22 Mart 2018 Perşembe

Doğan Öz’süz 40 yıl: hukuksuzluk çizmesiyle tepinmek - ALİ RIZA AYDIN

Doğan Öz,  24 Mart 1978 günü arabasının içinde vurularak katledildi. 


Bir yargı mensubunda, bir aydınlanmacıda, bir eş ve babada, gerçek adalete, insanlığa ve ilerlemeye kendini adayan bir şair insanda bulunması gereken değerlere sıkılan faşist çete kurşunlarıydı onu aramızdan ayıran. 
40 yıl geçti. Türkiye hâlâ gericiliğin, karanlığın, islami faşizmin, sermayenin sömürü saldırısı ve şiddeti altında yaşamaya devam ediyor.  Kurşunların yanına silaha dönüştürülen hukuk ve yargı eklendi.
Pozitif hukuk kuralları sözcük dizileriyle durağan ve masumdur; uygulamayla, yorumla ve denetim yöntemiyle canlanırlar. Canlanma, insanı, toplumu ve yaşamı esas alarak ilerlemeci de olur, gericiliğin ağında çırpınan biçare de…  
Hukuksuzluk derken kurallara uymamaktan, hukuk ihmal ve ihlallerinden, belirsizlikten, dinselin de içine girdiği “çok hukukluluk”tan söz edilir genellikle. Bir de bakarız “tahkim”, “hakem” ya da “uzlaşmacı”, güncel olarak da “arabulucu” devreye girer; adalet kapalı kapılar ardında aranmaya başlar.  Bunların yöreseldeki karşılığı olan “töre”, “örf” ve “adet” de “bizi unutmayın, biz de varız hukukun yerine” demeye başlar.
“Hukuk da yargı da biziz” diyen siyasi iktidar hiç boş geçmez. Kafasına koyduğunu keyfine göre kelam edip hukuk yapar, istediğini de yargı mensubu…
Kanıksatılan, rıza gösterilen bir hukuksuzluk hukuku vardır artık. OHAL KHK’leri kanıksanır, her şeyiyle yasalaşması kanıksanır;  kamusalı özele peşkeş çeken yasalar, sermayeye sınırsız teşvik, emekçilerin haklarının ellerinden alınması, seçimle ilgili tüm hilelerin yasaya yazılması, dinsel davranışların hukuka girmesi kanıksanır…  Hepsinin üstüne yargının hukuk olmayan kuralları hukuk yapan desteği de bindirildi mi, kanıksama ile meşrulaştırma buluşuverir.
Ne bu hukuk ne de bu yargı Doğan Öz’ün hukuku ve yargısıdır. Kurşunların bir başka nedeni de böylece ortaya çıkar. 
Egemen sınıf çıkarları krize doğru büküldükçe ve iç çelişkileri keskinleştikçe, iktidar tarafından yaratılan çıkarlar farklılaştıkça, asıl olarak da emekçiler üzerindeki baskı ve şiddet arttıkça hukukun, sınıfsallığı uğruna hukuksuzluğu içine çekmesi, bu bütünün parçası olan yargının da kılıktan kılığa girmesi kaçınılmaz.
Elbette, hak mücadeleleri yanında devrimlerle ortaya çıkan somut durum ve ilerlemelerin de etkisiyle hukuk evrensel diye tanımlayabileceğimiz ilkelere kavuştu. Hem ulusal hem de uluslararası düzeyde kat edilenler yabana atılamaz. Ama sonuçta ne ad takılırsa takılsın hukuk ve yargı, mücadelelerle geldiği yeri inkar ederek boyun eğmeye başladığı zaman, sınıfının tüm saldırganlığı ve vahşiliği içinde oradan oraya savrulması kaçınılmaz.
Anayasa’nın askıya alındığı yerde yasaların ve diğer hukuk metinlerinin hukuk devleti ilkelerine uygun çıkarılması ve uygulanmasından söz edilemeyeceği gibi Anayasa ve yasalara bağlı olarak karar vermek zorunda olan yargının da -hele hele bir de çok yönlü baskı, tehdit, kıyım ve satış altıdaysa- hukuk devletinin yargısı olmasından söz edilmez.
Son seçim yasası değişikliklerinin yolunu anayasal kurum olan YSK, son yargıç ve savcı atamalarının yolunu anayasal kurum olan HSK açmadı mı?
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru müessesesini yerleştirerek İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin yükünü azaltan ve hakları içerde -kendince- savunucu role soyunan AKP’nin, işine gelmeyen bireysel başvuru kararları karşısında hırçınlaşması; yerel mahkemelerin bireysel başvuru kararlarını tanımaması; mahkemelerin OHAL’de kendi kendilerini görevsiz ve yetkisiz ilan etmesi… daha nice örnekler artık krizi bile değil çaresizlik içinde batağı gösteriyor.
Doğan Öz’ün katillerini cezalandıramayan yargıyla birlikte devletin ve hukukun, nihayet “Cumhuriyet”in geldiği yer burası.
Yaratıcıları öylesine bataktalar ki “islami faşizme” kavuşup kavuşmayacaklarından bile emin değiller. Öylesine bataktalar ki yıkmaya devam ettikçe yıkamadıklarının daha çok olduğunu görüp panikliyorlar.
Panik-saldırı-panik-saldırı zincirini emekçi halkın beline dolamaya kalkıp dolayamadıkça kendi varlıklarının nedeni olan Anayasa’yı çiğnemek, kendi varlıklarının sürdürücüsü olan Anayasa Mahkemesi’ni tu kaka etmek hiç de zor olmuyor.
Anayasa’da “mahkemelerin bağımsızlığı” ve “yargıçlık ve savcılık teminatı” esaslarına bağlanan yargı mensupları artık “devletin güdümlü memuru” halinden de uzaklaştırıldılar, “AKP’li” kimlikleriyle tanımlanmaya başladılar.
 Hukuksuzluk çizmesiyle tepinmenin dar açılımı halkın hukuksal güvenliğini ve hak arama özgürlüğünü varmış gibi gösterip kullanılabilir ve sonuç alınabilir olmaktan çıkarmak; geniş açılımı ise tüm müdahale ve mücadele araçlarını elinden almaktır. “Hakkını arama, mücadele etme” tehdididir yapılan. Devamı: “seçim var, şükret daha ne istiyorsun”dur.
Hukuk ve yargı tartışması, emekçi halkın, haksızlığa uğrayanların, ezilenlerin üzerinde tepinmenin sahnelerinden biri yalnızca. Kapitalizmin sömürülenler üzerinde tepindiği daha ne araçlar ve yöntemler var; şimdi de seçim yasalarıyla tepiniyor.
Çifte hukukluluktan hukuksuzluğa, yargısız infazlardan yargının infazına… Hangisi işine geliyorsa onu seçen bir iktidar söz konusu. Sorgulayıcılık değil uyumlaştırıcılık esas.  
Doğan Öz, devlet güvenlik mahkemelerine, idam cezasına, yolsuzluklara, siyasi işlevi açık milliyetçi siyasete ve ülkü ocaklarına, Komünizmle Mücadele Derneği’ne, kontrgerillaya, Batı’nın istihbarat örgütlerine, emperyalizmin oyunlarına karşı duran hukuk ve yargı inancıyla mücadele içinde geçirdi kısa yaşamını.
Ne yazık ki bugün “Doğan Öz”lerin hukuk, yargı ve adalet anlayışının değil, onların katillerini cezalandıramayan hukukun ve yargının devamını görüyoruz. Ne yazık ki, hukuku ve yargıyı bu hale getiren düzen liberalizmden aldığı destekle “Doğan Öz”lerin gerçek yerini, gerçek amaç ve işlevini unutturmak için ne gerekiyorsa yapıyor.          
Ama başaramayacaklar. Çünkü biz, “mücadele her türlü haksızlık ve hukuksuzluk kulvarında, yargı dahil her alanda sürdürülmeli ama seçeneksiz olmamalı, eşzamanlı olarak bütünsel ve sınıfsal olmalı” derken kapitalist emperyalist sömürü düzenine, gericiliğe karşı mücadeleden söz ediyoruz,  sosyalizmin neler getireceğinden söz ediyoruz.
Doğan Öz, özünde taşıdığı insanlık, aydınlanma ve adaletin ancak sömürüsüz bir dünyada gerçekleşeceğine inandığı için, “Onurlu bir savaş sürer yurtta/Tutsaklığı onursuzluğu yok etmeye yönelen” dediği için katledilişinden 40 yıl sonra da mücadelesi ve kararlılığıyla yol göstermeye devam ediyor.*

*Doğan Öz’ü, Hukukta Sol Tavır Derneği olarak düzenlediğimiz toplantıda, Avukat Deniz Aksoy, Avukat Mustafa Karadağ ve Araştırma Görevlisi Ceren Tuğlu Olpak’la birlikte 23 Mart Cuma akşamı saat 18.30’da ABEM’de (Ankara Barosu Eğitim Merkezi, Sıhhıye/Ankara) anacağız ve “Doğan Öz’den günümüze yargı halleri”ni tartışacağız.

