19 Aralık 2018 Çarşamba

Krizi krediler üzerinden okumak - HAYRİ KOZANOĞLU

Piyasadaki kredi daralması krizin boyutunu gözler önüne seriyor. Bir anlamda damarlarda dolaşan kan azalıyor, bünye zayıf düşüyor. İşsizlik artıyor, sanayi üretimi hızla geriliyor.


Ekonomideki yokuş aşağı gidişi tek başına TL kredilerin seyrinden bile okumak mümkün. Zaten VDMK (Varlığa Dayalı Menkul Kıymetler) hokkabazlıklarıyla, bankalara kredi açabilmeleri için fonları serbest bırakmaya çalışmak da bu konuya ilişkin endişenin ürünü. Merkez Bankası’nın geçen hafta açıkladığı, 30 Kasım - 7 Aralık dönemini kapsayan istatistikler 4 farklı kredi türünde de daralmaya işaret ediyor. Bir anlamda damarlarda dolaşan kan azalıyor, bünye giderek zayıf düşüyor.

Yabancı parayla verilen krediler kur hareketlerinden de etkilendiği için TL kredilere odaklandık. Yalnız tüketici kredileri ve taksitli ticari krediler istatistiklere TL+YP olarak yansıdığı için o rakamları aldık. Tablodan da görüleceği gibi son haftada 4 kredi türünün bakiyesinde de gerileme var. 2017 yıl sonundan bu yana ise, şirketlere açılan TL krediler ve tüketici kredilerinde çok sınırlı bir artış söz konusuyken (yüzde 2.3 ve yüzde 1.3), daha çok küçük şirketlerin kullandığı taksitli ticari krediler artmak şöyle dursun gerilemiş bile… Tek kayda değer yükseliş sergileyen tür olan kredi kartları bakiyesi de, enflasyonun altında yüzde 16.6 kıpırdamış. Bu da muhtemelen daha önce limitlerini tam kullanmayan bazı kişilerin, gelirlerinin enflasyonun altında kalması nedeniyle harcamaları için kredi kartlarına yüklenmelerinin sonucu…

Şirketler kesiminin yaşadığı kredi darboğazının ekonomik aktiviteyi nasıl olumsuz etkilediğini geçen hafta açıklanan büyüme rakamlarından da çıkarmak mümkündü. Çok üzerinde durulmayan bir istatistik, stoklardaki değişimin 3. Çeyrek büyümesini tam yüzde 5.6 aşağı çekmesiydi. Diğer bir ifadeyle şirketler mevcut talebi karşılamak için üretim yapmamışlar stoklarındaki hammaddeleri, yarı mamulleri ve mamulleri kullanmışlardı. Bunun bir açıklaması döviz kurlarındaki artış nedeniyle ithalat yapılmamasıysa, diğeri de finansman sağlayamamak veya fonlama maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle kredi kullanmaktan kaçınmak olmalıdır.

Bu vahim tabloyu dün açıklanan istihdam ve sanayi üretimi verileri de doğruladı.

İşsizlik Yavaş İvmeyle Artıyor
Eylül ayında işsizlik oranı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0.8 artarak yüzde 11.4 düzeyinde gerçekleşti. Böylelikle işsiz sayısı 330 bin kişi artarak 3 milyon 749 bin oldu. Açıkçası bu istatistikler ekonomide gözlemlenen kriz algısına göre, yavaş bir ivmeyle artışı ifade ediyor. Türkiye’de işsizliğin zaten yüzde 10’un üzerinde seyrettiği, hızlı büyüme yaşanan dönemlerde bile tek hanelilere düşürülemediği söylenebilir.

Açıkçası kuşku uyandıran bu istatistikleri veri kabul edersek; işverenlerin krizin çabuk geride bırakılacağı beklentisiyle henüz işçi çıkarmalara başlamadığı, turizm sektöründeki canlanmanın istihdamı olumlu etkilediği söylenebilir. Ayrıca mevsim etkisinden arındırılmış işgücü katılımının 34 bin kişi düşüşü, kriz ortamında iş bulma şansının bulunmadığı endişesine kapılanların artışıyla açıklanabilir.

Genç nüfustaki işsizlik oranı yüzde 1.6 artarak yüzde 21.6’ya ulaşmış. Gençler açısından durum daha da vahim görünüyor. Ekonomik analiz yapmaya daha elverişli, mevsim etkisinden arındırılmış veriler de işsizlik oranının bir önceki aya göre yüzde 0.1 artışla yüzde 11.3’e ulaştığına işaret ediyor. Bu istatistik de açıkçası öngördüğümüzden daha az kötü bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Öte yandan Şubat 2018’den başlayarak 8 aydır yavaş bir tempoyla sürekli artan bir işsizlik oranının söz konusu olduğunun altını çizelim.

Sanayi Üretimi Hızla Eriyor
Sanayi üretimi Ekim ayında geçen yılın aynı ayına kıyasla yüzde 5.7 azaldı. Asıl önemlisi imalat sanayi endeksinde bu oran yüzde 6.5’i buldu. Bu açıkçası çarkların durduğunun habercisi. Eylül ayıyla karşılaştırıldığında da, Ekim’de sanayi üretiminin yüzde 1.9 gerilediği, imalat sanayinde bu ivme kaybının yüzde 2.0’ye ulaştığı görülüyor.

Ara malı üretiminin 1 yıl öncesine göre yüzde 9.6, Eylül ayına göre yüzde 3.8 daralması; sermaye mallarında ise geçen yıla kıyasla yüzde 6.7 azalma gözlenmesi, bu karamsar görünümün önümüzdeki dönemde tüm sanayi üretimine yayılacağı sinyalini veriyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Portakal, Küçükkaya, Kırıkkanat.. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Uygar toplumlarda ve gerçek demokrasilerde en saygın meslekler arasında yer alan gazetecilik, Türkiye'de iktidar beslemeleri ve baskı iklimi nedeni bir kâbus halini aldı...

Gazeteci, okuru-izleyicisi dışında hiçbir güç odağına yaslanmaz...


Geçen sabah Türkiye'nin en çok izlenen sabah kuşağı programında -sanıyorum memleketin yarısı takip ediyor- İsmail Küçükkaya izleyicilerine hem haber veriyor hem de gazeteciliğin kamu yararı için yapıldığını, olumsuzlukları göstermenin gazetecilik görevi olduğunu anlatıyordu.

Yani Küçükkaya, ekrana getirdiği haberler nedeni ile kendini "açıklama yapmak" zorunda hissediyordu...
Haksız değil...
Çünkü AKP iktidarı tel tel dökülürken önce gerçekleri öldürme refleksine sarılıyor...

Gerçekleri öldürmek; o haberleri gazeteye, ekranlara taşıyanları tehdit etmekten, davalarla yıldırmaktan, patronları arayıp işsiz bırakmaktan, reklam verenlere baskı uygulayıp kanalı ya da gazeteyi "cezalandırmaktan" geçiyor!

Yaklaşık 20 yıldır, finale yaklaşırken ağırlaşan bu korku filminin içinde yaşıyorum... Baskının her türlüsüne maruz kalan mahallemizdeki ilk gazeteciler arasındayım...
Finale yaklaşıyoruz dedim ya... Kastettiğim yerel seçimler elbette... Bu seçimde toplumun tüm kötü yönetim, ekonomik kriz ve yanlış iç-dış politikaların hesabını soracağına inanıyorum...

Türkiye yönetilemiyor, hükümet bocalıyor ve öfke ile kendi hatalarının bedelini hayali düşmanlar yaratarak onlara ödetmeye çalışıyor...
Devlet Bahçeli'nin "sokağa çıkanları tepeleriz" anlamına gelen açıklaması, en demokratik hakkını, yani protesto etmeyi düşünenlere karşı açık tehdit değil miydi?

Ya da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, işini düzgün yapan meslektaşımız Fatih Portakal ile ilgili yorumu... Ne demiş Fatih; "zam yağmurunu bir protesto edin de görelim" demiş... yani tam da baskı iklimine dikkat çekmiş...

Peki besleme medya olayı nasıl aktarıyor? Sanki Fatih Portakal izleyicileri sokağa davet edip ortalığı yakıp yıkın demiş!

Biraz insaf desem, biraz ahlak desem bir anlamı var mı?

Mahallemizin hakiki gazetecilerinden Mine Kırıkkanat'a yapılan linç kampanyasını hatırlayın... Mine Kırıkkanat'ın sözlerini çarpıtarak bir "şeytan" yarattı Saray beslemeleri...
İktidar ve medyası, en küçük muhalif-aykırı sesi sindirmek, korkutmak, yıldırmak üzerine sistemli bir plan yürütüyor... Kriz derinleştikçe hakikati karatma baskısı artacak...

Oysa biliyorsunuz; gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır...

AKP, vahşi sermayenin partisi
Bankalar, bankaların batık kredilerini satın alan şirketler, GSM operatörleri, internet servis sağlayıcıları, elektrik dağıtım şirketleri...

Kapitalizmin doğasında şirket kârlarını katlamak var ancak demokratik toplumlarda, hukuk devletlerinde şirketlerin saldırılarına karşı tüketicileri koruyan yasalar vardır. Kurumlar vardır... Sivil toplum örgütleri, dernekler vardır...

Türkiye'de liberal ekonomi ya da kapitalizmden söz edemeyiz. Yaşadığımız ekonomik düzen vahşi kapitalizmdir...

Yani tüketicilerin sonuna kadar soyulması üzerine bir sistem uygulanıyor! Öyle bir soygun ki hesap soramıyorsunuz... Hükümet sizi umursamıyor!

Yazmaktan bıkmayacağım...

Bakın, Varlık Yönetim Şirketleri diye bir yapı türettiler... Bu şirketler banka ya da dev şirketlerin borçlarını çok ucuza satın alıyorlar. 10 TL'lik borcu 2-3 TL'ye satın alıyorlar. Sonra dönüp tüketicilerden 10 TL'ye karşılık 100 TL ödeme istiyorlar!
Kime neyi tutturabilirlerse... Bu arada çok büyük haksızlıklar, mağduriyetler yaşanıyor. Tüketicilerin borca yasal süre içinde itiraz etmelerini önlemek için posta kutularına ya da muhtarlıklara ihtarname bırakıyorlar. Sizin "acaba bana bir ihtarname geldi mi?" diye her gün muhtara uğramanız gerek!

Bu nedenle tüketici; şirketin uydurup, fahiş faizlerle büyüttüğü borcu ancak kesinleştiği zaman görebiliyor! Yani yasal itirazı atlamış oluyor...

Maaşına haciz gelen vatandaş ise bu mafyatik sözde avukatlık bürolarının esiri oluyor. Büro parayı tahsil ettikçe, istediği gibi faizi ve miktarı ile oynayabiliyor!
Tüketiciyi koruyan en küçük bir mekanizma yok! Bu "ayrıcalıklı şirketlere" itiraz etmeniz mümkün değil. Hakkınızı arayacağınız kurum, bu simsarları şikâyet edeceğiniz bir merci yok!

AKP iktidarı dar gelirliyi, yoksulu vahşilerin insafına terk etti...

AKP; borç verenlerin, oligarşinin, zenginin, sermayenin iktidarı olduğunu, üreticinin, tüketicinin, yoksulun yanında yer almadığını daha ne yaparak ispat edebilir?


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

Gökbey...- AHMET TAKAN

Yook atlamadım!..
Biliyorsunuz, savunma sanayisi ile ilgili konuları elimden geldiği kadarıyla takip etmeye çalışırım. Bu sefer araya çeşitli sebepler girdiğinden 12-13 Aralık'ta sarayda düzenlenen savunma sanayisi zirvesine değinemedim. Protokol konuşmaları değil de duyduğumda adının bile beni çok heyecanlandırdığı zirvenin ruhu ilgi alanımdı. Çünkü, savunma sanayimiz yaşadığımız iç ve dış sorunlar yüzünden çok çetin bir süreçten geçiyor.

Zirveye katılanların izlenimlerini almaya çalıştım. "Küresel Güç Türkiye" konsepti ile sektöre yön veren isimler alışıldık/rutin konuşmalar yapmış. Bilirsiniz işte, aslında uzaya çıkacakken nasıl kıskanıldığımız, dış güçlerin bizi nasıl engellediği, en önemli ham madde ve malzemeler Amerika'dan peşin parayla satın alınırken nasıl mühendislik harikası bir montaj yapıldığı, bu yeteneklerimizle tüm dünyaya nasıl göz dağı verdiğimiz falan filan... A Haber konsepti oraya da hâkim olmuş!..

Zirve etkinliğinin içeriği ile beraber değinmek istediğim bir başka konu var. Eskiden bir devlet etkinliğine gidildiğinde, kürsüye gelen  konuşmacı o etkinlikteki en yüksek rütbeli kişiden başlayarak herkesi selamlar ve konuşmasına geçerdi. Unvan zikredilerek; "Sn. Cumhurbaşkanım, Sn. Bakanım, Sn. Müsteşarım, çok kıymetli katılımcılar hepinizi saygıyla selamlıyorum" gibi... Yapılan bu selamlar artık çok zorlaştı. Zorlaşmasından ziyade bilerek ve isteyerek atlanıyor, her konuşmacı Cumhurbaşkanı'na methiyeler düzeceğim derken kontrolden bile çıkıyor!.. Hatırlayınız, bir üniversitenin başındaki rektör "Erdoğan'a itaat etmek farzdır" demedi mi? Bu zirvede de duyumlarıma göre, methiyeciler iş başında imiş.

Kısa bir parantez açalım;
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçerken aklımıza gelmeyen (!) bir sorun hortlamış durumda. Başkan enflasyonu... Cumhurbaşkanı (Başkan), TBMM Başkanı, Genelkurmay Başkanı, Ana Muhalefet Partisi Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, Danıştay Başkanı, YÖK Başkanı, Sayıştay Başkanı, Barolar Birliği Başkanı, Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanı, YSK Başkanı, DDK Başkanı, Merkez Bankası Başkanı, Rekabet Kurumu Başkanı, Özelleştirme İdaresi Başkanı, SPK Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı, Devlet Personel Başkanı, Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, TÜBİTAK Başkanı, TİK Başkanı, Savunma Sanayii Başkanı, Kurul Başkanları...

Liste uzayıp gidiyor. Görüldüğü üzere, ülkede herkes "başkan". Bir de bunlara eklenen Başkan Yardımcıları ve Daire Başkanları var.  Cumhurbaşkanı da kendisine "Başkan" diye hitap edilmesini istiyor, Cumhurdan çok bahsediyor ama nedense tercihi bu yönde!.. Belki de diğer unvanı olan AKP Genel Başkanlığına daha çok vurgu yapılmasını istiyor olabilir.

Bahse konu zirvede Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Prof. Dr. Davut Kavranoğlu konuşmasında insan kaynakları yönetiminin önemini Nisa suresi 58. Ayet ile açıklamış. Buna çok şaşırdım diyemem, itirazım da yok, olamaz da. Ancak, zirveye katılan üst düzey bir ismin şu uyarılarına da hak vermeden geçemedim;
"İşletmelerde bilimsel yönetim kuramının temeli bilimsel anlamda Frederick W. Taylor ile başlar. Bundan yüz yıl kadar önce bu konuları ele almıştır. İşe uygun personelin bilimsel yöntemlerle seçilmesi, (Taylorizm) olarak da bilinen yönetim kuramının ilkelerinden biridir. O kadar geriye gitmesine gerek yoktu."

"Ne alakası var?
Ayetle açıklamış da ne olmuş?
Bir ayetten alıntı yapmak günah mı?" diye tepki verdiğimde üst düzey yönetici şunları söyledi;
"Konuya açıklık getirmek isterim. Zirve etkinliğinden yürümek gerekirse, teknoloji ham maddesinin, mühendisliğin ve asıl önemli olan elektronik kısmının üretimini yapan Müslüman olmayan ülkelerde gerek eğitim gerekse bilim, dinî temellere oturtulmaya veya zorlama ilgi/alaka kurma çabalarına dayanmıyor da ondan. Onların inancı, onların dini yok mu? O ülkelerde herkes ateist mi? Peki, teknolojide neden bizden birkaç yüzyıl ilerideler o halde?

Çünkü, o ülkelerde çalışanların ülkeyi yönetenlere methiyeler düzmek, her işlerini mutlaka dinî inancına bağlamak, ego tatmini yapmak gibi bir derdi yok. Fabrikada bilimsel yöntemlerle işini yapıyor, ülke büyüklerinin karşısına geçtiği zaman yaptığı tek methiye karşıdaki kişinin unvanının başına (Mister) getirmek. 'Mister President' yani Sayın Başkan anlamında. Hatta ince bir zekâyla siyasi yöneticiyi eleştirmek de günün mönüsüne eklenebilir.

Aradaki bu farkı anlamadığımız sürece, eğitimden, sağlıktan, adaletten, teknoloji üretimine kadar her alana dinbazlıkla yaklaştığımız sürece; onlar üretir, bize ham madde diye satar, biz de yaptığımız montajı bilim diye över dururuz. Her okula önce bir laboratuvar açacağımıza sadece mescit açmakla meşgul olursak, sonuç bu olur. Zirvede açıkladıkları Gökbey ismindeki helikopterin motoru Amerikan şirketine ait.

'Kime ne!' deyip de geçelim mi?"

FETÖ'nün ardından en stratejik kurumlarımızda yuvalanmaya başlayan bazı cemaatlerin faaliyetlerini bilen ve bunu sizlere aktarmaya çalışan bir gazeteci olarak sadece gerçekleri ve "millî"lik kamuflajı ile yutturulmaya çalışılan tezgahları bilmenizi istiyorum. İlk emri "oku" olan dinin mensubu olarak, o kutsal emri hep, araştır, sorgula, körü körüne biat etme, aklın ve ilmin yolundan ayrılma olarak anlar ve yaşarım!.. Elhamdülillah...

Ahmet Takan / YENİÇAĞ

18 Aralık 2018 Salı

‘Osmanlılar devrinde tercüme’ - ÖZDEMİR İNCE

Kültür ve uygarlıkların gelişiminde çevirinin yeri konusu açıldığında, onun iki anlamda (hastalıktan koruyucu ve ağaç dönüştürücüsü) aşı olduğunu söyleyip yazdım. Başka kültür ve uygarlıklarla ilişki ve etkileşim kesildiği zaman kültür ve uygarlık ensest yapmak (aile içi ilişkiyle üreme) zorunda kalıyor, bunun sonucu olarak da soyu bozulup yok oluyor. Şimdi de aynı düşünceyi ısrarla korumaktayım.

***

Bugün, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in (1901-1974) ilk baskısı 1935 yılında yapılan “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İslam MedeniyetindeTercümeler ve Tesirleri” (*) adlı kitabını kendime tanık yapmak istiyorum. Tanığa gereksinimim var, çünkü İslamcıların ve sağcıların Osmanlı’ya dair palavralarından iyice bıktım. Sözü Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’e bırakıyorum:

***
[“Osmanlılar devri Garp’la, eski medeniyetlerle bağlarını keserek kendi içine kapandığı için yaratıcılığını kaybetti. Bu devirde yalnız İslam medeniyetinin kelam, mantık ve tasavvufa ait eserleri ifrat derecede şerh edildi, haşiyeler ve talikler yazıldı. Bu nevi eserlere ait ihmal edilemeyecek kadar da tercümeler yapıldı. Fakat Latin ve Yunan âleminden hiçbir nakil yapılmadığı gibi, evvelce bu âlemden Arapçaya geçmiş olan eserlere karşı da aynı alakasızlık gösterildi.Büyük Türk feylesoflarının 9-10’uncu asırlarda vücuda getirmiş oldukları Arapça eserlerden mühim bir kısmı tercüme edilmeden kaldı. Bütün fikir faaliyeti, dini devletin memurlarını yetiştirecek olan medreselere lazım skolastik bilgilerden ibaretti. Eski tabirle, akli ilimler zayıflayarak bütün dikkat yalnız nakli ilimlere (tefsir, hadis, fıkıh, kelam) döndü. Bu sahada bile esaslı yeni hiçbir şey yapılmadı. Haşiyecilik, fikir uyuşukluğunun en bariz alameti idi. Saçaklızade Tertib-ül-ulûm’unda medreselerin bu dar zihniyetinden şikâyet ederek lüzumsuz haşiye ve talikler yerine; talebe için yalnız faydalı malumatı alan klasik kitaplar vücuda getirilmesini tavsiye ediyordu. Kâtip Çelebi Mizan-ül-hak’ta skolastik zihniyeti ve bunun doğurduğu feci neticeleri anlatıyordu.Fakat bütün bu hücumlara rağmen dini devletin bünyesi, medreselerin dini devlete alet haline gelmiş olması, fikir sahasında her nevi reformu imkânsız bırakıyordu...”


***

“Bundan evvelki fasılda gördüğümüz gibi Garp tercümeleri Tanzimat’tan evvelbaşlamış ve mahiyet itibariyle büyük bir fark göstermeksizin Tanzimat’tan sonra da devam etmiştir. Ancak Garp ve Şark zihniyetleri arasındaki karşılaşma, mücadele şeklini aldığı zamandır ki, ikilik yavaş yavaş kaybolmuş ve iki âlem arasında kaynaşma başlamıştır. Bu karşılaşma ise Garp’tan yalnıztekniğe ait eserler tercümesiyle kalınmayarak, tam bir zihniyet değişmesini temsil eden sanat, felsefe ve ilim etrafında nakiller yapılmasıyla mümkün oldu. Bu son devir açılalı tam bir asır oluyor. 
Bu asır içerisinde Garplılaşma, Avrupalılaşma, yeni uyanış etrafında çok şeyleryazıldı ve söylendi. Tanzimat hareketi ister şuurlu ister şuursuz addedilsin, herhalde o zamandan sonra Garp medeniyeti ile temasımız, bu medeniyete girmenin zaruri olduğunu gösteriyordu.”]
***

Cumhuriyet, Tanzimat’tan önce temeli atılan “doğru” çeviri anlayışına sahip çıktı; “Tek Parti Dönemi” Milli Eğitim Bakanlığı Batı ve Doğu klasiklerini çevirtip yayımlayarak bir çağdaş düşünce ortamının oluşmasını sağladı. Siyasal İslamcılar, Batı klasiklerini okumadıkları gibi Doğu klasiklerini de okumadılar ve ebedi cahil kaldılar. 

H. Z. Ülken, aslına bakarsanız, ortak akılcı AKP kafasının, kültür ve bilginin “Taş Devri”nde kalmasının nedenlerini anlatıyor.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

(*) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım 2016. S. 243

Anadolu’dan devlet giderse... - Erol Manisalı

Türkiye bu coğrafyada “kendine özgü” bir ekonomik yapıda olmak zorundadır. İç dinamikler, çevre ülkelerden gelen etkiler ve BOP aracılığı ile küresel güçlerin bölge hesapları bunu zorunlu kılar. Bu nedenle “karma ekonomi” ağırlıklı bir yapı, uygulana gelmişti.
- Cumhuriyet döneminde uygulanan model başarı sağlamıştı. İktisadi, sosyal ve siyasal boyutlar bütünleştirildi.

- Sonrasındaki “liberal politikalar kapanı”, 1961 Anayasası ile karşılanıp, işler yeniden rayına kondu: sanayide Aliağa’dan Seydişehir’e siyasal ve sosyal boyutta sivil toplumsal örgütlenmeye ve sendikalaşmaya geçiş yeni kapıları açtı: Türkiye, Doğu ve Batı arasında denge sağladığı gibi Anadolu yeniden inşa edildi. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), “dev proje” olarak başlatıldı.Terör bitirildi, tarım yerli yerine oturmaya başladı, sanayileşme Anadolu’da birçok kentimize refah getirdi, istihdam arttı. 

- Ve darbeler sonrası “özelleştirme furyası” devreye sokuldu. Özellikle de AKP iktidarı döneminde tütünden pamuğa, şeker pancarından fındığa, zeytinden üzüme çiftçiyi ayakta tutan, yaşatan bütün “tarıma dayalı sanayi tesisleri” ya içerdeki özel aracılara, ya da BOP’ta hesap yapan devletlerin şirketlerine satılarak “Anadolu’nun içi boşaltıldı”. Hayattaki bir insanın organlarını çıkarıp satmak gibi. Tarım ve onun alıcısı yerli kamu tesisleri yok edildiler, tarım tamamen “uluslararası tekellerin denetimine girdi”, gayri milli hale sokuldu. 60 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. 

- Doğu ve Güneydoğu’da işsiz kalanlar terör örgütlerinin eline düştüler ya da yerlerini terk ederek başka diyarlara zorunlu olarak göçtüler. Kaçakçılar ve uyuşturucu mafyası bu bölgelere hâkim oldu. Zora düşen insanlar “din tacirlerinin” eline düştüler ve onlara muhtaç hale sokuldular. Ve bu gelişmeler “anti-demokratik” oluşumları, din ve toprak ağalarının baskılarını arttırdı. Kadın ve çocuğa şiddeti yaygınlaştırdı. Devlet (ve kamu) Anadolu’daki yatırımlarını terk edince işsizlikten teröre felaket manzarası ortaya çıktı. Bütün istatistikler bunu gösteriyor. Anadolu’nun kamu yatırımlarından boşalması, Batı’daki büyük kentleri de perişan etti. Aşırı yükselen nüfus, kentlerdeki refah düzeyini aşağı çekti, kamusal harcamaları olağanüstü zorladı. Ve bu bilinen sonuçlar göz göre göre yaşandı, desteklendi.


Yerel seçimlere giderken ‘yerellik’
Devlet (kamu) yatırımları eskiden olduğu gibi “Anadolu’ya tekrar döndürülmeden”  Türkiye’nin sorunları çözülemez. Terörü sadece askerle durduramayız, ekonomiyi de kullanmak kaçınılmazdır.
Teröristlere, misyonerlere, din tüccarlarına, kaçakçılara, uyuşturucu mafyalarına terk edilen alanların tekrar, “kamunun ekonomik gücü kullanılarak” yeniden kazanılması gerekiyor. Anadolu’da yapılacak kamu yatırımlarında “kâr-zarar hesabı mikro bazda yapılmaz”: makro olarak dolaylı iktisadi, sosyal, kültürel ve siyasal katkıları ile birlikte düşünülür.

Geçmişten örnekler:
- Nazilli ve Aydın yöresi eskiden, “Nazilli Bez Kombinası” sayesinde iktisadi ve sosyal olarak gelişti.
- Eskişehir’i Eskişehir yapan faktör, Devlet Demiryolları’nın cer atölyelerinin geçmişte bu kentte odaklanması, sosyal ve iktisadi dokuyu da yükseltti. Yılmaz Büyükerşen de bu tarihi “oluşumu” iyi değerlendirerek örnek bir kent yarattı.
- Kırklareli’nin gelişmesinde devletin kurduğu Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün katkısı çok büyük olmuştur.
- Kayseri’nin gelişmesinde, kentte yapılan kamu iktisadi tesislerinin katkısı çok büyüktür.
- Doğu Anadolu’daki “et ve balık kombinaları”, hayvancılığa ve tarıma çok büyük etki yaptı.
- Devletin SEKA’yı kurması, orman ürünlerine ve çiftçiye katkı sağlamıştı. Yanlış bir kararla satılıp adeta yok edilen SEKA’nın katkısı, son kâğıt krizi ile de görüldü.
Seçimlere giderken yaşanan bu duruma karşılık yürütülen yeni “projeler” ve yatırımlar çok farklı: 3. havalimanı ve 3. köprü diğer eski kamu yatırımları gibi değil: halk kazanmıyor, üstelik kullanmadığı halde kullanmış gibi, cebinden pay veriyor.
Kamusal yarar ve makro refah maksimizasyonu açısından, iktisat bilimi kurallarına ters bir uygulama.
Uzun vadede toplumsal refah yerine, toplumsal (ve ulusal) bedeli her boyutuyla arttırıyor.
***

Emin ve Necati’ye FETÖ iddiası mı: 80 milyon içinde son ikide yer alırlar.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Bay Kemal! - L. DOĞAN TILIÇ

“Bay Kemal”in de terörist ilan edilmesine ramak kaldı!

Şimdilik, “teröristlerle el ele dolaşma”nın, “teröristleri savunma”nın, “yerli ve milli olmama”nın, “nerede Türkiye aleyhtarı bir iş varsa onun içinde olma”nın faili durumunda. Bunun bir adım ötesi de neredeyse “terörist başı”lık!

“Bay Kemal” ana muhalefet lideri. Herhangi bir yerde demokrasicilik oynanabilmesinin bile olmazsa olmazı muhalefetin varlığı. O nedenle, her iktidar, az çok demokrasiden söz edilebilen bir yerde, kendisi kadar muhalefeti de kollar ki iktidarı meşru olsun!

Oysa bizde, devletin ve milletin bütünlüğünü temsil etmesi beklenen Cumhurbaşkanı’ndan hemen her gün muhalefetin “düşman”laştırılmasının, seçimi “savaş”a benzeten bir dilin örneklerini dinliyoruz.

“Bay Kemal bu teröristlerle el ele dolaşma. Bunlardan sana fayda yok. Yerli ve milli ol. Bu teröristleri savunmaktan vazgeç. Kol kola olmaktan vazgeç. Omuz omuza olmaktan vazgeç. Şimdi 31 Mart’ta yine onlarla yola çıkmaya hazırlanıyor... Bay Kemal açık ol açık. Dürüst ol. Bu millet de seni bir şey zannetsin.” Bunlar hafta sonunda bir park açılışında söylendi.

AKP’nin seçim kampanyasının yalnızca sosyal medya üzerinden sürdürüleceği ilan edildi, ama bunu ilan eden Erdoğan her seçim öncesi olduğu gibi her gün bir yerleri açarak, kamu kaynaklarının kullanıldığı açılışlarla tam gaz bir seçim kampanyası yürütüyor.

Öyle bir kampanya ki, karşı kampanya için meydanlara çıkacaklar, bırakın meydana çıkmayı ağzını açacaklar için, bir tehdit ve korkutma operasyonuna dönüşüyor.

Oysa, tıpkı muhalefet gibi, sokağa ve meydanlara çıkma ve protesto hakkı da en sıradan bir demokraside iktidarın güvencesi altın olması gereken haklardan.

Burada, tam da bir seçim öncesi, bu haktan söz edenler; “ahlaksız”, “terörist”, “darbeci”, “FETÖcü”!

Savcılar tarafından yeniden açılan Gezi dosyaları ve Sarı Yelekliler üzerinden, ana muhalefet lideri de, gazeteci de, sendikacı da hedef tahtasına oturtuluyor. 

“Bay Kemal”e, milleti sokağa davet ederse başına neler geleceği en yetkili ağızdan en net şekilde söyleniyor: “… bilesin ki bu millet 15 Temmuz’da FETÖ’cülere ve uşaklarına nasıl bu meydanları dar ettiyse, yine dar ederiz, bunu böyle bilesin. 15 Temmuz gecesinde Atatürk Havalimanı’ndan tankların arasına kaçıp Bakırköy Belediyesi’ne gitmiş olabilirsin ama bu defa kaçmaya fırsat bile bulamazsın.”

AKP, kampanyasını sosyal medya üzerinden yapacağını, geleneksel medyanın neredeyse tümünün kraldan çok kralcı olduğu bir yerde ilan etmenin konforunu yaşıyor. Belki, muhalefet de gaza gelir de, çevrecilik adına, meydanları ve sokakları tümüyle bırakıp sosyal medyadan sürdürür kampanyasını!

Bu arada, gazeteler hep bir ağızdan; “Bu kez kaçacak yer bulamazsın” (Akşam), “Kaçacak yer bulamazsın” (Güneş), “Meydanı FETÖ’ye dar ettik, sana da ederiz” (Sabah), “Meydanları yine dar ederiz” (Star), “Kaçmaya bile fırsat bulamazsın” (Yeni Şafak) manşetleri atıyor nasılsa.

Türkiye’de sokağa çıkıp hak talep etmenin ya da bir haksızlığı protesto etmenin neredeyse imkansız olduğunu söyledi diye Fatih Portakal; toplu sözleşme sürecinde işçilerin sıkıntılarını anlatmak için “Sarı Yelekliler”e göndermede bulundu diye TÜRK-İŞ Başkanı Ergün Atalay birer linç nesnesine dönüştürülebiliyor.

Seçimi savaşa, muhalefeti düşmana, muhalefet liderini de “Bay Kemal” olarak düşman kuvvetler komutanına dönüştüren bir dille yürütülecek seçim kampanyasının kazananı olmayacaktır.

Seçim dilini savaş diline döndürmenin ardında korku yatmıyorsa ve “Bay Kemal! Ne yapacaksan gel sandıkta yap” çağrıları samimiyse, öncelikle bu savaş dili terk edilmeli.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Bir gece ansızın mı? - İBRAHİM VARLI

Çok aktörlü Suriye denkleminde yerel, bölgesel, küresel aktörler oyun kurmaya çalışırken, birbiriyle çatışan çıkarların yol açtığı gerilim yeni ittifaklar, pozisyonlar ortaya çıkarıyor. ABD ve Rusya’nın yörüngesinde şekillenen cepheleşmede askeri ve diplomatik trafik sıkışırken, karşılıklı manevralar denklemi adeta “Gordion Düğümü”ne dönüştürüyor. Bir taraftan oyunlar kurulmaya çalışılırken, diğer taraftan da karşı oyun bozulmaya çalışılıyor. Bütün bunlar esasında gelmekte olan büyük depremin öncü sarsıntıları.


Dış müdahalelerle altüst edilen Suriye’de savaşın ağırlık merkezine dönüşen bölgede Kürtlere verilecek pay temel kırılma ve anlaşmazlık nedeni. Kürtlerle iş tutan ABD’nin hamleleri Türkiye, Rusya ve İran’dan müteşekkil Astana Üçlüsü’nün yakın markajında.

FIRAT’IN DOĞUSU’NDAKİ DENKLEM
Gözler Fırat’ın doğusunda. Erdoğan’ın Fırat’ın doğusuna operasyon çıkışı, bu işbirliğinin kalıcı bir statüye evrilecek olmasının yarattığı endişeden. Büyük bir hevesle müdahil olunan Suriye savaşında, iflas edilen politikanın da dışavurumu. ABD ile birlikte girilen rejim değiştirme projesinin iflası sonrasında ABD yeni manevralar yapıp Kürtlerle iş tutmaya ağırlık verince Ankara boşa düşmüş oldu.

Türkiye-Suriye sınır yaklaşık 901 kilometre. Bu sınırın 500 kilometreden fazla bir bölümü YPG’nin ana bileşeni olduğu SDG’nin kontrolünde. Türkiye’nin olası müdahalesine karşı ABD teyakkuzda. Sınır hattına ondan fazla gözlem noktaları kuracağını açıkladı. Kobani, Resulayn ve Tel Abyad’da ABD askerleri YPG ile birlikte devriye gezerken, Menbiç’te ise ABD birlikleri TSK ile birlikte devriyede!

Fırat’ın doğusu denilen bölge Zor Mağar’dan Resulayn’a, Kabane’den Abu Kamal’a uzanan genişçe bir bölgeyi kapsıyor. TSK’nin bölgenin tamamını kapsayacak bir operasyonu askeri ve politik açıdan olası değil. En olası senaryo ABD’nin göz yumması halinde Türkiye sınırın belli noktalarda 10-15 kilometre derinliğinde tampon bölgeler oluşturması. Kontrollü bir harekât ise ancak Afrin’de Rusya ile yapıldığı gibi ABD’yle yapılacak bir pazarlıkla mümkün.

KOBANİ’DE YPG, MENBİÇ’TE TSK
Bütün göstergeler ABD’nin Kuzey Doğu Suriye’de kalıcı olduğunun işareti. YPG yani SDG’ye yapılan yatırımlar bu strateji kapsamında geçici değil, uzun vadeli. Washington’ın SDG’den vazgeçmeyeceğinin Ankara da farkında. Askeri ve politik yığınağın yanında son olarak Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’in ABD’nin öngördüğü hedefleri gerçekleştirene kadar Suriye topraklarında kalacağını tekrarladı.

ABD bölgede yeni müttefik bellediği Kürtler üzerinden iş tutarken, eski müttefiki Türkiye’yi de boşlama lüksü yok. Temel sıkıntısı da bundan. Her iki aktörü de küstürmeyecek, ara formülasyonlar peşinde. Tam da bu nedenle ABD, Türkiye’nin Rusya’ya daha da yakınlaşmasını engellemek için Fırat’ın doğusuna düzenlenecek kısmi bir operasyona göz yumabilir. Denklem düşünüldüğünde olmayacak bir seçenek değil. ABD ile uzun süredir sürdürülen kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla operasyonun altyapısı hazırlanmış olabilir.

ESED’TEN ESAD’A ‘U DÖNÜŞÜ’
Savaşın ağırlık merkezinin kaydığı Doğu Suriye’de bunlar olurken Mart 2011’de başlayan çatışmalarda, radikal İslamcı tehdidin alt edilmesinin ardından Körfez Arap ülkeleri ve Ankara’dan “u dönüşleri” başladı. Körfez Arap ülkeleri Şam’da elçilik açma hazırlığındayken, Sudan lideri namlı diktatör Ömer El-Beşir yedi sene sonra Şam’ı ziyaret eden ilk Arap lider oldu.

El-Beşir’in Esad tarafından ağırlandığı saatlerde Katar’ın başkenti Doha’da konuşan Çavuşoğlu seçimi kazanması durumunda Esad ile çalışabileceklerinin sinyalini verdi.

Fırat’ın doğusu çıkışı ve eş zamanlı olarak Şam’a çakılan mesajın da gösterdiği üzere yeni Osmanlıcıların önceliği Şam yönetiminin devrilmesinden Fırat’ın Doğusu’nda Kürtlerin kazanım elde etmemesine dönüşmüş durumda. Bütün göstergeler Fırat’ın Doğusu’na “bir gece yapılacak ansızın” operasyonunun imkansız olmadığını gösteriyor...

İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

17 Aralık 2018 Pazartesi

Asgari ücret tespitinde TÜİK yok hükmünde - AZİZ ÇELİK

Asgari ücret tespitinde sona doğru geliniyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonu 2. toplantısını 13 Aralık 2018 Perşembe günü yaptı. Beklendiği gibi toplantıdan sonuç çıkmadı. Komisyon üçüncü toplantısını bu hafta yapacak. Bu hafta yapılacak toplantının önemi, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından komisyona bir işçinin asgari geçim tutarına ilişkin rakamın sunulacak olması. TÜİK, Komisyona her yıl bir işçinin geçimi için gerekli besin içi ve besin dışı harcamalara ilişkin asgari tutarı hesaplayıp sunuyor.


Ancak bir devlet kurumu olan TÜİK tarafından sunulacak olan asgari geçim tutarına ilişkin tutarın komisyon tarafından dikkate alınıp alınmayacağı merak konusu. Çünkü yıllaradır TÜİK tarafından hesaplanan tutar dikkate alınmadan karar veriliyor.

Asgari Geçim Tutarını TÜİK Hesaplıyor
Bilindiği gibi Asgari Ücret Tespit Komisyonunda yer alan beş hükümet temsilcisinden biri TÜİK’ten katılıyor. Asgari ücret tespitine ilişkin ayrıntıları düzenleyen Asgari Ücret Yönetmeliği’ne göre “Komisyon, ücretin belirlenmesinde; ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik durumu, ücretliler geçinme indekslerini, bu indeksler yoksa geçinme indekslerini, fiilen ödenmekte olan ücretlerin genel durumunu ve geçim şartlarını göz önünde bulundurur.”

Ülkemizde ayrı bir ücretliler geçinme endeksi olmadığı için TÜİK asgari ücretli bir işçi için asgari geçinme ücretine ilişkin hesaplama sunuyor. Yönetmeliğe göre Komisyon asgari ücretin belirlenmesinde bütün kamu kurum ve kuruluşları ile üniversitelerle işbirliği yapabilir. Bu çerçevede TÜİK, Komisyona bir rapor sunuyor. Ancak Komisyonun üniversitelerle nasıl bir işbirliği yaptığına dair bir bilgi yok.

Bilindiği gibi yönetmeliğe göre asgari ücret, İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti ifade ediyor. Ülkemizde asgari ücretin tespitinde uluslararası normlara aykırı bir biçimde işçinin ailesi dikkate alınmıyor.

TÜİK tarafından her yıl Komisyona sunulan asgari geçim tutarına ilişkin rakamın bağlayıcılığı bulunmuyor. Ancak bir devlet kurumu olan TÜİK’in sunduğu rakamın baz kabul edilmesi ve asgari ücret pazarlığının diğer faktörler de dikkate alınarak hiçbir şekilde bu rakamın altına düşmeyecek şekilde saptanması gerekiyor. Ancak bugüne kadar böyle olmadı. TÜİK’in sunduğu rakamlar komisyonda dikkate alınmadı.

asgari-ucret-tespitinde-tuik-yok-hukmunde-542950-1.

Asgari Ücret TÜİK Önerisinin Ortalama 340 TL Altında
Tabloda 2003’ten bu yana TÜİK tarafından hesaplanan asgari ücret ile komisyon tarafından saptanan net asgari ücret yer almaktadır. Tablodan da görüleceği üzere, net asgari ücret düzenli olarak TÜİK tarafından hesaplanan asgari ücretin altında kalmaktadır. Net asgari ücret bazı yıllar TÜİK tarafından saptanan tutarın yüzde 66’sına kadar gerilemekte, TÜİK tarafından hesaplanan tutarın üçte biri daha düşük saptanmaktadır. Son beş yıldır saptanan asgari ücret TÜİK önerisinin yaklaşık 340 TL altındadır. TÜİK hesabına göre işçilerin ortalama aylık kaybı 340 TL’dir.

TÜİK tarafından 2017 Aralık ayında Asgari Ücret Tespit Komisyonuna sunulan ve Kasım 2017’deki asgari geçinme düzeyine ilişkin rakam 1,894 TL idi. Saptanan asgari ücret ise 291 TL eksiğiyle 1603 TL oldu. TÜİK bu hafta Komisyona 2019 yılı için yeni bir öneri sunacak. Bu önerinin ne olacağı merak konusu. Ancak 2017 Kasım ayından 2018 Kasım ayına yaşanan ortalama yüzde 25 civarındaki TÜFE dikkate alındığında, TÜİK tarafından Komisyona sunulacak tutarın 2300-2400 TL bandında olması beklenir. Kuşkusuz bu tutar Kasım 2018 için geçerli olan tutar olacaktır. 2019 yılı asgari ücretinin bu tutar baz alınarak ve bunun üzerine enflasyon ile büyüme beklentisinin eklenmesi gerekir.

Komisyon Çalışmalarında Gizliliğe Son Verilsin
Yönetmeliğe göre (Madde 9) Komisyon görüşmeleri ve çalışmaları gizlidir. Başkan, üyeler ve raportörler ile bu maddenin kapsamına giren kişi ve kuruluşlar bu görevleri dolayısıyla öğrendikleri her türlü bilgi ve belgeleri gizlemekle yükümlüdür. TÜİK tarafından komisyona sunulan rakamların ayrıntıları yayınlanmıyor. TÜİK tarafından sunulan rakamlar basına sızan bilgilerden derlenebiliyor. Bu gizlilik uygulaması son derece tuhaf. On milyonları ilgilendiren Komisyon çalışmalarının şeffaf olması ve komisyona sunulan belge ve bilgilerin kamuoyu ile paylaşılması gerekiyor.

TÜİK tarafından 2300-2400 TL bandı altında sunulacak öneri oldukça şaibeli olacaktır. Bu açıdan TÜİK tarafından komisyona sunulacak verilerin ayrıntılarının kamuoyu ile paylaşılması büyük önem taşımaktadır. Yönetmelikteki gizlilik hükmünün yasal ve anayasal dayanağı yoktur. Bu hüküm anayasanın sosyal devlet ilkesine ve bilgi edinme hakkına aykırıdır. Komisyondaki işçi temsilcileri (Türk-İş heyeti) TÜİK tarafından sunulacak önerinin ayrıntılarını kamuoyu ile paylaşmalıdır.

                                                            ***

Yağmurdereli’ye saygıyla, sevgiyle…

Türkiye sosyalist ve işçi hareketinin emektarından, Maden-İş, Otomobil ve Birleşik Metal-İş sendikalarının eğitimcisi, işçilerin Saygı Hocasını yitirdik. Direncini, gülüşünü, sevecenliğini ve içtenliğini hep hatırlayacağız. Güle güle Saygı Hoca…





AZİZ ÇELİK / BİRGÜN

Hiç ezenle ezilenin korkusu bir olur mu? - SELÇUK CANDANSAYAR

Zalimin zulmünün ardında korkusunun yattığını düşünmenin güven verici bir yanı var. Kendi korkumuza hak verdirir. Evet, kibri kadar çapsız korkusu kadar zalimdir iktidar. Sadece bizde değil; büyümek, genişlemekten başka yolu olmayan her türlü iktidar varlığını korkuya bağlamak zorunda olduğundan.

Ama, ezenle ezilenin korkusu farklıdır.

Ezen, yıkılma korkusundan çok, yeterince itaat ettiremediğinde yeterince kapsayıcı olamamaktan korkar. İnşa ettiği düzenin “görkemi” onu da büyüler. En küçük bir muhalefet, ancak fısıldayarak dile gelebilen aykırı bir ses karşısında bu yüzden öfkesi patlar. Kendisini güçsüz gördüğünden değil, “haklı, tanrısal gücüne” nasıl olup da karşı gelindiğine inanamamasından.

Saftirik liberallerin “eleştiriye tahammülsüzlük” sandıkları bu öfke, aslında eleştirilemez olunduğuna dair inançla ilgilidir. Bu nedenledir öfkelendiğine “ahlaksız, edepsiz” diye saydırması; “sen kimsin ya”, demesi, “haddini bil” diye
höykürmesi.


Her türlü muhalefeti yok etme çabasının ardında yıkılma korkusundan çok, inşa edilen düzenin sınırlarının bir türlü çizilememesi vardır. Öyle ki, hem bir sınıra ihtiyacı vardır, benden olanlar ve olmayanları belirlemek için; hem de bu sınır sürekli dışındakileri içine alarak genişlemek zorundadır. Demem o ki, RTE için herhangi bir seçimde örneğin %80 oy almak, bir başarıdan ziyade nasıl olup da %20’ nin ona oy vermemesi sorunu olur. Hedef, seçimlerde kullanılan oyların tümünü almaktır. Üstelik diyelim bu oldu, yine duramayacak hemen ülke sınırlarının ötesine doğru genişleme baskısı devreye girecektir.

Bütün yayılmacı iktidarların kendilerini ya doğrudan tanrılaştırmaları (firavun kral), ya tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlamaları (halife) ya da tanrısal düzenin inşacıları olarak görmelerinin (ABD neoconları) kaynağı da bu süreçtir. Tanrının düzeni evreni kapsar.

Ezilenin korkusu ise doğrudan hayatta kalma korkusudur.. Ezilen, iktidarın çizdiği sınırın dışında kaldığında kendiliğinden yalnızlaşır ve korkusu da somut bireysel korkuya dönüşür. İş bulamamak, işten atılmak, aç bırakılmak, gözaltına alınmak, tutuklanmak ve öldürülmek. Kendisi ve ailesinin başına getirilecek kötülüklerin somut korkusu.

Oysa iktidarı elinde tutanın bireysel korkusu pek olmaz. Kendisine yönelik doğrudan tehditleri bile kendisinden çok kurduğu düzene yönelik tehditler olarak görür. İktidar gücünü saldığı dehşet hissinden alır. En fazla bir kaç araçlık bir korumanın bile yetebileceği güvenlik için neredeyse yüzden fazla araç, helikopter, jammer, drone kullanılması, bütün yol güzergahının kapatılması, korkudan çok güç gösterisidir. Fani bedeninden çok kutsal düzenin korunduğunu işaret eder.

Ezilen korkuyla yalıtılıp, yalnızlaştırıldıkça sayısı milyonları bulan ve fakat kendisini kimsesiz hisseden yığınlar oluşur. Ezen ise aslında bir avuçken yenilmez, baş edilmez bir çoğunluğa dönüşür. gerçekte çok olanların kendilerini az hissetmelerine neden olan korkuyla, azın kendisini yıkılmaz hissetmesini sağlayan korkunun farkı tam da buradan doğar.

Onun da korktuğunu düşünmek, kendi korkumuzun boyunduruğuna girmemizi kolaylaştırır. Hiç de düşündüğümüz gibi korkmuyor, ve amaç onu korkutmaya çalışmak olmamalı. İlkin onun korkusuyla bizim korkumuzun farklı olduğunu kabul etmeliyiz. İkincileyin onun genişlettiği sınırın dışının hala içinden kalabalık olduğunu. Kendisini onun düzeninde güvencede zannedenlerin de aslında dışarda olduklarını görmeleri için çabalamalıyız. Evet, korka korka ama kadim sözdür, korkunun ecele faydası yok. 
Öyle de ölüyoruz böyle de.

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

Çiftçiler şirketlerin insafına terk edilemez - Dr. Necdet Oral - Ziraat Yüksek Mühendisi

Çiftçinin borcu artıyor, tarımsal kredi kullanımı desteklerin yedi katına ulaştı. Stratejik sektör olan tarımın, özellikle küçük çiftçilerin her zamankinden daha çok desteklenmesi şart. Çiftçiler şirketlerin ve bankaların insafına terk edilmemeli.


Türkiye’de neoliberalizm 12 Eylül darbesinin 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararlarını koruması altına almasıyla başladı. Tarıma yönelik politikalar istikrar programlarına bu süreçte girdi. Devletin 1950-1980 yılları arasındaki tarımı destekleyen tavrı bu dönemden sonra değişti; destekleme alımları, girdi ve kredi sübvansiyonlarından oluşan rolü küçültüldü.

1980’li yıllardan bu yana Türkiye’de tarımın gerek uluslararası gerekse yerli sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesi, en açık biçimiyle tarımsal destekleme politikalarında gözlenmiştir.

2000’li yılların başından bu yana tarıma verilen toplam destekler milli gelirin binde 6’sını aşmayacak şekilde tutuldu. 2006 yılında çıkarılan Tarım Kanunu’nda zorunlu hale getirilmiş olan Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) yüzde 1’i olan asgari destekleme harcaması hedefine hiçbir zaman ulaşılamamıştır.

Destekleme fiyatları piyasa fiyatları seviyesinde tutulmuş; bu fiyatlarda rekabetedemeyerek tarımı bırakan küçük ve orta ölçekli çiftçilerin yerini tarım şirketleri almaya başlamıştır.

AĞIRLIĞINI KAYBEDİYOR
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kalkınmanın itici gücü, “milletin efendisi” olarak görülen tarım sektörü, uygulanan neoliberal politikalar sonucunda ülke ekonomisindeki ağırlığını her geçen gün kaybediyor. Özellikle AB ile 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması’ndan sonra Türkiye birçok tarım ürününde dışa bağımlı hale gelmiştir.

2001 krizinden sonra IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleriyle hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı AKP hükümetleri tarafından eksiksiz olarak uygulanmıştır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında tarım sektörünün Türkiye ekonomisindeki ağırlığı GSYH’nin yüzde 10’u iken 2017 yılında bu oran yüzde 6’ya kadar düşmüştür. Buna karşılık istihdamın beşte birini barındıran tarım sektörü ücretsiz aile işçiliğinin ve mevsimlik çalışmanın en yaygın olduğu sektör olmayı sürdürmektedir.

Tarımsal girdilerin (mazot, gübre, tohum, yem) fiyatları ürün fiyatlarına göre daha hızlı ve daha yüksek oranda artıyor. Buna karşılık çiftçi yeterince desteklenmiyor. Bu nedenle tarım alanları daralıyor, çiftçi tarımdan kopuyor, kırsal nüfus giderek azalıyor, tarımda daha çok ithalatçı oluyoruz. Tarımda küçük ve orta büyüklükte çiftçiliğinin yaygın olması, piyasada çiftçinin korunmasını zorunlu hale getiriyor. Çiftçilerin desteklenmesi keyfi bir tercih değil, tarımsal üretimin kendine has özellikleri ve üretim yapılan kırsal alanların sosyo-ekonomik özelliklerinin getirdiği bir zorunluluktur. Tarımda koruma ve müdahaleyi zorunlu hale getiren bir başka etken de çiftçilerin girdi satın alırken ve/veya ürünlerini satarken, piyasa koşullarından dolayı çift yönlü sömürüye açık olmalarıdır.




Tarımsal desteklerinin düşüklüğü, girdi maliyetlerinin yüksekliği ve ürününü değerinde satamaması nedeniyle para kazanamayan çiftçi, ürününden elde ettiği geliri aldığı kredi borçlarına yatırmaktadır.

2004 yılında tarımsal destekleme ödemeleri 3,1 milyar TL iken, çiftçilerin bankalara olan borcu 5,3 milyar lira idi. 2018 yılında tarımsal transferler için bütçeden 14,5 milyar lira ayrılmışken; Ekim ayı itibariyle çiftçilerin bankalara olan borcu 101 milyar liraya ulaşmıştır. 2004 yılında çiftçinin kullandığı banka kredisi tarımsal destekleme ödemelerinin 1,7 katı iken, 2018 yılında bu oran 7 katına yükselmiştir.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) verilerine göre; 2004-2018 yılları arasında bankalar tarafından çiftçilere kullandırılan kredi miktarının 19 kat artmasına karşılık; tarıma yapılan destekleme ödemeleri yalnızca 5 kat artırılmıştır.

YABANCI BANKALARIN PAYI ARTIYOR 
2000 yılında bankalar tarafından tarıma verilen kredilerin hemen hemen tümü kamu bankaları tarafından sağlanıyordu; özel bankaların payı yalnızca binde 4 civarındaydı. 2000-2018 yılları arasında yerli ve yabancı özel bankaların toplam payı yüzde 30’u aşmıştır.

Özellikle yabancı sermeyeli bankaların, borçlarını ödeyemeyen çiftçilerin topraklarına el koyarak, icra yoluyla sattıklarına ilişkin haberler basında oldukça sık sık yer almaktadır.

Devletin neoliberal politikalar uygulaması, yani girdi ve ürün piyasalarından çekilmesi, kredi piyasasını bankalara terk etmesi nedeniyle küçük üreticilerin piyasadaki tek alıcı veya satıcı konumundaki şirketlerle karşı karşıya gelmesi; onların dayattığı fiyatları ve koşulları kabul etmek zorunda kalmaları ve küçük üreticinin ücretli işçi olmaksızın kapitalist bölüşüm ilişkileri içine girerek sömürülmesinin önü AKP’li yıllarda daha da açılmıştır.

ÇİFTÇİ SÖMÜRÜLÜYOR
Bu koşullarda çiftçi ya tarımdan koparak hizmet sektöründe sömürülmeye devam etmekte ya da yine tarımda güç bela üretim yaparak yine tarımda sömürülmektedir. Son yıllarda çiftçinin tarımsal üretimi güç bela sürdürmesi tarım kredilerine bağlı hale gelmiştir.

Tarıma yönelik destekleri yeterince artırmak yerine kredi hacimlerini yükseltmek çiftçiyi borç batağına sürüklemekte, onu tarlasından kopartmakta, bu durumda tarlaların boş kalması nedeniyle üretim düşmekte, tarım arazileri el değiştirmekte ve hızla betonlaşmaktadır.

Küresel iklim değişikliği; toprak, su ve biyolojik çeşitlilik gibi doğal kaynakların tahrip edilmesi; açlık ve yoksulluk gibi küresel sorunlar tüm dünyada gündemin ilk sıralarında yer almakta ve insanlığın geleceğini tehdit etmektedir.

Artan nüfusu doyuracak yeterli üretimi gerçekleştirmek ve tarım arazilerini koruyabilmek için stratejik sektör olan tarımın, özellikle küçük çiftçilerin her zamankinden daha çok desteklenmesi ve desteklerin uzun vadeli planlanması şarttır. Çiftçiler şirketlerin ve bankaların insafına terk edilmemelidir.


Dr. Necdet Oral - Ziraat Yüksek Mühendisi / BİRGÜN

‘Özel cinayeti’ bizzat yerinde gördüm - Zafer Arapkirli

1990’lı yılların ortasında bir kış günüydü. Londra’da, evden işe günlük yolculuk için, bir sabah Catford Bridge- Charing Cross banliyö trenini beklerken, saatime bakıp yaklaşık 100 saniyelik gecikmeye homurdandığımı hatırlıyorum. Hemen yanımdaki 80’li yaşlardaki beyefendinin dikkatini çekmişim. 
Üzgün ve kırgın bir ifade ile, “Bak, genç adam..” dedi. “Bir zamanlar, bu trenlerle  saatlerimizi ayarlardık…” 
90 öncesinde o dönemleri de görmüş biri sıfatıyla “Haklısınız..” dedim. “Ben de bilirim o zamanları ve sizin hayal kırıklığınızı çok iyi anlıyorum. Ama bir de şöyle bakın.. Benim ülkemde bu 2 dakikalık gecikme bile bir nimet ve bir mükemmeliyet sayılabilirdi..” 
Karşılıklı gülümsedik ve ayrıldık. 

Neden o hale gelmişti anlı şanlı, “Saatleri ayarlatacak mükemmeliyetteki Britanya Demiryolları (British Rail)?” 

O da ben de, biliyorduk nedenini:  Özelleştirme. 
1980’li yıllarda, her şeye “Parra parra parra” diye bakan ve “Toplum diye bir şey yoktur, birey vardır. Devlet değil, özel sektör esastır” diye Başbakan Margaret Thatcher iktidarı ile başlayan ve halefi John Major ile devam ettirilen özelleştirme çılgınlığı, her şey gibi trenleri de rayından çıkarmıştı. 

Telekomdan sağlık sistemine, enerji-su şebekelerine ve ulaştırmaya kadar her şeyin özel sektöre peşkeş çekilmesine karşı çıkanlara “Komünist-Bozguncu-Çapulcu” damgasının vurulduğu o yılları çok iyi hatırlıyorum. Uzun yıllar iktidara hasret kalmış muhafazakârlar, bu sektörlerde İşçi Partisi iktidarındaki kötüleşmeyi bahane ederek “suçun yönetimlerde değil, sistemde yani Devletçilik’te olduğu” yalanı ile haraç mezat özelleştirdiler her şeyi. 

Yalan şöyle pazarlandı: 
- Devlet tren, vapur, uçak, hastane işletmez. (Nasıl? Size çok tanıdık geldideğil mi?) 
- Özel sektör rekabetçi bir ortamda çalışacak. (Rekabet neden şarttır?Anlayamamışımdır? 
- Maliyetler azalır, fiyatlar düşer. (Asla olmadı. Tam tersine, kâr hırsı ile fiyatlar fırladı.) 
- Tercih şansınız olacak. (A’dan B’ye giden tek bir tren hattında nasıl bir tercih olabilecekti ki?) 
- Özel firmalar daha kaliteli uzman eleman çalıştırır ve işler daha iyi yürür.(Devlet neden yapamazmış ki bunu?) 

Ve bir yığın tam safsata içerikli gerekçeler. 

Özel sektör firmalarına verilen “Ballı kâr garantisini ve zararlara karşı sübvansiyonu” (Nasıl? Bu da tanıdık geldi değil mi?) anlatmaya yerim yok. 
1993’te yaşanan demiryolu özelleştirmesine gerekçe gösterilen tüm bu hayâsızca yalanlar, sonuçta tüm ülkenin lanet okuduğu, 1999, 2000 ve 2002’deki feci kazalarla açgözlü özelleştirmecilerin suratında patladı. 

Muhaliflerin ısrarla aksi yönde uyardıkları üzere, amaçlanan hiçbir fayda sağlanmadığı gibi, demiryollarının sahipliği, vagon ve lokomotiflerin ve sinyalizasyon sisteminin sahipliği ya da bazı yerlerde (maliyet hesabı nedeniyle) bulunmaması ya da çalışmaması, işletmecilik hakları, bakım onarım sorumluluğu-sorumsuzluğu, fiyat belirleme politikaları ile yolcuların (özelleştirmecilere göre yolunacak kaz/müşteri) hakları gibi konularda tam bir kaos yaşandı. 

Bugün, Britanya bu yoldan geri dönebilmenin yollarını arar ve bu enkazı kaldırmaya çalışırken, şu gerçekler bir kez daha anımsatılıyor: 

Evet, devlet (bal gibi de) trenvapur- otobüs-uçak çalıştırır. Çünkü ulaşım hakkı, ucuz (hatta mümkünse bedava), temiz ulaşım hakkı, vergi ödeyen olmaktan kaynaklanan temel bir vatandaşlık hakkıdır. 
Evet, sağlık, eğitim, ulaştırma ve iletişim gibi temel hizmetler, piyasa koşullarına terk edilirse, yani özel sektöre terk edilirse sonuç, Britanya örneğinde tartışmasız biçimde görüldüğü üzere, soygundur, çöküntüdür ve kaostur.

 
Heveslenenlere duyurulur. 
Üstelik “Denemesi bedava değil”, çok yüksek maliyetlidir. Maliyet de, maalesef  “insan canıdır, insan kanıdır”.

 Zafer Arapkirli / CUMHURİYET