. 
- Demokratik toplumcu örgütlenmelerden tamamen uzaklaşarak, dinci örgütlenmelerin egemenliği altına girilmiştir. 
Bu iki negatif boyut birbirlerinin alternatifi konumunda değiller: birbirlerini tamamlamakta, hatta birbirlerine “dışsallık” sağlamaktadırlar. 
İki faktör de Batı’nın Türkiye ve bölgedeki politikalarının araçları durumundadırlar. 
Demirel-Özal çekişmesinde “sağın alternatifsizliği”, Erdoğan-Gülen kavgasında“İslamcılığın alternatifsizliği” Türkiye’ye dayatılmaktadır. 
Türk milletinin önünde bugün iki seçenek kalmıştır: ya Atatürk Türkiyesi’nde uygar ve çağdaş değerlere sahip, üniter bir devlet olarak kalacak ya da sürüklenmek istenen Ortadoğu bataklığında, Irak ve Suriye’nin kaderini paylaşacaktır. 
Erdoğan 15 Temmuz’da Fetö düşmanı ile karşılaşınca, AKP’ye dev Atatürk posteri koydurarak bunu kanıtlamadı mı?
 
(*) Doç. Dr. Özlem Arzu Azer“Anılarda Gizli Kalan, Bir Aydının Portresi, s. 159, 160, Derin Yay, 2016 
(**) Bahri Zengin’in 7 Şubat 2009 tarihli Ceviz Kabuğu programında, Hulki Cevizoğlu’na yaptığı açıklamalar.


Erol Manisalı/Cumhuriyet

Ortadoğu’da yeni dengeler-ŞÜKRAN SONER

Antalya zirvesi öncesi, içinden, sonrasından yapılmış değerlendirmeleri anımsıyor musunuz? Uzman görüşleriyle bakılmış falların, liderlerin ilan ettikleri sonuçların ne kadarı gerçekleşti, doğru çıktı? Nerelerden büyük çuvallamalar yaşandı?..
 
Milyarlarca dünyalının aradan geçen süreç içinde, Çin’deki zirveye gelene kadar katlanan boyutlarda ağır bedeller ödedikleri ortada... Antalya zirvesine ülkemiz kamuoyunda bağlanan umutları hele bir anımsamaya çalışalım... Çin zirvesine kadar başımıza gelenlerin canımızı en ağır boyutları ile yakan yaşadıklarımızı sıralamak bu köşeye sığmayacağı için en vahimleriyle aklımızdan geçirmeye çalışalım... Çin zirvesi odaklı bizi en çok ilgilendiren kamuoyumuza ulaşmakta olan müjdeli haberlere; Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Çin-Rusya-Almanya- ABD liderleriyle yapılan ikili görüşmelerin, liderlerin ağızlarından doğrudan yapılan açıklamalardaki resmi bilgilendirmelerin, uzman oldukları varsayılanların değerlendirmelerinin satır aralarından çıkartılabilecek umutlu gelecek yorumlarını toplayalım...

***
Enseyi karartmak insanın yaşama sarılmasına, doğasına aykırı kuşkusuz, ama liderlerin çoğunlukla yan yana dururken ya da ayrı ayrı söylemlerini ölçü almak da, gerçekçi olmamak, iki ayağı üzerinde durmamak, sonrasında öngörülemeyen ağır düş kırıklıkları anlamına geliyor... AntalyaÇin zirveleri arasında neler umup neler yaşadıklarımızdan en azından dersler çıkaramazsak, iki ayağımızın üzerine yere sağlam basmak, dik durmak şöyle dursun, kendimizi aptal yerine koymak, olmaz mı?.. 


Dünya liderleri, siyasi sözcüleri, toplumsal yorumcuların tümü nerdeyse, Cemaatin yarım kalan darbe sürecinde tanıklık ettiğimiz gerçeklikler, 15 Temmuz öncesi ülkemizde gelinmiş nokta üzerinden, hem habersiz, hem sorumlu, hem de suçlu olmadıkları üzerinden yemin billah ediyorlar. Söylemlere bakılırsa dünyanın gelişmiş, sorumlu, etkili ülkelerinin hem siyasal hem de ekonomik aktörleri, emperyal güç odakları... Örneğin Suriye’de 500 bin insanın ölümünden de asla sorumlu değiller... İç savaşlar bataklığına çekilmiş, daha da çekilmeye zorlanan bölge halkları, barış içinde birlikte yaşamanın insan hakları, hukuk devleti düzenleri, demokrasiler içindeki ilkelerini algılamada aptal kafalarımızı taşlara vurup akıllanmayı beceremezsek... 
Emperyal çıkarlar adına oynanan kirli oyunların tuzaklarının şaşmaz, bizleri her tür alt kimlik, ırklar, inançlar, mezhepler, aşiretler üzerinden kırdırma formülleriyle gözlerimizin kan görmesini durduramazsak... Geriye kalan insandan yana kötünün en iyisi formül, yol gidişinde, emperyal güç, çıkar dengelerinin, düzenin kendi krizleri, kaosu üzerinden, yeni dengelerin üretilmesi zorunluluklarından çıkabilecek umut kırıntıları ancak olabilir...
 
Yeni dünya düzeni sömürü çarklarının işleyişinde evrensel, ülkesel hukuk düzeni çarklarının ayaklar altına alınmasından; insanlık vicdanının bir elli yıl öncesi kadar bile kanamadığı ortada... Çocuklarını yaşatabilmek için yollara düşen göçmenlerin, çocuklarının yaşadıkları insanlık dramlarının en acıtıcı fotoğraf karelerinin bile, siyasal erklerin insanlık dışı kararları için ancak birkaç günlük caydırıcı etkileri oluyor. Ortadoğu’da en insanlık dışı cinayetlerden sorumlu terör örgütüleri, diktatörlükler ya da süper güç devletlerin kirli çıkar savaşları adına maşa yapılan taşeron güçlerin cinayet vahşetlerinde... Dur, durak, barış umudu, kaosun, bataklığın kendisi, birbirlerine güçlerinin, dişlerinin yetmemesi noktası mı olacak?

