5 Temmuz 2018 Perşembe

Çakıcı’nın sırrı - Ayşe Yıldırım

‘Organize suç örgütü lideri’ ya da ‘çete lideri’ ya da eski tabirle ‘mafya babası’diye biliniyor kendisi; Alaattin Çakıcı. Sicili oldukça kabarık. Ömrünün büyük bölümünü cezaevlerinde geçirdi. 17 yaşındayken bir İETT görevlisini yaralama olayına karıştı. Daha sonra ismini yeraltı dünyasının yasadışı faaliyetleriyle duyurdu. 

1980 askeri darbesi sonrası silahlı eylemleri nedeniyle tutuklandı. 41 kişinin ölümünden sorumlu tutuldu. 1984 yılından itibaren çek-senet tahsilatı yaptı. 

Hıncal Uluç’u yaralamaya azmettirmekten, 15 kişinin yaralandığı Karagümrük Spor Kulübü Lokali’ne düzenlenen silahlı saldırı, borsacı Adil Öngen’in arabasının kurşunlanması, eski eşi Nuriye Uğur Kılıç’ın öldürülmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret suçlarından toplamda onlarca yıl hapis cezası aldı. Yurtdışına kaçtı. Yakalandı. Üzerinden sahte isimli yeşil, kırmızı pasaportlar çıktı. 


Bu, bildiğimiz olayları... 

Kendisini hep ‘devletin adamı’ olarak tanıtmaya çalıştı. 
Yurtdışında MİT adına çalıştığını ve hep devleti koruduğunu ama ‘piyon gibi’  kullanıldığını söyledi. Eski MİT Yurtdışı İstihbarat Başkanı Nuri Gündeş, bir televizyon programında Çakıcı’dan söz ederken “Dinliyorsa yanaklarından öperim; eğer devlete bir hizmeti varsa” dedi.

Ve biliyorsunuz 24 Haziran seçimlerine bir ay kala iktidarın ortağı MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli birdenbire bir af tartışması başlattı. 
Ve yine birdenbire 10 yıldan fazladır cezaevinde olan Çakıcı’yı anımsadı. Önce bir heyet gönderdi, ardından kendisi ziyaretine gitti. 
Ziyaretin fotoğraflarını basınla paylaştı. 

Çakıcı’nın daha önce de dikkat çeken ziyaretçileri olmuştu. Onlardan biri de Abdi İpekçi’nin katili ve II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulunan Mehmet Ali Ağca’ydı. 
Ama Bahçeli’nin ziyareti aynı zamanda bir ‘siyasi’ ziyaretti. Çakıcı gibi ‘ülküdaşlarının, davadaşlarının’ tahliye edilmesini isteyen Bahçeli ne diyordu: 
“Alaattin Bey’in bir yönüyle vatan millet için verdiği mücadeleler var. Bilen bilir. Devleti yönetenler de bilir, başkaları da bilir.” 

Mesela ben bilmiyorum. Ama Sayın Bahçeli de bilmemiz için daha fazlasını söylemiyor. 
Çakıcı ise cezaevinden önüne geleni tehdit ediyor. 

Cumhurbaşkanı’na, “kamuoyuna” diye başlayan mektuplar yazıyor. 
En hafifinden hakaretleri, ‘vur emri’ne kadar varıyor. 
Erdoğan’a “Sorumsuz Sultan”, “Devletin sahibi sen değilsin; sokak çetesi olmadığımı da o beyninin derinliklerine sok” diyebiliyor. 

Soylu için “Sayın Cumhurbaşkanı; insanlar kriminal suçlu olabilir, çetelerin arkasında olan hani senin var ya, Trabzonlu, çirkin ve kel, sana gündüz imam gece papaz diyen Süleyman efendi mi hedef gösterdi” diyebiliyor.

Başbakan Binali Yıldırım’ı “kendine ve çocuklarına dikkat etsin” diye uyarabiliyor. 
Erdoğan’a “ülkemiz ve coğrafyamız bir ateş sürecinden geçerken, tepeden bir baskıyla çocukları hırsız olan bir adama hükümeti nasıl teslim edebildin” diye sorabiliyor. 

HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’yi “Bak beni dinle, ben bu ülkede çok adam bayılttım seni de bayıltırım. Devlet Bahçeli’ye bir kelime konuşursan seni bayıltırım ve bu Türkiye’nin her yerinde, yurtdışına gittiğin zaman da seni mutlaka üç beş kişi karşılar” diyebiliyor. 

Demirtaş için talimat vermesi halinde cezaevinde koridora dahi çıkamayacağını söyleyebiliyor. 

Karar gazetesi yazarları için ‘ölüm emri’ verebiliyor. 

Ne ilginçtir ki hükümet kanadından -MHP lideri Bahçeli hariç- Çakıcı’ya yönelik tek bir söz duyamıyoruz.


Hani muhatap almıyorlar desek, Çakıcı için canını dişine takan ortaklarını nereye koyacağız. 

Peki ya CHP ve HDP’yi açıkça hedef haline getirip tehdit eden, bunu da büyük bir gururla söyleyen İçişleri Bakanı’na ne demeli? 

Nedir Çakıcı’yı ayrıcalıklı kılan ve sanki iktidar ortağıymış gibi konuşup hareket etmesine neden olan? 

Cezaevlerinde o kadar hasta tutuklu varken, insanlar tecritle cezaevinde yeniden cezalandırılırken ‘hastalığı’ bahanesiyle Çakıcı’ya sınırsız ziyaret izni verecek derece önemli olan. 

“Devlet çetelerle işbirliği yapıyor” dersem dava açılır mı? Ama ben değil bizzat Bahçeli söylediği için sanırım dava açılmaz. 

Hoş geldin 90’lar...

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

‘Anayasa dışı’ süreç, asla meşrulaştırılmamalı - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Çankaya Köşkü önündeki veda töreni; görüntü ve sözler. B. Yıldırım kürsüde ve onu dinleyen başbakanlık bürokratı.


Çankaya Köşkü, bilindiği gibi sadece Cumhurbaşkanı makamı yeri değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in sembolü… Sn. Erdoğan’ın Külliye’ye taşınmasıyla Başbakanlığa kaldı. Şimdi Başbakanlık da lağvedildi.

Haliyle Başbakanın, veda konuşması sırasında dile getirdikleri arasında; Başbakanlığın lağvedilmesi ile 367 krizi arasında doğrudan ilişki; başbakanlığı ‘vesayet’ makamı; “iki başlılık yürümüyor” sözleri dikkat çekici olsa da, hiçbiri gerçeklik temeline dayanmıyor.

Mekânın önemini ve çalışanların işlevini, Kanun Hükmünde Kararname hazırlama karargâhı vurgusu ile belirtti; “hükümetin genel siyasetinin belirlendiği ve yürütüldüğü yer” (m.112) demedi.

Haliyle, Çankaya Köşkü’nün nasıl tasfiye edildiğine değinmedi: Sn. Erdoğan, Başbakan iken, Beştepe’deki inşaatın Başbakanlık konut ihtiyacını karşılamak için yapıldığını söylemişti. CB seçilir seçilmez, “Burayı ben kullanacağım, Çankaya Köşkü ise Başbakanlık için olacak” dedi.

16 Nisan 2017’de oylanan 6771 sy. Kanunla, Başbakanlık kaldırıldı. 16 Nisan kapısı ise, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi ile açıldı (ve 16 Ekim günü Bahçeli konuşması ile yolu döşendi)….

