Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya Başbakanı ile buluşmasının ardından
basın toplantısında Merkel’in “İslamist terör” tabirine ciddi tepki
gösterdi. Merkel, Erdoğan'la yaptıkları görüşmeye binaen “İslamist terör
ve terörün her türü, PKK da buna dâhil, bu mücadelede yakın bir
işbirliği içinde olmamız gerektiğini konuştuk” dedi. Bunun üzerine
Erdoğan, İslâm ile terörün bir araya gelemeyeceğinden, İslâm’ın kelime
anlamının “barış” olduğundan, “DEAŞ” terör örgütünden dolayı “İslâmist
terör” tabirinin kullanılmasının üzücü olduğundan dem vurup “Ben bir
Müslüman cumhurbaşkanı olarak bunu kabul edemem” şeklinde karşılık
verdi.
Peki, tarihsel-sosyolojik olarak bu neye karşılıktır?..
Tayfur Atay / CUMHURİYET
Erdoğan, kendisine sosyolojiden söz edilmesini sevmiyor. Gezi
olaylarında onunla konuşmaya gidenler, işin “sosyolojisi”ne de bakmaktan
söz ettiklerinde onları “Sizden mi öğreneceğim sosyolojiyi” diye
azarladığını hatırlıyoruz.
Yine aynı şekilde azarlanmayı göze alarak söylemek gerekiyor ki Sayın Cumhurbaşkanı, gönlünüzden geçen ne olursa olsun işin sosyolojisi önümüze başka bir şey koyuyor!..
Bir kere “İslamist” tabiri karşısında bu aşırı tepki ve onu Müslümanlıkla adeta “mezcetme” (katıştırma) niye?!
Dikkat edin, Merkel “Müslüman terörü” demiyor, “İslâm terörizmi” de demiyor, hatta “İslâmî (Islamic) terör” demekten de kaçınıyor. O, bu konuda gayet bilinçli ve dikkatli.
Nitekim Erdoğan’ın tepkisine karşılık olarak da Almanya’daki Müslümanların inançlarını özgürce yaşayabilmeleri için ellerinden geleni yaptıklarını söylemiş. “Bizdeki Müslüman dernekleri de her türlü teröre karşı seslerini yükseltti” demiş. Ve “İslâm ile İslamist arasında bir fark var” diyerek de noktalamış.
Ders gibi!..
Anlaşılan Şansölye, İslâm adına şiddet üretenler ve buna karşı yükselen İslamofobik tepkilerin gelgitinde karşısına oturup ona işin sosyolojisine de bakalım diyenlere “Sizden mi öğreneceğim sosyolojiyi” dememiş, onları can kulağı ile dinlemiş!
Evet, İslâm’ı ve Müslümanlığı “İslamizm”le özdeşleştirmek, eşitlemek durumunda değilsiniz.Yine aynı şekilde azarlanmayı göze alarak söylemek gerekiyor ki Sayın Cumhurbaşkanı, gönlünüzden geçen ne olursa olsun işin sosyolojisi önümüze başka bir şey koyuyor!..
Bir kere “İslamist” tabiri karşısında bu aşırı tepki ve onu Müslümanlıkla adeta “mezcetme” (katıştırma) niye?!
Dikkat edin, Merkel “Müslüman terörü” demiyor, “İslâm terörizmi” de demiyor, hatta “İslâmî (Islamic) terör” demekten de kaçınıyor. O, bu konuda gayet bilinçli ve dikkatli.
Nitekim Erdoğan’ın tepkisine karşılık olarak da Almanya’daki Müslümanların inançlarını özgürce yaşayabilmeleri için ellerinden geleni yaptıklarını söylemiş. “Bizdeki Müslüman dernekleri de her türlü teröre karşı seslerini yükseltti” demiş. Ve “İslâm ile İslamist arasında bir fark var” diyerek de noktalamış.
Ders gibi!..
Anlaşılan Şansölye, İslâm adına şiddet üretenler ve buna karşı yükselen İslamofobik tepkilerin gelgitinde karşısına oturup ona işin sosyolojisine de bakalım diyenlere “Sizden mi öğreneceğim sosyolojiyi” dememiş, onları can kulağı ile dinlemiş!
Ama İslamizm, yani İslamcılığı, onun bir parçası olan cihatçı
İslamcılığı ve bunun bir uzantısı olan cihadist-İslamist terörizmi de
yok sayamazsınız.
IŞİD’i, DEAŞ diye yanlış telaffuz etmekle de (doğrusu DAEŞ, yani “Ad Davla al-İslamiya fil-‘Irak ve eş-Şam”) çıkamazsınız bu işin içinden…
Çünkü işin içinde insan faktörü var. Ve bu faktör, idealde adı “barış” olan bir din adına savaşların da, katliamların da, terörün de önünü siz kabul etseniz de etmeseniz de açar.
Doğru, İslâm’ın bir kelime anlamı “barış”tır. Tabii “teslim” (submission) anlamı da vardır.
“Allah’a teslim olarak huzur ve barış içinde olmak"; toparlanabilecek anlam budur.IŞİD’i, DEAŞ diye yanlış telaffuz etmekle de (doğrusu DAEŞ, yani “Ad Davla al-İslamiya fil-‘Irak ve eş-Şam”) çıkamazsınız bu işin içinden…
Çünkü işin içinde insan faktörü var. Ve bu faktör, idealde adı “barış” olan bir din adına savaşların da, katliamların da, terörün de önünü siz kabul etseniz de etmeseniz de açar.
Doğru, İslâm’ın bir kelime anlamı “barış”tır. Tabii “teslim” (submission) anlamı da vardır.
Peki, tarihsel-sosyolojik olarak bu neye karşılıktır?..
İslam-öncesi “kabilesel” Arap toplumunda savaş hali, hayatın normu idi.
Cahiliye döneminde kabile siyasal örgütlenmesi içindeki Araplar, dört (kutsal) ay dışında yıl boyu birbirleriyle savaş içindeydiler. Hepsi bir “üst-tanrı” olarak Allah’a inansa da kendi “alt-tanrı”larına bağlılık doğrultusunda kimliksel ayrışmaya gidiyor, bunu birbirleriyle sürekli savaşla pekiştiriyorlardı.
Peygamber Muhammed, coğrafyanın sosyo-ekonomik evriminin de itici gücüyle buna son verdi. İslâm, kendi ilahlarının rehberliğinde birbiriyle sürekli savaşan kabileleri, tek bir Allah’a teslimiyetle barış vaat ederek bir devlette erimeye çağrıdır.
Peki sonra?.. Peygamber öldü, kabilecilik ve savaş, İslâm kisvesi altında tekrar sökün etti.
Hilafet aslında bu İslâm-içi soy-sop, kabile, kavim, yer-yurt, yöre-bölge temelli çatışmaların oyuncağı olmuş bir kurumdur.
Bu süreçte belki İslam tarihinde “İslamist” tabirini ilk hak edenler denilebilecek Haricîler de karşımızdadır. Onlar, “Lâ hükme illâ lillâh” (Hüküm ancak Allah’ındır) âyetini slogana çevirip (akt. R. Çakır, “Ayet ve Slogan”, 1990) bir bakıma “proto-İslamist” bir pratikle ortalığı birbirine katmıştır.
Haricîler’i nereye koyacaksınız? Sonrasında Haşhaşîler’i nereye koyacaksınız? Daha yakınlarda Vahhabîler’i nereye koyacaksınız?.. İslâm adına şiddet üretmiş, cinayetler işlemiş, katliam, suikast yapmış bu oluşumlar İslâm-dışı bir tarihin içinden mi çıktılar?
Hayır, bir sosyo-tarihsel olgu olarak İslâmiyet’in parçası onlar. İsteseniz de, istemeseniz de…
Ve onları nereye koyacaksanız, Tâliban’ı da, El Kaide’yi de, IŞİD’i de oraya koymak durumundasınız. Kabul etseniz de, etmeseniz de!..
Tabii İslam “barış” demekse de malûm, lâfla peynir gemisi yürümez, bunu hayata geçirmek zorundasınız.
O zaman yaşlı-başlı ve de ağır hasta insanları tutuklu yargılanma zulmüne uğratmayacaksınız.
Önünüze gelen yazar-çizer, akademisyen, gazeteci, siyasetçiyi de aylarca iddianameleri hazırlanmaksızın tutukluluğa, esarete mahkûm etmeyeceksiniz.
Soma’da yaşadıklarına isyan eden maden işçisinin karnına tekmeyi çakmayacak başbakanlık müşaviriniz...
Gazete binalarının önünde linçe davetiye çıkarmayacak milletvekiliniz...
Ve bir taraf Referanduma “Evet” diye özgürce bas bas bağırırken, “Hayır” kampanyası yapanlara silah tehdidiyle gözdağı vererek ya da göz altıların önünü açarak hayatı dar etmeyeceksiniz…
Yani esas mesele, “İslamist terör” tabirini kabul edip etmemek değil.
Mesele, “İslâm barış dinidir” iddianızı ispat etmek ya da edememek!..Cahiliye döneminde kabile siyasal örgütlenmesi içindeki Araplar, dört (kutsal) ay dışında yıl boyu birbirleriyle savaş içindeydiler. Hepsi bir “üst-tanrı” olarak Allah’a inansa da kendi “alt-tanrı”larına bağlılık doğrultusunda kimliksel ayrışmaya gidiyor, bunu birbirleriyle sürekli savaşla pekiştiriyorlardı.
Peygamber Muhammed, coğrafyanın sosyo-ekonomik evriminin de itici gücüyle buna son verdi. İslâm, kendi ilahlarının rehberliğinde birbiriyle sürekli savaşan kabileleri, tek bir Allah’a teslimiyetle barış vaat ederek bir devlette erimeye çağrıdır.
Peki sonra?.. Peygamber öldü, kabilecilik ve savaş, İslâm kisvesi altında tekrar sökün etti.
Hilafet aslında bu İslâm-içi soy-sop, kabile, kavim, yer-yurt, yöre-bölge temelli çatışmaların oyuncağı olmuş bir kurumdur.
Bu süreçte belki İslam tarihinde “İslamist” tabirini ilk hak edenler denilebilecek Haricîler de karşımızdadır. Onlar, “Lâ hükme illâ lillâh” (Hüküm ancak Allah’ındır) âyetini slogana çevirip (akt. R. Çakır, “Ayet ve Slogan”, 1990) bir bakıma “proto-İslamist” bir pratikle ortalığı birbirine katmıştır.
Haricîler’i nereye koyacaksınız? Sonrasında Haşhaşîler’i nereye koyacaksınız? Daha yakınlarda Vahhabîler’i nereye koyacaksınız?.. İslâm adına şiddet üretmiş, cinayetler işlemiş, katliam, suikast yapmış bu oluşumlar İslâm-dışı bir tarihin içinden mi çıktılar?
Hayır, bir sosyo-tarihsel olgu olarak İslâmiyet’in parçası onlar. İsteseniz de, istemeseniz de…
Ve onları nereye koyacaksanız, Tâliban’ı da, El Kaide’yi de, IŞİD’i de oraya koymak durumundasınız. Kabul etseniz de, etmeseniz de!..
Tabii İslam “barış” demekse de malûm, lâfla peynir gemisi yürümez, bunu hayata geçirmek zorundasınız.
O zaman yaşlı-başlı ve de ağır hasta insanları tutuklu yargılanma zulmüne uğratmayacaksınız.
Önünüze gelen yazar-çizer, akademisyen, gazeteci, siyasetçiyi de aylarca iddianameleri hazırlanmaksızın tutukluluğa, esarete mahkûm etmeyeceksiniz.
Soma’da yaşadıklarına isyan eden maden işçisinin karnına tekmeyi çakmayacak başbakanlık müşaviriniz...
Gazete binalarının önünde linçe davetiye çıkarmayacak milletvekiliniz...
Ve bir taraf Referanduma “Evet” diye özgürce bas bas bağırırken, “Hayır” kampanyası yapanlara silah tehdidiyle gözdağı vererek ya da göz altıların önünü açarak hayatı dar etmeyeceksiniz…
Yani esas mesele, “İslamist terör” tabirini kabul edip etmemek değil.
Tayfur Atay / CUMHURİYET