Şükran Soner/Cumhuriyet

3 Eylül 2016 Cumartesi

Bir anlık duraklama - Sultan Abdülhamid Hastanesi üzerine / Necati Çıtak

Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişahın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Padişah cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini, padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü. Tüm planlarını 1 dakika 42 saniye üzerine yapmıştı.
1905 yılının Temmuz ayıydı. Padişah Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına 1 dakika 42 saniyede binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi onun yolunu kesmiş, bazı konularda bilgi istemişti. Padişah ile Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyuldu. Jorris ve ekibi tarafından planlanan ve 26 kişinin öldüğü bombalı suikastten kıl payı kurtulan padişahın adı II. Abdülhamid idi.
BİR ANLIK DURAKLAMA
Ermeni militanların bu eylemi yurtdışındaki Jön Türklerce coşkuyla karşılanır. Öyle ki büyük şair Tevfik Fikret eylemin başarısız olmasına çok üzülür ve bu olay üzerine "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiiri yazar. Şiirin bir bölümü şöyledir;
"Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! 
Attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, 
Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç, 
Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş 
Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş."
BİRİNCİ MEŞRUTİYET
Tevfik Fikret ve diğer burjuva devrimci Jön Türk'lerin Abdülhamid'i sevmemelerinin nedeni 1897'deki tutuklama ve sürgünlere dayanmaktadır. Bunu ayrıntılandırmadan önce biraz daha geriye 1876 ile 1897 arasına gidelim.
Sultan Abdulaziz’in 1876’da askeri darbe ile tahttan indirilmesi sonrası tahta V. Murat geçer. Ancak tahta geçirildikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilir. Bu olaylara tanık olan II. Abdülhamid 1876'da padişah ilan edilip Eyüp'te kılıç kuşanır. Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra, her iki saltanat değişiminin mimarı olan Mithat Paşa'yı sadrazam yapar.
Tahta geçmeden Mithat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca iki ay sonra ilk Osmanlı Anayasası olarak kabul edilen Kanun-ı Esasî'yi ilan eder. Meclis-i Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan ilk Meclis 19 Mart 1877'de açılır. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başlar. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan Anayasa ile yargı bağımsızlığı ve temel haklar güvence altına alınır ama egemenliğin esas kaynağı yine padişahtır. Egemenliğin sahibi Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanınan "idari sürgün yetkisini" kullanır ve daha meclis toplanmadan Mithat Paşa'yı sürgüne yollar. Ne de olsa egemenlik onundur. İstediği sadrazamı değiştirebilir.  
Çok değil 43 gün sonra Meclis'i de tatil eder. Durumdan rahatsız olan Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı, V. Murat'ı Padişah, Mithat Paşa'yı sadrazam başbakan yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi ve beraberindekileri tahrik eder. Ali Suavi ile birkaç yüz kişi Çırağan Sarayı’nı basarlar. Bu girişim sırasında Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından başına aldığı sopa darbesi nedeniyle Ali Suavi ölür. Tarihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbe 23 ihtilalcinin ölümü ile sonuçlanır. Bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid'in hafiye denilen gizli teşkilatını kurmasına sebep olur.
JURNALCİLİK
Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü kurulmuştur. Adı Yıldız İstihbarat Teşkilatı’dır. Çok sayıda hafiyeden oluşan bu örgütün amacı Abdülhamid'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid'e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemektir. Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmaz, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluştururlar. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, böylece her türlü hareketin önünün önceden kesilmiş olduğu düşünülüyordur. Ancak bu zamanla öyle bir hal alır ki artık herkes darbeci ya da padişah karşıtı gösterilir hale gelmiştir. Jurnalcilik bir meslek halini almış ve despotizm kol gezmektedir. Abdülhamid artık herkesten kuşkulanmaktadır.
Jön Türkler'in tek ortak siyasi görüşü, padişahlık yönetiminin altında bir de Meclisin bulunarak yönetime katılmasıydı. Ayrıca karşı oldukları diğer durumlar Abdülhamid yönetiminin istibdat (uyruklarına hiçbir hak ve özgürlük tanımayan sınırsız monarşi, despotluk, despotizm) ve yukarıda belirttiğim baskı ve şiddet düzeniydi.  Yönetime ortak bir Meclis kurulursa bu durumun düzeleceğini iddia ediyorlardı.
İlk satırlarda belirttiğim 1897 yılı ise dönüm noktası olur. İstanbul’un ve Anadolu’nun Ermeni ve Kürt ayaklanmaları ile sarsıldığı bir dönemde kendisini devirmeyi düşünen Jön Türk hareketinin güçlü bir muhalefete dönüşmesini tehlikeli bulan II. Abdülhamid karşı atağa geçer. Gizli örgüt üyesi olmakla suçlanan yüzlerce talebe ve genç subay, doktor, memur tutuklanır ve bir kısmı Trablusgarp’a ve Fizan'a sürgün edilir. Bu yüzdendir ki Jön Türk’ler Abdülhamid’e daha da kinlenirler. Tevfik Fikret’in de Abdülhamid’in ölmemesinden dolayı üzülmesinin sebeplerinden biri budur.
İKİNCİ MEŞRUTİYET
Jön Türklerden oluşan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin subaylar üzerinde etkisinin yıllar geçtikçe artması ve artan baskılar sonrasında Abdülhamid 1908 yılında II. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalır.
Ancak hem Meşrutiyet’in kazanımlarına hem de ileri görüşlere karşı artan huzursuzluk ve gericilik sonrasında 31 Mart ayaklanması patlak verir. Bu ayaklanma şu an Gezi Parkının olduğu yerdeki Taksim Kışlası’ndan çıkan askerlerce yapılan gerici bir ayaklanmadır. Selanik’te kurulan Hareket Ordusu İstanbul’a gelerek ayaklanmayı bastırır. Sonrasında Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini kararlaştırır. Abdülhamid 3 yıl ev hapsi cezası alır ve sonrasında ölür.
Görüldüğü gibi tarih bazı değişikliklerle tekerrür edebiliyor. Tarihin tekrarlarını görünce aklıma Marks'ın tarihsel materyalizmi ve 1851 yılında yazdığı Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i adlı yapıtının açılış yazısı gelir;
"Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak."

Necati Çıtak/SOL

2 Eylül 2016 Cuma

Yanar döner bir sağcı: Yeni İçişleri Bakanı Süleyman Soylu kimdir?- SOL

AKP'yi yolsuzlukla, padişahlıkla suçlayan bir siyasi geçmişi olan Süleyman Soylu, Tansu Çiller'in gözdeliğinden Erdoğancılığa terfi ettiği bir süreç yaşıyor. "Zıkkımın kökünü göstereceğiz" dediği hükümetin kabinesinde yer alan Süleyman Soylu'nun her iki bakanlığı da ülkede kritik uğrakların yaşandığı dönemlere denk geliyor: 12 Eylül referandumu ve 15 Temmuz sonrası...


“Başbakan kendisini padişah olarak görmek istiyor”, “At üzerinde duramayan ülkeyi de yönetemez”, “Bu hükümete zıkkımın kökünü göstereceğiz”... Demokrat Partili olduğu dönemde AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a karşı bu sözleriyle hatırlanan Süleyman Soylu dün İçişleri Bakanlığı’na terfi ettirildi.
12 Eylül referandumu sürecinde AKP’ye geçişiyle birlikte Erdoğan’a itaatkarlığını sunan, karşılığında milletvekilliği ve kabineden yer verilerek ödüllendirilen Soylu, tipik bir merkez sağ karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle çığırtkan, içi boş açıklamalarıyla sığ ve şişirilmiş bir profil olduğu anlaşılan Soylu’nun İçişleri Bakanlığı’na varan siyasi serüvenine, sağ ideolojinin kirli ilişkilerini özetlemesi açısından göz atmakta fayda var.
MERKEZ SAĞ VE SERMAYE İLİŞKİSİ
Süleyman Soylu’nun merkez sağla yolunun nasıl kesiştiğine ilişkin bir inceleme yapıldığında elbette sermaye ilişkileri karşımıza çıkıyor. 1990’lı yıllarda İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda varlık gösteren Soylu, 1995 yılında kendi şirketini kuruyor. Aynı yıllarda Doğru Yol Partisi’nin Gaziosmanpaşa ilçe başkanı olan Soylu, 4 yıl sonra İstanbul İl Başkanlığı görevine getiriliyor.
O yıllarda Tansu Çiller’in gözdesi olarak anılan Soylu, 2002’de milletvekili adaylığını ilan ediyor. Ancak AKP’nin yükselişe geçtiği dönemde DYP’den elbette milletvekili seçilemeyen Soylu, partinin ANAP’la birleşerek Demokrat Parti ismini almasıyla yeni görevine hazırlanmaya başlıyor. 2007 seçimleri sonrası Mehmet Ağar’ın istifasıyla Demokrat Parti genel başkanlığına getiriliyor.
Genel başkanlığı görevinde 2009 yerel seçimleri için “Yüzde 5,4'ün altında kalırsak çekilirim" şeklinde ilk popülist çıkışını yapıyor Soylu. Seçimlerde yüzde 4’ün altında oy alınca “Ben bildiğiniz siyasetçilerden değilim” diyerek istifa edeceğini duyuruyor. Ancak bu kararından bir süre sonra vazgeçiyor ve parti kongresinde aday olacağını duyuruyor. Ancak kendi talebiyle yapılan kongreye aday olmaktan da son anda vazgeçiyor, Hüseyin Cindoruk genel başkanlığa getiriliyor. Soylu bu dönemde AKP’yle yakınlaşmaya başlıyor.
12 EYLÜL REFERANDUMU VE BAKANLIK
Seçim döneminde TÜİK’e “Tayyibi üzmeyen istatistikler kurumu”, AKP hükümetine “yolsuzluk çukurunun içinde”, Erdoğan’a “rantın babasını getirdi” diyen Soylu her ne oluyorsa 12 Eylül referandumunda “evet” kampanyası için çalışmalar yürütüyor. Soylu, il il gezerek yürüttüğü “evet” kampanyası nedeniyle DP’den ihraç edilirken AKP’nin de gözüne girmeyi başarıyor. 2012’de düzenlenen resmi törenle AKP’ye katılıyor, MKYK’da göreve getiriliyor.
AKP’de Ar-Ge'den Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevi yürütürken 2015’te Trabzon’dan milletvekili seçiliyor. Daha sonra da kabinede yer verilerek Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı oluyor. Böylece 12 Eylül referandumunda üstlendiği pozisyondan "kazançlı" olarak çıkıyor.
DİSK GENEL KURULU’NDA PROTESTO
Soylu, bakan olduğu dönem ilk protestoyla DİSK Genel Kurulu’nda karşılaşıyor. Kurula katılan Soylu, “Hırsız, Katil Erdoğan” sloganları ve ıslıklar eşliğinde salondan çıkmak zorunda kalıyor, yaptığı ilk açıklama ise  “Şahsıma söylense elbette ki ben bunu kabul ederim ama ülkemizin cumhurbaşkanına, 'katil ve hırsız' diye slogan atılmasını benim kabul etmem mümkün değildir" oluyor.
15 TEMMUZ VE BAKANLIK
“Padişah olmak istiyor” diye eleştirdiği Erdoğan’ı “Türkiye'nin ilelebet ebedi başkanı” diye öven Soylu, AKP’li olduğu dönemde de çelişen açıklamalar yaptı. 2013’te Ergenekon davasını “Türkiye hukuka dayalı fabrika ayarlarına dönüyor” diye savunan Soylu, darbe girişimi sonrası davaya “kumpas” nitelemesi yapan AKP’liler arasında...
En son 15 Temmuz darbe girişimi gecesi TRT Genel Müdürlüğü önüne verdiği fotoğrafla “Sokağa çıkan tek bakan” olarak duyurulan ve böylece bir kez daha Erdoğan’ın gözüne giren Soylu şimdilerde İçişleri Bakanı yapılarak yine karşılığını almış görünüyor.
 
Aziz Nesin'in bilinen "Zübük" karakteri de bir kez daha akıllara geliyor.

SOL

‘Seç seç al!’ - Meriç Velidedeoğlu

Söylemeye gerek yok, ama bir kez daha paylaşalım, tüm dünyanın savrulduğu,“yer yer” de “kaos” denecek boyutta kavrulduğu bir “Küreselleşme” süreci yaşıyoruz; özellikle de “yer yer” dediğimiz bölgelerde bu durum, emperyalizmin temsilcisi devletlerce (ABD), buraların ülkelerine daha da acımasızca yaşatılıyor. 

Bu bağlamda yıllardır, ülkemizin de içinde bulunduğu “Ortadoğu” bölgesi hemen hemen tümüyle, aynı durumdaki “Güney Amerika”nın, son dönemde dünya gündemine iyice oturan “Kolombiya” ve “Bolivya” can pazarına dönüştürülmüş durumda.
 
“ABD”nin, Güney Amerika ülkelerini istediği gibi yönlendirmek için kullandığı“araç”ın, ekonomi (emek) ve sosyal yaşamla bağlantısı olduğu bilinir. 
Dahası buralarda, Kolombiya’da olduğu gibi, “terör”ün, kimi terör örgütünün (FARC) amacının ve aracının da bu doğrultuda olduğu açıkça ortadadır. 

“Ortadoğu”da ise, “ABD” ile dümen suyundaki çoğunlukla “AB” bağlantılı“Batı”ülkelerinin sömürü dayanağı, “maşası”ysa “din”dir; mezhepler dışında neredeyse1001 yorumla“İslam” dinidir. 

Bir mezhebin müminleri, bir yorumun inananları, öbürlerine düşman edilir; kimi zaman kıyasıya dövüştürülür, savaştırılıp kullanılır. 

Günümüzün bu “yorum” bağlamında özellikle ülkemizde çokça öne çıkanlar, “seç seç al” denecek gibi türler: “Siyasal İslam”, “Ilımlı İslam”“Radikal İslam”“Köktenci İslam” ve ötekiler; yakın komşularımız Suriye, Irak ve İran’dakiler... 

Kuşkusuz dünyanın öte bölgelerinde de, Pakistan’da, Afganistan’da da öne çıkarılıp gündeme oturtulanlar var, “Haşhaşiler”“Hizbullah”“Hizbi İslam” ve Afrika’daki “Boko Haram” gibi; Atlantik ötesi “ABD”de ise, “İmam Fethullah”ı terörle yoğrulmuş “FETÖ İslamı” gibi... 
Yine bir ayraç açıp araya girersek, bu terör örgütlerinden “Hizbi İslam”ın, bizim için ayrı bir yeri (!) olduğunu da anımsayalım; bugün “Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, gençliğini, “Hizbi İslam”ın kurucusu“Gulbeddin Hikmetyar”ın dizlerinin dibinde oturup yıllarca ondan “feyz” alarak yetiştiğinin, yetiştirildiğinin payını unutmayalım; özellikle yaşadıklarımızı, yaşamakta olduklarımızı değerlendirirken.


Ayracı kapatıp konumuzu sürdürürsek, sözü edilen örgütlerin, bunların yaptıklarının“İslam”la hiçbir ilişkisi olmadığını söylemenin haklı olarakkolaycılığa kaçmak olduğu ortaya kondu; çünkü“FETÖ İslamı” yıllar boyunca “Diyanet”in gözdesi olmuş ki, kurum kadrolarını binlerle “FETÖ”cü kişilere özgülemiş... Ve şimdi yana yıkıla “af”dilemekteler; hem “Allah”tan, hem de halktan... 

Değerli dostlar, şu durumumuza bir bakalım; “siyaset” kurumunun başındaki“Cumhurbaşkanı”nın, yıllar yılı aziz dostu“FETÖ”nün başındaki “İmam Fethullah”... 
Ülkemizin “din” kurumu “Diyanet”in, üst personeli, çalışanları “FETÖ İslamı”nın müminleri; “İmam Fethullah”ın kankaları, adamları... 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, “Diyanet”in Başkanı Görmez’i, Allah, “affeder mi etmez mi” kuşkusuz bilinemez; peki bunları halk affeder mi? Etmeli mi? Ya da “hesap” mı sormalı? 
Bu son soruya, “Affetmenin sözü bile edilemez, elbette hesap sormalıyız!” diyecek olanlar bile, “şimdi sırası mı?” diye umarım çıkışmazlar...

Öte yanda, bilmem ayrımına vardık mı, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un, geçen hafta TV’de oturaklı bir sesle açıkça vurguladığı, “Müslüman Türk Devleti” söylemini? 
“Kurtulmuş” kurnazca“Laik” nitemi yerine “Müslüman”ı geçirme kararlılığını gösteren bir duruş sergileyiverdi, açıkça “Teokratik Devlet” tanımına giriş bilinci içinde... Üstelik “rejim”i vurgulayan “Cumhuriyet”i de dışarı da bırakarak... 

Dört dörtlük, tam bir “teokratik devlet” olan “Vatikan Devleti”ne bir kardeş mi geliyor? Ne dersiniz?

 Meriç Velidedeoğlu/Cumhuriyet