23 Mayıs 2017 Salı

22 Mayıs 1950’de CB oldu: Celal Bayar’ın bastonu - NAZIM ALPMAN

Türkeyi’nin “birinci demokrasi” hamlesini oluşturan 1950 Genel Seçimleri ve sonuçları Demokrat Parti’yi iktidara getirmişti.
Partinin kurucu genel başkanı Celal Bayar, 67 önce bugün (22 Mayıs 1950) TBMM tarafından Üçüncü Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
O vakitler Cumhurbaşkanı’nın “tarafsız” olması gerekiyordu Anayasa’ya göre… Tabii yine o vakitler, Anayasa’ya uyacağım diye yemin eden Cumhurbaşkanları yeminlerine sadakat gösteriyorlardı.
En azından öyle davranmak zorunda hissediyorlardı.
Celal Bayar’ın Kurtuluş Savaşı’ndan gelen komitacılığı, hırsı, inadı, siyasi ihtirası “tarafsız” Cumhurbaşkanı olmasıyla elbette bitip, gitmedi. Aleni olarak bunu yapmasa da Başbakan Adnan Menderes ile birlikte hatta onun üzerindeki yerini ve ağırlığını her zaman korudu.
Fakat bir açığı vardı ki; onu herkes biliyordu, basın yakalamıştı, sayısız defa haber yapmıştı, muhalefet partilerinin sözcüleri Meclis konuşmalarında dile getiriyorlar, seçim dönemlerinde bütün muhalefet hatipleri bu konu üzerine vurgu yapıyorlardı:
-Cumhurbaşkanı, sapında DP harflerinin bulunduğu baston kullanmaktan vazgeçmiyor.
DP kısaltması Demokrat Parti’nin baş harfleri oluyordu. Bu da Celal Bayar’ın “tarafsızlık” ilkesini aleni olarak çiğnediğinin göstergesiydi.
Celal Bayar’ın bu DP harfli bastonu hem onun iktidar yıllarında (1950-60) hem de aktif siyasetten çekildiği yıllar boyunca (1960-1986) ölene kadar dile getirildi:
-Tarafsız cumhurbaşkanı iken bile DP armalı bastonuyla dolaşırdı!

                                                                              •••

21 Mayıs 2017’de (dün) 15 yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Üçüncü Olağanüstü Kongresi topladı, partinin 4. genel başkanı olarak kurucusu Tayyip Erdoğan’ı yeniden eski görevine getirdi.
Cumhurbaşkanı makamına kadar çıkan bir politikacının yeniden parti başkanlığına talip olması her zaman “fedakarlık” olarak görülüp heyecanlı yorumlar yapılırdı.
Sondan itibaren Süleyman Demirel için bu olasılık konuşulmuştu. Kendi partisini Tansu Çiller’e kaptıran siyasetin “Baba”sı bu ağır görevi göze alamadı. Yeni partiyi arkadaşlarına kurdurttu. Gerekçesini açıklarken de şöyle görüşler ifade etti:
-Tarafsız Cumhurbaşkanı olarak yedi yıl görev yapmış birinin parti liderliğine dönmesi kendi görev yıllarını ve tarafsızlığını inkar etmiş olur!
Hassasiyetlere bakar mısınız?
Ondan bir önce Cumhurbaşkanı Turgut Özal eğer ömrü izin verseydi, böyle bir hamle yapacağını rahmetlinin kardeşi Yusuf Bozkurt Özal bu satırların yazarına söylemişti:
-Ağabeyim Çankaya’dan inip Yeni Parti’nin başına geçecekti!
Yusuf Bozkurt Özal başkanı olduğu Yeni Parti’yi ağabeyinin izni ile kurduğunu da sözlerine eklemişti.
Bu söyleşi 1994’te Milliyet’tin Pazar Röportajı sayfasında yayınlanınca -ölmüş olmasına karşın- Turgut Özal’ın “tarafsızlığı” konusunda yorumlar yapılmıştı.

                                                                              •••

Cumhurbaşkanlığı ile “tarafsızlık” konusunda bütün ipleri kopartan ilk siyasetçi Tayyip Erdoğan oldu. 2014 yılının Ağustos ayında halkoyuyla seçilen ilk “tarafsız” cumhurbaşkanı olarak yemin ettikten kısa bir süre sonra çıktı ve açık seçik biçimde ifade etti ki:
-Ben tarafsız olamam, olmayacağım da!
Sonra bu sözlerini güçlendirdi. Kendi partisinin (AKP) milletvekilli aday listelerini bizzat hazırladı. Yaptığı hiçbir şeyi saklamayıp aleni olarak söyleyen Erdoğan, bu konuda biraz yalpaladı. “Tarafsız” biçimde bunu yaptığını söyledi:
-Ben tarafsız Cumhurbaşkanıyım, öteki partiler de getirsinler listelerini onlara da önermelerde bulunayım. Tecrübemden istifade etsinler!
Halbuki “tarafsızlık” onun karakteriyle bağdaşmıyordu. Bu özelliği bir milyon sekiz yüz altmış yedi bin dört yüz otuz beş kez yazılıp çizildi.
Sonunda “benim siyasi karakterime uygun bir Anayasa yapılsın” talebi TBMM’de karşılık buldu. Öyle bir Anayasa yapıldı. Referandumla kabul edildi.
Sadece ülkenin yarısı bunu kabul etmemişti, o kadar!
21 Mayıs 2017 Pazar günü AKP Kongresi’nin tamamı Erdoğan’ın ikinci başkanlığını kabul etti.
Eskiden Başbakan ve AKP Genel Başkanı idi. Şimdi Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı kartvizitine sahip oldu.
Tarafsızlık?
O artık sizlere ömür bir kavram…
Şimdi “taraflı” eleştirileri için özür dileme zamanı:
-Celal Bayar ve DP armalı bastonundan…

Nazım Alpman / BİRGÜN

Hiçlik yürüyüşü - ERK ACARER

Rabia, delege Tosun Paşa, Osmanlı komedisi…

Yeni Atılım Dönemi; Demokrasi, Değişim, Reform sloganı ile düzenlenen 3. Olağanüstü AKP kongresi ile tek adam kutsanırken, görüntüler, hisler, çelişkiler kongreye damga vuruyor.
Kongre; 1950’den bu yana ülkeyi dizayn eden ‘sağ parti’ riyakârlığının son tortusu oluyor. İçinde ‘demokrasi’ ve ‘adalet’ geçen partilerin ülkeyi yerlerde süründürdükleri ortada!
‘Demokrasi’, ‘değişim’, ‘reform’ kavramları finalde, tüzüğe yerleştirilen ve Rabia paketinin içine atılan ‘tekçiliğe’ dönüşüyor: Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek vatan.
Yargıdaki son dizayn, daha çok savaş, daha çok yalan!

‘Partili Cumhurbaşkanı’ devri açılırken, aslında ‘vaat edilen’ ile ‘yürünecek olan yolun’ birbirinden tamamen farklı olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. AKP’nin yeni Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) içinde yer alan isimler ‘gelecek için’ fikir veriyor. Efkan Ala, Süleyman Soylu, Ethem Sancak, Burhan Kuzu ve Bekir Bozdağ bu isimlerden bazıları.

Yargıda dizaynın süreceği, savaşın yükseltileceği ve bir ‘medya bilgesi’nin bu gayri meşru ortama propaganda hizmeti sunacağı anlaşılıyor.

Parti de bitti… Sıradaki

AKP’nin 15 yıllık serüveni, partiler arası rekabetten, artık parti içinde bile muhalefete tahammül edemeyen bir tek adamlığa kayıyor.

Partilerin olmadığını söylemek eksik kalıyor. Artık parti bile yok.

Bu açıdan 3. Olağanüstü AKP kongresi, Adolf Hitler’in ‘sözde muhalif’ Fırtına Birlikleri (SA) liderlerini yediği, ‘Uzun Bıçaklar Gecesi’ olarak anılan temizlik operasyonuna benziyor.
Baskı yaptıkça sendeliyor, sendeledikçe baskı yapıyor.

‘Tosun Paşalı’ kongre, aslında komik değil dramatik. Öncelikle Erdoğan açısından…
Yaklaşık bin gün sonra ‘hasret bitiyor’ riyakârlığı ile ‘sanki ipler uzun süredir kopukmuş gibi’ AKP’ye dönüyor. Genel başkanlık, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı… Herkesi yiyip koltuğa oturuyor.
İyimserlik ya da umut tacirliği değil…

Bu sonun başlangıcı! Tarihteki tüm ‘acı örnekleri’ gibi…

Erdoğan sürdüremedikçe baskı yapıyor, dışarıdan başlayarak bir sarmal gibi içeriye doğru muhalifleri yok etmeye çalışıyor. Baskı yapıp, elinde tutamadıkça ise sürdüremiyor. Türkiye bir kısıdöngünün içinde!

Nasıl olacak? Erdoğan’ın çıkmazları…

‘Sonun başlangıcı’ sözü hayalci bir bakış açısı değil. Toplumun yarısını görmezden gelen, hassasiyetlerini kaşıyan, araçlarıyla ezmeye çalışan ve gün geçtikçe çok daha fazla kesimi karşısına alan bir liderden söz ediyoruz. Gezi’den bu yana topu topu 4 yıl geçmiş durumda. Bu koşullarda, büyük bir toplumsal hareketin her an patlaması mümkün!

‘Tek adamın’ diğer yumuşak karnı da ‘dosyaları’…

Yolsuzluk ve arsızlıklar… Diyarbakır ‘dan Suruç’a, oradan Ankara’ya, Cizre’deki bodrumlara uzanan katliamlar… Öte yandan darbe ile ilgili sorular bitmek bilmiyor. Özellikle Avrupa bu konuda yeterince tatmin olamıyor. Suriye’deki ‘karmaşık ilişkiler’ ise bir başka sıkıntılı konu.

Sözün özü; işler kongre yapıp, ‘Aslan parçası benim’ demekle yürümüyor.
‘Hiçlik’ yürüyüşü
Günün birinde Talat Paşa, Neyzen Teyfik’in karşısına çıkıyor;
“Gel Neyzen, bırak bu sefil hayatı memur ol!” diye öneride bulunuyor. “Sonra” diye soruyor Neyzen.
Talat Paşa cevap veriyor: “Sonra belki daha da yükselirsin!”
Neyzen dudak büküyor: “Ya sonra…”
Paşa devam ediyor: “Belki, nazır, ötesinde neden olmasın sadrazam…”
Tevfik, duracak gibi değil…
“Sonra, sonra…”
Talat Paşa kaşlarını çatıp, öfkeden kıpkırmızı oluyor:
“Sadrazamın ötesinde ne olacaksın be adam? Hiçbir şey! Padişah olacak halin yok ya!”
Neyzen gülüyor:
“Paşa, ben zaten şimdi de hiçim. Peki, hiçbir şey olmak için neden bu kadar zahmeti bir daha çekeyim?”

Hikâyeyi tersten okutalım…

Neyzen’in zarafetine tezat, onca mücadeleden sonra, bir hiçlik yürüyüşüne tanık oluyoruz…


Tarih tekerrürden ibaret, tarih zar atmıyor. Not alın; bugünden yarına değilse de, dün sonun başlangıcıydı!

Erk Acarer / BİRGÜN

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Başında kim olursa olsun AKP’den yeni bir hikaye çıkmaz - İLKER BELEK

Erdoğan yeniden partisinin başına geçti.
Ama zaten o mevkiyi hiç bırakmamıştı ki.  Cumhurbaşkanlığı zaten partiliydi ve rejim de zaten başkanlıktı. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra şu lafı eden kendisiydi: “İster kabul edilsin, ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir.” Rejimi daha anayasa değişmeden değiştirmişti.
Bütün bunlara rağmen, tek adamın artık edebileceği tek bir yeni laf bulunmuyor. Kendileri de itiraf ediyorlar. AKP’nin hikayesinin kalmadığını belirtiyorlar. Durum budur.
Erdoğan’ın dünkü kongre konuşmasına yeniden göz atın isterseniz.
Üstelik daha kongre kapanmadan yandaşlar arasında son MKYK hakkında atışmalar başlamıştı bile.

                                                                             *
AKP hem dünyanın hem de Türkiye’nin çok özel bir dönemecinde doğdu ve iktidara taşındı.
ABD büyük Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek istiyordu. Kendisine yeni bir aktör lazımdı.
AKP bu amaçla yaratıldı. Arap Baharı’nın başlangıç noktası aslında Tunus değil, Türkiye’dir.

                                                                              *
2002’de AKP’nin en önemli hikayesi arkasındaki emperyalist destekti. Hikayeyi emperyalizm yazmıştı. AKP o hikayenin kendisiydi.
Bu parti 2011 yılına kadar iki konu üzerinden parlatıldı. Birisi demokratikleşme, vesayet rejiminden ve ordunun tasallutundan kurtuluştu. AKP demokrasi kahramanı olarak pazarlandı.
Türkiye’nin salaklaşmış sivil toplumcuları, liberalleri, bu konuda kendisine hiç beklemediği desteği sundular. Ajandasında toplumsal yaşamı dinselleştirmekten, kamuyu tasfiye etmekten, ABD’nin verdiği görevleri yerine getirmekten başka hiçbir şey yazmayan bu partiyi hep birlikte demokrat, insan hakları savunucusu yaptılar. Kürt partisinin lideri Türkiye tarihinin gördüğü en büyük halk ayaklanmasını bile Erdoğan’a darbe girişimi olarak karalayabildi.
AKP’ye siyasi hareket alanı sağlayan ilkiyle ilintili ikinci konu AB üyeliğiydi. Öyle ki, çok geniş bir çevre, özellikle de borsa simsarları, finans şirketleri AB projesini Türkiye’nin en önemli çıpası olarak kutsadılar.
Hikaye işte buydu: Demokratikleşme ve AB üyeliği.
İkisinin de olamayacağını en başından ve defalarca yazdık: AKP eliyle Türkiye otoriterleşecektir. Türkiye’nin AB’ye üye olması imkansızdır. AB çıpası emperyalistlerin Türkiye’yi, AKP’nin de emekçi sınıfları oyalama taktiğidir.

                                                                           *
Bir de o dönemde uluslar arası piyasalarda likidite bolluğu söz konusuydu. Üstelik 2008 kriz sürecinde bütün büyük merkez bankaları piyasalara daha da çok para pompalamıştı. AKP’nin politikası ise mali oligarşiyi cezp edebilmek için dünyanın en yüksek faizini ödemek üzerine kurulmuştu.
Demek ki hikayenin diğer ayağını borca dayalı tüketim çılgınlığı oluşturuyor, haneler tüketici kredileriyle konutlanır, otomobillenirken, şirketler de aldıkları borcu betona yatırıyordu.
Şimdi ise, Türkiye’deki siyasi ortam likit sahiplerince riskli olarak değerlendiriliyor, sermaye girişi yavaşlıyor. Normal. Piyasa denilen, emme basma tulumba misali parayı bir oraya bir buraya pompalayıp, paradan para kazanmaktan başka nedir ki.

                                                                            *
Sonuç şudur: Türkiye, 2002’de üfürülen iddiaların tam tersine: Diktayla yönetilmektedir, muhtemelen 2019 seçimlerine OHAL rejimiyle ulaşılacaktır; AB hikayesi fiyaskoyla nihayete ermiş, AKP Avrupa’nın tamamıyla kavga etmeyi başarmıştır; demokratikleşme denilen süreç AKP’nin devletleşmesiyle sonuçlanmıştır; ekonominin hali ise işsizlik, faiz ve borçluluk durumlarından bellidir.
Hiç söz etmedik ama Kürt meselesi gerçekten de çözümsüzdür. O artık yerli bir konu olmaktan çıkmış, büyük güçlerin müdahalesine muhtaç bir kıvam kazanmıştır.

                                                                              *
Hikayenin hazin sonu AKP’ye biçilen bölgesel rolün bitişiyle ilişkilidir.
AKP başında kim olursa olsun; daha da baskıcı bir yönetim sistemine yönelecek, AB ile ilişkiler düzelmeyecek, ekonomideki göstergeler olumsuz yönde değişecektir.
Zaten partili başkanlık sistemine mecburiyetleri de bunlarla ilişkilidir.


İlker Belek /SOL

İran, Suud, AKP: Amerika bunların neresinde? - TAYFUN ATAY

İran’da “post-İslamizm” kazandı.
Cumhurbaşkanı Ruhani’nin seçim başarısı yabana atılamaz. Bir önceki seçimde yüzde 50’yi ancak aşabilen reformcu ve “Batı’ya açık” liderin şimdi neredeyse yüzde 60 bandına dayanmış olması, üstelik de ekonomide mevcut tüm olumsuz göstergelere (işsizliğe) rağmen halkın “kültürel” bir duyarlılıkla, “biraz daha nefes alma” arzusuyla hareket ettiğini gözler önüne seriyor.
Post-İslamizm elbette “anti-İslamizm” değil. Ama Humeyni dönemini karakterize eden, dünyaya sırf “devrim-ihracı” penceresinden bakan, Ortadoğu’da “İsrail’e ölüm” çağrısı yapan İslamcı siyasete ve bu siyasetin içeride de alabildiğine talepkâr uygulamalarına dur demek... İslam Cumhuriyeti’ni dünyayı karşımıza alarak değil, onunla yakınlaşarak, diyalogla, diplomasiyle, “angajman”la da ayakta ve olması gereken yerde tutabiliriz anlayışı bu...
Bu anlayış seçimi kazandı; bunu “ABD’ye diz çökme” sayan muhafazakâr (“Humeynici”) çizgi ise ciddi bir irtifa kaybına uğradı.
***

Ancak ilginçtir ki bununla eşzamanlı şekilde, İran’ı tüm bu değişmelere rağmen yine de karşısına almaya iştahlı Trump, Suudi Arabistan’la 110 milyarlık bölümü muazzam çeşitlilikte ağır silah satışı olan 380 milyar dolarlık bir “ortak stratejik misyon” anlaşmasına imza attı. Bunun İran’a karşı ve İsrail’in de desteğiyle bir “Sünni NATO” oluşturma yolunda başlama vuruşu olduğu yorumları yapılıyor.
Evet, bu ilginç… Demek ki dış dünyayla yakınlaşma yolunda ne kadar “postİslamizm” e rota kırmış olursa olsun İran’ı dünyanın, özellikle de ABD’nin gözünde “İran” yapan devrimci İslamcılık, İsrail’e tehdit algısı eşliğinde bu ülkeye politik tutum alışlarda hâlâ yönlendirici, yörünge belirleyici oluyor.
***

Bu arada bizim buralarda da komik mi komik neler neler olmuyor ki?!
İstanbul Kongre Merkezi’nde İbn Haldun Üniversitesi’nin ve 4. Uluslararası İbn Haldun Sempozyumu’nun açılışında Cumhurbaşkanı Erdoğan’la da görüşen Tunus En-Nahda hareketi lideri Raşid Gannuşi bir konuşma yapmış ve vermiş coşkuyu!..
Şöyle diyor: “Şu soruyu soruyoruz; tarih yeniden tekerrür edecek mi? Osmanlılar ve Türkler bu sancağı yeniden alarak ümmetin onurunu, şerefini ve başını havaya kaldıracak mı ve Filistin topraklarını özgürlüğüne kavuşturacak mı?”
Gannuşi’nin bu soruyu yönelttiği iktidar, dün Suudi Kralı Selman’ın Riyad’da düzenlediği, Trump’ın da bir konuşma yaptığı, derununda İsrail’in çıkarlarını gözeten “Arap İslami Amerikan Zirvesi”nde 50 küsur İslam ülkesi arasında kendisine uygun görülen koltuğa oturdu!..
Elbette zirvede İran yoktu. Çağrılmamıştı. 

***
Şimdi son dönemde olup bitenlere şöyle kuşbakışı bakalım!..
Trump, başkan seçildikten sonraki ilk yurtdışı ziyaretini Suudi Arabistan’a yapıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise Trump’ın evine, Beyaz Saray’a gidiyor. Asli amaç, ABD’nin Suriye’de YPG’yi silahlandıran politikasına itiraz etmek ve bundan vazgeçilmesini sağlamak.
Peki sonuç?.. AKP’ye dost ama aynı zamanda “acı söylemek”ten çekinmeyenlerin de değerlendirdiği üzere, “hava alındı!”
Ortak basın toplantısında dillendirilen YPG-PYD maruzatları bir kulaktan girdi öbüründen çıktı.
Oturulan masada bile, mevkidaşlığı gözetmek bir yana, Türkiye’yi küçük düşürücü mahiyette boş koltuklar dikkat çekti.
Buna mukabil Trump, Türkiye’ye rağmen YPG’yi silahlandırmanın ötesinde İran’a karşı da, elbette terörizmle mücadele yaftası altında Suudileri silahlandırma hususunda en küçük bir tereddüt göstermedi.
Bizim payımıza da “Arap İslami Amerikan Zirvesi”ndeki bir boş koltuğa oturmak düştü. 

***
Başlıktaki soruya cevap vererek bitirelim!..
Amerika İran’ın karşısında ve onu hâlâ ciddiyetle muhatap almaya devam ediyor.
Her daim olduğu gibi yine arkasına sığınmış İsrail’le beraber Suudiler’in yanında ve onları teçhizata boğmaya devam ediyor.
Türkiye’nin ise neresinde, ne yapmaya devam ediyor, doğrusu onu tespitte zorlanıyorum.
Sadece bu tabloda onu, “diplomatik” bir dille söylemek gerekirse, “negligible” (ihmal edilebilir) saydığı kestiriminde bulunabiliyorum.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Önümüzdeki süreç: Ya yasadışı yönetim ya iktidarı teslim - ORHAN BURSALI

Her şeyin tek adama endekslendiği AKP Kongresi’ne denecek tek laf, artık tüm parti, hükümet ve devlet faaliyetinin, bugünden itibaren 2019’da yapılacak 3 seçime yönelik olacağıdır: Mart ayında yerel, kasımda da milletvekili ve başkanlık seçimleri. 

 
Yasallığı ne kadar tartışılıyor olsa da referandum ve sonuçları, her üç seçim için yeni referans noktası oldu.
AKP-MHP’nin yüzde 50’yi bulduğu/bulamadığı sonuç, iktidar açısından baş aşağı gidişin veya tek liderin onaylanmadığının tesciliydi.
Referandumun hemen arkasından burada yapılan değerlendirme, önümüzdeki süreçte aynen geçerlidir.
Tüm muhalefet Hayır’da birleştiği gibi, bu seçimlerde akıllı davranır, tümü özverili davranırsa, 2019 AKP için tam bir hüsrana dönüşebilir. 

Az oyla çok vekilli seçim sistemi denenecek
Bugünden bakarsak, ekonomik durumun iktidarın pek de seveceği bir süreç içinde ilerlemeyeceği görülüyor. Buna dış politikayı da katabiliriz. Demokrasi ve özgürlükler konusunda Reis’in anladığı “başörtülü kardeşleri” noktasıdır. Dünya ile çatışmalı durumunu sürdüreceğini de varsayabiliriz. Buradan, referandum sürecinden daha fazla “milliyetçi oy” çıkarması ve daha çok “göbeğini kaşıyan adam” bulması mümkün değildir.
Önümüzdeki dönem en çok gündeme gelecek ve tartışılacak konu yeni seçim yasası olacak.
AKP, daha az oyla daha çok milletvekili ve Meclis çoğunluğunu kazanacağı bir seçim sistemi arayışında olacaktır.
Kimsenin şüphesi olmasın.
Milletin iradesinin seçim sistemleriyle iğdiş edileceği ve çoğunluğun en çok oyu ve vekilliği alacağı bir sistem arayışında olacağı kesin.

MHP’yi AKP’ye eklemleme
Burada pürüz MHP olacak.
AKP’ye yarayacak sistem, MHP’nin aleyhine olacak.
Fakat AKP’nin artık politik tercihi Rabia kararıyla programına girdiğine göre, üzerinde duracağı ana konu, MHP’yi AKP’ye eklemleme olur.
Bu, yeni seçim sistemine buna uygun yeni maddeler ekleyerek de olur.
Seçimlere, koalisyon biçiminde, ortak girebilirler.
O zaman, AKP’ye yarayacak ve çoğunluğun azınlığı ezip geçtiği, daha az oyla daha çok vekillik sistemi, bu Meclis’ten kolay geçer.
Tabii, MHP’nin yüzde 70’inin Hayır dediği bir durum da söz konusu.
MHP içindeki gelişmeleri izleyeceğiz.

Muhalefet uzun, ince yolda
MHP içindeki - dışındaki muhalefetin en büyük zorluğu, kendisini MHP logosuyla ve geçmişiyle özdeşleşmiş önemli bir seçmen duygusallığını nasıl aşacağı, aşıp aşamayacağıdır.
MHP’yi muhalefete teslim etmezler... iktidar ve yargısı geçmişteki gibi atmaca gibi konu üzerinde olacak.
Muhalefetin yeni partileşme sürecindeki mahareti ve becerisi tayin edici olacak.
Buna da fazla gecikmeden soyunması gerekir. Önlerinde gerçekten “uzun, ince bir yol” gözüküyor.
Aslında aynı yol CHP için de söz konusu.
Tüm partiler kendileri ve Türkiye için uzun ve ince bir yola girmiş durumda. 

Ya devlet başa ya da kuzgun leşe
AKP asla demokratik bir parti olamayacak. Bu, eldeki kesinleşmiş bilgidir.
Asla da iktidarı kolay bırakmayacaktır. Bu da diğer bir kesin bilgidir.
Tetikçilerinin referandum gecesi AKP’lileri silahlı savaşa çağırmasını anımsayın.
AKP önümüzdeki süreçte seçmen eğilimini kontrol ederek davranacak.
Baş aşağı gidiş görülünce, iki yol karşılarına çıkacak gibi.
Bu kez sandık sistemini tam çökertecek bir yolsuzluğu gündeme sokmaları.
Ki, YSK’nin son seçimlerdeki yasadışı kararı, bunun için elverişli ortam yaratıyor.
Bu bakımdan, CHP’nin referandumu uluslararası hukuka götürmesi ve buradan sonuç alması, YSK’yi mahkûm ettirmesi, birinci derecede önemli. YSK’nin yasadışı kararını CHP ne yapacak? Bu kararla seçimlere falan gidilemez.
Sandık sistemini tam çökertecek iktidar uygulamaları, önümüzdeki seçimlerde uygulamaya konursa, Türkiye yasadışı bir yönetimle birlikte, yeni bir sürece girmiş olur.
Veya AKP, sonucu kabul edecek ve iktidarı teslim edecek.
Bu ikilemin test edileceği süreç başlamıştır.

***

Son sözü yine AKP kongresi ve tek adam seçimi üzerine yapalım.
Tek adamlık otoritesi ve tasfiyeler, AKP içinde ve dışında sessiz muhalefeti büyütmektedir. Başarısızlıklar, bu muhalefeti daha net ortaya çıkarabilir.
RTE’nin kongre konuşmasında, kendisine ayak uyduramayanlara olan saldırıları ve siyasi ağır sözleri etkili olacaktır.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

18 Mayıs 2017 Perşembe

Kalem ve Kağıt Arası Yaşam - ALİ RIZA AYDIN

Çağdaş anlatımı, klavye ile ekran arası olsa da, kalemin kağıt üzerinde akıp gitmesidir özü. Açılımı da düşüncenin yazıyla aktarılması…
“Yazar” denir kısaca bu buluşmanın sahibine. Kimileri çok yazar, kimileri makul… Ama yaşamı kalem ve kağıtarasında olan hem de kaynağından çıkıp pırıl pırıl, gürül gürül ve de hızlı mı hızlı akan su gibi kalem kullanan insan sayısı azdır.

Ahmet Mümtaz İdil işte bu azlar arasındaydı. Son günlerinde, “kendimi yazılara döndürmem gerek. Tüm rüzgar oradan geliyor” derken, yaşamı ile yazma bağını kendisi de itiraf ediyordu. Yazmadığı zamanlara da müzik ve okuma sığdırdı hep.Odatv baskınında polis evdeki CD’lere el koyunca,  “içlerinde ne olduğuna bakmak için tüm CD’leri dinlemek zorunda kalacaklar; ne iyi, klasik müziğe alışacaklar” diye gülmüştük o gergin günde.
Onun 65, benim 64 yıllık yaşamımızın yarısından fazlasını birlikte geçirdik; iyi dost olduk. 1981 Ocak ayında yayın hayatına giren “Bilim ve Sanat Dergisi” buluşturdu bizi. Dergideki (Mayıs 1981, Sayı 5) ilk yazısı, “Edebiyat” bölümünde “100. Ölüm Yılında Dostoyevski” idi; ömrü boyunca hiç terk etmediği büyük yazar…


Bilim ve Sanat Dergisiyle birlikte, “Yarın Dergisi”… İlk kitabı da “Yarın Yayınları” tarafından 1983’de yayımlanan “Sovyet Romanı” oldu. Kendisi mütevaziliğiyle üzerinde durmadı ama hep anımsattığım halde bir daha da baskı yapmadı bu kitap. Bir yıl sonra 1984’de yayımlanan “Gerçeklik ve Roman” kitabıyla “Akademi Kitabevi Araştırma-İnceleme Ödülü” alıp, aramızdan ayrıldığı güne kadar, yüzlerce yazı, 17 İdil kitabı ve birçok çeviri bıraktı.
İyi bildiği dil olan Rusçasıyla iyi bildiği Rus ve Sovyet edebiyatını hiç terk etmedi.
Sovyet Romanı kitabının girişindeşöyle diyordu: “Sovyet edebiyatı, (…) bazı batılı yazarlar ve eleştirmenler tarafından somut bir çizgiyle ayrı gösterilmeye çalışılmakta ve böylelikle de Sovyet edebiyatının yadsınması yoluna gidilmektedir. Ekim devriminden sonra kurulan yeni düzen ile birlikte yeni bir edebiyatın kurulmasına çalışıldığı doğrudur, ama bu dev bir edebiyat mirasının yıkıntıları üzerinde yükseltilecek, dış hatları kesinkes belirlenmiş bir kalıp arayışı değildir. Hatta öyle ki, her iki dönemde de yaşamış ve her iki önemde de başarılı yapıtlar vermiş yazarların sayısı bir hayli kalabalıktır.” “Sovyet edebiyatı ile batı edebiyatı arasındaki çelişkinin büyük bölümü, sanatsal olayların tarihsel gelişimini yeterince değerlendirememekten doğmaktadır.”
Sovyetler Birliği’nin yapıtlarını kendi dilinde veren birçok cumhuriyetten oluşmasıyla bağlantılı olarak, bu cumhuriyetlerin “köklü bir yazın gelenekleri” olduğunu hep vurguladı. Kitabında da, yazarların bağlı bulundukları cumhuriyetleri belirtmeyi ihmal etmedi.

2009’da Anayasa Mahkemesi Başkanının “benimle çalışmak istemediğini söylemesi” üzerine emeklilik dilekçemi verdikten sonra (sıcak bir yazıyla anlatmıştı bu ayrılışı), Odatv sayfalarında buluştuk. Bu yazardaş buluşması daha sonra soL Gazete ve soLPortal’da sürdü. Sosyalistlerin Meclisi ve Sol Cephe eylemsel/fikirsel buluşma alanlarımız oldu.
Odatv yazılarımı kitaplaştırma önerisine, yayımlanmış yazılardan kitap yapmaya sıcak bakmadığımdan, gönüllü olmadım ama kıramadım İdil’i… Bir de baktım kaşla göz arasında kitap için “önsöz” yazıp göndermiş, bir de Sevgili Oğuz Oyan’a “önsöz” yazması talebinde bulunmuş, onu da almış bile. Kitap iki önsözle hazırlandı ama yine de benim gönülsüzlüğümle yayımlanamadı.
“Dünyayı kavrayışı kitaba yansıtma” başlıklı önsöze şöyle başlıyordu Sevgili İdil: “Önsöz yazmak zordur. Öncelikle kitabı iyi bileceksiniz, haydi onu bildiniz, yazarı çok iyi tanıyacaksınız. Yazarı da çok iyi tanıdınız, yetmiyor; yazarın dünyayı kavrayışını kitabına yansıtıp yansıtmadığını değerlendireceksiniz. Bu koşulları bir araya getiremiyorsanız eğer, çok sevdiğiniz dostunuz için bile kolları sıvadıysanız, kollarınızı eski haline getireceksiniz. Önsöz hatır kaldırmaz…”

O, Anayasa Mahkemesinden ayrılma maceramı ve yayımlanamayankitabın önsözünü yazmıştı her zamanki ustalığıyla. Ama ben, hastalığının ağırlığını bile bile ardından yazmayı hiç düşünmedim ya da düşünmek istemedim. Sevgili Dostum artık yazamayacak ama o kadar çok, o kadar dolu dolu yazdı ki, hep okunacak; okundukça da yaşayacak.

Ve tabii ki satranç: Mümtaz İdil’in olmazsa olmazı… Dünyayı satrançla okuyan insan olmak kolay değil. Satrancın siyaseti ve sınıf karakteri konusunu açtığımda hep heyecanlanırdı.
“Bütünü görebilmeyi başardığında insan, ayrıntının bu bütün içerisindeki rolünü daha rahat anlayacaktır” diyerek ve satrancın gelişme tarihinegönderme yaparak şöyle bağlardı sınıfsallık konusunu:
“Bir Piyon, tüm oyun içerisinde beklenmedik bir hamle yaptı… Hiç önem verilmeyen, tahtanın en değersiz taşı olarak görülen Piyon, beklenmedik bir hareketle tehdit unsuru oldu. Tüm gelişmelere böyle bakmak gerek. Tabii burada, ‘Piyon nasıl bir hamle yaptı?’ sorusunun sorulması gerek haklı olarak.

Rahat uyu Sevgili İdil. Piyonlar tarihsel hamlelerine hazırlanıyor ve Sen o hamleleri yapabilmemiz ve yazabilmemiz için bize çok yol gösterdin, rahat uyu…

Ali Rıza Aydın / SOL

20 dakikalıksınız - İLKER BELEK

Biz, her türlü kötülüğü gözünü kırpmadan yapan ABD ile bir saniye bile aynı ortamda bulunmayı zül sayar, yalnızca emperyalizmle savaş için kullanılıyorsa zamanı kriter olarak alırız.

Durum böyleyken 20 dakikanızı gündem yapıyoruz, zira randevunun zamanlamasından, Amerikan başkanlarının mimik ve jestlerinden, kullandıkları iki kelimeden, görüşmenin süresinden olmadık anlamlar çıkarmak en önemli meşgalenizdir.

20 dakikada ne konuşulabilir ? Koridorlar geçilecek, salona girilecek, masanın çevresine oturulacak, çevirmenler başkanların kulak hizasına konuşlanacak, çeviri zaman alacak, sonra veda faslına geçilecek…

Siz hala ısınmak için bile yeterli olmayan bu süreye sıkıştırılmış görüşmeden zafer çıkarmaya çalışıyor ve Amerika ile ilişkilerde bir dönüm noktası oluşturduğunu iddia ediyorsunuz.

Oysa anlamsızlığı daha baştan belliydi.


Trump diyeceğini en müstesna şahsiyetlerinizin suratına karşı bir hafta önce söylemiş, YPG’ye ağır silahlar vereceğini açıklamıştı.
Elinizdeki YPG dosyasının hiçbir kıymeti olmadığı gibi Fethullah’la ilgili diyeceklerinize de kulak asmayacakları uzun zamandır sergiledikleri hallerle ortadaydı.
Üstelik görüşme gününün sabahı Gülen’in Washington Post’ta yazısı yayımlanıyor ve terör örgütünün şefi Türkiye’nin tarafınızdan tanınmaz hale getirildiğini haykırarak, bir devlet başkanı hakkında ağza alınmayacak laflar ediyordu.
Anlaşılan Trump FETÖ konusundaki tutumunu daha toplantıya girmeden darbecisinin ağzından duyurmayı münasip görmüştü.

ABD’nin kararı çok uzun süredir net. Kürt devletleşmesine dair süreç işletilecek, Gülen kullanılmaya devam edilecek. Emperyalizm için İslam en muteber araçlardan birisidir.

15 Temmuz tam sizin dediğiniz gibi Amerikancı bir darbe girişimiydi. Cemaat çok beceriksiz çıktı ve olay girişim seviyesinde kaldı. Bu arada Putin’in desteğini de unutmamak gerekir.

Peki, daha düne kadar darbenin arkasındaki güç olarak değerlendirdiğiniz Amerika’da şimdi ne işiniz var ? Emperyalizmin, devlet yapısı dağıtılmış bir çevre ülke istedi diye verdiği kararlardan cayacağını, Obama’dan Trump’a Amerikan dış politikasında keskin bir dönüş olacağını mı bekliyordunuz ?

Görüşme sonrasında yapılan ortak basın toplantısında Trump’ın kullandığı iki dakika içinde ettiği laflar ise ABD’nin Türkiye’ye hala hangi referans noktasından bakmakta olduğunun anlaşılması bakımından öğretici.

Bu cahil patronun Türkiye’de gördüğü Kore’de Amerikan askerlerinin yerine ölen Mehmetçikler ve komünizm, yani eşitlik düşmanlığıdır. Türkiye gericiliğine biçtikleri rol budur.

Ama yine de durumlar biraz değişti.

Truman Menderes’in Kore ricasını kabul etme “nezaketi” göstermişti. Siz şimdi “Rakka’da bizi kullanın, yeter ki YPG’den vazgeçin” derken artık oralı bile olmuyorlar.

İlker Belek / SOL

19 Mayıs yasağı - ÖZGÜR MUMCU

Malum, milli bayram kutlamaları son altı senedir çeşitli gerekçelerle iptal ediliyor. İptal kural, kutlama istisna oldu olacak. Bunun elbette rejim değişikliğiyle bir ilgisi var. 23 Nisan’ın yerine nedense “Nisan”a sabitlenmiş Kutlu Doğum Haftası ve 19 Mayıs’ın yerine de Bilal Erdoğan önderliğinde oklu, ciritli, şalvar güreşli “Etnospor” etkinlikleri getirilmek isteniyor. Bu iki etkinliğin, iki milli bayramın hemen öncesinde düzenlenmesi herhalde tesadüf değil. 


19 Mayıs alerjisi o kadar büyük ki, Beşiktaş Belediyesi’nin 19 Mayıs şenlikleri İstanbul Valiliği tarafından iptal edildi. Hangi gerekçelerle? Vali yardımcısı imzalı belgeye göre şenliğin onaylanmama sebepleri şöyle belirtilmiş: “Ülkemizin bulunduğu şartlar, provokatif eylem ve olayların meydana gelebileceği, etkinliklere katılacaklar dahil halkın huzur, güven ve esenliğinin kamu güvenlik ve düzeninin bozulmasına ve toplumda panik oluşmasına sebebiyet verebileceği...”
 

Bu ay gerçekleşen Bilal Erdoğan’ın şenliğine, Beşiktaş İlçe Eğitim Müdürlüğü’nün Bilim, Kültür, Sanat, Spor Şenliği’ne, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Yarı Maratonu’na ise valilik izin vermiş.
Yani “ülkemizin bulunduğu şartlar” iktidarın düzenlediği etkinlikleri etkilemiyor. Valilik provokasyon ihtimalini, kamu düzeninin bozulmasını falan sadece muhalefet belediyelerinin etkinlikleri söz konusu olunca hatırlıyor. 


Gerçi onu da ne kadar hatırladığı şüpheli. 19 Mayıs yasağı sorulduğunda İstanbul Valisi konudan habersiz olduğunu açıkladı. Yani valinin yardımcısı, validen habersiz 19 Mayıs şenliğini iptal edebiliyor. Astlarına inisiyatif vermek konusunda özel sektörü kıskandıracak bir valimiz var.
Parti devleti milli bayramların önüne set çektikçe bayramlara halk sahip çıkıyor. Resmiyetten uzaklaşıldıkça milli bayramlar sıkıcı bir formalite değil hakiki bir bayram havasına kavuşuyor. Bu da Cumhuriyetin kurucu değerleriyle derdi olanlara belli bir hayli dert oluyor. 


Beşiktaş Belediyesi, İstanbul Valiliği’nin kararını üzüntüyle karşıladığını açıkladı. İş burada kalırsa, üç beş sene sonra 19 Mayıs hatırlanmaz hale gelir ve mayıs ayında Gençlik Bayramı niyetine hep beraber Bilal Erdoğan’ın okçularıyla ciritçilerini izleriz.


CHP özellikle “mühürsüz seçim”den bu yana seçmen kitlesinin ve partililerin önemli bir kısmı tarafından pasif olmakla suçlanıyor. 19 Mayıs yasağı bu açıdan da önemli. Cumhuriyet’in kurucu partisi, genel başkanı ve tüm örgütüyle bu yasaklara karşı koymazsa, bu suçlamaların partide yaratacağı sarsıntılar artacaktır. 


Bir vali yardımcısının keyfi ve çifte standartla sakat yasağına karşı bu şenlik Kemal Kılıçdaroğlu’nun da katılımıyla yapılmalıdır. Gerekirse Yenikapı’da.


Yoksa protesto etmenin, üzüntü ve kaygı bildirmenin iktidar cephesinde bir karşılığı yok. 


Şenliği yapın, bayramı kutlayın. İstanbul Valisi’ni de davet edin. Nasıl olsa yasaklamadan haberi yok. 

Yapmayacaksanız seneye giyin şalvarları Etnospor festivalinde güreşin.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Ruhani’ye karşı ‘Katliam Ayetullah’ı’ - Nilgün Cerrahoğlu

Asgar Farhadi’nin Oscarlı son filmi “Satıcı”yı izlerken, yıllar içinde İran’ın ne kadar değiştiğini düşündüm.
Nerede Panahi’nin-“Çember”, “Ofsayt” gibi-“dinci rejimi” bodoslamadan hedef alan
o siyasi duyarlılık dozu yüksek filmleri?
Nerede Farhadi’nin, özde bir Tahran öyküsü olmakla birlikte; dünyanın herhangi bir yerinde geçebilecek ikili ilişkilerdeki “yabancılaşma” serüvenleri? 
 
Son dönem İran sinemasının yükselen yıldız yönetmeni Asgar Farhadi’nin sinemasından baktığımızda “normalleşen” bir İran toplumu izliyoruz.
37 yıl öncesinde kalan “İran devrimi” artık veri olmuş. Bu veriyi içselleştiren Farhadi, bundan böyle çarpık kentleşmeyle kabuk değiştiren, dikişleri atan bir toplumda değişen ilişkiler ve değerler skalasını anlatıyor.
Yarın ilk turu yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri önümüze işte bu yeni “Farhadi İran’ının tablosu”nu koyuyor.
Sandığın en önemli fay hatları “İran’ın dünyayla bütünleşmeyi sürdürüp sürdürmemesi”, “halk ve elitler kavgası”, “işsizlik ve ekonomik sorunlar”, “yolsuzluk” diye sıralanabilir.
 
Siyah ve beyaz İran

 
Cumhurbaşkanlığına ikinci dönem sahip çıkmak isteyen 68 yaşındaki Hasan Ruhani, mimarı olduğu nükleer anlaşma üzerinden bu seçimleri, dünyaya açılmacılarla içe kapanmacılar arasında büyük bir referanduma dönüştürüyor. 
 
Farhadi gibi entelijansiyanın önde gelen isimleri ve de kentli, eğitimli orta sınıfların coşkuyla desteklediği Ruhani’nin karşısında dini lider Hamaney başta olmak üzere “kurulu düzenin” adayı İbrahim Reisi var. 
 
İran devrimi yapıldığında 19’unda olan ve daha 23 yaşındayken “devrim başsavcı yardımcısı” sıfatıyla binlerce muhalifi göz kırpmadan darağacına yollayan Reisi, şimdi “dış açılımcı elitlere” karşı bol din retoriğiyle sözde “halkın” bayrağını yükseltiyor.
Reisi’nin ardında hizalanan isimler arasında kendi adına fiilen kampanya yapan ama son anda Ruhani’ye karşı “muhafazakâr safları sıklaştırmak” için yarıştan çekilerek Reisi’ye destek veren Tahran belediye başkanı Muhammed Galibaf var. 
 
Biz yüzde 96’yı temsil ediyoruz. Ruhani yüzde 4’ün adayı!”sloganıyla kampanya yapan “yüzde 96’cı” Galibaf gibi, Reisi de “din değerleri”nin yanında “biz gerçek halkız!” mesajını işliyor.
Bir çeşit “beyaz İranlılara karşı siyah İranlılar” durumu yani.
Beyaz İranlılar”ın adayı Ruhani oluyor. 
 
Siyah İranlıları” da, Humeyni yıllarında altına imza attığı idamlar yüzünden “Katliam Ayetullah’ı” olarak anılan Reisi temsil ediyor. 
 
Cumhurbaşkanlığında “5 milyon iş yaratmayı” vaat eden Reisi, Ruhani’yi en zayıf noktası olan işsizlik üzerinden vuruyor. Son 4 yılda yüzde 11’den yüzde 12’ye çıkan yüksek işsizlik silahıyla Ruhani’yi yerden yere vuran Reisi, kırsalın ve çevrenin adayı olarak öne çıkıyor.
 
İkinci tur kaçınılmaz görünüyor
Son dönemde bu çevre-merkez, kırsalla büyük kent kapışmasını ve sınıf farklılıklarının en sert biçimde öne çıkmasını; ABD seçimlerinden Fransa’ya dek bütün büyük sandık sınavlarında gördük.
ABD’de Trump çevrenin, Hillary merkezin adayıydı. 
 
Fransa da aynı şekilde çevrenin Le Pen’i desteklediğini, merkez’in Macron’u yeğlediğini izledik. İran’da da işte şimdi bunu andıran bir dalga fark ediliyor.
 
İran’da geleneksel olarak cumhurbaşkanları, 2. dönem de hep seçilegelmiş.
Bizzat adıyla özdeşleşen nükleer anlaşma etrafında hâlâ bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalardan ötürü Ruhani’nin 2. dönemi garantilemesine ne ki çantada keklik gözüyle bakılmıyor.
Gayriresmi yoklamalara göre önde görülen Ruhani’nin kozlarını 2. turda Reisi ile paylaşması bekleniyor. 
 
Ruhani nin Reisi’ye karşı kullandığı başlıca silah ise “yozluk” ve “yolsuzluk”. 
 
Ülkenin en zengin dini vakıflarından birinin başında bulunan Reisi’nin vergiden muaf olmasını, -Türkiye’de benzerine rastlamadığımız!- adaylar arasındaki açık TV tartışmalarında dile getiren Ruhani rakibine, “Nasıl oluyor da herkes vergi öderken siz ödemiyorsunuz?” diyerek kafa tutuyor.
Elit-halk ayrımı ne denli hassas ise bu “yolsuzluk” meselesi de İranlıların o denli duyarlılık gösterdiği bir konu. 
 
Yarın sandıktan çıkacak olan tablo, “yeni İran”ın kimyasını sergilemek açısından ilginç bir rehber sunacak.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hegemonyalar çarpışınca... - ERGİN YILDIZOĞLU

Pekin’de 14-15 Mayıs’ta toplanan uluslararası “Bir Kuşak ve Bir Yol” (BKBY) forumu, Atlantik’ten Pasifik’e uzanan, Robert Kaplan’ın deyimiyle, “süper kıtanın” üzerinde iki hegemonyanın birbirleriyle çarpışma yolunda ilerlediklerini düşündürüyordu. 
 


İki hegemonya
Bu, iki hegemonyadan biri, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD liderliğinde şekillenen, Soğuk Savaş’tan sonra küreselleşme kavramıyla tanımlanan, “Batı” kapitalizmine ilişkin. Diğeri de Çin’in yükselmeye başlamasının bir ifadesi olarak şekillenmekte olan bir hegemonya. Bu iki farklı hegemonya alanına iki farklı “küreselleştirme” projesi olarak da bakabiliriz. 
 
Avrupa ekonomik krizin, Afrika ve Ortadoğu’da yerel savaşların kustuğu göçmenler dalgasının kültürel basıncının altında çözülüyor. İslamcı terörizmin saldırıları bu kültürel basıncı büyütüyor. ABD’de Trump yönetimi benzer basınçların etkisiyle hem bir yönetim krizi yaşıyor, hem de dış ticarette korumacılığa yönelmeye başlıyor. Kısacası, ABD liderliğindeki Batı merkezli hegemonya düzeni ve onun ifadesi küreselleşme çözülüyor. 
 
Buna karşılık, “Doğu”da, Çin’in, Afrika’da ekonomik ilişkilerin çok ötesine geçen varlığının yanı sıra, ifadesini “Bir Kuşak Bir Yol” projesinde bulmaya başlayan, yeni bir hegemonya ve “küreselleştirme” (ekonomik entegrasyon) süreci şekilleniyor. Peleponnes Savaşlarından (MÖ 460-404) bu yana tarih, yükselen hegemonya ile gerileyen hegemonyanın çatışmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyor.
 

Hep aynı öykü
Sermaye birikim süreci kısa sürede kendi ürettiği sınırlarına çarpar. Kârlar düşmeye başlarken talep yetersizliği, atıl kapasite, yatırılamayan mali sermaye fazlası sorunları ortaya çıkar. Sermaye, maliyetleri düşürmek için yeni kaynaklara, yeni yatırım olanakları, yeni talep bulmak, hatta ürettiği nüfus fazlasını göndermek için yeni alanlar aramaya başlar. Benzer süreçleri yaşayan sermayelerin kaynaklar, ekonomik alanlar üzerindeki rekabeti ister istemez sertleşir, devletler devreye girmeye başlar. 
 
Çin kapitalizminin öyküsü de farklı değil. Çin’in, 1990’lar boyunca, yılda ortalama yüzde 10’a ulaşan büyüme oranları, 2000’li yıllarda yavaşlamaya başlarken özellikle Afrika’da büyük altyapı yatırımları yaptığına, limanlar, maden işleme kompleksleri kurduğuna, bu kıtaya nüfus aktarmaya başladığına ilişkin “neo-kolonyalizm” öyküleri okumaya başladık. Batı kapitalizminin mali krizini izleyen son on yılda Çin’in, sermaye ihracı, kaynaklara ulaşma, nüfus transfer etme (yerleşimci yaratma) çabaları yoğunlaştı. Çin 2000 yılında sadece 4 ülkenin en büyük ticaret ortağıyken bu sayı, ABD’yi de kapsamak üzere 100’e çıktı. 
 
Kaba iktisadın “Çin’den sermaye kaçmaya başladı” diye anlamadan sevindiği olgu da Çin’in devlet şirketlerinin yanı sıra özel kapitalizminin de sermaye ihraç etmeye başladığını gösteriyordu. Çin’in yatırımları, gönderdiği nüfus, Afrika ekonomilerini, toplumlarını Çin’in gereksinimlerine uygun biçimde değiştirirken, gelecek on yılda 1.6 trilyon dolar Çin sermayesini emmesi beklenen “BKBY” projesi de “Süper kıtanın” Orta Asya alanını, ticareti hızlandıracak altyapı yatırımlarıyla, tren yollarıyla, kredilerle, Çin ekonomisinin gereksinimlerine göre şekillendirmeyi amaçlıyor.
Aynı alanda, daha ufak çaplı da olsa benzer bir proje geliştirmeye çalışan Hindistan, Çin’i yeni sömürgecilikle suçluyor, ABD, Almanya ve kimi Avrupa ülkeleri, BKBY projesinden, esas olarak Çinli şirketlerin yararlanacağına inanıyorlar. 
 
Bu tepkiler, hegemonyaların gelecekte bu projenin coğrafyasında çarpışacağını, bu coğrafyada yer alan ülkelerin, halklarının, bir emperyalist paylaşım rekabetinin hedefi olabileceğini düşündürüyor.
Bu iki hegemonyanın birbirine sürtünmeye başladığı noktada, Türkiye’nin birinci kaygısının, bu hegemonyalardan birine yanaşmayı değil, çatışmaya taraf, paylaşıma konu olmaktan kendini koruyacak önlemleri düşünmesi gerekiyor. 
Bir anlamda II. Dünya Savaşı’ndaki İsviçre gibi…

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

17 Mayıs 2017 Çarşamba

İnsanlık örgütü nasıl çökertildi? - ORHAN GÖKDEMİR

10 gün önce İstanbul Küçükçekmece’de “DHKP-C’ye yönelik” olarak düzenlendiği polis operasyonunda 18 yaşındaki Sıla Abalay öldürüldü. İddiaya göre, daha çocuk yaştaki Sıla Abalay polisle çatışmaya girmişti. Gerisi bildik hikâyeler. Mahalle kapatıldı, etrafta kim varsa gözaltına alındı, ev mühürlendi. Abalay’ın cesedi zırhlı araçlar eşliğinde otopsi için Yenibosna’daki Adli Tıp Kurumu’na götürüldü.


Gece geç saatlerde gerçekleşmişti olay. Daha neyin ne olduğu belli değildi. Olayı ilk duyuranlardan biri “Alo Fatih”i ile ünlü Habertürk Televizyonuydu. “Son dakika” anonsuyla verdiği haberde örgütün üst düzey yöneticisinin polis tarafından ölü ele geçirildiğini duyuruyordu. Sonra Habertürk’ü diğerleri takip etti. Çok emindiler, DHKP-C örgütünün üst düzey yöneticisi “ölü ele geçirilmiş”ti.
Sabah olduğunda olayın hiç de havuz medyasının söylediği gibi olmadığının emareleri ortaya çıkmaya başladı. Mahalle ve apartman sakinleri bir çatışma sesi duymamıştı. Abalay’ın kaldığı ev savcılık tarafından mühürlendi. Olay yerinde inceleme yapmak isteyen avukatlar, daha önce böyle bir uygulamayla karşılaşmadıklarını belirttiler ve "İnceleme yapıldıktan sonra ev sahiplerine teslim edilir, mühürlenmez" dediler.

Ardından “örgütün üst düzey yöneticisi olduğu iddia edilen Sıla Abalay’ın 18 yaşında olduğu ortaya çıktı. Havuz medyası bu durum karşısında geri adım atmadı, onlar örgütün derin stratejisini biliyorlardı. Örgüt gençlere yönelmişti, yönetsel kadrolara da gençleri getiriyordu.
Takvim’den, Ulusal Kanal’a kadar her boydan basın bu “acı gerçeği” yüzümüze çarpmaya devam etti. Bu arada Sıla’ya bir de eylem yakıştırdılar. 7 Aralık 2016’da İstanbul’da Cumhuriyet Savcısı ve iki koruma polisinin bulunduğu araca ateşi o açmıştı.

O gün bu tavrı üretenlerden birinin havuz medyasının yeni keşfi Benan Kepsutlu adlı bir kadın muhabir olduğu bilgisi düştü sosyal medyaya.

***

Sıla Abalay iki yıl önce Berkin Elvan’in polis tarafından öldürülmesini protesto eylemlerine katıldığı gerekçesiyle yine kendisi gibi 16 yaşında bir arkadaşı ile birlikte tutuklanmıştı. Sıla ve arkadaşı adli suçlular ile aynı koğuşa konunca siyasi koğuşa geçmek için 17 gün boyunca açlık grevi yapmış ve sonunda siyasi koğuşa geçmeyi başarmıştı. İki ay tutuklu kaldı, sonra tahliye edildi Sıla. Ama cezaevinden çıkmadan yine gözaltına alındı, gece yarısı salındı. Sıla’nın öldürülmesinin ardından bu hikâye de basın tarafından aleyhinde delil olarak kullanıldı.

Berkin’den sonra hep böyle. Onun için de “elinde sapanı var, polislere bilye atıyordu, teröristti” demediler mi? Hâlbuki daha fiil ehliyeti yoktu Berkin’in. Çocuktu, ana kuzusuydu.
Polis ve devletin bu tür olaylardaki yaklaşımı bildiğiniz gibi. Sıla’dan önce iki çocuğu panzerle ezdiler, ezen polislerin adını bile bilemiyoruz. Basın yok, yargı yok, hukuk kaldırıldı. Olayda pek çok kuşkulu nokta almasına rağmen önceki gün Sıla’nın mezarına çiçek bırakan başka çocukları gözaltına aldı polis. Madem polis onun suçlu olduğunu söylemişti, bunu kabul etmeyen de suçluydu. Bu olaydaki asıl alçaklık ise “basın”ın tavrı. Olayın veriş biçimi basının nasıl bir ağır çürüme içinde olduğunun da göstergesi. “Bu olmaz” diyen bir muhabir yok artık içlerinde, “araştırdınız mı” diye soracak bir haber müdürleri yok. “18 yaşındaki kız çocuğundan üst düzey örgüt yöneticisi mi olur, salak mısınız, vicdanınızı mı kaybettiniz” diyecek editörleri çoktan kapının önüne koydular. Vaziyetleri bu. Baştan ayağa alçaklıktan ibaret bir havuzda boğulmamak için çırpınan zavallılar sürüsüdür artık basın.

***

Basın artık iktidar adına bir yalan üretme mekanizması. O mekanizmanın içinde yer alanlar da zamanla birer yürüyen yalana dönüşüyor haliyle. En çok yalan üretenler de Habertürk, CNN Türk ve NTV’nin oluşturduğu “ana akım” haber medyası. İktidardan, onun kolluk güçlerinden gelen her açıklamayı emir telakki edip yayınlıyorlar. İktidar sözcüleri konuştu mu ülkedeki bütün haber kanalları hazır ola geçiyor. Sıla Abalay vakası işte bu çukurdaki sıradan vakalardan biri.
Habertürk de gece saat 03.00 haber bülteninde muhabir Benan Kepsutlu’ya bağlandı, olayın aslını sordu. Muhabirdeki bilgi polisten fazlaydı. 18 yaşındaki Abalay, örgütün “en üst düzey ismi”ydi ve “İstanbul sorumlusu”ydu. Örgütü 14 yaşında girmiş üç sene de insan öldürme emri verecek kadar yükselmişti. Geçen sene daha 17 yaşındayken birçok saldırının emrini bizzat vermişti. Polis bu azılı çocuğu öldürerek büyük başarı sağlamış, örgüte büyük zarar vermişti. “Sıla öldürülünce örgüt çöktü” dememek için kendini zor tuttuğu belliydi.
Sonra bu başarılı muhabirin “CV”sine baktılar. “Yaptım” diye yazdıklarının yarısı yalandı. Yalanın medyasının yalan muhabiri önemsiz bir yalan söylemişti. Geleceği parlaktı…

***

Cinayetten bir iki gün sonra bir polis açıklaması daha düştü basına. Ardahan'da toprağa verilen ve mezarına çiçek bırakan çocukların bile gözaltına alındığı Sıla Abalay baskın yapılan o evde tesadüf esiri bulunuyor olabilirdi. Polise göre operasyondaki asıl hedef 25 yıldır aranan bir TİKKO üyesiydi.
Sıla öldürüldü ve sessiz sedasız gömüldü. 18 yaşında gözlerinin içi gülen bir kız çocuğuydu. Benan Kepsutlu rahat. Söyledikleri için vicdan azabı çektiğine değin bir emare yok. Kanalın haber müdürü ve editörleri de çıkıp bir açıklama yapmadı. Herkes hiçbir şey olmamış gibi hayatını sürdürdü. Çünkü onlar emir kuluydu, evde bekleyen çocukları vardı, eve ekmek götürmek zorundalardı.

18 yaşındaki Sıla Abalay nahak yere öldürüldü. Tehlikeli bir örgütün üst düzey yöneticisiydi. Benan Kepsutlu öyle dedi. Sıla ile birlikte “insanlık örgütü” de çökertildi. İnsansız bir ülkedeyiz şimdi…

Orhan Gökdemir / SOL
(Bu yazı haftalık siyasi dergi BOYUN EĞME'nin 12 Mayıs 2017 günü çıkan 74. sayısında yayınlanmıştır.)

Mış gibi cumhuriyeti - ÖZGÜR MUMCU

Her şey olması gerektiği gibi. Basın özgürlüğü listesinde küme düşe düşe listenin dibine vurmak üzere olan bir ülkede ne olması gerekiyorsa o oluyor. Elinizde tuttuğunuz ya da internet sitesini ziyaret ettiğiniz, geçen hafta 93. yaşını kutlamış Cumhuriyet gazetesinin neredeyse dışarıda yöneticisi kalmadı.
 
Cesur gazetedir. Mütareke döneminde İstanbul basını gıkını çıkaramaz ve nice anlı şanlı komutanlar bile Ankara’yı maceraperest diye değerlendirirken milli mücadeleye tereddütsüz destek vermiştir. 
 
Rejim ne zaman kurucu temel değerlerinden uzaklaşsa, hırpalanır. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ve bugünkü OHAL rejiminde. Yazarları öldürülmüştür. Hem Ergenekonculukla hem de “FETÖ”cülükle suçlanabilmiştir. Rejim değişikliğinin eşiğinde tarihindeki en büyük saldırıyla karşılaşması da herhalde tesadüf değil.

 
Memleketimizde gazetecilik yapmak, siyasi yorumda bulunmak bir mayın tarlasında yürümekle eşdeğer. Hangi adımınızın, hangi satırınızın, hangi cümlenizin, hangi sosyal medya paylaşımınızın bir mayını tetikleyeceğini bilmenizin imkânı yok. 
 
Hukuk devleti ortadan kalkarsa, hukuki güvenlik ilkesi buharlaşırsa, keyfilik her yere hâkimse olacak da budur. Hukuki güvenliğin olmadığı ülkelerde hukuken önünüzü göremezsiniz. Suçta ve cezada kanunilik gibi en temel ilkeler bile rahatlıkla çiğnenir.
Bu ortam sadece muhaliflere eziyet etmeye yarar diye düşünenler büyük bir yanılgı içinde. O çok sevilen, hep çağrılan ve tapılan “istikrar” işte tam da böyle ortamlarda kaybolur gider. Geriye “mış gibi” ülkesi kalır. 
 
Hâkimler bağımsızmış gibi, kurumlar hâlâ işliyormuş gibi, Meclis’in bir anlamı kalmış gibi, seçimler meşruymuş gibi davranılan, herkesin herkesi ve kendini kandırdığı bir hayal âlemi.
Bütün bunlar yaşanırken, hayatı “mış gibi” sürdürmeye itiraz edenlere ise önce sapkın, sonra deli, en sonunda da vatan haini muamelesi yapılır. Bunu dünyada ilk biz yaşamıyoruz. Otoriter rejimler genelde hep benzer bir reçeteyi uygular. 
 
Bu “mış gibi” cumhuriyetine alışmak çok hem de çok kolaydır. Ionesco’nun meşhur Gergedanlar oyunundaki gibi. İnsan kalmak bir tuhaflık, gergedanlaşmak ise cazip bir normalleşme olarak sunulur.
Gelgelelim bu yola girip de abad olmuş bir adet devlet ve toplum yoktur. Hakikatin düşman ilan edildiği, kurumların ya çökertildiği ya da kendinin karikatürüne dönüştüğü devletlerin temelleri çatırdar, toplumlar “birlik ve beraberlik”ten uzak düşer, birkaç yerden kırılır. 
 
Hakiki bir yurtsevere düşen görev ise “mış gibi” ülkesinde ısrarla hakikatleri dillendirmektir. Sevdiği yurdunun temelleri çatırdamasın, toplum kırılıp un ufak olmasın diye. 
 
Yoksa hanımlar, beyler, biz deli miyiz? Bilmez miyiz en azından objektif görünüyor kılıfıyla suya sabuna dokunmadan yazmayı. “Mış gibi” ülkesinde, mış’ın ş’sinin çengeline hamak kurup usul usul sallanmayı? 
 
İnsan haklarına saygı, hukuk devletine sahip çıkmak bir entelektüel kapris ya da lüks değildir. Yurtseverliğin ilk başta gelen kuralıdır. 
 
Yoksa kendinizi gerçek bir devlette değil “mış gibi” yapan sahte bir devlette bulursunuz. Sahte devletleri ise dileyen çıkar çevreleri parmağında oynatır. 
 
Kurumların altının boşaltılmasına, hukukun temel ilkelerinin çökertilmesine bir de bu gözle bakın.
Zayıf devlet isteyen otoriter rejimi destekler, güçlü devlet isteyen ise demokrasiyi. Mesele basittir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Mustafa Kemal düşmanlığı - Cumhuriyet Olaylar Ve Görüşler

İktidar kavgasında en güçlü silahlardan biri hiç şüphesiz din silahıdır. Tarih bu kavganın acımasız, kanlı yüzünü açık bir biçimde ortaya koyar. Özellikle ortaçağ Hıristiyanlığı, o Hıristiyanlığın kilise yorumu, engizisyonlar, cadı diye yakılan kadınlar, giyotine gönderilen binlerce insan o tarihin karanlık sayfalarının başında gelir. İktidar kavgasında dini bir araç olmaktan çıkarmak elbette kolay olmadı. Zira iktidar sahipleri için bu kabul edilecek bir durum değil. Dolayısıyla din adına hareket ettiğini söyleyen muktedirler, iktidarın nimetlerinden ve fırsatlarından yararlanmak, sahip oldukları ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için “kutsal” diye sahiplendikleri isim ve söylemler başta olmak üzere her türlü olguyu bu yolda “harcamaktan” geri durmamışlardır. Bu noktada İslam tarihinin karanlık sayfalarının, ortaçağ kilise hâkimiyetinden pek farklı olmadığını söyleyebiliriz.

Bağnaz din yorumu
Daha dört halife döneminden itibaren başlayan iktidar mücadeleleri ve akabinde Emeviler, Abbasilerle devam eden otoriter, ganimet ve mülk odaklı din siyaseti günümüze kadar varlığını sürdürdü. Bu siyasetin vazgeçilmez unsuru da hiç kuşkusuz bağnaz, totaliter geriyi, geçmişi kutsayan din yorumu oldu. Günümüzde de bu egemen söylemin İslam topraklarında farklı veçhelerle sürdürüldüğünü ifade edebiliriz. Son günlerde Mustafa Kemal’e karşı yükseltilen çirkin seslerin arkasında, belirttiğimiz siyaset tonunu görmemek elde değil. Öyle ki edep ve asgari saygınlıktan uzak bu seslerin temel motivasyonunu da iktidar odaklı din siyaseti ile bu siyasete rengini veren bağnaz söylem oluşturuyor. Dahası bu kimseler ancak Mustafa Kemal’e sataşmakla, saldırmakla imtiyazlı koltuklarının hakkını vereceğini düşünüyor, kendilerine bahşedilen din iktidarını böyle sürdüreceğini sanıyorlar. Bir yönüyle kendi iç dünyalarında bu çok da karşılıksız bir beklenti değil. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşunda bile karşı karşıya kaldığımız kimi hadiseler din egemenliğinin gücünü göstermeye yeter. Nasıl mı? Örneklerle devam edelim.


Kadınlara haklar
Misal Mustafa Kemal’e rağmen kadınlar ancak 1930’da belediye seçimlerine katılabilmişler ve ancak 1934’te seçme seçilme hakkına kavuşabilmişlerdir. Çünkü söz konusu dönemin bağnaz egemen zihniyeti kadınlara verilen bu hakka şiddetle karşı çıkmıştı. Ve nihai olarak 1923, 1927 ve 1931 tarihlerinde kadınlara seçilme hakkı tanınmadığı gibi seçme hakkı da tanınmamıştır. Dönemin vekillerinden Tunalı Hilmi Bey, din adına kadın düşmanlığı yapan vekillere, isyanını şöyle dile getirmişti: “Seçmek ve seçilmek hakkını vermiyorsunuz, fakat kadınları saymıyorsunuz da...” (Güldal Okuducu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kadınının Kısa Tarihi).

İçki yasağı
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde geçmişin ve tabii olarak din iktidarının gücünü göstermesi bakımından bir diğer çarpıcı örnek ise içki yasağıdır. Buna göre Birinci Meclis 1920’de ülkede içki üretilmesini ve hatta içki içilmesini yasaklar. 1926’ya kadar da bu yasak devam eder. Bu arada bir ara not olarak hatırlatalım ki, halihazırda ilahiyat fakültelerinde ve imam hatiplerde okutulan fıkıh kitaplarında içkinin cezası 40 ila 80 değnek olarak aktarılmaktadır. Devam edelim.

Mezhep hanesi
Söz konusu yılları ve dahi bir yarım yüzyılı etkileyen diğer bir çarpıcı hadise ise nüfus cüzdanlarında yer alan mezhep hanesidir. Düşünebiliyor musunuz “dini inancınızı” ifade etme buyruğunun yanına bir de mezhep hanesi eklenmiş! Ve siz ister istemez mezhebinizi açıklamak durumunda kalıyorsunuz! Peygamberin ölümünden 150- 200 yıl sonra oluşturulan bu mezhepler bir anda “din” gibi değer görüyor ve “kimliğin” bir parçası olarak dayatılıyor. Ta ki, 1972’ye kadar bu uygulama devam ediyor.

Çocuklar
Unutmamalı ki, Mustafa Kemal’e ve yeni rejimin “seküler” kadrolarına rağmen hayat buldu bu uygulamalar. Peki, bu nasıl başarıldı? Bağnaz kadrolar, arkasına aldığı bin yıllık din geleneği, “kadın düşmanı” söyleminin halk nezdindeki karşılığı ve provokatör ruhları ile bu sonuca ulaştılar. Öte yandan yakın bir dönemde yayımlanan bir kararname de bu gücün tarihi ayağını ifşa ediyor. 1917’de yayımlanan ve döneme göre reformist olarak adlandırılan “Hukuk-ı Aile Kararnâmesi”ndeki kimi maddeler oldukça çarpıcı. Buna göre bahse konu kanunda kız çocukları için ergenlik yaşı 9, erkekler için ise 12 olarak kabul edilir. Diğer bir ifadeyle bu kanun uyarınca kız çocuklarının 9, erkeklerin ise 12 yaşında evlendirilebileceği kabul edilir. Hemen belirtelim ki, dört mezhep için de bu evlilik yaşları geçerlidir. Yine bu kararnamede erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesi hakkı da geçerliliğini sürdürmüştür. (Abdurrahman Yazıcı, Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi (1917) ve Sadrettin Efendi’nin Eleştirileri).

Truman’ın tıpkısı
Dini, iktidar çıkarları için kullanan ya da düşünsel kimliğini bu söyleme yaslayan kimselerin arkasında işte bu tarih yatıyor. Üstelik sözünü ettiğimiz tarih bize hiç de uzak değil. Mustafa Kemal de o tarihin din bezirgânlarına, iktidar heveslilerine karşı mücadele etmiş bir kurtuluş önderidir. Dolayısıyla bugünün koltuk meraklısı din bezirgânlarının Mustafa Kemal’e saldırması, dünden kalan çirkin stratejilerinin zorunlu bir sonucu olarak zuhur ediyor. Çünkü onlar din adına sömürdükleri, akıllarını kötürümleştirdikleri, kin ve nefretle zehirledikleri kitlelerle ancak böyle buluşabileceklerdir. Çünkü onlar “dinsel söylemin” gücünü böylesine fütursuzca kullanmakta hiçbir beis görmezler. Tıpkı ABD başkanı Truman’ın Hiroşima’ya atılan atom bombası sonrasında yaptığı konuşma gibi. Truman insanı, doğayı ve cümle mahlukatı acıya, kana, gözyaşına boğan atom bombasını üç gün sonra radyoda şöyle yorumlar: “Bu bombayı düşmanlarımıza değil de bizim elimize verdiği için Tanrı’ya müteşekkiriz; onun yoluna ve amacına uygun kullanımında da bize rehberlik yapması için ona dua ediyoruz.” (Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı).

Cumhuriyet Olaylar ve Görüşler

20 minute - MUSTAFA K. ERDEMOL

Aslında “diplomatik” bir iki yüzlülük olduğunu biliyorlar ama Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın Recep Tayyip Erdoğan’ı öven sözlerinin seçmenlerinin hoşuna gittiğinin de farkındalar. Erdoğan’a herhangi bir batılı devlet adamının övgüsü “Dünya lideri” sıfatını güçlendiren bir güzellik tabii.

Ağzından bal damlamış Orban’ın doğrusu. “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a her zaman saygı duyuyoruz. Avrupa’nın ve Macaristan’ın güvenliği büyük ölçüde Türkiye’ye bağlı. Çünkü Türkiye bugün istikrarlı bir ülke ve yasa dışı göçü engelleyebiliyor” lafları koltuk kabartıyor gerçekten. Diplomaside bu tür övgülerin pratik değeri yoktur pek. Faydacı tonlar barındırır çünkü.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Rusya lideri Vladimir Putin’e övgüsü buna iyi bir örnek sayılabilir. ABD, Rusya’nın başkanlık seçimlerine siber saldırı düzenlediği iddiaları nedeniyle Washington ile San Francisco’da görevli 35 Rus diplomatın 72 saat içinde ülkeyi terk etmesini istediğinde Putin bu duruma hiç tepki göstermemiş, Rusya’da görev yapan Amerikan diplomatlarının sınır dışı edilmeyeceğini açıklamıştı. Trump’ın Putin’e övgüler yağdırmasının nedeni buydu. Orban’ın Erdoğan’ı pek beğenmesinin nedeni de ülkesine gelecek göçmenlerin Türkiye eliyle engellenmesi. Türkiye göçmenleri engellediği için “istikrarlı” Orban’a göre.
Orban gibi figürlerin övgüleri itibar getiren türden midir peki? Ülkesinin sınırlarına göçmenleri engellemek için elektrikli tel örgü çeken biri Orban. Sonradan askıya alsa da Schengen sınır kontrollerini insanlık onurunu zedeleyecek derecede sıkı uyguladığını da biliyoruz. AB içinde olmasına rağmen AB’yi oluşturan değerlere de pek saygısı yok. Her sağcı, muhafazakar gibi Orban da batıya ilişkin eleştirilerini “ahlak” üzerinden yapıyor. “Batı dünyasının seks, yolsuzluk ve şiddet kültürüyle” dolu olduğunu dile getiriyor sık sık. Bu nedenle AB içinde sevildiğini söylemek zor. Toplumunu içinde yer aldığı batı dünyasına da kapama türünden bir politikası var. Bunun Erdoğan’ın Batı’ya yaklaşımıyla ortak bir tarafı olduğu gerçek. Övgüleri de eleştirileri de “ciddiye” alınmıyor AB içinde. “Kültürlü bir backround’um yok. Her zaman şizofrenik bir eğilimim olmuştur. Kendimi sürekli dışarıda tutulmuş görmeye uygun bir yapım var. Ve daima merhametsizim ve hep kendim oldum” diyen birinin ciddiye alınması kolay değil.

Yani böyle bir adamın Erdoğan övgüsü mahcup eder doğrusu. Roma İmparatorluğu’nun en gözde meslekleri avukatlık, hatiplik, diplomatlıktı. Üçünün de ortak özelliği “övgü”ye sık sık başvurulan meslekler olmasıdır. Bir hatip eğer bir sel ya da deprem felaketi üzerine konuşma yapacaksa önce uzun uzun imparatoru övmek, hasletlerinden söz etmek zorundaydı. Orban’ın ki de bunu andırır bir övgü. Göçmen sorunları üzerine  konuşmadan önce Erdoğan’ı överek bir geleneği sürdürüyor aslında.
Bu Erdoğan’ı çaresiz bırakan bir durumdur bana sorarsanız. Bazı iltifatlar karşısında insan gerçekten çaresiz kalabilir. İltifatı, övgüyü yapanla ilgilidir bu biraz da. Macaristan Başbakanı Orban, sadece göçmen karşıtı değil, ciddi bir İslam karşıtı aynı zamanda. AB’nin değerler sistemi içerisinde İslam’ın hiçbir biçimde yer almaması gerektiğini dile getiriyor. Her ne kadar batıyı eleştirse de, İslam kaynaklı “kültürel” bir sızmanın da karşısında. Dolayısıyla, İslam karşıtı birinin övgüsüne mazhar olmak Recep Bey için zor olmalı.

Hepsi bir yana Orban çok kurnaz, bu kesin. Henüz Recep Tayyip Erdoğan’ın göçmenler konusunda övgüyü hak edecek bir icraatı yok. Çünkü göçmenler Erdoğan için bir pazarlık meselesi hala. Yarın, daha önce yapacağını söylediği kapıları açma politikasını uygulayabilir, yine kendi deyimiyle “binlerce mülteciyi” Avrupa’ya yollayabilir. Orban zor durumda kalır haliyle. Dolayısıyla Orban’ın yaptığı övgü “Preemptive strike”ı (karşı tarafın olası saldırısına karşı önceden yapılan saldırıyı) çağrıştırır bir övgü aslında. Aklınca Erdoğan’ı bu övgüyle göçmenleri ülkesinde tutmaya teşvik edecek.

Keşke Erdoğan da ABD’ye gitmeden önce Trump’ı “kendisini iyi ağırlayacağı için” önceden (preemptive) övseydi biraz.

Belki Trump mahcup olup, 20 dakikalık görüşmeyi uzatırdı biraz.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

16 Mayıs 2017 Salı

Ona hakaret, bir ‘Atatürk meselesi’ değildir - EROL MANİSALI

Atatürk’e hakaret edenler işin özünde, “Atatürk üzerinden çağdaş değerler sistemine” karşı savaş açanlardır. 
 
Aydınlığa, çağdaşlığa, uygarlığa, akılcılığa, bilime düşman bu dinci, yobaz ve çıkarcı çevreler Ata’ya hakaret ederek, onun üzerinden amaçlarına ulaşmak isterler. Çünkü Atatürk ve devrimleri, “bu karanlık çevrelerin beslendiği bataklığı kurutmaya başlamıştı”.
Bataklığın kurutulması demek, onların çağdışı, para ve güç kaynaklarının ellerinden alınması sonucunu doğurmaya başladı. Hurafeler ve din tacirliği ile “insanları koyun yerine koyup gütmeyi amaç edinen” bu odaklar, Ata’ya saldırarak onun getirmeye çalıştığı uygar değerleri, “onun üzerinden” yok etmek isterler. Çünkü çağdışı çıkar dayanakları için “sosyal bataklık” sürdürülmelidir. 

Ya arkasındakiler kim?
 
Bu odaklar Türkiye’de (ve Ortadoğu’da) yerel olarak hep yeraltında gizlenmişler ve küresel güçler tarafından kullanılmışlardır. Bölgedeki bütün çağdaş ve demokratik girişimlere son 70 yıl içinde engel oldular. İran’da, Mısır’da, Cezayir’de ve Türkiye’de yolunu kesmeye çalıştılar.
Son somut operasyonları “Ergenekon ve Balyoz’la” başlatılan ve 15 Temmuz ile sonlandırılmak istenen kumpaslar dizisidir. Türkiye’deki Atatürk düşmanları, FETÖ’nün zeminini oluşturur.
Hepsi de Lozan’a, Türkiye’nin bütünlüğüne, çağdaş Atatürk devrimlerine karşı düzenlenmiştir. Önce Atatürkçüleri ve orduyu yok etmek, sonra da ülkeyi topyekûn ele geçirerek BOP’un bir parçası haline getirmek istiyorlar.
 
Son Ata’ya hakaret olayları bu sürecin bir parçasıdır. 
 
Hedef Türkiye’dir: bu Atatürk üzerinden yapılmaktadır. Çünkü Atatürk demek çağdaşlık, uygarlık, laiklik, demokrasi, ulusal bütünlük ve dış dünya ile karşılıklı çıkarları koruyan ve dengeleyen bir düzen demektir; Lozan’ı korumak demektir. 
 
Bütün bunlara karşı olan iç ve dış odaklar, “Türkiye’ye Atatürk üzerinden saldırıya geçmişlerdir”.
Bu nedenle 15 Temmuz’da ironik bir olay yaşandı: Ankara’da AKP genel merkezine dev Atatürk posteri asıldı. Çünkü Türkiye’yi (ve AKP’yi), FETÖ saldırısından ancak Atatürkçülük kurtarabilirdi. 

Karşılaştığım yabancı Atatürkçüler;


Prof. Stanfort Shaw, Prof. Fritz Neumark, Japon Prof. Yamaguchi, Prof. Bernard Lewis, Dr. Andrew Mango son 40 yılda beraber olduğum ve Atatürk’ü konuştuğum bazı insanlar. Bütün bunları “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” kitabımda kaleme aldım. (*) 
 
Turgut Özal’dan Çiller’e ve Gül’e kadar 31 kişiyi yazdığım kitapta bunlar da var.
Sultan Galiyev araştırmacısı Japon Prof. Yamaguchi 1990’da bana anlattı: Sovyetler devriminin hemen ardından Moskova, Bakû’ya Sultan Galiyev’i gönderiyor, Azerbaycan’da durum nasıl diye. Galiyev Bakû’ya gittiğinde şaşırıyor. Her yerde Atatürk’ün boy boy posterleri asılmış. Yıl 1920, Ata’yı kutluyorlar. 
 
Atatürk “Doğu” ile “Batı” arasındaki akılcı sentezi bulup uygulamaya geçiren bir dehadır. Ona saldıranlar, rejimi değiştirip Türkiye’yi BOP içinde eritmek isteyen iç ve dış odaklardır.

Erol Manisalı / CUMHURİYET
 
(*) Kırmızı Kedi, Mayıs 2017

Sultan, Beyaz Saray’da... - ÖZGEN ACAR

Sultan, bugün Beyaz Saray’da, ABD’nin yeni başkanı Donald Trump ile yüklü bir gündemle görüşecek.
En önemli gündem maddesini, ABD’nin, sınırımıza yakın Kamışlı ile birlikte, Suriye’nin çeşitli yerlerine teröristleri desteklemek için zırhlılar göndermesi oluşturacak. 

***
Oluşumları özetle anımsayalım... ABD, Irak’ı 2003’te işgal etti. Ardından “Partiya Demokrata Kurdistan (PDK) - Kürdistan Demokrat Partisi’nin” Başkanı Mesud Barzani “Kürdistan Bölgesel Yönetim Cumhurbaşkanı” oldu.
Barzani, 2015’te Ankara’da Sultan ve dönemin Sadrazamı’nca kabul edildi ve PDK’nin bayrağı Türkiye’de ilk kez resmen göndere çekildi!
***

Kürtlerin temel hedefi unutuluyor... Bulundukları yerde sıkışıp kalan Kürtler Akdeniz’e çıkmak istiyorlar... Bunun için de Türkiye’den toprak alarak, yerel etnik halkın desteği ile Suriye’den Akdeniz’e bir koridoru amaçlıyorlar.
Türkiye’de bu amaca Abdullah Öcalan’ın “Partiya Karkerên Kurdistanê (PKK) - Kürdistan İşçi Partisi” terörle hizmet ediyor.
***

Suriye’de ise Salih Müslim’in “Partiya Yekîtiya Demokrat (PYD) – Demokrat Birlik Partisi”nin silahlı terör örgütü “Yekîneyên Parastina Gel (YPG) – Halk Savunma Birlikleri” sahnede...
ABD, bu örgüte destek için zırhlılarını Suriye’ye gönderdi... Gerekçe ise “Al Devlet-Al-İslamiya Fil Irak Vel Şam (DAEŞ) – Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD)” adlı İslami terör örgütüne karşı yerel halkı korumak...
PYD Sözcüsü İlham Ahmed’in “ABD’nin Kürt güçlere ağır silah gönderme kararı, örgütün yasallaşmasına yardım edecek!” dediğini de unutmayalım... 

***
İngiliz casusu yüzbaşı – arkeolog Thomas Edvard Lavrence, “Osmanlı İmparatorluğu’nu Ortadoğu’da parçalama başarısını, yöredeki etnik mozaiği birbirine karşı kullanarak elde ettim!” demişti.
Şimdi aynı yöntemi ABD oynuyor...
ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanı” diye pofpofladığı Sultan ise, “Kardeşim!” dediği Beşşar Esad’a sırtını dönüp IŞİD’e silahlar göndermeseydi, bu oluşumlara çanak tutulabilir miydi?
2014’te ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin yönetiminde Cidde’de yapılan “Terörle Mücadele Toplantısı’nda” Türkiye, IŞİD’e karşı askeri önlemi kapsayan bildiriye imza atmadı! Suudi Arabistan ve Katar ise IŞİD’e her türlü yardımı kestiler... Dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Sultan’ın “IŞİD’e destek verdiğini” söyledi.
***
Bugünkü görüşme öncesinde Sultan, şu vecizelerde bulundu: “(...) Bu ziyaretin bir kırılma noktası olacağını düşünüyorum. (...) Bu ziyaret virgül değil, nokta olacak. (...) Bu ziyaretim milat olacak! (...)”
Temel, arkadaşı Dursun’a birkaç günlüğüne borç vermiş. Dursun, aradan dört ay geçtiği halde, borcunu ödemiyor. Temel, “Vuracağım oni!” diyerek bunalımlar geçiriyor.
Temel ve Dursun mahkemeye düşüyorlar. Yargıç Dursun’a soruyor: “Sen Temel’i tanıyor musun?” Dursun, Temel’e göz atarak “Tanımayrum oni!” yanıtını veriyor. Temel, bozuluyor, yargıca, “Ben da, oni tanımayrum hâkim bey!” diyor...
Bu ziyaret öncesinde, Sadrazamının “ABD’ye savaş ilan edecek değiliz!” demesinden yola çıkarak, Sultan, öteki ülkelere dediği gibi, herhalde ABD’ye de “Tanımayrum oni...” diyecek... 

***
Türkiye ile ABD, “Kuzey Atlantik Örgütü Anlaşması’na (NATO – KAÖA)” üye. Ayrıca bu üyelikle yetinmeyip 1995’lerden bu yana “stratejik ortak” da oldular.
Bu gerçekleri dışlayan Trump’ın YPG’yi ağır silahlarla desteklemesi, Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de bir Kürt devletine desteğini gösteriyor. “Sultan ABD’ye gitmesin!” tepkilerine, ABD Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Haass şu yorumu yaptı:
“Trump yönetiminin Suriye Kürtlerini silahlandırdığını görmek güzel. Ziyaretini iptal ederse, baskıcı yönetimi ve Suriye’deki yararsız rolü göz önüne alındığında büyük bir kayıp olmaz!”
 
***
Ziyaretin gündeminde şu iki konu da bulunuyor:
Birincisi, Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iadesi... Bugüne kadar başta Adalet Bakanı olmak üzere, pek çok yetkili ABD’de bu konuda girişimler yaptılar, ama sonuç alınamadı.
İkincisi, Nev York’ta tutuklanan Rıza Sarraf ile Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Hakan Atilla’nın davaları... İkilinin savunmalarını en yüksek düzeyde kişiler olan, eski Nev York Belediye Başkanı Rudolph Giuliani ile önceki Adalet Bakanı Michael Mukasey yüklendiler.
İkiliyi, Türkiye’nin ABD’deki “lobi” kuruluşu olan ve faturalarını “örtülü ödeneğin” karşıladığı Greenberg Trauri ayarladı... Avukatlık ücretinin yüksek olduğu ABD’de bu savunmayı alan kişilerin ücretlerinin astronomik olduğu biliniyor!
İkilinin gelecek duruşması bugünkü Beyaz Saray görüşmesinden sonra 18 Mayıs Perşembe günü yapılacak... Yargıç Richard Berman, “Davanın çözüm yeri mahkemedir, siyasal yaşam değildir!” dedi...


Özgen Acar / CUMHURİYET

Vergilerimiz ‘resmen’ çalınıyor - ÇİĞDEM TOKER

Maliye, nisan ayı bütçe rakamlarını dün açıkladı. Bu köşede sıklıkla harcama rakamlarına yer veriyoruz. Ama bugün daha az bakılan gelir rakamlarından söz edeceğim. Rakamlar dikkatli incelendiğinde tablonun korkunç olduğu görünüyor.
 
Her ne kadar Maliye Bakanı Naci Ağbal, nisan ayında vergi gelirlerinin yüzde 14.3 artış gösterdiğini açıklasa da hakikat biraz farklı. 
 
Değerli okurlar, vergilerin tahakkuk ile tahsilat rakamları arasında (kümülatif) yarılma diyeceğimiz derin bir uçurum oluşmuş. Toplanması gereken vergi ile toplanan vergi arasındaki fark öyle büyük ki “Kim çalıyor vergileri, kimin cebine bırakılıyor?” diye sormamaya imkân yok.
Son cümleyi iddialı buluyorsanız, Muhasebat Genel Müdürlüğü’nün sitesinde genel bütçe istatistikleri içindeki, “bütçe gelir tabloları”na bakabilirsiniz. (https:// www.muhasebat.gov.tr/content/duyuru/ genel-butce-gelirleri-tahsilat-tahakkukoranlari- ekod4/180612 )
Yazıda somut örneklerle anlatacağım.
 
KDV’den başlayalım. KDV harcamalardan alınıyor. Giyim mağazasındaki tişörtten, otomobile, konuttan müteahhitliğe kadar, her tür mal ve hizmet teslimi yapıldığında, teslim bedeli üzerinden bir KDV uygulanıyor. 
 
Şu an aslında iyi bildiğiniz bir şeyi söylüyorum. Basit bir örnekle açayım: Bir tişört aldığınızda yahut bir tamirat yaptırdığınızda size verilen kasa fişinde, faturada KDV’si de yazar. Sorun ise şu: Devletin son rakamları; sizin ödemeyi yaparken, fiyat içinde verdiğiniz KDV’nin; mal ve hizmeti satın aldığınız kişi, dükkân, esnaf, tüccar, kurum, mütahhit tarafından devlete yatırılmadığını gösteriyor. Ya da çok çok az yatırıldığını. 
 
Örneğin KDV.
2017 Nisan rakamlarına göre 71.2 milyar TL KDV tahakkuk etmiş.
Fakat bu tutarın sadece 17.9 milyar TL’si tahsil edilmiş. Maliye, tahakkuk eden verginin yalnızca yüzde 25’ini almış. Aradaki fark 53.3 milyar TL.
İşte bu korkunç bir fark. Hele hele piyasaya çıkıp Hazine olarak 27 milyar TL borçlanmışsanız çok daha korkunç. 
 
O vakit hepimiz adına sormak mecburidir:
53.3 milyar TL KDV, kimin hangi şirketlerin kişilerin cebinde kaldı? Eğer bu soruma karşılık, Maliye bütçe hedefinin yıllık 57 milyar 72 milyon TL olduğunu belirtecekse bunu ben de biliyorum ve çizelgenizde görüyorum. Fakat KDV’nin diğer vergi türlerine benzemediğini, taksitlendirilmediğinin altını çizelim. O tutarın tamamının tahsil edilmiş olması gerekiyordu.
***

Bütçe gelirlerindeki tahakkuk/tahsilat oranındaki korkunçluk, KDV ile sınırlı değil. Küçük bir liste:
- Faizler, paylar ve cezalar, 187.6 milyar TL’lik bir taahhuka karşı 12.7 milyar tahsilat
(yüzde 6.8’i)
- Para cezaları: 147.7 milyar TL’lik tahakkuka karşı 2.4 milyar TL’lik bir tahsilat
(yüzde 1.6’sı)
- Yargı para cezaları (para cezalarının içinde): 41.4 milyar TL’lik bir tahakkuka karşılık 133.2 milyon TL tahsilat.
- 103.7 milyon TL trafik para cezası kesilmiş, 10.7 milyon TL’si tahsil edilmiş. 

***

Bu denli büyük tahsilat açığına yol açanlar, küçük esnaf da olabilir, batık şirketler de, belediyeler de KİT’ler de. Özetle, KDV yükümlüsü olan her tüzel kişi bu tablonun sorumlusu. Ama asıl sorumlu, bu tahsilatı yapmadığını bilen koca devlet.
Tabloyu vahim kılan asli bir unsur daha var: Maliye’nin tahsil etmediği/edemediği vergiler açık yarattığı için borçlanma ihtiyacı artıyor. Yukarıda listelediğim vergiler tahsil edilmiş olsa, Hazine’nin daha az borçlanacağı bilimsel bir gerçektir.
O halde soralım.
Vergilerimizi kim çalıyor?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET