17 Ağustos 2017 Perşembe

'Çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz' - Ali Rıza Aydın

Bugün köşemi can alıcı bir konuya, “Halk Komiteleri” ile “Türkiye Komünist Partisi” tarafından yukarıdaki başlık altında hazırlanan ve imzaya açılan bildiriye ayıracağım.
Öylesine can alıcı ki, “laiklik”, “bilim”, “kadın”, “cumhuriyet” ve “aydınlanma” düşmanlığı yapan; bu düşmanlıklarını kapitalist ve emperyalist düzen uğruna yaygınlaştırarak devlete, siyasete ve topluma şırınga etmeye çalışan; nihayetinde parayı ve gericiliği egemen kılarak emeği iliklerine kadar sömüren AKP’nin eğitimde “medrese”yi yaşama geçirme girişimlerine dur denilmezse, bugünümüzle birlikte geleceğimiz de yok edilecek.


Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi’nin de tüm gücüyle destek verdiği bu metin, sıradan bir bildiri ya da bir imza kampanyası metni değil.

Çocuklarımızı karanlığa teslim etmeyeceğiz metni, teslim olmamanın; insanlığın, bilim ve aydınlanmanın metni… Aklın hurafeye, aydınlığın karanlığa, ezilenlerin ezenlere, sömürülenlerin sömürenlere direnişinin metni…

Köşemi, teslim olmamak için mücadele edenlere teslim ediyorum ve çocuklarımıza adıyorum.
Halk boyun eğmeyecek, halkın iradesine boyun eğilecek…

***

Çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz*
Eşit ve bilimsel bir eğitime ücretsiz olarak erişebilmek, her çocuğun hakkıdır. Önümüzdeki eğitim ve öğretim yılında uygulanacak olan AKP’nin yeni müfredatı, çocukların eğitim hakkını gasp etmektedir.
AKP iktidarı boyunca eğitim sistemi sistematik bir biçimde gericileştirilmiştir. 4+4+4 sistemiyle birlikte imam hatip okulları ortaokul seviyesine inmiş, dinsel içerikli derslerin sayısı ve ağırlığı artırılmıştır. Eğitim kurumlarında bilimden ve aydınlıktan yana eğitimciler üzerinde baskı kurulmuş, ülkenin tüm ilerici birikimi adım adım kamusal eğitimin dışına itilmiştir. Birçok devlet okulu kapatılarak imam hatip okuluna dönüştürülmüş, halkın bilimsel ve çağdaş eğitim arayışına cevap olarak sanki bir kurtuluş kapısı gibi pazarlanan özel okullar adres gösterilmiştir.
AKP karanlıktır. AKP’nin müfredatı bu karanlığın eğitimin üzerine çökmesidir.
Geriye kalan son kazanımlar ise yeni müfredat ile yok edilmektedir. Dinci vakıf ve derneklerin Milli Eğitim Bakanlığı ile yaptığı protokoller ile eğitim tarikat ve cemaatlere teslim edilmiştir. AKP’nin müfredatı ile birlikte, çocuklara değerler eğitimi altında hurafeler öğretilecek, felsefeden müziğe, coğrafyadan tarihe kadar bütün derslerde dini temalarla ile ilgili etkinlikler yapılacaktır. Kabul etmiyoruz, çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz!

AKP’nin müfredatı, laiklik düşmanıdır!

Yeni müfredat, hem Anayasa’ya hem de Milli Eğitim Temel Kanunu’na aykırıdır. “Tek Din, Tek Mezhep” ilkesinin belirleyici olduğu müfredat laikliğe aykırıdır. “Cihat, gaza, islam ceza hukuku, helal, haram, kul hakkı” gibi dinsel içerikli kavramlar “değerler eğitimi” adı altında müfredatın tamamına yayılmıştır. İlkokul 1. Sınıf öğrencisi çocuklar müzik derslerinde ilahi öğrenecek, orta öğrenim öğrencileri ise bir dinin bir mezhebinin belirlediği anlayışta “helal, haram” kavramlarıyla tanışacaklar. Laiklik düşmanı müfredat cihatçılığı övmektedir, bunu kabul etmiyoruz!
AKP’nin müfredatı, bilim düşmanıdır!

Yeni müfredat, tüm derslerin içeriğine dinsel kuralları getirirken, biyoloji dersinin saatini azaltmış, bu dersin temel konularından biri olan evrim teorisini müfredattan çıkarmıştır. Bakanlık, evrimi çıkardığı müfredata, “dua ve ibadetin hayatımızdaki yeri, ramazan ayı ve oruç, peygamber sevgisi” gibi konuları eklemiştir. Müfredattan evrim teorisinin çıkarılması, bilime düşmanlıktır, kabul etmiyoruz!
AKP’nin müfredatı, cumhuriyet ve aydınlanma düşmanıdır!

AKP’nin cumhuriyet düşmanlığı eğitim müfredatında da kendine yer bulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşuna dair tarih, Osmanlı hayranlığı ile tahrif edilmiş, Osmanlı Devleti’nin dağılma ve yıkılış süreçlerine dair bilgiler müfredattan çıkarılmıştır. AKP, cumhuriyeti müfredattan silmeye cüret etmiştir. AKP eğitim müfredatına cumhuriyet düşmanı bir karakter vererek, yalnızca eğitimdeki değil, ülkemizdeki aydınlık birikimi silmeye cüret etmiştir, kabul etmiyoruz!

Çocuklarımız AKP’nin cihatçı ordusunun neferi olmayacaklar!

AKP’nin müfredatı çocuklarımıza şeriat okullarını dayatmaktadır. Bir dinin mezhebine uygun kurallar bütünü ile “kindar ve dindar” bir nesil yetiştirmeyi hedeflemektedir. Yeni müfredat, bütün okulları İmam Hatip Okullarına dönüştürmeyi hedeflemiş, gerici ve dogmatik düşünceyi kutsamaktadır. Çocuklarımızın özgür ve bilimsel düşünceye erişimi engellenmektedir.

AKP’nin müfredatını kabul etmiyoruz!

Çocuklarımızı şeriat okullarına teslim etmeyeceğiz!

Çocuklarımız için, aydınlık bir gelecek için buradayız!

* https://www.tkp.org.tr/tr/aciklamalar/cocuklarimizi-karanliga-teslim-etm...

Ali Rıza Aydın / SOL

‘Başbakan’ - ‘müftü’ ve ‘kadim bir AKP’li’ - Meriç Velidedeoğlu

“Müftü Nikâhı”na geriye gönüşle birlikte, “kadim AKP’li Ayhan Oğan”ın -ifşa ettiği- kurucu lideri Tayyip Erdoğan olan “yeni bir devlet” kuruluşu gündeme oturtuldu. 

Bir bakıma kaçınılmazdı bu durum; ilkokullarda “cihad”, din uğruna savaşmak, ölmek öğretiliyorsa, eninde sonunda, “nikâh”ın da “müftü”nün görevi olması sahneye çıkarılacaktı.
Hele, inanılmaz bir sorumsuzlukla, belki de tam bir bilgisizlikle, Başbakan Binali Yıldırım’ın, Sivas’taki toplu açılış töreninde (5.8.2017) “TC Devleti’nin, Osmanlı Devleti’nin devamı olduğunu” açıkça bildirip ilan ettiğine göre; ülkemizde “nikâh”ın da, Osmanlı’daki gibi dinsel olması, kuşkusuz “şeriat hukuku”na uygunluğu da, ister istemez, kaçınılmaz olur; bu doğrultudaki kimi uygulamalara da kapı açılır... 
 
Ve ayrıca, “dört eş” kuralının, dinsel “Şeriat Hukuku”nun, temel kurallarından olduğu da bilinir; öyle ki, Osmanlı’nın “Meşrutiyet” döneminde çıkartılan “Aile Kanunu” ile kadınlara getirilen kimi hakların, örneğin “boşanma hakkı”nın tanınması gibi yenilikler içinde, en çok “tepki” çekenin, bu “dört eş” kuralının uygulanmasında, “ilk eşin izninin gerekli olması”ydı (1917). Bu “şart”ın, Kuran’a aykırılığı ileri sürülüyordu. 

Dinsel kurumlar -kuşkusuz müftüler, müftülükler- topu topuna iki yıl dayanabilmişlerdi, kadınlara verilen bu kadarcık “hak”ka... Bunlar, İstanbul’un işgalinde, “İşgal Kuvvetleri”nin İngiliz Komutanı’na şikâyette bulunup -bu kadarlık eşitliğe- bu uygulamaya son verilmesini sağlamışlardı... 

Bilmem ki, gerek var mı, “1923 Atatürk Devrimi”nin kadınlara, daha doğrusu “İslam” topluluklarına, “İslam Dünyası”na -dolaysiyle insanlığa, getirdiklerini anımsatmaya?
Yanıtın, “Evet var!” olduğunun ayrımındayım, ama konuyu sürdürmekle de, kimi sonuçlara da varabiliriz belki, çünkü fırsat düştükçe, yaratıldıkça bu “eşitsizlik” katlanarak ortaya konuyor; özellikle “Suudi Müftüleri”, “10 yaşındaki kız çocuklarının -daha küçük yaşlarda olanların da-evlenebileceklerine dair” (26.4.2012) “fetva”lar veriyor...
Eh, orası “Suudi Arabistan”, “dinsel devlet”; “laik bir hukuk devleti” olduklarını söylemiyorlar ki; “böyle olduğu”, Anayasa’sında yazılı TC Devleti’nın “nikâh” için “müftü”nün görevlendirilmesi, açıkça -meydan okur gibi-“Anayasa’yı çiğnemektir!” Bu da “suç” değilse, peki nedir?
Gelelim sıradakine; “kadim AKP’li”ye, “ferman salan (!)Ayhan Oğan ne demişti fermanında? “Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz beğenin, beğenmeyin bu devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır!” 

Böyle işte... Ne var ki değerli dostlar, gelinen bu noktayı “karikatürize” ettikçe, durumumuz -sanki-daha da ağırlaşıyor...
Buna karşın devletin başındaki, bu gibi “ferman salıcılar”ın yetişmesi, çoğalması için ortam yaratıyor; “İkinci Kurtuluş Savaşı” -şimdilerde-“yeni bir Kurtuluş Savaşı yapıyoruz!” haykırışının ardından gelecek olanın ne olduğu belli değil mi?
Atatürk, “Kurtuluş Savaşı”nın ardından, “TC Devleti”ni kurmadı mı? Erdoğan’ı alkışlamak, Atatürk’ü alkışlamaktır!” çığlıkları atılmadı mı?
Öyleyse, “yeni Bir Türk Devleti kurulacak!” ister istemez; zamanı gelmiş çünkü (!)...
Ve bu “yeni devlet”i kuracak olan “Erdoğan”; böylece, Atatürk gibi “kurucu lider!” olacak, “ister isteyin, ister istemeyin!” 

Dahası da var; dinini, tarihini, kültürünü bilen kuşaklar yetiştirilecek, öyle ki “sadece kendimiz için değil!”; kimin için? “Gözünü bize dikmiş, kalbini bize yöneltmiş, tüm kardeşlerimiz için...”
Demek “tüm dünya Müslümanlarını” kucaklayacak; iyi de, böylece “dünya Müslümanlarının lider’i” olmayı; yani “Halife”liğe giden yolu işaretlemiş olmuyor mu?
Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

AKP ‘Harikalar Diyarı’nda - ALİ SİRMEN

Adalet ve Kalkınma Partisi, 16. kuruluş yıldönümü için Harikalar Diyarı denen Ankara’nın Sincan ilçesinde, çocuklar için oyun yerleri olan, çizgi film ve masal dünyasının sanal kahramanlarının resimleri, heykelleriyle donatılmış yanılsama (illüzyon) alanını seçmiş. 



AKP topluma adalet, kalkınma ve demokrasi vaat ederek kuruldu ve 15 yıl önce iktidara geldi. Partinin kuruluşunun 16. yılında, adalet, kalkınma ve demokrasi alanındaki vaatleriyle edimlerinin ne olduğuna bakıldığında, söylem ile eylem arasında tam bir zıtlık hemen göze çarpar.
AKP’nin 15 yıllık döneminde, FETÖ kadrolarının, iktidarın da ön ayak olmasıyla yargının en küçük hücrelerine kadar sızması yaşandı.

***

AKP iktidarıyla yıllar yılı kol kola yürüyen Fethullah Gülen örgütünün yargıyı ele geçirmesi sonucunda gerçekleşen kumpas davaları rezaletini, daha sonra FETÖ ile yolları ayrıldıktan sonra AKP’liler de kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Yalnız onlar bunu yaparken, Ergenekon ve Balyoz gibi davaların sorumluluğunu, Fethullahçıların sırtına yıkıp kendi paylarını yüklenmekten hep kaçınmışlardır.
Oysa, partinin o sıradaki genel başkanı olan zamanın Başbakanı bu davaların savcısı olduğunu açıkça ilan ettiğine göre, AKP bu sorumluluğundan kaçamaz.
Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarının sorumlusu olan AKP, 12 Eylül 2010’da halkoyuna sunduğu düzenleme ile kuvvetler ayrılığı ilkesini ayaklar altına alarak yargı bağımsızlığını rafa kaldırıp adalet beklentilerini seraba döndürmüştür.
Bu arada kimsenin hakkını yememek için belirtmek gerekir ki ülkenin dört bir yanına görkemli ve modern “Adalet Sarayları” dikilmiştir.
Bunların çağdaş demokrasilerin adalet saraylarından farkları ise buralarda adalet elde etmenin imkânı olmayışı olmuştur.
Yargıç ve savcıların tayin, terfi ve tüm özlük işlerinin yürütme erkinin eline geçtiği yeni düzende bununla da yetinilmemiş, sürekli hale getirilen olağanüstü hal uygulamaları ile yargısal denetim saf dışı bırakılmıştır.
Kış lastiği uygulaması alanlarına kadar uzatılan OHAL uygulamalarıyla binlerce yargı elemanı tasfiye edilmiştir.

***

İktidarın hoşuna gitmeyen gazeteciler, muhalif milletvekilleri ve göstericiler ile ilgili yargı kararları da tüm dünyadan Türkiye’ye yönelik sert tepkilerin yükselmesine neden olmuş bulunmaktadır.
Kamuoyunda yargıya güven duyanların azınlığa düşmüş olmalarının da demokratik düzen açısından taşıdığı sakıncaları anlatmaya gerek var mı?
Olayın “adalet” cephesi böyle iken, acaba “kalkınma” cephesi nasıl dersiniz?
Bir ekonomik bunalımın hemen ardından, önceki iktidarın aldığı acı istikrar tedbirlerinin sonuçlarını vermeye başladığı dönemde işbaşına gelen AKP’nin ilk yıllarındaki ekonomik performansının nispeten başarılı olduğunu yadsımak nasıl mümkün değilse, aynı şekilde adalet ayağı her türlü güveni sarsacak kadar aksayan bir sistemin sürdürülebilir bir kalkınmayı gerçekleştiremeyeceğini görmemek de aynı derecede imkânsızdır.
Nitekim işin özüne bakıldığında AKP’nin kalkınma söylentilerinin de bir yanılsama olduğu görülmektedir.
AKP’nin iktidar dönemi olan 2001- 2015 arası dönemde büyüme hızı yılda ortalama yüzde 4.78 olmuş (fert başına milli gelir artışı yüzde 3, 4) ve yüzde 5 olan genel Türkiye ortalamasının altında kalmıştır. Bu süre zarfında gelir adaletsizliğinin daha da büyümesine şu anda dokunmuyoruz bile.
Bu durumda adaleti de kalkınması da tevatür olan AKP’nin kuruluş yıldönümü için yanılsama alanını seçmesinden daha anlamlı ve isabetli ne olabilir?


Ali Sirmen / CUMHURİYET

İstanbul’un ışıkları sönerken... - Nilgün Cerrahoğlu

Yaz başındaki bir Tarkan konserinin ardından Harbiye Hilton’a uğradığımda fark ettim.
Lobi tamamen boştu. Işıklar da mı loşlaşmıştı yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum. Ama aşağıda bir düğünden biraz erken çıkan müşteriler olmasa, otelin tümüyle terk edilmiş olduğunu düşünecektim.
Lobiye bitişik çay salonunda türbanlı hanımların çoğunlukta olduğu birkaç yerli ve Arap aile dışında ufukta tek Batılı turist görülmüyordu. Boğaz manzaralı terasa çıktığımda, buranın da boş olduğunu gördüm. Sonra aşağıda “Dragon”un yanındaki açık bara indim. Bu bölümde de sırf Türklerden oluşan birkaç masa dışında yabancıya rastlamadım. 



İstanbul’un bu en merkezi, en eski ve köklü beş yıldızlı otellerinden birindeki manzara, tam “bir olağanüstü hal ülkesindeki” duruma karşılık geliyordu.
Hani Amerikan filmlerinde hep görürüz. Şehirde sözgelimi bir çatışma/devrim yaşanmaktadır ya da olağanüstü kriz hali vardır. Krizi belgelemek için kente doluşan gözüpek gazeteciler, başka zamanların en kalabalık ve tanınmış otellerine indiklerinde, birden bir “boşluk” tablosu, kasvet durumuyla karşılaşırlar.


Kentle ilk temaslarında hayatın soluğunun kesildiğini derhal fark ederler...
“Hilton Oteli”nde o gece benim aldığım izlenim de böyle, akut bir turizm krizinin ötesinde, bir “yaşamın solup sönmesi” haliydi.
O nedenle İtalya’dan “La Stampa” gazetesinde önceki gün çıkan “İstanbul’un ışıkları sönüyor: Turistler terör saldırılarından ve polis baskısından kaçıyor” başlıklı yazı çok ilgimi çekti.


Yeni Türkiye kartalları
Türkiye’de uzun yıllar muhabirlik yapan ünlü gazeteci Marta Ottaviani’nin imzasını taşıyan yazı, İstanbul sokaklarının bundan böyle özel harekât timlerince eğitilen silahlı “gece kartalları” tarafından denetleneceğini, bunun İstanbul’un başına gelen en son talihsizlik olduğunu anlatarak konuya giriyor.
“Gezi tipi ayaklanmaları önlemek amacıyla” İstanbul’da başlatılan uygulamanın yakında tüm “Yeni Türkiye’ye” yayılacağını irdeleyen yazı, tarih boyu çeşitli kültür ve dinlerin buluşma yeri olan İstanbul’un bu meyanda gitgide “tek tipleştiğine” dikkat çekiyor.
Yazı; gece yaşamının bir zamanlar kalbi olan Asmalımescit-Sofyalı sokak arasındaki bölgenin tamamen ıssızlaştığını, Reina’nın, yılbaşı katliamı sonrasında kapandığını, Kuruçeşme’de Suada’nın da yıkılarak bir moloz yığınına dönüştüğünü anlatıyor. 


Yaz geceleri konserlerle şenlenen Rumeli Hisarı’nda bir cami açıldığından dem vuran “La Stampa”, sırf Erdoğan istiyor diye yapılan Çamlıca Camii’nin hızla yükseldiğini ve Türkiye’nin tek tipleşen “yeni ruhunun” simgesi olduğunu söylüyor.
“Batılı turistleri” İstanbul’un süratle başkalaşmakta olan bu yeni ruhun kaçırdığına parmak basan “La Stampa”, ayrıca Forbes’in “kadınlar için Türkiye’nin dünyanın en tehlikeli 10 yerinden biri” olduğu tanımına da yer veriyor.
Forbes dergisinin “kadın düşmanı ülkeler” listesine paralel biçimde ülkede şortlu kadınların uğradıkları saldırılara dikkat çeken ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cinsiyet eşitliği karşıtı söylemlerine yer veren İtalyan gazetesi; bunların hepsinin negatif algıyı besleyen öğeler olduğunu belirtiyor.


‘Güçten düşmüş İstanbul’
Çizme’nin iş dünyasında etkili olan gazetesi izlenimlerini şöyle sürdürüyor:
“Demokratikleşme umudu ve ekonomik büyüme yıllarını tanımlayan coşku ve enerji artık uzak bir anı. Kent tüm gücünü yitirmiş gibi... Hızla mutasyona uğrayan şehirde (gerçeğe göz kapatan) insanlar hâlâ her şey yolunda demeye devam ediyor ve inatla fazla bir şeyin değişmediğini iddia ediyor. Boğaz (suları) üzerinden başka, artık kafa çekecek yer kalmamış gibi. Gece vakti sonra bir yel esiyor ve karanlığın içinde sulara yansıyan ışıklar, eski mutlu zamanlardaki gibi her şeyin sürüp gittiği izlenimi yaratıyor.”
Batı medyasındaki bu “yeni Türkiye çehresi”ni anlatan yazılar çıkarken, Almanları vay efendim “Buraya gelmeyin!” diyerek kışkırttı diye Kılıçdaroğlu şimdi topa tutuluyor. Kılıçdaroğlu gerçi böyle bir şey söylememiş ya... Ama dışardan çekilen fotoğraf bu olduktan sonra, tüm siyasi liderler tek tek sıraya girip; “Türkiye çok güvenli, çok keyifli, çok eğlenceli; kim olursanız olun gelin!” diye demeç üzerine demeç verse ne olur ki?
Herkes kör, âlem sersem mi?


Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

10 Ağustos 2017 Perşembe

Mustafa Kemal’e Samsun yasağı - ALİ SİRMEN


Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı. Kurtuluş Savaşı’nın önderliği için Anadolu’ya atılan bu ilk adım tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri. Daha sonra birçok kültür, sanat, spor tesisine 19 Mayıs adı kondu. 
Bunlardan biri de Samsun’daki stadyumdu. İki yıl önce yenilenmesine başlanan stadyumun tekrar açılışındaki ilk karşılaşma, 6 Ağustos 2017’de, lig şampiyonu Beşiktaş ile kupa şampiyonu Atiker Konyaspor arasında oynandı. 6 Mayıs 2017 akşamı insanlar Samsun 19 Mayıs Stadı’na aktı. Bunların çoğu Konya ve İstanbul’dan gelen taraftarlardı. O gece herkes, formasıyla, pankartıyla oradaydı. 6 Ağustos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’na sokulmayan bir tek yasaklı kişi vardı: Mustafa Kemal. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’e 6 Ağutos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’na girme yasağı getirilmişti. 6 Ağustos 2017’de Beşiktaş taraftarının “Yaşa Mustafa Kemal Paşa, Yaşa!”pankartı stada sokulmamıştı. Ama yanıcı ve patlayıcı maddeler, akın akın sokulmuştu stada. 6 Ağustos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’nda her şey serbest bir tek Mustafa Kemal yasaktı.
Slogan haline getirilmiş, İzmir Marşı’nın dizelerini politik bulduklarını, son dönemlerde yaşanan gerginlikler yüzünden, politik sloganlar içeren pankartların sokulmaması yönünde bir karar aldıklarını söyleseler, bunun tartışılacak bir yönü olduğu belki düşünülebilirdi, ama o zaman İstanbul’da Fatih Terim Stadı’nda yapılan Başakşehir - Bruge maçındaki üzerinde kocaman bir Tayyip Erdoğan resmi bulunan “Başkomutan” pankartına ne denecekti? 
Tayyip Erdoğan başkomutandı da Mustafa Kemal neydi? Düşman mı? 
Tabii ki ortada böyle bir yasaklama kararı yoktu. Aslında var olan dağları bekleyen Mustafa Kemal korkusuydu. 
6 Ağustos 2017’de Samsun 19 Mayıs Stadı’nda tam bir skandal yaşandı, sahaya yanıcı patlayıcı maddeler ve bıçaklar atıldı, Beşiktaşlı Quarezma’ya bıçak gösterildi, Konyaspor taraftarları sahaya girdi. Kan dökülmemiş, can kaybı yaşanmamış olması adeta mucizeydi. 
Yanıcı, patlayıcı maddeleri stada sokmamakla, olayların bu noktaya varmasının önüne geçmekle yükümlü olanlar, neredeydiler?
Türkiye’de gerginlik o kerteye varmıştı ki, bir futbol maçı bile nerelere kadar tırmanacağı kestirilmesi güç çatışmalara yol açabilirdi. 
Devlet yıkıcılarının egemenliği bir futbol maçının bile nerelere kadar tırmanacağı bilinemeyen ölçüde germişti ülkeyi. 
Bu gergin ortamın felakete dönüşmemesi için tabii ki, polisiye önlemler alınmalıydı. 
Ama durum aslında polisiye önlemleri çok aşmıştı. 
6 Ağustos Samsun 19 Mayıs Stadı olayları, Türkiye’de gergin siyasal atmosferin yumuşatılması için acilen harekete geçilmesi zorunlu olduğunu gösteriyor. 
Bu cümleden olmak üzere, Cumhurbaşkanı’nın bütün muhalefet liderlerini davet ederek, yatıştırıcı bir çağrı metninin içeriği üzerinde anlaşmaya varmalarını sağlaması, daha sonra da ulusa bir birlik ve beraberlik çağrısını yapması gerekir. 
Tehlikenin büyüklüğü muhalefetin davete icabetini sağlayacaktır. 
Ancak görüşme ve çağrıdan beklenen biat değil, toplumsal yaşamı mümkün kılacak ortamı sağlayacak asgari koşullarda uzlaşma olmalıdır. 
Futbol Federasyonu da kulüp temsilcileriyle birlikte toplanıp, futbolun siyasetten uzak tutulması için gerekli uzlaşmanın gerçekleşmesini sağlamalı, kulüp yöneticeleri de Konyaspor Başkanı’nın yaptığı gibi, kışkırtıcı açıklamalardan kaçınmalıdırlar. 
Bütün bunlar olabilir mi? 
Bilmiyorum. Ama yine de mutlaka olmalı diyorum.
***

Yetkililer bu yasaklamaya makul bir gerekçe de bulamıyor, herhangi bir neden öne süremiyorlardı. 
***

Aslında, Türkiye’yi tehdit eden büyük tehlikenin bir kez daha gözler önüne serildiği 6 Ağustos 2017 gecesi alarm zilleri bir kez daha çalmıştı. 
 
Zira tehlike çok büyük!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

7 Ağustos 2017 Pazartesi

Siz devlet değil, turşu bile kuramazsınız - İLKER BELEK

Turşu kurmak kültür işidir.
Hayvancı-tarımcı göçebe toplumun icadı ve mirasıdır.
Yani bir iktisadı, toplumsallığı vardır.
Birlikte üretilir, kader bağıyla, birlikte tüketilir. Uzun yolculuklarda, yüksek yaylalarda, hayvan peşinde topluluğu hayatta tutar.
Yaratıcılık, sabır, sirkeyle sebzenin kardeşliği, alçakgönüllülük, dayanışma demektir. Beceri işidir. Göçer toplumun ekonomisidir.
Her kuruluş iktisadi bir rejime dayanmak ve sosyallik inşa etmek zorundadır.

                                                                           *****
Sizin ekonomiden anladığınız ise beton: AVM, otoyol, inşaat. Bunların üretimsel karşılığı neredeyse yok.
Cari açık, bütçe açığı, hazine açığı, üçlü açık, Türkiye iki yakasını bir araya getiremiyor. Üretmeyen ekonomi kaçınılmaz açık veriyor.
Türkiye’de artık bir elin parmakları kadar şirket betondan kazanıyor. Şirketler betonda işçi katlediyor.
Türkiye betonla kaplandıkça doğadan, insandan, üretimden, kültürden kopuyor. Ortalığı sel, felaket götürüyor. Kimileri tüketemeyecekleri paranın içinde yozlaşıyor. Bu çirkinliğin üzerinde oturuyorsunuz.
Yabancı sermaye girişlerine muhtaç bir ekonomi yarattınız. Dışa bağımlılık anlamına geliyor.
Bağımlı olan bağımsız hareket edemez, hiçbir şey kuramaz.

                                                                            *****
Hayal aleminde, emperyalistleşme rüyalarındasınız.
Kuraldır: Ekonominiz kendisine yetmiyorsa, doğal kaynaklarınız kıtsa ve kapitalist bir üretim tarzına sahipseniz, ancak büyük güçlerin izniyle hareket edebilirsiniz.
Türkiye sizin referansınız Menderes’ten beri emperyalizmin bölgesel taşeronudur.
Bu gerçekleri dikkate almadan kafaya göre takılmak antiemperyalizm değil vizyonsuzluktur. Önünüzü görebilecek yetiye bile sahip değilsiniz.
Bu nedenle Suriye’de kaybettiniz, Putin’den özür dilemek zorunda kaldınız, referandumu kazanmak hırsıyla bütün Avrupa ile ilişkileri de yine bu nedenle harcadınız ve yine aynı nedenle Almanya’dan aman dilemek zorunda kaldınız.
Yalnızsınız ve Rusya yalnızca kendi taktik çıkarları için sizle oynuyor.
Fethullah Afrika’ya, Rusya’ya, Türki cumhuriyetlere sizin adınıza “eğitim” seferleri düzenlerken, yine aynı vizyonsuzluk nedeniyle neler olabileceğini hiç göremediniz, siz O’na her istediğini verirken Amerika kendi işini görüyordu. Fethullah “eğitim” CIA teşkilatını taşıyordu ve o CIA’nın hakkınızda ne düşünebileceğini ancak 15 Temmuz gecesi fark edebildiniz.
Gerçeklerden kopuk bu keyfilikle siz hiçbir şey kuramazsınız.

                                                                           *****
Kurabilmek kültür işidir. Kurmak kültürlenmektir. Kültür bilimle, akılla üretilir.
Siz bilimin, evrimin düşmanısınız. Yeni nesilden anladığınız dindar ve kindar olanı. Eğitim derken kast ettiğiniz din ezberi. Kültürden kastınız öte dünyacılık.
Bu işler bir süre iktidarda kalmanızı sağlar, ama o zaman içinde Türkiye daha da geriler. Zaten, fen bilimleri sınav başarılarında, yoksulluk ve sefalet ölçeklerinde diğer ülkelerin karşısında geriye düşmelerimiz bu bakımdan işinizi gayet iyi becerdiğinizi gösteriyor.
Aşağılayıcı ve nefret dolusunuz. İnsanları inançlarına göre değerlendiriyor, başarı ölçütünün Allaha yakınlık, bunun ölçütünün de kendi inanç sisteminiz olduğunu söylemekten geri durmuyorsunuz.
Bu tarz; bilimi, medeniyeti, kültürü, kardeşliği, birliği yok eder.

                                                                            *****
Hiçbir şey kuramazsınız. Kuruluş için halkın kuruluşu benimsemesi, bunun için de ortak kurucu bir ideoloji gerekir.
Sizin böyle bir ideolojiniz yok. Başlangıçta AB’ciydiniz. Türk-Kürt kardeşliğini kuruyordunuz. “Barış” masaları falan. Bütün bunlara ne oldu?
Kader birliği adına toplumun önüne kendi dininizden başka koyabileceğiniz ne kaldı?
Dinle devlet kurulmaz. O dönem kapandı. O dönemi Fransız ihtilali, Aydınlanma isyanı, Kurtuluş Savaşı, Mustafa Kemal devrimleri kapattı. İnsanlık tarihsel olarak geride bıraktığı fikirlere yeniden dönmez. Eskimiş fikirlerden yeni bir kuruluş ideolojisi çıkmaz.
Bütün baskınıza rağmen halkın yarısını ikna edememenizin nedeni bu. Kalan yarısının desteği ise rızadan değil, yoksulluktan.
                                                                           *****
Sizin bir şey kurmak için kaynağınız yok. Ülkemizi siz borca batırdınız. Kurmak için ideolojiniz yok. Gerici, bilim düşmanı dünya görüşünüzle fikir dünyasını siz kurutuyorsunuz.
Siz bu nedenle dikta rejimi kurmaya mecbursunuz.
Siz bu nedenle kumpas kurmaya, bütün ilericileri içeri tıkmaya, yargıyı siyasallaştırmaya mecbursunuz. Bu işleri iyi bilirsiniz. Ergenekon kumpasının savcısı olmakla övünüyordunuz.
Siz gericiliğe, dine, betona, ranta, sömürüye mecbursunuz.
Bunlardan yeni bir medeniyet, devlet, kültür, toplum çıkmaz.
Ruh çağırıyorsunuz ve kaybedeceksiniz.


İlker Belek /SOL

Tayyip Bey dublör mü kullanıyor? - Arslan BULUT

"Tepki gelirse inkâr et, gelmezse devam et!" Bu taktik, kurulduğu günden beri AKP'nin uygulamasıdır. AKP ve Tayyip Erdoğan'dan önce aynı taktiği Turgut Özal ve ANAP denemişti
"Federasyonu tartışalım" diyen Özal, tepki gelince "Canım, neden olmayacağı anlaşılsın diye tartışılsın demek istedim" diye durumu toparlamaya çalışmıştı!
Tayyip Bey ise galiba siyasi dublör kullanıyor!


                                                                             ***

Tayyip Erdoğan, Binali Yıldırım ve Mahir Ünal, eski AKP yöneticisi, Ayhan Oğan'ın, "Biz 15 Temmuz'da çok büyük bir şey yaptık. Halk bir devrim yaptı. Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz. Beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan'dır" sözlerinin kendilerini bağlamadığını söylüyorlar!
15 Temmuz'da 40 yıldır ordusuna sızılmakta olan Türkiye, işgal edilmek istendi! Orduya sızmalar son 15 yılda katlanarak artmıştı. Öyle ki 2014 ve 2015 Yüksek Askeri Şurası'nda general yapılanların çoğunluğu, darbeci diye tutuklandı ve ordudan atıldı!
Bu bakımdan, Ayhan Oğan'ın sözlerinden önce AKP'nin, Türk milleti için bir utanç günü olan15 Temmuz'u, Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar'ın yerine koymaya kalkışmasının sebebini sorgulamak gerekir!
Öyle ya 15 Temmuz'u kurtuluş savaşı sayarsanız, insanları yeni bir devlet kurmak fikrine alıştırıyorsunuz demektir. Ayhan Oğan da bu alıştırma denemesinde bulunmuştur!

                                                                            ***

Aslında Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkıp yerine şimdilik "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" denilen bir devlet kurmak, doğrudan Amerikan istihbarat servisi CIA'nın tasarımıdır!
CIA'nın beyinlerinden Graham Fuller, "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" diye kitap yazdığı zaman, Türkiye'yi Türk devleti olmaktan çıkarma projesini "Osmanlıcılık" diye gösterecekti.
AKP ne diyordu sahi? Hatta şimdi ne diyor?
CIA ajanları Graham Fuller ve Paul Henze, 1980'li yıllardan itibaren, "Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok ırklı bir yapıyı benimsemelidir. Bunun için en iyi yol Ilımlı İslâm'dır. Etnik kimlikler kendilerini ifade edebilmelidir" demeye başlamıştı.
AKP ne diyor? Başka bir şey mi?
ABD, AKP ve FETÖ'yü kullanarak ve Ergenekon, Balyoz ve Casusluk diyerek, doğrudan orduya operasyon yaptırdı! Boşalan kadrolara, AKP sayesinde FETÖ'cüleri yani dine hizmet ettiğini zanneden Amerikan robotlarını yerleştirdi. ABD, 15 Temmuz'da işi bitirmeye çalıştı ama beceremedi.
Şimdi yeniden AKP'ye verdikleri ilk rolü hatırlatıyorlar!
FETÖ, kısmen tasfiye edildi ama açıkça görülüyor ki AKP de aynı hedefin peşinde! Onlar da devleti yıkıp, yeni bir kurucu mit ve yeni bir liderle birlikte başka bir devlet kurmak istiyor.

                                                                             ***

CIA şefi Graham Fuller, 2001 yılında artık Kemalizm'in modasının geçtiğini ve Türkiye'nin "ılımlı İslâm"a öncülük etmesi gerektiğini ileri sürüyordu! Fuller, "Fazilet Partisi'ndeki gençlerin baskın çıkacağı ve Yenilikçi Hareket'in ılımlı İslâm'a liderlik yapacağı"nı söylüyordu!
Graham Fuller, 2003 yılında da Türkiye'nin, İslâm'ı iktidarın içine alarak bir tehdit olmaktan çıkardığı yolunda sözler söylüyordu... İslâm'ın kendileri açısından tehdit olmaktan çıkması için kontrol edilmesi gerekiyordu. Bunu yaptılar, yetmedi, bir de "kukla İslâm" modeli ürettiler ve Türkiye'yi bütün kurum ve kuruluşları, ekonomisi, kültürü, medyası ve siyaseti ile şimdi de ordusu ile birlikte teslim almaya başladılar. Şimdi "yeni devlet"ten bahsedebiliyorlar!
Fakat bütün yaptıkları, bir üflemeyle yıkılacak kadar çürüktür. An meselesidir! Bütün mesele, halkın, bu projenin Amerikan dayatması olduğunu görmesindedir!

Arslan Bulut / YENİÇAĞ

6 Ağustos 2017 Pazar

Bizim hikâyemiz - Nilgün Cerrahoğlu

Bu bir dizi değil...
Gerçi dizi de olabilir. “Cumhuriyet”in ve “Eski Türkiye”nin hikâyesi…
Nasıl tat aldım anlatamam. Ümit Aslanbay’ın Ali Sirmen’le yaptığı nehir söyleşisi, “Bir Eski Cumhuriyet İçin” kitabını, soluk almadan okudum. Sorular ve yanıtlar müthiş akıcı. Belli ki kimyaları tutan iki insan arasında gerçekleşmiş.



Sirmen canlı sohbetlerinde olduğu gibi, tatlı tatlı anlatıyor. İnsan kendini hemen oracıkta, iki meslektaşın yanında, sohbetin ortasında hissediyor.
Sadece “Cumhuriyet” değil.. “eski Türkiye”nin ve “eski İstanbul”un da sararmakta olan kesitleri var kitapta...
İnsanların küçük bir havluya mayolarını sarıp gittiği İstanbul’un “halk plajlarını”, demokratik “çay bahçesi” keyiflerini, buna karşın iki dirhem bir çekirdek giyinilerek “inilen” Beyoğlu yıllarını; Bağdat Caddesi, Moda gibi “piyasa yapılan” türdeş İstanbul semtlerini.. yeniden yaşadım kitabın sayfalarında gezinirken.
Sirmen’in şaşırtıcı keskinlikle kaydettiği, çocukluk yıllarımın İstanbul’unun sınırlarını tekrardan hatırladım:
“Şehir Şişli Camii’nin orada biterdi” diye anlatıyor Sirmen: “(Ve) dutluklar başlardı. Mecidiyeköy yoktu. Öte yandan, Topkapı’dan sonra da şehir biterdi. Yeşilköy, Florya vardı. Karşıda, Bostancı’da, Yeldeğirmeni’nde yine şehir biterdi. Küçücük bir yerdi bence İstanbul.”
Sirmen’in evreni
O “küçücük yer”in bir mega canavara dönüşmesi sürecinde işte olan biteni, kendi kişisel öyküsü ve Cumhuriyet’in büyük serüveni üzerinden anlatıyor Sirmen.
Sirmen’in geçmişi hakkında bilmediğimiz şeyler keşfediyoruz sayfalarda.
Örneğin dedesinin besteci Sadi Işılay olduğunu; ana karnında kendisini bırakıp ABD’ye giden babasıyla ilk kez 40’ında tanıştığını, bu değerli kaynak kitaptan öğreniyoruz.
Bu travmatik öyküye rağmen, babasına karşı kin tutmamış Sirmen. Bunu şöyle anlatıyor:
“Anneme çok şey borçluyum. Beni annem yetiştirdi. Ona en borçlu olduğum şey, evde babam aleyhine olumsuz hiçbir şeyin konuşulmamış olması. Annem hep ‘Oldu işte, gitmiş orada yaşıyor’ derdi. Hakikaten de öyle. Amerika’daki işinde çok başarılı olmuştu. Kendi firması vardı, ‘Gaynor and Sirmen’ diye...”
Sirmen’in kim bilir sonra çok hoşgörülü ve açık fikirli, açık ufuklu bir insan olmasında, böyle farklı, kırılgan bir çocukluktan gelmiş olmasının etkileri vardır.
Sirmen’i Sirmen yapan başka bir damar da Galatasaraylılık.
Bunu “Değişik bir okuldu Galatasaray” diye aktarıyor: “Biz son sınıftayken ‘Bisiklet Hırsızları’ filmi gelmişti. Öğretmenimiz Zeki Ömer Defne’ydi. ‘Bugün ders yapmayacağız. Bisiklet Hırsızları’nı konuşacağız’ dedi. Beyoğlu’nda sinemalara gidiyorduk o yıllarda. Zaten Türkiye’nin ilk sinema kulübü de Galatasaray’da kuruldu. Filmi epey izleyen olmuştu ki, üstünde bir hayli konuşmuştuk... Bunu okulun geleneğini anlatmak açısından söylüyorum.”
‘Tehlikenin farkında mısınız?’
Ve Cumhuriyet...
Ali Sirmen’in Cumhuriyet’te ilk yazısı 23 Nisan 1974’te çıkmış. Yani 43 yıl önce. Gazetenin ömrünün hemen yarısını, Milliyet parantezi dışında, “içeriden” yaşamış Ali Sirmen.
Ne tanıklıklar var kitapta...
Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Nadir Nadi.. aynı zamanda Aziz Nesin, Çetin Altan, Kemal Tahir, İsmail Cem, Turhan Selçuk, Yaşar Kemal... Sirmen’in anılarıyla hep yeniden yaşam buluyor.
Sirmen esprili anekdotlarla, bu isimlerden oluşan zengin bir galeri sunuyor.
Değerli meslektaşlarım Sirmen ve Ümit bu sular seller gibi akıp giden nehir söyleşide, Cumhuriyet gazetesinin “Kemalist sol” günlerinden bugüne uzanan öyküsünün sürükleyici dökümünü yapıyorlar.
Bu dökümün sonunda Ümit, Sirmen’e gazetenin “bundan sonrası”nı soruyor.
“Cumhuriyet gazetesine ne olacak sorusu, Cumhuriyet rejimine ne olacak sorusu ile yakından ilgilidir” diyerek yanıt veriyor yazarımız:
“Tehdit yokmuş gibi düşünmek, aşırı iyimserlik olur. İlhan Selçuk bu tehlikeyi görmüştü, manşetlerde haykırmıştı, ‘Tehlikenin farkında mısınız’ diye...”
“Bir Eski Cumhuriyet İçin”i keyifle olduğu denli büyük bir hüzünle ve içimde bir sızıyla okudum.
Hele hele açıkça artık “yeni bir devlet kuruyoruz” tartışmalarının yapıldığı şu sırada, o sızı yüreğimi deldi.
Aslanbay, duruşu, kişiliği, fikirleri, tanıklığı ve donanımıyla tam bir “Cumhuriyet insanı” olan Ali Sirmen’le bu nehir söyleşiyi gerçekleştirerek, hedefi 12’den vurmuş.
Basın tarihinde mutlaka iz bırakacak bir kitap bu.
Cumhuriyet okurlarının da kütüphanelerinde bulundurması gereken bir hazine.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Vesayet Savaşları! Ahmet Yavuz ve Cesaret - Mine G. Kırıkkanat

Meydandaki kalabalık 300-400 kişi, dar sokaktaki askerler 40 kadardı. Sivil ve asker karşı karşıyaydı. Askere en yakın duran sivillere yaklaştım. Kendimi emekli general olarak tanıttım. Darbeye karşı bir kişilik olduğumu vurguladım. Tanıyan birkaç kişi, saygılı bir tavır takındılar. Kalabalığın büyük bölümü sakindi.
Askerlerle
konuşmak istiyorlar, onlar ise cevap vermiyorlardı. Askerlere döndüm. Kendimi tanıttım. Komutanlarını sordum. Arkadaydı. Geldi. Kendimi tekrar tanıttım. Yasadışı bir iş yaptıklarını, derhal kışlalarına dönmeleri gerektiğini söyledim. Binbaşı hem saygılı, hem de ne yapacağı konusunda ikircikliydi. Daha doğrusu yaptığı işin doğru mu, yanlış mı olduğundan emin değildi.
Beni tanıdığını söylemesi üzerine, Ordu komutanının açıklama yaptığını, darbe girişiminin hiyerarşik olmadığını ve suç işlediklerini yeniden ifade ettim. Bir yandan sivillerle, diğer yandan binbaşıyla konuşuyordum. Sivillere konuşmak için her dönüşümde, Binbaşı telefona sarılıyor ve birilerine ulaşmaya çalışıyordu.
Bazı sivilleri ikna etmekte çok zorlandım. Amaçları olay çıkarmak gibiydi. Onları sakinleştirmeye çalışırken, askere de kışlaya dönmesi için baskı yapıyordum. Binbaşı, siviller uzaklaştığı takdirde kışlaya döneceğini söyledi. Geniş çoğunluk talebime uydu ve kalabalık arasında bir yol açıldı. Binbaşı oradan geçmek istemediğini belirtince, geriye dönüp ters istikamette ilerlemelerini önerdim. Tam bu kararı uygulamaya koyduğumuzda, kalabalık içinden iki kişiyi zapt etmek sorunu yaşadık. Sonradan, bunlardan birinin sivillere “Asker ateş açacak!”, askere yaklaşıp “Ateş açın!” dediğini öğrendim. Muhtemelen FETÖ’nün adamlarındandı. Bunlarla mücadele etmek oldukça güç oldu ve zaman kaybına yol açtı.
Sonuçta kalabalığı askerlerden uzaklaştırmayı başardık...*
*AHMET YAVUZ’un “Vesayet Savaşları/ İleri Demokrasi Hayalinden Darbe Gerçeğine” başlıklı inceleme kitabından alıntıdır. (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2017) 


***
Fatih Terim & Co.
Fatih Terim, başarı oranı en iyimser hesapla yarı yarıya “imparator”luk mesleğinde yıllarca Galatasaray ve Milli Takım’dan beslendi.
Hem de ne beslenme! Ama Terim hanedanına besi yetmiyor...
Fulya Terim, Events adlı organizasyon şirketiyle kocasının çevresindeki milyarderlerin düğün dernek düzenlemelerinden sebepleniyor.
Küçük kız Buse, babasının ününden nemalı “moda blogger”ı oldu. Bebeğinin alt bezi dahil, kullandığı tüm eşya ve aksesuvar fotolarını sosyal medyada yayımlayarak marka reklamı yapıyor. Kazancından ne kadar vergi veriyor doğrusu bilmek isterdim; çünkü bencileyin utanç verici bu çığırtkanlıktan, “post” (gönderi) başına 30 bin TL parsa topladığı iddia ediliyor. Hatta bir ara Milli Takım’ı çığırtkanlığını yaptığı markalarla giydirdiği bile ileri sürüldü!
Buse’nin kocası Volkan Bahçekapı, futbol menajeri Ahmet Bulut’un ortağı. Şirket, pek çok futbolcuya menajerlik hizmeti veriyor. Bu futbolculardan bazıları, sebebi hikmeti Fatih Terim’den sorulan yeteneklerinden dolayı Milli Takım’a transfer edilince, büyük kulüpler tarafından kapışılıyorlar... ama Ozan Tufan ve Ahmet Çalık örneğinde görüldüğü gibi, pek de olağanüstü çıkmıyorlar. Zarar yok, çünkü damat Volkan Bahçekapı, bu transferlerin parsasını tıkır tıkır topluyor.
Büyük kız Merve’nin ne iş tuttuğunu bilmiyoruz. Büyük damadın meşgalesini de bilmiyoruz. Ama Fatih Terim’in Alaçatı’da kebapçı basmasına neden olan restoran sahibinin, büyük damadın kız kardeşi olduğunu biliyoruz.
Sizin anlayacağınız, Terim hanedanını doyurmak zor... 


***


İşte size birbirine zıt karakter ve tıynette iki adamın yaşamından kesitler.
Balyoz kumpası mağduru ve mapusluğunun dışında futbol tutkusuyla ünlü Em. Tümgeneral Ahmet Yavuz’un, bugün bilgisinden başka hiçbir zenginliği yok ve yurdunu, halkını korumak için mücadeleye devam ediyor.
Ötekinin neyi koruyup kollamakla iştigal ettiğini, artık biliyorsunuz.
Hangisinin mega, hangisinin mikro olduğuna ve bu ülkeyi kimin temsil ettiğine siz karar verin.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Meczup - AYDEMİR GÜLER

Erdoğan ektiğini biçiyor!

Uyuşturucuyu çekip Atatürk heykelinin ayağına saldıran yaratık.
Bayramiç’te sarıklı polis memuru.
İstanbul’da parkta kılık kıyafet düzenlemesi yapmaya kalkan özel güvenlik görevlisi.
Aynı mesleği vapurda icra ederken izinsiz simit satan gence işkence edip tehdit ve -belli ki- eğlence için görüntü kaydeden manyaklar…
Bu uzun liste geçen yılların birikimi olmakla kalmıyor. Daha dün cumhurbaşkanının “Cuma hutbesi” diyebileceğimiz konuşması ekim dikim çalışmalarının sürdüğünü gösteriyor. Ortalığı meczuplar sardı. Türk yobazlığının militan kadrosu hakikaten sıyırdı. Herhalde önleyici sağlık hizmetlerinde bırakılan boşluklara değil, en elverişli siyasal ve ideolojik iklimi özenle şekillendiren siyasi iktidara bağlayacağız bu sonucu.
Ancak ektiğini biçmek deyimi bir iç çelişkiyi de barındırır. Erdoğan her sabah gözünü açtığında “Allahım, diyordur, bugün beni hangi sapıkla sınayacaksın?” Tanrısı gün sektirmediği için adamcağızın inancı sarsılıyor, kendinden kuşkuya kapılıyor, sevgili kul kategorisinden atıldığını düşünerek derin buhranlara gark oluyordur. Öte yandan meczup yobazların muktedir yobazlar tarafından nasıl cezalandırılabileceklerini bildiğimden, oh olsun demekle iç bulantısı arasında gidip geldiğimi de eklemeliyim.
Demek istediğim şu ki, bu gidişat kontrolden çıktı ve ortada içinden çıkılması büsbütün imkânsız bir mekanizma var. Erdoğan stratejik kararını çoktan verdi. Buna göre içine düştüğü siyasi kriz karşısında uzlaşma aramak intihar olurdu. Çare yola tam gaz devam etmekti. Lakin motorun ne suyunun ne yağının, ne de aracın kaportasının kaç zaman yeteceği tam bir muamma olduğu için, gaza bastıkça memleket deliler evine döndü. Şimdi reis gazdan ayağını çekmeden kontrolü sağlamak zorunda!
Gaza bas ve mesela müftülere evlendirme yetkisini ver... Yarın öbür gün bir toplu tecavüzde yakalananların “nikah kıymaya gelmiştik” diye ifade vermelerine kimse şaşırmasın.
Fransız Devriminde işin görülmemiş bir kilise düşmanlığına ve ruhban sınıfın fiziki tasfiyesine varması Jakobenlerin katı ateistler olmasından kaynaklanmıyordu. Dinci siyaset ve dinsel kurumları hedef alan terörün arkasında büyük bir halk enerjisi vardı. Öfkeden, çileden çıkarılmışlıktan kaynaklanıyordu bu...
Bize ve bugüne ait örnekleri ekleyin lütfen... Milli Eğitim Bakanlığının tarikatların cirit attığı bir yağma evi olduğu açıktır ve yönetici ve kadrolarının kendilerini basbayağı tecavüze vakfettiği kanıtlanmış bir kurum bu yağmadan aslan payını almaktadır. Bunların veya Fatih Terim’e o paraları maaş diye bağlayanların halkın öfkesinden sıyrılma ihtimali sıfırdır.
Erdoğan dindar nesil sloganından vazgeçemez ve dolayısıyla eğitim artık sapıkların etkinlik alanıdır. Sporun bugünkü gibi, hem kendisi bir sömürü mekanizması hem de sömürüyü örten bir yanılsama organizasyonu olarak daha da tahkim edilmesi zorunludur. Dolayısıyla ceplerinden tomar tomar para dökülen bir Fatihler ordusu basacak mekân aramaya çıkmışlardır. Bu ahlaksızlık, belasını bulmazsa cezasını bulur.
AKP’nin bizzat proje olarak kurduğu birkaç kulüp hariç, o endüstriyel futbol organizasyonunun her bir takımında en büyük taraftar gruplarının İzmir Marşına sevdalanması rastlantı değil. Hiç merak etmeyin, zorla ayet ezberletilen çocuklar çok sert tepki verecek. Örnek çok. Bütün örneklerden aynı doğrultu çıkar. Erdoğan’ın iktidarda tutunma stratejisi toplum tarafından kusulacak.
Erdoğan daha fazla yobazlık isterken meczupları nasıl tasfiye edecek? Liberallerin, yobazlığı aklama hızlarından kuşku duymuyorum, ama meczupların üreme hızına kim yetişebilir? Bu toplumsal kaynamanın AKP’deki aşırı ısınmayla buluşacağını biliyoruz. Yakın zamanda parti ve devlette yeni kadrolaşmaların ve tasfiyelerin gündeme gelmemesi mümkün değildir. Kavgada zaten meczuplara çok iş düşecektir…
Bu çıkışsız yolun çıkışsızlığını söylemek artık marifet olmaktan çıktı. Yapılması gereken bir başka çıkış yolunu, emekçilerin çıkış yolunu örgütlemek.

Aydemir Güler / SOL

4 Ağustos 2017 Cuma

9 Madde’de Diyanet - KEMAL OKUYAN





1. MEHMET GÖRMEZ ÇOK YAKIŞIYORDU

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez gitti. Erdoğan’ın pek sevgili kuluydu, toz kondurulmuyor, zırhlara büründürülüyordu. Sakal kesimi ve kıyafetiyle biraz İranlı reformcu mollaları, biraz Vatikan elitlerini, biraz da Osmanlı ulemasını andırıyordu. Büyük bir tahribata imza attı ve gitti. Gidişinde saray entrikalarına bulaşmasının etkili olduğu söyleniyor. Bir noktadan sonra bizi ilgilendirmez; entrikasız olmaz Yeni-Osmanlı hülyası.

2. ERDOĞAN UYANIYOR!
Görmez’in gidişi bazılarını rahatlattı, ülkenin artık eskisi kadar gerici olmayacağı iddia edildi. Erdoğan’ın da laikliğin önemini kavramaya başladığı 15 Temmuz’dan hemen sonra ileri sürülmemiş miydi! Görmez giderken “sapkınlığı görmek için 40 yıl geçmesi gerekti” itirafını biraz da bu basınçla yapmıştı vs. vs. vs.

3. KENDİNİ KURTARMAK İÇİN
Kuşkusuz Erdoğan kendisini kurtarmak, giderek ciddileşen uluslararası kuşatmayı hafifletmek ve içerideki laik duyarlılığı azıcık okşamak için dinselleşme gazından ayağını çekmeyi düşünebilir. Birkaç konuşmasında din istismarcılarına sataşabilir. Laiklikten kim ölmüş ki! Türkiye’de laikliğin tanımını din ve vicdan özgürlüğü olarak yapan bir ana muhalefet partisi var. Erdoğan da ucundan laiklik yapsa ne olur? Erdoğansız AKP, AKP’siz AKP modellerinde de bu tür bir göz çıkarmayan dincilik hedeflenmiyor muydu? Gerekirse Erdoğan, Erdoğansız AKP modeline bile reis olabilir!

4. AMA İMKANSIZ
Ancak bütün bunlar dilimizi yoran, gerçekte karşılığı olmayan akıl yürütmelerdir. Dinselleşme olmaksızın Erdoğan ve arkadaşları iktidarlarını sürdüremez. Artık kelle verme dönemine giren AKP’nin başka tutkalı yok. İslamcılığı aşağıya çekip milliyetçiliğe daha fazla yaslanmak AKP’yi tamamen dağıtır.

5. SAPKINLIK YARIŞI
Mehmet Görmez “FETÖ sapkınlıktır” demiş oldu. Kendi icraatlarını ve konuşmalarını dökelim, hiç aşağı tarafı yoktur. Yerine geleceklerin de. Bugün Diyanet’in Türkiye’de devletin içinde tuttuğu yer, genel olarak dinin siyasette kapladığı alan, sapkınlıktan başka bir şey üretmez. Ülkenin en az yobaz din adamını bulup oraya koyun sonuç aynı olur. Diyanet bir fetva kurumuna dönüşmüş durumda; ne diyecek “bilime inanın” mı!

6. LAİKLİK NEYDİ?
Din işleri, devlet işlerinin ve siyasetin dışında duracak. Laiklik bu. Buradan hareketle din işleri toplumsal hayatın düzenlenmesine karışmayacak, eğitimden uzak duracak, hukuka burnunu sokmayacak. Dahası da var, dinsel referanslar ile öne çıkan, dinsel inançlarını bir toplumsal kimlik haline getiren kimse siyaset yapamayacak.

7. LAİKLİK NE DEĞİLDİ?
Kılıçdaroğlu “laiklik, din ve vicdan özgürlüğüdür” desin istediği kadar. Böyle bir laiklik yok. Din ve vicdan özgürlüğü temel özgürlüklerdendir, bir haktır. Laiklik bu değil. Acı ama gerçek: Laiklik Kılıçdaroğlu’nun da bu şekilde siyaset yapmaması, yapamamasıdır.

8. DİYANET’İN BAŞININ ÖNEMİ YOK
Görmez gitti, yerine yenisi gelir (belki de siz bu satırları okurken geldi), bir şey değişmez. Eğitim bütün unsurlarıyla gericileştirilirken, her gün her saat kadınlara dönük inanç ve değer sisteminden “ilham” alan bir saldırı gerçekleşir ve bu resmi bir onay görürken, dini nikah “resmiyet” kazanırken azıcık daha dikkatli bir Diyanet Başkanı’na sevinecek varsa şaşarım onun aklına.

9. HOŞGÖRÜ, EŞİT MESAFE… GEÇİNİZ!
“Bütün din ve mezheplere eşit mesafede duran bir Diyanet olsun” demek, hem imkansızı istemek hem de gericiliği meşrulaştırmaktır. Sonra, “inanmayana da saygı gösterilsin” talebinin muhatabı Diyanet değildir. İnanmayanlara korunması ya da hoş görülmesi gereken “azınlık” muamelesi yapılamaz çünkü inançları saymak, insanları inanç üzerinden tasnif etmek suçtur! Bugünkü biçimiyle Diyanet topyekun lağvedilmelidir. Talep bu olmalıdır. Laiklik ilkesine aykırı davrananlarsa illa ki yargılanacaktır. Aydınlanma kavgasının önemli bir unsuru budur.

Kemal Okuyan / SOL

Ekonomide durum muhasebesi - KORKUT BORATAV

Türkiye ekonomisi için kuşbakışı bir “durum muhasebesi” yapalım.

2015 Sonu: Sağlıksız Bir Sentez
AKP döneminin istatistiklerine bakarak 2015 sonunda şu teşhisi yapıyordum: Türkiye ekonomisi hastalıklı bir senteze ulaşmıştır.

Teşhis dört vurgulamaya dayanıyordu:
(1) AKP iktidarı boyunca Türkiye ekonomisinin büyüme ivmesi dış kaynak girişlerine bağımlı olmuştur. 2008-2009’un kriz ortamını saymazsak, her yıl ortalama olarak millî gelirin yüzde 7,5’i oranında yabancı sermaye girişi gerçekleşmiştir.

(2) Dış kaynak girişlerinin oranı değişmediği halde ekonomi durgunlaşmıştır. AKP iktidarının ilk (2003-2007) ve son (2011-2015) beşer yıllık dönemlerinde ortalama  büyüme hızı yüzde 7,3’ten yüzde 4‘e inmiştir.

(3) Durgunlaşmaya rağmen cari işlem açıklarının millî gelire oranı yükselmiştir: Bu iki dönem ortalaması: %4,8 → %6,6.

(4) Büyüme hızı düşerken artan dış açık oranının nedeni, dış kaynak girişlerinin  sermaye birikimini değil, tüketimi beslemesidir. 1998-2002, 2003-2007 ve 2008-2015 dönemlerinde millî gelirin yatırımlara ayrılan payı, benzer ekonomilerin çoğuna göre düşük kalmıştır: Yüzdeler olarak ve aynı sırayla 19,0 → 20,4 → 19,8… Düşük sermaye birikimi, büyüme hızını da aşağı çekmiştir. Aynı üç dönemde özel ve kamusal tüketimin millî gelirdeki ortalama payları, %80,2 → %83,4 → %85,0 olmuştur.  

(5) Bu olgular, yurt içi tasarruf oranlarının aşınması anlamına da gelir. Bu dönemlerde millî gelirde tasarrufların payına bakalım: %18,6 → %15,8 → %13,8…

(6) Özetle, on üç yıllık AKP iktidarı, 2015 sonunda Türkiye ekonomisini sağlıksız bir senteze getirmiş oluyor: Artan dış bağımlılık içinde tüketimi pompalayarak durgunlaşan bir ekonomi…  

“Sağlıksız, hastalıklı” sıfatları bana aittir. İstatistiklerden türetilen bu tespitler ve bunların yarattığı sorunlar üzerinde iktisatçılar arasında yaygın görüş birliği vardır; nedenler ise tartışmalıdır. Örneğin “dış kaynak hareketlerine artan bağımlılık ve tasarruf oranındaki düşüklük”, IMF’nin son yıllardaki Türkiye raporlarında hep vurgulanmıştır.

Özetlediğim makro-ekonomik göstergelerin ayrıntılı verilerle zenginleştirilmesi, dış bağımlılığın ciddiyetini ortaya çıkarmaktadır. “Yükselen piyasa ekonomileri”ni inceleyen uluslararası finans çevreleri bu nedenlerle iki yıl önce Türkiye’nin “beş kırılgan ekonomiden biri” olduğunu belirlemişti.

2016’da Bir “Ekonomik Mucize”

Geçen yıl bir “mucize” gerçekleşti ve Türkiye ekonomisinin yukarıda “sağlıksız bir sentez” diye özetlediğim sorunlarının büyük bir bölümü ortadan kalktı.
“Ekonomik mucize”, yerli ve yabancı sermayenin,  işçilerin, tüketicilerin, hükümetin iktisadî davranışlarının değişmesinden değil, Türkiye İstatistik Kurumu’ndan (TÜİK’ten) kaynaklandı.
Nasıl oldu? TÜİK Haziran 2016’dan itibaren eski millî gelir (GSYH) serilerinin sürdürülmesine, yayımlanmasına son verdi ve 1998-2015 GSYH düzeylerini, öğelerini yeni baştan hesapladı. Yeni veriler, yerli-yabancı iktisat çevrelerinin yukarıda özetlediğim tespitlerini büyük ölçüde geçersiz kıldı. 

Eski ve yeni istatistikler arasındaki farklar nedir?
Yeni hesaplamalara göre, 2015 millî gelir düzeyi, önceki (eski) serinin yüzde 19,7 üzerindedir. AKP’nin iktidarının her yılında millî gelir, eski serinin üzerine çıkarılmıştır. Bu “ayarlama”, 2009 sonrasında hızlanmakta; Türkiye ekonomisinin 2010-2015’te büyüme ortalaması (yüzde olarak) 4,8’den 7.3'e yükseltilmekte; ülkemiz dünya sıralamasında Çin’in hemen ardında ikinci konuma yerleşmektedir.

Bu “ayarlama”, harcama kalemlerine de çarpıcı değişiklik getirecektir: TÜİK,  yatırım ve yurt-içi tasarruf oranlarını da (kabaca) onar puan yukarı çekmiştir. Bu basit revizyon sayesinde Türkiye ekonomisi,  yüzde 30 civarında yatırım; yüzde 25 oranında tasarruf gerçekleştiren sağlıklı bir özellik kazanmıştır.

Böylece, yıllardır dışsal kırılganlıkların temel bir dayanağı olan “düşük sermaye birikimi, yetersiz tasarruflar” arızası, “durgunlaşan ekonomi” tespiti ile birlikte ortadan kalmış oldu. TÜİK’in revizyonları da Türkiye’yi “yükselen piyasa ekonomileri” içinde  Asya ülkelerini andıran dinamik, olgun bir konuma yerleştirdi.

Kısacası, iktisatçıların belirlediği “sağlıksız bir sentez”, TÜİK yönetimi tarafından ekonomik bir mucizeye dönüştürülmüştür.

“Mucize” İnandırıcı Bulunmuyor

Peki, bu revizyonun gerekçeleri, dayanakları, yöntemleri nedir? Güvenebilecek miyiz??
TÜİK, yeni hesaplarını yayımlarken kaynaklarını, yöntemini açıklamadı, tartışmaya açmadı. İlk aşamada bir grup iktisatçı, sorularını, kuşkularını bir makalede özetledi; TÜİK’e ve kamuoyuna taşıdı.

Yanıt gelmeyince eski ve yeni millî gelir serilerini karşılaştıran bir dizi yazı yayımlandı. Gösterildi ki reel ekonominin öğeleri olan sanayi ve inşaat üretim endeksleri ile istihdam istatistikleri, 2003-2015’e ait eski (önceki) GSYH  serileri ile yakın paralellik taşımıştı. Buna karşılık,  aynı değişkenler ile yeni millî gelir verileri arasında büyük boyutlu kopukluklar vardır.
Bu sorular, bulgular kamuya açık bir seminer ile tartışmaya açıldı. Yeni millî gelir hesaplarının tutarsızlıklarını belirleyen bu tespitler ve benzeri eleştiriler TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda TÜİK yetkililerine doğrudan doğruya aktarıldı.

Anlaşıldı ki, yeni millî gelir tahminleri, “üretim verilerinden, bunları içeren anketlerden değil, Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı’ndaki şirket bilgilerinden ve benzeri idarî kayıtlardan” yapılmıştır; ileride de yapılacaktır. Aykut Erdoğdu Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sormuş: “Bu bilgiler, hangi yöntemlerle millî gelir kalemlerine taşınmaktadır?” Bu soruya muhatap olan TÜİK Başkan Yardımcısı’nın, “meslek sırrıdır” anlamına gelecek tuhaf bir yanıt verdiğini de öğrendik.
İstatistikçilerin ciddi bir meslek etiği vardır; orada “meslek sırrı”  kavramına  yer yoktur.
Açık-seçik ortaya çıkmıştır ki bu meslekten olmayan kişilerce yönetilen TÜİK, millî gelir revizyonları ile kamuya, topluma değil AKP’ye hizmet etmiştir.

2016-2017’de Büyüme Göstergeleri

Bu açıklamalar göstermiştir ki TÜİK’in millî gelir hesaplarına güvenmemiz mümkün değildir.
2016’dan itibaren yayımlanan GSYH istatistiklerini eski hesaplarla karşılaştırmak da artık mümkün olmayacak. Bize sunulan bulguları, diğer verilerle karşılaştırmak, denetlemek, tartışmak zorundayız.
Aşağıdaki tabloda 2016 ve Ocak-Mart 2017 için  bu tür bir tartışma için düzenlendi.
Değişkenler, 12 ay öncesinin aynı zaman aralığı ile karşılaştırılıyor ve büyüme oranları böylece hesaplanıyor.

Tablonun ilk üç satırı TÜİK’in yeni millî gelir serilerinin enflasyondan arındırılmış (yeni terminoloji ile “hacim endeksli”) tablolarından alınmıştır. 2016’nın tümü ve 2017’nin ilk üç ayı için toplam GSYH’nın ve sanayi, inşaat sektörlerine  ait millî gelirin büyüme hızları veriliyor.

2016 ve 2017 için TÜİK’in millî gelir hesapları ile sunulan bu büyüme oranlarını, sonraki üç satırla kontrol ediyoruz. Hemen ifade edelim ki, bu veriler de TÜİK kaynaklıdır; ancak millî gelir hesaplanırken dikkate alınmamıştır.

Satır 4, istihdamdaki değişimi içeriyor: Toplam istihdam 2016’da %2,2, 2017’nin ilk üç ayında ise %1,6 artmış.

2016 bulgusu, GSYH’daki büyüme temposunun gerisindedir; ancak, aradaki fark ortalama emek veriminde ılımlı (%1’in altında) bir ilerlemeye tekabül eder ve kabul edilebilir.

Ne var ki, aynı makas, Ocak-Mart 2017’de abartılı boyutta açılmıştır: İstihdam artışı yavaşlamış (%1,6’ya inmiş); ekonominin büyümesi ise hızlanmış, %5’e çıkmıştır. Türkiye ekonomisinin ortalama emek verimi bir yıl içinde olağan-dışı, açıklanması imkânsız bir tempoda artmış görülmektedir.

Daha ciddi bir kopukluk, sanayi ve inşaat sektörlerine ait millî gelir (katma değer) ve üretim endeksleri arasındadır.

Sektörlerin millî gelir kalemleri bunların gayri safi üretim değerlerinde içkindir; onlardan türetilir. TÜİK, yeni millî gelir hesaplarından bu nesnel bağlantıyı dikkate almadığı için, 2016’da üretim değeri  sadece %1,9 artan sanayi sektörünün millî gelir  öğesi (katma değeri) uçmuş-gitmiş, %4,5 oranında büyümüştür. Ocak-Mart 2017’de sanayide üretim/millî gelir artışları arasındaki kopukluk daha da açılmıştır: %1,7 → %5,3…

Bu iki dönemde sanayide gözlenen kopukluk nasıl açıklanabilir? Ara-mal kullanımını düşüren teknolojik bir sıçrama mı? İthal girdilerde veya emek maliyetlerinde olağan-dışı bir ucuzlama mı? Arıyoruz; iktisadî göstergelerini bulamıyoruz.

Gelelim inşaata… Bu sektörün 2017 üretim endeksleri henüz yayımlanmadı. 2016’da inşaat üretim değeri %2 oranında artarken sektörün millî geliri (katma değeri) %7,2 büyümüştür.  Üretim/millî gelir kopukluğu sanayi sektörünü dahi aşmıştır. Üstelik, inşaat sektörünün, sanayiye göre daha durağan bir teknoloji içerdiği malumdur.

TÜİK geçmiş yıllarda, millî geliri geleneksel yöntemlerle, yani, sektörlerin üretim verilerini temsil eden anketlerden hareket ederek hesaplarken, sanayi ve inşaat üretim değerleri ile millî gelir öğeleri arasındaki bağlantı çok yakındı. Büyüme tempolarından türetilen esneklik katsayıları 0,9 ile 1,1 arasındaydı. Şimdiki gibi iktisat sağduyusunu zorlayan kopukluklar söz konusu değildi.

Daha önce değindiğimiz  2003-2015 karşılaştırmaları  ve tablomuzda içerilen 2016 sonrasına ait bulgular aynı sonucu veriyor: TÜİK’in yeni millî gelir verilerine güvenemiyoruz…

                                                                              ***

Bu durumda millî gelir verilerini bir yana bırakalım ve “ekonominin gidişatı” üzerinde birkaç gözlem yapalım… Bu “gidişat”, yukarıdaki “sağlıksız sentez” genellemesinde ısrar ederek algılanabilir.
Son iki yılda ne oldu? Temmuz 2016 şoku, dış kaynak girişlerini  azalttı; ekonomiyi inişe sürükledi. Hükümet, kamu maliyesinden beslenen teşvikler, sübvansiyonlar ile telafiye kalkıştı. Bütçe açığı arttı; kamu borç limitlerinin sınırına ulaşıldı; iç talep canlandırıldı.

Ne var ki, yirmi yıl boyunca durgun seyreden sermaye birikim oranı nedeniyle, iç talep pompalaması ekonominin büyüme sınırlarına toslamaktadır. Sonuç, bir boyutuyla enflasyondur. Diğer boyutu ile iç talep artışları ülke dışına taşar; ithalat yoluyla dış açığı yukarı çeker. Böylece bu güzergâh içinde de kronik durgunluk sürmekte; dış kırılganlıklar ise artmaktadır.

TÜİK, dolarlı millî gelir düzeyini yukarı çektiğine göre dış kırılganlık göstergeleri hafiflemedi mi?
Sadece bir kereliğine… Zira, “yeni” millî gelir düzeyleri dahi kırılganlıkların artma eğilimini durduramayacaktır. “Hastalıklı sentez” süregeliyor; kalıcı görünüyor.

Önümüzdeki hafta bu sürecin ayrıntılarını tartışmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL

Devlet, değerlerini taşerondan temin etmez! - ÜNAL ÖZMEN

MEB’in, Ensar Vakfı ile imzaladığı “Çeşitli Eğitim, Seminer ve Sosyal Etkinlikler Düzenlenmesine Dair İşbirliği” protokolü, AKP’nin bir türlü yer edinemediği sosyal alanı işgal planı dahilinde değerlendirilmelidir.

AKP Genel Başkanı, sık sık iktidarda olduklarını ama sosyal alanda olmadıklarını dile getiriyordu. Ensar Vakfı’nın protokol çerçevesinde eğitim kurumlarında düzenleyeceği “sanatsal, sportif, sosyal, kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişimi desteklemeye yönelik eğitim, seminer, gezi, yarışma, kamp, yaz okulu gibi etkinlikler”le sosyal hayata adım atacaklarını umuyorlar.

AKP Genel Başkanı, bir süre önce "İhracat ve turizm gibi alanlarda iş dünyasının devlete yol göstericiliği sayesinde çok ciddi başarılar elde ettik. Aynı şekilde eğitim ve kültürde adım atmalıyız" demişti. İş dünyasının yol göstericiliğinde ekonominin durumuna bakıp 2009’dan beri dinci vakıf ve cemaatlere teslim edilen Eğitim Bakanlığı’nı kalıcı olarak onlara teslim etmenin sonucunu siz düşünün.

İhracat dibe vurmuş, turizm çökmüş; halinden memnun iş dünyası ise devletin sağladığı ayrıcalıklarla büyüyen bankalarla inşaat şirketlerinden ibaret. Yani, baskı karşısında sinmiş iş dünyasının devlete yol gösterdiği koca bir yalan. Eğitim Bakanlığı, Ensar’la imzaladığı protokolle, vakıf görünümlü şirketlerde örgütlenmiş mezhepdaşların eğitim kurumlarında cirit atmasını, uyduruk olduğu herkesçe malum iş dünyası başarısıyla meşrulaştırmaya çalışıyor. Eğitim konusunda devlete yol gösterecek Ensar Vakfı, TÜRGEV, İlim Yayma Cemiyeti, ÖNDER gibi örgütlenmeler zaten devletin birer dairesi gibi çalışıyorlar. Onların katkısıyla eğitim bu hale geldi.

Evet, AKP siyasi ve ekonomik alanı kontrol ediyor ama bu parti ve ideolojisi kültür alanında yok. Eğitim ve kültürde adım atmak, bir yerden bir yere ulaşmak için adım atmaya benzemez: Sosyal alanda var olmak için Yasin değil şiir, öykü, roman okuyup yazacaksın; iki bin polisin arasından garibana artistlik yapmayacaksın, film artisti olacaksın; orakla heykele saldırmayacaksın heykel yapıp, heykeli dikilecek adam olmaya çalışacaksın; para  değil, enstrüman çalacaksın, makamla değil, notayla müzik yapacaksın… Hayatı güzelleştiren ne varsa tahrip edip sonra da eğitim ve kültür alanında yokuz diye sızlanmak olmaz!

Dinciler eğitim ve kültürden anlamaz; hayata şekil veren bilim, sanat, kültür faaliyetlerinin üreticisi ve tüketicisi olamazlar. Bundan dolayıdır ki İslamcılar, siyasi iktidarlarını sarsan, muhalefetlerinin iktidar alanını işgal ediyorlar. Ensar Vakfı, “ülkemiz insanının manevî dinamiklerini zenginleştirmek, ilmi, fikri ve ahlaki yönden gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla” kurulmuş! Yurtlarında çocuklara tecavüz edenleri, “ahlaki yönden geliştireceği” solcular mahkemeye çıkarıyor! Bu vakıf ayrıca, vizyonunun dini değerleri öğrencilere aktarma olduğunu söylüyor. Eğitim Bakanlığı ise Ensar Vakfı’na, değerler üzerine kurduğu yeni müfredatı için öğrencilere kazandırılacak değerler sipariş etmiş! Bu resmen, İslamcıların dahil olamadıkları alanları işgalidir.

Başta öğrenci ve öğretmenler ile tüm halkımız şunu bilmeli; okulda öğrencilere kazandırılacak değerler, ortaklaştığımız kültürel unsurlardan olmak zorunda. Hangi değerlerin nerede nasıl öğretileceğine ise demokratik usullerle eğer varsa devlet karar verir. Kendi özel hedefleri için örgütlenmiş vakıf, dernek, şirket, kişi devletin bu faaliyetine burnunu sokamaz.

Eğitimin içeriğini oluşturma ve sunumu tamamen yasalarla devlete verilmiştir. Öğrenci ve öğrenci velisi, devlet dışında üretilmiş eğitim içeriklerini kabul etmek zorunda değildir. Devletin eğitim hizmetlerini taşerona devretmesi durumu, bu hizmeti alanlarla, hizmeti devlet adına sunan başta öğretmenler olmak üzere eğitim çalışanlarına direniş hakkı verir. Ben öğretmen olsam, öğrencimin yararına olmayan içeriklerin aktarıcısı olmam; öğrenci velisi olsam Ensarcıların çocuğumdan uzak tutulmasını isterim; öğrenci olsam herhalde okuldan kaçarım!

Bilim insanı Rektörlüğü hak eder, ilim adamı atanır!

Bilim insanı, rektörlüğü istediğinde atanabileceği bürokratik bir memurluk olarak görmez; bilimsel faaliyete katkısı olacaksa kendisine yapılan teklifi değerlendirir. Diyanet İşleri Başkanlığından ayrılan Mehmet Görmez, rektör olmak istiyorum diyor ve oluyor. Bu bir çelişki değil, çünkü bu zat bilim insanı, atanacağı yer de üniversite değil. Problem yok, olsun, zaten kendileri de ilim yapmak istiyorum diyor!

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

‘Hukuk’ mu ‘Guguk’ mu? - Meriç Velidedeoğlu

R.T. Erdoğan, geçen ayın son haftasında kendisini -yıllarca- el üstünde tutan Batı’lı dostlarına (!) seslendi. “Almanya ya da Amerika’da yapılınca suç sayılan ‘eylem’, Türkiye’de yapılınca niye hak-hukuk oluyor?” sorusunun hemen ardından da -bıyık altından bir “gülümsemeyle” -“Sizdeki ‘hukuk’ da bizdeki ‘guguk’ mu?” diye sordu. (25.7.2017)
Anlaşılan Erdoğan, bu “Hukuk-Guguk” ikilisini seviyor; çünkü geçen yıl da, yine bu dostlarına, “Sizinki hukuk da bizimki guguk mu?” diyerek aynı soruyu yöneltmişti, üstelik dört dörtlük bir “ciddiyetle” (6.11.2016).
Bu “gülümseme” ve “ciddiyet” ayrımına değinmeden önce, “guguk” söylemine şöyle bir baksak diyorum, değerli dostlar!
“1940”lı yıllarda -özellikle- ellili yıllarda, İstanbul Üniversitesi’nde türlü fakültelerdeki öğrenciler, yılda bir kez yayınlanan birer “dergi” çıkarırlardı; bunların içinde en tanınmış olanı, “Hukuk Fakültesi”nin “Guguk” adlı dergisiydi. Bu adın seçilmesinin nedeni, “hukuk” ve “guguk” sözleri arasındaki ses uyumu olmasıyla birlikte, Guguk’ta yalnız hocalara takılmalar, karikatürler yer almaz, “hukuk”un “guguklaştırılması” da örnekler verilerek eleştirilirdi. 
 
Sanırım ellili yıllara ait bir Guguk’ta, tarihçi “Ahmet Rasim”den yapılmış bir alıntı vardı: “Halet Efendi Olayı!” Bu tarihsel olaya daha önce de değinmiştim; izninizle yine kısaca anımsayalım: 1800’lerin ilk yıllarında, İstanbul’da hükümete karşı eleştiriler uluorta söylenmeye, üstelik çoğalmaya başlayınca, önlemek için bir çözüm bulup bunu da Padişah’ın onayına sunmak üzere “Meclisi Vükela” (bir bakıma Bakanlar Kurulu) toplanır. Toplantıda bulunan, dönemin ünlülerinden (danışmanlarından) Halet Efendi: “Şimdi Okçular Başı’ndaki berberin başı kesilsin, bunlara örnek olur korkarlar!” deyince, içlerinden biri: “Aman ha! O benim berberim!” diye itiraz eder. Bunun üzerine Halet Efendi “Eh! O zaman, öte yandaki berberin boynu vurulsun!” der... 
 
Kuşkusuz bu alıntıyla öğrenciler, böyle bir “adalet” anlayışının da, tüm güçlerin “tek kişide” toplanmasıyla oluşan “hukuk”un da, nasıl “guguk”a dönüştürüldüğünü göstermek istemişlerdi.
Demek ki, hukuksuzluğun, yönetimin “pervasızca hukuku çiğnemesi”nin anlatımıydı, ortaya konuşuydu, kısacası göstergesiydi “GUGUK”!.. 
 
Böylece geleceğin hukukçusu olacak gençlerin armağanı olan “guguk”, “guguklaşma” hep bu anlamda, “olumsuz” anlamda kullanıldı yıllarca... 
 
Ve şimdi, Batı’nın, ülkemizdeki durumu, yaşananları, imza atıp kabul ettiğimiz “Evrensel İnsan Hakları”nın çoğunun hiçe sayılmasını, basın özgürlüğünün göz göre göre çiğnenmesini, “dikta” rejiminin temelini oluşturan tüm erklerin bir kişinin avucuna almasını, söylemeleri, eleştirileri yeter de artar Türkiye’nin ne halde olduğunu ortaya koymakta... 
 
Dolaysiyle onların bu eleştirilerine “yanıt” vermek için de, Erdoğan’ın ülkemizde uyguladıkları “hukuk”u, “guguk”a benzeterek yapması, unutulmayacak, üstelik acı bir gülümsemeyle anılacak; sanırım tarihsel bağlamda da... 
 
Ayrıca Erdoğan’ın, ülkemizdeki hukuku Batı’ya karşı korur duruma geçerken yaptığı bu “guguk” benzetmesi “gaf”ının hamurunda, Anayasamızın değiştirilemez olan ikinci maddesindeki, “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğumuzu belirten bu saptamayı hep, “laik” demeden yapan -bir bakıma-“çağdaşlaşma karşıtı” görüşünün de bulunduğunu hiç ama hiç unutmamalı... 
 
Kuşkusuz, “Erdoğan’ın, Türkiye’de göz göre göre yaşanan “hukuksuzluk” durumunu yadsıması için, “adaletsizliği, hukuksuzluğu” anlatan bir “simge” olarak kabul görmüş “guguk”u kullanmasının, şaşkınlığını da hiç unutmamalı... 
 
Ne dersiniz, değerli dostlar?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Depoyu tarikatlar için fullemek - ÇİĞDEM TOKER

Meclis’e geçen kasım ayında bir torba kanun geldi. 
 
Birçok yasayla birlikte “Yüksek Öğrenim Kredi Yurtlar Kurumu Kanunu’nu” da değiştiriliyordu. Kredi Yurtlar Kurumu’nun amacını düzenleyen maddeye,
- Beslenme yardımı
- Milli ve manevi gelişmelerine katkı sağlamak
ifadeleri eklendi.
Aslında yapılan; herkesin alkışlayacağı bir düzenlemeyi, Cumhuriyet rejimini -eğitimde de- yıkma yolundaki stratejik bir adımı, aynı pakete koymaktı.
Tıpkı 2010 referandumunda rıza üretmede çok işe yarayan 12 Eylül darbecilerinin yargılanabilirliğini, HSYK’deki kompozisyon değişiminin ardına saklamak gibi bir girişimdi özetle.
Üniversiteyi, dar gelirli ailesinden uzaktaki bir kentte okuyacak öğrencilerin dengeli beslenmesini sağlayacak, kimsenin itiraz edemeyeceği bu ifade, dinsel gericiliğin kapısını biraz daha açacak “milli ve manevi gelişmelerine katkı sağlamak” ifadesiyle art arda ekleniverdi maddeye. 

‘Maneviyat istasyonu’
CHP Bursa Milletvekili Lale Karabıyık, Plan Bütçe Komisyonu görüşmeleri sırasında bunun ne anlama geldiğini sordu. O gün Maliye Bakanı Naci Ağbal’dan net olarak alamadığı yanıtı, Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın bütçe sunumu sırasında öğrendi Karabıyık.
Bakanlık, bütün gençlik kamplarında, -Osmanlıca ve Arapça derslerin de verildiği “Maneviyat İstasyonu” adı altında etkinlikler yapıyordu. 
 
Henüz 14 yaşında önünde kocaman bir hayat, rengârenk bir dünya uzanması gereken çocuklara, hayatın değil ölümün övüldüğü programlardı bunlar. (Bu yazı yazılırken, sosyal paylaşım sitesinde gördüğüm bir örnekte, çocuklara şahadet övgüsü sergileniyordu. 14-15 yaşındaki çocuklara “Siz de şehit olmak isterseniz, İslami hassasiyeti yüksek tutup, Kuran’a, İslama, Allah’a, vatana bağlı olmanız gerekiyor” deniliyordu.) 
 
Çocuk eğitiminin gericiliğe teslim edilmemesi konusunda Parlamento’da etkin bir mesai sergileyen Karabıyık, Maneviyat İstasyonları’nı, yasanın Genel Kurul görüşmesi sırasında şöyle sorguladı:
“Diyelim ki bu eğitim vermek iş edinildi. Peki milli ve manevi değer eğitimi ya da etkinliği dediğinizde, yapılan veya yapılması hedeflenen eğitim ve etkinliklerin bir tanesinde bari Atatürk’ün ilke ve devrimlerinin adı geçmez mi, böyle bir etkinlik içerikte yer almaz mı?”
Cevap alamadı tabii. 
 
Bir haftadır işlediğimiz Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ensar Vakfı’yla imzaladığı “anahtar teslim” protokolün farklı versiyonları, diğer bakanlıklarca da farklı vakıflarla imzalanıyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın, Nakşibendi Tarikatı’nın Ankara kolu olarak bilinen Muradiye Kültür Vakfı’yla imzaladığı protokol, dün gazetemizde Ozan Çepni imzasıyla yer aldı.
Protokole göre Ankara’da 31 çocuk evi açılmış, apartman dairesi biçimindeki her bir dairede 5-6 çocuk kalıyordu. Çocuk evi adı altında kurulan tarikat evlerinin masrafları da bakanlık bütçesinde karşılanıyordu. 
 
Bakanlık, vergilerimizden oluşan bütçeye el atma işini o kadar abartmıştı ki, Nakşibendilerin açtığı çocuk evlerinin hangi masraflarını nasıl ödeyeceğini, uzun bir listeyle belirlemişti:
- Kira, elektrik, su, doğalgaz faturalarını.
- Tarikat evinde çalışacak personelin maaşı, özlük hakları.

Tarikatçı vakıf bir zahmet evin tefriş, donanım ve boya badanasını karşılayacak.
Bir daha ve açık olarak yazayım:
Nakşibendi tarikatının vakfı olan Muradiye’nin Ankara’da devlet onayıyla açtığı evlerin sabit giderleri bizlerin vergisiyle oluşturulan bakanlık bütçesinden karşılanacak. 
 
Tıpkı, diğer bakanlıkların protokol yaptığı tarikatların diğer etkinlikleri gibi. 
 
Bu yazı, arabanıza benzin, çocuğunuza bilgisayar oyunu alırken gerici dinsel tarikatları da finanse ettiğinizi unutmayın diye yazıldı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

3 Ağustos 2017 Perşembe

‘FETÖ’ye yarayan iklim - ÖZGÜR MUMCU

Otoriter popülist yönetimlerin millet kavramına bakışı bir hayli sorunlu. Kendinden olanı öz, hakiki millet sayıp geriye kalanı milletin dışında gören bir anlayış bu. Sadece memleketimizde değil, bu tarz yönetimlerin görüldüğü her yerde rastlanan bir özellik. İktidarı kaybetmemek için asla elden bırakılmaması ve milletten saydıkları dağılmasın diye toplumsal kutuplaşmanın sürekli körüklenmesi gerekiyor.
“Büyük gerileme” adı da verilen popülist sağ iktidarların yükselişi aynı zamanda dünyanın birçok yerinde benzer söylemlerin de yükselişi. Yepyeni bir vaziyetle karşı karşıya değiliz. 1930’ların dünyasında da sanayii devriminden sonra kültür savaşları yaşayan Batı devletlerinde de benzer bir yekdiğerini milletten saymama halini gözlemlemek mümkün.
Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi fikri bu bir devleti içten içe çürütüp yıkan sadece kendinden olanı millet görme anlayışının panzehiri. Batı’da İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan özgürlükçü ve çoğulcu demokrasilerin gücünü aldığı sosyal demokrat politikaların sağa evrilmesiyle içine girilen ekonomik kriz ve gelişen yeni teknolojilerin yol açtığı üretim ilişkilerindeki büyük altüst oluş başka bir tartışmanın konusu.

Bugün cemaatin “FETÖ”leşmesi, devlete sızarak bir darbe girişiminde bulunacak kadar gözünü karartmasına giden süreç de bu sakat “millet” anlayışının eseri.
Siyasal iktidar, milletten saymadığı hatta milletin iradesinin önünde bir engel olarak değerlendirdiği, millete yabancı unsurlar diye gördüğü toplum kesimleri ve onların bürokrasideki varlığıyla mücadele ederken “cemaat” ile işbirliği yapmıştır.
Bu işbirliğinin sebebi, toplumun yarısı dışlanırken “cemaat”in siyasal iktidar tarafından milletin bir parçası diye kabul edilmesi. Bunun en veciz ifadesini zamanında “cemaat”in faaliyetleri ile ilgili uyarıldığında “Hayır, arkadaşlarımız bizim gibi düşünüyorlar, aynı kıbleye bakıyoruz...” diyerek sayın cumhurbaşkanı vermiştir.
17-25 Aralık’tan sonra Erdoğan’ın o dönemki başdanışmanı ve uzun seneler metin yazarı Hüseyin Besli’nin Habertürk gazetesine verdiği bir röportaj da “cemaat”le ilgili hayal kırıklığının asıl sebebini gösteriyor:
“Mütedeyyin, İslamcı, muhafazakâr... Bakın ta Osmanlı’dan beri uğraştığımız bir karşı taraf olmuştur. Hep ötekidir, dışarıdadır, kendimizden olmayandır. Ama ilk kez kendi dilimizi kullanan, kendimiz gibi yaşayan, aynı mahallede oturan, aynı camiyi paylaşan insanlar söz konusu.”
Eski bir Fransız atasözü “birbirine benzeyenler bir araya gelir” der. Toplumsal ilişkilerde bu gayet normaldir. Ancak bu bir araya geliş, toplumun bir kesimini millete yabancı saymaktan kaynaklanınca, o kesimin uyarıları da dikkate alınmaz. Sonucu gördük.
Bugün MEB, Ensar Vakfı’na emanet. Tarikatlar işe alımlarda ön planda. Onlar da sayın Erdoğan’ın deyimiyle “aynı kıbleye bakanlar”.
Milletin tamamını millet olarak kabul eden, kapsayıcı bir ekonomik ve siyasi düzen kurulmazsa, iş aynı kıbleye bakanların güç için birbirini yemesiyle sonuçlanır.
Dün “FETÖ”yle, yarın “aynı kıbleye bakan” başka bir güç odağıyla. Kabul, “FETÖ” atipik bir yapılanma. Ancak bu yapılanmayı var etmese de palazlandırıp darbeye girişecek güce ulaştıran milleti sadece kendine destek verenlerden ibaret zanneden anlayıştır.
“FETÖ” bir sebep değil bir sonuç. Bu sonucu doğuran siyasi iklim ise maalesef değişmiş değil.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET