8 Haziran 2017 Perşembe

Besim Üstünel’in ardından - Prof. Dr. ERGUN TÜRKCAN

Hocayla ilk, 1958’de SBF birinci sınıf iktisat sınavında karşılaştım. Sözlü yapılan sınavlarda Dr. Attila Karaosmanoğlu ile dehşetli bir sınav ekibiydi; bizim fakülteye yeni gelmişti. Prof. Dr. Üstünel, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden 1946’da mezun olup Prof. Şükrü Baban’ın kürsüsüne girdikten sonra, doktorasını yine aynı yerde verip, Londra’da London School of Economics’de, LSE, Dış Ticaret kuramcılarından Prof. Meade’in yanında doktora-ötesi çalışmalar yapıp dönerek doçent olmuş, ancak İstanbul Darülfünun’a mahsus malum akademik çekemezlikler yüzünden, ayrılıp SBF öğretim camiasına katılmıştı. Onun gelişi ve dersleriyle modern iktisat teorilerini tüm Türkiye ve kısa süre sonra, 1960’ta kurulacak DPT yani Devlet Planlama Teşkilatı uzmanları da öğrenip uygulayacaklardı. 

Planlı yıllar
Bu cümleleri, çok sevdiğim bir hocamın ardından, ona borçlu olduğum için yazmıyorum. Benim yaşımdaki meslektaşlarımın da kabul edeceği gibi, ilk ciddi Modern Para Teorileri, Dış Ticaret Teorisi ve Kalkınma İktisadının, sosyal bilimlere, “transferi” bu derslerle gerçekleşti.
Sadece teorik dersler değil, uygulamada da bu bilgileri Türk ekonomisine katan, kendinden önceki (Dr. Karaosmanoğlu ve Dr. Attila Sönmez) İktisadi Planlama Dairesi, İPD, başkanlarından sonra üçüncü başkan olarak DPT’nin üçüncü Müsteşarı Ziya Müezzinoğlu ile çalışmaya başladı ve 1964, 1965 programlarını yapıp, İkinci Planın çatısını kurduktan sonra buradan da ayrıldı. O yıllar “Planlı Yıllardı” ve 24 Ocak 1980 kararlarına kadar da öyle kalacaktı. Özellikle İPD Başkanlığı, bir anlamda başbakanlarla eşit bir etki konumundaydı, tüm iktisatçı takımı için burası bir meslek zirvesi sayılırdı.
Ziya Bey Maliye kökenli bir bürokrattı. Maliye-DPT çatışmaları siyasi-iktisadi hayatımıza damga vurmuş, etkileri hissedilmiştir. Bu bürokratik tecrübeden sonra Besim Üstünel’in siyaseti denemesi de kaçınılmazdı. Ziya Müezzinoğlu Bonn’a Büyükelçi atanınca yerine gelen Memduh Aytür daha da fanatik bir Maliye bürokratı çıkınca, Besim Üstünel, İsmet İnönü’nün isteğiyle, 1965’te, CHP Genel Sekreter Yardımcısı oldu, ama tüm taleplere karşı Meclis’e yani aktif siyasete girmedi, tekrar üniversiteye döndü. Sadece derslerinde değil, tüm yaşamında güler yüzlü hocamıza biz Mülkiye’de Besim Mütebessim adını takmıştık. Onun kısa süren aktif siyasi hayatı 1970’lerde yaptığı senatörlüktür.


Akademik geziler
Mülkiye’de, daha sonra Mülkiye Juntası diye anılacak bir grup akademisyeni, Deniz Baykal’ı, Turan Güneş’i, Ahmet Naki Yücekök ve diğerlerini, 12 Mart 1971 yarı-darbesinden sonra örgütleyip, yeni Genel Başkan Bülent Ecevit’i destekleyen ve CHP’yi bir koalisyonla da olsa iktidara taşıyan mekanizmanın kurulmasına yardım etti. Hocamın hepsi akademik amaçlı, İsveç, Japonya ve ABD gezilerinde yazdığı, ufuk açıcı, özgün makalelerini dikkatle okurdum, o gerçek uluslararası bir iktisatçıydı. Ancak, hiçbir zaman diğer plancılar gibi, uluslararası kurumlara girmedi; kendisi bir tür bağımsız bir kurumdu. Sadece, 1975 yılında çok kısa bir süre dışarıdan Maliye Bakanlığı yapmıştı, siyasetten de çok hoşlanmamıştı. Şimdi baktığımda onun haklı olduğunu düşünüyorum. 

Medyatik olmadı
Bu kadar bilgi-teori yüklü biri neden diğerleri gibi çok ünlü, çok medyatik bir iktisatçı olmadı? Bence iki cami arasında bînamaz kalmasından da olabilir yani İktisat Fakülteliler onu Mülkiyeli, Mülkiyeliler İktisat Fakülteli saymıştır. Ama bence kendisi istememiştir. Son yıllarda, Galatasaray Üniversitesi’ndeki odasında görüşürdüm. Bu arada, sanırım, onun kısa fakat kendi ağzından tek biyografisini yazıp basmaya imkân buldum.2 Aslında kendisinin geniş, akademik bir biyografisini hazırlamamı çok istedi ama ben Ankara’da o Boğaz’da bu işi bir türlü gerçekleştiremedik. Yine de gençlere bir şeyler dikte ettiğini ve bir “hayat kitabı” hazırladığını biliyorum.
Hocamla, yollarımız sadece öğrencilikle kesişmemiş, konuşmalarından onun Gaziantep’te, şimdi yerinde betonlar yükselen, o güzelim avlusuyla, bahçeleriyle ünlü Dayı Ahmet Ağa İlkokulu’ndan mezun olduğunu öğrenmiştim. Besim Hocam, tüm dünyayı birkaç kez gezmesine rağmen her zaman Gaziantepliydi ve öyle de kaldı, Türkiye’ye hep yeni bir şeyler verme aşkı hiç sönmedi. Nurlar içinde yatsın “Tebessümler Diyarına” doğru seyretsin. 

Prof. Dr. ERGUN TÜRKCAN  / CUMHURİYET

1) Hocanın SBF’den öğrencisi, aynı kurumdan emekli öğretim üyesi.
2) Türkcan (editör), Türkiye’de Planlamanın Yükselişi ve Çöküşü, 1960-1980, Bilgi Üniversitesi; 2010, ss. 318-23 

Besim Üstünel’in ardından - Nilgün Cerrahoğlu

Bazı insanlar vardır... en yakın akrabanız, arkadaşınız değildir; ama hayattan göçüp gittiklerinde yaşamınızda ne önemli yer tuttuklarını fark edersiniz.
Karaoğlan yıllarının eski Maliye Bakanı Besim Üstünel onlardan biriydi.



Kaybettiğimizi öğrendiğimde önce inanamadım….
O kadar canlı, diri, yaşama sıkı sıkıya bağlı bir insan, artık nasıl yaşamıyor olabilirdi?
Üstünel’in takvim yaşı gerçi tabii 80’i aşmıştı. Ama biyolojik yaşı öyle dinçti ki!
Derviş’i o getirmişti…
Siyasi sohbetlerden acayip hoşlanırdı. Bu köşeyi sürekli okur; beğendiği yazılar için heyecanla arayıp yorumlar yapar ve özel anılarını aktarırdı. Kemal Derviş’i Türkiye’ye ilk onun getirdiğini, yaptığımız bu özel sohbetlerde öğrenmiştim…
Kendisini düzenli olarak yazları Büyükada’da görürdüm…
Eşi Gülen Hanım’la birlikte disiplinli bir yaşamı vardı.
Karıkoca sabahları hiç aksatmadan her gün yüzer, ama güneş kızmadan plajdan saat kurmuş gibi 11’den önce mutlaka ayrılırlardı…
Besim Bey’in sıcak kanlı, “güneyli” (Gaziantepli!) profiliyle; bu fevkalade dakik İskandinav disiplini beni hem çok etkiler, hem de şaşırtırdı.
Üstünel’in kadirşinas, sıkı, çok yakın insan ilişkileri vardı. İkram yapmaya bayılır, arar, sorar, çevresiyle her tür ilgilenir; muhabbetini esirgemezdi.
Ama bunun yanı sıra dünya duruşu açısından Türkiye’de benzerine çok rastlamadığım tarzda “kuzeyli” bir sosyal demokrattı…
Yalın ve gösterişe kaçmadan yaşar; imkânlarını ihtiyacı olan gençleri okutmak için kullanırdı.
Kültüre, dayanışmaya, eğitime, takım kurmaya ve bir takım yaratmaya sonuna dek inanan Besim Bey’in okuttuğu öğrencilerin sayısının yılda 20’yi bulduğunu Teşvikiye Camisi’ndeki cenazede öğrendim.
Çiçeklerle donatılan tabutuna Besim Bey’in yardım ettiği Deniz adındaki bir öğrencinin özel veda mektubu iliştirilmişti:
Daha size anlatmak istediğim hayallerim ve sizden dinleyeceğim onca hikâye varken…” diye başlayan mektup; “Çok şanslıyım ki sizi tanıdım. Anlattıklarınızla öğrendim, ilham buldum. Yetiştirdiğiniz nice gençten biri olarak sizi hasretle anıyorum Hocam” diyordu…
 
‘Eski Türkiye’nin değeri
Hoca”nın dört yıl önce keşfettiği Gaziantepli başka bir genç müzik yeteneğinin öyküsünü, cami avlusunda gene yakın dostum Sabri Kurdoğlu aktardı…
Hoca’nın babası da biliyorsun terziydi” diye söze girdi Sabri: “Besim Hoca böyle kendi babası gibi, babası Gaziantep’te bir terzi olan Alican Süner isimli çok yetenekli bir çocuk keşfediyor. Çocuğa ilk değerli kemanı o alıyor ve 4 yıldır bu genç müzisyenin sponsorluğunu yapıyor. Çocuk en son İtalya’da bir yarışmada birinci olduğunu Hoca’ya bildirmek için telefon açtığında, Besim Üstünel’in yaşamını yitirdiğini öğreniyor…
Eşi ve kendi adına biri Gayrettepe’de, diğeri Silivri’de yapılan iki anaokulu bulunduğunu ve Üstüneller’in Galatasaray Vakfı’nın en büyük bağışçılarından olduğunu gene tesadüfen cenazede öğrendim.
Besim Hoca bunların reklamını hiç yapmazdı.
Üstünel’i uğurlarken Türkan Saylan gibi bir “eski Türkiye” “değerimizin” eksildiğini ve bir dönemin bir daha geri gelmemecesine kapandığını iliklerime dek hissettim.
Bıraktığı boşluk o yüzden çok büyük....
Onu son olarak, yokluklar döneminde her zamanki esprili üslubuyla, dönemin Başbakanı Ecevit’e yaptığı bir uyarıyla analım:


Eğer güçlüyseniz yasaları delebilirsiniz. Biraz daha güçlüyseniz belki anayasayı bile delersiniz. Ama ekonomi yasalarını hiçbir şekilde çiğneyemezsiniz!
Her dönemin güçlülerinin her şart altında hatırlaması gereken altın bir kural bu!
Ama bu hatırlatmaları yapabilecek Üstünel’ler artık yok.
Işıklar içinde uyusun…

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Erdal İnönü…- FİKRİ SAĞLAR

Bilgi çağını yaşıyoruz!.
Bilime yatırım yapan ülkeler bugün dünyayı acımasızca kendi çıkarları için yönetiyorlar!..
Gelişim hızı ile değişim hızı geometrik olarak arttıkça dünya egemenlerin eline aynı hızla geçiyor.
Bilgiye ulaşmak artık çok kolay!..
Sınıf farkı aranmaksızın bilgi sahibi olabilmek mümkün…
Yani her sınıf, kolayca ihtiyaç duyduğu bilgiye erişebiliyor. Ancak erişimdeki maliyet sınıflar arasındaki farkı daha da açıyor…
Bilgi, yeni düşünceleri, yeni düşünceler yeni taraftarları, yeni taraftarlar da yeni siyasetleri oluşturuyor!..
İnsanlar ve kültürleri birbirilerini etkiledikçe siyaset yapma biçimi de değişmek zorunda kalıyor!..

• • •

Türkiye’deki “Rejim değişikliği ile ortaya çıkan tek adam uygulaması” dünyadaki değişimi yakalayamayan siyasetçilerin ülkemize yaptıkları en büyük kötülük!..

• • •

Bugünkü değişim/gelişim gerçeğini anlayamayan, giderek dünya değerlerinden uzaklaşıyor.
Siyaset, yapma biçimini geliştirecek yerde daha da gerileştirmeye çabalıyor!..

• • •

Siyaset hamaset kaldırır gibi görünse de halk, gerçekçi olan düşüncelere, güven veren ağızlara ve yetkinliği bilinen politikacılara inanır!..
Onların peşinden gitmeye çalışır. Güvendiği insanları sonsuza dek yaşatır...
Çıkan sonuç şu ki; samimiyetle iyi işler yapmaya çalışanları halk hiçbir zaman unutmuyor!..

• • •

Bunları neden yazıyorum?
6 Haziran Erdal İnönü’nün doğum günüydü!..
Her yıl olduğu gibi onu sevdikleriyle birlikte andık…
Mevcutları gördükçe, onun değerinin ne denli büyük olduğunu bir kez daha anladık…
O; bilim insanı, geleceği gören siyasetçi, demokrasiyle özdeşleşmiş, sanat düşkünü, insanlara saygılı, kendisiyle barışık, sevecen, alçak gönüllü, arkadaş, dost yani insan gibi insandı!.. 


• • •

Erdal İnönü, 12 Eylül faşist darbesi sonrasında Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli rol alan bir siyasetçidir.
İnönü’yle birlikte çalışmak bana müthiş bir öğreti ve deneyim kazandırmıştır!..
O yıllarda Erdal İnönü, faşist yönetimin karşısına SHP’nin genç bir kadrosuyla çıkmıştı.
SHP sol bir partiydi.
İnönü SHP’yle, Türkiye’nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletiyle yönetilmesi için mücadele ediyordu!..
Ülkemizi, insana saygılı, emeğin en yüce değer olarak kabul edildiği bir yer haline getirmeye çalışıyordu...
Genel sekreterliğim döneminde Erdal İnönü’nün liderliğinde SHP, insan hakları, eşitlik ve özgürlük konusunda çok önemli adımlar attı...
İşkence, baskı, hak ihlalleri ve sömürü düzenine yoğun bir şekilde karşı çıktı...
Dışlanmış büyük çoğunluğun partisi olmak üzere örgütlendi...
Kürtleri, Alevileri, devrimcileri ve yurtseverleri korudu...
Onlarla birlikte yol aldı...
Halkın temel haklarının yılmaz savunuculuğunu yaptı...
Ekonomik kalkınmadan, kültürel gelişmeden ve adil paylaşımdan yana projeler üretti...
Adil paylaşım için çaba gösterdi…

• • •

Erdal İnönü’nün bu ülkeye bizlerle birlikte belki de en büyük hizmeti, Kürt halkının varlığını egemenlere kabul ettirmek oldu!..
1989 Kürt Raporlarıyla başlayan kararlı çalışma ve etkili eylemler sayesinde yüzyıllardır süren “İnkârcı politikalar” kırılmaya başlandı...

• • •

O dönemde “Faşist cunta” insan doğasına aykırı yasalar çıkarıyordu...
Bunlardan en vahimi “ana dil Türkçedir” kanunuydu(!)..
Düşünün, “çocuk doğduktan sonra anası hangi dili bilirse bilsin önemli değil, Türkçe konuşmaya mecburdu!..”
İnönü’nün ilk yaptığı işlerden biri bu yasayı yok saydırmak olmuştu..
Başta İnönü olmak üzere tüm SHP milletvekilleri “resmi dil Türkçedir” yasasının çıkmasını sağladı. Böylece Kürt varlığı, diliyle, kültürüyle ülkenin en önemli parçası olduğu belirlendi.

• • •

1991 seçimlerinde kurulan Kürt partisi HEP’le birlikte SHP’nin parlamentoya girişi, bugün bile iyice anlaşılamayan tarihi bir devrimdir...
Bu cesur karar, büyük engellemelere rağmen ülke çıkarı adına Erdal İnönüve kadrosuyla alınmıştı...
Bu karar o kadar önemlidir ki, Süleyman Demirel gibi inkârcı politikaların etkin yandaşı olan bir siyasetçiye “Kürt realitesini tanıyorum!” dedirtmiştir.

• • •

İnönü’nün başında olduğu SHP, kuruluşunun hemen sonrasında 1987 yılında önce, “yasakların kaldırılması” referandumunun öncüsü olarak siyasi yasakların kalkmasını sağlayan önemli güç oldu.
Sonra, “Limon Kampanyası”yla 1987 genel seçiminde ana muhalefet partisi,1989 yerel seçimlerinde başta bütün büyükşehirler olmak üzere kentlerin 2/3’ünde belediye başkanlıklarını alarak yerel iktidar partisi haline gelmişti...
Erdal İnönü liderliğindeki SHP 1991 seçimlerinde DYP ile koalisyon hükümetini kurdu.
Böylece 5 yıllık bir parti olan SHP, İnönü ve kadrosu ile hem yerel iktidar hem de hükümet ortağı olarak tarihe geçti.

• • •

SHP Türkiye’nin demokratikleşmesinde tarihi görev yapmıştır.
Emperyalist ülkelerin Körfez Savaşı, çekiç güç, Ortadoğu’da bir Kürdistan devleti kurulması ve BOP’un harekete geçmesi için attığı adımların yarattığı kaos ortamında kurulan koalisyon hükümeti, müthiş bir kıskaç içinde olmasına rağmen sağduyulu hareket ederek ülkenin daha büyük sorunlarla karşılaşmasını engelledi.
Ancak 1993 yılında Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle başlayan, suikastlar, faili meçhul siyasal cinayetler, bombalar ve katliamlar sonrasında devletin yapısı değişti.
Özal vefat etti. Demirel Cumhurbaşkanı oldu. Çiller DYP’nin başına geçti. Yeni yeni kaoslar ortaya çıktı…
“Derin devletin emperyalist güçlerle yaptığı işbirliği” sonrasında Türkiye tarihinde demokratikleşme, eşitlik, haklar ve özgürlükleri genişletebilecek, Kürt ve Alevi sorununu çözebilecek ilk ve belki de tek olacak bir siyasal yönetim olan SHP/DYP koalisyonu 1995’te yapılan erken seçimde sona erdi.

• • •

İnönü dünyadaki değişimi takip eden, bilgiye inanan, hatta yeni bilgilerin oluşmasına katkı sunan bir siyasetçiydi. O yıllar öncesinden Türkiye’nin içine düşebileceği durumun farkındaydı!..
Gelişimi izlerken geleceği oluşturma doğrultusunda düşünceler ortaya koyardı.
Bize, bugünden daha çok gelecekle ilgilenmemizi salık verirdi!.
Çünkü biliyordu ki gelecek, bugünden kurulur!..

• • •

Şayet siz dünden bugünü planlamamışsanız ,bugün, “bugünü kurtarmanız” mümkün değildir!..
• • •

İnönü demokrattı. Parti içi haklara, hukuka ve tabanın önerilerine saygılıydı...
Örgüte değer verir, demokratik kuralları sonuna kadar işletirdi.
Kimseye tuzak kurmazdı. Kimsenin önünü kesmezdi!
Özgüveni vardı!.. Bir bilim insanı olmanın getirdiği sağduyu ile herkesi kucaklardı.
Korkusu, kompleksi, gizli düşünceleri yoktu!.
Göründüğü gibi olan biriydi!..
Genel Başkan olarak herkes gibi çekinmeden “tüm üyelerle yapılan önseçime” bile girdi...

• • •

Kısaca Erdal İnönü bir liderdi!..
Yerinin doldurulması zor!..
Erdal İnönü bugün hâlâ Türkiye’nin her yerinde özlemle anılıyor ve aranıyor!..

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Katar, nereye kadar? - Ergin Yıldızoğlu

Realite, AKP rejimini bir kez daha darp etti. AKP Türkiye’sinin “yakın dostu” Suudi rejimi yanına Mısır, Bahreyn, Birleşik Arap Emirliği’ni de alarak AKP Türkiye’sinin, “nefes borusu” (Yusuf Kaplan) Katar’ı ekonomik ve siyasi ablukaya aldı. AKP Türkiye’sinin payına da stratejik derinlikte boğulma riski kaldı. 

Fantezi ve gerçek
Siyasal İslamın liderliğinin fantezisine göre, Osmanlı mirası, AKP Türkiye’sine, Sünni Müslüman dünyaya liderlik etme, 900 milyon mazlumu temsil etme, böylece dünyada söz sahibi olma olanağı veren bir stratejik derinlik anlamına geliyor. 
 
Gerçekteyse, Sünni Arap dünyası, Osmanlı deyince, talan, baskı, şiddet, aşağılanma, İngiliz emperyalizmiyle iş birliği yaparak isyan ettiği bir yönetim anımsıyor. Dahası, Sünni Arap dünyasında, gerçekten stratejik derinliğe sahip bir başka ülkenin, Suudi Arabistan’ın kendi hegemonya projesi var. 
 
Suudi Arabistan’ın stratejik derinliği, petrol ve gazdan, ABD ve İngiltere ile çok sıkı ilişkilerinden, İslamın Vahhabi yorumunun üzerindeki tekelinden, Osmanlı’nın aksine Arap dünyasının parçası olmasından kaynaklanıyor. 
 
Dahası Suudi rejimi kritik bir dönüm noktasında. Ekonomik geleceği enerji piyasalarındaki gelişmelerden, genç deneyimsiz bir liderin başlattığı ekonomik reformların toplumsal etkilerinden kaynaklanan risklerle karşı karşıya. Batı’ya açılmaya başlayan, Suriye ve Irak’ta etkisini arttıran Şii İran’ı ve Vahhabi düşüncenin ürettiği El Kaide, IŞİD gibi canavarlar da siyasi geleceğini tehdit ediyor. Avrupa’da, IŞİD’in sıklaşan saldırıları, dikkatleri, İslamcı terörizmin ideolojisi, İslamın Vahhabi yorumunun kaynağı Suudiler üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu koşullarda Suudi rejimi, Sünni Arap dünyasında bir hegemonya kuramazsa kendini koruyamayacağını düşünüyor.
 
Hegemonya hareketleri
Suudi rejimi, bu hegemonya atılımında, Katar rejiminin, hemen her cephede karşısına çıktığını görüyor; Asharq Al Awat’ta, Salman Al Dossary’nin deyimiyle Katar’ın “Körfez ülkelerinin, bölgenin güvenliği ve istikrarı pahasına, bölgesel güç olmaya çalıştığını” düşünüyor. Suudi rejimi, Katar’ın İran’la askeri- diplomatik ilişkilerinden, Vahhabi ideolojisinin İslam dünyasındaki etkisini tehdit eden Müslüman Kardeşleri, Hamas’ı korumasından, El Cezire gibi yayınların Suudi rejimini İsral ile işbirliği yapmakla suçlamasından, Suriye’de Kuzey Afrika’daki El-Kaide türü örgütlerle ilişkisinden son derecede rahatsız. Katar rejiminin, Irak’ta avlanırken tutsak alınan bir kraliyet ailesi grubunu El Kaide’nin, İran’lı milislerin aracılığıyla kurtarmak için toplam 1 miyar (!) dolar fidye ödemesi bardağı taşıran son damla olmuş (Financial Times, 05/06/2017). 
 
Foreign Policy’den Simon Handerson’a göre, Suudi rejiminin Katar’a sınırlarını, hava sahasını, denizden transit geçiş yolunu kapatması bir bölgesel büyük savaş için mükemmel bir casus belli yaratıyor. Katar Emiri’nin Suudi hanedanına hakaret eden sözlerine ilişkin “Fake news”, “Hacking” iddiaları Rusya’yı bu fırtınanın içine çekiyor. İran meclisine, Humeyni’nin mezarı civarındakilere yönelik saldırılar, Katar krizinin tırmanmaya devam ettiğini düşündürüyor. 
 
Siyasal İslamı (Müslüman Kardeşler, Hamas), cihatçı çeteleri desteklemesi, hem ABD hem İran’la iyi geçinmeye çalışması, dev bir ABD askeri üssüne ev sahipliği yapması, Katar’ın da Türkiye gibi bütün iskemlelere birden oturmaya çalıştığını, boyunu çok aşan liderlik hevesleri olduğunu gösteriyordu. Bu hevesler, bölgede çok daha büyük kaynaklara, uluslararası ilişkilere sahip Suudi rejiminin yaşamsal gördüğü çıkarlara çarpınca sönmeye başladı. 
 
Bu gelişmeler, AKP Türkiye’sinin dış politikasını bir kez daha mercek altına aldı; AKP rejiminin iktidarsızlığını, artmakta olan tehlikeli yalnızlığını da gözler önüne serdi. Şimdi, panik, paranoya: “Katar giderse, Türkiye gider” filan...


Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

İETT Şoförleri ve Yolcuları - Feyzi Açıkalın

Farkındaysanız, ülkemizdeki sosyal çatışma iyice daralmış bir alanda, İETT şoförü ile yolcusu arasında yoğunlaştı. Gün geçmiyor ki yolcusuna saldıran, kafası kızdığı için araçtaki yolcuyu boşaltan ya da tam tersi, son olayda olduğu gibi şoföre tabanca doğrultan insan haberlerine rastlamayalım. Bir kere şoför deyip geçmeyelim, adı bile afilidir… İsterseniz bu konuda bir yazı kaleme alın, bakın bakalım, kaç kez o kelimeyi yanlış yazacak ve doğru yazımı konusunda akıllısayarınız(!) tarafından uyarılacaksınız…


İyi kötü seyahat etmiş her Türk insanı bilir, otobüs şoförü ayrıcalıklıdır. O, genelde kendisine ait olmayan devasa aracın tek patronudur. Bunu yolcusuna, kah muavinine uyguladığı buyurgan tavır ile, kah mola verilen lokantadaki yüksek hizmet beklentisi ile bir şekilde hissettirir. Saygı beklentisi, mesleği aracılığıyla aslında kendisinedir. Belediye toplu ulaşım araçlarının sürücüleri biraz daha farklıdır. Onlar, “en öndeki ablaya uzun seyahat sürecinde göz kulak olma” modundan daha farklı bir hizmet sunumundadır. Bu tür hizmette yolculuk süresi daha kısadır ve de şoförün aynı yolcularla karşılaşma oranı daha fazladır. Bir de tabii ki, özellikle kullanıcıya büyük bir gerginlik ve yorgunluk olarak dönecek, şehir içi trafiği söz konusudur. Başlık, İstanbul ulaşımı ile bilerek sınırlandı.

Diyelim ki, bir turistik şehir olan Alanya merkezinde toplu ulaşım kullanırsanız, çok daha farklı bir portföy ile karşılaşırsınız. Doğuda Vladivostok’tan batıda Moskova’ya kadar büyük bir çeşitlilik içeren Rus turistin yanında, yolu kazara düşmüş(!) Batı Avrupalı; yerleşik Avrupalı; büyükşehirlerden, kendisini zor bela sakin yaşama attığını zanneden Anadolu emeklisi ve de bin bir çeşit Alanya yerlisi birlikte seyahat ederler. Böyle bir farklılık herkes için bir azınlık içerdiğinden, otobüs şoförü ile tartışmaya girildiğinde yeterli desteği sağlayamaz. İstanbul ise çok farklıdır.

Hele, son durağı daha varoş semtler olan ama şehrin kalbinin attığı merkezlerden geçerek oraya giden araçlarda durum çok değişiktir. Çünkü bu araçlarda, bir ülke gerçeği olarak yüzde ellilikler birlikte seyahat etmektedir. İnip binenler ve oturduğu yeri ısıtarak son durakta inenler iki ayrı Türkiye’dir. İlginç olan, her türlü olumsuzluğun karşılıklı saygı içinde çözülmesidir. Ama şoförle ilişkinin boyutu farklıdır. Bir kere şoför, ister istemez, “İETT” dendiğinde anılan kişi ile özdeşleştirilir. Hem sosyal sınıf hem de kurum olarak bu çağrışımlar, bence haksız olarak şoför hakkında ön fikir oluşturur. Böylece, siyasi iktidarca ötekileştirildiği varsayımında olan yüzdelikler, rejimin uzantısı, sokaktaki temsilcisi saydığı şoförden her fırsatta hıncını, ona kötü davranarak almaya çalışır. Şoför ise, eğer bağlı bulunduğu kurumdaki müdürlerince cesaretlendiriliyor; daha önce başına o tür olaylar gelmiş meslektaşlarınca dolduruluyor ve inancı gereği karşıt gördüğü kitlelerden böyle intikam alacağını var sayıyorsa, tavrını belli eder. O daracık, kendi hükümdarlığındaki alanda, ona bahşedilen “had bildirme operasyonuna” çekinmeden girişir.

Oysa tam tersine, daha akıllı bir kentlinin, birisiyle özdeş olduğuna inandığı insanı kazanacağı yer o sınırlı alan olmalı. Adı üstüne, “Şoför mahalli” ndeki insana daha saygılı ve anlayışlı davranıldığında, kaba yanıt gelme olasılığı düşer. Gemi ile verilen örneğin, otobüs için de geçerli olduğunu, akşam evine gittiğinde düşünmesini sağlamak gerekir: Otobüs devrildiğinde beraber öleceklerdir…

Feyzi Açıkalın / Cumhuriyet

İran’daki saldırıyla çember kapanıyor - Nilgün Cerrahoğlu

Ortadoğu’da istikrarsızlık yaşamayan tek ülke vardı, o da İran’dı...
 
Mayıstaki son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “şahinlere” karşı ikinci dönem için gene Ruhani kazanmıştı. 
 
Bu, Trump’a rağmen, İran’ın “dünyaya açılım” çizgisini sürdüreceği ve içerde “reformculara” karşı baskıcı, yıldırıcı politikalar uygulamayacağına dair yeni beklentiler, umutlar ve coşku yaratmıştı.
Coşku çok kısa sürdü. Zafer kutlamaları bitmeden ABD Başkanı Donald Trump’ın Ortadoğu’ya yaptığı ilk gezide “Ruhani İran’ı” kılıç dansları arasında hedefe oturtuldu.
ABD Başkanı kol kola girdiği Suudi Kralı Salman’la İran’ı, Ortadoğu’daki bütün belaların başı, “çıban başı” ilan etti. Ve tez elden yalnızlaştırılmasını istedi.
Dünyanın tüm coğrafyalarında artık “yürüyen bir badire” diye tanımlanan Trump, böylece Ortadoğu’da yeni bir “şer ekseni” açmış oldu. Yıllardır İran’ı zaten hedef olarak gören Suudi Arabistan rejimine böylelikle yepyeni bir “yeşil ışık” yakılmış oldu.
Savaşı bir süredir “İran topraklarına taşıma” emellerinden söz etmeye başlayan Suudi yöneticiler, bunun üzerine ABD Başkanı’nın bu açıklamalarıyla cesaret kazanarak “Biz istedik bir göz, sen verdin iki!” havasına girdiler.
Son on beş günde bölgeyi kıvılcım çakılsa yakacak derecede geren bu baş döndürücü gelişmelerin üstüne İran için verilen “yalnızlaştırma” komutuna uymayan ve üstüne “Ruhani’yi zaferi için tebrik eden!” Katar’a, derken bir de baktık bir abluka dayatıldı... 

Baskı artacak
İran Parlamentosu ve Humeyni türbesine yapılan dünkü çifte IŞİD saldırısı işte böyle bir ortamda cereyan etti.
Kırk yıllık geçmişi olan İran Devrimi’nden bu yana ilk kez “rejimin kalbini” hedef alan bu kerte üst düzey bir saldırıyı gerçekleştiren teröristler, Ruhani’ye muazzam bir darbe indirmiş oldular. 19 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “ılımlıların açık ara zaferi” ile noktalanan serüveni, üzerinden ay geçmeden böylece geriye çevrildi.
CNN Türk’e konuşan Reuters muhabiri Perisa Hafızi’nin bu bağlamda dikkat çektiği üzere “Bu konu İran’da olayları karıştıracak. Devrim Muhafızları güçlenecek ve baskı artacak”tır.
İran’daki saldırıların ilk sonucu bu: Sandığı “ılımlılara” yitiren Devrim Muhafızları’nın ellerinin güçlenecek olmasıdır.
Cihatçı Sünni örgüt IŞİD’ın bu kalibredeki bir saldırıyı, çok ciddi bir polis ve güvenlik devleti olan İran’da herhangi bir “iç destek” almadan gerçekleştirmiş olmasını düşünmek hayli zor.
Bu nedenle gözler bu “iç desteği” sağlamış olabilecek ufak Sünni azınlığa dönecek. Bu da öteden beri İran’ın büyük hassasiyet gösterdiği mezhep paranoyasını kaşıyacak. IŞİD’ın İran’daki Sünni azınlığı Şii rejime karşı ayaklanmaya kışkırtan videoları bu bağlamda yeterince kaygı verici ve dikkat çekici.

IŞİD Londra’dan Tahran’a...
İçerde “şahinleri” güçlendiren ve Sünni azınlığı basınç altına alan bu büyük istikrarsızlık etkilerinin yanında İran’a sıçrayan IŞİD terörünün artık tam bir “küresel” olgu halini aldığını görüyoruz.
İngiltere’de üç ayda üst üste üç saldırı düzenleyen IŞİD, operasyonlarının çapını İran’a yayarak, doğu ve batıda tüm coğrafyalarda aktif olabilen bir küresel fenomene dönüştüğünü kanıtlıyor.
Ortadoğu’da toprak yitirirken, “terör operasyonlarının” boyutunu ve çıtasını katlıyor...
İnsanı soluksuz bırakacak kertede hızlanan bir zamanlamayla birbirine eklemlenen bu çok tehlikeli gelişmeler yaşanırken soluğu; “Bu olaylarla ilgili Türkiye ile yakın görüş alışverişinde bulunmamıza ihtiyaç var” diyerek Türkiye’de alan İran Dışişleri Bakanı Zarif’in “görüş alışverişi” çağrılarını azami ilgi ve en üst düzeyde destekle izlemek gerek.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Yeryüzü sürgünü’ Türkiye sevdalısıydı... - ZEYNEP ORAL

“Juan Goytisolo yaşama veda etti”... Ajanslar haberi birkaç sözcükle duyurdu... İçimi koca bir ah kapladı.

Ah, dünyanın farklı kültürleri biraz daha öksüz kaldı...
Ah, kültürleri birbirine düşman kılanlar sevinmiştir şimdi...
Türkiye’deki okurların çoğu 20. yüzyılın bu dehasını “Yeryüzünde Bir Sürgün” kitabıyla (Metis Yayınları) tanıdı. Onu bize en çok tanıtan da kitaplarını İspanyolcadan Türkçeye çeviren, onun hakkında yazan, onunla nice söyleşiler yapan değerli bilim insanı Neyire Gül Işık’tır... Ne mutlu bana ki Gül Işık’ın o güzelim yazılarını 80’li yıllarda “Sanat Dergisi”nde bol bol yayınlama şansına eriştim. 

Aşk - nefret ilişkisi
İspanyol yazar, vatanı İspanya’yı acımasızca eleştirendi. Franco döneminde ülkesinden sürgün edilişi onu Avrupalı yapsa da Avrupalılığı reddedendi. O, Aydınlanma Çağı’nın Avrupa’sını benimserken yoksul ülkelere tepeden bakan zenginler kulübüne savaş açmıştı. Avrupa’yı farklı kültürleri yok sayması nedeniyle yerden yere vurandı! O Cervantes kadar Mevlana’yı da özümsemiş olandı.
Vatanı İspanya ve Avrupa ile yaşadığı aşk - nefret ilişkisini, her yerde farklı derecelerde yaşadı. Bu dünya gezgini, göçebe yazarın başlıca özelliği tüm çelişkileri irdelemesi; varsayımları, değer ölçülerini sorgulaması; genel geçerlere başkaldırması; kimlik yansımalarıyla hesaplaşmasıydı...
Juan Goytisolo’nun önemi ve yüceliği “kutsal”, “tabu”, “dokunulmaz” bilinenlere karşı meydan okuyup kendi değerlerini oluşturmasındaydı.
Dünya vatandaşı Juan Goytisolo, Türkiye’ye 80’li yıllarda sık sık geldi. Hem sürekli yazdığı “El Pais” gazetesine röportajlar yapmak, belgeseller çekmek, hem de bu ülkeyi çok sevdiği için... “İspanya ve Fas’tan sonra Türkiye üçüncü vatanım” dediğini anımsıyorum.
Gül Işık, “Sanat Dergisi” için yaptığı bir röportajda İstanbul’un orta yerinde bir kahvehanede yazara sormuştu: “Sizce yaşam nedir?” diye...
Goytisolo bir solukta yanıtlamıştı: “Bunu bilsem, yazı yazı yazar mıydım ben?”
 
Kültürün canlılığı
Ve Goytisolo’dan birkaç alıntı: (ayni röportajdan): “Kültürde her türlü ulusalcılığın kesinlikle karşısındayım, çünkü bir kültür dışarıdan almış, özümsemiş olduğu etkilerin toplamıdır. Bunların sayısı ne kadar çoksa, o kültür de o kadar zengin ve dinamik demektir.”
“Bence bir kültürün canlılığı özümseme yetisindedir. Yabancı kültürler, özümsendikleri oranda seçenek oluşturabilirler.”
“Hepimiz belli bir kültür bağlamında doğmuşuzdur ve bu bizi koşullandırır. Aydının yapması gereken bu koşullardan sıyrılmak, başka dünyalara, başka kültürlere, başka toplumlara kapısını açılmaktır. Ben hep şu amaca yönelmişimdir: Başkalarının olana saygı göstermek (saygıyı hak ediyorsa elbet) kendimin olanı eleştirmek. Yabancıları eleştirmek hiçbir şeye yaramaz, eleştirdi mi kendisininkini eleştirmeli insan.”
86 yaşında aramızdan ayrılan Goytisolo gibi yazarların, düşünürlerin çoğaldığı gün dünyamız daha yaşanabilir bir dünya olacak.. 

Ayşe Bilge Dicleli
Çok değerli bir insanımızı Ayşe Bilge Dicleli’yi zamansız kaybettik. 68 kuşağının güzel insanı, 12 Mart ve 12 Eylül’ün tüm baskısını, şiddetini, acımazsızlığını yaşayan, adı gibi bilge bir insandı. Yayıncılığı, yazarlığı, çevirmenliği, değerlendirmeleriyle toplumsal yaşamımıza hep katkıda bulundu. Daha güzel bir dünya umudu, daha yaşanabilir bir Türkiye sevdasıyla KA.DER başkanlığı da yapan Ayşe Bilge Dicleli’yi ve o her daim güler yüzünü çok arayacağız. Işıklar içinde uyusun. Tüm sevenlerine ve yakınlarına sabırlar diliyorum.




Zeynep Oral / CUMHURİYET

7 Haziran 2017 Çarşamba

Hilafet, Katar’ın neresinde? - TAYFUN ATAY

“Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki ya bana biat edersiniz ya da sizleri ateşte yakarım.”
Mekke’de zemzem odasına hapsettiği “Ehl-i Beyt”ten (Hz. Muhammed’in aile fertlerinden) 24 kişiyi halifeliğini kabule zorlayan Abdullah İbn Zübeyr’in bu tehditkâr sözleri, bugün Katar krizine ilişkin olarak bize en anlamlı veriyi sunar. Değme dış politika uzmanının torbalar dolusu lâfını tartarcasına hem de…
Abdullah İbn Zübeyr, Emevi halifeliğinin itibar görmediği Mekke’de ikinci Emevi halifesi Yezid’in ölümüyle kendi halifeliğini ilan etmiş (683) ve 10 yıl hüküm sürmüştür. Sonra Emeviler Zübeyr’i öldürüp halifeliği tekrar kendilerine münhasır kıldılar.
Bugün Katar’a yönelik ablukanın öncülüğünü yapan Suudi Arabistan’ın tavrı da Zübeyr’in sözlerinin bir tür güncellemesi aslında.
Suud, Katar’a diyor ki, “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki ya bana biat edersin ya da seni abluka altına alır, aldırır, boğar ve doğduğuna pişman ederim!..” 

***
İslamiyet’te Peygamber’in ölümünün ardından başlayan iktidar çekişmesinin, bizim dinbaz siyaset erbabının ha bire kendini ve hepimizi kandırırcasına diline doladığı “İslam birliği”ni illüzyondan ibaret kılmasına en taze örnek Katar olayı...
Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Yemen, Maldivler ve Libya, Katar’la diplomatik ilişkiyi kesti; sınırları ve hava sahalarını kapattı; kendi ülkelerindeki Katarlıları da sınır dışı etme kararı aldı.
Demek ki neymiş? Ümmet kardeşliği hikâye imiş!..
Müminin mümine gadri, mübarek Ramazan bile dinlemiyormuş!..
İşin içindeki iş ne peki?
Elbette şu kavanoz dipli yalan dünya!..
Katar muazzam zengin. 60 bin 787 dolar kişi başına milli gelirle Arap ülkeleri arasında lider. Ve belli ki kendince bir ağırlık merkezi oluşturmak istiyor. Bunu özellikle onun medya endüstrisi alanında tüm dünyada öne çıkma çabasında görebiliyoruz.
Suud da çevresine topladığı diğer unsurlarla onu bir güzel hizaya çekiyor işte.
Suud ve yancıları bunu yaparken bir başka ilginç nokta da İslam topraklarında birbirine karşıt bazı unsurların Katar’a yönelik suçlamalarda birbirine yapış yapış karşımızda olmaları.
Hem İran bağlantılı terör eylemlerini, hem Yemen’deki Şii militanları, hem Hizbullah’ı, hem Müslüman Kardeşler’i, hem Hamas’ı, hem de El Kaide ve IŞİD’i desteklediği söyleniyor Katar’ın!..
Ama sıralanan tüm bu unsurların da bir tek ortak paydası var ki o da İslam!.. 

***
Bu kavga, “Homo İslamicus”a kim hükmedecek kavgası.
Ve telaffuz edilemeyen acı gerçek şu ki İslâm, “Asabiye”ye yenik…
O yüzden hilafet, ilk ortaya çıktığı günden beri hiç mi hiç birleştirici olmayan, ayrıştırıcı, çatıştırıcı, yakıcı-yıkıcı bir formül ve kurum İslamiyet bünyesinde…
İbn-i Haldun’un “asabiye”si, Frenkçe antropolojik tabirle “etnosentrizm” (bizmerkezcilik), Peygamber’in ölümünden itibaren İslam-öncesi Cahiliye dönemindeki hükmünü hemen yeniden icra etmeye başladı. Aile, soy-sop, sülale, kabile, kavim bazında aidiyet, “iman” bazında aidiyete hep galebe çaldı.
Şu postmodern küresel-kapitalist ahir zamanda da çalmaya devam ediyor. 

***

Beyaz Saray’ın bahçesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PYD-YPG ve FETÖ yakınmalarını adeta İsrafil’in kıyamet günü geldiğinde üfleyerek çalacağı “Sûr” (boynuzdan yapılma boru) gibi ama sus-pus dinleyen Trump, Riyad’daki zirvede bir öttü pir öttü! Sonuç, herkesin hemfikir olduğu üzere, Katar ablukasına yeşil ışık... Ve yine hemen herkesçe endişeyle dillendirildiği üzere Katar’la bal-kaymak konumdaki Türkiye’nin de müteakip hedef olma ihtimali…
Böyle bir ortamda hâlâ kendi kendimize çalıp söylediğimiz bir “İslam birliği” türküsüyle oyalanıyor gibiyiz. Bakın Cumhurbaşkanlığı sözcümüz İbrahim Kalın, bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin “birlik-beraberlik” temelinde değerlendirilmesi gerektiğini belirterek nasıl devam etmiş:
“Mübarek Ramazan ayının ruhuna uygun bir şekilde, dost ve kardeş ülkeler arasında yaşanan bu tatsızlığın bir an önce çözüme kavuşturulması için Sayın Cumhurbaşkanımız diplomatik temaslarına başlamışlardır.”
 
Ne demeli?! Hilafet de, “İttihad-ı İslam” da (İslam Birliği), yeni-Osmanlıcılık da bir tatlı rüya ve bunca “katar katar” tatsız gerçeğe rağmen biz rüyaya yatmaya devam ediyoruz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Tarımımız AB masasında, korumasız - ÇİĞDEM TOKER

Tarım, medyada okuyucusu fazla olan bir alan olmadı hiç. Yaşamı sürdürebilmenin temeli gıda olmasına rağmen böyle. Medya bu hale gelmeden önce de tarıma ilgi azdı. Bugüne has değil yani.
Fakat ben yine de sizden istirham edeyim, bugünkü yazının başlığına bakıp olay mahallinden hemen uzaklaşmayın.
Çünkü iktidarın zeytinlik alanları “yatırım tesisi” cilasıyla, iştahları hiç bitmeyen şirketlere açma girişimine, geniş anlamda ülkemiz tarımını bitirecek bir başka gelişme eşlik ediyor. 

***

Şu sıra AB ile yeniden masaya oturma hazırlıkları yapılıyor malum. (Bizler de karşılıklı ekonomik ve siyasi çıkarlar dayattığında, ağır insan hakkı ihlallerinin Avrupa değerleri bakımından nasıl ağırlık ve öncelik kaybına uğradığını ibretle seyreder haldeyiz.)
Masaya oturma” işi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB Komisyonu Başkanı Junker ve Konsey Başkanı Dusk ile temaslarının ardından netleşti.
Takvimin önceliği, Gümrük Birliği güncellemesinde. 13 Haziran’da teknik heyetler buluşacak. Gözden geçirilecek Gümrük Birliği anlaşması, Türkiye açısından radikal değişiklikler getirecek.

AB ülkelerinde üretilen tarımsal ürünlerin, ülkemize serbestçe girip satılabilmesi bunların başında geliyor. Şu anda 3. ülkelerle yapılan ticarette sanayi ürünlerinde koruma uygulanmıyor. Ancak önümüzdeki salı başlayacak Gümrük Birliği toplantılarında tarım ve hizmetler sektöründe gümrük duvarlarının inmesi söz konusu. Bu da korumanın kalkması demek. 

***

Aslında tarım ürünlerinde gümrük tavizi bugün ortaya çıkmış bir konu değil. Gümrük Birliği anlaşmasında güncellemenin nasıl yapılacağı önceden kararlaştırıldı. Yani tarım ve hizmetler sektöründeki tavizler önceden biliniyordu.
Gelin görün ki, AB’de tarım sektörü yüksek destekler alırken, bizdeki tarım sektörü, zaten yüksek girdi maliyetleriyle üretim yapıyor. Hatırlayalım lütfen, ne zaman bir çiftçiye kulak verilse, mikrofon uzatılsa, mazot ve gübre parasından söz eder. Dahası, geçen yıl sonu TL’nin değer kaybı girdi maliyetlerini daha da artırdı.
Dolayısıyla bu güncelleme, AB’den gelecek tarım ürünlerinin ülkemize vergisiz girmesi, Türk çiftçisinin rekabette zorlanması anlamına geliyor.
Buna bir de 2017 tarımsal desteklerinin hâlâ açıklanmamış oluşunu ekleyebilirsiniz. Her yıl haziranın ilk haftası gelinceye kadar, hükümet pek çok tarım ürününde vereceği, parasal destekleri ilan etmiş olurdu. (Bu gecikmeye bütçe açığındaki artışın yol açtığı belirtiliyor.)
AB ülkelerinde üretim yapan çiftçiler kadar destek görmeyen Türk çiftçilerinin bu kadar köklü bir değişime hazırlıksız itilmesi, ekonomik anlamda da toplumsal anlamda da tahrip edicidir. Tarım ürünlerinde gümrüklerin kalkması, ekonomiye öngörülenden büyük darbe vurabilir.
Bir yandan haftaya başlayacak Gümrük Birliği müzakereleri, tarım korumasının kaldırılması, temel gıdaların ithalatçı ülkesi olmaya koşma hali diğer yandan kanun marifetiyle zeytinlik alanları madenlere açıp zeytinciliği öldürme hamlesi.
İnsanın kendi ülkesine, topraklarına, doğasına, insanına bu kadar zarar verecek uygulamalar içinde girmesini akıl, havsala gerçekten almıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

6 Haziran 2017 Salı

Kötüler uzun yaşar - ORHAN GÖKDEMİR

Kenan Evren’den biliyoruz, kötüler uzun yaşar. Diktatör 1917 doğumluydu, 2015 yılında öldü. Cumhuriyetten önce doğmuştu, cumhuriyet kucağında büyüttüğü dinci gericiler tarafından gömüldüğünde hâlâ hayattaydı.


Mesela ABD'de Jimmy Carter döneminin ünlü diplomatlarından Zbigniew Brzezinski 89 yaşında öldü. Carter dönemi dediğimiz 1970’li yıllarını ikinci yarısı. 1977-1981 yılları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yaptı. Kızı Mika Brzezinski’nin Instagram hesabından duyurduğuna göre babası “huzur içinde” ruhunu teslim etmişti. Hâlbuki bugünkü huzursuz dünyanın yaratılmasında katkıları büyüktü. John F. Kennedy ve Lyndon Johnson dönemlerinde de görev yapan Polonya asıllı Brzezinski, Mısır ile İsrail'in "barıştığı" Camp David Anlaşması; Çin Halk Cumhuriyeti ile diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişkilerin başlatılması ve Sovyetler Birliği'ne karşı Afgan "mücahitlerin" örgütlenmesinde başroldeydi. Afganistan-Pakistan sınırında mücahitlere yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Allah'a olan derin inancınızı biliyoruz ve mücadelenizde başarılı olacağınıza eminiz. Şurada gördüğünüz topraklar sizindir. Bir gün oraya geri döneceksiniz, çünkü kavganızda muzaffer olacaksınız. Evlerinizi, camilerinizi geri alacaksınız. Çünkü haklı bir mücadele veriyorsunuz ve Allah sizin yanınızda.” Anlaşılacağı gibi “ılımlı islam”ın da mucitlerinden biri. Sovyetler Birliği’ne karşı yol verdiği o mücahitlerin içinde doğdu El Kaide. Bugün dünyanın karşı karşıya olduğu dinci yobazlığın, o yobazlar eliyle yapılan katliamların her birinde sorumluluğu ve payı var.

Brzezinski, yaşamının son yıllarında ABD'nin başat bir emperyalist bir güç olmadığını savunarak, ülkesinin Ortadoğu'daki kaostan yararlanıp kendisi için esas rakip olan Çin Halk Cumhuriyeti'ni hedef alarak yeni bir küresel uyum inşa etmesi gerektiğini yazıyordu. Uzun yaşamasını işte fikir diye ortaya boşalttığı bu tür şeylerin yarattığı kan kokusuna borçlu. Tıpkı Kenan Evren gibi…

***

Brzezinski, kapitalist enternasyonalin önde gelen ideologlarından biriydi. David Rockefeller ise bu şebekenin finansörü. Dünyaca ünlü bir banker ve eski ABD Başkanlık danışmanı. Tam 101 yaşında öldü. Ölmeden önce çekilen fotoğrafı bir tür zombiye dönüştürdüğünü gösteriyordu. Orasına burasına yapılan yamalarla ayakta tutulan bir tür modern tıp mucizesi. 1915 yılında 1. Dünya Savaşı'nın başlamasından bir yıl sonra doğmuştu. 20 Mart 2017’de kalp yetmezliğinden öldü. Tam bir asır yaşadı.

Standart Oil adlı ünlü enerji şirketinin sahibi. Sadece bu şirketin gezegenimize yaptığı tahribat cehenneme gitmesine yeter de artar bile. Bu şirket de Amerikan iç savaşının finanse edilmesinden elde edilen karlarla kurulmuştu. Böyle bir vampir işte sözünü ettiğimiz. “Dünya imparatorluğu” ve “yeni dünya düzeni” kurmak, hayalleri arasındaydı. Para ve ABD silahlı gücüyle yapmayı denedi de. Uzun yıllar boyunca Rockefeller ailesi ile anılan Chase Manhattan Bank'ta çalıştı. JP Morgan Chase'in ortaklarından biriydi ve dünyanın en yaşlı milyarderiydi. Forbes dergisine göre kişisel serveti 3,2 milyar Dolar. Ancak yönettiği para 5 trilyon Dolar civarındaydı.

Rockefeller Ailesinin sözcüsü Fraser P. Seitel, Rockefeller’ın ABD’nin New York kentindeki evinde uykusunda öldüğünü duyurdu. Giderken de dünyada yaratılmasında pay sahibi olduğu açlıktan, sömürüden, katliamlardan, savaşlardan zerre kadar rahatsız değildi.

***

Samuel Huntington 1929 yılında doğdu, 2008’de öldü. Profesör. Yani kapitalist enternasyonalin ideologlarından biri. Uluslararası İlişkiler Direktörü, Harvard’da yönetici, 1986-1987 yıllarında Amerikan Politik Bilimler Birliği başkanı, 1977-78 yıllarında Beyaz Saray'da Ulusal Güvenlik Konseyi ve Güvenlik Planlama bölümü koordinatörü. Foreign Policy dergisinin kurucusu. ABD dış politikasına yön verdiğine inanılan pek çok kitabın yazarı. İlgi alanları, ulusal güvenlik, strateji ve sivil-asker ilişkileri, az gelişmiş ülkelerdeki demokratikleşme ve politik - ekonomik gelişim, dünya politikasındaki kültürel faktörler ve Amerikan ulusal kimliği olarak tanımlanıyor. Üçüncü dünya ülkelerindeki darbelerin esini ondan aldığına inanılıyor. “Medeniyetler çatışması” da onun öngörüsü. Bu çatışmanın ABD’ye yapılan 11 Eylül El Kaide saldırısı ile başlamış olması da ayrıca kayda değer. Medeniyetler çatışması sonucunda dünya düzeni yeniden kurulacaktı, öyle diyordu. Dönemin ABD Başkanı Bill Clinton bile yazdıklarından rahatsız olmuş, tehlikeli sularda dolaştığı için onu eleştirmişti.

Irak’ın düzlenmesi için yapılan ve bölgeyi kan gölüne çeviren saldırının fikir babası. Milyonlarca insanın öldürülmesi fikri onun bir yerlerinden çıktı özetle. Libya’ya sıçradı o savaş. Oradan Suriye’ye. Bu açgözlülükten doğan çılgınlığın durması için daha ne kadar insanın ölmesi gerektiği de henüz bilinmiyor.

***

Henry Kissinger 1923’te Almanya’da doğdu. Asıl adı Heinz Alfred Kissinger. İnanılır gibi değil ama hâlâ hayatta. Nazi korkusundan ABD’ye göçünce kaderi de şekillenmiş oldu. Söylenenlere göre ABD Başkanı olamamasının tek nedeni ABD’de doğmamış olması. Ama pek çok başkanı perde gerisinden yönetti. Nixon o yüzden “Nixonger” diye anılıyor. Şimdi Trump’ın önde gelen danışmanlarından biri. Kontrgerilla adıyla nam salmış savaş yöntemini de o icat etti. Şaka değil, Nobel Barış Ödülü sahibi. Yaşayan en ünlü savaş suçlusu. 

Politikadaki ilk başarısı New York Valisi Nelson Rockefeller’ın destekçisi ve danışmanı olmak. Kissinger’ın desteklediği Rockefeller 1960’lı yıllarda birkaç defa başkanlığa aday oldu. Rockefeller başaramadı ama o Richard Nixon’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olmayı başardı. 1973’ten itibaren ABD Dışişleri Bakanı. “Detente” (detant - yumuşama) politikasının mucidi. Soğuk Savaş’ın en önemli aktörü. 1973 Yom Kipur Savaşı’nın 6. gününde ABD’nin İsrail’e yardım için tarihteki en büyük askeri hava köprüsünü kurmasını sağlayanlardan biri.

Kissinger, Başkan George W. Bush'un gizli bir ulusal güvenlik danışmanıydı. Obama yönetiminde de ABD Ulusal Güvenlik Konseyi'nin komuta zincirine dâhildi. Hillary Clinton'u da tavsiyeleriyle yönlendirdiği söyleniyordu. Her devrin adamı. Ya da her devir onun devri... Trump, başkan seçilmeden önce onunla görüşmüş ve bu görüşmenin seçilmesinde etkili olduğu iddia edilmişti. 2008’de Başkan Yardımcılığı koltuğuna aday olan Sarah Palin de Kissinger ile görüşmesinden sonra kampanya sürecine hız vermişti. Yani ona hâlâ büyük bir güç vehmediliyor.

İddialara göre Trump’ın seçilmesiyle ABD’nin Suriye’ye yaptığı saldırıların akıl hocası da o. ABD Humus şehrinin güneydoğusundaki Şayrat hava üssüne 59 Tomahawk füzesi ile saldırdı. Füzelerin çoğu hedefi tutturamadı. Akıllarınca Ülkede Rusya’nın edindiği gücü dengeleyeceklerdi. Trump yönetimi, saldırıları “tek seferlik” olarak tanımladı ve tırmandırma planının olmadığını savundu. Ama bu açık bir Kissinger numarası. Gerginliği tırmandır ve masada elini güçlendir. Bunun için de gerekli riskleri al. Dediği şu: ABD yönetimi değişken, hatta görünürde “irrasyonel” davranmak yoluyla muarızlarına ve rakiplerine üstünlük sağlayabilir ve onları devamlı olarak, Amerikan gücünün tehlikeli oynaklığından korkar vaziyette köşeye sıkıştırabilir.  Rusya, bombalama konusunda haber verilmesine rağmen ABD’yle yaptığı, Suriye hava sahasındaki çarpışmaları önleme anlaşmasını askıya aldı. ABD saldırıları da anında kesildi. İşte bu yüzden Trump'ın Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, Beşar Esad'ı iktidardan indirecek adımların yolda olduğun iddia etmekten, ABD'nin başka bir eylem planlamadığını savunma noktasına gelebildi. ABD’nin eski gücünde olmadığının emarelerinden biri daha!

***

Kapitalist enternasyonale yön veren, kuran, finanse eden ölçüsüz, kuralsız, vicdansız bir avuç “zombi”nin hikâyesi bu. Biri hariç hepsi yakın zamanda birbiri ardına dünyayı terk etti ama arkalarında 100 yıllık kanlı karanlık bir tarih bırakmayı da başardılar. Biri hâlâ ayakta ve hâlâ kanlı karanlık işler peşinde. Kişisel serüvenleri ile yarattıkları cehennemin tarihleri tamamıyla iç içe. O cehennemin ne menem bir şey olduğunu da bu kadar kötü olmaları ve bu kadar uzun yaşamaları ele veriyor.
Cehenneme gittiklerini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Cehennemden gittiler. Dedik ya, kötüler uzun yaşar!

Orhan Gökdemir /SOL

*Bu yazı Boyun Eğme dergisinin 77. Sayısında yayınlanmıştır

Selefi köktendinciliği birlikte desteklediler! - İBRAHİM VARLI

Selefi/Vahabi aşırıcılığın, radikal İslamcı köktendinciliğin membası Suudi Arabistan’ın öncülüğünde Körfez Arap monarşileri “haşarı çocuk” Katar’la ipleri kopardı. Resmi gerekçe Basra Körfezi’nin bu küçük ada ülkesi Katar Emirliği’nin İhvan dâhil IŞİD, El Kaide türü radikal İslamcı terörü desteklemesi.
Sicili birbirinden kirli petro-dolarlar üzerinde gününü gün eden, bunu yaparken de dünyanın dört bir tarafına şiddet ihraç eden şeyhlerin, emirlerin, prens ve kralların birbirilerini “terörü desteklemekle” suçlaması ibretlik. Tam bir yiyin birbirinizi hali!
Oysa ki hâlâ Suriye’de, Libya’da, Yemen’de envai çeşit cihatçı örgütü birbirlerinin arkasını kollayarak destekliyorlar ve daha önemlisi Selefi vandalizmin yaygınlaşması için kesenin ağzını sonuna kadar açmakta bir beis görmüyorlar.
Bu nedenle krizin arka planında, iddia edildiği üzere İslamcı radikalizmden duyulan rahatsızlığın olduğu yönündeki açıklamalar kimseleri inandırmış değil.
Zira Suudi-Arabistan ve Katar; Selefi/Vahabi radikalizmi besleyen, destekleyen, silahlandıran iki başat ülke. Ortadoğu’daki her türlü “radikalizmi”, “İslamcı köktendinciliği” yıllar yılı birlikte desteklediler.
Katar-Suud petrodolarları Suriye’den Libya’ya, Tunus’tan Afganistan’a, Kafkaslardan Balkanlar’a her türlü aşırılığın sponsoru oldu. Yeşil Kuşak’tan Ilımlı İslam Projesi’ne köktendinciliğin yeşerip büyümesinde yıllar yılı beraber yol aldılar.İngiltere’den Filipinler’e, Suriye’den Tayland’a yerkürenin dört bir tarafını kana bulayan radikal İslamcı şiddetin arkasındaki güç aranacaksa şayet bu kuşkusuz Suudi-Katar monarşisidir. Birinin diğerinden ayrılması söz konusu olmaz. Daha birkaç hafta öncesinde Trump’ın önünde “Arap NATO’sunu kurduklarını ilan ederken, birlikte pozlar veriyorlardı.

                                                                             •••

Suud-Katar kavgası fena halde AKP-Cemaat kavgasını andırıyor. Uzun yıllar beraber yürüdüler bu yollarda. Ortadoğu’da cehenneme giden taşları birlikte döşediler. El Kaide’den IŞİD’e, Ahraruş Şam’dan Fetih Ordusu’na, ÖSO’dan Feylak Eş Şam örgütüne kadar bilumum cihatçı örgüt hem lojistik, hem askeri hem de siyasi olarak açıkça desteklendi. Ortaklık bozulunca birdenbire düşman kesildiler.
 Peki, ne oldu da ortaklık bozuldu? Katar kendisini nasıl birdenbire hedef tahtasında buldu?
Siyasi kriz dün patlak verse de evveliyatı var. İlk işaret 23 Mayıs gecesi Katar Resmi Haber Ajansı’nın 3 Mayıs gecesi Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad el Sani’nin ağzından, ABD’ye karşı İran’ı destekleyen açıklamalarıyla geldi. El Sani, röportajda “İran’a karşı düşmanlık beslemek akıllıca değil” diyordu. Ezeli düşman Suudiler ve baş düşman ABD’den gelen sert tepkiler üzerine Katar Emirliği sitenin siber saldırıya uğradığını, haberlere itibar edilmemesi gerektiğini söyledi.
Ancak ok yaydan çıkmıştı bir kere. Trump açısından da aranan fırsat ayağa gelmişti. Sisi ve Kral Salman ile birlikte Riyad’da “Radikalizmle mücadele merkezini” açan Trump’ın kışkırtmasıyla Katar’a “ayağını denk al” mesajı verilmiş oldu.

Katar’a yönelik izolasyonun üç amacı var:
1) İran’ı kuşatma: Bu hamle Trump’ın ABD’de işbaşına gelmesiyle birlikte yürürlüğe sokulan İran’ı kuşatması politikasının bir sonucu. Trump, Mayıs sonundaki Suudi Arabistan ziyareti sırasında bu politikayı iyice netleştirdi. Sünni NATO kurulması da bu kuşatmanın bir hamlesiydi. Riyad ile yapılan yüz milyarlarca dolarlık silah anlaşmasıyla bu durum taçlandırıldı. 
2) Katar’ı kontrolde tutma: Katar’a bu izolasyon ile direkt bir mesaj verildi. İran ile irtibata geçmesi halinde ya da “büyük ağabeyler”in sözünden çıkılması durumunda nefes alamayacak duruma geleceği hatırlatıldı. Dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol rezervine sahip Katar, İran ile birlikte hareket ettiğinde Körfez dengelerini etkileyebilecek bir potansiyele sahip. Bu nedenle Suudi Arabistan Katar’ın İran karşıtı koalisyonun dışına çıkmasına müsaade etmiyor.
3) İhvan’ı yalıtma: Katar’ın tecrit edilmesinin diğer bir nedeni Mısır ve Suudi Arabistan gibi Körfez ülkelerinin Müslüman Kardeşler politikası. Katar ve Türkiye’nin desteklediği Müslüman Kardeşler (İhvan), Suudi Arabistan ve Mısır’ın terör örgütleri listesinde. Katar’ın İhvan’ı koruyup kollaması ve ülkesinde barındırması Sisi’nin Mısır’ı ve Suudlar için bir milli güvenlik sorunu. Her iki ülke de İhvan’ı kendisi açısından bir ulusal güvenlik sorunu olarak görüyor.

                                                                          •••

Suud-Katar krizinin Türkiye’ye yansımaları nasıl olacak?

Körfez monarşilerinden Türkiye’ye akan sermaye akışı AKP hükümeti için yaşamsal önemde. Bu nedenledir ki Katar’ın izolasyonuna en çok üzülenlerin başında yeni Osmanlıcılar geldi. Katar siyasal İslamcı iktidarın Ortadoğu’daki en yakın ve sadık partneri aynı zamanda. Suriye’den Libya’ya, Mısır’dan Bahreyn’e, Tunus’tan Filistin’e bütün projelerde derin bir işbirliği söz konusu.
Üzüldüklerini söyleyen Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, “Biz Körfez bölgesinin istikrarını kendi istikrarımız olarak görüyoruz. Mevcut tablodan üzüntü duyduk. Çok sayıda ortak çalışmamız var. Aşılması için elimizden geleni yapmaya hazırız” sözleri bunun göstergesi.

Erdoğan’a 53 tane Arap tayı hediye eden Katar Emiri’yle birlikte emirlere, şeyhlere, krallara yaslanan AKP/Saray iktidarının tahtı da sallanıyor.

Katar’ın sıkıştırılmasıyla Yeni Osmanlıcıların oyun alanı da daralmış oldu. Bölgedeki manevralarının büyük çoğunluğunu sponsor ülke Katar’ın petro-dolarlarına borçluydular. Katar kaybederse Türkiye de kaybetmiş olur!

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Sahte belgeyle ihale kovalamak - ÇİĞDEM TOKER

Kamu kaynaklarının nasıl dağıtıldığı bu köşenin öncelikli alanlarından biri.
Son haftalarda belli aralıklarla gündeme getiriyorum:
Bir yasanın önemli bir maddesi, hukuka aykırı biçimde kullanılıyor.
Kamu İhale Kanunu’nun 21/b maddesi bu.
“Pazarlık usulü” başlıklı 21. madde, beş ayrı durumu sıralayarak, devlet kurumlarının hangi hallerde pazarlık yoluyla ihale yapabileceğini anlatıyor.
Maddenin “b” fıkrası ise “doğal afet, salgın hastalık, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani, beklenmeyen, öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin acele olarak yapılmasının zorunlu olması” halini düzenliyor.
Bu maddenin idari/siyasi olarak kötüye kullanıldığını, kötüye kullanımların giderek sıklık ve yaygınlık kazandığına dair üç yazı yazdım.
Ne doğal afet, ne salgın hastalık, ne can veya mal kaybı...
Bu ani ve öngörülemez olayların hiçbiri gerçekleşmediği halde milyarlarca TL tutarında onlarca yol ihalesinin bu maddeye göre “verildiğini” anlattım.
İhale edilen yol proje isimlerini, ihale bedelleri ve verildiği şirket isimleriyle birlikte aktardım. Bu uygulamanın hukuka aykırılığına dair yargı kararı bulunduğunu da aktardım. 


***
21/b’nin kötüye kullanıldığına dair yazıların hiçbirine yalanlama veya tekzip gelmedi. Yalanlama ve tekzip şöyle dursun, maddeyi,Türkiye’nin dört bir yanında sanki art arda doğal afet, salgın hastalıklar meydana geliyormuş gibi uygulayıp, dilediği firmaları davet edip ihale veren Karayolları Genel Müdürlüğü bir açıklama dahi yapmadı.
İki seçenek var:
- Yazdıklarımın doğruluğu kabul ediliyor. Tutarlı ve mantıklı bir izah getirilemiyor.
- Yazdıklarım görmezden geliniyor. Toplumsal belleğin zayıflığına güvenilerek “Nasıl olsa az kişi ilgileniyor. Onlar da unutur” diye düşünülüyor. 

***
21/b konusuyla bağlantılı bir başka konudan söz edeceğim.
Meraklısı bilir; devlet, açtığı kamu ihalesine katılan firmalarda tecrübe arar. Bunun için de bu tecrübenin belgelenmesini ister. Bir firmanın özellikle yurtdışında iş deneyim belgelerinin varlığı ve bu belgelerin sayıca çokluğu o firmanın şansını arttırır.
Gelin görün ki, sahteciliğin, usulsüzlüğün, nepotizmin genel kabul gördüğü bu topraklarda artık iş bitirme belgelerinin de sahtesi üretilmeye başlanmış.
Yurtdışında aslında yapmadığı işleri yapmış gibi gösteren ve kamu kurumlarına gerçekliği bulunmayan sonradan üretilmiş belgeleri sunan firmalar türemiş.
Haliyle şikâyetler de başlamış.
Bunun üzerine Karayolları Genel Müdürlüğü, Dışişleri Bakanlığı’na “gizli” bir yazı göndererek bir liste sunmuş. Beş sayfalık listeye dikkat çekilerek “işin adı, ilk ve toplam sözleşme bedelleri, sözleşme ve geçici kabul tarihleri” gibi bilgilerde tereddüt duyulduğu belirtilerek o bilgilerin doğruluğunun araştırılması istenmiş.
Ne var ki aradan epeyce bir zaman geçmesine rağmen, Dışişleri Bakanlığı’ndan Karayolları’na giden bir cevap olmadığını öğrendim. İşlem de yapılmadığını.
Eğer yapılmış olsa, iş bitirme belgelerinin sahteliğinin ortaya çıkacağı, yasal işlem yapılması gerekeceği ve bugün 21/b’ye göre iş alan bazı firmaların o işleri alamayacağı konuşuluyor kulislerde.
Yazıyı, yanıtın gelmeme ihtimalinin büyük olduğunu not düşerek soruyla bitirelim:
Bu kadar kritik tereddütlerin bulunduğu, somut bilgilerin ve listenin yer aldığı bir yazıya neden cevap verilmez?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Yeni Fethullahlar yolda... - ALİ SİRMEN

Galatasaray Lisesi’nin her yıl haziran ayının ilk pazarı gerçekleşen geleneksel yaz pilavı, 4 Haziran günü okul binasında yapıldı.
2012’den başlayarak, kurumun değerlerini korumaya, savunmaya, geliştirmeye kendi alanlarındaki çalışmalarıyla katkıda bulunanlara Galatasaraylılar Derneği tarafından verilen “Galatasaray Büyük Ödülü” bu yıl emekli büyükelçi ve eski İstanbul milletvekili Şükrü Elkdağ’a verildi.
Her pilavda, ellinci mezuniyet yıllarını kutlama geleneğine, bu sefer 124. dönem mezunları, 25. yılı kutlamayı eklemişler ve aralarından Seza Sinan Uslu’nun kaleme aldığı, “Galatasaray Tıbbiyesi’den Mekteb-i Sultani’ye Eğitim’de Yenilik ve Gelenek” adlı bir araştırma kitabı yayımlamışlardı. Gelenlere dağıtılan bu eser, seçkin bir eğitim kurumundan yetişenlere en fazla yakışan katkı türüydü. 

***

Ama 4 Haziran Pazar günkü, 2017 Galatasaray Pilavı’nda beni en çok duygulandıran, 112. dönem mezunları oldu. Diğer 12 Cumhuriyet mensubu ile birlikte 7 aydır Silivri’de tutuklu bulunan değerli gazeteci yazar Kadri Gürsel kardeşimizin sınıf arkadaşları olan, Kadri’nin resminin bulunduğu altında “Sorarlarsa bizdendir” yazılı tişörtler giymiş 112. dönemliler, Kadri’nin eşi ve oğlunun da katıldığı pilav şenlikleri boyunca, tezahürat yaparak, şarkılarla, türkülerle, sloganlarla arkadaşlarını andılar; bizim gibi o dönemden olmayanlardan isteyenlere de dağıttıkları tişörtleri giyip resim çektirdik, adeta Kadri’yi aramızda hissettik.
Bundan üç yıl önce, yine Galatasaray mezunu olan, baskıcı iktidarın destekçisi, şu anda adlarını zikretmeyi gerekli görmediğim, iki kişi için ise yine üstlerinde resimleri bulunan pankartlar açılmıştı. Ama onlarda şu ibare yer alıyordu:
Sorarlarsa bizden değil dersiniz
Silivri’de tutuklu Kadri’yi, yetiştiği irfan yuvasındaki arkadaşları bağırlarına basarken, bütün demokrasi kurbanlarıyla dayanışma örneği sergilediler.
Kadri Gürsel, FETÖ’cülükle suçlanıyor.
Kadri ve onunla birlikte tutuklu olan Cumhuriyet mensubu arkadaşlarımıza yönelik Fethullahçılık veya onlarla irtibat suçlamasını ya da imasını, NEREDEN GELİRSE GELSİN, şiddetle kınıyor ve bunun izan sahibi hiç kimsenin kabul etmediğini, etmeyeceğini haykırıyorum, hep de haykıracağım.
FETÖ soruşturması artık Fethullahçılara yönelik olmaktan çıkıp büyük çoğunluğu geçmişte Fethullahçılar ile mücadele etmiş olan muhalifleri sindirme ve tasfiye aracı haline gelmiş durumda.
FETÖ karşıtlarının sanık olduğu soruşturma ve davalarda, eski Fethullahçılar tanık olarak yer alıyorlar.
Bu durum kimilerinin haklı olarak, iktidarın FETÖ ile mücadelede içten olup olmadığı sorusunu gündeme getirmelerine, Gülen ve taraftarlarının devlete sızdıkları iddialarına gülmelerine neden oluyor.
Onlar açıkça şunu söylüyorlar:
- Fethullah ve yandaşları devlete sızmadılar, iktidar tarafından alenen yerleştirildiler.

***

Ben en ufak paylaşıma bile tahammülü olmayan bu iktidarın, gücün tümünü isteyen Fethullah Gülen’in artık can düşmanı olduğuna inanıyorum.
Ama bu düşüncem, yapılan mücadelenin iktidarın istediği sonuçları vermeyeceğini görmemi de engellemiyor ve diyorum kiFethullah karşıtlarının sanık, Fethullah yandaşlarının tanık olduğu bu soruşturmalara rağmen yeni Fethullah’lar yoldadır.”
Başka türlü olması da beklenemez.
Siyasetin kadrolarının sekülerleşmesine karşı olan, siyaseti temelden dincileştirmeyi kendine hedef seçmiş ve bu alanda çok yol almış bulunan uygulamalar bu şekliyle sürdükçe, bünye yeni Fethullahlar yaratacaktır. 
 
Cumhuriyet’in klasik sağı Atatürk’ün görüp, gösterdiği bu gerçeği anlamadığı için dinci siyasetin bekleme odası rolünü üstlenmişti. 
 
Şimdiki iktidar da, geniş tarihi perspektiften bakıldığında, geleceğin FETÖ’cülerinin teşrifatçıları olmaktan öteye geçemeyecektir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

5 Haziran 2017 Pazartesi

Emperyalizm ve Kürt hareketinin bu konudaki vurdumduymazlığı üzerine - İLKER BELEK

Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşaması.
Tanımlayıcı kriterleri mali sermayenin sanayi sermayesiyle birleşmesi, tekellerin egemenliği, sermaye ihracı, dünyanın tekeller arasında bölüşülmesi, ülkelerin tekeller tarafından coğrafi olarak paylaşılması. Tümü diyalektik ilişki içindedirler.
Sermaye birikimi 16. yüzyıldan itibaren İngiltere merkezli olarak ortaya çıktı. Senyörlükleri birleştirdi, merkezi devlet yapısını yarattı. Kapitalizm sermaye devleti olarak siyasallaştı.
Emperyalizm iktisadi, siyasi, askeri bütünlüğü olan bir yapıdır. Paylaşım, yeniden paylaşım, yani savaş bu yapının var oluş halidir.
Bu var oluş hali içinde, emperyalizme karşı savaşmayan, emperyalistler için savaşmış olur.

                                                                           *****
Emperyalizm merkez çevre hiyerarşisidir. Ama bu gerçeklik çevre ülkelerin burjuvazilerinin ulusal, antiemperyalist duyarlılıklarının olduğu anlamına kesinlikle gelmez.
Çevre ülke burjuvazisi işbirlikçi ve işçi sınıfına düşmandır. İşçi sınıfının kurtuluşu bir blok halini almış tekelci sermayeye karşı vereceği mücadeleye bağlıdır.

                                                                            *****
Bütün bu nedenlerle, halkını, yani ülkesini savunan her siyaset için antiemperyalizm gerek koşuldur.

                                                                            *****
Emperyalizmin egemenliği en nihayetinde askeridir. Tekeller devletlerinin ordularıyla işgal ederler. Tekelci devlet kapitalizmi tanımı buradan gelir.
Kore, Irak, Suriye ve birkaç yıl önce “Bahar”ın muştulandığı Arap coğrafyası bu bakımdan çarpıcı yeni örneklerdir. Bu ülkelerin kapitalize edilmesi iktisadi hedefken, bu hedef emperyalist ülkeler arasındaki rekabeti, bu da devlet tekelci askeri müdahaleleri ve savaşları zorunlu kılmaktadır.
Yeniden: Savaştaysan tarafsın, emperyalizme karşı değilsen emperyalizmin safındasın.

                                                                             *****
Emperyalizm bazen de daha dolaylı işgal mekanizmaları icat eder.
Örneğin Afganistan’ı Sovyetler için bataklığa çevirmek amacıyla ABD’nin Taliban’ı yaratması, daha sonra yine Taliban’ı gerekçe olarak kullanıp Afganistan’ı işgal etmesi böyledir.
Turuncu devrimler gerçekliği böyledir.
Irak ve Suriye’de El Kaide’den yarattıkları IŞİD’ı Suriye’ye müdahalenin kılavuzu olarak kullanmaları böyledir.
                                                                              *****
IŞİD; Suriye rejimini yıkmak, Suriye’yi içinden çıkılmaz bir kaos ortamına çevirmek, bölgeye yerleşmeyi meşrulaştırmak ve AKP’yi Suriye’de kullanmak amaçlarıyla ABD tarafından yaratıldı.
ABD’nin Kürt hareketine yönelik olarak da açık planları var: Kürtleri IŞİD bahanesiyle Suriye savaşına dahil etmek, Esad’ı ve aynı zamanda Türkiye’yi Kürt hareketi üzerinden sıkıştırmak, kendi hakimiyetinde Kürt devletleşmesi sürecini geliştirmek.

                                                                               *****
Kürt hareketinin ağırlık merkezi bugün Suriye’dir. Niyet Suriye’deki karmaşadan bir bölge koparmaktır.
Bu niyetin ABD tarafından görülmediği ve/veya mevcut kaosta bu doğrultuda sonuç elde etmenin mümkün olduğu düşünülmektedir.
Ne olursa olsun bu tutum en azından karşısındakinin gücünü hesaplayamayan ve emperyalist plana entegre olmuş bir stratejinin göstergesidir.
ABD’nin yarattığı düşmana karşı, ABD silahlarıyla, ABD’nin belirlediği planlar dahilinde savaşmanın neticesinin ABD’nin belirleyeceği bir noktaya bağlanacağı, Suriye’de bir bölgeye yerleşilse bile bunun yeni bir ABD eyaleti olacağı gerçeği kavranmak istenmemektedir.

                                                                                *****
Kürt hareketi emperyalizm olgusunu görmezden gelmekte ve/veya emperyalizmin gücünü küçümsemekte ve/veya ABD’nin kendi emperyal planları doğrultusunda kendisine tahsis etmiş bulunduğu alanı kendi gücüyle elde etmiş yanılgısına kapılmaktadır.

                                                                                 *****
Sorun kimi kez de densizlik derecesinde görüntülenir.
2. Dünya Savaşı’ndan hemen önce Almanya ile SSCB arasındaki (Ribbentrop-Molotov) saldırmazlık anlaşması, antiemperyalizmin gardını düşürmek üzere, emperyalizmle işbirliği yapılabileceğine dair bir örnek olarak kullanılır.
1917 sosyalist devrimi ve bu devrimin yarattığı 170 milyon nüfuslu bağımsız, egemen ve Nazi iktidarını devirmek amaçlı zaman kazanmaya oynayan Sovyet devleti ile ABD’nin silahlandırdığı ve herkesin bir tarafa doğru çekiştirdiği YPG aynı kefeye konulur.

                                                                                   *****
Emperyalizm gerçekliğinin görmezden gelinmesi, antiemperyalizmin milliyetçilik, vb olarak reddedilmesi vahim bir teorik hatadır.
Bu hata, bağımsızlık kavramının hiç kullanılmadığı bir siyasi ortam içinde mülkiyet ilişkilerinden azade biçimde özgürlük fetişi olarak somutlanır.
Sınıfsal çelişkilerin bulunduğu özel mülkiyetçi rejimde halk sınıflarının özgürlüğünden söz edilemeyeceği gerçeği gizlenir.
Bu haliyle özgürlük retoriğinin kendisi Kürt hareketinin burjuva sınıfsal karakterini ortaya koyar.
Antiemperyalizmi unutmuş bir hareketin kendisinin bile özgür davranma şansı hiç yoktur.


İlker Belek / SOL

Bir geleneğin ‘marka’ya dönüşümü: Beşiktaş - TAYFUN ATAY

Benim Beşiktaşlılığım hep bir öğrenilmiş çaresizlikti.

Hayal meyal hatırladığım ilk şampiyonluk 1967’de. Beş yaşındayım. Babam Beşiktaş’ın Ankara temsilcisi ve şampiyon takımla beraber Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan Cumhurbaşkanlığı Kupası maçında “maskot” olarak sahaya çıkıyorum. Çimlerin ortasında “Küçük Ahmet”in (rahmetli Ahmet Özacar) “Gel bakalım delikanlı” diye çağırıp neredeyse gövdem büyüklüğünde topla bana birkaç pas atışı bugün bile hafızamda ışıl ışıl!.. 

Ama sonrasında kocaman bir boşluk var! Çocukluğum, ergenliğim, ilk gençliğim ve erken yetişkinliğim boyunca hiç şampiyonluk görmedim. 

Beşiktaş, 1967’deki şampiyonluktan tam 15 yıl sonra 1982’de, ben 20 yaşındayken tekrar şampiyon olabildi. 

Genel tablo böyle ama buna eklenebilecek ve özellikle çocuk yaşta taraftar için travmatik bir dolu “nokta başarısızlık” da var. 

En unutulmazı 1974’te Romen Steagul Roşu ile oynanan Avrupa Kupa Galipleri (şimdiki UEFA) Kupası maçı. İstanbul’da 2-0 kazandıktan sonra Romanya’da rövanş günü ve ben ortaokuldayım. Son ders zili çaldı, çıktık okul kapısından bahçeye doğru, “Beşiktaş 1-0 mağlup ama maç bitti bitiyor” dediler. 

Birkaç adım atıp okulun bahçe kapısından dışarı sokağa çıktım, bir yerlerden “Aaa, 2-0 oldu” sesleri geldi. 

Çok değil 40-50 metre ötedeki kahvenin bahçesinde maçı izleyenlerin yanına doğru ilerliyordum ki adeta ölüm sessizliğine bürünmüş kalabalık birden patladı ve “Hay Allah kahretsin, bu kadar olmaz, yuh” sesleri yükseldi. 

Beşiktaş son “3 dakkada 3 gol” yemiş ve rövanşı kaybedip elenmişti. 

Bu hep böyle devam etti. Mesela 1999’da Norveç’in Valerenga takımına İstanbul’da ilk yarı 3 gol atıp turu geçtik derken ikinci yarıda 3 gol yeyip turu bıraktığımız gibi... 
 
O zaman da Fulya tesislerine gelen bir taraftarın Şifo Mehmet’e, “Kaptan ben ilk yarı 3-0’ken oğluma yarın okul var hadi yat artık zaten bu iş bitti dedim; şimdi sabah ona ne diyeceğim” şeklinde feryadı hatıramız oldu!.. 

Çocukken ne yaşattıysa Beşiktaş, büyüyüp baba olduğumuzda da onu yaşatmaya devam etti vesselâm!.. 

Tabii ki Süleyman Seba dönemi, Beşiktaş’ın makûs talihinin yenilmesidir. Takımın “3 Büyükler” kategorisine “fiilen” geri dönüşüdür o dönem. 

Ama o dönemde bile öğrenilmiş çaresizlikler son bulmadı. İnönü Stadı’nda (şimdiki Vodafone Arena) Denizlisporlu sol bek Erol’un bitime 4 dakika kala attığı beraberlik golüyle Galatasaray’a (tabii ki “teşvik şikeleri” eşliğinde!) son anda kaybedilen şampiyonluk mesela... 

Beşiktaş hep bir öğrenilmiş çaresizlikti. O yüzden bu yıl da 7 puan öndeyken bile hiç rahat olmadım. Nitekim biliyorsunuz bir anda her şey yine bıçak sırtı oldu. 

Ama galiba bazı şeyler de değişmiyor değil! Art arda çok ciddi psikolojik sarsıntılar (Lyon maçı, Van Persie, Başakşehir ve özellikle Fener’e 90 artı 4) yaşanmasına rağmen bu sene sonuç, benim öğrenilmiş çaresizliğimi daha da pekiştirmek yerine onu sarsacak mahiyette çıktı ortaya.
Fikret Orman Beşiktaş’ı, sanki bu öğrenilmiş çaresizliği de yendi bende!.. 

Ancak bu Beşiktaş’ın daha önemli bir başka özelliği var. 

O da 1990’ların başında Seba ile yeniden yükselişe geçen Beşiktaş’ı o dönemde de, sonrasında da özellikle iki ezeli rakibine kıyasla sağlanamamış bir noktaya, “endüstriyel futbol” aşamasına tam mânâsıyla taşıması... 

Seba’nın “kültürel hamuru”nda endüstriyelleşmeye yer yoktu. O, futbolu amatör ruhla ve zanaatkârane icra eden bir takım geleneği var ederek ulaştı başarıya. Ama değişen dünyada endüstriyelleşen futbol çarkı içerisinde bu ancak bir yere kadar sürdürülebilirdi. 

Ve kanımca Beşiktaş, 1990’ların ortasından itibaren bu ülkede futbolun endüstriyelleşmesiyle birlikte iki ezeli rakibi ile kendisi arasında açılan farkı esas itibarıyla şu son yıllarda Fikret Orman döneminde kapattı. 

Seba’nın Beşiktaş’ı, Şeref Bey’den Baba Hakkı’ya, Küçük Ahmet’e ve Metin- Ali-Feyyaz’a açılan yelpazede bir “gelenek” inşası idi. 


Orman’ın Beşiktaş’ı, “süreklilik içinde değişme” eşliğinde bu geleneğin “marka”ya dönüşümü oldu.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Çürüme ve çözülme - ERGİN YILDIZOĞLU

Ne zaman büyük resme” bakmayı denesem aklıma bu iki sözcük geliyor. Bu kez de gündemde ABD başkanı Trump’ın NATO ve G7 toplantılarındaki tutumu, ABD’nin Paris İklim Anlaşması’ndan çıktığına ilişkin açıklaması var. 


Çürüme ve sanat
Bir hegemonyanın devleti tabii ki önce kendi çıkarını düşünür. Ancak hegemonya, bu çıkarlar başka ülkelerin çıkarlarıyla örtüştüğü, liderlik benimsendiği için gerçekleşir. Bu hegemonya altında şekillenen düzende, hegemonyacı devletin egemenliği değil, (bu devlet ekonomik ve askeri olarak en güçlü konumda olduğundan) tüm diğer devletlerin egemenlikleri tehdit altındadır.
Bugün ABD’nin yönetimi, “önce Amerika”, “ulusal egemenliğimizi savunuyoruz” gibi ifadeler kullanıyorsa, ABD hegemonyası altında şekillenmiş “dünya düzeni” artık tükenmiş, her türlü savaşı, insani felaket olasılıklarını gündeme getiren bir “güçler dengesi” ortamına girilmiş demektir.
Böyle kritik dönemlerin ruh hali sanata da yansır. Harvard, tarih profesörü Jill Lepore’nin geçen hafta New Yorker dergisinde yayımlanan “Distopya romanı için bir altın çağ – Bu yeni radikal kötümser edebiyatımız ne anlama geliyor?” başlıklı denemesinde irdelenen çalışmalar, böyle “bir yolun sonuna gelme”, gidecek bir yol kalmayınca, başlayan çürüme ve çözülme durumunu ifade ediyorlar. Kapitalizmin sonunu hayal etmeyi başaramayan yazarlar, dünyanın sonunu hayal ederek çeşitli senaryolar üretiyorlar: Kaynaklar tükendiği için uzaya kaçan egemen sınıflar; bir kimyasal saldırıyla aptallaşan halkın, akıllıları yok etme çabaları; bütün işleri artık robotlar yaptığı, dünyayı dev şirketler yönettiği için sıkıntıdan ne yapacağını bilemeyen bir gençlik, kutuplardaki buzların erimesine, kıyıları suların basmasın karşın fosil yakıt kullanmakta ısrar eden yönetimler... Ve yapacak pek bir şey kalmadığından seks yapmaya odaklanmış bireyler... 

Ve çözülme...
ABD Başkanı Trump’ın konuşması, NATO’nun geleceği üzerine bir soru işareti koyarken, dünyanın en büyük olmasa bile en güçlü ekonomisi Almanya’nın Başkanı Merkel, güvenlik konusunda, artık ABD ve İngiltere’ye güvenemeyeceklerini “Avrupa’nın kendi, kaderini kendi ellerine alması gerektiğini” söylüyordu.
Trump , ABD’nin Paris İklim Anlaşması’nda çıktığını açıklarken, Merkel ve Avrupa Birliği liderleri, dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve İpek Yolu projesiyle kendi küreselleşmesini kurmaya başlayan Çin’in Başbakanı, Li Keqiang’la samimi bir toplantı yapıyorlardı. Li, Çin’in büyük bir devlet olduğunu, uluslararası sorumluluklarına sadık kalarak Paris anlaşmasını savunacağını açıklıyordu. Merkel’e göre de, önemi gittikçe artan Çin artık bir stratejik ortak konumuna gelmişti. Toplantıdan sonra, Avrupa Birliği çevrelerinde, ABD’nin yarattığı boşluğu, küreselleşmeyi, küresel iklim anlaşmasını savunan, uluslararası işbirliğinin önemini vurgulayan Çin’in, Almanya ile birlikte doldurabileceğinden söz ediliyordu. National Interest’te Helibrunn, “Trump Merkel’i, Almanya’yı süper güç yapmaya doğru mu itiyor” diye soruyordu. 
 
Peki, bir güçler dengesi ortamı gelişirken AKP Türkiye’si ne yapıyor? Rus uçağı vurulunca, Rusya, Doğu Akdeniz’e büyük ölçüde yığınak yapma fırsatı yakalamıştı. Şimdi AKP, Almanya’yı İncirlik’i terk edip kendi askeri üssünü kurmaya, Ortadoğu’ya doğrudan yerleşmeye itiyor. AKP’den gelen seslere aldırmadan YPG’yi silahlandıran ABD’de, Erdoğan’ın korumalarının protestoculara attığı dayak konuşuluyor. NATO üyesi Türkiye, Rusya’dan S400 satın almaya çalışıyor, hem de “Türkiye’yi NATO’dan çıkaralım” diyenlerin sayısı hızla artarken... Şimdi, Türkiye’nin en yakın dostları Katar, Suudi Krallığı, Körfez Emirlikleri. Ancak, Suudiler, Bahreyn ve Katar’ı İslamcıları desteklemekle, İran’la flört etmekle, Suudi hanedanına hakaret etmekle suçluyor (Asharq Al Awsat, The National, Al Ahram) ilişkilerini hızla bozuyorlar. 
AKP rejimi ülkeyi bütün iskemlelere birden oturtabileceğini sanıyor. 
Bunun sonu belli değil mi?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET