3 Ekim 2017 Salı

Vergi sağanağı ve iktidarın aczi - OĞUZ OYAN

İktidar mali yönden sıkıştıkça, vergi sopasını hatırlıyor. Ama vergilendirmediği kesimleri vergilendirmek -sınıfsal tercihleri gereği- bir türlü aklına gelemiyor.

Yeni yıl için öngörülen vergi sağanağının hangi ihtiyaçlara karşılık geldiği sorusuyla başlayalım.

Birincisi, geçen yıl yapılan vergi ve sosyal sigorta indirimlerinin/ertelemelerinin bir şekilde telafisi gerekiyordu. İndirimler sermayeye, ceremesi halk kitlelerine diyebilir miyiz? Şimdilik kısmen evet diyelim. Kısmen, çünkü indirimler (özellikle beyaz eşya ve benzerlerinde, 150 m2'yi aşan konutlarda) belirli ölçülerde halk tüketimine de yansıdı; öte yandan getirilen vergiler, MTV artışı ve Gelir Vergisi'nin (GV) üçüncü dilimine yüzde 3'lük zam dışındakiler geniş kitleleri fazla rahatsız edecek türden değildi (gerçi GV kaynakta kesildiği için orta-üst ücretlilerin tepkisi de gecikmelidir; meyveli gazoza %25 ÖTV uygulanacak olması ise, fiyatlar içine gizleneceği için görünmez kılınabilir). Ama dahası var.

İkincisi, vergi barışlarının birinci derecede sorumlu olduğu, ama diğer siyasi/idari etkenlerin de katkıda bulunduğu nedenlerle, Maliye'nin vergi tahsilat oranları dramatik ölçülerde gerilemişti. Sermayenin vergi kaçınması önlenemediği gibi adeta teşvik ediliyordu. Bu nedenle getirilen vergi artışları vergiden kaçınmanın çok güç olduğu alanlardadır: MTV, talih oyunları, mali kurumların Kurumlar Vergisi... Bunlar, sermaye kesimini de çok rahatsız edecek türden değildir. (Sermayenin ürkebileceği tek şey, gelirlerinin gerçek bir artan oranlılıkla vergilendirilmesi ve servet beyanı sistemi getirilerek gelir/servet kaçırmasının engellenmesidir).

Üçüncüsü, sermayeye yönelik olarak yapılan vergi/sigorta primi indirim ve ertelemelerini aşan daha kapsamlı teşvikler gündeme getirilmişti, bunların da telafisi gerekiyordu (Kredi Garanti Fonu/KGF üzerinden açılan 250 liralık kredi bunun en görünen yüzü oldu; ama bu başlığı, köprü-havalimanı-hastane yapımcılarına verilen araç-yolcu-hasta sayısı garantilerine ve bunların artık bütçeye yansımaya başlayan yüklerine kadar götürmek gerekir).

Dördüncüsü, bütçeden savunma harcamalarının artışı ve daha da artmasının beklenmesi (bunun için Savunma Sanayi Destekleme Fonu'na da yeni aktarımlar gündemdedir), yukarıdaki diğer etkenlerle birlikte uzun zamandır ilk kez bütçe açıklarını başlangıç ödeneklerinin oldukça üzerine taşırmıştı.
Nihayet, bu indirim/ertelemelerde, KGF gibi teşvuklerde asıl amaç, durgunluk işaretleri veren ekonomiye, kritik bir referandum döneminde canlılık kazandırmak veya durgunluk halini ertelemek, bu arada zora düşebilecek şirketleri kurtarmaktı. Nitekim Başbakan Yıldırım, yaz başında, "eğer 250 milyarlık kredi hacmi oluşturulmasaydı, bugün 30 bin sanayici, işadamı göçmüştü, bankalar zora girmişti, ekonomi de maalesef zora girecekti" diyebilecekti.

Bütününe baktığımız zaman, teşviklerin yükünün geniş kitlelere aktarıldığı açıktır; şirketler, bankalar zora düştüğünde yardıma çağrılanlar geniş halk kitleleridir, bunların düşük bireysel tasarruflarıdır, eğer tasarrufları yoksa tüketimlerinin tayınlanmasıdır.

Ama bu daha başlangıçtır! Şimdi getirilen vergi artışlarıyla bu yılki bütçe açıklarının telafisinin bile mümkün olmadığı görülmektedir. 2017 bütçesinin ek açıkları, torba kanuna eklenen ek borçlanma yetkisi veren maddeye göre, 37 milyar TL'dir. Oysa, getirilmek istenen vergi artışlarının getirisi 28 milyar TL olarak hesaplanmaktaydı. (Hesaplanmaktaydı, çünkü yoğun tepkiler üzerine dün BK toplantısında bu zammın aşağıya çekilmesi kararlaştırıldı; henüz ne olacağını bilmiyoruz). Dolayısıyla, hem yeni vergi-fiyat artışları gündeme gelebilir, hem de zaten Orta Vadeli Programda üç yıl üst üste 10'ar milyar dolarlık özelleştirme gelirleri tahmini, artık satılacak mal-mülk azaldığı için, doğrudan toplumsal tüketim alanlarına yönelebilir; düşük memur ücretlerinin telafi mekanizması olarak çalışan kamu lojmanlarının satışının şimdiden dile getirilmesi bunun dışa vurumudur.

***

Şimdi gelelim vergilere dönük halk tepkilerine karşı iktidarın geri adım atmasına. Aslında bu vergilerden en görünür ve yakıcı olanı araç sahipliğine getirilen zamlardı. Bunlar hem araç parkının yarısından biraz fazlasını oluşturan özel otomobil sahipliğine, hem de ticari araç sahipliğineydi, ki ticari araçların büyük bölümü de esnafın kullandığı hafif ticari araçlardı. İktidar, tepkiden çekindiği için olacak, zam oranını da gizleyerek açıklamıştı.


Her yıl yeniden değerleme oranıyla yükseltilen sabit miktarlı tarifede 2018 için öngörülen yüzde 40'lık zam oranı esasen devasa bir artıştı. Ama asıl artış oranlarını gizliyordu. Yüzde 40'lık artış sadece 1300 cm3 altındakiler ile  1300-1600 cm3 arasında olup vergisiz değeri 40 bin TL'yi aşmayan taşıtlarda geçerliydi. Yani 20 basamaklı olarak oluşturulan tarifenin sadece 2 basamağı için geçerliydi. (Bu iki basamak toplam satışlar içinde yaklaşık üçte birlik bir pay almaktadır). Bu silindir hacimlerinde kalan ama değeri 40-70 bin TL arasındaki taşıtlarda artış oranı yüzde 54'e, 70 bin TL'yi aşanlarda ise yüzde 68'e yükseliyordu. Tarifenin izleyen dilimlerindeki daha yüksek silindir hacimlerinde de artış oranı alt matrah basamağında yüzde 54, üst matrah basamağında ise yüzde 68 olarak düzenlenmişti. Ama şu çarpıklığa bakar mısınız: Değeri 475 bini aşmayan 4001 cm3 üstü bir araçta artış oranı yüzde 54 iken, değeri 70 bin TL'nin üzerinde ama 1300 cm3 altındaki bir aracın MTV'si yüzde 68 arttırılabiliyordu! Maliye bu çarpıklığı gizlemesin de ne yapsın?

Tepkiler bir vergi sağanağı olarak algılanan düzenlemelerinin bütününe oldu; ama asıl tepki MTV'ye yönelikti; çünkü giderek bir lüks ulaşım aracı olmaktan çıkan ve taşıt sahibi olmayan alt gelirli kesimlerin de ulaşmaya çalıştığı bir tüketim (ve yaşam) biçimini cezalandırıyordu.
Bir başka ilginçlik de şuydu: Köprü yapımcılarına asgari araç geçişi üzerinden güvenceler veren siyasi iktidar, araç sahipliğini caydıracak düzenlemelerle kendi Hazine'sinin yükünü arttırmayı göze almasıydı.

***

Türkiye'de iki tür mülkiyet vergisi vardır; bunlar emlak ve araç mülkiyeti üzerine konulurlar. Mülkiyet ilişkisi ortadan kalkana kadar sürer, bu ilişki kalkınca da biterler. İstisnaları vardır. (Bir de mülkiyet transferinden alınan veraset ve intikal vergisi bulunur, ama bir kereliktir). Kendi oturduğu mesken dışında taşınmaz mülkiyeti olamayandan emlak vergisi alınmaz, mülkiyetindeki araç belli bir yaşı geçince de -mülkiyet ilişkisi sürse bile- MTV düşer. (Kuşkusuz bu sonuncu durumda,  yüksek antika değerine sahip araçların MTV dışı kalması gibi vergi adaletini bozan durumlara rastlanmaktadır). Ama zaten MTV'nin silindir hacmine göre alınması ve buna şimdi bir de kısmen araç değerinin eklenmesiyle de vergi adaleti sağlanamamaktadır. Asıl olması gereken, salt değere göre alınan artan oranlı bir tarife olabilirdi. Ama bunun uygulaması güç olduğundan kaçınılmakta, böylece tarifenin eşitsizlik üretmesi önlenememektedir.

Halk tepkilerinin bir bölümü de diğer mülkiyet vergisi olan Emlak Vergisi'ndeki çok yüksek artışlara ve bunların ilçeden ilçeye, mahalleden mahelleye çok büyük farklılıklar içermesineydi. Vergi oranı merkezi yönetimce tespit edilmesine rağmen (konutlarda binde 1-2 ile büyükşehirlerde binde 2-4 arasında), vergi matrahına (taşınmaz değerine) bir ilçe belediyesinden diğerine çok farklı değerler biçilmesi nedeniyle yaygın bir şikayet konusuydu. Merkezi yönetim, bir anlamda buna müdahale etmek zorunda kaldı. Taşınmaz değerlerindeki artışın 2017 değerlerinin yüzde 50'sinden fazla olamayacağına bu yeni vergi paketinde karar vermeye yöneldi. Üstelik bu sınırlamanın merkezi yönetim gelirlerine bir zararı söz konusu değildi, çünkü bu verginin hasılatı esas olarak ilçe belediyelerinin kasasına girmekteydi.

Bu iki mülkiyet vergisine aşırı yüklenme konusunda son olarak şunu söyleyelim. Mülkiyet vergileri, nominal servet vergileri sayılırlar. Yani mülkiyetin getirisinin veya mülk sahibinin olağan gelirlerinin küçük bir yüzdesiyle ödenebilir türden vergilerdir. MTV'de merkezi iktidar, Emlak Vergisi'nde ise bazı yerel yönetimler, son dönemdeki girişimleriyle bu vergileri gerçek bir servet vergisine dönüştürme adımları atmış oldular ve tepkiler bu nedenle de çok yüksek oldu. Gerçek servet vergilerinde, mülk sahibi ancak mülkünün bir bölümünü veya tamamını satarak vergi ödevini yerine getirebilir. (Bunun bizdeki tarihi örneği Varlık Vergisi'dir ve kuşkusuz buradaki örneklerin çok ötesindedir). Bazı ilçelerde (Beşiktaş ve Urla gibi) taşınmaz sahiplerinin yıllık 10 bin lirayı aşan Emlak Vergisi miktarlarıyla karşılaşınca taşınmazlarını satmaya karar vermelerini veya eğer oranlar geri çekilmezse birçok araç sahibinin araçlarını satmaya yönelecek olmasını bu kapsamda değerlendirebiliriz.

Eğer bir ülkenin siyasi iktidarı tüm servet unsurlarını kapsayan ve belirli bir artan oranlılık içeren bir servet vergisi uygulama kapasitesine ve iradesine sahip değilse, olağan (nominal) mülkiyet vergisi öğelerini olağanüstü (gerçek) bir servet vergisine dönüştürme hevesine kapılır ve ilk adımında tökezler. AKP iktidarı, herşeyi olduğu gibi bunu da yüzüne gözüne bulaştırmıştır.

CHP ve Tarım
CHP'nin fındık ve çekirdeksiz kuru üzüm üreticilerine destek için gerçekleştirdiği eylemler, tarımda süregiden tepkisizliği uyandırmak için yerinde olmuştur. Bu eylemlerden sonra açıklanan çözüme yönelik manifestolar da yerli yerine oturmuştur. Alaşehir'de 28 Eylül'de gerçekleştirilen kuru üzüm çalıştayı ile mitingine ben de katıldım. Düzenlemeler çok başarılıydı, mitinge katılım da yüksekti (Manisa'ya en büyük desteği İzmirlilerin verdiği görülüyordu). Çalıştay'da katılımcı kitlenin önerilerinin CHP Genel Başkanı tarafından doğru bir biçimde sıralanarak mitingin sonunda bir öneri-program paketine dönüştürülmesi de çok anlamlıdır. Şimdi mesele bunların CHP'nin Tarım Programına işlenmesini sağlamak ve kitle temaslarını sürekli kılmanın yollarını bulmaktır. Tabanda bir eylemlilik arzusu vardır ve tepkilerini akıtacağı kanalları aramaktadır.

Halk tabanındaki bir diğer beklenti de, iktidarın eğitimin dincileştirilmesi programına gereken tepkilerin de kitlesel bir şekilde verilmesidir.

Son olarak TEOG yerine getirilmek istenen adrese dayalı sistemle öğrencileri/velilerini seçeneksiz bir biçimde imam-hatiplere yönlendirme niyetlerine CHP'nin vereceği bir kitlesel tepki olmayacak mıdır?
Laiklik için mücadele vermekten kaçınılamayacağını artık öğrenmenin zamanı gelmemiş midir?

Oğuz Oyan / SOL

İmamın çölünde aydınlık düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Türkiye'de ibadete açık 87 bin 528 cami var. Diyanet İşleri Başkanlığının personel sayısı 117 bin 378. 1.117 personel merkezde, müftülüklerde görevli personel sayısı 115 bin 218. Bunların 71 bin 362’i imam hatip unvanı taşıyor, 19 bin 721’i kuran kursu hocası, 11 bin 908’i müezzin, 3 bin 51’i veri hazırlama ve kontol işletmeni.
500 adet olan imam hatip okulu sayısı son bir iki yılda 3 bin 500’e, İlahiyat öğrencisi sayısı 17 binden 100 bine, imam hatipte okuyan öğrenci sayısı ise 60 binden 1,5 milyona çıktı. Bugün her 100 öğrenciden 16’sı imam hatip okuluna gönderiliyor.
Harcamaları ile Sağlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığının da aralarında bulunduğu 12 bakanlığı geride bırakan Diyanet, 2017’yi de yine rekor harcama ile tamamlayacak. Geçen yıl bütçesi yetmediği için aldığı ek ödeneklerle 6,5 milyar lira harcayan Diyanet, bu yıl da 1,3 milyar liralık ek ödenek istedi. Böylece yılsonuna kadar 8,1 milyar lira harcama yapmayı planlıyor.


3 bin 365 caminin bulunduğu İstanbul'da camilerin birçoğu boş dururken, İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, “İstanbul'da en azından 10 bin tane daha camiye ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum” dedi. Sonuna kadar haklı. Bir tür ağır uyuşturucuya döndürdüler dini. Her geçen gün dozu daha arttırmak gerekiyor. Eski dozun bir hükmü kalmıyor çünkü. İşte cami, imam, müezzin, imam hatip, diyanet sayıları, bütçeleri ortada. Yetmiyor ülkeye. Türkiye altın vuruşu yaptı yapacak.
Tuhaf hikâyeler uyduruyorlar bu irrasyonel tabloyu gerekçelendirmek için. Sonuncusu daha hatıralarda. Şöyle dedi tek adamımız; "İmam hatip okulları ile ilgili ilk adımlar tek parti döneminde atılmıştır. Cenaze yıkayacak insan yoktu. Türkiye o hale gelmişti. Cenazelerimiz ortada kalıyordu. İşte onun için cenaze yıkayıcısı yetiştirilsin diye böyle bir adım atıldı.” “Her Müslüman cenazesini yıkayabilmeli”den az zamanda buralara geldik, dayandık.

Bütün okulları imam hatibe çevirmek için çareler arıyorlar bu arada. Zorunlu din dersi mevzusu zora girince müfredatı değiştirip dini bütün derslere yaydılar. Dini fizik, dini kimya, dini matematik, dini tarih var artık. Yetmediyse seçmeli dersi işaretleyip Siyer öğreniyorsunuz. Okullardaki imam hatip kökenli öğretmen sayısı patlama yaptı haliyle. Bütün boş dersleri imamlar veriyor çocuklara.
Okulda, yolda, sokakta sürüyor bu aşırılıklar. Malum, şiddet birimi desibel (dB). Desibel insan kulağının işitebildiği en küçük ses şiddeti. Buna göre konuşma sesi 40-60 dB, bağırma sesi 80-90 dB, uçağın kalkış sesi 120-140 dB, yakın mesafeden tüfek patlaması sesi 130 dB. Ülkede minarelerden yayılan ses kaç desibel biliyor musunuz? Bu konuda aşırılık o derece ki Diyanet “80 desibeli aşmamaya özen gösterin” uyarısında bulundu geçtiğimiz yıllarda. Takan olmadı tabii. İmam hatip ve ilahiyat müfredatında dini musiki zorunlu ders olmalı dedi üstüne. Külliyen günah! Bıraktık desibeli, öyle ayarsız sesler yükseliyor ki minarelerden inek duysa sütten kesilir.

Yani toplumda olduğu gibi dinde de her türlü ölçü, kural geçersiz artık. Öyle olmasa ‘sala’ya zam yapıp olur olmaz okutabilirler miydi? Dincinin anlayacağı dinden söyleyeyim, bidat geleneğin önüne geçmiş, yeni bir din oluşturmak üzere.

***

Ölçü versin diye ekliyorum, ülkede 355'i özel toplam 1.191 hastane bulunuyor. Hastane başına düşen insan sayısı yaklaşık 80 bin kişi yani. 3bin 300 camisi az bulunan İstanbul’da 190 hastane var. Hastane başına 200 bin kişi demek bu. Sağlık Bakanlığı hastanelerinin toplam yatak sayısı 132 bin. Bu yatakları şehirlere göre sıralayalım: İstanbul’da 18 bin 375, Ankara'da 9 bin 944, İzmir’de 6 bin 788, Bursa'da 4 bin 597, Adana'da 3 bin 552, Konya'da 3 bin 490.

Hoş oralara da din sokmaya çalışıyorlar şimdi. İsteyen hasta imam çağırıyor ruhunu teslim etmek için. Başhekimlerin tamamı badem bıyıklı. Hacamat, sülük mülük tedavi olarak başköşeye oturdu. Hatta köklü hastanelerimizden birinin kuran kursu açtığı müjdeleniyordu geçtiğimiz günlerde. Hekimleri kapı dışarı edip yola üfürükçülerle devam ederlerse kimse şaşırmaz artık.

***

Laik cumhuriyet yıkıldı. Onun cenazesi daha ortadayken her çocuğa bir imam hatip, her eve bir cami, her faniye bir imam politikası yürürlükte. İş o kadar zıvanadan çıktı ki AKP kurucusu Fatma Bostan Ünsal eğitimdeki imam hatip dayatmasının ciddi bir insan hakları ihlali olduğunu söyledi mesela. AKP'li vekil Selçuk Özdağ da Erdoğan ve AKP iktidarının sık sık sayısını arttırmakla övündükleri imam hatipler konusunda “talep olmadan açmak israftır” dedi. Kim dinleyecek onları, ok yaydan çıktı bir kez. Akla, akılcılığa, bilime değin ne varsa yıkmadan durmayacağı belli.

Ama denizin suyu bitti bitecek. Saraylar, duble yollar, köprüler, denizaltında delikler, özel lüks uçaklar, makam araçları falan derken bir de baktılar ki kasada paranın suyu çekilmiş. Yüzde yüz, yüzde beş yüz oranında vergi ve zam haberleri havalarda uçuşuyor haliyle. İmam hatibe, Hulisi'ye, Din-ayete, saraya, özel uçaklara, S-400'lere, Cengiz'e, Bilal'e para lazım yani. Ne yazık o da üfürerek gelmiyor. E her zamanki gibi vur abalıya!
Ne olacak ki? İmam iktidar oldu diye din kardeşinin sırtına binmeyecek mi sanıyorsunuz? Son tahlilde geçerli olan tanrının değil kapitalizmin hikmetidir!

***

Cumhuriyet, Diyanet aracılığıyla bir devlet dini oluşturmaya girişmişti. Olmadı, yönetmek için devlette dinin dozunu sürekli arttırmak ihtiyaç oldu. Sonuç ortada; Cumhuriyet dini kullanmak istiyordu ancak din cumhuriyeti kullanmıştır. Marx, Hıristiyan reformatör Martin Luther için “Bütün papazları laik yapmak istiyordu ama sonunda bütün laikleri papaz yaptı“ diyor. Cumhuriyet de bütün imamları laik yapmak için yola çıkmıştı, sonunda bütün laikleri imam yapmıştır. Yıkılmıştır; şimdi, hızla bir din devletine dönüşmektedir.

İmamlar geldi, devlete ele geçirdi. İşte görüyorsunuz dağ taş imam, dağ taş cami, dağ taş medrese, dağ taş hacı hoca, dağ taş tarikat. Ama yolsuzluk bildiğiniz gibi, ahlaksızlık almış başını yürümüş, cehaletin kanlı karanlık eli hepimizin ensesinde. Bilim kapı dışarı edilip, hukuksuzluk yaygınlaşınca kısa sürede bir insanlık çölüne dönüşüverdi ülke.
Artık çöldeyiz.
Ama çöle bakıp enseyi karartmaya gerek yok. Bütün laikleri imam yapmayı planlayanlar da yanıldıklarını az zamanda anlayacaklardır.
Direnirsen, dik durursan, örgütlenirsen aydınlık hep bir adım mesafededir. Uzat elini!

Orhan Gökdemir / SOL

Barzani (ve İsrail) fincancı katırlarını ürkütünce oyun bozuldu - EROL MANİSALI

ABD sonunda, “tanımıyorum” demek zorunda kaldı. Washington zaten söyledi durdu: acele etmeyin, fincancı katırlarını ürkütmeye gerek yok, bir iki yıl daha bekleyin. Zaten büyük Kürdistan amacına doğru ilerliyoruz:
- ABD’nin askeri tesisleri Kuzey Suriye’deki Kürt “kantonlarında” kurulmuş: PYD (ve PKK) ABD ordusunun bir parçası, ön karakolu haline gelmiş.
- 4 milyon Suriyeli, Türkiye’ye gönderilmiş. Onlardan (ve IŞİD’den) boşaltılan yerlere Kürtler yerleştirilmiş. Kuzey Suriye’de, Kuzey Irak Barzani bölgesi ile bütünleşmeleri sağlanmış. Hatta Ankara peşmergeleri kendi eli ile sokmuş.
- Barzani bölgesinde ve Kandil’de ABD üssü ve tesisleri kurulmuş, Amerikan askerleri yerleşmiş.
- Ankara (ve AKP yönetimi) ile Barzani arasında “güzel ekonomik bağlar” işliyor: Barzani’nin elindeki petrol Ankara sayesinde dışarıya (ve İsrail’e) satılıyor, Türk şirketlerine Barzani bölgesinde iş imkânları sağlanmış: Yarının Kürdistan’ını Türk şirketleri yaratır hale gelmiş: Barzani’nin “bayrakları” bile Türkiye’nin tekstilcileri tarafından yapılmış: bir iki yıl daha bekleyin be aptallar, fincancı katırlarını ürkütmeye ne gerek var.
ABD bu nedenle aylardır “erteleyin dedi durdu” ama bu salaklara anlatamadı: işler zaten ABD’nin istediği gibi tıkır tıkır yürüyordu.
ABD yanında Avrupa’dan da, aman acele etmeyin, hiç gerek yok uyarıları geldi. 


Erken bağımsızlık girişiminin bedeli
İşler güzel güzel yürürken (!) Barzani’nin ve İsrail’in hırsı ve acelesi fincancı katırlarını feci halde ürküttü: kimileri “aslen”, kimileri de “kerhen” tepki göstermeye başladılar. ABD, Avrupa ve İsrail açısından bölgedeki çıkarlarını bozacak sonuçlar doğdu. En önemlisi, Batı’nın büyük Kürdistan projesinin maskesi tamamen düştü, saklanamaz hale geldi.
Eskiden “kerhen” tepki göstererek, Ankara gibi vaziyeti idare eden bölge ülkeleri, bıçak kemiğe dayanınca, “aslen” de vaziyet almaya başladılar:
- Ankara, Tahran, Bağdat, Barzani konusunda işbirliği içine girdiler. Bu ABD, Avrupa ve İsrail’in en korktukları şeydi. Ankara, Suriye’de, “Moskova’cı Esad’a karşı, ABD tarafından nasıl tuzağa düşürüldüğünü”: aynı şeyin Barzani (ve Kuzey Irak) konusunda da gerçekleştiğini nihayet anladı ve “aldatıldığını” itiraf etmek zorunda bırakıldı.
- Ve ABD açısından en önemlisi Ankara (ve Erdoğan) Moskova’ya (ve Putin’e) yaklaştı: Ankara-Moskova işbirliği siyasi, iktisadi ve askeri alanlara genişledi.
- Barzani’nin son girişimi yüzünden Ankara-Tahran- Bağdat ve Şam arasında ABD’nin (ve AB’nin) bölgedeki stratejik çıkarlarına tamamen ters düşen bir ortam doğdu. ABD karşıtı ortam güç kazandı. Vaziyeti idare edenler bile şaşırdı. İşte bu nedenle ABD, Barzani’nin referandum ve bağımsızlık kararına “şimdilik” cephe aldı.

Bizim için işin en acı yanı
BOP üzerinden işin Kürdistan’a getirileceği, Türkiye’nin çıkarları açısından esas projenin ülkeyi Lozan’dan Sevr’e taşımak olduğu 1990 sonrasında açık olarak ortaya çıkmıştı.
 
- Gülen hareketine eskiden destek verenler, onunla işbirliği yapanlar,
 

- Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığına soyunanlar,
 

- BOP projelerinin içine dahil olarak “ikbal bekleyenler”,
 

-FETÖ’nün Ergenekon ve Balyoz kumpaslarına göz yumarak destek verenler,
 

- 2003’te Türkiye’nin, Irak’ın işgaline “dahil olmasını isteyenler”,
 

- Esad ile kavga başlatarak Suriye’nin iç savaşa götürülüp parçalanmasına neden olanlar,
 

- Türkiye’nin kutuplaşmasına destek verip bundan yararlananlar hepsi de bu kaosa girişin sorumlusudurlar. 
 
İşin daha da kötüsü: “aldatılmalar da, görmeyenler de görüle görüle ve biline biline vaziyeti idare etmişlerdir”. Kanıt mı? Dünkü kendi ifadelerine göz gezdirdiğiniz zaman bu kanıtlarla binlerce sayfa doldurabilirsiniz, aynen sevgili Yılmaz Özdil’in yaza yaza bitiremediği gibi...

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Merkez Bankası’nın risk takibi de ‘torba’da - ÇİĞDEM TOKER

Sadece MTV’ye (Motorlu Taşıtlar Vergisi) getirdiği yüzde 40 zam değil. 
 
TBMM’ye gönderilen son torba kanun, dar gelirlileri yoksullaştıracak, bütçe kaynaklarının büyük şirketler lehine transfer sonucunu doğuracak çok sayıda mali düzenleme içeriyor.
Saydım. 130 maddeden oluşan, 76 sayfalık “torba kanun”, tam 53 ayrı kanunda değişiklik yapıyor, 53 kanunu değiştirme iddiasındaki bir “torba”, 16 Nisan şaibeli referandumun, büsbütün işlevsiz kıldığı parlamento üzerinde ağır bir test sürüşüdür. 

 
Uçağa binen herkesin kişisel verilerini işleyip “paylaşmaktan”, özel eğitimli silahlı güvenlik görevlisi bulundurmaya; Saracoğlu Mahallesi’nin satışından, WhatsApp vergisine, İslami finansman kapsamındaki mudaraba-muşaraka araçlarının kullanımından fikir sanat eseri çoğaltan cihaz ithalatçılarından kesilen paraların bütçeye aktarılmasına, ek bütçe kanunu ile getirilmesi gereken 37 milyar TL borçlanmanın araya sıkıştırılmasına kadar upuzun bir liste.
 
Bu uzun liste Meclis’te sadece iktidar partisi varmış gibi yasalaşacaktır. 

Reel sektörün döviz borcu
Torbadaki bir madde, şirketlerin döviz borcu yükümlülüğünün kaygı sebebi olduğu anlamına geliyor. Malum, reel sektörün döviz borçluluğu, önemli bir risk.
Merkez Bankası Kanunu’nda bu riski izlemeye dönük bir değişiklik yapılıyor. Tasarıya göre Merkez Bankası, artık sadece bankalar ve mali kurumlardan değil, şirketlerden de bilgi isteyebilecek.
37. maddede gerekçe şöyle anlatılmış:
“Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın temel amacı olan fiyat istikrarın sağlanması ile finansal sistemde istikrarıın sağlayıcı para ve döviz piyasaları ile ilgili düzenleyici tedbirleri almak gibi birçok görevi, bankanın sağlıklı, doğru, güncel ve sistemli olarak veri elde edebilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan bankanın sadece bankalardan ve mali kuruluşlardan bilgi alması da yeterli olmayabilecektir. Reel sektörün yabancı parayla borçlanmasından kaynaklanan borçlanma ve kur riskinin bilinmesi değerlendirilmesi de bankanın amaç ve görevlerine hizmet edecektir.”
 
***
Bu düzenleme aslında Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in aylar önce açıkladığı “sistemik risk veri takip modeli” ile uyumlu. Şimşek geçen martta reel sektörün kur riskine yönelik sağlıklı bir gözetim imkânının oluşturulması, doğru politikaları belirlemek üzere çalışıldığını haber vermişti.
Buna göre toplam yabancı para borcun yüzde 83’ünün borçlusu olan 2 bin firmaya dair detaylı veriler toplanacaktı. Oluşturulan veri setiyle de firmaların stok döviz pozisyonu ve hem de kısa vadeli döviz nakit akışı izlenebilecek. 
 
Reel sektörün borç yükünde, ekonomiyi canlandırmak amacıyla kullandırılan (fakat nasıl kullanıldığı bir miktar şüpheli de olan) Kredi Garanti Fonu kredilerinin payı büyük.
Torba kanunun belki de en işlevsel maddesi, fotoğrafın tamamını gösterecek verileri derlemeye dönük bu madde olacak. 
 
Fakat bu konuda da olumlu düşünmeyi gölgeleyen bir başka düzenleme yine aynı torbada.
Tasarı, Türk Ticaret Kanunu ile uyumlu olması adına, Merkez Bankası’ndaki denetim kurulunun kaldırılmasını öngörüyor. Merkez Bankası’nın denetleme kurulu, her türlü işlemi denetleyerek rapor hazırlayıp sunma yetkisine sahip. 
 
Yapılmak istenen değişikliğin gerçekten TTK’ye uyum mu, yoksa bir başka nedene mi dayandığı, tasarının görüşmeleri sırasında ortaya çıkacaktır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

2 Ekim 2017 Pazartesi

AfD, Katalonya, Barzanistan: Kanlı şakalar galası - OSMAN ÇUTSAY

Henüz AB’nin, daha doğrusu “Almanya Avrupası”nın merkezine, ki “Almanya-Avusturya hattı” da diyebiliriz, tam girmedi; ama çok alametler belirdi: Ayrılıkçı hareketlere, mevcut ve bayağı da oturmuş devletlerin içinden yeni devletler çıkarma işine yani, hep -nedense- “çeperde” rastlanıyordu, İspanya-Katalonya krizi, bu sorunun merkeze, yani “zengin mutfağına” doğru hareketlendiği yolunda yeni bir işaret kabul edilebilir.

Ama o iş orada kalmaz.

Almanya-Avusturya hattı, dedik: Buranın sermayedarları, bir türlü önüne geçilemeyen AB krizinden yakın çevredeki birkaç devletle birlikte yegâne kârlı çıkan sınıftır. Almanya’nın ihracat şampiyonluğu malum. Ancak içeride açık bir Müslüman-Türk endişesi büyütülüyor. Giderek toplumsallaşan bu endişenin girişte sözünü ettiğimiz tedirginlikle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan’ın Berlin’e yönelik “Müslüman-Türk sıkıştırması” ve bir Erdoğan partisinin Alman genel seçimlerinde, tek bir eyalette bile olsa, 41 bin civarında oy toplaması, belki bir açıdan hezimet sayılabilir, ama bir başka pencereden bakınca, korkutucu bir sinyaldir de. Galiba gizli soru şu: Kimin için korkutucu?
Bir şey derinleşiyor ve yerleşiyor.

Bu köşeye yıllar önce “parçacıklar siyaseti” ile başlamıştık. İşte artık zenginleri de vuran o çizgi derinleşiyor, yayılıyor.

Yugoslavya’nın parça parça edilip topraklarının nasıl Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Kosova gibi küçümen etnik mafya devletçiklerine dönüştürüldüğü biliniyor. Çeklerle Slovakların sözde kavgasız gürültüsüz boşanması bir başka kirli komedi. Tam bir sömürgeye dönüşmüş  o  coğrafyada olan bitene bir isim vermeye kalkmak bile hakaret. Bizim açımızdan sorun biraz da şu: Eğer emperyalist politikalar Yugoslavya’dan yedi “cumhuriyet” çıkarmışsa, bu sayının, eğer üzerinde biraz çalışılırsa, Türkiye’de iki katına çıkmaması için neden yoktur. Şaka değil; büyük bir çözülme sürecindeyiz.


Uygarlığın beşiği Anadolu’da “kültür çevresi” ve dil mi yok?

Görünen köy, şöyle: Karadağ’ı Sırbistan’dan ayırabilen bir zihniyet, Türkiye’yi hallaç pamuğu gibi atar. Bunu da öncelikle “Türkçü çeteleri” kullanarak yapar. Türk olmayı Türkçülüğe çevirenlerin ilk satacağı ve yıkacağı yer cumhuriyetçi Türkiye’dir. Zaten de yıktılar. Cumhuriyeti boğazladılar. Ama hep söylüyoruz: Türkiye’nin katil ikizleri, Türk-İslam faşizmi de diyebileceğimiz Türkçülük ile onun tamamlayıcı parçasını oluşturan “liberal sürü”dür. Türkçü barbarlığı bahane ve ana malzeme olarak kullanmayan emperyalizm ya başka hesaplar peşindedir ya da akli melekelerini yitirmiş bir zümrenin elinde esirdir. Bu işe girmemeleri mümkün değil.

Gelmek istediğimiz yer asıl şurası: Yoksul Kosova olacak, zengin Katalonya olacak, muhtemelen bir dönem sonra Kuzey İtalya (“Lega Nord”) falan olacak ve Türkiye kaya gibi yekvücut yerinde kalacak, öyle mi? Hele Barzanistan’dan sonra... Buna üç-beş safdil demokratla onların “mütemmim cüzü” Türkçü faşistlerden başka kim inanır? Liberal sol satıcıları anmak herhalde gereksiz. Onları sosyalizm düşmanı her türlü bayağılıkta çeken bir şey vardır.

Kürt düşmanlığından ekmek yiyeceğini ve Türkiye’yi kurtaracağını falan sanan Türkler, Hitler ve Mussolini’den sadece asır farkıyla ayrılıyorlar. Liberal sol satıcılarla birbirlerinin ellerine oynuyorlar.

Metropoller bu fırsatı neden kaçırsın?

Türkçülüğün ve onun sürüklediği Kürtçülüğün, bu cepheleşmenin bütün bir bölge için nasıl bir felaket anlamına geldiğini hep birlikte uzak olmayan bir gelecekte göreceğiz. Barzanistan bütün taşları yerinden oynatmak zorunda kaldı. Kimse sükûnet beklemesin bundan sonra.
AB’de kalalım ve yineleyelim: Barzanistan bir yana, Katalonya, metropollerde de farklı bir dinamiğin hareketlendiğini gösteriyor aslında. Daha açık olsun: Kosova’yı devlet diye tanıyan bir ülke, Katalonya’yı nasıl tanımaz?

Er ya da geç...

Mesele bu değil.

Mesele AB’nin zengin mutfağında, Almanya-Avusturya hattında da ayrılıkçılığın hortlama ihtimalidir. Bavyera eyaleti zaten Berlin’i pek taşımak istemediğini yıllardır söylüyor.  Ya 5 milyonu bulan ve yaklaşık 3,2 milyonu Türkiye kökenlilerden oluşan Müslüman “yeni aktif azınlık”? Özellikle eski Doğu Almanya’da neredeyse her dört seçmenden birinin oyunu almayı başaran faşistoid parti AfD, başka şeylerden önce, tam da bunun habercisidir. AfD’nin tetikleyeceği süreç,  Almanya Avrupası’ndaki istikrarı yerle bir edebilecek kadar tehlikeli patlayıcılar içeriyor. Bu hattın genelde etnik bir homojenlik içerdiğini, son 50 yıldaki göçlerle eski yapısının bozulduğu da düşünülürse, zor zamanların eli kulağında diyebiliriz. Saatli bombaların tiktaklarını herkes duyuyor.
İspanya’da ekonomik olarak en gelişkin bir bölge, diğer bölgelere kaynak aktarmak istemiyor ve bağımsızlık hevesi içinde. Kapitalizme de başkası yakışmaz zaten.

Sosyalizmsizlik, tüm sonuçlarıyla ortada.

Sosyalistlerin içine karışmış liberallerin, olan bitene ve krizlere sınıfsallık dışında gözlüklerle, etnik, dinsel, cinsel, kültürel vs. moda bayağılıklarla bakma hevesi, üstelik bunu sosyalizm diye propaganda edebilme ve yutturabilme “başarısı”, komünist hareketin ağır tasfiyesi, hepimize çok pahalıya mal olacak. Bu bayağılıkları ciddiye alan her bünye, zamanından çok önce, ölümü tatmaya mahkûmdur. Hem de şiddetle...

Bitirelim: Katalonya, Almanya Avrupası’nda AfD başta olmak üzere çok tehlikeli taşların yerinden oynamaya başladığına dair de bir göstergedir. Bu şiddetin gölgesi, bizim oralara inanılmaz bir hızlandıran katsayısı eşliğinde düşecektir; o ayrı. Ama AB’nin merkezinde de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. AfD ile Katalonya arasında tersinden ve düzünden işleyen binlerce bağlantı var.
Özet olsun: Sosyalizmsizliğin faturasını daha tam almış sayılmayız. Demokrat metropoller, ellerine sıkıştırılan bu faturanın sürprizleri karşısında şaşkın. Çözülmenin önüne geçemezler, o zaman faturayı yoksullara ödetecekler.

Demokrasi niye var?

Önce bu şike için var.

Osman Çutsay / SOL

AfD, Katalonya, Barzanistan: Kanlı şakalar galası - OSMAN ÇUTSAY

Henüz AB’nin, daha doğrusu “Almanya Avrupası”nın merkezine, ki “Almanya-Avusturya hattı” da diyebiliriz, tam girmedi; ama çok alametler belirdi: Ayrılıkçı hareketlere, mevcut ve bayağı da oturmuş devletlerin içinden yeni devletler çıkarma işine yani, hep -nedense- “çeperde” rastlanıyordu, İspanya-Katalonya krizi, bu sorunun merkeze, yani “zengin mutfağına” doğru hareketlendiği yolunda yeni bir işaret kabul edilebilir.

Ama o iş orada kalmaz.

Almanya-Avusturya hattı, dedik: Buranın sermayedarları, bir türlü önüne geçilemeyen AB krizinden yakın çevredeki birkaç devletle birlikte yegâne kârlı çıkan sınıftır. Almanya’nın ihracat şampiyonluğu malum. Ancak içeride açık bir Müslüman-Türk endişesi büyütülüyor. Giderek toplumsallaşan bu endişenin girişte sözünü ettiğimiz tedirginlikle bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan’ın Berlin’e yönelik “Müslüman-Türk sıkıştırması” ve bir Erdoğan partisinin Alman genel seçimlerinde, tek bir eyalette bile olsa, 41 bin civarında oy toplaması, belki bir açıdan hezimet sayılabilir, ama bir başka pencereden bakınca, korkutucu bir sinyaldir de. Galiba gizli soru şu: Kimin için korkutucu?
Bir şey derinleşiyor ve yerleşiyor.

Bu köşeye yıllar önce “parçacıklar siyaseti” ile başlamıştık. İşte artık zenginleri de vuran o çizgi derinleşiyor, yayılıyor.

Yugoslavya’nın parça parça edilip topraklarının nasıl Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Makedonya, Kosova gibi küçümen etnik mafya devletçiklerine dönüştürüldüğü biliniyor. Çeklerle Slovakların sözde kavgasız gürültüsüz boşanması bir başka kirli komedi. Tam bir sömürgeye dönüşmüş  o  coğrafyada olan bitene bir isim vermeye kalkmak bile hakaret. Bizim açımızdan sorun biraz da şu: Eğer emperyalist politikalar Yugoslavya’dan yedi “cumhuriyet” çıkarmışsa, bu sayının, eğer üzerinde biraz çalışılırsa, Türkiye’de iki katına çıkmaması için neden yoktur. Şaka değil; büyük bir çözülme sürecindeyiz.

Uygarlığın beşiği Anadolu’da “kültür çevresi” ve dil mi yok?

Görünen köy, şöyle: Karadağ’ı Sırbistan’dan ayırabilen bir zihniyet, Türkiye’yi hallaç pamuğu gibi atar. Bunu da öncelikle “Türkçü çeteleri” kullanarak yapar. Türk olmayı Türkçülüğe çevirenlerin ilk satacağı ve yıkacağı yer cumhuriyetçi Türkiye’dir. Zaten de yıktılar. Cumhuriyeti boğazladılar. Ama hep söylüyoruz: Türkiye’nin katil ikizleri, Türk-İslam faşizmi de diyebileceğimiz Türkçülük ile onun tamamlayıcı parçasını oluşturan “liberal sürü”dür. Türkçü barbarlığı bahane ve ana malzeme olarak kullanmayan emperyalizm ya başka hesaplar peşindedir ya da akli melekelerini yitirmiş bir zümrenin elinde esirdir. Bu işe girmemeleri mümkün değil.

Gelmek istediğimiz yer asıl şurası: Yoksul Kosova olacak, zengin Katalonya olacak, muhtemelen bir dönem sonra Kuzey İtalya (“Lega Nord”) falan olacak ve Türkiye kaya gibi yekvücut yerinde kalacak, öyle mi? Hele Barzanistan’dan sonra... Buna üç-beş safdil demokratla onların “mütemmim cüzü” Türkçü faşistlerden başka kim inanır? Liberal sol satıcıları anmak herhalde gereksiz. Onları sosyalizm düşmanı her türlü bayağılıkta çeken bir şey vardır.

Kürt düşmanlığından ekmek yiyeceğini ve Türkiye’yi kurtaracağını falan sanan Türkler, Hitler ve Mussolini’den sadece asır farkıyla ayrılıyorlar. Liberal sol satıcılarla birbirlerinin ellerine oynuyorlar. Metropoller bu fırsatı neden kaçırsın?

Türkçülüğün ve onun sürüklediği Kürtçülüğün, bu cepheleşmenin bütün bir bölge için nasıl bir felaket anlamına geldiğini hep birlikte uzak olmayan bir gelecekte göreceğiz. Barzanistan bütün taşları yerinden oynatmak zorunda kaldı. Kimse sükûnet beklemesin bundan sonra.
AB’de kalalım ve yineleyelim: Barzanistan bir yana, Katalonya, metropollerde de farklı bir dinamiğin hareketlendiğini gösteriyor aslında. Daha açık olsun: Kosova’yı devlet diye tanıyan bir ülke, Katalonya’yı nasıl tanımaz?
Er ya da geç...

Mesele bu değil.
Mesele AB’nin zengin mutfağında, Almanya-Avusturya hattında da ayrılıkçılığın hortlama ihtimalidir. Bavyera eyaleti zaten Berlin’i pek taşımak istemediğini yıllardır söylüyor.  Ya 5 milyonu bulan ve yaklaşık 3,2 milyonu Türkiye kökenlilerden oluşan Müslüman “yeni aktif azınlık”? Özellikle eski Doğu Almanya’da neredeyse her dört seçmenden birinin oyunu almayı başaran faşistoid parti AfD, başka şeylerden önce, tam da bunun habercisidir. AfD’nin tetikleyeceği süreç,  Almanya Avrupası’ndaki istikrarı yerle bir edebilecek kadar tehlikeli patlayıcılar içeriyor. Bu hattın genelde etnik bir homojenlik içerdiğini, son 50 yıldaki göçlerle eski yapısının bozulduğu da düşünülürse, zor zamanların eli kulağında diyebiliriz. Saatli bombaların tiktaklarını herkes duyuyor.
İspanya’da ekonomik olarak en gelişkin bir bölge, diğer bölgelere kaynak aktarmak istemiyor ve bağımsızlık hevesi içinde. Kapitalizme de başkası yakışmaz zaten.

Sosyalizmsizlik, tüm sonuçlarıyla ortada.

Sosyalistlerin içine karışmış liberallerin, olan bitene ve krizlere sınıfsallık dışında gözlüklerle, etnik, dinsel, cinsel, kültürel vs. moda bayağılıklarla bakma hevesi, üstelik bunu sosyalizm diye propaganda edebilme ve yutturabilme “başarısı”, komünist hareketin ağır tasfiyesi, hepimize çok pahalıya mal olacak. Bu bayağılıkları ciddiye alan her bünye, zamanından çok önce, ölümü tatmaya mahkûmdur.

Hem de şiddetle...

Bitirelim: Katalonya, Almanya Avrupası’nda AfD başta olmak üzere çok tehlikeli taşların yerinden oynamaya başladığına dair de bir göstergedir. Bu şiddetin gölgesi, bizim oralara inanılmaz bir hızlandıran katsayısı eşliğinde düşecektir; o ayrı. Ama AB’nin merkezinde de artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. AfD ile Katalonya arasında tersinden ve düzünden işleyen binlerce bağlantı var.
Özet olsun: Sosyalizmsizliğin faturasını daha tam almış sayılmayız. Demokrat metropoller, ellerine sıkıştırılan bu faturanın sürprizleri karşısında şaşkın. Çözülmenin önüne geçemezler, o zaman faturayı yoksullara ödetecekler.

Demokrasi niye var?

Önce bu şike için var.

Osman Çutsay /SOL

Yeni ‘sağduyu’ yeni ‘merkez - Ergin Yıldızoğlu

1980’lerden mali krize kadar, ekonomi yönetiminde “sağduyu”, serbestleştirmeyi, özelleştirmeyi, vergileri indirmeyi, krizin faturasını halka çıkartmak için “kemer sıkmayı” gerektiriyordu. Kapitalizm, savunulması bile gereksiz bir hakikatti. Sosyalizm ise iflas etmiş bir dogma. Bir sosyal demokrat parti, eğer seçim kazanmak istiyorsa ağzına, bırakın sosyalizmi, devlet müdahalesi, vergilendirme, sendikal haklar gibi konuları almayacaktı. O dünya şimdi, en azından Avrupa’da, geride kalıyor. 
 
Geçen hafta İngiltere’de, Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi konferansında, ardından da Muhafazakâr Parti lideri Theresa May’in Merkez Bankası’nda yaptığı konuşmalar, artık başka bir dünyaya ayak bastığımızı gösteriyordu. 

Sosyalizm ve kapitalizm yeniden
Dün ağza alınamayan şeyler artık söylenebilir olmakla kalmıyor, geniş kabul görmeye başlıyor. Corbyn, sosyalist ilkeleri anımsatarak, neo-liberalizmi eleştirerek, çalışanların haklarını, kamulaştırmayı, planlamayı savunarak parti liderliğine yükseldi. Bu zeminde hazırlanan parti platformu, genel seçimlerde Muhafazakâr Partiye meclis çoğunluğunu kaybettirdi, Kuzey İrlanda’nın en gerici partisinin desteğini bir milyar sterline satın almak zorunda bıraktı. 
 
Corbyn’in, konferansta yaptığı konuşma yaklaşık 1.5 saat sürdü, geniş kapsamlıydı, önerileri somuttu. Corbyn, 21. yüzyıl sosyalizmi dedi, bundan öte, su, enerji gibi özelleştirilmiş hizmetleri yeniden kamulaştıracaklarını, devlet-sermaye ortaklıkları projelerine son vereceklerini; sanayi, konut, eğitim, sağlık alanlarında yeni yatırımlarla ekonomiyi canlandıracaklarını; sendikaların örgütlenme hakkını güvenceye alacaklarını; siyaseti Westminister’dan (Meclis) tabana yayacaklarını, sorunları yerinde dinleyeceklerini söyledi. “Kamu çalışanlarının hizmetlerini övmek yetmez, yıllardır düşmekte olan ücretler artık artmalıdır” dedi. Grenfell Tower yangını trajedisi üzerinden neo-liberalizmin, yerel halkın uyarılarına kulakları tıkamanın sonuçlarını somut biçimde anlattı. Göçmenlere ilişkin, “Ekonomiyi bunlar mı bozdu, ücretleri göçmenler mi düşürüyor” diye sordu, sonra faturayı Muhafazakâr Parti’nin kemer sıkma, sermayenin ücretleri düşürme politikalarına çıkardı. Burada da durmadı, insanların ülkelerini yıkan savaşların göçmenlik kriziyle ve terörizmle ilişkisini vurguladı.
Corbyn, konuşmasının sonuna doğru, “Seçimler merkezde kazanılır diyorlar” diye devam ederken, salondakiler homurdanmaya başlayınca, “Durun, bu çok yanlış değil” dedi ve ekledi, “ancak, merkez değişkendir, şimdi merkezi ve sağduyuyu biz temsil ediyoruz”. 
 
Gerçekten de bu yeni sağduyunun, yeni merkezin izleri, Başbakan May’in bankacılara yaptığı konuşmada da görülüyordu. May, konuşmasını kapitalizmi savunmaya ayırmıştı. Ne ki bunu ancak serbest piyasanın aksaklıklarını, denetlenmesi gerektiğini kabul ederek, düzelme yollarından söz etmeye çalışarak yapabiliyordu. 
 
Artık gündemi Corbyn ve İşçi Partisi belirliyor, Muhafazakâr Parti arkasından yetişmeye çalıyor. Yeni durumun bir diğer göstergesi de İngiltere’nin TÜSİAD’ı CBI ile sendikalar konfederasyonu TUC’nin birlikte, yaptıkları, “Brexit sürecinde insanların hayatlarıyla poker oynamayınız” açıklamasıydı. 
 
Neo-liberalizm iflas etti. Mali krizden bu yana yeni bir model aranıyor. Ancak tarih bize modellerin birileri tarafından bulunan şeyler değil, sınıflar arası güç dengelerinden, saldırı ve geri çekilmelerden süzülerek gelen yeni uzlaşmaların, bunlara ilişkin siyasi dinamiklerin ürünü olarak şekillendiğini gösteriyor. 
 
Yunanistan’da, İspanya’da sosyal demokrasi kendi sesini arıyordu, Portekiz’de bu yeni sesin ilk ürünleri ortaya çıkıyordu. Şimdi İngiltere’de İşçi Partisi bu dalgayı yükseltiyor. Financial Times’a göre “Bugün yeni fikirlerin öncülüğünü muhalefet partisi yapıyor”. Sanırım, sermaye de yeni bir uzlaşma arıyor. 
 
Bir başka kapitalist model arayışı, “yeni merkez” ve “yeni sağduyu” haline gelirken, bir başka dünyanın olabileceğini, savunmak artık daha kolay.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

AKP'nin ÇÖKEN SAĞLIKSIZ SAĞLIK POLİTİKALARI HAKKINDA(Cumhuriyet)

Sağlıksız dönüşüm çöküyor(I)-Şeyma Paşayiğit/CUMHURİYET  

Sağlıkta Dönüşüm Programı ile 2002’den beri sağlık politikalarıyla övünüp oy toplayan AKP, son KHK ile 15 yıl boyunca sürdürdüğü uygulamalarda başa dönüş sinyali verdi.


Türkiye’nin sağlığı, AKP’nin 2003 yılından itibaren “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adını verdiği ‘reform’ ile yeniden yapılandırıldı. 15 yılda kurumlar, yöneticiler, aile hekimliği, hastaneler ve Genel Sağlık Sigortası dönüşümden nasibini alırken muayene ücreti, ilaç farkı gibi terimler de litaratüre girdi. Sağlık hizmetlerinin özelleştirildiği ve hastaların müşteri olarak görüldüğü Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın faturası ağır oldu.

2003 yılında AKP Hükümeti’nin “Sağlıkta Dönüşüm Programı” adı altında sunduğu reform paketi sonrasında sağlık alanında özelleştirmelerin ilk adımı atıldı. Bu paketle başlayan dönüşüm, birinci basamakta topluma yönelik sağlık hizmeti yerine başvurana hizmet verme anlayışını egemen kıldı.
Hastane hizmetlerinin özelleştirilmeye başlanmasıyla kamu hastane birlikleri oluşturuldu. Döner sermaye ve performansa dayalı ödeme sistemi ile sağlık çalışanları kamu kurumları içinde rekabete dayalı bir ücretlendirme mekanizması içine çekildi. Hastaların da ödedikleri vergilere ek olarak katkı payı ödemesi zorunlu kılındı.


İflas sinyali
Parası olmayana sağlık güvencesi denilerek oluşturulan Genel Sağlık Sigortası kapsamında faydalanılacak hizmetler, SGK tarafından yeniden belirlendi. Ancak yıllar içinde çok daha fazla sağlık hizmeti Genel Sağlık Sigortası temel teminat paketi dışında kaldı. Sigorta yalnızca “temel teminat paketi” kapsamındaki sağlık giderlerini karşılarken pakete dahil olmayan sağlık giderleri “özel sağlık sigortası” ya da “kişisel ek ödeme” ile karşılanmaya başlanması AKP politikalarının özelleştirme vurgusunu ve halka sağlık götürme propagandasının da iflas etmeye başladığını gözler önüne serdi.

Yıl 2004: Dönüşüm başladı
Sağlık hizmetinin özelleştirilmesindeki en önemli adım olan ‘Aile Hekimliği’ için AKP hükümeti 2004 yılında 40 milyon Avro kredi aldı. Aşılama, gebe ve bebek takiplerini yürüten, salgın hastalıklarla mücadele yürüten sağlık ocaklarının Aile Hekimlikleri modeliyle kapatılması amacıyla 2005 yılında Düzce’de başlatılan pilot uygulama 2006 yılında 10 ile yayıldı ve çok sayıda olumsuzluk yaşandı ancak görmezden gelindi. Herkese parası kadar sağlık hizmeti sunan Aile Hekimliği uygulamasında iş güvencesi içermeyen sözleşmeli çalışma şekline dönüştürüldü.

Yıl 2006: Sağlıkta ihale ile satım
SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ile hastanelerde verilen sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi ve hastanelerin işletmeleştirilmesinin yolu açıldı. SSK’nin ilaç ve sağlık hizmetlerini artık üretmeyip satın alma yoluna gitmesi ile masraflar giderek ağırlaştı. Hastaneler ve İl Sağlık Müdürlükleri’nin tamamında temizlik ve bakım-onarım hizmetleri, büyük olan hastanelerde yemek ve güvenlik hizmetleri ihale ile satıldı.

Yıl 2007: Borçlar yetmedi
Özlük hakları elinden alınan sağlık çalışanları sözleşmeli statüye geçirilerek ekip hizmeti anlayışı terk edildi. Sağlık Bakanlığı, birinci basamak sağlık hizmetlerini özelleştirmek amacıyla Dünya Bankası’ndan kredi aldı. Hastanelerin radyoloji, görüntüleme merkezleri, labaratuvar, yoğun bakım hizmet birimleri özel sektöre ihale edildi. TBMM komisyonlarında görüşülen “Kamu Hastane Birlikleri Pilot Uygulaması Hakkında Kanun Tasarısı”na sağlık emekçilerinin iş güvencelerinin ortadan kaldırılması, hastanelerin kendi kendine yeten işletmeler olması, daha az personelle daha çok iş yaptırılması, genel bütçeden hastanelere ödenek verilmemesi, herkesin ihtiyacı kadar değil ancak parası kadar sağlık hizmeti alması, hastanelerin zaman içinde kârlılık ve verimlilik ilkesi uyarınca özel sektöre devredilmesi hedeflendi. 2005 yılına kadar haftalık 40 saat çalışma süresi torba yasa ve genelgelerle 45 saate çıkarıldı. Radyoloji çalışanlarının haftalık 25 saatlik çalışma süreleri de 45 saate çıkarıldı. 2007 yılında genel seçimlerin de etkisiyle personel alımı yapan Sağlık Bakanlığı tercihini sözleşmeli istihdamdan yana kullandı.

Yıl 2008: Sağlık cepten yedi
Yeni bir vergi yükü getiren Genel Sağlık Sigortası 2008 yılında uygulamaya kondu. Bu uygulamada, sağlıkta özelleştirmelerin devam edeceği, bunun hükümetin temel başlıklarından biri olduğu belirtildi. Kamu ve özel sağlık sigortalarına rağmen ihtiyaç duyulan sağlık hizmetine ulaşmadaki engellerden biri olan katkı payı ile devletin belirlemiş olduğu fiyatların üzerinde kalan kısmını kişinin doğrudan kendi cebinden finanse etmesi gerekti.

Yıl 2009: ‘Katılana’ pay
Ekim 2009 tarihinden itibaren devlet hastanesine başvuranlardan 8 TL, özel hastaneye başvuranlardan ise 12 TL katılım payı alınmasına başlandı. Muayene sonrasında doktor reçete yazmış ise 3 TL katılım payı da eczaneler tarafından alınmaya başlandı. Muayene parası en düşük özel hastanede 100 TL civarına, kamuda ise son tebliğ ile 15 TL’den 30 TL’ye çıktı.

Yıl 2011: Şirketleşen bölünme
KHK ile “Sağlık Bakanlığı Teşkilat Yapısı” düzenlendi. İcracı olmaktan çıkan Bakanlık, denetleyici, düzenleyici konuma geldi. Sağlık Bakanlığı’nın temel görevi olan sağlık hizmeti sunumu, bağlı kuruluşları olan Halk Sağlığı ve Kamu Hastane Kurumu’na devredildi. Devlet hastaneleri “şirket hastanelerine” dönüştürülürken sisteme sahip çıkıp yönetecek CEO olarak nitelendirilen ‘genel sekreter’ler göreve getirildi. Hazine arazileri üstüne “şehir hastanelerinin” kurulmasıyla Kamu - Özel Ortaklığı hayata geçirildi. Özel hastane veya sağlık kurumlarının lisanslarının açık arttırmayla satılması düzenlendi. Muayene açma ruhsatının ihaleyle satılabileceği düzenlemelerin önü açıldı. Sağlık Bakanlığı’na, sağlık çalışanlarını meslekten men etme yetkisi verilirken diğer yandan mevcut klinik şef ve şef yardımcılarının unvanları ile başhemşirelik unvanı iptal edildi. Gönüllü Sağlık Denetmeni kavramıyla hasta ile sağlık çalışanı arasına üçüncü kişilerin girmesine izin verildi.

Yıl 2012: Tepkiler büyüdü
Temmuz 2012’de yayımlanan torba yasayla ‘Aile Hekimliği Kanunu’nda değişiklik yapılarak Aile Sağlığı Merkezi’nde çalışan hekim ve diğer sağlık çalışanlarına başta kamu hastane acil birimleri ve 112 ambulans birimlerinin normal mesaisine ek olarak acil nöbet tutulmasının önü açıldı. Sağlık emekçilerinin tepkisi üzerine daha sonra yürürlüğe giren Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliği ile nöbet uygulaması yumuşatılarak uygulanamadı.

Yıl 2013: Çalışanlar çok yönlü
Yıl 2013’e geldiğinde hükümet, Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı sürdürmeye devam etti. Acil birimlerinin önü hastalarla dolup taştı ve sağlık çalışanlarına şiddetin en sık yaşandığı yerlere dönüşen acillerde çalışmak oldukça zorlu hale geldi. Hükümet, bu problemleri gidermenin yolunu Aile Sağlığı Merkezleri’nde sözleşmeli çalışan sağlık çalışanlarını bu birimlerde çok yönlü çalıştırmayı öngörerek buldu. Bu sözleşme Aile Hekimliği Ödeme ve Sözleşme Yönetmeliği’ne, Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği’ne, anayasanın çalışanın dinlenme hakkı maddesine ve Avrupa Birliği mevzuatlarına aykırı olması yayınlanmasına engel olmadı.

Yıl 2014: Niteliklere göre ayrıştırma yok
Fazla çalışma ve nöbetler konusu 2014’te yasalaştı. Aile Hekimliği Kanunu’na getirilen düzenleme sonucu aile hekimlerine ve aile sağlığı çalışanlarına haftalık çalışma süresi ve mesai saatleri dışında ayda asgari 8 saat nöbet görevi verileceği düzenlendi. Zorunlu nöbetin öncelikle hastane acil servislerinde tutulması ile ilgili genelge çıkarıldı. Hekim dışındaki farklı meslekleri yani hemşire, ebe, acil tıp teknisyenini bir meslek olarak kabul edip onlara topluca eleman deyip, hepsine niteliği çok zayıf olan aynı görevleri verdi. Aile Hekimliği düzeni, çalışanları normal mesai saatlerinin dışında daha fazla sürelerle çalışmayı ve acil nöbetleri tutmayı zorunlu kıldı. Bu yeni düzen ile koruyucu sağlık hizmetleri değil muayenehanecilik ön plana çıktı.

Yıl 2015: Devir bitmedi
2015 yılının başında SSK sağlık kurumları Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Özelleştirmek için devredilen SSK sağlık kurumları ile dönüşüm devam etti.

Yıl 2017: GATA tarih oldu
Darbe girişiminin ardından OHAL ile yönetilen Türkiye’de çıkan KHK ile GATA ve askeri hastaneler Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Hükümet, yayımladığı KHK’de GATA’ya bağlı yükseköğretim birimlerinin Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne; Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne bağlı eğitim hastaneleri, TSK Rehabilitasyon ve Bakım Merkezi ile asker hastaneleri, dispanser ve benzeri sağlık birimleri ile Jandarma Genel Komutanlığı’na ait sağlık kuruluşlarının Sağlık Bakanlığı’na devrine ve personelin geçişine ilişkin usul ve esaslar düzenlendi.

Yıl 2017: Eskiye dönüşüm
Tüm bu yaşanılanların ardından 2003 yılından beri hükümet kanadı tarafından övülerek anlatılan Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın başarısızlığı, yayımlanan son KHK ile ilan edildi. Yap boz tahtasına dönen sağlık sisteminde artan bürokrasi ve kadrolaşma gerekçe gösterilerek tekrardan tek çatı haline dönülmeye çalışılıyor. İllerde sağlıkla ilgili üç başlı yönetimde koordinasyon sorunu yaşandı ve yetki karmaşası ortaya çıktı. Yaratılan bürokrasi, sağlık hizmetlerinde gecikme oluşturdu. Ayrıca, yeni oluşturulan kadroların, Menzil Cemaati tarafından kadrolaştığı söylendi. Yaşanan bu sorunların ardından eskisine benzer bir yapıya dönüştürmek üzere durum Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a iletildi ve Erdoğan’ın talimatı ile yeni düzenleme geldi. KHK ile Sağlık Bakanlığı’ndaki üst düzey yöneticilerin görevleri sona erdirildi. İl ve ilçe sağlık müdürlükleri yeniden yapılandırıldı, 9 bin 831 adet yeni kadro ihdas eden bakanlıkta bir gecede boş bırakılan makamlara yeniden kadrolaşmanın önü açıldı.(Şeyma Paşayiğit)

Piyasacı sağlık politikaları sürüyor(II)-Sibel Bahçetepe /Cumhuriyet

694 sayılı KHK ile Kamu Hastane Birlikleri Kurumu ve Halk Sağlığı Kurumu kaldırıldı.

Son çıkarılan 694 sayılı KHK ile Sağlık Bakanlığı teşkilat yapılanmasında birtakım değişikliğe gidildi. Bunlardan biri de Kamu Hastaneler Kurumu ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu ve bağlı kuruluşların kaldırılması, genel müdürlüklerin getirilmesi, başhekimler ile il sağlık müdürlerinin yetkilerinin eskiden olduğu gibi yeniden artırılması oldu. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ile İstanbul Tabip Odası yetkilileri, hükümetin 2011’de hayata geçirdiği bu modelden vazgeçerek yetkiyi yine Bakanlık’ta topladıklarını belirterek “Özerk sağlık işletmesi modelinde yöneticilere paralar saçarak, verimlilik, maliyet, etkinlik, kalite yönetimi gibi neoliberal yaklaşımları benimseyerek oluşturdukları, sağlık alanında ciddi bir tahribata neden olan bir sistemi yürütememişler; özünü, değiştirmeden yetkileri tekrar Bakanlıkta toplamayı seçmişlerdir.

Başarısızlık göstergesi
Gelinen bu nokta Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın başarısızlığının açık bir göstergesidir. Çözüm için atılacak adımlar öncelikle kamu hastanelerinde performans sisteminin ve döner sermaye bütçesi uygulamasının kaldırılmasını içermelidir. Nitelikli, ücretsiz ulaşılabilir sağlık hizmetinin tüm kullanıcılara eşit olarak sunulduğu düzenlemeler yapılmalıdır” dediler. 6 yıl önce çıkarılan bir KHK sonucu “Sağlık Bakanlığı Teşkilat Yapılanması” değiştirilmişti. Söz konusu değişiklik, geçen günlerde, 25 Ağustos’ta çıkarılan yeni bir KHK ile bir kez daha değiştirildi. Çıkarılan KHK Halk Sağlığı Kurumu Başkanlığı “Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü”, Kamu Hastaneleri Kurumu Başkanlığı da “Kamu Hastaneleri Genel Müdürlüğü” oldu.

TTB Konsey Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel: İl sağlık müdürlerine tam yetki
TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Raşit Tükel, “Türkiye Kamu Hastane Kurumu yarı özerk bir kurum gibiydi. Ayrı bütçeleri, ayrı idari yapısı ve altında geniş bir bürokratik yapılanması vardı. İllerde CEO olarak adlandırılan genel sekreterler tarafından yönetilen Kamu Hastane Birlikleri oluşturulmuştu. Birliğe bağlı her bir hastane, hastane yöneticisi tarafından yönetilirken, başhekimler hastane yöneticisine bağlı olarak çalışıyorlardı. Bu kurumun sözleşmeli olarak çalışan 10 binin üzerinde yöneticisi vardı ve döner sermayeden karşılanan yüksek ücretlerle göreve getirilmişlerdi. Böyle bir yapılanmadan yeniden sağlık müdürlüğüne bağlanmaya geçildi. Yani bağlı kuruluş statüsü kaldırılmış oldu” dedi. Sağlık Bakanlığı taşra teşkilatının il sağlık müdürlüğü çatısı altında toplandığını anımsatan Tükel “Hastaneler yeniden başhekimlerin yönetimine bırakıldı” diye konuştu.

Nereden nereye gelindi?
AKP’nin iktidara geldikten sonra kamu reformu diye adlandırdıkları sağlıkta bir dizi yasa tasarısı içeren paketler hazırladığını anımsatan Tükel, şöyle devam etti: “İlk sağlık işletmesi modeli de bu süreçte meydana geldi. Sağlık sistemi ‘daha çok tetkik iste, daha çok hasta bak’ denilen, hastaların müşteri olarak görüldüğü, hastanelerin ise ticarethane olduğu bir sistem biçimene dönüştürüldü. 25 Ağustos’‘ta çıkarılan KHK ile bu yapıda değişiklik yapıldı. Kamu hastanelerine bağlı tüm yapı bir anda kaldırıldı, tüm sorumluluk il sağlık müdürlüğü ve hastanelerde başhekimlere verildi. Niye işlemedi? Kamu sektöründe esneklilik, verimlilik, maliyet, etkinlik, kârlılık gibi kavramları öne çıkardılar, gelirleri arttırma çabasına girdiler. Ancak 2016 yılında yayımlanan Sayıştay raporunda da belirtildiği gibi birkaç yılın sonunda kamu hastanelerinin döner sermayeleri iflas etme noktasına geldi. Piyasacı sağlık politikalarının geldiği noktaydı bu.
Sistemi yürütemeyince yetkiyi tekrar Bakanlık’ta toplamayı seçtiler. Bu yönüyle bir geri adımdır. Ancak piyasacı, rekabete dayalı sağlık politikalarını sürdüren, Genel Sağlık Sigortası’nı yürürlükte tutan, bir özelleştirme modeli olarak şehir hastanelerini hayata geçiren bir sağlık sisteminde, öze dokunmayan düzenlemelerden olumlu bir etki beklemiyoruz. Performans sisteminin ve döner sermaye bütçesinin kaldırılması ilk adım olabilir. Toplum ve hekimlerin ihtiyacı olan nitelikli, ücretsiz, ulaşılabilir sağlık hizmetlerinin tüm kullanıcılara eşit olarak sunulması, adil, genel bütçeden finanse edilen ve bu nedenle de maliyet olarak ucuz ve kolay yönetilebilen bir sistemin oluşturulmasına yönelik düzenlemeler yapılmalı.”
TTB: Bu düzenlemeler, piyasacı sağlık politikalarından geri adım olarak değerlendirilemez. Sağlık alanında ciddi bir tahribata neden olan bir sistemin özünü değiştirmeden, yetkileri tekrar Bakanlık’ta toplamaya yöneldiler. Çözüm için atılacak adımlar, kamu hastanelerinde performans sisteminin ve döner sermaye bütçesi uygulamasının kaldırılmasını içermelidir.

İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Samet Mengüç: Başarısız olacağını
söylemiştik
İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Samet Mengüç ise özetle şunları söyledi: “Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın uygulamaya geçtiği dönemde biz TTB ve İstanbul Tabip Odası olarak buna karşı çıktık. Çünkü bu projenin daha önce dünyanın birçok ülkesinde denendiğini ve başarısız olduğunu biliyorduk. Bu nedenle sürdürülebilir olmadığını dile getirmiştik. Bunu dile getirirken bu programın Dünya Bankası ve IMF’nin ortaklaşa bir projesi olup 1980’li yıllardan bu yana farklı ülkelerde yaşama geçirmeyi başardıklarını, uygulayan hemen hemen tüm ülkelerin ciddi bir sağlık hizmet eksikliği ve ciddi maddi kayıplar yaşayarak sonuçta bu projeden vazgeçtiklerini de biliyorduk.

‘Evet biz yanlış yaptık’ demenin pratik bir ifadesi
Peki, biz biliyorduk da AKP hükümeti bilmiyor muydu? Şüphesiz en az bizim kadar onlar da biliyordu. AKP iktidarı gibi geçmişte ülke yönetme deneyimi olmayan iktidarlara zaman ve geçici itibar kazandırma açısından önemli bir projeydi. Bu projenin son halkası olan şehir hastaneleri artık sonun başlangıcına gelindiğinin göstergesidir. Süreci değerlendirecek olursak 2011 yılında çıkarılan 663 sayılı KHK ile Sağlık Bakanlığı teşkilatında değişiklik yapıldığında TTB ve İstanbul Tabip Odası olarak yine karşı çıkarak hatta işyerlerimizde ve alanlarda bunu görünür kılmaya çalıştık. Ancak sonuçta bir meslek örgütünün siyasi bir kararı engelleme şansı ne yazık ki antidemokratik bir ülkede hiç de kolay değildir. Bu projenin son aşaması olan şehir hastanelerinden sonra, AKP sistemin sürdürebilir olmadığını görünce bir nevi kendi içinde bir geriye dönüş yaşamaya başladı. Sağlık Bakanlığı teşkilatında 6 yıl sonunda gidilen değişiklik ‘evet biz yanlış yaptık’ demenin pratik bir ifadesidir.”

Yıllar sürecek büyük tahribat
Dr. Samet Mengüç, “Asker hekimler konusunda aldığımız kararlar yanlıştı deyip yeniden asker hekim yapılanması konusun da arayışlara başlamak ‘evet biz yanlış yaptık’ demenin bir diğer ifadesidir. Ancak bu zorunlu geriye dönüşlerle Sağlıkta Dönüşüm Programı terk edilmiyor, programın ana hedefi olan piyasalaştırılmaya, güvencesiz çalıştırılmaya, ucuz işgücü sağlamaya devam ediliyor. Bu proje belki de yıllarımızı alacak şekilde yarattığı tahribatlarla tarihin raflarına kaldırılma sürecine girmiştir diyebilirim” diye konuştu.(Şeyma Bahçetepe)

Paran kadar sağlık(III)-Sibel Bahçetepe/Cumhuriyet) 

AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm programı hastaları olduğu kadar hekimleri de isyan ettiriyor. Kamu hastanelerindeki bitmek bilmeyen kuyruklar, hastalardan alınan katkı-katılım paylarına her geçen gün bir yenisinin eklenmesi, performansa dayalı ödemelerin nitelikli sağlık hizmetini ortadan kaldırması gibi pek çok faktör sağlıkta gelinen noktayı da gözler önüne seriyor.

AKP hükümetinin Sağlıkta Dönüşüm programı ile sağlığın ücretsiz olduğu, sıra beklemeden muayenelerin yapıldığı söylemleri de gerçeği yansıtmıyor. Yurttaşlara kamu hastanelerinde aylar sonrasına randevular verilirken, uzun kuyruklar ve alınan katkıkatılım payları, muayene ücretleri de hastaları çileden çıkarıyor. İstanbul’da sağlık hizmetini yerinde gözlemlediğimiz hastanelerde yaşananlar, gelinen noktayı aslında gözler önüne seriyor. Hasta ve hasta yakınları “Randevular aylar sonrasına veriliyor. O da yetmezmiş gibi muayene vaktinde de içeri almıyorlar, saatlerce sıra beklemek zorunda kalıyoruz. Hastaneler bakımsızlıktan kaderine terk edilmiş durumda. Hizmet alabilmek için ya adamın, ya paran olacak” diyerek sistemini eleştiriyor.

Uzayıp duran kuyruklar
Sağlıkta yaşanan sorunlar her geçen gün katlanıyor. Parası olan özel hastanelere giderken, olmayan hastane kuyruklarında beklemek zorunda kalıyor. Sağlık hizmetlerinde niteliğin her geçen gün düştüğünü söyleyen hekimler ve hastalar, “Hani sağlıkta reform” diye soruyor.
Biz de sağlıkta yurttaşların yaşadıklarını görmek için Çapa’daki İstanbul Üniversitesi (İÜ) İstanbul Tıp Fakültesi, Haseki, Şişli ile Okmeydanı eğitim ve araştırma hastanelerine gidiyoruz. Hastane polikliniklerine randevu alamayan yurttaşların acil servislere yönelmesiyle, bu servislerde yoğunlukların yaşandığını görüyoruz. Hastanelerde göze çarpan bir başka durum hastanelerin fiziki özellikleri oluyor.

‘Saatlerce sıra bekliyoruz’
İÜ Tıp Fakültesi’nde bir hasta ile başlıyoruz konuşmaya. Adını vermek istemeyen A.Y., şunları söylüyor: “Randevular geç tarihlere veriyorlar, o da yetmezmiş gibi muayene vaktinde hastaları içeri almıyorlar, saatlerce sıra beklemek zorunda kalıyoruz.”

‘Ya adamın, ya hatırın olacak’
Okmeyd anı Eğitim Araştırma Hastanesi’ndeki bir hasta Halil Hafızoğlu, “Sağlık hizmetleri abarttıkları kadar mükemmel değil. Ya adamın, ya paran ya da hatrın olacak. ‘Sağlık düzeldi’ diyorlar. Hiçbir şeyin düzeldiği yok. Vatandaşı kandırıyorlar. Eskiden ilaç kuyruğunda duruyordun diyorlar. Şimdi de randevu almak için bekliyoruz. Eczaneye gidiyorsun yok katkı payı, yok reçete payı, yok muayene parası derken bir dünya ödeme yapıyorsun” diyor.

‘3 ay sonrasına randevu’
Hastanelerin yoğunluğundan yakınan D.A. adlı hasta ise Eskişehir’de Ağız ve Diş Sağlığı Hastanesi’nde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “20’lik diş ağrısıyla apar topar hastaneye gittiğimde, iki dakikalık bir muayene sonrası antibiyotik verdiler ve üç ay sonraya ameliyat tarihi verildi. Daha sonra dişimin ağrısını bir süre tarif ettikten sonra, iki ay sonraya yer verebileceklerini söylediler.”

‘Yataklar Nuh Nebi’den kalma’
Okmeyd anı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedavi gören Fevzi Arslan adlı hasta ise “Gastroenteroloji bölümüne saat 09.30’da geldim. Bölüm sadece pazartesi ve çarşamba günleri öğlene kadar randevu veriyor, bu nedenle sıra gelmiyor. Çok zaman kaybediyoruz, dolayısıyla tedavilerimizin uzun sürmesine neden oluyor” diyor. Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne tedavi için gelen eczacı Kemal K. ise şunları anlatıyor:
“Hastanenin imkânları kısıtlı. En doğru olanı hastaların tekli odalarda kalması. Bir eczacı olarak söylüyorum, sağlık açısından özellikle enfeksiyon riski açısından en doğru olan hastanelerde hastaların tek kişilik odalarda kalması. Tek kişilik odalar da var, dört kişilik odalar da... Hastaların durumuna göre tek kişilik odalarda kalınabiliyor. Ama her hasta özeldir. Örneğin Cerrahpaşa, Çapa, Şişli Etfal gibi hastanelere yeterli destek verilmiyor. Geçmişten bugüne iyi doktorları olan yerler yeterli desteği almıyorlar. Biz buraya gelmeden önce dört ay boyunca Cerrahpaşa’daydık. Oranın imkânları daha kötüydü. Doktorları iyi olmasına rağmen imkânları yetersizdi. Yataklar Nuh Nebî’den kalma. Sağlığa yapılan yatırım her zaman eksikti. Bunu da özel hastaneler furyasıyla gidermeye çalıştılar ama yeterli olup olmadığı tartışılır. Tek sıkıntı özel hastanelerde ciddi farklar söz konusu. Kızım burada değil de özel hastanede yatsaydı, bu işlemler 30- 40 bin lira tutacaktı. Bu hastanede bir de asansör sıkıntısı var o da biraz bizim insanımızın sorunu, altı kişilik asansöre sekiz kişi binince bozuluyor ve kavga oluyor.”

Asansör arızaları bitmiyor
Hastaneleri gezerken, hasta ve hasta yakınları, odaların küçük ve kalabalık olmasından şikâyet etmeye başlıyor. Hasta ve hasta yakınları, muayane kuyruğuna bir de sık sık yaşanan asansör arızaları nedeniyle asansör kuyruklarının eklendiğini de söylüyor.

‘Kaçınılmaz sonun başlangıcı’
İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Dr. Samet Mengüç, AKP hükümetinin Sağlıkta Dönüşüm programında sona doğru gelindiğini belirterek “Bizler 13- 14 yıldır aslında aynı şeyleri söylüyoruz. Sağlıkta Dönüşüm programı nitelikli sağlık sistemini amaçlamıyor. Bu sistem daha çok sağlık alanında rant sağlamak ve sağlığı ticaret şeklinde değerlendiriyor. Hastalara müşteri, hastanelere ticarethane olarak bakılıyor. Ne kadar hasta artarsa, sistem o kadar amacına ulaşmış oluyor” diyor.
 ‘Hastalar mâğdur’
Nitelikli sağlık hizmetinden uzaklaşıldığını anlatan Mengüç, özellikle uzun süre tedavi gerektiren, kronik hastalıkları olan hastalar ile kanser gibi hastalarının mağdur olduğunu söylüyor. Mengüç, “Çünkü uzun tedavi gerektiren hastalar sisteme rant sağlamıyor. Bir hekimin 15-20 gün bu hastalara bakması ile bir günde poliklinik hizmeti vermesindeki performans ücreti eşdeğer gibi. Böyle olunca hekimlerde de isteksizlikler ortaya çıkıyor” değerlendirmesini yapıyor. “Gereksiz tahlil ve tetkikler arttı” diyen Mengüç, ülkemizde bir yılda 120 milyona yakın kişinin acil servislere başvurduğunu anımsatarak şöyle devam ediyor:
‘İflas kaçınılmaz’
“80 milyona yakın nüfusumuz var. Bu da demek oluyor ki her insan ortalama 1.5 kez acile gitmiş. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok kişi acile başvurmuyor. 100 milyonluk ülkede 30 milyon kişi acile giderken, 80 milyonluk ülkede 120 milyon kişi acile gidiyor. Bu bile Sağlıkta Dönüşümü ortaya koyuyor. Sağlıkta dönüşüm programı yavaş yavaş iflas ediyor. Bunun karşılığının olmadığı görülmeye başlandı.” (Sibel Bahçetepe)

(Cumhuriyet)


 


1 Ekim 2017 Pazar

AKP kaybederse Türkiye kazanacak - ORHAN BURSALI

7 Haziran 2015 AKP’nin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Yüzde 41’in altına düşmüş ve seçimleri kaybetmiştir. İktidarı, 12-13 yıllık iktidarı aslında o tarihte sona ermişti. Kaç seçim kazandığının önemi yok, topu topu 13 yıl iktidarda kalabilmişti. AKP liderliğinin tarihinde 7 Haziran kara bir sayfadır, korku doludur, asla anımsamak istenmez. Ama lider dün bu tarihi gündeme getirmek zorunda kaldı. 
 
7 Haziran’ı, 1 Kasım ile aştılar. Ama iki tarih arasında olanlar Türkiye tarihinin çok özel yazılması gereken bir bölümüdür. 
 
Anımsayın, önce Cumhurbaşkanı, AKP dışında bir hükümet seçeneğinin denenmesine asla fırsat vermedi. Davutoğlu ile lider arasında, daha önceki olaylarla gerilmiş olan ipler asıl o zaman koptu. Davutoğlu, CHP ile bir koalisyona bile sıcak bakabilirdi. Bunun işaretlerini vermişti. Ancak Cumhurbaşkanı için böyle bir olasılık en büyük kâbusu olabilirdi. 

Büyük kargaşa / güvensizlik
RTE ile Bahçeli arasında bugüne uzanan ilk büyük ittifak o zaman atıldı. Bahçeli bir başka iktidar seçeneği defterini hiç açmadı.
7 Haziran – 1 Kasım arasında yaşadığımız ve tüm Türkiye için önemli olan ise, büyük kaostu. Al gülüm ver gülüm halinde AKP ile PKK arasında masalar devrilmiş ve PKK, iktidarın gözleri önünde ve bilgisi dahilinde tüm hendek savaşı hazırlıklarını tamamlamış olarak, “kurtarılmış bölge” savaşını başlatmıştı.
28 Şubat’ta hükümet- PKK arasında 10 maddelik Dolmabahçe açıklandıktan sonra nisandan itibaren savaş yeniden başladı... Cumhurbaşkanı anlaşma masasını devirdi. PKK zaten hazırdı. Güneydoğu ve tüm Türkiye alevler içinde kaldı. Sadece PKK değil IŞİD gibi terör örgütleri de büyük kentleri ateşe verdi. Büyük kargaşa, korku ve güvensizlik içinde tekrarlanan seçimde AKP, 49.5 ile iktidar oldu. Bilimin saptamasıdır: Büyük güvensizlik ve savaş ortamı iktidara yarar. 

İki büyük sapma veya destek
1 Kasım seçimleri AKP ve Türkiye tarihinde bir anomalidir, normal olandan sapma!
Doğal ve normal olan 7 Haziran seçim sonuçları ve baş aşağı gidiştir. Çünkü AKP büyük bir doygunluğa ulaşmış, pek çok şeyi başaramamış ve seçmen yeni arayışlara yönelmeye başlamıştı.
PKK iktidarın en büyük destekçisi ve Türkiye’nin şimdiki duruma gelmesinde ana etkendir.
İkinci anomali, yani normalden büyük sapma, 15 Temmuz Fethullah terör örgütünün darbe girişimi oldu. Bu iktidara ikinci büyük cansuyu oldu.
Bu ikinci süreç de -seçim kurulunun tüm hukuksal rezaletleri eşliğinde- Türkiye’ye başkanlık rejimine evet demeyi dayattı. 
Burada ayrıntıyı kaçırmayalım. AKP ancak Bahçeli ile büyük ittifakla zar zor bu sonuca ulaşabilmişti.
Yani Başkanlık seçimi, MHP’yi çıkardığınızda, AKP oyunu 7 Haziran seçimlerine yaklaştırmıştır. Yani AKP’de normale iniştir. Bugün Hayır Cephesi’nin oyları, AKP+MHP’yi aşmıştır. Sonar’a göre AKP yüzde 38’de. Bunu doğrulayacak başka ciddi anketler bekliyorum. 

Kaybederiz korkusu
Cumhurbaşkanı, iki kez partisini ikaz etti: İlkinde İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder, dedi. AKP başkanlık seçimlerinde İstanbul’u kaybetti. Sadece İstanbul’u değil, Ankara ve daha 15 büyükşehiri de kaybetti.
İkincisinde bu kez, seçimi kaybedersek Türkiye kaybeder dedi. İkisi de aslında reel durum saptamasıdır, yani hem İstanbul’u hem de seçimleri kaybederiz!
Partisinde ve belediyelerinde, metal yorgunluğu diyerek operasyon başlattı. Bu, seçmen nezdinde kaybedilen oyları, bu kez vitrin makyajı ile geri alma operasyonudur.
Metal yorgunu esas AKP liderliğidir. Projelerdir. Sorunları çözemeyişidir. Keyfi ve anayasasız, yasasız yönetim tarzıdır, Meclis’i devre dışı bırakmasıdır, hukuksuzluktur, demokrasi – insan hak ve ifade özgürlüklerini askıya almasıdır. 
 
AKP kaybederse, Türkiye bütün bunları geri kazanma şansını yakalayacak.
 
Yani Türkiye kazanacak.

Orhan Bursalı /CUMHURİYET

Katalan referandumu, Barzani ve Alibaba - Nilgün Cerrahoğlu

Katalan referandumunda günlerdir hırsız- polis oynanıyor.
Merkezi hükümet sandıklara el koyuyor. Sonra bir bakıyorsunuz yerel yöneticiler, dünya TV’lerinde birtakım yeni sandıklar sergiliyor...
Bunlar nereden çıkmış? Acaba nereden temin edilmiş?
“El Pais”deki bir haber, tanesi 4-5 Avro’ya satılan sandıkların “Çin”de yapıldığını söylüyor.
Katalan referandumunda devreye giren plastik sandıkların aynıları meğer Kuzey Irak referandumunda da kullanılmış. Kenya, Çad, Papua, Gana, Nijerya gibi “ileri demokrasilere” ihraç edilen Çin yapımı bu sandıklar, “Smart Dragon Ballot Expert/ Oy Uzmanı Akıllı Ejderha” adındaki bir şirket tarafından üretilmekteymiş. “Akıllı Ejderha”, bu ürünlerini, gene bir başka Çin şirketi olan “Alibaba” isimli e-ticaret sitesinde pazarlıyormuş.
Ülkelerin kaderlerini ilgilendiren bu uluslararası satranca böylelikle “Alibaba” da dahil olmuş oluyor. 

Kedi-fare oyunu
İspanya halen kaosta. Yurtdışı programlarını iptal eden Kral VI. Felipe, ortalıkta görünmüyor.
“Yasadışı oylamaya izin vermeyeceklerini” söylemekten öte bir şey yapmayan Başbakan Rajoy da keza sessizlik içinde.
Madrid’in uyarılarına ve oylamayı yasaklayan Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen referandum ısrarını sürdüren Katalan yöneticiler ise “demokrasi şöleni” için halkı sokaklara dökmüş, konuyu siyasi gösteriye dönüştürmüş halde.
Sandıklara el koymak çabası yanında, İspanya, okulların da referandum için kullanılmasına karşı çıkıyor.
Ama Katalanlar bu yasağı da deliyor. Öğrencilerle okulları işgal eden seçmenler, bu vesileyle hem vakit geçirmek, hem olası polis baskınlarına ön almak amacıyla işgal ettikleri sınıflarda biçki-dikiş kursları ve şan dersleri düzenliyorlar.
Madrid’i çileden çıkaran referandum, Katalan “La Vanguardia” gazetesinde yer alan bir köşe yazısında ifade edildiği gibi, isyan bayrağını çeken özerk yönetim ile Madrid arasında “kedi-fare oyununa” dönüştü.
Bu kedi-fare oyununda Katalanlar ne pahasına olursa olsun, merkeze meydan okuyarak “oy hakkına” sahip çıktıklarını gösteriyor.
Madrid de buna karşın, ne pahasına olursa olsun; referandumun legal olmadığını ve meşruiyet taşımadığını, döne döne “yok hükmünde olduğunu” belirtiyor.
Anayasa Mahkemesi kararları ötesinde; sandıklara el koymak ve okulların kullanımını yasaklamak falan hep aynı stratejinin parçası. Karambol altında yapılan bir oylamanın demokratik geçerliliği olmayacağı vurgulanıyor. “El Pais” gazetesi başyazısında bu yüzden “Bu oylama bir şakadır” diyor. 

Müzakere yolu açık
Bu kötü şakanın arkası ne olacak?
Taraflar “müzakere” ve “diyalog” faslına geçecek.
Sandığa kan/şiddet bulaşmazsa; Madrid ile Barselona müzakere masasında bir araya gelecek.
Katalonya’nın “tek taraflı bağımsızlık” ilan etmesi kolay değil.
Katalonya yerel hükümetinin, Madrid’e 75 milyar Avro borcu var.
Hiçbir Avrupa hükümeti ilaveten “Katalonya Cumhuriyeti”ni tanımayacak. Tallinn’de AB zirvesinde buluşan liderler, desteklerini Madrid’den yana koydular.
Bu durumda tek çıkış yolu “pazarlık”.
Zaten baştan Katalanların amacı, ölümü gösterip İspanya’yı sıtmaya razı etmekti. Ellerini yüksekten “referandumla” açarak, merkezi hükümeti başka şekilde yanaşmayacaklarını bildikleri federal reformlara zorlamak istediler.
Katalan özerk yönetim başkanı Carles Puigdemont ve yardımcıları, “anayasayı ihlal” gerekçesiyle büyük olasılıkla yasal sürece takılacak olsa da, Katalanlar şimdiden Madrid’i “masaya zorlamak” konusundaki bahislerini kazandı.
Gerek muhafazakâr hükümeti yöneten Rajoy, gerek muhalefette sosyalistler; İspanya’nın bu büyük devlet krizini son kertede “reformlarla” aşmayı düşünüyor.
Bu bilek güreşinden alınacak çok ders var. Onlar da başka yazıya.

 Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Barzani’nin nesi, İsrail ile ABD’nin sesi! - Mine G. Kırıkkanat

Paris’e Cumhuriyet muhabiri olarak yerleştiğim 90’lı yılların başında, iktisatçı ve antikacı dostum Ahmet Benli önemli bir belge armağan etmişti: Osmanlı borçlarını düzenlemek için 1881’de kurulan Düyunu Umumiye İdare Meclisi’nin 1890’dan sonraki Fransız başkanı ve tabii ki Fransa’nın casusu Ernest Grenier’nin Türkiye anıları... Ernest Grenier, görev yaptığı yıllarda Ermenilerle Kürtlerin yaşadığı doğu vilayetleri ve Arap yarımadasına özellikle meraklıdır. Aynı coğrafyada 1870’ten beri cirit atan Amerikan misyonerlerinin yöre halkı üzerindeki etkisine dair aktardığı bir olay ise hem şaşırtıcı hem de gülünçtür:
***
“1895-96 Ermeni katliamından hemen sonraydı. (Osmanlı döneminde) bir kaymakamlık olan Muş’a, çok sayıda Hıristiyanın Siirt yakınlarındaki Melefan köyünde, Kürtler tarafından öldürüldüğü ihbarı geldi. Bölgedeki konsoloslukların (yabancı ülke temsilcilikleri) ısrarlı baskısı üzerine Muş kaymakamı tarafından görevlendirilen bir müfettiş, Melefan’a gitti.
Köye girişte, müfettişi tepeden tırnağa silahlı otuz kadar Kürt bekliyordu. Ellerinde tüfek, bellerinde hem piştov, hem hançer vardı; göğüslerinde çapraz fişeklik asılıydı, silah adına yok yoktu üzerlerinde... Bu türden savaşçılara her gün rastlamaya alışık müfettiş için manzara, ürkütücü olmaktan çok maskaralık sayılırdı. Ancak asıl maskaralık, müfettişi karşılamaya gelen Kürt beyleri, kendilerini tanıtınca başladı: Americk Bey, Ahmed Cheko, Boston Bey, vb.
Özetle tüm Kürt beyleri asıl adlarını, tıpkı bir küfe üzüme karşılık alınıp satılan Kürt kadınları gibi, Amerikalılardan öğrendikleri ve hatta insan ismi bile olmayan sözcüklerle değiştirmişlerdi.
Bu durum, bölgeye Amerika’dan gelen masalcı Hıristiyanların ne kadar etkili olduğunu gösteriyordu...”
***
Düyunu Umumiye İdare Meclisi başkanı ve Fransız casusu Ernest Grenier, Kürdistan’da “İngiltere tarafından da madden ve manen desteklenen” Amerika’nın etkin varlığını, “ABD’nin bölgeye ilgisi, sayısız misyonerleri ve Osmanlı hükümetinin içindeki adamları aracılığıyla aslında Ermenilerin katliamından önce başlamıştı” diye açıklıyor. “Amerikan gazeteleri, dergileri ilk Hıristiyan toplumların yaşadığı bu toprakların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini öve öve bitiremiyorlardı. Kurumsal tepki gecikmedi. Yardımları arttıran ABD hükümeti Asya’nın bu parçasına el attı. Bölgede Avrupa’nın bırakın adam göndermeyi, gidip görmeyi bile aklına getirmediği uzaklarda, en ücra köşelere kadar Amerikan konsoloslukları kuruldu; tespih taneleri gibi konsoloslar, konsolos yardımcıları atandı, Kürdistan’ın en küçük köylerinde bile Amerikan bayrakları dalgalanmaya başladı. En büyük yardımcıları, Amerika’ya yollanıp eğitildikten sonra bölgeye geri gönderilen Ermenilerdi. Bölgeyi karış karış parselleyen bütün bu ABD ajanlarının kimi yüzde yüz Amerikalı, kimi yerel halk arasından, hatta Asya yollarında derlenmiş kişiler olup dersini üniversitelerde değil; dünyayı geze geze öğrenmiş, pratik ve birkaç dil konuşabilen ‘vatanseverler’di. Yaptıkları hiçbir işte, vatanları ABD’nin çıkarlarını unutmuyorlardı...”

***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, IKBY’de yapılan referandumun ardından hem Barzani’ye güvenmekle yanıldıklarını itiraf etti; hem de “Dünya İsrail’den ibaret değil ki. Sen, bir İsrail’le neyi elde edeceksin?” yorumuyla bağımsız Kürt devleti ülküsü sadece İsrail tarafından destekleniyormuş sanısı yarattı. Oysa günümüzde, İsrail’in olduğu yerde ABD’nin olmaması düşünülemez. ABD’nin 1870’lerde başlayan Kürdistan aşkı da emeline ulaşmadan bitmez. 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET 

*New York (Kırmızı Kedi, 2017) kitabımdaki “Kürt Ateşi Amerikan Közü” başlıklı makale dizisinden alıntıdır.

30 Eylül 2017 Cumartesi

Sana selam olsun büyük tahammül! - ORHAN GÖKDEMİR

Süleyman Soylu 1969’lu. İşletme eğitimi almış. Kariyerine Borsa’da başlamış, sonra şirket kurmuş, ver elini ticaret hayatı. Ülkenin kendine biçilen deli gömleğini yırtmaya çalıştığı 1980’li yılların sonunda Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisinin kapısını çalmış. Az zamanda yükselmiş, il başkanı olmuş. Tansu Çiller başa geçince, Çiller’in yanında. Bu hızlı yükselişinin önünü merkez sağın hızlı çöküşü kesmiş yalnız. İyice küçülen DYP ve ANAP birleşip seçimlere Demokrat Parti çatısı altında girmiş ama buna rağmen varlık gösteremeyince parti genel başkanı Mehmet Ağar’ın istifasıyla boşalan koltuğa oturmayı başarmış. Düşüşe engel olamayınca başladığı yere geri dönmüş nihayetinde. Merkez sağ kariyerinin o son yıllarında AKP muhalifi ve sert bir Tayyip Erdoğan eleştirmeni olarak hatırlanıyor. Sağda iyi bir kariyer için gerekli başarısızlıklara fazlasıyla sahip özetle.

Bu ölü doğmuş siyasi hayat 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” kampanyasına gönüllü katılmasıyla tersine dönmüş. Partisine rağmen yürüttüğü “evet” kampanyasındaki arzulu hali etkilemiş olacak ki Tayyip Erdoğan tarafından AKP’ye davet edilmiş ve davete icabet ederek AKP’ye katılmış. Önce MKYK üyesi, sonra genel başkan yardımcısı. 64. hükümette Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı. 2016 yılından bu yana İçişleri Bakanı.
12 Eylül’den bu yana şahidiyiz, devletin en zalim bakanlığıdır içişleri. Kendi halkına karşı örgütlenmiş devletin hassas sinir ucudur çünkü. Hakkını verelim, Süleyman Soylu bayrağı devraldığı Mehmet Ağar’la aynı kararlılıkla yürütmektedir görevini. Ama kör talih, dönemi büyük bir tasfiyeye denk geldi. On binlerce memuru kapı dışına koydu, on binlercesini tutup içeri tıktı. Mağdurlara yasal itiraz yolu da kapalı üstelik. Ucunda devletin ali menfaatleri olunca olağan karşılanıyor bunlar biliyoruz. Süleyman Beyin partisinin il başkanlarından biri atılanlarla ilgili fikri sorulunca, “Ne yer ne içerler beni ilgilendirmez. Ağaç kökü yesinler" diyerek özetledi durumu zaten.

***

Semih Özakça 1989’lu. SS’dan 20 yaş daha genç. Sınıf öğretmeni.  Erzurum Horasan’ın bir köyünde çalışmış, ulaşım olmayan köydeki okulun müdürü, hademesi ve öğretmeni olmuş. Erzurum’daki bir yılın ardından ver elini Mardin. Eşi Esra Özakça, “Öğrencileriyle çok vakit geçirirdi, hava güzelken eve geç gelir, öğrencileriyle piknik yaparlardı” diye anlatıyor o yılları. Bu sade hayat 2016'da OHAL uyarınca çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerden biri ile görevden ihraç edilmesi ile değişti. Yani AKP’lilerin “ağaç kökü yesinler” dediği o mağdurlardan biri Semih. Ama gelin görün ki ne cemaatle bağı var, ne Fethullah’ın fistanına yüz sürmüşlüğü. AKP’nin, DYP’nin kapısından geçmemiş; Sağcı değil yani. Borsa falan bilmediğinden eminim. İşten atılınca çoğunluğun yaptığı gibi boyun eğip ağaç kökü ile yetinmeyi kabul etmedi haliyle. Nuriye Gülmen’in yanına ilişip direndi. Olmayınca açlık grevine yattı. Defalarca gözaltına alındı Süleyman Soylu’nun polislerince, defalarca tartaklandı, itilip kakıldı. Her defasında dönüp aynı yerde aynı inatla oturmaya devam etti. Sonunda alıp götürüldüler; Tutuklayıp bir köşeye attılar. Ama direnmeyi sürdürüyor Semih. Süleyman Beyin sinirlerini bozmaya devam ediyor Nuriye ile birlikte.
Bir yıl oldu direnişte, 200 gün oldu açlıkta. Tutuklu olduğu günlerde gardiyanlar kapısını çalıp, “uyan ölümüsün değil misin bakacağız” diye uyandırıyorlardı. Haliyle duruşmaya tekerlekli sandalyeyle getirildi hafta başında. Kaçmasın diye de bir ordu seferber edilmişti.
Tarih böyledir, aynı zaman diliminde birbirine hiç benzemeyen insanları karşı karşıya getirir. Kimini yüceltir, kimini utanç içinde kaderiyle baş başa bırakır. Kişisel değildir, sınıf mücadelesinin tezahürleridir.

***

Bu hafta başında mahkeme çıkarıldı Nuriye’den ayrı. Savunmasını yaptı. Onca güvenliğin, onca karanlığın, onca zulmün arasından sıyrılıp birkaç saatliğine firar etmeyi başardı bir anlamda…
Dedi ki;
Emeğimle onurumla ekmeğimi kazanan bir öğretmendim. AKP ekmeğimle beni terbiye etmek istedi. Tarih, ekmek kavgasının tarihidir. Sömürü var olduğu sürece direniş de sürecek.
Dedi ki;
Ben işinden atılmış bir sınıf öğretmeniyim, köleliğe karşı mücadele eden Spartaküs’üm, firavuna karşı Musa’yım, ‘Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan’ diyen Pir Sultan Abdal’ım, ‘Yârin yanağından gayri her şey ortaktır’ diyen Şeyh Bedrettin’im, İsrail zulmüne karşı dövüşen Filistinliyim, dünyanın her köşesinde haksızlığa uğrayan ve mücadele eden kim varsa oyum.
Dedi ki;
Halkın aydını en güzel türkünün koro ile söylenen olduğunu bilen, tek başına kalsa da mücadele eden, hem halktan öğrenen hem halka öğretendir. Bu direniş iki kişinin direnişi diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu direniş ezilen halkların direnişidir.
Dedi ki;
Direnişi başlatan da bastırmaya çalışan da iktidardır. ‘İhraç edilenler ağaç kökü yesin’ diyen bakana sesleniyorum, onu da yemiyoruz. Ömrümüzden yiyoruz.
Dedi ki;
Süleyman Soylu bizi hedef gösterdi, terörist ilan etti. Peki, bu mahkeme niye kuruldu? Asıl suç olan budur. Zorla müdahale için götüreceklerini düşünüp annemle vedalaştım.
Dedi ki;
Zulüm artarsa direniş olacaktır.
Dedi ki;
Verin kararınızı perde kapansın…

***

“Sana selam olsun
Sürgünler, mahkûmlar, hastalar
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selam olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler
Sizlere selam olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selam olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler
Bu gülünç, aşağılık,
Namussuz şeyler dışında,

Sana selam olsun
Zincirin zulmün kar etmediği,
Kırbacın kar etmediği
Büyük tahammül!”
Direniş olur da şiir olmaz mı? Semih giderayak okudu, paylaşmasak bu yazı eksik kalırdı; Ömrü Semih gibi yoksulluk ve direniş içinde geçmiş Enver Gökçe’nindir. Yoksuldur yoksul olmasına ama sonsuz zenginlikte sihirli sözcükler bırakmıştır arkasında. Bir yıldır direnişte, 200 gündür açlıkta olan Semih’i ayakta tutacak kadar hem de. Zincirin kar etmediği, kırbacın aciz kaldığı o büyük tahammülü görmüş, not düşmüştür tarihin şiirine.
Semih işte o büyük tahammülün ta kendisidir. Ülkesine “senin emekçin olaydım” diyen Enver Gökçe’nin bayrağı artık emeğin hatırı için kırbacın kar etmediği bir tahammülle direnen Semih’in ellerindedir.

***

İki insanın hikâyesini anlattım size, iki insanın karanlıkta karşılaşmasını. Borsa ile emeğin sonsuz karşı karşıya gelişlerinden biridir desek abartmış olur muyuz?
Oysa diyorlar ki bize, “Süleyman milletin adamı Semih terörist!” Ne diyebiliriz? İşte hayat, işte direniş, işte inanç, işte söz, işte zulmün karşısında dimdik duran o büyük tahammül. Gayrı gerisini siz bilirsiniz.

***

Ey şiir, senden geldik yine sana döneriz; “Ah len ah. Onlar yoksul eti yerler ve içtikleri kandır.”

Orhan Gökdemir / SOL