5 Şubat 2017 Pazar

İslâm, terör, barış - TAYFUR ATAY


Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya Başbakanı ile buluşmasının ardından basın toplantısında Merkel’in “İslamist terör” tabirine ciddi tepki gösterdi. Merkel, Erdoğan'la yaptıkları görüşmeye binaen “İslamist terör ve terörün her türü, PKK da buna dâhil, bu mücadelede yakın bir işbirliği içinde olmamız gerektiğini konuştuk” dedi. Bunun üzerine Erdoğan, İslâm ile terörün bir araya gelemeyeceğinden, İslâm’ın kelime anlamının “barış” olduğundan, “DEAŞ” terör örgütünden dolayı “İslâmist terör” tabirinin kullanılmasının üzücü olduğundan dem vurup “Ben bir Müslüman cumhurbaşkanı olarak bunu kabul edemem” şeklinde karşılık verdi.
Erdoğan, kendisine sosyolojiden söz edilmesini sevmiyor. Gezi olaylarında onunla konuşmaya gidenler, işin “sosyolojisi”ne de bakmaktan söz ettiklerinde onları “Sizden mi öğreneceğim sosyolojiyi” diye azarladığını hatırlıyoruz.
Yine aynı şekilde azarlanmayı göze alarak söylemek gerekiyor ki Sayın Cumhurbaşkanı, gönlünüzden geçen ne olursa olsun işin sosyolojisi önümüze başka bir şey koyuyor!..
Bir kere “İslamist” tabiri karşısında bu aşırı tepki ve onu Müslümanlıkla adeta “mezcetme” (katıştırma) niye?!
Dikkat edin, Merkel “Müslüman terörü” demiyor, “İslâm terörizmi” de demiyor, hatta “İslâmî (Islamic) terör” demekten de kaçınıyor. O, bu konuda gayet bilinçli ve dikkatli.
Nitekim Erdoğan’ın tepkisine karşılık olarak da Almanya’daki Müslümanların inançlarını özgürce yaşayabilmeleri için ellerinden geleni yaptıklarını söylemiş. “Bizdeki Müslüman dernekleri de her türlü teröre karşı seslerini yükseltti” demiş. Ve “İslâm ile İslamist arasında bir fark var” diyerek de noktalamış.
Ders gibi!..
Anlaşılan Şansölye, İslâm adına şiddet üretenler ve buna karşı yükselen İslamofobik tepkilerin gelgitinde karşısına oturup ona işin sosyolojisine de bakalım diyenlere “Sizden mi öğreneceğim sosyolojiyi” dememiş, onları can kulağı ile dinlemiş!
Evet, İslâm’ı ve Müslümanlığı “İslamizm”le özdeşleştirmek, eşitlemek durumunda değilsiniz.
Ama İslamizm, yani İslamcılığı, onun bir parçası olan cihatçı İslamcılığı ve bunun bir uzantısı olan cihadist-İslamist terörizmi de yok sayamazsınız.


IŞİD’i, DEAŞ diye yanlış telaffuz etmekle de (doğrusu DAEŞ, yani “Ad Davla al-İslamiya fil-‘Irak ve eş-Şam”) çıkamazsınız bu işin içinden…
Çünkü işin içinde insan faktörü var. Ve bu faktör, idealde adı “barış” olan bir din adına savaşların da, katliamların da, terörün de önünü siz kabul etseniz de etmeseniz de açar.
Doğru, İslâm’ın bir kelime anlamı “barış”tır. Tabii “teslim” (submission) anlamı da vardır.
“Allah’a teslim olarak huzur ve barış içinde olmak"; toparlanabilecek anlam budur.
Peki, tarihsel-sosyolojik olarak bu neye karşılıktır?..
İslam-öncesi “kabilesel” Arap toplumunda savaş hali, hayatın normu idi.
Cahiliye döneminde kabile siyasal örgütlenmesi içindeki Araplar, dört (kutsal) ay dışında yıl boyu birbirleriyle savaş içindeydiler. Hepsi bir “üst-tanrı” olarak Allah’a inansa da kendi “alt-tanrı”larına bağlılık doğrultusunda kimliksel ayrışmaya gidiyor, bunu birbirleriyle sürekli savaşla pekiştiriyorlardı.
Peygamber Muhammed, coğrafyanın sosyo-ekonomik evriminin de itici gücüyle buna son verdi. İslâm, kendi ilahlarının rehberliğinde birbiriyle sürekli savaşan kabileleri, tek bir Allah’a teslimiyetle barış vaat ederek bir devlette erimeye çağrıdır.
Peki sonra?.. Peygamber öldü, kabilecilik ve savaş, İslâm kisvesi altında tekrar sökün etti.
Hilafet aslında bu İslâm-içi soy-sop, kabile, kavim, yer-yurt, yöre-bölge temelli çatışmaların oyuncağı olmuş bir kurumdur.
Bu süreçte belki İslam tarihinde “İslamist” tabirini ilk hak edenler denilebilecek Haricîler de karşımızdadır. Onlar, “Lâ hükme illâ lillâh” (Hüküm ancak Allah’ındır) âyetini slogana çevirip (akt. R. Çakır, “Ayet ve Slogan”, 1990) bir bakıma “proto-İslamist” bir pratikle ortalığı birbirine katmıştır.
Haricîler’i nereye koyacaksınız? Sonrasında Haşhaşîler’i nereye koyacaksınız? Daha yakınlarda Vahhabîler’i nereye koyacaksınız?.. İslâm adına şiddet üretmiş, cinayetler işlemiş, katliam, suikast yapmış bu oluşumlar İslâm-dışı bir tarihin içinden mi çıktılar?
Hayır, bir sosyo-tarihsel olgu olarak İslâmiyet’in parçası onlar. İsteseniz de, istemeseniz de…
Ve onları nereye koyacaksanız, Tâliban’ı da, El Kaide’yi de, IŞİD’i de oraya koymak durumundasınız. Kabul etseniz de, etmeseniz de!..
Tabii İslam “barış” demekse de malûm, lâfla peynir gemisi yürümez, bunu hayata geçirmek zorundasınız.
O zaman yaşlı-başlı ve de ağır hasta insanları tutuklu yargılanma zulmüne uğratmayacaksınız.
Önünüze gelen yazar-çizer, akademisyen, gazeteci, siyasetçiyi de aylarca iddianameleri hazırlanmaksızın tutukluluğa, esarete mahkûm etmeyeceksiniz.
Soma’da yaşadıklarına isyan eden maden işçisinin karnına tekmeyi çakmayacak başbakanlık müşaviriniz...
Gazete binalarının önünde linçe davetiye çıkarmayacak milletvekiliniz...
Ve bir taraf Referanduma “Evet” diye özgürce bas bas bağırırken, “Hayır” kampanyası yapanlara silah tehdidiyle gözdağı vererek ya da göz altıların önünü açarak hayatı dar etmeyeceksiniz…
Yani esas mesele, “İslamist terör” tabirini kabul edip etmemek değil.

Mesele, “İslâm barış dinidir” iddianızı ispat etmek ya da edememek!..

Tayfur Atay / CUMHURİYET

Kelle yiyen bir ördek! - MİNE G.KIRIKKANAT

Fransa’nın en eski mizah gazetesi oluşunun yanı sıra, araştırmacı gazetecilik dalında öne çıkan Le Canard Enchaine’nin ilk sayısı 10 Eylül 1915 tarihini taşır.
Zincirli Ördek anlamına gelen adı, 25 Haziran 1919 Paris Konferansı sırasında Damat Ferit’i “Siz kimsiniz Bayım?” diye aşağılayacak olan Başbakan George Clemenceau’nun o yıllarda çıkardığı “Özgür Adam” gazetesinin parodisidir.
Niye karga ya da akbaba değil de ördek derseniz, yanıtı basit: Ördek, Fransızca argoda gazete demektir.
1960’lı yıllardan bu yana bir cumhurbaşkanı, çok sayıda bakan ve politikacıyı koltuklarından edip, bir başbakanın da intihar mı, yoksa infaz mı olduğu tartışmalı ölümüne yol açan Zincirli Ördek’i yıllar önce ziyaret edip yöneticileriyle uzun bir röportaj yapmıştım.
Antimilitarist ve din karşıtı duruşuyla sol eğilimli sayılan, ancak siyaset ya da ekonomi, toplumsal sahnedeki tüm oluşumlara aynı mesafede duruşu ve acımadan vuruşuyla adeta anarşist idealler taşıyan bu benzersiz ördeğin hayranıydım, hâlâ da hayranıyım.



***
Fransa’ya hükmeden kişi ve kurumların korkulu rüyası Zincirli Ördek, her hafta çarşamba günleri yayımlanır, ama dergi değil gazetedir.
Reklam verene bağımlı olmamak için hiç ilan almaz. Haber ajanslarından da haber almaz. Salt satış gelirine bağlı mali durumu gayet sağlamdır. Her kâğıt baskısı ortalama 350 bin satar. Teknolojiden de geri kalmamıştır. İnternet baskısı vardır, ama aboneliğe bağlıdır.
Haber kaynaklarının gizliliğinden ödün vermez. Zaten bağımsızlığından da ödün vermez. Veremez. Çünkü misyon olarak üstlendiği siyasal ve kamusal temizlikte, tüm çalışanlarıyla birlikte tepeden tırnağa lekesiz olmalıdır.
Gerçekten de öyledir. Tarihçi Laurent Martin’e göre Zincirli Ördek, dünyada başka örneği kalmayan bir “alternatif basın biçimi”dir. Haber yaptığı her yolsuzluk ve itham ettiği kurum ya da kişiler hakkındaki iddialarını daima tartışılmaz kanıtlarıyla ortaya koyar.
İşte bu ördek yine yaptı yapacağını ve 25 Ocak’ta yayımladığı bomba haberle sadece cumhurbaşkanlığına en yakın aday François Fillon’u vurmakla kalmadı, ülkenin siyasal belkemiğini çatırdattı. 


***
Cumhurbaşkanı Hollande’ın çok kötü bilançosu dolayısıyla Sosyalist Parti’nin hiçbir şansı, zaten kendisinin de aday olmadığı 2017 Mayıs ayında yapılacak seçimlerde, Fransa’nın tabanını oluşturan merkez sağ, umudunu Cumhuriyetçiler’in adayı François Fillon’a bağlamıştı.
Fillon, oy oranı korkutucu biçimde artan aşırı sağcı Ulusal Cephe lideri Marine Le Pen’in yolunu kesebilecek tek aday olarak görülüyordu. Laik Fransa’nın damak tadına göre biraz fazla Katolikti, ama başbakanlıkta denenmiş, demokratlığı ve dürüstlüğü su götürmeyen bir devlet adamıydı, haydi olsun, denildi.
Oysa adamcağızın, bugün itibarıyla seçimlere kadar aday ve ayakta kalabileceği bile meçhul. Çünkü bizim Zincirli Ördek, iki haftadır yaptığı yayınlarla Fillon’un milletvekilliği ve senatörlük yıllarında eşi ile çocuklarını danışman kadrosundan göstererek 900 bin Avro’luk (bizim ellerde bu tutara Avro’cuk denilmesi gerekir...) maddi çıkar sağladığını kanıtladı.
François Fillon’un eşi ve iki oğlu, mali polis tarafından sorgulandı, bürolarına baskın yapıldı, belgelerine el konuldu, asistanlarının ifadesi alındı; kendisi ve ailesi hakkında yargı süreci başlatıldı. Bütün bunlar bir haftada oldu, ama bitmedi.



***
Aslında Fransız yasaları, parlamenterlerin yakınlarını danışman kadrosunda çalıştırmasını yasaklamıyor. Ama gerçek iş karşılığında gerçek ücret öngörüyor. François Fillon’un dramı, Penelope’sini ve oğullarını hangi somut iş karşılığında ücretlendirdiğini kanıtlayamaması...
Cumhurbaşkanı seçilemez ve kanıt ortaya koyamazsa, 900 bin Avro için kendisinden 10 yıl, eşinden 3 yıl hapis yatmaları; devlete de 1 milyon 350 bin Avro ceza ödemeleri istenecek...
Ülke altüst oldu. Fillon’un düşüşü kime yarayacak? Marine Le Pen öne geçer, ülke ABD gibi popülist, yabancı düşmanı bir rejime savrulur mu? Durum oldukça karışık ve tehlikeli...
İşte bu ahval ve şerait içinde, “Fransa’da da OHAL var, Türkiye’dekinin aynı!
Diye çığıranlara duyurulur:
Zincirli Ördek, 102 yıllık ömründe sadece cumhurbaşkanı adayı başı yemedi. Görevdeki Cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing ve Başbakan Pierre Beregovoy’un başını bile yedi.
Ama hiç kapatılmadı. Hiçbir gazeteci de zindanda değil!



Mine G.Kırıkkanat / CUMHURİYET

Sağırlar diyaloğu - NİLGÜN CERRAHOĞLU


Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya’sını düşündüm Merkel-Erdoğan basın toplantısını izlerken…
DAEŞ’le birlikte, ortak mücadele edeceklerini söylerken bile, “İslamcı terör” kavramı üzerinde atışan bir ikili…
Beri yandan…
“Düşünce özgürlüğü”, “güçler ayrılığı”, “muhalefetin demokrasideki yeri” gibi Batı uygarlığında tartışma götürmeksizin anlaşılan ve yerine oturtulan kavramların, gündeme getirildiği anda bizim cenahta yarattığı alerji…
Farklı dünyalardan, farklı kabilelerden gelen iki lidere bundan iyi örnek olur mu?
Maalouf birkaç yıl önce kaleme aldığı “Çivisi Çıkmış Dünya”da tam bunu anlatır. 2000’den bu yana dünyanın yaşadığı “yön kaybını”, insanlığın bu yüzyılda tüm ortak referanslarını yitirmesine ve hasım kamplar, söylemlere ayrılan “kabilelere” bölünmesine bağlar.
“Uygarlık çatışması” diye özetlenebilecek Maalouf’un analizini ilginç kılan nokta; “kırılma”da iki tarafa da eşit yük ve sorumluluk yüklemesidir.
“İki kabile”yi de çok yakından tanıyan yazar halen Paris’te yaşıyor ve de Fransız Akademisi’nin en prestijli üyelerinden biri.
 
İnandırıcılık krizi
Maalouf 68 yıl önce Lübnan’da doğmuş. ’70’lerde iç savaştan kaçıp Paris’e yerleşmiş. Büyük babası Osmanlı, babası “Hıristiyan Arap” bir Ortadoğu entelektüeli. Kendisini “(biri Batılı, diğeri Doğulu) iki ülke, iki-üç dil ve farklı kültürel geleneklerin bileşeni”yle tanımlıyor.
Karşıt “kabileler”in içyüzünü bilmesine rağmen, gençliğinden bu yana “ilerici-aydınlanmacı geleneğe” bel bağlayan biri olarak insanlığın “ortak kaderi”ne inanıyor. 11 Eylül’den beri başımıza gelen tüm belaları “evrensel değerler temelindeki” bu “ortak kader” ile aydınlanmacı mirası yitirmemize bağlıyor.
Trump’ın “Başkan”lığa tırmanışından beri başucumdan hiç eksik etmediğim “Çivisi Çıkmış Dünya”da yazar, Batı’yı “İslam âlemini barbar olduğu önkoşuluyla” mahkûm etmesi nedeniyle yeriyor; Doğu’yu da kendine dönüp bakmaması ve özeleştiri yapmamasıyla eleştiriyor.
“Bugün Arap (İslam) âleminde eleştirdiğim şey, ondaki manevi bilincin eksikliği; Batı’da eleştirdiğim şeyse, manevi bilincini bir egemenlik aracına dönüştürme eğilimidir” diyen Maalouf ekliyor:
“Bir ‘Doğu sorunu’ varsa, bir de ‘Batı sorunu’ var.”
“Doğu sorunu”nu, “Hâlâ hangi değerleri savunmakta? Neyin savaşını vermekte? İnançlarına nasıl bir anlam yüklemektedir” diyerek irdeliyor.
“Batı sorunu”nu, evrensel değerlere dayanan ilkelerden ödün vermesi nedeniyle “inandırıcılık” kaybına bağlıyor: “Batı, inandırıcılığını yitirirken, ona karşı olan (Doğu!) bu inandırıcılıktan tümüyle yoksun durumda” diyor. 
 


RTE - Merkel örneği
Merkel ve Erdoğan’ın basın toplantısına bakarken işte bu “iki zıt kabilenin” iki tipik temsilcisini izledim.
Erdoğan; vahşetini her seferinde “Allahüekber” nidalarıyla noktalayan IŞİD gerçeğinden asla haberdar olmamış gibi konuşuyordu.
Merkel ise Maalouf’un sözünü ettiği bir “inandırıcılık iflasının” abidesi gibi duruyordu.
Alman Şansölye’sinin bu Türkiye’ye 1.5 yılda yaptığı 5. ziyaret.
Tüm özgürlüklerin galopan ve sistemli biçimde Türkiye’de gerilediği son 1.5 yıllık zaman diliminde Merkel… özellikle de Alman kamuoyu baskısı nedeniyle dostlar alışverişte görsün diye nihayet-bonjour!-“demokratik hassasiyetlere” atıf yapmış…
“Muhalefet demokrasinin ayrılmaz parçası. Buna dünyanın bütün demokratik ülkelerinde tahammül ediliyor” demiş ve gene bir 12’ye 5 kala hamlesi olarak gidip Kılıçdaroğlu’nu görmüş…
Türkiye’nin AB üyesi olmaya can attığı günlerde büyük anlam taşıyacak bu çıkışların bugün Ankara nezdinde hiçbir değeri yok maalesef.
Vaktiyle Avrupa’nın ortak değerlerini kabul etmeye can atar görünen Türkiye’nin bu arayışını, en ön safta kıran Merkel’in bugün “Külliye” de hâkimiyetini neredeyse tümüyle pekiştiren RTE’nin kulağının dibinde bu sözleri terennüm etmesinin heyhat hiçbir faydası yok.
“İnandırıcılık” ve “otorite” taşıyacağı için başka zamanlarda Merkel’in ciddiye alınacak olan bu değerlendirmeleri, Saray efradının bugün bir kulağından girip, öteki kulağından çıkacaktır.
Karşımızda duran tablo, yalnız Türkiye’nin otoriterleşmesi ve Ortadoğulaşması değil aynı zamanda Avrupa’nın tümüyle etkisizleşmesinin resmidir.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

4 Şubat 2017 Cumartesi

Her şey ipleri elden kaçırmamak için... - ŞÜKRAN SONER


Evet, her şey 15 yıllık Liderlik odaklı İktidarlarının yönetim çarklarının iplerini elinden kaçırmamak için.. Kamuoyunun, zapturapt altında titizlikle tutulan ele geçirilmiş, çok güçlü medya güdülemesi, algısı sayesinde; hâlâ Liderliğin çok belirleyici olduğuna inanılıyor. Kişisel kanımı, profesyonel gazetecilik sezgilerimi sorarsanız, AKP’nin 12 Eylül’ü, referandumu sonrası, AKP, Liderliğe gönüllü bağlılığın büyüsü uçup gitmişti. Yasama, yürütme, yargı bağımsız işleyişleri, kamu-sivil örgütlenmelerin ağırlıklı yönetim, varlık güçleri ele geçirilmiş olarak denetimin, iplerin elden kaçmaması için gereken her şey yapılıyordu.. 
 
Havuç-sopalı” güdüleme, İktidarları erki icraatları sayesinde, ele geçirilmiş etkin kamu erki gücü ile, “sadaka biat” öğretisinde tabandan denetim çarkları içinde; denetim gücünün elde tutulduğu algısı sayesinde devam eden, Liderliğin el koyduğu yönetim, denetim otoritesine oturtulmuş, otoriterlik temelinde yürümekte olan bir düzenin alternatifsizliği bilinçaltı, çoğunluk algısına kazına kazına bugünlere gelindi.. 
 
İktidarlarının sorunu, seçmeni, yandaşı, destekleyen tüm güç odakları, ipleri ellerinde tutulan tüm kamu, özerk olamayan sözde özerk ve de özel kurumların denetlebilirliği, biat etmiş olmalarına karşın, İktidarlarının erkin gücünün kullanılmasındaki icraatlarının bütünü içinde, iktidar erki iplerinin elden kayıp gitmesi.. Dış politikada akıl almaz çelişkiler, çark edişlerin iç politikada hâlâ anlamlı hesabı sorulmamış olsa bile, Irak işgali onayı ile başlayan, stratejik ortak, ılımlı İslam, yeni Osmanlıcılık düşleriyle beslenen dış politika ilişkilerinde yaşanan birbirinden trajik kırılmalar.. 

***
İktidarlarının dış politikada ipleri ellerinde tutabilmeye ilişkin geldikleri trajik son noktaya bakar mısınız? Anlı-şanlı güç gösterileri, meydan okumaların, kazanılmış sanılan çizgilerin çok gerisinde koşullarda denge arayışları için çırpılınıyor.. Türkiye, bu ülkede yaşayanlar, akılsız dış politika ataklarının çok ağır bedellerini maddi manevi hep birlikte, giderek katlanan boyutları ile ödemeye mahkûmlar.. 
 
Ortadoğu, İslam dünyası ağırlıklı insanlığa yaşatılan travmaların en ağır yüklerini, bedellerini, gönüllü gibi üslenmek zorunda kalmamız da yetmiyor.. Dünyanın en kanlı, en kirli terör ittifaklarında odak hedef ülke konumuna düştük bile.. Dünyanın göç yükü, kamburu nerede ise en güçlü zengin dünya ülkelerinin hepsini birden çok çok katlamış boyutlarda. Dünyada emperyal çıkarlar adına askeri darbelerin maliyetleri günümüzde yüksek sayıldığından, cepheleştirme, ırk ve din-mezhep ağırlıklı çatışmalar tuzağında, terör örgütlerinin etkin kullanımında yaratılan iç savaşlar bataklığında istenen paramparça oluşlar siyaseti geçerlilik kazanmışken..
 
Özetle askeri darbeler tarihe yazılmış sayılırken bile, bir tek bizde, İktidarlarının iktidar ortaklığının içinden, yarım kalmış FETÖ’cü askeri darbenin türetilebilmiş olması nasıl bir aymazlığın, siyasal erkin sorumsuzluğu olabilir? Barış süreci, İktidarları erkinin başarılı siyasi atağı olarak seçim kampanyalarında kullanılırken, bir yanı ile gerçekten de ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlarımızın en güçlü oranlarla Meclis’te siyasi ağırlık oluşturabilmeleri koşullarını yaratan 2015 Haziran seçim sonuçlarını tanımamak neyin nesiydi? 
 
İçime oturduğu için ayrıntılarını hiç unutamam, hani halkın çok övündüğümüz sağduyulu oy kullanımı ile, Meclis’te olabilecek en demokratik siyasal ağırlıklı bir denge oluşmuştu. Seçim mazbataları alınmadan PKK cephesinden gelen savaş tamtamları, ilanını, Kürt siyasetinin Meclis’e ağırlıklı girmesi, terörden yürüyüşe kapıların kapanmasının tepkisi olarak okumuştum. Sivil Kürt siyasi hareketinin elinin kolunun nasıl bağlandığını görmek ne kadar ders verici ise, AKP Liderliği odaklı siyasi çıkışla, çok olanaklı koalisyon hükümetleri ya da dışardan destekli güçlü AKP hükümeti kurulabilmesine kapıların kapatılmasını daha da ciddi sorgulamak gerek. 
 
Şimdilerde dünyada bir benzeri olmayan, insan hakları, hukuk devleti, erkler ayrılığı, demokratiklik kriterlerini ayaklar altına alan bir otoriterleşme düzeni dayatılmakta. Gerçek nedenleri sorgulayabilsek, güçlü, çoğunluk iktidarları, Liderlik efsaneli icraatların, ilkesizlik, zikzakları yaz bozları içinde elden kaçmış iplerin çaresizliğinde, daha daha haksızlık, hukuksuzluk, otoriterleşme gereksinimini göreceğiz..

ŞÜKRAN SONER / CUMHURİYET

Osmanlı’yı rahat bırakın! - ALİ SİRMEN

Abdülhamit’in torununun torunu, Osmanlı hanedanına mensup Nihan Osmanoğlu kendisiyle yapılan bir görüşmede, “parlamentarizm artık canımıza yetti” buyurup, ardından da eklemiş:
- Cumhurbaşkanımızı Sultan Abdülhamit Han’ın yalnızlığına bırakmamak için (referanduma) evet diyorum.
Nihan Hanımefendi’nin parlamentarizm ve siyasi geçmişimizle ilgili sözleri öylesine ipe sapa gelmez ki ciddiye alıp üzerinde durmaya değmez.
Hanedanı, kendi aile bireylerine karşı savunmaya kalkmayacağımıza göre de, Nihan Hanım’a, saygıdeğer hanedan üyelerinin örneğin, Osmanlı’nın İstanbul’da doğan son şehzadesi, 1994 - 2009 arası Osmanlı Hanedan Reisi, Abdülhamit’in torunu, Burhanettin Efendi’nin oğlu, 2009’da 97 yaşında vefat eden Ertuğrul Osmanoğlu’nun “Hilafet, saltanat geçmişte kaldı, cumhuriyete ve laikliğe sarılın! Memleketi kurtaran Atatürk’e her bir Türk’ün borcu var” sözlerini anımsatacak değilim.
Sözüm yalnızca, laik cumhuriyet ve Atatürk ile Osmanlı üzerinden hesaplaşmaya çalışan sözde cumhuriyet çocuklarına:
- Cumhuriyet ile Osmanlı üzerinden hesaplaşmayı bırakın! Osmanlı hanedanının saygın kişileri bile bu tür davranışlara arka çıkmıyor, karşı tavır alıyor. 


                                                                   ***

 Osmanlı sulbüne dayanarak, laik Cumhuriyet ile hesaplaşıp diktayı egemen kılmak isteyenlerin Osmanlı derken neyi kastettiklerini anlamak güç.
Eğer hanedanı kastediyorlarsa, onun Cumhuriyet ile hesaplaşmak, geri dönüp, cumhuriyeti ortadan kaldırmak diye bir hesabı olmadı. Bundan sonra da olmasını sağlamak için uğraşmak olmayacak duaya amin demeye çalışmaktan öteye geçemez.
Kaldı ki Tanzimat’tan başlayarak, iktidarın dizginleri tedricen hanedanın elinden çıkmıştır. Osmanlı’nın son döneminde, hanedanın belirleyicilik niteliği çok azalmıştır.
Yok eğer, Osmanlı’dan kasıt, ismi var cismi yok, aslında fiilen yarı sömürge konumunda olan imparatorluğun son yıllarındaki toplumu ise, o zaman da şu yadsınamaz gerçeği teslim etmek zorundayız:
Osmanlı toplumu kendi çaresizliğini, tıpkı kendi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu misali, en dibe vurduğu anda, bir kurtuluş savaşını başarıyla yürüterek, küllerinden bir Cumhuriyet doğurarak aşmıştır.
Kendi yetkilerine sahip çıkma konusundaki titizliği bugünkü Meclis ile kıyaslanmasına imkân olmayan Gazi Meclis olarak anılan Birinci TBMM’nin önemli bir bölümü, işgal İstanbul’undan kaçmayı becermiş, son Osmanlı Meclis’i Mebusanı’nın üyelerinden oluşmaktaydı.


                                                                 ***

 Cumhuriyet’in temelinde, Osmanlı paşasının, Osmanlı bürokratının, Osmanlı aydınının, Osmanlı diplomatının (Sivas Kongresi’nde delege ve 1. TBMM’de Ankara Milletvekili Osmanlı’nın son Washington Sefiri Ahmet Rüstem’i hatırlayalım) harcı bulunmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk parlamenter sisteminin ilk muştucuları, Mithat Paşa’lara, 1876 Meclis’i Mebusanı’na kadar uzanmaktadır.
Osmanlı toplumunun Damat Ferit veya Damat Ferit’ler çıkarmış olması, onun Cumhuriyet’e katkılarının yadsınmasına yol açmamalıdır.
Damat Ferit’e bakacak olursanız, Cumhuriyet de siyaset alanında daha neler yetiştirmiştir ki Damat Ferit ellerine su bile dökemez.
Tarihimizin son dönemleri hep modernleşme çağdaşlaşma, kimliğini bulma arayışları içinde geçmiştir.
Bunun hem yandaşları olmuştur, hem de karşıtları. Bu olgu Osmanlı için geçerlidir hem de Cumhuriyet için.
Gericilerin kendilerine simge haline getirmek istedikleri Abdülhamit’in bile çağdaşlaşma çabaları olmuştur.
Bütün bunları görmezden gelerek, gerçekte hiç de kimilerinin ileri sürdükleri gibi olmayan Osmanlı’nın hanedanının sulbüne dayanarak, laik Cumhuriyet ile hesaplaşmaya, totaliter bir rejime kılıf hazırlamaya kalkmak boşa gitmeye mahkûm, biçare çabalardır. 



Beyler, efendiler, yapmayın! Milleti birbirine düşürdünüz, şimdi de geçmişiyle kavgaya zorlamayın!


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Akar-Fidan-Pakdil... - YAVUZ SELİM DEMİRAĞ


Malumunuz Jandarma İçişleri, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanınca Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'ın emir verecek personeli de kalmadı. Ege kıyılarında gezinti yaparken Kardak kayalıklarına doğru sadece el sallayabildi. Üstelik beraberindeki heyette "Bylock"çu kurmay yarbay vardı. Emir subayı, özel kalem müdürü darbeci çıkan Akar'ın Hava Kuvvetleri Danışmanı hanım yarbayın FETÖ şüphelisi olarak göz altına alınması kadar normal bir şey olamaz!

Koca yürekli Müyesser Yıldız'ın "Bir koltuktan gayri neyi kaldı ki" diye seslendiği Hulusi Akar, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile kanka olmuş. Atatürk'e hakaretten başka hiç bir özelliği olmayan "dinbaz"ların filozofu edalarına bürünen Nuri Pakdil'i ziyaret ederek yarım kalmış aşk hikayesini dinlemişler keyifle. Hiç bir sınıfa sokamadığım gibi, her hangi bir baltaya sap edemediğim Nuri Pakdil ile ilgili tasviri, Türk edebiyatının usta kalemi Nihat Genç, Odatv'deki yazısında yaptı.

 "Atatürk'e küfrettiği için baş tacı ettiler: Ayak topuğunuzdaki nasır yazar olsaydı Nuri Pakdil gibi olurdu" derken haksız mı? Çekmemişti kimseden nasırdan çektiği kadar" dizelerindeki Hamdullah Efendi bile Nuri Pakdil yerine nasırını tereddütsüz tercih ederdi.Merhum Orhan Veli'nin "


Fidan ile Akar'ın ortak özellikleri askerlikten değil 15 Temmuz gecesinin karanlıkta kalan, kayıp 4 saatten geliyor. Malumunuz her ikisi de "TBMM 15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu"na bilgi vermekten imtina ettiler. Bu satırların yazarını bile 4 saat boyunca dinleyen, soru soran komisyon Akar ve Fidan ile muhatap bile olamadı. 15 Temmuz gecesinin sisleri dağılmadığı için de başta Sayın Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere canım memleketimin önemli miktardaki aydınları "Kontrollü Darbe"yi haklı olarak telaffuz edebiliyor... Kimbilir belkide Nuri

Pakdil'i ziyaretlerinde dinbazların teorisyenine of the record anlatmışlardır...
Basına yansıyan Pakdil'in liseli yıllarda yaşayıp yarım kalan aşklarını dinledikerine yönelik habere doğrusu canım sıkıldı. Ne de olsa Pakdil'in tuzu kuru... Babası, dedesi İstiklal Harbinde yok. Emmisi, dayısı Kıbrıs'ta değil. Oğlu, torunu, yeğenleri Güneydoğu'da terörle mücadelede şehit olmamış. Hadi O'nun acısı lisede yaşadığı yarım aşkı... Ya her gün ay-yıldızlı bayrağa sarılı tabut ile toprağın kara bağrına yatırılan 20-21 yaşındaki gencecik şehitlerin yarım kalan umutları... Geride bıraktıkları gözü yaşlı anne-baba-bacı-kardeş, eş, nişanlı-yavuklu, yetim bebeler... Sıvasız, tuğlalı evi tamamlama rüyaları... Kıt-kanaat biriktirdiği para ile alıp bir türlü binemedikleri arabaları... Heyecan ile yazıp dağıttıkları düğün davetiyeleri... Ucuz bir valizin içine tıkılan çamurlu, yırtık postalları, kan-ter içindeki üniformaları kaldı yadigar... Bir de cenaze törenlerinin yayınlandığı 45 saniyelik televizyon haberi... Sur'da, Silopi'de, Cizre ve El-Bab'da şehit olan 20-21 yaşındaki gençlerin çeyrek hayatlarını konuşamazlar elbette...

Ateş düştüğü yeri yakar!

Peki ya Yeni Şafak'tan Hürriyet'e terfi eden Abdulkadir Selvi'ye ne demeli. Sanki Akar ile Fidan'ın özel temsilcisi, basın danışmanı. Anadolu'da "Zırva tevil götürmez" derler. Uzatmayalım. Asıl kafama takılan ise Pakdil'in, Akar'a yönelttiği "Niye üniformanla gelmedin?" sorusudur. Her ne kadar Hulusi Bey "Bir dahaki sefer inşallah" cevabını vermiş olsa da. Bu üniforma işine sabitlendim. Öyle ya Pensilvanya'daki Meczup Kardinal de Yamanlar Koleji'nin gizli katında huzuruna getirilen subay kılıçlarını teşhir ediyordu. Uçak maketlerinin koleksiyonunu yaptığını da
öğrendik.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün, Mareşal Fevzi Çakmak'ın makamında oturan Hulusi Akar'ın bu ülkenin tartışılamayan önderine "Firavun" diyen biri ile işi olmaz! Olmamalıdır!...
Vesselam...

Yavuz Selim Demirağ / YENİÇAĞ
Kaynak: Akar-Fidan-Pakdil... - Yavuz Selim DEMİRAĞ

3 Şubat 2017 Cuma

Yeni müfredat programı (I-II) - RIFAT OKÇABOL

*
Her eğitim sisteminin özünü ve temelini, öğretim izlencesi ya da öğretim programı da denen müfredat programı oluşturmaktadır (muhafazakar kesimlerin de okuması beklentisiyle bu yazıda müfredat programı deyişi kullanılacaktır). Müfredat programı, “1-Bir okulu bitirmek ya da bir alanda uzmanlaşmak için okunması gereken ders ve konuları kapsayan program. 2- Öğretilmesi istenilen ders ya da konuların amaçlar, yönergeler ve ders gereçleri ile birlikte sıralı olarak düzenlenmesi sonucu ortaya çıkan kılavuz. 3- Öğrencilere bir plana göre kazandırılması istenilen öğrenim yaşantılarının tümünü içine alan program” olarak tanımlanmaktadır.


Dolayısıyla müfredat programı, öğretmenin ne öğreteceğinden, öğrencinin hangi bilişsel, duyuşsal ve devinimsel edinimleri, hangi sırada, ne düzeyde ve ne zaman kazanacağını, kazanılması beklenen bu edinimlerin ne kadarının kazanıldığının nasıl ve ne zaman ölçüleceğini belirleyen belgedir. İmam için Kuran-ı Kerim, papaz için İncil ve haham için Tevrat neyse, öğretmen için de müfredat programı odur.

Müfredat programı, öğrenciyi ya “fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” kişi olarak özgür bir yurttaşa dönüştürecek ya da onu kul olacak/ümmetin bir parçası olacak şekilde yetiştirecek araçtır. Müfredat programı,  “ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum yaratır ya da toplumu köleliğe, yoksulluğa tutsak eder.”

Müfredat programı ya doğaya, insan haklarına, emeğe ve insana saygılı çağdaş insan yetiştirir ya da, girişimci, rekabetçi, ırkçı, gerici insan yetiştirir. Müfredat programı, ya barışsever, yurtsever, inançlara saygılı ve güzel sanatlardan zevk alan kendisiyle barışık insan yetiştirir ya da kişiyi, insanlığına yabancılaştırıp dinci, kindar ve güzel sanatlara düşman … hale getirir. Müfredat programı, okuyan, düşünen, sorgulayan, eleştiren ve araştıran- gerçeği merak edip arayan insan da yetiştirir; okumaktan, düşünmekten, sorgulamaktan, eleştirmekten ve araştırmaktan korkup gerçeklerden kaçan insan da. Müfredat programı, kişiyi, ya her canlıya değer veren, genel kültürü olan olgun bir insana dönüştürür ya da tüm canlılara zarar vermekten hoşlanan, IŞİD benzeri davranışlara gönülden katılan, “insan” denemeyecek bir varlığa dönüştürür.

Bu nedenlerle müfredat programı geliştirmek, kişinin ve toplumun geleceğiyle ilgili çok ciddi bir iştir. Bu nedenlerle müfredat programı geliştirmek, bir siyasal yaklaşıma göre belirlenebilecek bir iş değildir; başta eğitim uzmanları olmak üzere ülkedeki farklı anlayışları, tarihsel geçmişi ve dünyanın bugünkü durumunu göz önüne alacak ve geleceği belirli ölçülerde de olsa öngörebilecek bir çalışmanın ürünüdür. Bu nedenlerle müfredat programı geliştirme işi, eğitim uzmanları, bakanlık bürokratları ve öğretmenlerden oluşan ve partizan olmayan bir ekibin, çeşitli kesimlerin de görüşlerini alarak hazırlaması gereken uzun soluklu bir iştir-süreçtir.

Müfredat programı geliştirecek ekibin göz önüne alması gereken tarihsel gelişim ise kısaca şöyledir. Eğitim-öğretim tarihi, insanın gereksinimlerinin, deneyimlerinin ve aklının ürünü olan öğretilerle başlamıştır. Toplayıcı toplumların öğretileri, çocuklarına günlük yaşam ve neyi nasıl toplayacaklarıyla sınırlıdır. Taş devri insanı, taşı alete dönüştürmeyi ve avcılıkta kullanmayı öğretmiştir. Tarım toplumundaki öğretiler avcı toplumundakine göre farklılaşıp çeşitlenmeye başlamıştır. 5-6 bin yıl öncesinin insanı, açıklayamadığı olayları, kendi aklıyla ürettiği (hayvan, ay ve güneş gibi) tanrılara atfetmeğe başlayıp bu tanrıları memnun etme yollarını aramış bu yolları genç kuşaklara öğretmeye çalışmıştır. Tanrı anlayışı gelişip yaygınlaşırken krallar da kendilerini tanrıların temsilcisi olarak göstererek, krallıklarını ve sömürülerini pekiştirme yoluna gitmişlerdir.
Allah’ın elçisi olduğunu iddia eden peygamberler ortaya çıkıp Allah’ın kelamı diye aktardıkları, ortaçağdaki öğrettiklerin temelini oluşturmuştur. Bu öğretiler, özellikle tarım toplumlarında-feodal toplumlarda toplumsal yaşamla ilgili sorunlara yanıt verebildiği sürece geçerli olmuştur. Krallar da bu kez dini liderlerle işbirliği yaparak krallıklarını ve sömürülerini kolayca sürdürmüşlerdir.

Ancak, yine insanın merakının, sorgulamasının, denemesinin, inceleyip araştırmasının ve aklını kullanmasının ürünü olarak bilimsel bulgular artmış, aydınlanma süreci başlamış, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilmiş ve ulus devletler ortaya çıkmıştır. Farklı ırk ve inançlardan oluşan ulus devletlerinde, dine dayalı ve babadan oğula geçen yönetimlerin yerini insana dayalı ve halkın seçtiği yönetimler almaya başlamıştır. Ulus devletlerde bir inancı diğerlerine dayatmak düşüncesi giderek zayıflamış, okullardaki dini öğretim giderek azalırken laik ve bilimsel eğitim yaygınlaşmaya başlamıştır. Dini öğretim yalnız ilgili inanç sahipleri için geçerli bir öğretimken, laik ve bilimsel eğitim, yeryüzündeki tüm insanlara hitap eden ve (kadın-erkek, dindar-dinsiz, fakir-zengin, beyaz ırk-siyah ırk-sarı ırk) herkesin yararına olan bir öğretime dönüşmüştür. Laik ve bilimsel eğitim, yeni bilimsel bulgularla ve bu bulgulara dayalı olarak üretilen teknolojilerle gelişmesini sürdürmüştür.

Gerçeğin anlaşılması doğanın korunması, insanın özgürleşmesi, insancıllaşması, toplumsallaşması ve evrenselleşmesi ile kişinin tüm yaşamsal gereksinimlerinin karşılamasına yardımcı olan bu laik ve bilimsel eğitime, kısaca, çağdaş eğitim denmektedir.

İçinde bulunduğumuz sanayi ötesi toplumu, bilgi toplumu, öğrenme toplumu ya da teknoloji toplumu denen çağda, insanın ve toplumların ayakta durabilmesi için gerekli eğitim, çağdaş eğitim olmaktadır. Çünkü çağdaş gelişmiş ülkelerin hiç biri, bugün içinde bulundukları gelişmişlik düzeyine dini öğretimle gelmemiştir; laik ve bilimsel eğitimle gelmiştir.

Dolayısıyla insanımızı ve toplumumuzu geleceğe taşıyacak müfredat programının çağdaş anlayış ve eğitim doğrultusunda hazırlanmış olması gerekir.

Gündeme getirilen müfredat, bu toplumun değil, AKP’nin müfredatıdır.

**

AKP, müfredat değiştirme açısından daha dün denebilecek yakın zamanda (2005’te), müfredat değiştirmişti. Şimdi yine değiştiriyor. Neden değiştirildiği belli de, nasıl geliştirildiği, kimler tarafından değiştirildiği ise pek belli değil.

Müfredat programının kimler tarafından geliştirildiği bilinmese de, bu işin alanında etkin ve yetkin bağımsız bir ekip tarafından yapılmadığı belli oluyor. Öncelikle müfredat konusunda sorumlu olan ilk üç yetkilinin, bakanın, müsteşarın ve talim ve terbiye kurulu (TTK) başkanının bu konuda etkin ve yetkin bağımsız kişiler olmadığı bilinmektedir.
  
Örneğin eğitim bakan İsmet Yılmaz, önce Denizcilik Yüksek Okulu’nun makine bölümünü, sonra da hukuk fakültesini bitirmiş. "Gemi İşletmeleri Teknik Yönetimi" alanında yurt dışında master yapmış.  Tarafsız diye 2007 genel seçimleri öncesinde Ulaştırma Bakanı yapılmış, seçim sonrasında (herhalde tarafsız olduğundan) Kültür ve Turizm Bakanı müsteşarlığına getirilmiş. 2011 genel seçimleri sonrasında milli savunma, 2015 Haziran seçimleri sonrasında TBMM başkanı, 2015 Kasım seçimleri sonrası da eğitim bakanlığına getirilmiş. Bizim çocukluğumuzda dermojen adlı her derde deva bir merhem vardı, mübarek de AKP için dermojen gibi.

Dermojen gibi olsa da, Yılmaz’ın en zayıf halkası eğitim olunca, bakanlık müsteşarının bu konuda bilgili olacağı sanılıyor. Oysa bakanlık müsteşarı Yusuf Tekin de, ne eğitim uzmanı, ne de bakanlık birimlerinde çalışma deneyimi olan bir kişi. Siyaset bilimi alanında master ve doktora yapıp Doçent olan müsteşar,  Polis Akademisi’nde de çalışmış ve 2011 yılında Gençlik ve Spor Bakanlığına Bakan Yardımcısı yapılmış.

Müfredat konusu bakan ve müsteşarın zayıf halkası olunca, hiç değilse TTK başkanının bu alanda güçlü olması beklenir. Ne gezer, 29 Ağustos 2016 tarihinde TTK başkanlığına getirilen Alpaslan Durmuş da, ilahiyatla işe başlamış, master yaptığı eğitim yönetiminde doktoraya devam ediyor. 30-35 kredilik 8-10 dersten oluşan eğitim yönetimi programında müfredat bilgisi edinmesi de zor, yönetim ayrı bir alan çünkü. Durmuş, piyasada iş yapmış. Yazı işleri müdürü, editör, danışman, düzeltmen vb. görevlerle katkıda bulunduğu kurumların başında, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı geliyor. Büyük bir olasılıkla daha hem bakanlığın hem de TTK’nın ne olduğunu anlamaya çalışan biri.

Üçünün de, müfredat konusundaki bilgileri, büyük olasılıkla danışmanlarının, yardımcılarının ya da ilgili bürokratlarının anlattıkları kadar. O zaman bürokratların yetkinliğine bakmak gerekiyor. Bilindiği gibi AKP iktidar olur-olmaz hızla bakanlıkta kadrolaşmaya başlamıştı. Kasım 2002- Eylül 2011 yılları arasında TTK başkanı dahil pek çok bürokrat, bir kaç kez değiştirilmişti. Eylül 2011’de çıkarılan 652 sayılı KHK ile bakanlık bürokratlarının tümü AKP’nin isteği doğrultusunda değiştirilmişti. Yine bu KHK ile bakanlığa, bakanın/AKP’nin isteğine göre hareket edecek sözleşmeli bürokrat istihdam edilmesi kolaylığı getirilmişti. Mart 2014’te çıkarılan dershane yasasıyla da, bürokratların hepsi bir kez daha değiştirilmiştir (Anayasa Mahkemesi bu son uygulamayla ilgili yasa maddesini iptal etse de, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, bakanlıkta hiçbir muhalif kalmamıştır). Bu durumda bakanlık bürokratları içinde eğitimci olanlar varsa bile bu kişiler, genelde partizanlıklarını eğitimciliklerinin önüne koyan, etkinlikleri ve yetkinlikleri varsa bile bu niteliklerini kullanmayan/kullanamayan kişilere dönüşmüşlerdir. Türkiye’de eğitim adına son yıllarda yaşanan olaylara ve bu olayların artış hızına bakıldığında, eğitimci bürokratların birer eğitimci gibi davrandığını söylemek imkansızdır. Dolayısıyla bu kişilerin, birey ve toplum yararına sağlıklı bir müfredat geliştirmeleri neredeyse olanaksızdır; Bu nedenle, müfredatın nasıl ve kimler tarafından hazırlandığı belli olmasa da, en azından tarafsız olmayan/olamayan kişiler tarafından hazırlanmış olduğu bellidir; bakanın bu konuda ne söylediği ve toplumu nasıl kandırmaya çalıştığı da.
Bakan Yılmaz, bu konuda konuşurken, “Müfredat taslağında ülkemizin 2023 hedefleri ve hükümet programlarını dikkate aldık” diyerek temel amacı açıklamış oluyor. 2023 hedefinin, cumhuriyet rejiminin neredeyse tüm kazanımlarının köküne kibrit suyu dökülmesi ve cumhuriyet rejiminden intikam alınması tarihi olduğunu cümle alem biliyor, sağır sultan bile.

Müfredatın temel amacı ve içeriğiyle ilgili irdelemeleri gelecek haftaya bırakıp bakanın söylemlerine kulak vermeye devam edelim. Bakan, “Yarıyıl tatiline giren öğrencinin kendini tanıması, geliştirmesi ve sosyalleşmesine katkı sağlayacak sanatsal, kültürel, sportif ve bilimsel faaliyetlere katılmasının teşvik edilmesi gerektiğini” söylüyor. Bakan, “Öğrencilerin sadece  akademik bilgilerle donanmış bireyler olarak değil, milli ve manevi değerlerine  sahip çıkan, sosyal, kültürel, sanatsal ve sportif yönleri gelişmiş bireyler  olarak da yetiştirmenin bakanlığın öncelikli hedefi olduğunu” da söylüyor. Bakan, “21. yüzyıl becerilerine sahip, eleştirel düşünebilen,  problemlere doğru ve etkili çözümler üretebilen bireyler olmaları yönünde  öğrenciler için yapılacak her türlü faaliyetin ayrı bir önem arz ettiğine” de işaret ediyor. Bırakın yeni müfredatın içeriğini, yalnız Yılmaz’ın eğitim bakanlığı zamanında, eğitim kurumlarıyla ilgili olarak ortaya çıkan olaylar, Yılmaz’ın bu söylemleriyle örtüşmüyor. Hatta bakanın bunları söylediği günlerde ortaya çıkan (anaokulu öğrencilerine İslam yemini ettirilmesi ve 7’inci sınıf öğrencisine kürtaj ile ilgili soru sorulması gibi) olaylar bile bunu kanıtlıyor.

Müfredat programı geliştirirken yalnız yandaş sendikaya kulak veren Yılmaz, "Okullarımızda gerçekleştirilen eğitim öğretim faaliyetlerinin etkili,  kalıcı ve verimli olabilmesi, öğrenci, öğretmen ve velilerin yıl boyunca iş  birliği içerisinde çalışmalarına bağlıdır” derken de kendisini yadsıyor.
Yeni müfredat programını açıklayıp, eleştirileri on binlerce kişinin mesaj atacağı ve dolayısıyla bakanlığın onlara göz atacak zamanı bile olmayacağı bir uygulamayı getirmesi bakanın içtenlikle hareket etmediğini de gösteriyor.  Bu durumda Yılmaz’ın, makine öğreniminde edinmiş olması gereken bilimselliği, gerçekçiliği, sistematikliği ve rasyonelliği unuttuğu gibi hukuk fakültesinde edinmiş olması gereken hukuksallığı da unuttuğu görülüyor. Önümüze gelen müfredattan, Yılmaz’ın, (dermojen gibi olsa da kendisinin en zayıf halkası olan) eğitim gemisinin rotasını hedef 2023 doğrultusunda tutmaya çalıştığı anlaşılıyor.

Bakan “Hedef 2023” derken, müfredatın içeriği, esas hedefin toplumu çağ dışına itmek olduğunu gösteriyor.

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

Hangi Abdülhamid? - TAYFUN ATAY

AKP Türkiye’sinin dinbaz-politik seyir defterinde Sultan İkinci Abdülhamid’e nur yağan günlerden geçiyoruz.




“Yeni Türkiye”ye tarih icat etme yolunda Abdülhamid Osmanlı’sı adeta nirengi noktası alınmakta.
Bu faaliyette topraklarımızın tarihsel akışında hem önü açılan, hem de “parantezlenen” kesitler var. Bunlara daha önce bir başka yazımızda değinmiştik. Ama tabii en kapsamlı operasyona tâbi tutulan tarihsel alan, Osmanlı dönemidir. Orada “Kuruluş” miti, şu ara hayli revaçtaki “Diriliş Ertuğrul” dizisi ile de alabildiğine abartılı (ve de yalan-yanlış) kanırtılıp duruluyor.
Ama mesela Niğbolu’da birleşik bir haçlı gücünü (bir anlamda son haçlı seferini) devirerek eşsiz bir başarıya imza atmış olsa da nihayetinde Timur’a yenilerek imparatorluğu bir kargaşa ve karışıklık (“Fetret Devri”) içine sokmuş Sultan I. Bayezid (Yıldırım) üzerine tıs yok.
Aynı doğrultuda hiç şüphesiz 15’inci ve 16’ncı yüzyıllar baş tacı edilirken “tagayyür ve fesâd”la (bozuluş ve kargaşa) tanımlanan 17’nci yüzyıl tukaka edilecektir.
Keza, 18’inci ve 19’uncu yüzyıllara gelindiğinde de muazzam bir “aç-kapa”, “kapa-aç” ameliyesi eşliğinde parantez-parantez bir tarih inşası gerçekleştirilecektir!.. Lale Devri, III. Ahmed, Damat İbrahim Paşa, III. Selim, II. Mahmud, Tanzimat, Meşrutiyet(ler), Kanun-i Esâsi, Mithat Paşa, İttihatçılar, bu anlayışla elbette Osmanlı mirasımızın paranteze alınacak unsurlarıdır.
Kanun-i Esâsi’yi rafa kaldıran, Meşrutî-parlamenter arayışlara ket vuran ve istibdadı (despotizm) hâkim kılan Abdülhamid’in ise İslâmcılık ve Batı-karşıtlığı vurgusuyla elbette önü açılmaktadır. Dolayısıyla “Ulu Hakan” “Kızıl Sultan” mı tartışması da artık bitmiştir. Abdülhamid, pırıl pırıl parlatılmaktadır.
Bu çerçevede Abdülhamid’in torunu Nilhan Osmanoğlu’nun şu ara hayli tartışma koparan “Parlamentersistemcanımızayetti” sözü,özellikle başkanlık sistemi için referanduma giden yolda tabii ki AKP’ye “ilaç”tır. CHP ise sarf ettiği sözler nedeniyle Abdülhamid’in torununa ateş püskürdü. (Yine de dedesinin yaşadıkları doğrultusunda torun Osmanoğlu’nun çıkışının gayet anlaşılır bir duygusal, “öznel” tepki olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekir.)
TRT 1’de de birkaç hafta içinde belli ki muazzam bir Abdülhamid güzellemesi olarak karşımıza gelecek “Payitaht Abdülhamid” isimli bir yeni dizi başlıyor. Aslında bu, ilk değil. 2014’te yine TRT 1’de yayınlanan “Çırağan Baskını” adlı mini dizide de Abdülhamid, popüler-politik bir sarıp sarmalanmaya mazhar olmuştu!..
Gayet açık, “Yeni Türkiye”de Abdülhamid, özellikle Atatürk karşısında, en hafif deyişle bir “denge unsuru” olarak takdim edilecektir.
İyi hoş da AKP’nin “kâfir mukallitliği”ne (Batı taklitçiliği) karşı ve İslâmcılık yanlısı sayarak kendisiyle “rabıta” (bağ) kurduğu Sultan Abdülhamid’e yönelik tahlili acaba ne kadar yerinde?..
Sultan Abdülhamid iktidara geldiğinde Tanzimat’ın hayal kırıklıkları ve özellikle ekonomik açıdan halkta yarattığı tepkiler üzerinden Batıcı liberal politikalardan uzaklaştı, anayasal sistemi rafa kaldırıp saltanatı istibdatla buluşturdu.
Bizim AKP ise gayet iyi bildiğimiz üzere Batıcı liberal politikalarla hemhal olup Batı’yı “bâtıl” sayan Erbakan’ın da âhını ala ala ve parlamenter demokrasi şampiyonluğu yapa yapa iktidara geldi.
Abdülhamid, Batı’ya kapıyı kapadığında meşru gerekçeleri vardı: “Düyûn-i Umumiye”, Osmanlı’nın yarısömürge haline gelmesi, Batı’ya bağımlılığın sonucu yerli sanayinin çökmesi, vb.
Anayasayı rafa kaldırmak, mutlakiyetçilik, pan-İslâmizm ve hilafet vurgusu bu çerçevede anlaşılabilecek tercihleridir onun...
Bizim AKP’ye bakın: Küresel kapitalizmin ürünü, bir “liberal-İslâm” numunesi olarak neşvünema buldu. Girişimci, sermayedar, sanayileşmiş bir muhafazakâr-kapitalist sınıfın, “Müslüman burjuvazi”nin itici gücüyle iktidar oldu. Yıllarca da yola böyle devam etti.
Ne zaman ki “egemen parti” olup Suriye iç savasında izlediği abuk sabuk politika ile keser dönüp sap dönünce “hesap” da Milli Görüş’ü “hortlatmaya”, yeni-Osmanlıcılığa, pan-İslâmizme, Batı düşmanlığına döndü.
Ayrıca Abdülhamid, özellikle eğitim söz konusu olduğunda modern, daha da öte Batıcı bir çizgideydi. Abdülhamid’in “rüştiye” (ortaokul) ve “idadi”lerinde (lise) düşünce olarak Batıcı bir yeni nesil yetişti (ki böylece kendi sonunu kendisinin hazırladığını ileri sürenler de vardır!).
Aktardığımız bilgilerin kaynağı, tarihçiliğimizin abidesi Halil İnalcık, rüştiye ve idadilerde Müslüman ve gayrimüslim (Rum, Yahudi, Ermeni) talebelerin birleştirildiğini, idadilerde Fransızca öğretildiğini, böylece de aslında Batıcı bir eğitim sisteminin yerleştirildiğini söyler. Bir de bizim AKP’nin, günlerdir bu köşede de tartışmaya açtığımız eğitim müfredatını yenileme yolunda yapıp ettiklerini düşünün ki Osmanlı’da bile bu kadar “taassubî” bir girişim bulmak zordur.
Böyle olduğu için bazen, kendisini yere-göğe sığdıramayan dinbaz iktidar sahipleri karşısında Sultan Abdülhamid’in “N’aparsanız yapın, ama beni işe karıştırmayın” diyebileceğini düşünürken buluyorum kendimi...
Ve o güzel torununa, “Uzak dur bunlardan, yoksa kulaklarını çekerim senin” diye tatlı-sert tembihte bulunabileceğini hayal ediyorum!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Pseudosultan (!)’ - Meriç Velidedeoğlu

Ülkemiz “AKP” iktidarınca, daha yerinde bir deyişle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyib, hem de Başbakan Recep Tayyib tarafından -dünyanın fokur fokur kaynadığı şu sırada-“Referandum” sürecine sokuldu.



Halkın kanısını (kanaatini) “yoklama”, halka da kanısını “belirtme” olanağı sağlayan “Referandum”un, “demokrasi”nin temel kurallarından olduğu, “evet”, ya da “hayır” yanıtlarıyla “demokratik” hakkını kullandığı bilinir.
Kuşkusuz bu iki yanıtın “eşit” değerde olduğu da bilinir.
Bilinmesine bilinir de, toplumun değerlendirmesi istenen konu, “demokrasi”yi “yok” edecek bir içerikte olsa da yine “Referandum”a götürülmesi demokrasi gereği mi oluyor? Olmalı mı?
“Demokrasi”nin temel koşullarından olan “erkler ayrımı”nı, “yasama-yürütme-yargı” erklerini, “tek kişi”nin tasarrufuna bırakan “Başkanlık”, dahası hem “Başkan”, hem de “Partili Cumhurbaşkanı” olması istenen “tek adam rejimi” için de uygulanması “demokrasi” bağlamında kabul görür mü? Görmeli mi?
Bu durumda verilecek “evet” ya da “hayır” oyları eşit değerde olabilir mi?
Üstelik bu “üç erk”in de avucuna bırakılması istenecek o “tek kişi”nin dile getirdiği, “referansımız İslam, hedefimiz İslam Devleti” vurgusuyla “dinsel bir düzen” peşinde olduğu da bilinir.
Dolaysiyle istenen “Başkanlık”, Anayasasında “laik bir hukuk devleti” olduğu yazılı ülkemiz için, bir “rejim değişikliği” değil de nedir?
Öte yanda bu “üç erk”in, tek kişinin tasarrufunda olması, “Osmanlı Sultanları”nda -günümüzün “Pseudosultan”ı gibi değil “gerçek” Sultanlarında- bile görülmediği sık, sık dile getiriliyor; ayrıca onlar “16. yy” beri “Halife”dirler. Bu bağlamda en çok verilen örnek, “1808”den 1839’a dek Osmanlı Hükümdarı olan “Sultan İkinci Mahmut”tur.
Yüzyıllar boyunca “dinsel yasalar” (şeriat), “Padişah Yasaları” ile yönetilen “Osmanlı Devleti”nde, bu iki kaynağa dayanmayan yeni yasaların yapılması için “bağımsız” bir “kurul” oluşturur Sultan İkinci Mahmut.
Peki ne demekti bu?
Yeryüzünde “Allah”ın vekili olan “Halife”nin yetkisine iradesine şimdi bir kurul, “ortak” oluyordu...
Evet açıkça öyleydi. Oysa bugün, “laik, çağdaş” bir yönetimin geçerli olduğu “21. yy Türkiye”si, bu “erkler yarımı” düzeni yerine , bu “üç erk”i de bir kişinin avcuna bırakılması için bir “Referandum”a doğru koşturulmuyor mu?
Ne dersiniz?
Öte yandan, Erdoğan’ın, “Elhamdülillah şeriatçıyım!” ardından, “Müslümanım diyenlerin şeriatçıyım demesi de gerekir!” söylemleriyle dile getirdiği “şeirat”ın, Osmanlı Devleti’nde, “18. yy”da yavaştan yavaştan başlayan; “19. yy”da kimi konularda iyice beliren yenilenmesinin, “zamanın değişimiyle hükümlerin değişimi inkâr olunamaz!” gerçeğiyle ortaya konduğu da bilinir. (Mecelle, madde 39)
Dahası, İslam’ın doğuş yıllarında da -ister istemez- gitgide artan günlük yaşamın ihtiyaçlarını, Peygamber’in “Hadis”ler ile çözümlediği, bunların daha sonra da sürdüğü bilinir. “9. yy”da, “Hadis”leri toplamak isteyen din bilgini “Buhari” on binlercesiyle karşılaşınca şaşırır. (*) Bilindiği gibi bunların yedi biniyle ünlü “Sahihi Buhari”yi oluşturacaktır.
İslam kısa sürede, Asya’ya, Ortadoğu’ya, Afrika’ya yayılınca da buralardaki halkların geleneklerinin de dikkate alınması gereği yine “Mecelle”nin “45. maddesi”nde yer alacaktır.
Görüldüğü gibi değerli dostlar, “şeriat”ın güncel yaşamı düzenleyen “Fer-i Hükümler”i hep değişmiştir; çünkü temeli “değişim”e dayanan insan yaşamının, değişmezlerle düzenlemesi yüzlerce yıl boyunca olamadığı gibi bugün de olamaz; öyle değil mi?
Bugün bir “Arap Şeriat”ndan, bir “Afgan Şeriatı”ndan, bir “Katar Şeriatı”ndan söz edilebilir; bu ülkelerdeki yaşamlar ortada; dolaysiyle Erdoğan’ın istediği “şeriat” hangisi diye insan ister istemez düşünüyor...
Ne dersiniz? 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) Ord. Prof. S. Ş. Ansay, “İslam Hukuku”, Ankara (1953)

2 Şubat 2017 Perşembe

Başkanlık derken zorunlu BES’i atlamayalım - İLKER BELEK/ SOL

Bireysel emeklilik özel bir sistem. İsteyen katılır. Zorunlu olur mu ? Olmaz tabi ki. Ama OHAL işte bunun için var.
Ekonomiyi batırdılar. Sanayiyi, tarımı erittiler. Bilimden, yatırımdan anlamazlar. Emperyalizme çevresinden tutunabilen bir ülkenin hali de böyle olur nitekim.
Elde para kalmadı. Fakat tarihe adlarını yazdırmaları icap eder. Vizyonda Yeni Osmanlı, padişahlık, sultanlık var. Ecdatları köprüler yaptırmış, camiler inşa etmiş. Bunların bakış açısı da işte bununla sınırlı.


İstanbul’a yeni bir köprü, havaalanı, kanal söz konusu. Hepsi taze kaynak ister. Bir de savaş durumları. Suriye’deki tanklar ithal benzinle işliyor.

Üstelik yabancı kurumlar artık borç vermekte nazlanıyor. AKP yerinde durmadı. 15 yılda cari açığın ulusal gelirdeki payını %3’den %6’ya; toplam borcu 250 milyar Dolar’dan 650 milyara çıkarmayı başardı. Türkiye’yi borçsuz yaşayamaz hale getirdi. Yabancılar bu tablo nedeniyle daha fazla risk almak istemiyorlar. Türkiye ekonomisini fazla kırılgan buluyorlar. Haklılar.

Aslında hep öyleydi. Ama ilk zamanlar AKP’nin bölgesel bir görevi vardı. Mali oligarşi riski o tamamlanınca hatırladı. Neyse. Konunun bizi şu anda ilgilendiren tarafı AKP’nin nakit ihtiyacıdır.
Para bulmaları lazım ve şimdi gözlerini hazır fonlara ve halkın cebine diktiler.

En büyük hazır fon: İşsizlik sigortası fonu. Tam 150 milyar TL birikmiş. Bunun 45 milyarını harcamışlar ve yalnızca 13 milyarını işsizler için kullanmışlar. Kalanı ne olmuş?
Anlaşılan hazırdaki de yetmiyor. Ekonomi önlenemez biçimde daralıyor. İşte emekçilerin özel emeklilik sistemi içine zorla dahil edilmesi bu noktada icap ediyor.

Biz emekçiyiz. Memleketimizi severiz. Buradaki her şey bizim emeğimizin ürünü. O’na gözümüzün içi gibi bakmamız gerektiğini biliriz. Gerekirse fazlasını da yaparız. Her şeyimizi paylaşırız. Memleket zor durumdaysa daha çok çalışırız.

Ancak şimdi durum farklı. Neden birilerinin kişisel ihtirasları için brüt gelirimizin %3’ünü daha verelim. Vergi yükü zaten omuzlarımızda. Kötü yönetimin faturasını neden biz üstlenelim. Bankacılık sektöründe para kalmamış. Doğru. Onlar değil mi yılda en az %60 kar edip, emekçilerine %10 maaş artışı veren.

Bu memleketi savunmak için öncelikle kötü yönetimden, bu sömürü düzeninden kurtulmak gerekiyor. Zorunlu BES’e hayır demeyi, çıkış dilekçelerini acilen doldurmayı zorunlu kılan esas neden budur.

Bir de çok janjanlı bir gerekçe bulmuşlar. Türkiye’nin tasarruf oranı düşükmüş. %15’i ancak buluyormuş. Oysa tasarruf etmeye ihtiyacı olmayan zengin ülkelerde bile oran %40’lara vuruyormuş. Biz bu yoksulluğumuza bakmadan har vurup harman savuruyor, vur patlasın çal oynasın keyif çatıyormuşuz.

Osmanlı ya. Tez elden tasarruf edilecek, etmeyenin maaşından zorla kesilecek demeye getiriyor.
Tasarruf oranımız düşük. Bu da doğru. Doğru da sormayacağımızı mı sanıyorlar: Ancak geçinebilen işçi ailesi nasıl tasarruf eder diye.

Bakın, hanelerin borcunun gelirine oranı 2002’de %4 imiş, 2015’de %50’ye yükselmiş. Toplam hane halkı borcu 2016’da 441 milyar TL’ye ulaşmış. Bunun içinde tüketici kredileri ile kredi kartı borcunun oranı %60’a çıkmış. Yani aileler yaşayabilmek için borçlanmış. Bu durumda nasıl tasarruf edilecek ?

Dedik ya dert başka. Daralan ekonomiye para pompalamaları gerekiyor. Bankaların, devletin borçlanması artık zor ve pahalı. O halde vatandaşın parasına zorla el konulur.

Bir de yalan: Size ikinci emeklilik veriyoruz, daha ne istiyorsunuz. Sendikalar hesapladı: Asgari ücretliden yapılacak kesinti ayda 50 TL. Bu işçi arkadaşımız 10 yıl ve 56 yaşına kadar sabrederek  başlangıçtaki 1000 TL’lik ve her ay düzenli %25’lik devlet katkısını da kesintisiz hak etmeyi başarırsa, bugünün parasıyla eline geçecek para en iyi ihtimalle ayda 70-80 TL olacak. Tekrar: En iyi ihtimalle. İkinci emeklilik dedikleri bu. Aynı parayı vadeli hesapta tutsa ayda en az 100 TL geri alacak.

Devlet değil misin. Emekçiye neden hakkını vermiyor, emekliliğine zam yapmıyorsun? İktidara geldiğiniz yıl ortalama emeklilik maaşı asgari ücretin 1.5 katıydı. Sayenizde 0.9 kata, yani asgari ücretin altına geriledi.

Kaptırmayın bunlara paranızı. Emeklilik fonları sizden topladığı primin bir kısmını borsada değerlendirecek. Bu nedenle 2011’den beri zarardalar, çünkü borsa zararda. Ayrıca bu zorunlu BES sistemi herhangi bir şekilde gelir garantisi de vermiyor. Yani yatırdığınız parayı bile geri alamama ihtimaliniz var.

2 aylık süreniz içinde çıkın sistemden.  Türkiye kapitalizmi 1960’lardan beri tam 4 tane benzerini batırdı. Son ikisi AKP’nin referansı Özal’lı yıllara ait. Konut edindirme yardımı ile zorunlu tasarruf fonu. İlki battı. İkincisinde biriken paralarımızı ise zor bela, taksitle, zararla geri alabildik.

Hatırlayanlarınız mutlaka olacaktır.
Başkanlık referandumuna zaman var. Ancak 1 Şubat itibariyle özel sektör işçilerinden ilk zorunlu BES kesintisi yapıldı. Kısa vade için mücadeleyi buraya odaklamak gerek. İlk hayır buradan çıkmalı. İşçi sınıfı düzenin yalanını dolanını ilk olarak burada yere çalmalı.

İLKER BELEK / SOL

Ünlü öğrenciler... - REFİK DURBAŞ / BİRGÜN

Ortaokulu İzmir Saint Joseph’te okumuştur. Son sınıfa geldiğinde, bir gün bahçede dolaşırken okul müdürü tarafından çağrılır.
Bir Fransız dergisi, Türk yazarlardan herhangi biri üzerine bir yazı istemektedir.
Müdür, böyle bir yazıyı kaleme alıp alamayacağını sorar.
Sevinçle kabul eder bu öneriyi ve hemen Halit Ziya üzerine bir yazı kaleme alır.
Yazısı, üç ay kadar sonra da o Fransız dergisinde çıkacaktır.
Fakat müdür, çıkan yazısını göstermesine rağmen, bir adet olduğu için dergiyi kendisine saklayacak, o da on beş yaşın toyluğuyla ne yazısının, ne derginin adını not edebilecektir.
Bu, Salâh Birsel’in hem bir yabancı ülkede, hem de Türkiye’de siyah puntolar arasında boy gösteren ilk yazısıdır.
Üstelik o tarihlerde daha soyadı yasası çıkmadığı için de soyadı yerine babasının adı olan “Talât”ı kullanmıştır.


Söz, Salâh Bey’den açılmışken sürdürelim...
1940-1943 yılları arasında Osmanbey ile Nişantaşı’nı birbirine bağlayan Rumeli caddesindeki Nişantaşı Erkek Ortaokulu’nda
Fransızca öğretmenliği de yapacaktır.
Kimler mi vardır öğrencileri arasında?
Bir zamanlar Milliyet gazetesi yazarı Hasan Pulur, karikatürist Semih Balcıoğlu, tiyatro sanatçısı Metin Serezli, 70’li yıllarda “Yeni Ortam” gazetesini çıkaran Kemal Biselman...
Yine karikatürist Ferruh Doğan ile Türk sinemasının “Taçsız Kralı” Ayhan Işık da kısa bir süre Salâh Bey’in öğrencisi olacaktır, ama üstat onlara Fransızca değil de Türkçe dersi verecektir.

Aynı yıllarda Nişantaşı Erkek Ortaokulu’nun bir başka öğretmeni de Rıfat Ilgaz’dır.
Yine aynı yıllarda bir dönem Türk sinemasının yıldızlarından ve Hollywood’da da boy gösteren Muzaffer Tema ise okulun müzik öğretmenliğinde bulunacaktır.

Afyon Lisesi yalnız politikacı, yargıç ve gazetecilerin değil, şair ve yazarların da yuvasıdır.
1965-69 döneminde milletvekilliği yapan, 1976’da Kültür Bakanlığı Müşavirliği’nde bulunan Hisar Dergisi şairlerinden Osman
Attila, doğduğu kent Afyon’un lisesinden mezundur.
1987’de trafik kazasında yitirdiğimiz edebiyat tarihçisi Mehmet Çavuşoğlu da 1950’li yılların ortalarında Afyon Lisesi’ne misafir olanlardandır.
Lisenin bir başka konuğu da “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirinin unutulmaz şairi Ahmed Arif’tir.
Ahmed Arif, ölümünden bir yıl kadar önce, 1990 yılında yaptığımız ve “Kalbim Dinamit Kuyusu” (Cumhuriyet Kitapları) adıyla kitap olarak yayımlanan konuşmasında Afyon Lisesi ile ilgili anılarını da anlatmıştı.
Ahmed Arif, Siverek’te doğmuştur, ama çocukluğu Diyarbakır’da geçer.
Fakat, “muhit” pek iyi değildir.
Ve 1940’lı yılların başında yatılı olarak Afyon Lisesi’ne gönderilir.
O yıllarda Ahmed Arif’in abisi de Isparta Lisesi’nde öğretmendir ve Afyon Lisesi’nde arkadaşları vardır.
Ahmed Arif, o günleri şöyle anlatacaktır:
“Diyarbakır Lisesi’nde bir Mustafa vardı. Mustafa sınıfa girdiğinde gömleğini kaldırıyor, üç bomba sağında, üç bomba solunda, lider yani. Anla nasıl lise, o bakımdan babam belki haklı.
Bütün okul hayatım boyunca tanıdığım en yetenekli, en mert, bilgili adamlar bu lisedeydi.
Bir Cemal Hoca vardı: Cemal Tanaç... Matematik dersine gelirdi.
Onun hanımı vardı, Mevhibe Hanım. Bütün sınıf âşıktık ona. Taparcasına seviyorduk. Cemal Hoca hepimizi Teknik Üniversite’ye gidecekmişiz gibi çalıştırırdı.”
Afyon Lisesi öğrencilerinden Süleyman Demirel’in Teknik Üniversite’ye gitmesinin bir nedeni de bu olmasın sakın...
O yıllar lisenin edebiyat hocası ise edebiyat tarihçisi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi profesörlerinden Gündüz Akıncı’dır.
Ahmed Arif, edebiyat öğretmeni Gündüz Akıncı’yı ise şöyle anlatır:
“Gündüz Akıncı büyük bir şanstı bizim için. Akıncı, ders kitabından çok roman okuturdu bize. Lisede ben Andre Malraux’yu, Max Beer’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Gustave Flaubert’i, özellikle de Emile Zola’yı okudum hep… Gündüz Hoca bir karar aldırmıştı Öğretmenler Kurulu’nda. Her çocuk gece mütalaalarında roman okuyabilir diye...”
(Demirel, Akıncı Hoca’nın dersine pek düşmedi herhalde?)
Ahmed Arif, ilk şiirlerini işte bu ortamda yazacak ve bunlar “Seçme Şiirler Demeti” adlı dergide Neyzen Tevfik’in şiirleri ile yan yana yayımlanacaktır.

Refik Durbaş / BİRGÜN

Bir krizden öbürüne - ERGİN YILDIZOĞLU


Liberalizmin iflası, Brexit, Trump, “alternatif-sağ” ya da yeni faşizm, korumacılık eğilimleri, “savaş korkusu”, gittikçe sıklaşan kitlesel protestolar, dinci terörizm, dünya ekonomisinin merkezlerinde çok tehlikeli bir dönemin başladığına işaret ediyor. David Harvey’in “yön değiştirme krizi” (switc-hing crisis) kavramı bu dönem üzerinde düşünmeye yardımcı olabilir.
 
‘Yön değiştirme’ krizi
 
Bir sermaye birikim rejiminin krizini yöneten model tükendiğinde yeni rejim arayışları gündeme gelir. Var olan rejimi destekleyen, yeniden üreten kurumların, sermayenin örgütlenme biçimlerinin, mekânlarının, yönetici kadroların, çalışanların ve tüketicilerin duyarlıklarının bu arayışlara direndiği görülür. Bu direniş, bir “yön değiştirme krizine” yol açar. Bu krizi aşabilmek için yasaların, devletin kadrolarının, siyasi seçkinlerin değişmesi gerekir; bu bağlamda fiziki ve simgesel şiddet gündeme gelebilir.
“Yön değiştirme krizi” sırasında, hem sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında; hem de sermaye sınıfının, sermayenin hareketinin farklı anlarında (üretken –fiziki/simgesel-, ticari, dolaşım, finans gibi) ve mekânlarında (ulusal, yerel ve küresel) yaşayan farklı kesimleri arasındaki çelişkiler derinleşir. İşçi sınıfının farklı kesimlerinin çıkarları da çatışabilir. Sınıfların, siyasi kararların alınma süreçleri üzerindeki göreli etkinlikleri değişmeye başlar. Benzer bir değişim sürecini uluslararası düzeyde, emperyalist devletler-bağımlı devletler, yükselen güçler arası ilişkilerde de izleyebiliriz.
 
Üç yaklaşım
 
Günümüzde, birbiriyle çelişen arayışlara ve direnişlere ilişkin bir “yön değiştirme” krizinden söz edilebilir. Bir yaklaşım, eski neoliberal küreselleşmeci, rejimi, halkın tepkilerini yatıştıracak kimi reformlarla korumak istiyor (liberal demokratik-muhafazakârlık). İkinci yaklaşım, iç içe geçmiş projelerden oluşuyor. En genel proje, emekçi sınıfların tepkilerini ırkçı, dinci, eski “güzel (aslında olmayan) günlerin” nostaljik fantezileriyle yedeğine alarak krizi ulusal zeminde aşmaya ilişkin. Faşist özellikler sergileyen bu “proje” gerilemekte olan Batı egemenliğinin Hıristiyan değerler üzerinden restorasyonunu hayal eden dinci, beyaz, erkek, ırkçı, Trump yönetiminin, “Holocaust” açıklamasında ortaya çıktığı gibi anti-semitizme kadar giden bir başka yaklaşımı içeriyor. Onun içinde de bu ikisinden yararlanarak ABD’nin küresel üstünlüklerini yükselen büyük güçlere karşı koruma projesi var. 
 
Bir üçüncü yaklaşım, bu iki yaklaşımın önerdiği seçeneklere “Hayır” diyor. Bir “negatif diyalektikle” ilerleyen bu yaklaşımın içinde, faşizme, emperyalizme giderek kapitalizme karşı direnişin tohumları filizleniyor. 
 
Dahası, bu yaklaşım, kapitalizmin var olan rejiminin, ekonomik, siyasi, kültürel, ekolojik, hatta psikolojik tüm sorunlarını, ırkçı, dinci nostaljilere kapılmadan, bilimsel-teknolojik gelişmeleri de kucaklayarak ortaya koyduğundan, yeni bir sermaye birikim rejiminin olasılıklarını da içinde taşıyor.
Kadınların Trump’ın kadın düşmanı politikalarına karşı ve 70’ten fazla ülkede yankılanan görkemli protestoları. Trump’ın Müslümanları hedef alan faşist yasaklamalarına karşı ABD’de havaalanlarında, sokaklarda, İngiltere’de çeşitli kentlerde meydanlarda yaygın, kendiliğinden protesto eylemleri bu üçüncü yaklaşımın örnekleri. İnsanlığın geleceği açısından bir umut vaat eden bu yaklaşımı geliştirmek gerekiyor. Ancak, geliştirmenin yolu da öncelikle “sol”un geçen yüzyıldaki “altın çağına” ilişkin nostaljiden (deneylerin bilgisinden değil) kurtularak kapitalizmin ve işçi sınıfının kriz içinde geçirmekte olduğu dönüşümlerle uyumlu yeni mücadele, örgütlenme biçimleri, söylemleri üretebilmesinden geçiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Theresa May'ın Türkiye ziyareti - Haydar ÇAKMAK

İngiltere başbakanı Theresa May'ın 28 Ocak Türkiye ziyareti, son iki yıldır batılı devlet adamlarının Türkiye'ye uyguladığı resmi ziyaret ambargosunu kaldırmış oldu. Şimdi sıra Recep Tayyip Erdoğan'a karşı uygulanan davet ambargosunun kaldırılmasındadır. Resmen bir ambargo konmasa da fiili olarak cumhurbaşkanı Erdoğan'a 'demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlükler ve insan haklarında batılı normlardan uzaklaştığı' gerekçesiyle fiili bir görüşmeme ve resmi davet yapmama durumu yaşanmaktadır. Acil veya çok gerekli olduğu takdirde, resmi olmayan iş ziyaretleri veya uluslararası toplantılarda ikili görüşmeler yapılmakta ama karşılıklı resmi bir davet veya ziyaret yapılmamaktadır.


May'ın bu ziyareti, deklare edilmeyen, Türkiye karşıtı ziyaret ambargosunu delmiş oldu. Ancak, May'ın Türkiye ziyaretinin amacı takdir edeceğiniz gibi, ziyaret ambargosunu delmekle ilgili değildir. İngiltere, AB'den ayrılma kararı üzerine, ayrılmanın gerçekleşmesinden önce, AB'nin yaratacağı ekonomik açığa düşmeden, önceden tedbir alarak AB üyesi olmayan önemli ekonomik ortaklarıyla yeni anlaşmalar yaparak bu geçiş sürecini mümkün olan en az zararla kapatmaya çalışmaktır. İngiltere, geleneksel stratejik ortağı ve özel ilişkileri bulunan ABD ziyaretinden sonra, Türkiye'ye gelmesinin tek nedeni ticaret değildir. Türkiye'nin batıdan uzaklaşması, batının stratejisini ve birlikteliğinin arkasındaki ülke ve beyin İngiliz diplomasisi ve tarihi emperyal tecrübesidir. Bu nedenle, May hem ülkesi adına hem de batı adına Türkiye'ye gelerek ilişkileri bir rayına oturtmak ve Türkiye'nin Rusya, Çin ve İran'a mecbur kalmasının önüne geçmek istemiştir. Benzer bir adımı ABD ve Almanya'nın da atacağı muhtemeldir. İngiltere ve ABD başta olmak üzere batılı ülkeler, Türkiye'ye teknolojik yatırım ve teknoloji transferinde bulunmaktan kaçınmışlardır. Ayrıca engelleyici tavır ve politikalar da takip etmişlerdir. Türkiye, ne zaman Rusya ve Çin den teknoloji yatırımı, transferi veya iş birliği yapma durumuna gelse onlarla yapmayın siz NATO üyesisiniz gibi bahaneler ileri sürerek engellemeye çalışmışlardır. Bu tutumun örnekleri, nükleer enerji santrallerini 40 yıldır engellemeleridir. Geçen yıl Çin ile varılan radar ve Füze anlaşmasına NATO standartlarına uygun değil, NATO silahlarıyla uyumlu değil bahanesiyle engel olmuşlardır. Oysaki, bugün NATO üyesi olan eski doğu bloku ülkeleri, Polonya, Bulgaristan ve Macaristan da, eski Sovyet silahları bulunmakta ve NATO silahlarına uyumlu değildir. Ayrıca, Türkiye bağımsız ve özgür bir ülke olarak ulusal savunması için NATO sorumluluklarına zarar vermeyecek şekilde başka silahlar da elde edebilir ve kendi savunma sanayisini yaratarak NATO üyelerine yeni silah alternatifi sunabilir.

İngiltere, şüphesiz yeni dönemi kendine uygun bir şekil de düzenleyecektir. Bunu sağlayacak yeteneği ve kapasitesi vardır, ancak dünya şimdi yeniden düzenlenme aşamasına gelmiştir. Soğuk savaş sonrası "yenidünya düzeni" konuşulmuş ama belirgin bir düzen kurulamamıştır. Ama, Rusya'nın Kırım'ı ilhakı ve Ukrayna'yı parçalama girişimleri batı ile Rusya'yı ciddi anlam da karşı karşıya getirmiştir. Rusya'nın Suriye müdahalesi de tuz biber ekmiştir. ABD'nin yeni başkanı Trump, her ne kadar Rus sempatisini açıklasa da, İngiliz başbakanı May, 27 Ocak ABD ziyaretin de Rusya'ya batının uyguladığı ambargonun devam etmesi gerektiğinin altını çizmiştir.

May, son bir ay için de yaptığı konuşmalar da önemli, ama kafa karıştıran küresel mesajlar vermiştir. Örneğin, İngilizlerin klasik politikalarından olan Churchill'in meşhur sözü "Ne zaman Avrupa ve Büyük Geniş arasında tercih yapmak zorunda kalsak, Büyük Genişi tercih ettik" sözünü hatırlatmış ve AB yöneticilerine şunu söylemiştir: Kötü bir anlaşma yapmaktansa hiç yapmamayı tercih ederim. Fransa devlet başkanı F. Holland ise daha önce yaptığı bir konuşmada İngiltere'nin beklentisine şöyle bir cevap vermiştir: İngiltere AB'nin iyi tarafını alıp kötü tarafını bize bırakamaz, eğer malların ve sermayenin serbest dolaşımını istiyorsa, insanların ve emeğin de serbest dolaşımına izin vermesi gerekir.



Aslında İngilizlerin istediği tek şey buydu.

Haydar Çakmak / YENİÇAĞ   
Kaynak: Theresa May'ın Türkiye ziyareti - Haydar ÇAKMAK

1 Şubat 2017 Çarşamba

İktidar, yozlaşma, cesaret ve evrim - TAYFUN ATAY

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, “Evrim teorisi zaten bilimsel olarak eskimiş ve çürümüş bir teoridir. İlla bu teori mutlaka okutulacak diye bir kural yok” dedi.


Kurtulmuş’un İslâm’a Batı’dan “ithal edilmiş” ve en çok Evanjelik Hıristiyanlarla ultra-ortodoks Yahudilerin ABD’de kitleleri güdümleyerek prim yapma yolunda geliştirdikleri evrim-karşıtı dile bu kadar teslim olmuş olması ne kadar hazin!..

Kendisi doğa bilimci değil, insanbilimci değil, toplumbilimci değil. Evrim kavramı ve kuramının işleyiş süreçlerinde önemli bir hareket noktası oluşturduğu jeoloji, biyoloji, astronomi, antropoloji, sosyoloji, psikoloji gibi disiplinlerin hiçbirinde kafa yormuşluğu, mürekkep yalamışlığı yok.
Bu yüzden olsa gerek, “Evrim çürütülmüş bir teori” diyerek, 1980’lerden beri yakından takip ettiğim yaratılışçılık-evrimcilik polemiğinde hep karşımıza çıkan, aslında kendisi çürümüş bu “terane”yi böyle rahat telaffuz edebiliyor.

Bu “cesaret”, iktidardan geliyor.

Demek ki iktidar sadece yozlaştırmıyor, temelsiz bir cesarete de kapı açıyor, hatta tavan yaptırıyor.
Evrim bir kuram… Olaylar ve olgular dünyasına ilişkin bir açıklama anahtarı. Bir inanç değil. Öğretirsiniz, öğrenirsiniz, tartışırsınız, sorgularsınız. Açıklama gücünü yitirdiği noktada da daha geçerli bir başka kuramla yeri doldurulur.

Ama böyle bir durum yok. Evrimin bir kuram olarak çürütüldüğüne yönelik iddiaların aksine, bilimsel araştırmaların vardığı nokta onun işleyiş mekanizmasına ilişkin daha güçlü yeni bulguları önümüze çıkarmakta.

18’nci yüzyılda Lamarck’ın, 19’uncu yüzyılda Darwin’in evrim kuramlarının bazı yanları elbette bu bulgular doğrultusunda yanlışlandı. Ama varoluşun evrimsel temelde gerçekleştiğine dair kuramsal pozisyon, yapılan yeni çalışmalarla çürütülmek bir yana daha da geçerli hale gelmekte her geçen gün.
Evrim evrenin, yeryüzünün, yaşamın, insanın ve insanlığın (kültürün) nasıl var olduğu konusunda geliştirilmiş bir kuram ve şu iki temel önermeye dayanıyor: Bir, varlıklar sürekli bir değişim ve çeşitlenme dinamiğine sahip. İki, varlıklar arasında ilişkiye ve köken ortaklığına işaret eden bir bağ mevcut.

Bu kuramsal yaklaşım doğrultusunda “evrenin evrimi”nden de, “dünyanın evrimi”nden de, “insanın evrimi”nden de, “kültürün evrimi”nden de söz edilebilir.

Hatta “dinin evrimi” bile mevzubahis edilebilir.

Bir antropolog olarak ben, insanın biyolojik ve kültürel evrimine de, bir insani-kültürel evrensel olarak din kurumuna da ilişkin çalışmalara akademik ömrümü verdim.
Hem İslâm, tasavvuf, tarikat, Nakşibendilik üzerine tez yazdım.

Hem de antropogenetik açıdan insan ve primat evrimi üzerine tez yazdım.

Bu süreçte hem doğal seçilim ve türlerin kökeni üzerine yazdıklarıyla insanlığı dindışı, materyalist, ateist çizgilere savurduğu ileri sürülen Darwin’in aslında ne kadar dindar olduğunu fark ettim.
Hem de evrim-karşıtlığına hiç hak etmediği halde dinbaz manevralarla itilen İslâm’ın içinde Darwin’i mumla aratacak derecede güçlü ve sağlam saptamalarda bulunan mütefekkirlerle karşılaştım.
Mesela Abbasi dönemi Mutezilî âlimi Câhız (786-869) köpeklerin, güvercinlerin, kurtların, tilkilerin yaşayışını bizzat gözlemleyerek coğrafi bölgelere göre onlardaki değişiklik ve farklılıkları tespit etmiştir. Bunları fiziksel çevre, iklim şartları, yaşam kavgası gibi etkilere bağlayarak Darwin’den yüzyıllar önce bir biyolojik evrim kuramının temellerini atmıştır.

Numan Kurtulmuş, Câhız’ın bu bakımdan önemli eseri “Kitabû’l-Hayevân”ı okumuş mudur?.. Herhalde okusa böyle harcıâlem lâflar etmezdi.

Ya da mesela 18’nci yüzyıl Osmanlı âlimi Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dönemi itibarıyla bir tür İslâm ansiklopedisi mahiyetindeki üç ciltlik “Marifetname” adlı eserindeki şu çarpıcı “evrimsel varoluş” anlatısından haberdar mıdır?:

“Bu şerefli vücudun yükseliş başlangıcı madenler olmuştur ki onların başlangıcı kaygan çamurdur. Sonra ondan taşlar mertebesine yükselmiştir. Ondan eriyen cevherler mertebesine ulaşmıştır. … Ta mercana varıp bitkisel belirtilerle gelişip, o mertebeden dahi yükselip tohumsuz bitkiler mertebesine gitmiştir. Bundan sonra tohumla biten bitkiler mertebesine ve ondan ağaç suretine varıp, ta hurma ağacı olmaya yetmiştir. Hurma mertebesinden hayvan mertebesine yükselip yıllarca o mertebede yaşamıştır. Ta iş ve surette insana benzeyen goril ve maymun mertebesini bulmuştur. O mertebeden dahi yükselip insan suretine gelmiştir” (Marifetname, Cilt 1, s. 71).

Sayın Kurtulmuş’a tavsiyem şu ki evrimi biyoloji müfredatından çıkarmak yetmez, Erzurumlu İbrahim Hakkı’yı da imam-hatip ve ilahiyat müfredatından çıkarın!..
Tabii yanı sıra İbni Miskeveyh, İbni Tufeyl, İbni Haldun ve Mevlânâ Rûmî’yi de müfredat dışı kılın!..
Hatta Peygamber’in, “Halanız hurma ağacına hürmet gösterin. Çünkü o, Âdem’in çamurunun artığından yaratılmıştır” sözünü de silin defterden!..
Hatta ve hatta şu Allah kelâmını da hasır altı edin:
"İnsanoğlu, var edilip bahse değer bir şey olana kadar, şüphesiz uzun bir zaman geçmemiş midir?” (İnsan Sûresi, 1. Âyet).

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Doların fiyatı nereye? - ERİNÇ YELDAN


ABD Doları’nın fiyatındaki çalkantı şu anda ekonomi gündemimizin en önemli konusu. Acilen yanıtlanması arzulanan soru: Nereye kadar?
Döviz kurlarında dengenin nasıl oluştuğu ve fiyatın nasıl belirlendiği konusu iktisat yazınının henüz tam olarak açıklayamadığı soruları arasında. Döviz arz ve talebini etkileyen çok sayıda etkenin varlığı yanında, bir de belirsizliklerin ve geleceğe yönelik beklentilerin işin içinde olması dövizin fiyatlanması sürecini giderek mistik bir oyuna dönüştürmekte. Bu kavram kargaşası arasında en doyurucu yöntemin, dövizin fiyatının uzun dönemde ülkeler arasındaki enflasyon farklarına bağlı olarak değişeceğini kabullenmek olduğu düşünülüyor. 

***
Bir örnekle açıklayalım: Varsayalım ki Türkiye’de yıllık enflasyon yüzde 10, ABD’de ise yüzde 2 olsun. Yıl sonunda dövizin gerçek değerini koruyabilmesi için doların fiyatının iki enflasyon oranı arasındaki fark kadar artması gerekecektir; yani yüzde 8. Eğer doların fiyatı daha az oranda artarsa, dolar TL karşısında reel olarak daha ucuz gözükecektir. Bunun sonucu olarak da Türkiye’de üretilen mallar daha pahalı, ithal edilen mallar ise daha ucuz olarak değerlendirilecek ve ithalat talebi yükselecektir. Bunun yanında Türk Lirası cinsinden ifade edilen tüm ekonomik veriler dolara çevrildiğinde gerçekte olduğunun daha üstünde bir değer kazanacaktır. Tıpkı 2003 sonrasında Türkiye ekonomisinin milli gelir rakamlarının dolardaki ucuzlama sayesinde olduğundan daha fazla bir büyüklüğe (sanal olarak) kavuşturulması örneğinde olduğu gibi...
İktisat yazını dövizin gerçek değerini belirlemede söz konusu ülkeler arasındaki enflasyon farkından arındırılarak belirleme yöntemini satın alma gücü paritesi olarak tanımlıyorlar. Yani doların “satın alma gücünün” zaman içinde nasıl değiştiğini takip ediyorlar. Ülke deneyimleri, uzun dönemde (kabaca 10-15 yıllık sürede) döviz kurundaki değişimlerin “satın alma gücü paritesini” korumak üzere, enflasyon oranları arasındaki farkı dengelemekte olduğunu gösteriyor.
Bu tanımlar ışığında sizlerle iki grafik paylaşmak arzusundayım. Bunlardan birincisi, AKP’nin iktidara geldiği 2003 ile küresel ekonomik krizin başlangıç yılı olan 2008 Eylül’ü arasında doların piyasadaki (nominal) değeri ve Türkiye ve ABD arasındaki enflasyon farkları gözetilerek hesaplanmış olan “reel” değeri. 

[Haber görseli]
2003 Ocak ayında doların fiyatı 1.68 TL imiş. 2008 Eylül’ünde piyasadaki (nominal) fiyatı 1.26 TL olmuş. Bir de Türkiye ve ABD arasındaki enflasyon farklarını gözeten reel değerine baktığımızda doların gerçek maliyetinin aynı dönemde 90 kuruşa indiğini hesaplamaktayız. Yanlış okumadınız, 2003 ile 2008 Eylül’ü arasında doların gerçek maliyeti 1.68 TL’den 90 kuruşa düşmüş. Bunun sonucunda da dolar bazında ithalat artmış, Türkiye’nin dış ticaret açığı yükselmiş, yerli mallar yerine ucuz ithalata dayalı sanayiler gelişirken, geleneksel ihracatçı sektörler gerilemiş, işsizlik yapısal olarak yükselmiş. Bu arada milli gelirimiz dolar bazında hesaplandığında gerçekte olduğundan neredeyse iki misli daha yüksek gözükmüş. Bu hormonlu büyüme masalı AKP ekonomi idaresi tarafından anlatıla anlatıla bitirilememiş. 

***
Ancak bu tatlı Lale Devri’nin bir de son sahnesi var. Onu da ikinci grafikte göstermekteyiz. Son iki yıl boyunca dövizin fiyatı 1.76 TL’den, Aralık 2016’da 3.50’ye fırlamış. Enflasyon farklarını gözettiğinizde doların reel olarak hızla aşındığını ve 2003- 2008 arasındaki reel farkı kapatmaya başladığını görüyoruz. 2003 Ocak ayına görece doların Aralık 2016 sonu itibarıyla reel fiyatı 1.50TL’ye yükselmiş.
 
[Haber görseli]
Bu mistik hesaplama öyküsünü can alıcı bir soruyla bitirelim: AKP’nin iktidara geldiği 2003 başını referans alırsak, doların reel fiyatını o günden bugüne koruyacak olan güncel piyasa kuru ne olmalıdır? Cevap: 2003’ten bu yana Türkiye’de birikimli toplam enflasyon yüzde 292; ABD’de ise yüzde 132 olmuş. Dolayısıyla, doların satın alma gücünü koruyacak olan fiyatı dengesi 3.72 TL’yi veriyor: 1.68 x (292 / 132) = 3.72. 
 
Bizden söylemesi...

Erinç Yeldan / CUMHURİYET