Ali Rıza Aydın / SOL

Özelleştirmenin sonuçları ortada - ASLI AYDIN

Türkiye'de özelleştirme tartışmalarının saplandığı dar alan, bu önemli uygulamayı "karlılık", "verimlilik" ve "etkinlik" kavramlarına hapsediyor. Böylesi kısır bir değerlendirme, aynı zamanda özelleştirmenin sosyal ve toplumsal etkilerinin de göz ardı edilmesine neden oluyor. Önce adını doğru koymak lazım, özelleştirme bir elden çıkarıştır, devletin kamuya ait varlıklarını özel sektöre satması yahut devretmesidir. Dolayısıyla, örneğin gerekçelerine bakarken, özelleştirilen kurumun faaliyet alanının neden kamu tarafından yürütülüyor olduğu konusu önemlidir. Yani mesela enerji alanı, haberleşme alanı ve hatta köprü ve otoyollar… Bu alanlar neden kamu eliyle işletilir? Bu sorunun yanıtı şudur: Bu alanlar bizlerin yani tüm vatandaşların nitelikli yaşamları açısından önemlidir; ülkenin gelişimi için, üretimi, kaynak ve istihdamı için öncü olabilecek veya stratejik öneme sahip alanlardır.

Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, enerji, haberleşme gibi alanlar, toplumun en temel ihtiyaçlarıdır. Bu hizmetler kamu eliyle verilmediği zaman, eşitsizlik doğar; bu temel haklar sadece parası olanların hakkı olur, toplumun büyük bir kısmı yoksullaşır, evrensel birçok ölçütün gerisinde kalır. Ödediğimiz vergiler, bizlere bu hizmetlerin sağlanması içindir aynı zamanda.

Ülkemizde ise bu alanlar büyük çapta özelleştirildi. Örneğin, adı konulmasa da eğitim özelleştirildi, özel okullar aracılığıyla satılan bir hizmet haline geldi. Eğitim Sen’in verilerine göre özel okul sayısında yaşanan 10 kat, özel okula giden öğrenci sayısında ise tam 12 kat artış, bu durumun en somut kanıtı. Diğer bir yandan, son halkası ‘şehir hastaneleri’ olan sağlıkta dönüşüm programı zaten başlı başlına bir özelleştirme programı değil mi?

Ekonominin merkezine bakalım… 
Nasıl bir ekonomi? diye tartıştığımızda hepimizin çoğu cümlesinde ‘sanayi’ ifadesi geçiyor. Sanayisi geri kalmış bir ülkenin güçlü bir ekonomiye sahip olma şansının olmadığını, ekonomik gelişmenin baş aktörünün sanayi olduğunu artık bilmeyen, bunu idrak edemeyen sanırım ki kalmamıştır. Bilindiği gibi Türkiye gibi sanayileşme sürecini tamamlayamamış ülkelerde kamu belli başlı sektörlerde öncü işletmeler açar. Bu kalkınmacı bir planın parçası olarak görülür. Öncelikli sektörler belirlenir, kaynakların nasıl tahsis edileceği gelişigüzel değil, plan dahilinde olur. Bu arada toplumun tüm birimleri de bu planı bilir, temsilciler üzerinden müdahale edebilir, üretilen politikaların aktörü değil, öznesi olur. Yani olması gereken budur.

ozellestirmenin-sonuclari-ortada-441881-1.
Türkiye’de ise KİT’ler, ithal ikameci politikaların bir parçası, sanayileşme hamlelerinin ilk adımları olarak kurulmuştur. İstihdam yaratmak ve aynı zamanda nitelikli eleman sağlamak, tarım ve hayvancılığı geliştirmek, dışa bağımlılığı azaltmak, bu işletmelerin en önemli amaçlarıydı. Türkiye sanayisinin öncü kuruluşları olan TEKEL, PETKİM, TÜPRAŞ, Erdemir başta kamu işletmeleri böylesi bir amaçla kuruldular. Ve 2003 sonrası dönemde birçok işletme gibi özelleştirildiler. Neden peki? Türkiye’de işsizlik sorunu kalmadı, bölgesel eşitsizliğin giderildi, sanayi aldı başını yürüdü de bu işletmelere ihtiyaç kalmadı diye mi? Tabi ki hayır. Sözde bu kurumlar ‘zarar’ ediyordu, ondan özelleştirildiler. Neden zarar ediyordu peki? Bunu zarar ettirmemek kimin göreviydi? Bu soruların yanıtı elbette yok.

Genel olarak, kamu hizmetleri, sanayi, tarım ve hayvancılıktan başlayarak köprü, otoyol, orman vb doğal varlıklara dek her türlü değerin ve varlığın konu olduğu özelleştirmelere rakamsal bakarsak, 2003 öncesi ve sonrası diye birbirinden farklılaşan iki döneme rastlıyoruz. Her iki dönemde de özelleştirme politikaları gündemde olmasına rağmen, 2004-2017 arası tarihi bir rekor kırıldığını izliyoruz. Bu iki dönemin altını çizmek gerekiyor, nitekim çok ciddi bir özelleştirme dalgası son dönemde karşımıza çıkıyor. Hem de dışa bağımlılığın artması, işsizliğin ve enflasyonun yükselmesi gibi temel sorunlar eşliğinde. Bu da şu anlama geliyor: özelleştirme bir sorun çözmüyor, sorun yaratıyor ve bu sorunları derinleştiriyor.

Son olarak şeker fabrikalarının özelleştirilmesi, bu tasfiyenin şimdilik son halkası. Başlı başına özelleştirmenin halk sağlığı ve toplum refahına zarar veren sonuçlarıyla gerçek yüzünü ortaya seriyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN

‘Esas duruş’ medyanın esası oldu! - TAYFUN ATAY

Doğan Medya grubunun Demirören’e satılması, Türkiye’de tipografik (yazılı) ve televizüel medyanın hazan mevsimini işaret ettiği kadar, iktidar-medya ilişkisi açısından bakılacak olursa "havuz-dışı" seçenek umudunda son “pamuk ipliği”nin de koptuğu anlamına gelen vahim, ürpertici, kaygı verici bir gelişme.
Toplumsal iklimdeki “psikolojik” etkisi ise çok daha büyük olacaktır.

Doğan Medya, Hürriyet’iyle Posta’sıyla Kanal D’si CNN Türk’üyle;
Elbette dinbaz iktidar zoru karşısında duruşu itibarı ile söylenecek, tartışılacak, eleştirilecek çok noktası olmakla birlikte…

Hâlâ bu ülkenin farkı yaşam biçimini sürdürmekte ısrarlı büyük bir kesime de ait olduğu algısı ve duygusunu besleyen en önemli sembolik kaynaktı.

Türkiye’de AKP’nin, hem de en yetkili ağzından dile getirildiği üzere, bir türlü sırrına vakıf olamadığı, hükmü altına alamadığı “kültürel iktidar”ın laik/seküler doğasının, havasının, ruhunun en belirgin, yaygın, popüler ve “anaakım” göstergesi Doğan’dı.

Dolayısıyla “iktidar ağızları” açısından bu olayın “Bizans’ın fethi” gibi karşılanacağı, anlamlandırılacağı ve kutlanacağı su götürmez…

Toplumun geneli açısından ise “sokaktaki insan”ın haber adına, yorum adına, eleştiri adına hasbelkader de olsa, nispeten de olsa, hadi söyleyelim, “hiç yoktan iyi” derecesinde de olsa güven duyarak yönelebileceği yazılı ya da televizüel medya mecrası kalmadığı ileri sürülebilir.

Ayrıca iktidar, Türkiye’de özellikle yazılı medya, yavaş yavaş da televizüel medya açısından dünyadaki gidişatla da doğru orantılı olarak sektörel bazda hanidir hissedilen bir “son”u hızlandırmıştır.
Yazılı basın, uzatmaları oynuyor. Televizyonlar, sona yaklaştıklarını hissediyor. “Tekno-ekonomik” realite bu…

Şimdi Milliyet’e, Vatan’a ne olduysa, olacak olan odur. Milliyet ve Vatan, iktidar inisiyatifi ve Demirören marifetiyle nasıl bitirildiyse Hürriyet’in de Posta’nın da aynı noktaya hızla savrulacağını izleyeceğiz.
Sabah’tan Akşam’a açılan yelpazede irili ufaklı bir dizi gazete için olduğu gibi manipülatif, gerçeği yansıtmayan tirajlarla göz yanılsamasına uğratılacak olsak da biliyoruz ki “amiral gemisi” batmıştır.
Batmıştır da peki, şu “hafriyat iktidarı” artık “kültürel iktidar” olma noktasına gelebilecek midir?.. Öyle ya, onlar açısından “son kale” düşmüş görünüyor.

Sanmıyoruz. Olan, sadece, kültürel iktidar olamamanın hıncıyla ortalıkta “kültürel iktidar” adına hiçbir şey bırakmamaktan ibarettir.

“Olamıyorsam oldurmam!..” Strateji bu.

Gelinen noktada Doğan grubunun, onun onursal başkanının payı yok mu peki?..
Var tabii ve buna zaten yıllardır sayısız gelişme nedeniyle defalarca değindik, eleştirdik.
Artık bunun tartışılacağı aşamanın çok ötesindeyiz.

Sadece şu karşılaştırmayı yapmamıza müsaade edilsin ve onunla bitirelim:
Seküler toplum kesimine odaklı medyanın iktidar karşısındaki hali pürmelalini anlamlandırma yolunda iki ana simgeden biriydi Doğan… Diğeri de Demirören'dir…

Doğan, başlangıçta çok diklendiği, sonra sonra üzerine amansızca gelindiğinde de dik durmaya çalıştığı bir iktidar karşısında “hizaya çekilme”nin simgesi…

Demirören ise ta en baştan o iktidar karşısında “esas duruş”un simgesi…

Esas duruş artık tek seçenek.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Sarkozy: Batı’nın karanlık yüzü - Nilgün Cerrahoğlu

Tarihi 2010’ların başına saralım... 2007 yılında Elysee’ye çıkan Sarkozy hâlâ orada ve Cumhurbaşkanı... 

2012 Başkanlık seçiminde kendisi için partisinde rakip gördüğü, eski Başbakan  Dominique de Villepin’i -DDV- siyasi yaşamdan silmek istiyor. 
Villepin’i, “Gör bak; seni kasap kancasında sallandıracağım!” tehdidiyle, siyaseten manipüle ettiği bir (Clearstream) davada, sanık sandalyasına oturtuyor. 
O dönemde adı “5 numara, 10 yıldız başkan adayları” arasında geçen Villepin ne ki, “delil yetersizliği”nden beraat ediyor. Ve o da bu defa Sarkozy’den öç almaya ant içiyor. 

Sarkozy’nin şimdi Libya bağlantısı nedeniyle gözaltına alındığı süreçte, Fransız sağı içindeki işte bu “göze göz dişe diş” kavga ve intikam yarışının etkisi var. 
Skandalı, Sarkozy’nin Elysee’den altı yıl önce ayrılmasıyla eşzamanlı olarak  “Mediapart” adlı bir internet gazetesi ortaya çıkarıyor. 
Mediapart, “Le Monde”un eski genel yayın yönetmenlerinden Edwy Plenel’in yönettiği bir haber sitesi. 
Plenel, zamanında içişleri bakanlığı da yapan ve bu nedenle hassas bilgilere erişebilen Sarkozy’nin yeminli düşmanı Villepin’in yakın arkadaşı.

Başkan gangster olunca 
Altı yıl önce Mediapart’ın, Sarkozy’nin Kaddafi ile parasal bağlantısını ortaya ilk döken yazılarıyla patlak veren “Libya skandalı”, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı’nın mahkûm olmasıyla sonuçlanırsa, roller değişecek: “Keser döner, sap döner; gün gelir hesap döner” hesabı... DDV’yi kasap kancasında Sarkozy sallandıracağına, Sarko’yu o kancada -Mediapart eliyle!- DDV sallandırmış olacak. 
Film gibi... 
Film bununla bitmiyor. 
“Sarkozy-Libya bağlantıları”, Fransa yakın tarihinin en ağır skandalı. 
Olay çünkü her demokraside karşılaşılabilecek sıradan bir yolsuzluk öyküsünden ibaret değil. 

İçinde Fransız sağındaki intikam hesaplaşmaları denli, Shakespeare öykülerinde anlatılan kertede ilkesiz ve çıplak güç sarhoşlukları, oluk oluk akan petrodolar ve Avro’lar, bu “petro-Avro”larla kazanılan seçimler; Ortadoğu’ya “teşekkür mahiyetinde” geri dönen bombalar, haritadan yok edilip silinen ülkeler, kişisel emellere alet edilen savaşlar, linç edilen diktatörler var. 

2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde iddia edildiği üzere Sarkozy’nin Kaddafi’den 50 milyon Avro “gizli finansman aldığı” ispatlanırsa; bu, yalnız bir “rüşvet skandalı” olarak sadece eski Fransa Cumhurbaşkanı’nın adını lekelemekle kalmayacak, bu utanç verici lekeden “insan hakları ülkesi” olmakla nam salan Fransa da payını alacak.

En aşağılık skandal 
Niye? 
Çünkü Sarkozy bu parayla sırf rakibi Segolene Royale’i yenip, cumhurbaşkanlığına sahip çıkmakla kalmadı; 2011’de BM kararını beklemeden en önde, tek başına Arap baharı sırasında “Libya’yı bombalamak” kararı aldı.


Bu karar ardından Kaddafi, tam açıklığa kavuşmayan şartlarda feci bir lince uğradı. 
Bunlar, şimdi, Sarkozy’nin... Libya liderinden söğüşlediği 50 milyon Avro bilinmesin/ keşfedilmesin diye.. bir gangster gibi, Kaddafi’yi ortadan kaldırmak operasyonu amacıyla aldığı bir karar şeklinde görülüyor.

Dünya “Sarkozy’nin rüşvet skandalı” ile, “Libya’yı bombalamak girişimi” arasında bu doğrudan bağlantıyı kuruyor. 

“50 milyonluk rüşvet”in ispatlanması halinde, bu salt Sarkozy’nin itibarını yerle bir etmekle kalmayacak, aynı zamanda kişisel ihtirasların elinde araçsallaştırılan Fransa’nın “devlet başkanlığı kurumunu” da ağır biçimde zedeleyecek. 

Sarkozy-Libya skandalı bu sebeple “V. Cumhuriyetin en kötü ve en aşağılık skandalı” olarak anılıyor. 

Macron’un Fransa’nın etkisini, dünyadaki “soft power” ve prestijini artırmak için yoğun mesai verdiği dönemde tam, Fransa Cumhurbaşkanlığı’na bu darbenin inmesi, bir ironi. 
Skandal, demokrasinin beşiği sayılan ülkelerden birinde Batı demokrasilerindeki irtifa kaybını da sergilerken; kişiye bağlı her türlü riske açık “başkanlık sistemi”nin gebe olduğu tüm tehditleri de ortaya seriyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

İşte Fırat'ın doğusu işte ABD projesi! - Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Türkiye'de "Afrin harekâtının harita üzerinde siyasi sonuçları ne olacak?" sorusu tartışılırken, ABD basınında konu sadece bölgenin psikolojisi açısından ele alınıyor. Öyle ki Washington Post'un analizinde "Haberlere göre Donald Trump operasyonu kınarken üst düzey yetkililer Ankara'ya ABD'nin YPG'ye desteğini gözden geçireceğini söylüyordu." denilerek, ABD'nin harekâta seyirci kalması eleştiriliyor. Oysa ABD ve NATO, harekât başlarken defalarca "Türkiye'nin teröre karşı kendisini koruma hakkı vardır" tarzında açıklamalar yapmıştı.

ABD'nin, Afrin Harekâtı'na seyirci kalmasının asıl sebebi ise 2006 yılında Pentagon tarafından çizilen, Roma'daki NATO toplantısında Türk subaylarına gösterilen Büyük Orta Doğu Projesi haritasıydı. Bilindiği gibi dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice da "22 İslam ülkesinin haritası değişecek" demişti.

***

BOP haritasında, "Free Kurdistan" yani "Bağımsız Kürdistan" diye gösterilen bölgede Afrin ve El Bab'ın yer almadığı açıkça görülüyor. Buna karşılık Kürdistan denilen bölgenin, Türkiye'nin de topraklarını kapsayacak şekilde ve "Fırat'ın doğusunda" yer aldığı görülüyor. Haritada Afrin ve El Bab yer almadığı için, Kürdistan'a deniz çıkışı Karadeniz'den; Hopa Limanı'na denk gelecek şekilde verilmiş. Bu durum ABD'nin neden Afrin Harekâtı'na seyirci kaldığını ve neden Fırat'ın batısında yer alan Menbiç'i Türkiye ile pazarlık konusu yaptığını da açıklıyor.

BOP haritası iyi incelenirse, ABD dayatması olarak PKK ile masaya oturulması ve açılım politikalarının başlatılmasının sebebi de anlaşılıyor. PKK'nın BOP haritasında Kürdistan içinde gösterilen Doğu ve Güneydoğu illerinde hâkim olması için yığınak yapması, hendekler kazarak kurtarılmış şehirler oluşturması, bunları uygulayabilmesi için de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin elinin kolunun bağlanması gerekiyordu. Nitekim Güneydoğu'da terörle mücadele eden subaylar, içlerine sızmış FETÖ'cü kadronun da desteğiyle, Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk davalarında kendisini savunamaz duruma düşürülmüş, bu olayların devamında terör örgütüne yönelik hiçbir operasyona izin verilmemişti. Operasyon yapanlar, Ergenekoncu diye suçlanıyordu.
Açılım süreci, doğrudan doğruya, BOP haritasının hayata geçirilmesine hizmet ediyordu.

***

Afrin ise Suriye'de kalacaktı! Türkiye'nin Afrin Harekâtı ise Rusya'nın kendi kontrolündeki hava sahasını açması, burada bulunan askerlerini güneye doğru kaydırması sayesinde mümkün olabildi. Suriye'de Fırat'ın batısını Rusya'nın, doğusunu ABD'nin kontrol etmesi, iki taraf arasında çok önceden kararlaştırılmıştı. Türkiye'ye ise El Bab ve Afrin'de geçici bir oyun kurucu rolü  bırakıldığı anlaşılıyor. Zira Türkiye, ABD askerleri bulunan Menbiç'e ve 20 ABD üssü kurulan Suriye'nin kuzeyinde bulunan ve "Fırat'ın doğusu" denilen bölgeye müdahale edemiyor! ABD, Afrin Harekâtı'nda da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin başarılı olamayacağına göre plan yapmış, bu coğrafyada yüksek teknoloji kullanarak tüneller açmış, ciddi hazırlık yapmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bu operasyon sırasında yıpratmak istediler ama Mehmetçik, Amerikan tünellerini, teröristlere mezar yaptı!

Diğer taraftan, TSK'nın Afrin harekâtından önce, 2018 yılı başında, Washington Enstitüsü için hazırlanan "Suriye savaşında sekteryanizm" başlıklı, 70 harita ile bölgedeki etnik ve dinsel grupların dağılımlarının incelendiği bir raporda, Afrin, Kürtlerin çoğunlukta olduğu ama Türkiye sınırında Türkmenlerin de yaşadığı bir bölge olarak gösteriliyor ve yakın gelecekte "Türkmenistan" olarak adlandırılabileceği belirtiliyor... Washington Enstitüsü'nün danışmanları arasında, Amerikan devletinin politikalarını belirleyen Henry A. Kissinger, Joseph Lieberman, Robert C. McFarlane, Richard Perle, Condoleezza Rice, George P. Shultz, R. James Woolsey ve Mortimer Zuckerman gibi isimler var. Raporu yazan ise 10 yıldır bölgede araştırma yaptığı ifade edilen, Lyon Üniversitesi araştırmalar bölümü yöneticisi Fabrice Balanche!
Raporda yer alan 57 numaralı haritada Suriye ve Irak'ın nasıl bölüneceği gösteriliyor. Haritada Irak Kürdistanı ve Suriye Kürdistanı denilerek fiili durumun sınırları gösteriliyor.

***

Bu haritada Türkiye'nin nasıl bölüneceği gösterilmemiş elbette ama Suriye ve Irak için uygulanan plânların Türkiye için de denendiği hatırlanacak olursa, Büyük Orta Doğu projesinin harfiyen uygulandığı, Afrin'deki harekâta, Türkiye'deki siyasi iktidarın güçlenerek yoluna devam edebilmesi için ses çıkarılmadığı, esasen ABD ve Rusya arasında bölgenin paylaşıldığı anlaşılıyor.
Türkiye'nin Rusya'nın kontrolündeki Afrin bölgesinde harekât yapmasına yol verildiği ancak Amerikan kontrolündeki bölgeye sokulmamasına karar verildiği ortaya çıkıyor.
Zaten, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson, Tayyip Erdoğan ile yaptığı, resmi kayıt tutulmayan 3.5 saatlik görüşmeden sonra "Suriye'nin kuzeyinde kim nereye egemen olacak, önümüzdeki süreçte bunlara karar vereceğiz" demişti!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

21 Mart 2018 Çarşamba

Kurgudan korkuyorsan, gerçeğin korkunç demektir! - ORHAN GÖKDEMİR

Henüz yayına girmeden tanıtım aşamasında “Avlu”nun başına gelenler, AKP iktidarında dizilerin şamar oğlanına çevrilmiş olmasının ilk örneği değil. Son örneği de olmayacak.

Başbakanlığı döneminde Tayyip Erdoğan’ın meydanlarda “Muhteşem Yüzyıl”a “tel’in ve tenfir” yağdırarak kitleleri diziyi yuhalamaya sevk etmesi, bu işin miladıdır denilebilir. Balık baştan koktuğu için durumdan vazife çıkaran her merci ya da makam (başta RTÜK), o gün bugün diziler üzerinde “Demokles’in kılıcı” olmayı sürdürüyor.

Erdoğan, “Muhteşem Yüzyıl”ı, “Ecdadımızı ayağa düşürdüler” diyerek hedef göstermişti. Onun, meydanlarda bir siyaset panzeri gibi sarf ettiği sözler karşısında kendinizi dizinin yapımcılarının yerine koyun! Neler hissederdiniz?!

Buna rağmen “Muhteşem Yüzyıl”ı kotaranlar gayet sakin, olgun ve “medeni” karşıladı bu orantısız güç kullanımını... İşlerini hiç ödün vermeden yapmaya devam edip son noktayı dahi zirvede görerek gerçekten “muhteşem” bir final yaptılar.

Aslına bakılırsa meydanlardaki şakşakçıların dışında kimse (muhafazakârlar dâhil) tınmadı “Muhteşem Yüzyıl”ın resmi ağızlardan tu kaka edilmesini… Ama o ağızdan kuvvet ve ilham alan irili ufaklı resmi zevat fırsat buldukça dizi sektörüne yönelik “istemezük”çü babalanmalara yeltendi durdu.
İşte bunlar arasında en son karşımıza çıkan, daha dün bir-bugün iki tanıtımları yapılan “Avlu”ya karşı cezaevi bürokrasisinden gelen erkenci tepki.

Dizinin seyirciyi davet ettiği kurgusal mekân, bir kadın cezaevi. Dünya dizi piyasasında benzeri çok; mesela yakın dönemden komedi-drama formatında “Orange is the New Black” zikredilebilir. Tabii erkek cezaevi ortamı ve koşullarına odaklanan çok daha fazla örnek mevcut.
Bunların hiçbirinde, ne Amerika ne Avrupa, ne de başka bir yerde üretilip seyre sunulmuş kurgularda cezaevleri cennet gibi sunulur.

Tam tersi, cehennemin dibi yerler olarak sunulur.

Ama bu dizilerin üretildiği yerlerdeki resmi makamlar, gerçeklik payının ötesinde alabildiğine abartılı, bire bin katılarak seyre sunulan bu yapımlar karşısında devleti ayağa kaldırmamıştır. Çünkü birazcık akıl yürütebilen biri bunun “yarası olan gocunur” türünden bir algı yaratacağını bilir.
Bizde ise daha “Avlu”nun bu ülkedeki ceza-infaz kurumlarına nasıl baktığına dair hiçbir şey tam belli değilken Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü fragmanlardan hareketle cezaevi personelinin “işkenceci”, kurumların ise “işkence merkezi” olarak gösterildiğini ileri sürerek RTÜK’ü göreve davet etti!..
Gazetemizde Alican Uludağ’ın haberinden öğrendik; Müdürümüz RTÜK’e, “dizi yayımlanmadan gerekli tedbirlerin alınması hususunda bilgi ve gereği”ni arz etmiş!..


Adeta gölgesinden korkar gibi bir durum... Ortada dizinin bölümleri yok. Bir-iki dakikalık tanıtımlar, bu tepkiye (ya da paniğe mi demeli?) neden oluyor.

Müdür Bey bu kadarla kalsa iyi; o, işi neredeyse “teröre destek” noktasına taşımış, baksanıza: “Ceza ve infaz kurumlarına yönelik bu tür algıların oluşturulması da bazı terör örgütlerinin amaçlarına hizmet edecektir.”

İktidar ve onun “gardiyan”larının dizilere ve dizilerin bir parçası olduğu popüler kültüre ilişkin tutturdukları dil ve tavır öyle arkaik ki popüler kültüre eleştirel bakışla hayatını sürdüren bizim gibileri bile neredeyse popüler kültüre siper olacak noktaya getiriyor!..

Hep yazdık, kurgu, hayatın statiğine değil, dinamiğine yaslanır, oradan beslenir. Her şeyin yolunda olduğu bir hikâye kimseyi cezbetmez çünkü. Değişim, devinim, çatışma ve sorunlara dayanır kurgu.
Cezaevlerimiz güllük gülistan mı? Değil. Ayrıca bugüne kadar Türkiye’de roman, sinema ve dizilerde karşımıza çıkmış hangi cezaevi kurgusu farklıydı da “Avlu”ya takıldınız? Cezaevi ortamını kurgunun hak ve imkanları çerçevesinde “fantastik” mahiyette seyre sunacak o da.
Müdürümüz, reyting uğruna bu tarz görüntülerin yayıma girmesinin toplum tarafından farklı algılara sebep olacağını, ceza-infaz kurumlarında yaşanmamış olayların yaşanmış gibi gösterilmesinin kurumların kamusal hizmetine zarar vereceğini de ileri sürmüş.

Yahu bırak, diziyi izleyelim, üzerine tartışalım, konuşalım diğer pek çok dizi içeriğine ilişkin yaptığımız gibi!.. Ak mı kara mı anlaşılır, gerekirse uçuk kaçık yanlar varsa da sorgulanır, yanlışlanır, ipliği bile pazara çıkarılır.

Ama dizi kaldırılsın da kurtulayım diyorsan, öyle olmaz o…

Kurgudan korkanın kendisi korkunçtur türküsünü tutturur gider herkes!..

Orhan Gökdemir / CUMHURİYET

Her şey Putin’in suçu - CEYDA KARAN

Rusya Federasyonu’ndaki (RF) başkanlık seçimleri tüm dünyada yakından izlendi. Devlet Başkanı Vladimir Putin bu kez yarışa bağımsız aday olarak girdi. Her yere webcam’lerin yerleştirildiği, gözlemcilerin öncesindeki demokratik ortamı ‘yetersiz’ bulmasının ötesinde oylamaya ‘toz kondurmadığı’ seçimlerde oyların yüzde 76.6’sını alarak seçildi. Katılım ortalamayı biraz aşarak yüzde 69’u buldu.

***

Öncesi ve sonrasında estirilen Rosofobi/Putinofobi dudak uçuklatıcıydı.Ülkeyi anayasasına uygun olarak -tıpkı Almanya’da Merkel gibi- dördüncü dönem yöneteceği, anketlere yansıyan popülaritesi eşliğinde aşikâr olan Vladimir Putin için bu kez ‘diktatör’ nitelemesi de, 20’inci asrın tüm kötülükleri üzerine süpürülmüş ‘Stalin’ benzetmeleri solda sıfır kaldı. İşi her dilde olduğu gibi Rusçada da bulunan ‘Vojd’ (önder) kelimesinin Almancasının ‘Führer’ olmasından hareketle Hitler’le kıyaslamaya vardırdılar. Putin’in Nazilerin Leningrad’da öldürdüğü ağabeyi yahut savaşırken yaralanmış babası düşünülürse, pek ağır. Elbette Sovyetler Birliği’nin ideolojik yükünü ısrarla üzerinden atmaya çalışsa da başaramayan Rusya lideri, başta Batı olmak üzere ‘dünyadaki bütün sorunların faili’.
***

Oysa Sovyetler’in dağılması sonrası 1993’te parlamentoyu bombalatmış, alkolikliği ve kadınlara sarkıntılıklarıyla meşhur Boris Yeltsin varken, Moskova ‘övgülere’ mazhardı. Oligarkları ülkeyi yağmalarken, Yeltsin başbakanlarını kirli mendil gibi kenara atarken, yolsuzluklar yahut şimdilerde Le Carre romanlarına taş çıkaracak Skipral vakasının kasıp kavurduğu Londra’daki Rus oligarkların kirli paraları o vakitler eğlence konusuydu. Sovyet coğrafyasının piyasa kapitalizminin barbarlığına bu şekilde açılması alkışlanacak şeydi. Halkların kardeşliği ilkesiyle şekillenmiş birlikteliğin paramparça olması umuluyordu. 

Olmadı. Siloviki ve onların temsilcisi Putin geçit vermedi. Bugün Sovyetler yok. Buna rağmen mirasını tuhaf biçimde kısmen yaşattığı, ekonomisiyle olmasa da nükleer gücüyle askeri meydan okuma teşkil ettiği için aynı muamelenin yapıldığı bir Rusya Federasyonu var. Rusya lideri en başta bu yüzden ‘suçlu’.

***

RF bugün hâlâ NATO tarafından mütemadiyen askeri olarak çevrelenen, yaptırımlar altında ve aslında ‘savaşta olan’ bir ülke. 11 saat dilimine yayılmış, 146 milyonluk, her birinin başkanı, parlamentosu hatta yüksek mahkemesinin yer aldığı eşit statüde oblastlar, kraylar, otonom bölgelerden oluşan 85 federal yönetimde onlarca farklı kökenden insanın yaşadığı devasa bir coğrafya. Bölgeler arası uçurumların bulunduğu, altyapı sorunları çözülmeyi bekleyen bir yer. RF yurttaşları bu koşullarda kendilerini 1990’ların yıkımından çekip çıkardığı için ‘normalleşme ve istikrar’ anlamına gelen Putin’in sunduğu ‘kapitalist kalkınma modelini’ seçtiler.
 
Putin’in karşısıda hiçbir başkan adayı iç ve dış meselelere dair manalı bir laf etmemişken, kapitalist üretim ve kalkınma yoluna da (belki de devlet kapitalisti demeli) meydan okumadı. 

Ama zaten böyle bir soru ortaya koyan yok. RF’de ‘Sovyet geçmişinden utanan’ liberal bir entelijansiya gelişmekteyken, ülkeyi Batılı liberal demokratik perspektiften eleştirmek popüler. 

Bu koşullarda örneğin Batılıların yedi muhalefet adayı içinde ancak ‘sosyal demokrat’ denilebilecek KP adayı Pavel Grudinin’in yüzde 12’lik oy oranına burun kıvırmasına da şaşırmamalı. Grudnin, Batı medyasına söyleşi saçmadı. Onlar hukuken ‘yasaklı’ olmasından hareketle anketlerde desteği yüzde 2-5 arasında görünen Aleksey Navalni’nin arkasından ağlaştılar. Orta-üst sınıfın temsilcisi olarak Müslüman göçmenleri ‘hamamböcekleri’ diye nitelediğini, ‘Ruslar için Rusya’ söylemlerini dert etmediler.
***

Olmadı tabii. Batılılar istedi diye olacağı da yok. Soruları yanlış yerden sorduğunuzda yine yanlışlara çıkar. Kanımca RF’ye dair doğru sorular ancak Sovyet deneyimini süzmüş hakiki bir sol hareketten çıkabilir.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Cambridge Analytica meselesi - ÖZGÜR MUMCU

Bugünlerde seçim danışmanlığı hizmeti veren Cambridge Analytica etrafında bir fırtına kopuyor. Dünyanın birçok yerindeki dijital yöntemleri kullanarak seçim kazandırmasıyla ve özellikle Donald Trump’a verdiği danışmanlıkla tanınan şirket zor günler yaşıyor. 
Daha önce de bu köşede Cambridge Analytica’dan bahsetmiştim. Şirket, internetten topladığı datayı kullanarak, seçmenlerin endişe ve korkularını manipüle eden bir yöntemden faydalanıyor. Sosyal medyadaki aktiviteleri değerlendirilen kullanıcıların önüne “kişiye özel” içerik getirilerek, seçmen etkilenmeye çalışılıyor. Seçmenin iradesi, siyasi bir kampanyanın hedefinde olduğunu fark etmeden, sosyal medyada rastladığı içerikle şekillendiriliyor.


Yöntemin başarıya ulaşması için devasa miktarda veri toplanması gerekiyor. Cambridge Üniversitesi’nde yapılan psikometri çalışmalarından ilham alan bir sistem geliştirilmiş. Facebook’ta karşımıza çıkan testleri bilirsiniz. Kullanıcı bir kişilik testi yaptığınızı zannederken aslında Cambridge Analytica’ya kendi psikolojik profilini teslim ediyor. Bunu yaparken de testi sunan uygulamaya arkadaşlarının Facebook’ta beğendiklerinin ve paylaşımlarının bilgilerini kullanma izni de veriliyor. 

Uygulamayı geliştiren Cambridge Üniversitesi öğretim görevlilerinden Aleksandr Kogan. Datayı bilimsel araştırma amacıyla topladığını ileri sürmüş ama sonuçta ABD’li seçmenin teker teker hedeflenmesi için Cambridge Analytica’ya satmış. Şirketin arkasında Donald Trump’ın eski danışmanı SteveBannon’ın yanı sıra aşırı sağcı görüşleriyle bilinen milyarder Robert Mercer var. 

The Guardian’a konuşan şirketin eski çalışanlarından Christopher Wylie’ın ifadeleri, Facebook’un Cambridge Analytica’yı Facebook’tan yasaklamasıyla sonuçlandı. 
Channel 4 televizyonu bir adım daha ileri gitti. Televizyonun bir muhabiri Sri Lankalı bir siyasetçinin temsilcisi kimliğiyle şirketin CEO’su dahil üst düzey yetkilileriyle gizli kameraya kaydettiği görüşmeler yaptı. Görüşmelerde, siyasi rakipleri seks işçileriyle tuzağa düşürmek de dahil çeşitli taktiklerin vaat edildiği görülüyor. Şirket yetkilileri seçimlerde hakikat değil duyguların belirleyici olduğundan, insanların korku ve endişelerini körüklemekten bahsediyor. 

Trump’ın seçilmesinde Rusya’nın parmağının olup olmadığı çok tartışılmıştı. Halen ABD’de bu konuda bir soruşturma devam ediyor. Cambridge Analytica’ya data sağlayan Aleksandr Kogan, aynı zamanda St. Petersburg Üniversitesi’nin mensubu. Eski şirket çalışanı Christopher Wylie de Rus enerji şirketi Lukoil’in ABD seçmenine ilişkin toplanan datalar hakkında Cambridge Analytica’yla görüştüğünü ileri sürmekte. Görüşmelerden biri de İstanbul’da gerçekleşmiş. 

Bir köşe yazısının kısıtlı yerinde kısaca özetlemeye çalıştığım bu olay hemen dineceğe benzemiyor. Bir yandan yeni teknolojilerin seçmen iradesini sakatlayacak şekilde kullanılması, diğer yandan Trump, Brexit gibi popülist ve sağcı dalganın bu imkânlardan sonuna kadar faydalanması. Facebook, Google gibi şirketlerin tekelleşmesinin getirdiği sorunlar ve Rusya ile Batı’daki sağ dalganın ilişkileri gibi çok boyutlu bir konu.
Seçim güvenliğini bunca konuştuğumuz bir dönemde, dikkatle takip etmemiz ve ilgilenmeme lüksümüzün olmadığı konular.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Yapılmamış ihalenin sonucunu konuşmak’ - 2 / ÇİĞDEM TOKER

Haftalardır herkesin gözü kulağı, Afrin harekâtı ve ittifak seçim kanununa kilitlenmiş, cümle kanallar, ekranlar ve parti bülteni gibi tasarlanıp yayımlanan gazeteler bu iki gelişmeyle doluyken bilin bakalım ne olmuş? 

3. havalimanına bağlanacak 27 km uzunluğundaki ikinci metro hattı ihalesi sessiz sedasız yapılıvermiş!.. 
Yeni havalimanı-Halkalı” metro hattının ihalesi yapılmakla da kalmamış;4.3 milyar TL teklif içeren sözleşmesi imzalanmış bile. 

İhale dediysek, bu satırları okuyan kimse açık bir ihale olduğunu düşünmemiştir umarım. Tabii ki yeni bir 21/b durumuyla karşı karşıyayız. 

Zaten duyulmamasının sebebi de bu. Doğal afet vb. olağanüstü durumlarda kullanılması gereken 21/b, artık AKP’nin ayrıcalıklı müteahhitlerine kısa yoldan iş vermenin yoluna dönüştüğü için ilan da edilmiyor. 

Bir kamu binasının bir odasında sessiz sedasız altına imza atılan 4 milyar 294 milyon 713 bin TL’lik teklifin sahipleri kim derseniz, onu da söyleyelim:
Özgün Yapı - Kolin İnşaat.
***

Aslında bu sonuç bekleniyordu. Daha doğrusu “sektör” biliyordu. 
O kadar biliniyordu ki, bize ulaşan kulis bilgileri bu köşede “Yapılmamış ihalenin sonucunu konuşmak” başlığıyla (18 Şubat 2018) yer almıştı. 

O yazıda Gayrettepe - 3. havalimanı metro hattının 1 milyar Avro karşılığında (2016 sonu) Şenbay - Kolin ortaklığına verildiğini Şenbay’ın Bayburt Grup bünyesinde yer aldığını anımsattık. Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın 3. havalimanı - Halkalı hattının ihale edileceğini duyurduğunu aktarıp sorduk: 
“Şimdi bakacağız. Bu hat davet yöntemiyle mi yapılacak? Davet yöntemiyle yapıldığında Gayrettepe - 3. havalimanını yapan ikiliye mi verilecek diye? 
Müteahhitlik sektörü oyuncuları “konuşuyor” çünkü. Bu hattı da Kolin ile birlikte Aga Enerji’nin alacağı. Aga’nın Şenbay ile kardeş olduğunu, Bayburt Grup bünyesinde olduğunu anımsatalım. 

Bekleyip görelim.” 

Evet bekledik gördük ve bu ihale Aga değilse bile Özgün - Kolin ortaklığına gitti. 
(Aga Enerji, Bay - En enerjinin dönüşmüş hali. Bu şirketi de Abdurrahman Şentürk başta olmak üzere Bayburt Grup’un kurucuları 2006’da kurmuşlardı. Resmi olarak Bayburt Grup bünyesinde görünmese de “sektör” oyuncuları Aga Enerji dendiğinde “Bayburt” anlıyor.)

Özgün Yapı ise Bayburt Grup bünyesinde resmen görünüyor. Yine Gayrettepe - 3. havalimanını yapmakta olan Şenbay şirketi de öyle. O da Bayburt Grup bünyesinde. 
Sonuç olarak 3. havalimanına bağlanan iki metro hattında, tanıdık yöntem ve tanıdık isimler (Kolin - Şenbay, Kolin - Özgün) yine buluşmuş oldu. 

Rekabetin sağlanmadığı, açık yöntemle ihale edilmeyen, kamuoyuna duyurulmayan bu iki hattın toplam yatırım bedelinin 7 milyar 887 milyon TL’lik olduğunu da not düşelim.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Boykotu tartışmaya başlayalım - FATİH YAŞLI

Pazar günü Rusya’da seçimler vardı. Sözcüğün her anlamında “rakipsiz” olduğu halde, Putin meşrulukla seçime katılım arasındaki bağlantının farkında olduğu ve ne kadar güçlü olursa olsun bir iktidar açısından meşruiyetin önemini bildiği için, seçime katılımın yüksek olması adına elinden geleni yaptı. Neticede katılım 2012 seçimlerine kıyasla 2 puan artarak % 67.4 oldu, Putin ise oyların % 76.6’sını kazandı ve bir altı yıl daha Rusya’nın başında kalmayı resmi olarak garantiledi.

Konumuz Rusya ya da Rusya’daki seçimler değil, konumuz son günlerde sıkça yapılan boykot tartışmaları ve onca gücüne rağmen Putin’in bile kendini seçimlere katılımı artırmaya mecbur hissetmesini bu tartışmalara bir giriş mahiyetinde olsun diye not etmek istememiz.

Günümüzde niteliği ne olursa olsun neredeyse tüm rejimler, öyle ya da böyle kendilerini sandık üzerinden meşrulaştırmaya, seçimle iktidara geldiklerini ya da orada kaldıklarını dosta düşmana göstermeye mecbur hissediyorlar ve buna bizdeki de dâhil. İktidar partisinin başından beri sandığa indirgenmiş bir demokrasi söyleminin taşıyıcısı olduğunu, gücünü ve meşruluğunu seçimlerden ve milli iradenin temsilcisi olma iddiasından aldığını biliyoruz.

Dolayısıyla iktidar partisi her seçime özel bir önem verdi, seçimleri kazanmak için elinden geleni yaptı, memnun olmadığı seçim sonuçlarını 7 Haziran’da olduğu gibi tanımadı ya da 16 Nisan referandumunda olduğu gibi ayak oyunlarına başvurdu. Bunun yanı sıra, siyasetle yakından ilgilense de örgütlü ve aktif bir şekilde siyaset yapmaktan kaçınan Türkiye toplumu, siyasete katılımın yegâne yolunun seçimlere katılmak ve oy vermek olduğunu düşündüğü için bizde seçimlere katılım hep yüksek oldu.

Türkiye –eğer zamanında yapılırlarsa- yerel seçimlere neredeyse 1 yıl, milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine 19 ay gibi bir süre varken, son seçim yasası değişikliği ve “Cumhur İttifakı”yla birlikte çoktan seçim konjonktürüne girmiş durumda. Ancak bu sefer, geçmişten farklı olarak, başta gençler olmak üzere, iktidar karşıtı cenahın azımsanmayacak bir bölümünde sandığa gitmeme yönünde ciddi bir eğilim görünüyor. Bunun gerisinde ise “Seçimle gitmeyecekler” şeklindeki hiç de evham olarak değerlendirilmemesi gereken bir fikir yürütme ile herkesi sarıp sarmalayan yılgınlık ve umutsuzluk hali var.

Bu durum, seçimlerde solun ne yapacağı konusunda sorulan sorulardaki belirleyici noktalardan biri olmalı. Birincisi, hayli kalabalık olduğunu düşündüğüm ve Gezi’nin tabanını oluşturan bu kitlenin boykot yanlısı tutumuna bakarak boykotu örgütleyen bir siyasal hat mı izlenmeli ve bu kitlenin oraya kanalize edilmesi mi sağlanmalı, yoksa “boykot” diyenleri de sandığa götürebilecek, toplumun başka kesimleriyle birlikte onlara da umut verecek bir aday mı çıkartılmalı?

Soruyu yanıtlamadan önce şunu söyleyelim, eğer Türkiye’nin azıcık basiret sahibi, azıcık cesur ve azıcık siyaset bilen bir ana muhalefet partisi olsaydı, başındaki zat daha bugünden “Ne boykotu ya” diyeceğine “OHAL’le ve bu seçim yasasıyla gidilen bir seçimde boykot bütünüyle gözardı edilebilir bir seçenek değildir” diyerek bunu bir koz haline getirir, toplum da bunu konuşurdu. Lakin yapmadı ve biz şimdi boykotu kendimiz konuşmak, sorumuzu da bunu görerek yanıtlamalıyız.

Açıkçası bu sorunun yanıtını vermek için henüz erken. Çünkü iktidarın ülkeyi “-mış gibi yapılacak” bir seçime götüreceğini bilmekle birlikte, nasıl bir iktisadi, siyasi ve toplumsal bir konjonktürde seçime gideceğimizi, içeride ve dışarıda nasıl gelişmelerin yaşanacağını bilmiyoruz.

Türkiye ekonomisindeki kötüye gidiş, doların seyri, “Cumhur İttifakı”ndaki MHP’nin tabanının tutumu, Suriye’deki gelişmeler, Saadet Partisi’nin performansı ve çıkaracağı aday, İYİ Parti’nin oy oranı, CHP’nin adayı, bunların hepsi “iktidarın potansiyel kriz başlıkları” olarak görülmeli her şeyden önce ve seçim stratejisi de -elbette ki başka şeylerle birlikte- bu başlıkları hesaba katarak yapılmalı.

Bunun dışında, önümüzde bir yerel seçimler olacak ve o seçimlerin hem yapılış biçimi (iktidarın baskıları, sandık güvenliği, oyların sayımı, YSK’nin durumu) hem de sonuçları, yani yitirilecek belediyeler, parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerinde önemli etkiler yaratacak, dolayısıyla buna da bakılmalı. Yani karar verilirken iktidarın “öznel müdahaleleri” kadar siyasetin “nesnel koşulları” da denkleme dâhil edilmeli.

Tüm bu hesap kitapla birlikte, nesnellik “boykot”u dayatıyorsa ve bunun siyaseten anlamlı, işe yarar olduğu düşünülüyorsa “boykot”u örgütlemeyi bir hedef olarak önümüze koyarız ama yok, hesap kitap bağımsız bir sol adayın toplumda karşılığı olduğunu, buradan bir çıkış yolu bulunabileceğini bize gösterirse, hiç düşünmeden kendi cumhurbaşkanı adayımızı toplumun önüne çıkarır, ciddi bir seçenek haline getirmeye çalışırız.

Bu mesele üzerine daha çok yazıp çizeceğiz nasıl olsa, dolayısıyla bunu “tartışmaya giriş” yazısı olarak kabul edelim ve şimdilik burada keselim.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Her arz kendi talebini yaratmaz! - ANIL ABA

Bugünkü haliyle iktisat bilimi, kapitalist sömürü düzeninin akademideki ayağı olduğundan, gerçeği yansıtmayan ideolojik palavralarla doludur.

Öğrencilerim bilirler, heterodoks iktisatçılar için iktisat dersi anlatmak hem eğlencelidir hem de zulüm… Zulümdür çünkü ana-akım literatürün yarısından fazlası fındık kabuğunu doldurmayan ve yaşadığımız hayat adına hiçbir şey ifade etmeyen saçmalıklardan ibaret olduğundan bu dersler, hem öğrenciler hem de benim için, müthiş bir vakit kaybıdır.


Diğer yandan eğlencelidir çünkü liberalizm tokatlanması gereken bir ideolojidir, bu da en kolay iktisat derslerinde yapılır.

Geçenlerde ekşi’de “en basit ekonomi bilgisi” başlığında en çok beğenilen, en çok oylanan ve en çok tekrar eden girdilerden birinin “Her arz kendi talebini yaratır” söylencesi, nam-ı diğer “Say yasası,” olduğunu gördüm. Bugünkü haliyle iktisat bilimi, kapitalist sömürü düzeninin akademideki ayağı olduğundan, gerçeği yansıtmayan ideolojik palavralarla doludur. Meslektaşımız ve Yunanistan’ın Eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis, iktisat ders kitapları için “Her bir parlak sayfada, her bir mükemmel grafiğin arkasında, kırılgan ve çoğu zaman karanlık, bazı fikirler yeni başlayan öğrencilerin gözünden saklanır” der. Gerçekten de, yol gösteren yoksa, birinci sınıf öğrencilerinin bilimsel bilgi ile bilimsel gibi gözüken ideolojik bilgiyi birbirinden ayırt etmesi zordur.

Mahreçler kanunu
Fransız burjuva iktisatçılardan Jean-Baptiste Say, Türkiye’de Liber Plus yayınevinden “Politik Ekonomi İlmihali” başlığı ve din kitaplarını (!) andıran bir kapakla çıkan, “Traite d’economie politique” kitabında serbest piyasaların işleyişine dair iddialı bir önermede bulunur. Say’a göre toplam arz her zaman toplam talebe eşit olacaktır. Çünkü üretim, nihayetinde, tüketim için yapılır. Kâr ve fayda maksimizasyonu düsturuyla hareket eden aktörlerin oluşturduğu kapitalist ekonomilerde hiçbir zaman atıl sermaye olmaz. Herkes rasyonel olduğundan bireyler sistematik bir şekilde hata yapmazlar. Kimse satmayacağı ya da tüketmeyeceği malı üretmez. “Tesadüfi” bir şekilde fazladan üretim yapılmışsa fiyatlar düşer, stoklar eritilir. Az üretim (fazla talep) varsa da fiyatlar yükselir ve denge noktasına gelinir.

Sözüm ona bu yasanın bir alt katmanına inecek olursak; J. B. Say, malların üretiminde kullanılan faktörlere (girdilere) yapılan, ödemelerin toplamda üretilen malları alacak kadar alım gücü yarattığını söyler. Misal, tek bir malın üretildiği bir ekonomi farz edelim. Fabrikanın arazisi için mülk sahibine kira ödeniyor, işçilere maaş veriliyor, sermayedara da faiz ödemesi yapılıyor. Bu ödemeleri alanlar da dönüp üretilen malları satın alıyor. Yapılan arz böylece kendi talebini yaratmış oluyor.

Say’a göre bu “yasa,” her piyasa için aynı anda sağlanmak zorunda değildir. Yani bazı sektörlerde arz fazlası pekâlâ olabilir. Ama bu sektörlerdeki eksik talep başka sektörlere fazla talep olarak yansıyacağı için nette toplam arz toplam talebe eşit olmalıdır. Bu hikâyeden çıkan kritik sonuç ise kapitalizmde fazla üretimden kaynaklı kriz ve buhranların olmayacağıdır. Serbest piyasa ekonomileri kaynakları her zaman, otomatik olarak, verimli tahsis ettiğinden, belki sektörel ve geçici dengesizlikler olabilir ama, “genel bolluk” yaşanmaz. Hesapta…

İktisadî düşünce tarihinin önemi
Öncelikle şunu söyleyelim, her arzın kendi talebini yarattığı kâğıt üzerinde belli varsayımlar altında geçerli olan, kapitalizmin gerçek işleyişini hiçbir şekilde açıklamayan bir önermedir. Hem Marx’ın hem de Keynes’in başlangıç noktaları zaten Say söylencesinin eleştirisidir. Bugün yaşadığımız ekonomik krizler, Say yasasının tutmuyor olmadığının ispatı niteliğindedir. Eğer toplam arz her zaman toplam talebe eşit olsaydı kapitalizmin en önemli sorunların biri çözülmüş olurdu.

Say söylencesi, neo-klasik iktisatta, yatırımların ve tasarrufların ödünç verilebilir fonlar piyasasında dengelendiği masalıyla anlatılır (bkz. market for loanable funds ve I = S). Oysa kapitalizm sistemik bir şekilde toplam talep ile toplam arz arasında bir makas yaratır. Çünkü kapitalistlerin (yüzde 1) maksadı, işçilerin (yüzde 99) reel ücretlerini düşük tutmak suretiyle kârlarını arttırmaktır. Bölüşüm gerçekleşirken işçilere söz verilen maaşları ödenir (pre-determined). Vergileri de düştükten sonra gerisi kapitaliste kâr kalır. Toplam artığın az sayıda sermayedarın elinde yoğunlaşması makro ölçekte yetersiz efektif talebe sebep olur.

Üretilen malları satın alacak işçi kitleleri, düşük ücretlerden ötürü, bu üretim fazlasına talep gösteremez. Haddinden fazla serveti olan kapitalistler de bu fazlayı 1) Tüketerek erit(e)mez çünkü, misal, 4000 tane kot pantolon veya 350 tane spor araba almanın bir manası yoktur, 2) tamamını yatırıma dönüştür(e)mez (I < S) çünkü gelir dağılımı makası açıldıkça bir noktadan sonra kârın realize olma ihtimali azalır. Bu artığın bir kısmı üretken olmayan finans faaliyetlerine yatırılır, bir kısmıysa istiflenir (hoarding). Yani yetersiz toplam talep kapitalizm için kronik bir durumdur. Tam istihdam, yani kaynakların tam kullanımı durumu, sistemin normali değil bir istisnasıdır; bir sonuç değil yanlış bir varsayımdır.

Say’ın sözde yasası, aslında, serbest piyasa kapitalizminin istikrarlı ve kriz üretmeyen bir üretim biçimi olduğunu tahtada anlatmak için kullanılan bir üç kâğıt. Öğrenciler, dayatılan müfredat gereği, modellerin teknik detaylarında boğulduklarından kavramların temellerine inemiyorlar. Üniversitede ezberletilen yalanlar, artık iyiden iyiye bilgi çöplüğüne dönen sosyal medyada maalesef “en basit ekonomik bilgi” olarak herkese yayılıyor. Bundan ötürü, iktisat bölümlerinde marjinalize edilen, iktisadi düşünce tarihi ve ekonomi politik dersleri entelektüel bir macera değil, doğru iktisatla yanlış iktisadı ayırt etmek için olmazsa olmaz derslerdir. Zira neo-klasik iktisat eğitimi bir farstır; en basit ekonomi bilgisiyse para-çokomel eğrisidir.

Anıl Aba / BİRGÜN

Putin 4.0: Rusya’da yeni dönemin şifreleri - Dr. Kerim Has

Rusya’daki başkanlık seçimlerinde Vladimir Putin, ülke çapında oyların yüzde 77’sini alarak 4. kez devlet başkanı seçildi. Medvedev dönemi (2008-12) de dahil olmak üzere 2000 yılından beri Rusya’yı fiili açıdan yöneten Putin, böylelikle son yüzyılda Stalin sonrası en uzun süre görev yapan Rus lider olarak 2024’e kadar Kremlin’de oturacak. Seçimlere bu sefer bağımsız aday olarak katılan Putin’in aldığı bu oran, şu ana kadar başkanlık seçimlerinde aldığı en yüksek oya tekabül ediyor. Seçimlere katılım oranının da daha önceki seçimlerdekine yakın şekilde yüzde 68 civarında seyretmesi yine Kremlin açısından olumlu değerlendiriliyor.
Pek tabii, Rusya’daki seçimlerin tam anlamıyla demokratik veya adil bir şekilde geçtiği söylenemez. Putin haricindeki 7 aday da sistem-içi adaylar idi ve kazanma iddiasıyla seçimlere katılmadılar. Putin’e bağlı bir bürokratın da yer aldığı adayların neredeyse hepsi bir yandan seçim “yarışını”, diğer yandan da Putin’in “zaferini” ulusal ve uluslararası arenada “meşrulaştırıcı” bir fonksiyon icra ettiler. Ancak bununla beraber, Rus siyasal sisteminin lider eksenli kendine has otoriter özelliklerinden dolayı bu tarz bir yarış ve zaferi olağan karşıladığını belirtmek gerekiyor. Rus toplumunun demokrasiden beklentisinin de demokrasi anlayışının da Batı’dakiyle özdeşlik göstermemesinin altı çizilmeli.

Sandık sonuçları teşvik edici işlev görür
Seçim sonuçlarına bakıldığında, Putin’in Rusya çapında bütün federe birimlerde yüzde 50 üzerinde oy aldığı görülüyor. Bu durum, Rus toplumunda uzun süredir Kremlin’den beklenen yapısal ekonomik reformları gerçekleştirme konusunda Putin yönetimini teşvik edici bir işlev görebilir. Ekonominin enerji kaynaklarına bağımlılıktan (ihracatın yüzde 63’ünü petrol ve doğalgaz oluşturuyor) kurtarılması konusunda son yıllarda atılan adımların 2018 sonrası hızlanması mümkün. Yaptırımlar ve petrol fiyatlarının düşük seyretmesi dolayısıyla 2014-16 arasında ciddi darboğaz yaşayan Rus ekonomisindeki büyüme oranlarının önümüzdeki yıllarda 2017 rakamlarını (yüzde 1,5) aşması gerekiyor. Yine benzer şekilde; yatırım ortamının iyileştirilmesi, KOBİ’lerin ekonomideki payının yüzde 25 bandını aşması, yolsuzluğun azaltılması gibi hususlar Putin’in içerideki en önemli gündem maddelerinden. Bu çerçevede, Putin’in yeni dönemde özellikle Batılı ülkelerle ekonomik ilişkileri geliştirme amaçlı Medvedev’in yerine yeni bir yüzü başbakan olarak ataması ciddi bir olasılık.

‘Risk yönetimiyle’ uğraşmak durumunda
Dış politikada ise Putin 2018 sonrası “risk yönetimiyle” uğraşmak durumunda kalacak. Kısıtlı ekonomik gücüyle son yıllarda dış politikada önemli mevziler kazanan Kremlin’in en önemli gündemi Suriye ve bölgesel gelişmeler olacak. Türkiye ile ilişkilerin Afrin ve sonrası üzerinden yeniden bir test sürecine girmesi ve Ankara’nın Batılı ortaklarıyla ileride Menbiç ve Fırat’ın doğusu üzerinden yaşaması muhtemel krizlerin Moskova’yı Ortadoğu’nun derinliklerine daha fazla sokması ciddi olası.

Kremlin yönetimi Suriye’de siyasi çözüm sürecine öncelik vermek isterken, Ankara’nın sahadaki askeri dengeleri değiştirme amaçlı ve “terör” parantezinde değerlendirdiği “PYD/YPG”ye yönelik yeni operasyon talepleriyle Moskova’nın karşısına dikilmesi Putin’in seçim öncesi almadığı taktiksel risklerin yeni dönemde masaya konmasına neden olabilir. Türk ordusunun Afrin’de uzun vadeli kalmasının ancak Moskova’nın Ankara’ya siyasi desteğinin sürmesiyle mümkün olduğu görülüyor. Türk ordusunun Afrin’den sonra Menbiç’e yürüyüp Ankara’nın ABD/NATO’yla daha yapısal bir krize girmesi konusunda ise Moskova’nın fazla direnç göstermesi beklenmiyor. Rusya’nın önümüzdeki dönemde PYD/YPG meselesini Türkiye üzerinden Moskova-Washington ilişkilerinde bir çeşit manivela veya şantaj aracına dönüştürmek isteyeceği ve uzun süredir NATO içinde hedeflediği çatlakları Suriye’de gerçekleştirmeye yönelik politika izleyeceği söylenebilir. Bütün bu denkleme pek tabii Suriye’deki İran-İsrail nüfuz mücadelesi ve İran-Suudi Arabistan rekabetini gibi başka birçok hususu da eklemek gerekiyor. Her halükarda Rusya’nın Suriye’deki siyasi ve askeri kazanımlarının 2018 sonrası yeni çatışma riskleriyle sınanacağı bir tablonun karşımıza çıkması yüksek olasılık.

Ukrayna ve boru hatları ilk başlıklar
Öte yandan Ukrayna meselesi ve bununla ilgili olarak Kuzey Akım-2 ve Türk Akımı doğalgaz boru hatları da Putin’in yeni dönem mesainin ilk sıradaki başlıkları arasında yer alacak. Ukrayna’da 2019’daki cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri öncesi Donbas’taki denklem açısından fazla bir değişiklik beklenmese de Minsk protokollerinde bazı netameli olmayan konularda ilerleme olabilir. Özellikle Kiev ile Donbas’taki ayrılıkçılar arasında esir takasının sürdürülmesi ve cephe hattına sınırlı sayıda BM gözlemci gücünün konuşlandırılması mümkün. Ama bununla beraber, Ukraynalı şirket Naftogaz ile Rus doğalgaz devi Gazprom’un yaşadıkları son gaz krizi AB ülkelerini “enerji” konu başlığında Moskova’yla diyaloglarını gözden geçirmelerine neden olabilir. İngiltere’yle yaşanan son casus zehirlenmesi olayında da görüldüğü gibi Almanya, Fransa, İtalya gibi AB’nin ağır toplarının Londra tarafında yer almaları ileride Rusya’yı AB’yle enerji ilişkilerinde köşeye sıkıştırabilecek bir tablo ortaya çıkarırsa Moskova’nın Ukrayna politikasında yumuşama beklenebilir. Ancak şu an için bunu söylemek biraz erken.


Son olarak Çin’le de ilişkilerin Rusya açısından önemini artırarak koruyacağını vurgulamak gerekiyor. Çin’in küresel ekonomideki payının her geçen yıl daha da artması ve bu durumun Orta Asya başta olmak üzere Rusya’nın Avrasya’daki varlığını belli ölçülerde tehdit eden boyutlara varabilecek olması Moskova-Pekin ilişkilerinde tarafların karşılıklı olarak “inclusive” stratejiler geliştirmelerine neden oluyor. Bu yüzden de Avrasya Ekonomik Birliği, Şanghay İşbirliği Örgütü ve Pekin’in inisiyatifi “Bir Kuşak Bir Yol”un ne tarz bir koordinasyon içine girecekleri ve ilişki modeli geliştirecekleri Putin’in 2018 ve sonrası ajandasının üst sıralarında yer alacak.

Dr. Kerim Has - Moskova Devlet Üniversitesi / BİRGÜN