B. Yıldırım’ın 3 Temmuz veda töreni ve konuşması, bana hukuki anlamın ötesinde sembolik olarak da Cumhuriyet ile hesaplaşma şeklinde göründü. 

Nasıl?

‘Uyum kanunu’, KHK değil...
Daha önce yazdığım gibi, 6771 sayılı Kanun, Cumhuriyet (hatta Osmanlı) kurumlarını tasfiye için uyum kanunları öngörmekte idi: 6771 sayılı Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun Geçici md.21/A’ya göre; “Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bu değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapar”.
Bu düzenlemeler yapılmadan, Erdoğan-Bahçeli ikilisi, 3 Kasım 2019 seçimleri için 24 Haziran 2018 tarihini belirledi. TBMM, buna göre karar aldı.

TBMM’yi yenileme kararı aldıktan sonra 7142 sayılı yetki kanunu ile kendi yetkisini, Anayasa’ya aykırı bir biçimde Bakanlar Kurulu’na devretti:
6771 Sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanunu’na göre, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, tüzük, Bakanlar Kurulu, Başbakan, Başbakanlık, kanun tasarısı gibi bazı ibareler yer almayacağı için bu ibarelerin ilgili kanun ve KHK’lerden çıkarılabilmesi ve 6771 sayılı yasanın gerektirdiği düzenlemelerin yapılabilmesi için Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi verildi (10/05/18; 7142; R.G.:18.5.18).

Bakanlar Kurulu’na verilen yetki, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının andiçerek göreve başladığı tarihe kadar geçerlidir. Bu süre içinde Bakanlar Kurulu birden fazla Kanun Hükmünde Kararname çıkarabilir.
4 Temmuz 2018 günü, çıkarılan ‘477 sayılı Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’ (KHK/698), Bakanlar Kurulu’nun yetkilerini CB’ye devrediyor. Bu KHK, ilke olarak,  ’24/6/2018 tarihinde birlikte yapılan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının andiçerek göreve başladığı tarihte’ yürürlüğe girecek.

Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi vermeye ilişkin Anayasa md.91’e göre, “Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, TBMM komisyonları ve Genel Kurulu’nda öncelikle ve ivedilikle görüşülür” (f.8).

Bu maddenin seçimlerle birlikte yürürlükten kalkması öngörülmüştür (6771 sy. K., m.21/a).

Bu nedenle, 7142 sy.lı Kanun ile KHK/698’i (muhtemelen diğerleri) TBMM tarafından görüşülemeyecek, görüşülse bile artık çok geç olacak. Anayasa Mahkemesi’nin olası denetimi de, iş işten geçtikten sonra gündeme gelecek.
Kuşkusuz sorun, yasama ve yargısal denetimin işlevselliğinden çok ‘hukuka saygı’ sorunu olarak öne çıkmakta.

Cenaze töreninin bile kuralı var...
Çankaya törenini izlerken, “Amaç Cumhuriyeti tasfiye olsa da, hiç değilse bu hukuka uygun olarak yapılamaz mıydı?” diyorum kendi kendime.
Öyle ya, Cumhuriyet’in nitelikleri madde 2’de ‘hukuk devleti’ eksen alınarak sayılıyor.
Öte yandan, ‘tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması’ da, devletin yükümlülüğü (m.63) altında.

Hukuksuzluk meşrulaştırılamaz
Bugünü okumak için fazla geçmişe gitmeye gerek yok; son dört yıla dair birkaç tarihe bakmak yeterli: 10 Ağustos 2014, 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015, 15 Temmuz 2016, 16 Ekim 2016, 16 Nisan 2017, 18 Nisan 2018, 24 Haziran 2018.
Ortak payda ne? Anayasa ve demokrasi dışı bir süreç; hukuka tam inançsızlık özetle.
Hukuka bağlı hiçbir siyasal parti, hukuksuzluğu meşrulaştırmaya katkıda bulunmamalı…

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Yeni dönemde gazetecilik - NAZIM ALPMAN

Türkiye 24 Haziran 2018 Genel ve Cumhurbaşkanlığı Seçimleriyle birlikte yepyeni bir döneme girdi.
Yasama, Yürütme, Yargı ve dördüncü kuvvet olarak da basın genel bir toplamla tek elde toplanmış bulunuyor.
Yeni Cumhuriyet’in eski Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tek başına ayrı bir parlamento hatta onun da ötesinde bir güce sahip oldu.
Kanun Hükmünde Kararname yayımlama hakkına sahip bulunuyor. Eğer uygun görürse, TBMM yani parlamentoyu feshetme yetkisi de onun sahip olduğu haklar arasında yer alıyor.
Bunların hepsini biliyoruz, bilmediklerimizi de başımıza geldikçe öğreneceğiz.

•••
Bu koşullarda gazetecilik daha zor hale geliyor.
Eğeri oturup doğru konuşalım.
Hangi gazetecilik daha zor?
Bizim gibi her dönem iktidarların karşısında yer alan, yürütmenin “yürütme gücünü” abartıp ne var ne yok hepsine kalk gidelim, diyen bakanlara başbakanlara karşı duran müzmin muhalif gazeteciler açısından o kadar zor bir dönem olmayacak. Zaten yapmakta olduğumuz şeylere devam edeceğiz.
Esas zorluk AKP iktidarının her yaptığının “doğru” olduğunu yüz seksen derecelik sapmalarla düz bir çizgide savunmak hiç de kolay olmayacak.
Onlar -yani iktidar uyumlu gazeteciler- çok dikkatli olmak zorundalar. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaları lazım… Cumhurbaşkanı’nın, hükümetin, AKP’nin ileri gelenlerinin gün içinde açıkladıkları yeni hedefler konusunda uyanık olmaları gerekiyor. Bir sonradan gelen övgülerin, ‘çok doğru bir karar’ olduğunun tespitindeki yarım günlük gecikmeler, onların hayat damarlarını kurutabilir.
Ben böyle “hayat damarı” falan diye yazıyorum ama siz onu doğrudan havuzdan cüzdanlara doğru döşenmiş hortumlar olarak anlayabilirsiniz. Ortaöğretimde öğrencilerin baş belası olan “havuz problemleri” 2000’li yıllarda son derece kolay biçimde çözülür hale gelmiştir:
“Havuz boşalana kadar sizin yanınızdayım!”
Yeter ki siz iktidar gücünüzü yetirmeyin. Bizim ilkemiz tek bir ilkemiz vardır:
“Daima iktidarın yanındayız!”

•••

Yeni dönemde muhalefete muhalif medya mensuplarının işleri daha zorlaşıyor. Bütün barutlarını seçim döneminde tükettiler. “Erdoğan düşmanlığı” üzerine yazdıkları ciltler dolusu arşiv dokümanı oluşturdu.
Eğer Erdoğan kaybederse, Türkiye de kaybeder!
Bu dahiyane tespit ve üzerinde paten yapılan düzlem bitti. Erdoğan kesin olarak beş yıl tartışılmaz biçimde iktidarda…
Ne yazacaklar?
CHP’nin iç çekişmeleri...?
Geçiniz eski heyecanı kalmadı.
Hükümetin başarılı gelişme çizgisini baltalayan grevler, direnişler?
Onlara da bir KHK çıkarır Cumhurbaşkanı halleder.
Eskilerin medyacıların seçkin yaşam tarzı hikayelerini yazsalar, muhafazakar kitleye fazla “ciks” gelir. Yaşayabilirler ama yazamazlar.
Peki gazeteciliğin böylesine zor günler kulvarına girdiği dönemde sistemin sigortası kim veya ne olacak?

Onu da Mehmet Barlas ustamız 3 Temmuz 2018 Salı günü Sabah gazetesindeki köşesinde yazdı. Uzun uzun yeni dönemin uyumundan söz etti. Çok fazla bilinmezin bir araya geldiğini vurguladı. Sonunda da demokratik sistem için güvencesini açıkladı:
“Allah Cumhurbaşkanı’mıza güç versin!”

Mehmet Barlas gibi laik bir gazeteci demokrasinin geleceğini Allah’a havale ederek başyazısını bitirdi.

Yazının girişinde söylediğim yere dönüyorum:
“Muhalif gazetecilik kolay, esas zor olan hükümetin yanında ve onun temposunda koşabilmek!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Tarihin eşiğinde devrim düşü - ORHAN GÖKDEMİR

Geri sayma işlemini tamamladık. Artık 1908’in de çok gerisindeyiz. 1877’de olabiliriz. Tahta oturtulmasının hatırına anayasayı ilan eden Abdülhamit, bir yıl sonra patlak veren Osmanlı Rus savaşını bahane ederek yeniden rafa kaldırmıştı. 
Yenisi 15 Temmuz’u bahane ederek yaptı bunu. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. 
Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit ve onun 1100 odalı sarayı. Ogün olduğu gibi bugün de uzun istibdattayız ve adına “olağanüstü hal” diyoruz. 


Sistem dağılmış, sultanı sınırlandıran hiçbir kuvvet kalmamıştır; istibdattır. Ne yargı, ne yasama, ne yürütme ayakta kalmıştır, hepsi yıkılmıştır. Nevzuhur sultan sarayında tek başınadır ve yıkılışından 110 yıl sonra “tek adam” yönetimi yeniden yürürlüktedir.

Biz ise 1878 ila 1908 arasında sıkıştık kaldık. Bazılarımız bir yeni Mithat Paşa arayışında, Kemal Kılıçdar, Ekmeleddin Ekmek ve Muharrem İnce arasında gidip geliyor. Abdullah Gül’ün koşup kurtarmasını umanlarımız bile var. 
Hesap kitap fayda etmiyor. 
Ara sıra umutlanıyoruz ama sonra umudumuz Abdülhamit ve hafiye teşkilatı tarafından kırılıyor. “Padişahım çok yaşa” çığlıklarıyla uyanıyoruz derin uykudan. Çığlıkları duyan Mithat Paşa adayları kendilerinden umutlananları meydanda bırakıp kaçıyor.

Seçilmişi yok ama çok şükür atanmışı var. 
Kim dönemimizin atanmış Mithat Paşası? 

Binali Yıldırım!



                                                                      ***

1878 yılının karakışında padişah yaverlerinden biri, Mithat Paşa'ya "Tekliflerini görüşmek için sultanın kendisini saraya çağırdığını" bildirdi. Paşa saraya vardı ancak sultan onu huzuruna kabul etmedi. Bunun anlamını biliyordu. Az sonra Mabeyn Feriki Sait Paşa, üzgün Mithat Paşa'ya sultanın kendisini azlettiğini bildirdi. Mithat Paşa nedenini sordu. Anayasanın 113. Maddesine göre, kötü halleri Zaptiye Nezaretinin tahkikatıyla tespit edilenlerin yurt dışına sürgünü padişahın yetkisindeydi. Bu maddenin metne konulmasını Abdülhamit istemiş, Mithat Paşa da anayasa bir an önce yürürlüğe girsin diye kabul etmişti. Sadaret mührü Mithat Paşa'nın elinden alındı, odada hazır bulunan yeni Başbakan İbrahim Ethem Paşa'ya verildi. Yüreği meşrutiyet için atan paşa yenilmişti.

Abdülhamit her şey olup bittikten sonra durumu şöyle anlatacaktı; "Mehmet Rüştü Paşa'nın yerine Mithat Paşa'yı sadaret makamına getirdim ama göreve geldiği ilk günden başlayarak bana bir amir, vasi kesildi. Üstelik tutumu da meşrutiyetten çok despotluğa yakındı. Amcam Abdülaziz'in, kardeşim V. Murat'ın tahttan indirilmesinde onun da rolü olduğundan şüpheleniyordum. Giderek Mithat Paşa'nın durumu güven vermemeye başladı. Bana gönderdiği bir mektupta Kanuni Esasi’nin ilanından maksat sarayın istibdadına son vermek, zat-ı şahanelerine vazifelerini öğretmektir diyordu. Artık duramazdım, Kanuni Esasinin bana verdiği hakka dayanarak kendisini sadrazamlıktan uzaklaştırdım ve sınır dışı ettim." 

Doğrusu, tam tersidir. Mithat Paşa’yı sadaret koltuğuna oturtan o değil, onu saltanat koltuğuna oturtan Mithat Paşadır. Paşa bu yolla Anayasanın ilanını garanti altına alacağını düşünmüştü. Görevi ise “zat-ı şahanelerine” vazifelerini öğretmek, hatta haddini bildirmekti. 
Meşrutiyet diyoruz buna! 
Abdülhamit onun sürgününü ve yargılanmasını “yeni rejimi”ni kurmak için bir basamak olarak kullandı. Uyduruk bir takım ithamlarla paşayı yargıladı. Ardından da idamına ferman verdi. Adım adım ilerlemiş, paşanın arkasının boş olduğunu görmüştü. Anılarında durumu şöyle not edecekti: "Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğuyla halk üzerinde daha etkili olduğu halde onu Avrupa’ya sürdüğüm zaman kaç adam sesini çıkardı?” 

Tarihte olaylar iki kere tekrar eder. 
Talihsizlik, bizim payımıza komedisi kaldı. Binali Yıldırım’dan söz ediyorum, gönüllü düşüktür. Ses çıkaracak halimiz yok. Hatta bu düşüşü milletçe alkışlıyoruz!

Geri saymayı tamamladık, cumhuriyet, laiklik ve hürriyet tepelendi. Yeniden uzun istibdat döneminde, azaptayız. Olayların bir parça mizahi tarzda ilerlemesi ise tarihin mantığına uygundur. Mithat Paşa’nın yerine Malta Fatihi Binali Paşa, Abdülhamit’in yerine eşraf Ahmet Bey’in mahdumlarından Nevzuhur Tayyar Sultan! Sahne tamam, oyuncular yerli yerinde. Biraz karikatür gibi görünüyor her şey ama olacak o kadar. İşte böylesine pespaye bir oyundur sürmesi umulan. 

                                                               ***

1908’de bu karanlık birden bire dağılmış görünüyordu. Temmuzun son günlerinde sıkışan sultan 30 yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe koyacağını ilan etti. 

Ansızın hürriyet geldi!

Fakat bu iyileşme beklentisi 10 yıl içinde bütünüyle dağılacak, ülke parçalanmanın eşiğine gelecekti. 1908 ile 1918 arasındaki 10 yıl ülkenin uzun iç savaşına sahne oldu. Bu uzun on yılda Balkanları kaybetmekle kalmamış bir de kendimizi büyük bir dünya savaşının içinde bulmuştuk. Yavaşça yıkılmakta olan devletin son kurtarıcıları, İttihatçılar, ellerindeki her şeyi büyük güçlerin insafına bırakarak kaçıp gitmişlerdi. O sahipsizlikte kıyamet kapıya dayanmış, Anadolu’daki halklar geri dönülmez bir boğazlaşmanın tam ortasına yuvarlanmıştı. 
1908’deki o büyük iyimserlik nasıl olmuştu da 10 yıl sonra bir tablonun yaratılmasına neden olmuştu?

1905’deki iyimserlik 1917’deki büyük devrime hangi saikle neden olmuşsa aynı nedenle. Üstelik Rusya’da her şey Osmanlıya göre daha parlak görünüyordu. Çar II. Nikolay üzerinde durduğu toprağın sağlam olduğundan adı gibi emindi. Yeryüzünün altıda birine hükmediyordu. Doğal kaynakları uçsuz bucaksızdı, ülke hızla endüstrileşiyordu. Ama bütün bunların altında köhne rejim ile o rejimin kendine biçtiği dar kıyafeti yırtıp atmak için yanıp tutuşan dinamik bir toplum arasındaki gerilim geri dönülmez bir noktaya sürüklüyordu dokunduğu her şeyi. 

Osmanlı ve Rus imparatorlukları birbirlerine tutunarak neredeyse aynı zaman aralığında ve şaşırtıcı bir hızla çöktüler. Bu çöküntünün kalıntıları arasından Ekim Devrimi ve Türkiye Cumhuriyet çıktı.  

1980’li yıllarda her ikisinin de dramatik çöküşüne tanıklık ettik. Sovyetlerin çöküşü daha açık, Cumhuriyetin çöküşü daha örtük olmuştur. Nevzuhur sultana ve nevzuhur çara bakıyoruz,  Puzzle’ı şimdi tamamlıyoruz. Aslında iki değil tek bir resme baktığımızı hayretle görüyoruz. 

                                                                 ***

Sovyetlerin ve Türkiye Cumhuriyet’inin çıkışında bir ortaklık var. Sembiyotik iki devrimden söz ediyoruz. Rusya’da sosyalizm tutunamamışsa, Türkiye’de de cumhuriyetin tutunması imkânsızdır. Cumhuriyetsiz bir Türkiye ise geçen yüzyılın başına itilmiş olur. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var, vekiller yerli yerinde ama artık yürürlükte olan bir Anayasa yok. Peki, ne var? 
Sınırsız yetkilerle donatılmış nevzuhur bir Abdülhamit. 

“Sosyalizme karşı duvar olsun diye” yolu açılan İslamizm bir Osmanlı karikatürü yaratarak misyonunu tamamlamıştır. Uzun istibdadın son günlerine doğru ilerliyoruz. Yeniden, her şeyin şaşırtıcı bir hızla çökeceği tuhaf ve devrimci bir dönemin eşiğindeyiz. 1878’in karanlığı dağıldı dağılacak. 

Yakındır hürriyet ilan edeceğiz…

Orhan Gökdemir / SOL

Said skandalı - AYDEMİR GÜLER

Bugün de seçimden devam edecektim; yazmıştım hatta. Ama bir skandal yaşandı ve seçim bağlantılı yazıyı öteledim...

HDP 29 Haziran’da Şeyh Said ve arkadaşları hakkında Kürtçe bir mesaj yayınlayarak Said ve 47 arkadaşının infazını “tekrar tekrar” mahkûm etti. Üç gün sonra aynı parti Sivas katliamında “yitirdiğimiz canlarımızı saygıyla anacak”, hesap sormanın yolu olarak “ortak bir demokrasi ve özgürlük mücadelesini büyütmek” gereğine işaret edecekti.

Bu, “bir” değil “çok” skandaldır.

Kürt milliyetçiliği Şeyh Said isyanını kendi tarihinin bir parçası olarak görüyor. Gerçekten öyle midir, yoksa Kürt milliyetçiliği ve Said olayı arasında izi sürülen bağlantı ağırlıklı olarak yapıntı, uydurma mıdır?

Bu soruya Kürt milliyetçileri ortak bir yanıt vermediler. Temsil gücü hayli yüksek bir örneği hatırlatmam gerekirse, Abdullah Öcalan çeşitli yorumlarında Kürt isyanlarının gerici niteliğine işaret etmiştir.

Haklıdır ve yalnızca Said değil, Dersim’e kadar bütün isyanlar modern bir olgu olan ulusun ve modern bir siyasi-ideolojik-kültürel akım olan milliyetçiliğin öncesine aittirler. 

İsyanlarda milliyetçilik değil İslamcılık veya (Aleviler söz konusu olduğunda) bölgecilik ön plandadır. Bu özellikler, hareketin sınıf kimliğini ele verir. “İsyanlar” dönemi feodal karakterdedir.

Milliyetçilik bilimsel ve sınıfsal bakışa rahmet okutalı beri, bu analize ne tepki verildiğini biliyoruz. “Ama, denir, binlerce yoksul köylü öldürüldü! Sen kalkmış feodal karakter diyorsun!” Genellikle burada da durulmaz ve tepki “Kürt düşmanı” suçlamalarıyla demagojiye devam eder. 
Ne olacaktı peki? 
Feodaller, kendi ordularını kendileri mi kuracaktı? 
Tarihin hangi uğrağında egemenler kitleleri cepheye sürmemiş? 
Milliyetçilik aptallaştırır ve abuk sabuk tezler üretir. 

Bu da onlardan biri. 

Geçiniz.

Said isyanı 1919-23 atılımına karşı gerici ve feodal bir dirençtir. Çıkarları Türkiye toplumunu modernize eden Kemalist devrime karşıttır. Kapitalist cumhuriyet bir tarihsel ilerlemeydi ve merkezileşme olmadan yaşanamazdı. Kemalist hareket iktidara yürürken feodalite altında ezilen yoksul köylüleri değil Kürt egemenlerini muhatap almıştı. 

Feodalitenin dinci gericiliğin baskılanmasına, laisizm eğilimine ve modernleşmeye tepki vermemesi imkansızdı. Kemalist ve kapitalist cumhuriyet ile yerel feodalite arasındaki pazarlıkların tıkandığı her noktada, ikincisi, kendi iktidar alanını korumak ve genişletmek için ayaklanmıştır.

Feodal direncin emperyalizm arasındaki somut işbirliği bir yana, çıkarlarının ortak olduğu su götürmez. Britanya emperyalizminin planlarını alt üst eden Ankara’nın zayıf düşmesinde kimlerin yarar gördüğü aşikardır. İsyanların hem emperyalistler hem de burjuva liberal muhalefette yankı bulma olasılığı, Kemalist iktidarın “askeri çözümü” tercih etmesinde bir diğer önemli faktördür.

Kürt milliyetçiliği 1950’lerden başlayarak kapitalizmin çerçevesi içinde modern bir olgu haline geldiğinde, bütün milliyetçiliklerin izlediği yola sık sık başvuracaktı. Milliyetçilik, kendini ulus olarak sunmayan, mezhepler ve feodal egemenlik alanları arasındaki çelişkiler nedeniyle yaygınlık ve bütünlük kazanamayan, kısaca dinci ve bölgeci sınırlara mahkûm olan hareketlerde kendi köklerini aramıştır. Her milliyetçilik kendi milletini öncesiz ve sonrasız, tarih üstü bir varlık olarak resmeder.
Bugün olan da bundan ibarettir.

Atlamayayım, Öcalan’ın “bilimselliği”, Kürt milliyetçiliği ile Türkiye kapitalizmi arasında kurulacak olası müzakere masasının Kemalist referanslarının baskın olduğu döneme aittir. Bu beklenti ortadan kalktıktan ve somut olarak AKP - HDP masası kurulduktan sonra, ülke tarihindeki tüm ilerlemeler topa tutulacaktı. Zaten huruç harekâtına hız veren de, şeriatçı bir karşı-devrim örgütü olarak AKP’nin ta kendisiydi. Saidcilik burada ortak paydadır.

Geçerken, HDP’de sosyalistlik icra edeceğini sananlara, hâlâ halkların kardeşliğinden dem vuranlara bir not düşmem gerekmiyor. Düşecekleri kadar düşmüş durumdalar. Sadece Said karışığı kafalarını ve kalemlerini Marksizme bulaştırmasınlar, yeter.
Saidciler, Sivas’ta oteldeki ilericiler değil sokaktaki karşıdevrimcilerdi.

1993 Sivas katliamı, 1925 Şeyh Said’inden bir başka açıdan daha ayrılır. Sivas katliamı Türkiye kapitalizminin karşıtı değil sürdürücüsüydü. Modern kapitalizm, modernlik öncesi bir dincilikle yönetilmeyi 12 Eylül 1980’de seçti. 1990’ların devlet terörü toplumun kalıba sokulması için alan temizliğidir. Kontrgerilla, Demirel-Çiller-Ağar-Akşener bloku, Hizbullah, Refah Partisi yükselişi bir yandadır. Öte yanda ise üç dinamik biçildi.

Birinci olarak, Kürt siyasi hareketi, içinden çıkmak istediği silahlı mücadele kanalına hapsedilmek istenmiştir. Bunun içinde devletin ağır kitle kıyımları, Hizbullah'ın (veya Hizbulkontra'nın) cinayetleri, köy yakma ve boşaltmalar vb. yer alır.

İkincisi laikliği savunmanın ölümle cezalandırılmasını sıradanlaştıran ve modern toplum kesimlerine korku salmayı amaçlayan aydın cinayetleridir. Sivas katliamı buraya yerleşir.

Üçüncüsü de 80’lerin sonunda kafayı kaldıran sendikal hareketin, hem baskılanması hem de sosyal demokratlar eliyle denetlenmesidir. Dönemin SHP’sini “aslında demokrat” bir beceriksizlik abidesi saymak hakikaten alıklıktır. Kimileri safça demokrat, çoğu da bayağı beceriksiz olsa bile, sosyal demokrasi 90’larda bir işlev yerine getirmiştir.

Özetle Said taziyesinin içinde gerçekten çok skandal var.

İlki başta değindiğim durum. Said yaşasaydı kıyama liderlik edebilirdi. Avukatlarını da biliyoruz…

Skandal iki: Türkiye’de küçümsenmeyecek ölçüde bir modern-laik seçmen kitlesi HDP’ye oy verdi. HDP Said mesajını Kürtçe yayınlayarak bunların hassasiyetini gözetmeyi düşünmüş olabilir mi? Öyleyse işin içinde bir de aptal yerine konmak var demektir.

Skandal üç: Sivas’ta ve her yerde Sünni şeriat tarafından yok edilmeye çalışılmış Alevi hareketinin bir dizi kesimi de HDP’cidir. Şimdi şeriatçı ayaklanmacılar için gözyaşı döküyorlar mı?

Dördüncü skandal HDP ile ilişkisini sosyalizm, devrim ve kardeşlik kavramlarıyla açıklayan solcuları ilgilendirir.

Skandal beş: Bir siyasi hareket aynı anda hem Said’le başını dikleştirdiğini ve Sivas’ta mağdur olduğunu düşünemez.

Aydemir Güler / SOL

Yüksek enflasyonda dolarlı ihale - ÇİĞDEM TOKER

TL, son üç ayda yüzde 20 değer kaybetti. 
Enflasyon, yıllık bazda yüzde 15.39’a yükseldi. 
TÜİK’in haziran ayı enflasyonunu açıklamasının ardından dolar 4.68 TL’ye fırladı. 
Manzara bu kadar açık ve geleceğimiz için ürkütücüyken, bu iktidar 20 gün sonra dolar üzerinden kamu ihalesi yapacak. 

20 gün sonra ve dolar üzerinden, evet. 

Son bir ay içinde üzerine dört yazı yazdığım “Beş Kalem Tıbbi Cihaz Tedarikine İlişkin Sanayi İşbirliği Projesi”nden söz ediyorum. 

Hani Bakanlığın ihaleye dair İdari Şartnamesi’nin 10.4 maddesinde “İs tekliler, teklifini gösteren fiyatlar ve bunların toplam tutarlarını ABD Doları olarak vereceklerdir”  dediği ihaleden.

 
Hani, Türkiye’de üretim yapabilen “Yerli Malı” belgeli firmalar olduğu halde, dijital röntgen ve hastabaşı monitör cihazını da ancak MR cihazı üretebilen yabancı (ve çok büyük) firmalardan almak anlamına gelen “kısmi teklife kapalılık” koşulu içeren ihaleden. 

Bunları yazdım diye Sağlık Bakanlığı “Basında, ihalenin beklenen maliyetlerinin çok üzerinde gerçekleştirileceğine dair yer alan iddialar tamamen asılsız ve gerçek dışıdır. Yapılan bu tür haber ve yorumların, ülkemizin, sağlık sanayiinde söz sahibi ülkeler arasına girmesini engel lemeye yönelik olduğu değerlendirilmek tedir” açıklamasını yaptı. 

Doların üç ayda yüzde 20 değer kaybettiği bir ülkede, dolar üzerinden kamu ihalesi yapmakta ısrar eden benmişim gibi. 
 
Tekelleşme ve kapanma kapıda 
Bakanlık Müsteşarı Eyüp Gümüş, dün Sabah gazetesinde yayımlanan açıklamasında tıbbi cihaz ihalesinin en önemli koşulunun yerelleşme olduğunu belirtmiş. 
Dijital röntgen ve monitör alanında yerel firmalar olduğunu, MR, ultrason ve tomografi cihazlarının ise yerli üretimle yerelleşmesini amaçladıklarını söylemiş.
 
Daha önce Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın OSTİM ziyaretini ve sonrasındaki gelişmeleri yazdım. Bakın orada da sonrasında da bu sektörde üretim yapan işletmeler uyarıyor:

***

- Hazırlanan şartnamenin “milli ve yerli” söylemiyle hiçbir ilgisi olmadığını, yerelleştirme adı altında binlerce görüntüleme cihazının hazır alım ve montaj yoluyla 2020 yılına dek ithal edileceğini, yerli üretim kısmında bugün sözleşme imzalansa dahi üretimin ancak 2020 sonunda başlayacağını anlatıyorlar. 
- İhale sonunda alımı yapılacak 350 adet MR cihazının 143’ünün ithal edileceğini, kalan 207 adetin yerli üretim koşullarına tabi olacağını, kalan 7 yıla bölündüğünde yıl başına 29 MR cihazının düştüğünü, böyle bir “tasarım”ın “Sanayi İşbirliği Projesi” amacıyla nasıl örtüştüğünü sorguluyorlar. 
- İhaleye konu toplam 3236 adet dijital röntgen cihazının 1818 adedinin ithal edileceğini, kalan 1418’in yerli üretim koşullarına tabi olacağını, bu sayının 7 yıla bölündüğünde sene başına ancak 202 dijital röntgen cihazı düştüğünü belirtiyorlar. 
-Dijital röntgen ve monitör Türkiye’de üretilirken bu ihalenin “kısmi teklife kapalı”  yapılmasının, fabrikaların kapanması anlamına geleceğini vurgulayıp soruyorlar: 

Zaten mevcut ve halihazırda son teknoloji ile üretilmekte olan bu cihazların hangi teknolojisi transfer edilecek? 

Sonuç: 24 Temmuz’da teklifleri dolar üzerinden verilecek olan tıbbi görüntüleme cihaz ihalesinin tekelleşme ve orta vadede sağlık yönetiminde “muhtaçlık”a yol açacağı uyarıları bizzat sektör içinden dile getiriliyor. 

Daralma, işsizlik falan konuşulurken paylaşalım dedik.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Matbaa kapitalizmi ya da ‘Gutenberg Galaksisi’nin sonu - TAYFUN ATAY

Türkiye’de devlet marifetiyle şekillenmiş kapitalizmin cismani karşılığı Vehbi Koç  üzerinden kurguladığı tatlı romanında Erol Toy“Çokzade Fehmi”nin yükselişini anlatırken “gazete ve kapitalizm” ilişkisi açısından çarpıcı şu satırlara da yer verir: 
“Gazeteler, ancak reklamların gelişmesiyle sanayileşirler. Sanayileştikleri anda da reklam; kâğıt, makine ve öteki araçlar öneminde yer alır. Çünkü gazeteciyi de besleyen ana madde haline gelir. Bordrolar ona göre düzenlenir. Borçlanmalar hep buna dayanır. Öyle olduğunda, reklamın kesilmesi korkusu, her şeyin üstüne çıkar. Kendini tümüyle reklama dayamış bir basın, reklam verenin tüm isteklerini yerine getirmek durumunda kalır. Yoksa yaşayamaz” (E. Toy, “İmparator”, 1974 
[17. Baskı], s. 132). 

1950’li yıllar Türkiye’sinin gerçekliğine karşılık gelen bu kurgusal izlenimden, bugüne ait taze bir izlenime sıçrayalım. Yayın faaliyetine yarın nokta koyacak Gazete HaberTürk’ün sahibi Ciner Holding adına yazılı açıklama yapan yönetim kurulu başkanı Mehmet Kenan Tekdağ, şunları kaydetti iki gün önce: 
“20. yüzyılın büyük çoğunluğunda en önemli kitle iletişim aracı gazetelerdi. Bununla birlikte kitle iletişim araçları teknolojisinde meydana gelen olağanüstü gelişmeler (televizyon, internet, mobil iletişim teknolojisi) gazetelerin yazılı baskısının 21. yüzyılda sürdürülebilir bir geleceği olup olmadığı konusunu gündeme getirdi.Önlenemez tiraj düşüşleri, diğer taraftan medya ekosisteminde yazılı basının aldığı reklam payının düzenli kayba uğraması gibi sebepler [dünyada] yüzlerce gazeteyi yazılı baskılarını sonlandırmak mecburiyetinde bıraktı. Son beş yılda ülkemizde de gazetelerin yazılı baskılarının tirajı düzenli olarak düşmekte, reklamdan aldığı pay düzenli olarak azalmakta, buna mukabil baskı maliyetleri sürekli artmakta iken televizyon ve internet mecralarının erişim ve reklam payı düzenli olarak yükselmektedir. Bu gelişmelere paralel olarak yazılı basın faaliyetlerimizi 5 Temmuz 2018 itibarıyla sonlandırmaya karar verdik”.

***

Türkiye demek ki “gazete sanayii”ni hepi topu 70 yılda tüketti. “Çokzade Fehmi”den “Cinzade Turgay”a kadar, reklam diye diye 1950’lerden itibaren şişti de şişti bu sanayi ve şimdi yine reklam diye diye sönmekte… 
Elbette bir bakıma hepimiz dönülmez akşamın ufkundayız!..

***

İnsanın haber-bilgi-düşünce ihtiyacının endüstriyelleşmesinde geldiğimiz nokta bu… “Matbaa kapitalizmi” bitti, “dijital kapitalizm”le yola devam ediyoruz;  Gutenberg galaksisi” tarihe karıştı, Bill-Gates galaksisi”nde gün tüketiyoruz.

İnsan dünyasını iletişim deneyimi açısından tarihsel olarak 3 “galaktik” aşamaya ayırmak mümkün: “Homeros Galaksisi”, “Gutenberg Galaksisi”, “Bill-Gates Galaksisi”. İletişimin “çıplak söz”, yani mitos, destan, deyişe (sözlü kültüre); yazılı basılı materyal, yani kitap, dergi, gazeteye (yazılı kültüre); ve ister söz, ister yazı, ister hareket olarak elektronik görüntüye (görsel kültüre) dayandığı tarihsel aşamalar… 


Yazılı kültürün insan yaşamına hâkim olmaya başladığı 15’inci yüzyıl ortasından bunun “sonunun başlangıcı”nı işaret eden 20’nci yüzyıl ortasına (televizyonun kitleselleşmesine) dek, iletişimin öznesi kitap, dergi ve en önemlisi gazete idi. 
Gazete, “Gutenberg Galaksisi”nin iletişim şahikasıydı. Şimdi ise, en son HaberTürk hadisesinde de olduğu üzere, “Galaksi”nin yıkımına şahitlik ettiğimiz mecra…

***

Aslına bakılırsa gazeteler, televizyon endüstrisinin hayatımıza hâkim olduğu dönemden başlayarak zaten geri plâna düşmüş, “yazılı kültür”ün bağrından ziyade “görsel kültür terkisinde” yol almaya koşulmuş ve koyulmuşlardı. Yaklaşık 30 yıldır gazetelerde yazıya görsel (resim, illüstrasyon, fotoğraf) değil, görsele göre yazı “oturtmak” âdetten değil mi?! 

Böyle böyle, yazıyı “tüketecek” takatin her yeni nesilde daha da düştüğü bir insanlık hali çıktı ortaya. Hele ki artık 140 karakterle yazılıp çizilen bir dünyada gazete sayfalarında  “makale” niteliğinde yazma çabasının da karşılık bulmadığı noktadayız. Ancak kısa, kestirme, satır-başlı ve “spot”lama ile yazarak okunabilme imkânı olan bir dünyada gazete, “kâğıttan TV” ve şimdilerde “kâğıttan WEB” olmaktan öteye gitmez oldu. 

Eh, bir dönem mangalda kül bırakmayan matbuat erbabının şimdi iktidar zoru karşısında “kâğıttan kaplan” olduğu da çıktı mı ortaya!.. 

Gidiş bu gidiş... 

Yakında “yandaşlık” doğrultusunda sun’i, gerçek-dışı tiraj tabloları ile herkesi aldatan ve aslında iktidar gücü ile ayakta duran “tezvirat”a da aynısı olacak. Sıradan holdingler için şimdi durum ne ise “holdinglerin holdingi” bu iktidar için de aynı şekilde,   “rantabl”  olmadıkları gerekçesiyle “zevait”ten ibaret sayılacakları günler onlara da çok yakın… Hürriyet’te, HaberTürk’te yaşanan “final”ler, onlara da “kader”dir.
 
Bunu bilerek yapsınlar ne yandaşlık yapacaklarsa!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Meksika’dan deneyi - CEYDA KARAN

“Yalan söylemeyeceğiz, çalmayacağız, halka ihanet etmeyeceğiz. Çok yaşa Meksika!” Bu sözler Meksika’da  geçen p azar günkü seçimlerden zaferle çıkan solcu lidere ait. Andrés Manuel López Obrador, ismi yerine kullanılan yaygın kısaltmasıyla AMLO’ya…


AMLO, 1910-20’lerdeki Meksika devriminden beri ülkenin dümeninde kalmış Kurumsal Devrimci Parti (PRI) ile 60 senelik sağcı Ulusal Eylem Partisi’ni (PAN) sandığa gömdü. AMLO’nun kendisi PRI’den Jose Meada ile PAN’dan Ricardo Anaya’ya 30-40 puan fark attı. Yüzde 63’lük katılım oranına ulaşılan seçimde yüzde 53.8 ile başkan oldu. Yetmedi henüz dört sene önce 43 öğrencinin ‘buhar olduğu’ Ayotzinapa kriziyle PRI’den koparak şekillenmiş Ulusal Yenilenme Hareketi’nin (MORENA) başını çektiği ‘Birlikte Tarih Yapacağız’ (Juntos haremos historia) sol ittifakıyla Kongre’nin iki kanadının yanı sıra eyalet valiliklerinin yarısı ve başkent belediye başkanlığında ipi göğüsledi.

AMLO ve MORENA’nın zaferleri Meksika için bir ilk. Dolayısıyla kurumsal nizama atılan ‘solcu’ çalımı neoliberal dünyanın dikkatine mazhar oldu. AMLU’nun iddialarının altını dolduracak duruşu olup olmadığı bir yana kaşlar havalandı. ‘Popülizm ve otoriterlik’ söylemleri ‘Chavez ve Latin solu’ benzetmeleri zuhur etti.
Türkiye ile kıyas…
ABD’nin güney komşusunu son dönemde Trump’ın sınıra çekeceği duvar, eski lideri PRI’dan Enrique Pena Nieto’yu aşağılamaları ile biliyoruz. Tabii Türkiye’deki başkanlık seçiminin oransal sonucu ve pek moda ‘popülizm’ etiketinden hareketle iki ülkeyi aynı safa koyan aklıevveller çıkıyor. Hiçbirisi değil. Meksika, belki tam tersinden Obrador’un girişteki vaa tlerine yansıyacak denli bize yakın. Ve ille bir kıyas yapılacaksa CHP deneyimi ile olabilir.
Amerika’nın kapısı ve kurumsal nizam
Meksika; Aztek imparatorluğuna uzanan, MezoAmerika ve Hispanik kültürle harmanlanmış 130 milyonluk bir nüfusu barındırıyor. Petrol üreticisi önemli bir ekonomi. ABD’nin Orta Amerika’ya açılan kapısı. 20’nci yüzyılda Pancho Villa ve Zapata’da sembolleşen köylü isyanlarıyla sömürgecilerin püskürtüldüğü çalkantılı tarihiyle kuzey komşusundan ayrı bakılamayacak bir ülke. Dün de öyleydi, bugün de… 1920’den itibaren sönümlenmiş Meksika devriminin taşıyıcısı olmaktan çıkmış, sözde ‘ortanın solu’ diye anılan PRI ve son dönemlerde iktidarı al-ver ettiği sağcı-liberal PAN kurumsal nizamın siyasi hareketleri. Dolayısıyla Meksika’nın bütün sorunları da onlarla bağlantı.
Üç kilit sebep
AMLU/MORENA’nın ‘umuda’ dönüşmesinin birbiriyle bağlantılı üç kilit sebebi var: Yolsuzluk, yoksulluk, uyuşturucuyla savaş/şiddet.
PRI yönetimleri çeyrek asırdan fazladır neoliberal/küreselleşmeci kalkınma modelinin icabını yaptı. Sonuç bir yanda büyük zenginlik ,  bir yanda derin yoksulluk, katlanan eşitsizlikler. Bugün nüfusun yarısı yoksul, yoksulluk sınırının altında yaşayan 9 milyondan fazla insan var. Meksika Orta Amerika’dan ABD’ye ekonomik göçün odağı. Üçüncü meselede, yani uyuşturucuyla savaşta ABD modeli uygulandı. Uyuşturucu kartelleriyle ordu öncülüğünde savaş, ABD’den alınan 3 milyarlık eğitim ve teçhizat yardımları. Sonuç facia. Ülkede sadece geçen yıl 26 bin insan organize suç çetelerinin savaşında öldü, 35 binden fazlası kayıp. Seçim sürecinde de 120’den fazla aday ve yerel parti çalışanı öldürüldü.
AMLU’nun üçüncü denemesi
AMLU’nun yükselişi üçlü denklemin tezahürü. Kendisi 1980’lerde siyasete PRI’den atılıp yolsuzluk ve kötü yönetimden soğuyarak ayrılmış, bu süreçte Demokratik Devrim Partisi’ne dönüşecek hareketten (PRD) 2000’de Meksiko City’nin belediye başkanlığına seçilmişti. Başkanlık hedefine üçüncü denemede ulaştı. 2006’da kıl payı farkla yenildiğinde hile iddialarıyla başlattığı protesto hareketi işe yaramadı. 2012’de PRI adayı Nieto’ya daha büyük farkla yenildi.
‘Mafya iktidarına’ karşı vaatler ve gerçekler
Bu kez kurumsal yapıyı ‘mafya iktidarı’ diye nitelendirmekten kaçınmadığı seçimde MORENA eşliğinde sandıktan çok güçlü çıktı. “Yolsuzluk Meksika’nın kültürel markası değil, siyasi karar meselesi. İdeallerim ve ilkelerimin arkasındayım” diyor. Ücretleri artırma, gençler için burslar, yaşlılar için sosyal refah projeleri, enerji ve gıda fiyatlarını sabitleme, tarımda sübvansiyonlar vaa t  ediyor. Tüm Meksikalıların başkanı olacağını söylerken, “göçmenler, inanan l ar inanmayanlar, her felsefeden ve cinsel tercihten olanlar…” diye eklemesi liberal âlem tarafından artı hanesine yazılıyor.
Ancak iş bu hedefler için hangi ekonomik/siyasi modeli tutturacağında düğümleniyor. Geçmiş sözlerinin aksine kamulaştırma yapmamaktan, vergileri artırmamaktan söz ediyor. Merkez Bankası’nın özerkliğine saygı duyacağını belirtiyor. Devlete ait petrol şirketi Pemex’in yabancı şirketlerle kontratlarını tek tek gözden geçireceğini söyleyince kaşlar kalkıyor. İktidar arzulaması ve kitleleri harekete geçiren tutkulu liderliği adet olduğu üzere ‘popülist’ yakıştırmalarına yetiyor. Anayasa gereği bir dönem olan görev süresini uzatmayacağını söylese de hemen ‘Chavez’ akla düşüyor.
ABD ile derin meseleler
Uyuşturucu kartelleriyle ordu kanalıyla savaş yerine eğitime ve ekonomik fırsatlara vurgu yapması, alt ve orta çete üyelerini aflarla kazandırmak, güney sınırını askersizleştirmekten ve göçmenlerle ilgilenmekten söz etmesi ABD’ye meydan okumak anlamına geliyor. Trump ile zaferi sonrası olumlu mesajlaşmaları oldu. Ancak evdeki hesabın çarşıya uymayacağı ayan beyan ortada. ABD Başkanı’nın yeniden müzakereye yöneldiği NAFTA da diğer başlık. ABD’nin tarımda korumacı tedbirleri Meksika tarımını bitirmekteyken AMLU ülkesinin çıkarını nasıl savunabilecek?
Latin soluna benzemesin de…
AMLU Brezilya’nın Lula’sı, Britanya’nın Corbyn’ine benzetiliyor. WSJ için o ‘öngörülemez lider’, FT ‘popülist solculuğa yöneleceğinden’ kaygı ifade ediyor. NY Times ‘atipik solcu, ılımlı yolu tutturursa…’ notu düşüyor. İşin garibi hepsi Meksikalıların sorunları ve değişim arzusunu anlıyorlar. Fakat insanlığı yapısal krizler, yoksulluk, işsizlik, milliyetçilik, nefret eşliğinde faşizme taşıyanların biteviye akıl hocalığı ve en ufak ‘sol’ kıpırdanmaya surat ekşitmekten vazgeçmiyorlar. Günahları eğip bükülen kavramlara yüklerken burundan kıl aldırmamak daha kolay.
Kıssadan hisse… ABD neoliberal nizamının son yıllarda Latin solunu pusuya düşürmesi düşünüldüğünde AMLU’nun seçilmesi önemli. Ancak AMLU, muhtemelen sözünü ettiği “köklü ve hatta radikal ama düzenli barışçı dönüşümün” bir hayalden ibaret olduğunu yaşayarak görecek. Meksika ile ulu piyasa tanrısının vahiyleri arasında sıkışıp kalacak.

Türkiye benzetmelerine gelince…

Meksika’dan Türkiye’de bunlarla hiç derdi olmayan iktidara değil ancak muhalefete dersler çıkar.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Halkların patates tarihi - Erinç Yeldan

Arkeolojik buluntular patatesin günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce, Peru’da kullanılmakta olduğunu gösteriyor. Patatesin Avrupa kıtasına taşınışı ise İspanyol askerlerinin 1532 yılında Peru’ya ulaşmaları sayesinde. İspanyol akıncılar bölgede altın istilasını sürdürürken, İnkalı madencilerin chuñu adını verdikleri patates meyvesini yediklerini görmüşler. 

Tarihçilerin yorumlarına göre İspanyollar patates ile tanıştıklarında aslında “altından daha değerli” bir ürün ile karşı karşıya olduklarının ayırdında değillerdi. Nitekim, patates ucuz ve protein bakımından zengin bir besin maddesi olarak Avrupa kıtasına hızla yayılacak, nüfus artışını hızlandıracak ve ucuz bir ücret malı olarak emekçilerin hızla yeni kapitalist birikim rejiminin “yedek işsizler ordusu” saflarına katılmalarına öncülük edecekti. 

Ancak, patates İspanya’ya 1570’lerde ulaştığında ilk önceleri bir gıda maddesi olarak değil, daha çok hayvan besini ve ısınma malzemesi olarak kullanıldı. Gene tarihçilerden öğrendiğimiz bilgilere göre, patatesin insan besini olarak ilk kullanımı 1573’te, Sevilya’daki bir hastanede gerçekleştirilmiş. Bu arada İspanya kralı II. Philip, Peru’dan elde edilen patates yumrularını Vatikan’a, dönemin Papa’sına göndermiş. Papa da yumruları, o sıralarda doğrudan doğruya sağlık sorunları ile boğuşan Norveç elçisine iletmiş. Elçi Clusius, patatesi Viyana, Frankfurt ve Leyden’de ekilmesine öncülük ederek, bu değerli besinin Avrupa’da yayılmasına olanak sağlamış. 

Her yeni fikir gibi, insanoğlunun patatese de “kuşkuyla” yaklaşmış olduğunu görüyoruz. Dönemin Avrupalıları patatesin “yeraltından çıkan bir meyve” olduğunu görünce uzun süre “zehirli” bir çiçek olduğuna inanmışlar; üstelik bir de “şeytan elması” olarak adlandırarak bahçelerine sokmamışlar. Ancak 1750’den sonradır ki Fransa ve Almanya’da önce soyluların, sonra da askerlerin mutfaklarına giren patates, nihayet halkın ucuz besin kaynağına dönüştürülebilmiş. Dönemin verileri, Fransa’da patates üretiminin 1815’te 2 milyar litreye ulaştığını, 1840’ta ise 11.7 milyar litreyi aştığını belirtiyor. İktisat tarihçileri, böylelikle patatesin Avrupa’da Malthus sınırlarını aşmak için çok önemli bir rol oynadığını yazıyorlar. Sanayi devrimi kuşkusuz sadece bir “mühendislik” meselesi değildi.

Sanayi üretiminin katlanarak büyümesi için giderek yoğunlaşan ve “iyi beslenen” bir işçi sınıfına gereksinim duyulmaktaydı. Patates hızla Kuzey İngiltere’nin kömür madenlerinde çalışan işçilerin bahçelerine değin ulaşacak ve ucuz işgücünün besin kaynağı haline gelecekti. Nitekim, bu gözlemlere dayanan Friedrich Engels de patatesin bu denli yaygınlaşmasını “tarihtedemirin icadına eşdeğer” bir olgu olarak değerlendirmekteydi. İtalyan düşünür ve yazar Umberto Eco’ya göre de “patates, insanlığın ortaçağdan kurtuluşunu sağlayan en önemli buluşlarından”  birisiydi. 

Patatesin iktisadi yaşamdaki bu anahtar rolüne ilişkin en derin olaylar zinciri ise İrlanda’da 1845 – 1849 yılları arasında patlak veren Büyük Açlık (Gorta Mór) felaketiydi. Patates yumrularında 1840’larda baş gösteren salgın hastalık sonucu bütün Avrupa’da üretimi neredeyse durma noktasına gelmişti. Ancak, patates üretimindeki daralma birçok tarihsel nedenden dolayı en şiddetli İrlanda’yı etkilemiş ve yaklaşık 1 milyon insanın ölümüne neden olmuş; yüz binlerce İrlandalının da göçe zorlanmasına yol açmıştı. Tarihçiler arasında patatese dayalı kıtlığın niye en şiddetli olarak İrlanda’yı etkilemiş olduğu bugüne değin süren bir tartışma konusu. Bu nedenler arasında İrlanda’nın o dönemde çoğunlukla patates tüketimine dayalı bir ekonomi olması; serbest ticareti özendiren Hububat Yasaları aracılığıyla kuralsızlaştırılan piyasa sisteminin denetimsiz ve spekülasyona açık kâr hırsıyla birleşmesi sonucu yaşanan aşırı dalgalı üretim yapısı; büyük toprak sahiplerinin işlevsiz bıraktığı verimsizleştirilmiş devasa tarımsal araziler, vb. sayılmaktadır.

***

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2017 yılında 4.8 milyon ton patates üretildi. Bu miktarın yaklaşık yüzde 5’i ihraç edilmektedir. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB) Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü yayın organı Yeni Ay’ın temmuz sayısında Burcu Ünüvar’ın bizlere ilettiği bilgilere göre Türkiye’de kişi başı patates tüketimimiz yıllık 47.9 kg. Türkiye tahıl sektöründe kendine yeterlik oranında ise patates yüzde 108’lik payla başı çekiyor. Medyada geçen haberlere göre, Gürcistan’ın ‘patates hastalığı’ sebebiyle mart ayından itibaren geçici olarak Türkiye’den patates ithalatını askıya alması, depolarda ürün birikmesine ve bu ürünlerin bir kısmının da ekonomik değerinin zamanla yok olmasına yol açtı. 

Gördüğümüz üzere, halkların patates tarihi dikkate alınmaya değer, son derece ilginç bir öykü. Türkiye’de de derinleşmekte olan ekonomik durgunluğun ve yaklaşan krizin enflasyon, cari açık, dış borç yükü, işsizlik, vb. gibi bir dizi göstergesinin yanında, patates fiyatlarının da halkın gündelik yaşamını en yakından etkileyen bir olgu olarak medyanın ve siyasetin merkezinde yer alması çok doğal.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET