20 Aralık 2018 Perşembe

Almanya ne kadar faşizm kaldırır?(Analiz) - Tevfik Taş



Kapitalizm ırkçılık ilkelliğini asla aşamaz. Çünkü insanın insan tarafından sömürüldüğü bir düzende, ırksal üstünlük fikri aşılamaz. Post-modern sosyologların ırkçılık/faşizm fenomenini kapitalist/emperyalist sistemin dışında ele alma gayretlerini geçiniz. 'Kurumsal ırkçılık'ın faşizme evirilmesini isteyen sermaye düzenidir. Krizlerine yanıt ve yardımcı olarak.
Bir haftadan beri Almanya kamuoyu göçmen kökenli avukata polisler tarafından gönderilen ölüm tehditli mektubu konuşuyor.

Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) davasının müdahil avukatlarından olan Seda Başay-Yıldız'a gönderilen ''NSU 2.0'' imzalı tehdit mektubunda, bir yığın ırkçı hakaret eşliğinde,  iki yaşındaki kızının ''kesilerek'' öldürüleceği tehdidinde bulunulmuştu. Seda Başay-Yıldız'ın yerleşim bilgilerinin Frankfurt civarında bir karakoldan elde edildiğinin ortaya çıkması ile beş polis memurunun olayla ilgisine ulaşılmıştı.

Sözü geçen beş polisin, kurdukları whatsapp ağı üzerinden birbirleriyle Hitler fotoğrafları, Nazi sembolleri ve ırkçı sloganlar üzerinden irtibatlı oldukları deşifre edildi. Hessen eyalet başsavcılığı sözü geçen polislerin görevden el çektirildiğini açıklarken, Federal Adalet Bakanı SPD'li Katarina Barley, ''Aşırı sağcı kafa yapısının polis teşkilatında yeri yok'' diye esip gürledi.

Oysa Almanya'da güvenlik teşkilatları içerisinde ırkçı/faşist örgütlenme ve saldırıların haber konusu olmadığı bir gün dahi yok.

'BUZ DAĞININ YALNIZCA GÖRÜNEN YÜZÜ'
Frankfurt'daki beşli Neo-Nazi polis çetesini ''buz dağının yalnızca görünen yüzü'' olarak tanımlayan Sol Parti İç Politika Sözcü Vekili Martina Renner, Neues Deutschland gazetesine yaptığı açıklamada, ''Sonuçta sorulması gereken soru şudur: Polis içindeki Neo-Nazi ve ırkçılardan insanları kim koruyacak?'' (Neues Deutschland, 18 Aralık 2018)

En güvenilmez güvenlik örgütü olarak polis teşkilatı içerisinde ne zaman faşist bir saldırı ya da vukuat olsa ilk yapılan açıklama ''münferit vaka''dır! 
Bu nakarat yine bozulmadı. Polis Sendikası Başkan Yardımcısı Jörg Radek, kendilerini ''NSU 2.0'' tanıtan Frankfurt hücresi hakkında yaptığı açıklamada, ''yapısal bir sorun görmediği''ni açıklamakta gecikmedi. Bu türden olayların büyütülmemesini salık veren Polis Sendikası Başkan Yardımcısı Radek'e yanıt veren NSU Davasını İzleme Komisyonu'ndan Caro Keller, ''münferit vaka iddiasının daha fazla ifade edilemeyeceği''ni bir kez daha dile getirdi. 
Alman faşist hareketi üzerine araştırmaları ile tanınan Prof. Hajo Junke, NSU davasıyla ilgili olarak güvenlik örgütlerinin içinin Neo-Nazi kaynadığını belirterek, Alman güvenlik aygıtının olayların açığa çıkması için değil, gizlenmesi için çaba gösterdiğini örnekleriyle anlatıyor.

NSU davası uzmanı Prof. Hajo Junke, Alman iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın NSU davasında ''sistematik bir karartma çabası içerisine'' girdiğini uzun raporlarla ifade etti.

Alman düzen siyasetçileri nutuk atmayı sürdüredursunlar, son yıllarda polis mermisiyle ölenlerin sayısında radikal artış var.

ALMAN POLİSİ TETİĞİ DAHA RAHAT ÇEKİYOR
Junge Welt gazetesinden Markus Bernhardt dün yayımlanan haberinde, 2015 yılında 11 insanın polis kurşunuyla hayatını kaybettiğini belirtirken, bu sayının 2017'de ise 14'e yükseldiğinin altını çiziyor.

Markus Bernhardt, Pazar günü Bochum'da polis kurşunuyla öldürülen 74 yaşındaki yurttaş konusunda yapılan açıklamanın inandırıcılıktan yoksun olduğunu belirtti. Bernhardt, Bocum'lu 74 yaşındaki yurttaşın polisin dur ihtarına rağmen elinde tuttuğu ''silaha benzer bir aleti polis memuruna doğrulttuğu'' ifadelerinin sefilliğine dikkat çekiyor.

Olası bir tehdit karşısında polisin niçin bacak ya da kolları hedef almayıp da doğrudan bedenin ölümcül bölümlerini hedef aldığına yanıt ise bir başka polis yetkilisi Kuzey Ren Vestfalya Polis Sendikası (GdP) Sözcüsü Stephan Hegger'den  geldi: ''Tam hedef vurulmalı yoksa ikinci şans oluşur.''(JW, 18 Aralık 2018)

'POLİS TEŞKİLATINDA KURUMSAL IRKÇILIK VAR'
Gazeteciler Nadja Schlütter ve Charlotte Haunhorst'ın polis içerisindeki ırkçı örgütlenmelerle ilgi haberinde, ismi açıklanmayan genç bir polis aynen şunu söylüyor: ''Düşman hep solcular ve yabancılardır.''  https://www.jetzt.de/politik/rassismus-in-der-polizei-ein-junger-polizis...
Alman polisi içindeki eğitimi mercek altına alan Yannich von Eisenhardt Rothe, 16 yaşındaki polis okulu öğrencisi Simon Neumeyer'in Sachsen'daki polis okulunda gördüğü tek şey, ''Bütün Afrikalılardan nefret ediyoruz'' olmuş. 
WDR kanalının MONİTOR programına konuşan İnsan Hakları İzleme Örgütü Almanya uzmanı Alexander Bosch, ''Ortada üzücü münferit vakalar değil, polis teşkilatı içinde yapısal, bir başka deyişle, kurumsal ırkçılık var'' değerlendirmesini yaparken yerden göğe haklıdır.  https://www1.wdr.de/daserste/monitor/sendungen/rassismus-bei-der-polizei...
Alman polisinin kendisine dönük bir hak ihlali iddiası karşısında izlediği yöntemi değerlendiren siyaset bilimci Joshua Kwesi Aikens, ''engelleme'', ''delil karartma'', ''saptırma'' gibi yöntemlerle soruşturmanın aydınlatılmasını engellediğini kaydediyor.

2005'de Sachsen-Anhalt eyalet polisince gözaltına alınan Sierra Leone yurttaşı sığınmacı Oury Jalloh, ''ellerinden ve ayaklarından kelepçelendiği'' halde polisin üzerinde ''bulamadığı' çakmağı'' ile yanmayan yatakta ''kendini yakarak intihar etti'' diye rapor tutan polisler hakkında hâlâ bir somut ilerleme sağlanamadı.

ZDF kanalının eski moderatörü Peter Hahne, ''Berlin'de AfD'ye oy vermeyen polis yok'' derken gerçeği olanca çıplaklığı ile ifade etmiş oldu. Aysbergin görünen yüzü bile ürperti vermeye yetiyor. Faşist hareket Alman emperyalizminin yedeğinde özenle tuttuğu ayrılmaz bir bileşen. Emniyet kadroları ve 'sivil' uzantıları ile... 

Tevfik Taş / SOL

19 Aralık 2018 Çarşamba

Eksi 4 derece ve evsizler -(I-II)-TURAN ESER

(I)

10 Aralık İnsan Hakları Haftası. Madem bu köşe “ötekilerin postası” o zaman insan hakları ihlalleri söz konusu olunca, dertleri sadece eksi dört derecede, sokaklarda donarak öldüklerinden gündeme gelen evsizleri yazmalı.

Evrensel hukuk, insanın doğuştan kazandığı haklarının, devredilemez, ertelenemez olduğunu ve evrensel nitelik taşıdığını ifade etmektedir. Doğarken özgür ve eşit olan insan, doğumdan sonraki yaşamında da hak ihlalleriyle karşı karşıya kalmadan yaşamalıydı. Yaşam ve barınma hakkı da bunların başında gelmeliydi.

2019 yılı arifesinde Türkiye insan hakları sokaklarda donarak ölüyor. İnsan hakları baskı altına alınmaya, susturulmaya ve savunmasız bırakılmaya devam ediyor. 

Sadece donarak öldüklerinde, varlıklarından haberdar olduğumuz evsizleri başka zamanlar duymayız ve görmeyiz. 
Ama onlar her gün aramızdalar ve görünürdeler. Biz gözlerimizi onların hakikatlerine kör etsekte, onlar “biz buradayız ve görünürdeyiz, bizi görün” diyorlar.

Onlar sadece -4 derecenin dondurucu soğuk kış gecelerinde değil, 365 günün ve 365 gecenin en zorlu sıkıntılarına, acılarına, dışlanmaya, horlanmaya ve her türlü şiddete maruz kalıyorlar.

Evsizlerin çaresizliğine çare, umutsuzluğuna umut yok ve - 4 dereceli geceler dışında kapı acan yok. Evsizlere ve kimsesizlere 365 gün sosyal hizmet verecek açık bir kapı yok! Dondurucu kış günleri ilk kurbanlarını evsizler arasından seçtiğinde ve bir de o meşhur -4 derece beklenir.

İşte o zaman donmak üzere olan evsizlere kapalı spor salonları ve geçici barınaklar kapılarını, geçici bir süre için açar. Oysa eksi dört dereceyi beklemek geç ve kör kalmışlığın adıdır. 

Hükümetin betonlaşma başarılarına baktığımızda, Türkiye yılda 1 milyon konut üretiyor. Yüz binlercesi boş. Bu boş konutların 220 bini İstanbul’da. 

Ama hükümetin insanileşme ve sosyal politikalardaki çöküşüne baktığımızda, İstanbul’da 10 bin, Türkiye’de ise 100 bin civarında evsiz insan sokakta yaşıyor.

Peki sokakta ve sahipsiz kalan evsiz insanların hikayeleri kimin umurunda?

Devlet büyük olabilir. TOKİ’de devasa “sosyal” konutlar yapıyor olabilir ama “küçük insanları” görmüyorlar.
Zenginler “hayırsever” ama sahipsizliğin pençesinde sahiplenilme umuduna hasret insanlara elini uzatmıyorlar.
İnsanın hayatına, yaşam ve barınma hakkına dair söz sahibi kim? Adaleti, huzuru, varlığı ve insan haklarını dağıtan kim?

Bu haklar, adalet ve vicdan neden sokakta yaşamaya mahkûm olan evsizlere uğramaz. Kapısını çalmaz. Arka sokaklarda kaldırımlara serilmiş kartonlar üzerinde yaşayanların çalınacak bir kapısı, sorulacak bir adresi olmadığı için mi uğramaz “sosyal devlet!”

Evsiz insanların hikâyeleri ve hayatlarına dair neler biliyoruz ki? Hangi kamusal, insani ve sosyal çalışma yapılmış?
Hayatın en soğuk ve acımasız yüzüyle yaşamak zorunda kalan ve aylarca, yıllarca sadece kendisiyle konuşan insanlarla konuşan var mı?

Sokakları mesken tutmuş, kaldırım kenarlarını ve kuytuları yuva edinmiş insanlar hakkında hangi insani, sosyal ve politik farkındalık oluşuyor?

Sokakta yaşamak zorunda bırakılmış insanın, acılarla çizilmiş alın kırışıklarında “kaderinde varmış” yazmıyor! Kış gecelerinin ayazında, donuk kartonlar üzerine uzanmış bedenin üzerinde, sosyal olmayan yüzünü ve adaletsizliğini sadaka düzeni ile örtmeye çalışan devletin adı yazar.

Gazeteler “kaldırımda donarak ölen insanların” haberlerini verince, spor salonlarına dizilmiş sıralı yataklar üzerinde oturan insanların haberleri “sosyal devletin” günah çıkarma seanslarına dönüştürülür.


(II)

Her kış bu günah çıkarma seanslarının ardından, havalar ısınınca, evsiz insan yine torbasını sırtlayıp, çullarına sarılacak; kartonlarını serecek bir kaldırım arayacak. Bir sonraki kış birkaç insan daha sokakta donuncaya kadar.

Evsiz insan sahipsizliğin ve sosyal devletsizliğin vurduğu kaldırıma yan gelip uzanacak. Sokakları evi sanarak, küçümseyen bakışlardan kaçırdığı gözleri, horlayan sözlere tıkanmış kulakları ve sahipsizliğe sığınmış kalbi sadece kendisiyle konuşacak. O uykusuz gecelerinde Tanrı’ya lanet okurken, tanrılar yüz binlerce ibadet evinde “iyilik ” konuşacak ama, evsizin gözlerindeki sahipsizliği görmeyecek!

Kartonları döşek, gazeteleri yorgan, sokakları evi sanmış insanlar, hayat heybelerini, kalbe akan gözyaşlarıyla dolduracak. Sahipsizliğin ciğer yakan ateşiyle cehennemlerini bu yeryüzünde kaldırımlarda ve kuytularda yaşayacaklar. İsa gibi çarmıhta, nesimi gibi derisi yüzülmüş ateşte pişecek.

Bin yılın acısıyla, öyle bakacaklar hayata. Umut için, sahiplenmek için.

Tanrı’nın ve devletin adaletsizliğini lanetleyen isyanı duyulmayacak. Anlaşılmaz sözleri, hissedilmez acısı, parçalanmış ciğeri, gecelere saçılmış yalnızlığı, sadece kendisiyle ve sokak köpekleriyle paylaştığı sırlarını ve sıcaklığını kimse fark edemeyecek.

Hayatlarının ortakları var; Karlar, yağmurlar, rüzgârlar, sahipsiz köpekler, sarhoş fahişeler,
Evsizler…

Gündelik hayatın en sıkıntılı çilelerini taşırlar heybelerinde. İnsanlığın ve sahipsizliğin trajedisine aynadır.
Sokakları, parkları, kuytu köşeleri, yıkıntı harabeleri ve kaldırımları yaz kış; soğuk sıcak; yağmurlu fırtınalı; gece gündüz demeden hayatın en zorlu yaşam mücadelesine tutunurlar. 

Çatısızlar, evsizler, sahipsizler ve savunmasızlar. Yaşam alanlarında horlama, aşağılanma, dışlanma, şiddet, taciz ve tecavüz ile yüz yüze yaşıyorlar.

Kimi üşüyerek, kimi hastalanarak, kimi donarak, kimi açlıktan, kimi de şiddetin mağduru olarak ölüyor.
Evsizler, sahipsizler… 

Yazık ki, ne insanlar, ne toplum ne devlet onları sahiplenmiyor. Giyimleri perişan diye horlanırlar, kafeteryalar ve restaurantlar kabullenmez. Bankamatik kabinleri, otogar bankları, istasyon peronları, hatta cami avluları bile kalmalarına izin vermez.

Evsizler, sahipsizler…

Umutsuzluğun ve çaresizliğin içinde geçen uykusuz gecelerin kabuslarına, soğuğun tüm acımasızlığı ve zalimliği eşlik ederken, insan sıcaklığından mahrum kalmış, sahipsizlerin vücud ısısı düşerek donma nedeniyle ölüm haberi ekranlara düşer.

Hiç üstümüze alınmadan geçiştirdiğimiz haberler kategorisine atarız.

Devletin evsizlere yönelik düzenliliği ve sürekliliği olan hizmeti yok. Oysa sosyal devlet ilkesi gereği, sokakta yaşayan tüm evsiz ve sahipsizlere düzenli psikolojik, sosyal, hukuksal, ekonomik destek ve hizmet verecek merkezler ve barınma evleri kurmalıdır.

Evsizler ve sahipsizler bu ülkenin vatandaşlarıdır. Ama ne yerel yönetimler ve merkezi yönetimler evsiz insanları vatandaş bile görmemiş ve görmezden gelmeye devam etmektedir.

Ön yargılarımız evsizleri korkutan ve bizi onlardan, onları bizden uzaklaştırıyor. Tüm bu yaşananlardan, devlet, toplum ve birey olarak hepimiz sorumluyuz.

Görüyoruz, duyuyoruz, susuyoruz. Yani hepimiz sorumluyuz. 

Sokakta yaşamaya mahkûm edilen insanları mağdur etmeye devam ediyoruz. Onlar biz fark etmeden tek tek ölüyorlar. Her birinin anlatılmamış, dinlenmemiş ayrı ayrı hikayeleri birlikte mezarlara gömülüyor. 

Aslında çözüm var.

Sadaka değil, sosyal devlet olunmalı. Sosyal devletin de sosyal politikalar çerçevesinde yaşam ve barınma hakkı savunulmalı ve sağlanmalı. Tüm evsiz vatandaşlarımıza yönelik, insan onuru ve hakları kapsamında evsizler için danışma, barınma, psiko sosyal merkezlerini ulusal ve yerel ölçekte oluşturulmalıdır.

Turan Eser / BİRGÜN

Bizi insan yapan nedir? - Nihat Gökhan Yenice

1920’de, Rusya’da Azimov ailesine yeni bir üye katılıyor, bir erkek çocuk. Annesi babasının ismini veriyor bu çocuğa: Isaac. 1923’te aile Rusya’dan Amerika’ya göç ediyor, kayıt esnasında babasının ufak bir hatası ile soyadları Asimov oluyor ve Küçük Isaac Brooklyn sokaklarında büyümeye başlıyor. 1928’de Amerikan yurttaşı olan bu çocuk ileri yıllarda adı bilimkurguyla anılan bir yazar olacak. Şimdilik babasının gazete bayiliği de yaptığı şeker dükkanında çalışıyor. Bu sayede küçük Isaac istediğinden daha çok okunacak malzemeyle vakit geçirme fırsatı yakalıyor. Yazılmış kelimelere olan tutkusu biçimleniyor. Ama henüz yazarlığı keşfetmiş değil. İlköğretim yılları şekerci dükkanı, okul, aile etkinlikleri ve sokak yaramazlıklarıyla geçip iş üniversiteye geldiğinde kendini Columbia Collage’in zooloji bölümünde buluyor. İlk sömestr sonrası Asimov, zavallı sokak kedilerini teşrih etmek istemediğini belirterek kimya bölümüne geçiyor.


Altın çağ başlar
1938’de Wollheim tarafından biçimlendirilen Futurian’lara dahil olan Asimov, 1939’da Futurian’larla beraber ilk Dünya Bilimkurgu Toplantısı’na katılmak üzere yola çıkar. John W. Campbell’in fikirleri ışığında gerçek bilime dayalı kurgu üreten yazarlar olarak 200 kişinin katıldığı ‘Yarının Dünyası’ başlıklı toplantıdadırlar. Pohl, daha sonraları otobiyografisinde iki ayrı toplantı olduğunu Futurian’ların ayrı bir toplantı ve söyleşi programı yürüttüğünü söyler. Bilimkurgu kendini tanımlama aşamasındadır ve Asimov, Campbell, Heinlein, Pohl gibi imzalarla bilimkurgunun altın çağını ateşleyecektir. Aynı anda genç Asimov 1939’da diplomasını, 1941’de kimya mastırını, 1948’de biyokimyacı olarak doktorasını alır. Doktorluk ve mastır derecelerinin arasında iki yıl orduda görev yapar. 1946’da bürokratik hata yüzünden görev gücünden alınmasa ilk nükleer denemeye iki gün sonra gidecek ekiptedir. Döner doktorasını yapar. 1949’da Boston Tıp Fakültesi’nde dolgun maaşla çalışmaya başlar. Cambridge Üniversitesi yayınında çıkan Küçük Kayıp Robot dikkat çeker. 1950’de Ben, Robot gelir, arkasından da Gökteki Çakıl bir yazar olarak ilerleyeceğinin ışığını yakar. 1951’de yayınladığı Vakıf serisiyle 1952’ye gelindiğinde Asimov okuldan kazandığından daha çok parayı yazarlıktan kazanıyor olur. Okulda araştırma yapmayı bırakır ve sadece öğretmenlik yapmaya başlar. 1979’da profesör ünvanını alır.

Uçmaktan korkan Asimov iki kez orduda görevdeyken uçmak zorunda kalır. Gemi yolculuğunu tercih eder hatta 1972’de Apollo 17 fırlatılışını bir yolcu gemisinden izler. Bir yandan yolculuk ederken bir yandan gemilerde bilim kökenli sohbet geceleri düzenler. 1984’te Amerikan Hümanist Derneği tarafından Yılın Hümanisti olarak ilan edilir ki 2. Hümanist Manifesto’nun ilk imzacılarındandır. 1983’te geçirdiği bypass ameliyatı esnasında HIV kapar ve 1992’de NewYork’tan yeni bir galaksiye yolculuğuna başlar.
Yazarlık kariyerinin ilk 11 yılında sadece bilimkurgu hikâyeler yazdığını biyografisinde beyan eden Asimov bilimkurgu ürünleri dahil 471 kitaba imza attı. Bunların arasında Shakespeare ve İncil kılavuzu, detektif romanları, bilim kitapları ve üç kitaptan oluşan otobiyografisi de yer alır.

Asimov’u Altın Çağ yazarları arasına sokan Robot, Vakıf, İmparatorluk serileridir demek yanlış olmaz. Robot serisi bugün hâlâ ünlü üç robot kanunuyla akademik çevrelerin robot etiği konusunda tartışma yürüttüğü zemini oluşturuyor. Robot ve yapay zeka teknolojilerindeki günümüz ilerleyişinin robot kanuna ihtiyacı olup olmayacağı halen sorgulanıyor. Robot serisi bir yandan her ne kadar gelecekte teknolojinin işleyişi üzerine olsa da esasında insanı, duyguları, mantığı, bilinç ve ruhun kaynağını sorgulamak üzerine kuruludur. Bir makineyi bilinçli ve duygulu kılan nedir? Bunun cevabını bir biyo-makine olarak baktığımız insan üzerinden henüz cevaplayamamış olsak dahi. Ya insan bilincine özdeş niteliklerde robot üretirsek? Bu varlığımızı açıklamanın yeni yollarını da keşfettirebilir mi? Robotlar bu konuda hizmet veremese dahi, robot ve yapay zeka araştırmaları temelde insan denen makinanın zihinsel ve motor yeteneklerine dayalı ve bu yetenekleri araştırarak şu anda sadece mekanik mimikleri üretebilmekteyiz. 

Asimov, 2010’ları görebilmiş olsaydı yeni bir robot serisi yazmak ve kanunlarını gözden geçirmeyi bilimin yeni bulguları doğrultusunda tercih eder miydi bilemeyeceğiz. Lakin Robot serisi yine de yazılmış en çarpıcı ‘Bizi insan yapan nedir?’ sorusuna cevap arayışı olan bir yapıt olarak insanın teknolojik gelişimine felsefi sorular sormayı sürdürüyor.

Vakıf Serisi yazıldığı yılda bugün şimdi gelecek tarihi dediğimiz bir bilimkurgu alt türü tanımlanmış değildi. Bilimkurgunun Altın Çağ’ını başlatan bu önemli yapıtlar yeni bir bilimkurgu alt türünün başlangıcı ve hatta kılavuzu olmuştur. Asimov, Vakıf serisinde inanılır ve güçlü bir gelecek tarihi kurgular. Kurgunun alt metninin Roma İmparatorluğu’nun siyasi ve politik strüktürünün işleyişi temelli olması; yapıta, okuyucunun işleyişi hızlı kavramasını sağlayacak bir akış mimarisi sağlar. Kritik durumların hepsinde olayların akışını doğrusu sahneyi en kritik müdahaleleri yapacak olan en güçlü karakterlerin üzerinden görürüz. Kahramanlar o kadar canlı betimlenir ki neredeyse sayfalardan dünyamıza fırlarlar. Asimov, sıradan uzay macerası bir bilimkurgu yerine psikoloji, sosyoloji, tarih bilimlerinin önde olduğu bir politik gerilimi; teknoloji, zaman ve yıldızlararası yolculuk perdesinin önünde sergiler. Çökmekte olan bir imparatorluğun ortasında matematikçi ve tarihçi Hari Seldon’un kurduğu yeni bir bilimle tanışırız. Psikotarih.

Üçlemenin son kitabı bize ikinci Vakıf’ı aktarır. Vakıf iki ayrı üçlemeden oluşan bir seridir. Asimov 50’lerin sonunda yayınlandığı ilk üçlemeden yıllar sonra Vakıf serisi için üç kitap daha yazar. Bu sayede seriyi yayın kronolojisi veya hikayenin kronolojisine göre olmak üzere iki farklı şekilde okuma yapmak imkânı doğar. Gerçi ikinciyi yapmak için ikinci setin yayını beklemek gerekecek. İthaki Yayıncılık henüz ilk üçlüyü yepyeni modern bir çeviriyle yayınladı, ancak ikinci üçlü henüz rafa çıkmadı. Ayrıca aynı yayınevi peşpeşe Robot ve İmparatorluk serilerinin de kitaplarını yayınlamaya başladı.
Asimov, İmparatorluk Serisi’nde Vakıf ile aynı evrende yer alan ve çöktüğü için Vakıfların kurulmasına sebep olan imparatorluğa daha derin bir bakış sunuyor. Vakıf’ın ilk serisinin önemi türün ilk örneği olması dışında içinde yer alan fikirlerin zenginliğinin pozitif sosyal bilimlere dayalı olması. Seri, okurla buluştuğunda onu fikir bombardımanına tutar. İçinde bulunduğu evreni, gelenek ve kanunları, insan ilişkilerini ve bu ilişkilerin duygusal yansımalarını yepyeni bir bilim ve teknolojik olanaklar ile beyninizde canlandırır. Böylece tempo yitmeden karakterlerin gücü ve yapıbozumcu tarih hikâyelerine dayalı devasa bir galaktik tarih okur ve bu tarihin kumaşını hissedebilirsiniz. 

Yazımızı Asimov’dan bir cümleyle kapatalım: “Günümüzde hayatın en üzücü yanı; bilimin bilgiyi, toplumun bilgeliği edinmesinden hızlı edinmesidir.”

Nihat Gökhan Yenice / BİRGÜN

Krizi krediler üzerinden okumak - HAYRİ KOZANOĞLU

Piyasadaki kredi daralması krizin boyutunu gözler önüne seriyor. Bir anlamda damarlarda dolaşan kan azalıyor, bünye zayıf düşüyor. İşsizlik artıyor, sanayi üretimi hızla geriliyor.


Ekonomideki yokuş aşağı gidişi tek başına TL kredilerin seyrinden bile okumak mümkün. Zaten VDMK (Varlığa Dayalı Menkul Kıymetler) hokkabazlıklarıyla, bankalara kredi açabilmeleri için fonları serbest bırakmaya çalışmak da bu konuya ilişkin endişenin ürünü. Merkez Bankası’nın geçen hafta açıkladığı, 30 Kasım - 7 Aralık dönemini kapsayan istatistikler 4 farklı kredi türünde de daralmaya işaret ediyor. Bir anlamda damarlarda dolaşan kan azalıyor, bünye giderek zayıf düşüyor.

Yabancı parayla verilen krediler kur hareketlerinden de etkilendiği için TL kredilere odaklandık. Yalnız tüketici kredileri ve taksitli ticari krediler istatistiklere TL+YP olarak yansıdığı için o rakamları aldık. Tablodan da görüleceği gibi son haftada 4 kredi türünün bakiyesinde de gerileme var. 2017 yıl sonundan bu yana ise, şirketlere açılan TL krediler ve tüketici kredilerinde çok sınırlı bir artış söz konusuyken (yüzde 2.3 ve yüzde 1.3), daha çok küçük şirketlerin kullandığı taksitli ticari krediler artmak şöyle dursun gerilemiş bile… Tek kayda değer yükseliş sergileyen tür olan kredi kartları bakiyesi de, enflasyonun altında yüzde 16.6 kıpırdamış. Bu da muhtemelen daha önce limitlerini tam kullanmayan bazı kişilerin, gelirlerinin enflasyonun altında kalması nedeniyle harcamaları için kredi kartlarına yüklenmelerinin sonucu…

Şirketler kesiminin yaşadığı kredi darboğazının ekonomik aktiviteyi nasıl olumsuz etkilediğini geçen hafta açıklanan büyüme rakamlarından da çıkarmak mümkündü. Çok üzerinde durulmayan bir istatistik, stoklardaki değişimin 3. Çeyrek büyümesini tam yüzde 5.6 aşağı çekmesiydi. Diğer bir ifadeyle şirketler mevcut talebi karşılamak için üretim yapmamışlar stoklarındaki hammaddeleri, yarı mamulleri ve mamulleri kullanmışlardı. Bunun bir açıklaması döviz kurlarındaki artış nedeniyle ithalat yapılmamasıysa, diğeri de finansman sağlayamamak veya fonlama maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle kredi kullanmaktan kaçınmak olmalıdır.

Bu vahim tabloyu dün açıklanan istihdam ve sanayi üretimi verileri de doğruladı.

İşsizlik Yavaş İvmeyle Artıyor
Eylül ayında işsizlik oranı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 0.8 artarak yüzde 11.4 düzeyinde gerçekleşti. Böylelikle işsiz sayısı 330 bin kişi artarak 3 milyon 749 bin oldu. Açıkçası bu istatistikler ekonomide gözlemlenen kriz algısına göre, yavaş bir ivmeyle artışı ifade ediyor. Türkiye’de işsizliğin zaten yüzde 10’un üzerinde seyrettiği, hızlı büyüme yaşanan dönemlerde bile tek hanelilere düşürülemediği söylenebilir.

Açıkçası kuşku uyandıran bu istatistikleri veri kabul edersek; işverenlerin krizin çabuk geride bırakılacağı beklentisiyle henüz işçi çıkarmalara başlamadığı, turizm sektöründeki canlanmanın istihdamı olumlu etkilediği söylenebilir. Ayrıca mevsim etkisinden arındırılmış işgücü katılımının 34 bin kişi düşüşü, kriz ortamında iş bulma şansının bulunmadığı endişesine kapılanların artışıyla açıklanabilir.

Genç nüfustaki işsizlik oranı yüzde 1.6 artarak yüzde 21.6’ya ulaşmış. Gençler açısından durum daha da vahim görünüyor. Ekonomik analiz yapmaya daha elverişli, mevsim etkisinden arındırılmış veriler de işsizlik oranının bir önceki aya göre yüzde 0.1 artışla yüzde 11.3’e ulaştığına işaret ediyor. Bu istatistik de açıkçası öngördüğümüzden daha az kötü bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor. Öte yandan Şubat 2018’den başlayarak 8 aydır yavaş bir tempoyla sürekli artan bir işsizlik oranının söz konusu olduğunun altını çizelim.

Sanayi Üretimi Hızla Eriyor
Sanayi üretimi Ekim ayında geçen yılın aynı ayına kıyasla yüzde 5.7 azaldı. Asıl önemlisi imalat sanayi endeksinde bu oran yüzde 6.5’i buldu. Bu açıkçası çarkların durduğunun habercisi. Eylül ayıyla karşılaştırıldığında da, Ekim’de sanayi üretiminin yüzde 1.9 gerilediği, imalat sanayinde bu ivme kaybının yüzde 2.0’ye ulaştığı görülüyor.

Ara malı üretiminin 1 yıl öncesine göre yüzde 9.6, Eylül ayına göre yüzde 3.8 daralması; sermaye mallarında ise geçen yıla kıyasla yüzde 6.7 azalma gözlenmesi, bu karamsar görünümün önümüzdeki dönemde tüm sanayi üretimine yayılacağı sinyalini veriyor.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Portakal, Küçükkaya, Kırıkkanat.. - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Uygar toplumlarda ve gerçek demokrasilerde en saygın meslekler arasında yer alan gazetecilik, Türkiye'de iktidar beslemeleri ve baskı iklimi nedeni bir kâbus halini aldı...

Gazeteci, okuru-izleyicisi dışında hiçbir güç odağına yaslanmaz...


Geçen sabah Türkiye'nin en çok izlenen sabah kuşağı programında -sanıyorum memleketin yarısı takip ediyor- İsmail Küçükkaya izleyicilerine hem haber veriyor hem de gazeteciliğin kamu yararı için yapıldığını, olumsuzlukları göstermenin gazetecilik görevi olduğunu anlatıyordu.

Yani Küçükkaya, ekrana getirdiği haberler nedeni ile kendini "açıklama yapmak" zorunda hissediyordu...
Haksız değil...
Çünkü AKP iktidarı tel tel dökülürken önce gerçekleri öldürme refleksine sarılıyor...

Gerçekleri öldürmek; o haberleri gazeteye, ekranlara taşıyanları tehdit etmekten, davalarla yıldırmaktan, patronları arayıp işsiz bırakmaktan, reklam verenlere baskı uygulayıp kanalı ya da gazeteyi "cezalandırmaktan" geçiyor!

Yaklaşık 20 yıldır, finale yaklaşırken ağırlaşan bu korku filminin içinde yaşıyorum... Baskının her türlüsüne maruz kalan mahallemizdeki ilk gazeteciler arasındayım...
Finale yaklaşıyoruz dedim ya... Kastettiğim yerel seçimler elbette... Bu seçimde toplumun tüm kötü yönetim, ekonomik kriz ve yanlış iç-dış politikaların hesabını soracağına inanıyorum...

Türkiye yönetilemiyor, hükümet bocalıyor ve öfke ile kendi hatalarının bedelini hayali düşmanlar yaratarak onlara ödetmeye çalışıyor...
Devlet Bahçeli'nin "sokağa çıkanları tepeleriz" anlamına gelen açıklaması, en demokratik hakkını, yani protesto etmeyi düşünenlere karşı açık tehdit değil miydi?

Ya da Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, işini düzgün yapan meslektaşımız Fatih Portakal ile ilgili yorumu... Ne demiş Fatih; "zam yağmurunu bir protesto edin de görelim" demiş... yani tam da baskı iklimine dikkat çekmiş...

Peki besleme medya olayı nasıl aktarıyor? Sanki Fatih Portakal izleyicileri sokağa davet edip ortalığı yakıp yıkın demiş!

Biraz insaf desem, biraz ahlak desem bir anlamı var mı?

Mahallemizin hakiki gazetecilerinden Mine Kırıkkanat'a yapılan linç kampanyasını hatırlayın... Mine Kırıkkanat'ın sözlerini çarpıtarak bir "şeytan" yarattı Saray beslemeleri...
İktidar ve medyası, en küçük muhalif-aykırı sesi sindirmek, korkutmak, yıldırmak üzerine sistemli bir plan yürütüyor... Kriz derinleştikçe hakikati karatma baskısı artacak...

Oysa biliyorsunuz; gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır...

AKP, vahşi sermayenin partisi
Bankalar, bankaların batık kredilerini satın alan şirketler, GSM operatörleri, internet servis sağlayıcıları, elektrik dağıtım şirketleri...

Kapitalizmin doğasında şirket kârlarını katlamak var ancak demokratik toplumlarda, hukuk devletlerinde şirketlerin saldırılarına karşı tüketicileri koruyan yasalar vardır. Kurumlar vardır... Sivil toplum örgütleri, dernekler vardır...

Türkiye'de liberal ekonomi ya da kapitalizmden söz edemeyiz. Yaşadığımız ekonomik düzen vahşi kapitalizmdir...

Yani tüketicilerin sonuna kadar soyulması üzerine bir sistem uygulanıyor! Öyle bir soygun ki hesap soramıyorsunuz... Hükümet sizi umursamıyor!

Yazmaktan bıkmayacağım...

Bakın, Varlık Yönetim Şirketleri diye bir yapı türettiler... Bu şirketler banka ya da dev şirketlerin borçlarını çok ucuza satın alıyorlar. 10 TL'lik borcu 2-3 TL'ye satın alıyorlar. Sonra dönüp tüketicilerden 10 TL'ye karşılık 100 TL ödeme istiyorlar!
Kime neyi tutturabilirlerse... Bu arada çok büyük haksızlıklar, mağduriyetler yaşanıyor. Tüketicilerin borca yasal süre içinde itiraz etmelerini önlemek için posta kutularına ya da muhtarlıklara ihtarname bırakıyorlar. Sizin "acaba bana bir ihtarname geldi mi?" diye her gün muhtara uğramanız gerek!

Bu nedenle tüketici; şirketin uydurup, fahiş faizlerle büyüttüğü borcu ancak kesinleştiği zaman görebiliyor! Yani yasal itirazı atlamış oluyor...

Maaşına haciz gelen vatandaş ise bu mafyatik sözde avukatlık bürolarının esiri oluyor. Büro parayı tahsil ettikçe, istediği gibi faizi ve miktarı ile oynayabiliyor!
Tüketiciyi koruyan en küçük bir mekanizma yok! Bu "ayrıcalıklı şirketlere" itiraz etmeniz mümkün değil. Hakkınızı arayacağınız kurum, bu simsarları şikâyet edeceğiniz bir merci yok!

AKP iktidarı dar gelirliyi, yoksulu vahşilerin insafına terk etti...

AKP; borç verenlerin, oligarşinin, zenginin, sermayenin iktidarı olduğunu, üreticinin, tüketicinin, yoksulun yanında yer almadığını daha ne yaparak ispat edebilir?


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

Gökbey...- AHMET TAKAN

Yook atlamadım!..
Biliyorsunuz, savunma sanayisi ile ilgili konuları elimden geldiği kadarıyla takip etmeye çalışırım. Bu sefer araya çeşitli sebepler girdiğinden 12-13 Aralık'ta sarayda düzenlenen savunma sanayisi zirvesine değinemedim. Protokol konuşmaları değil de duyduğumda adının bile beni çok heyecanlandırdığı zirvenin ruhu ilgi alanımdı. Çünkü, savunma sanayimiz yaşadığımız iç ve dış sorunlar yüzünden çok çetin bir süreçten geçiyor.

Zirveye katılanların izlenimlerini almaya çalıştım. "Küresel Güç Türkiye" konsepti ile sektöre yön veren isimler alışıldık/rutin konuşmalar yapmış. Bilirsiniz işte, aslında uzaya çıkacakken nasıl kıskanıldığımız, dış güçlerin bizi nasıl engellediği, en önemli ham madde ve malzemeler Amerika'dan peşin parayla satın alınırken nasıl mühendislik harikası bir montaj yapıldığı, bu yeteneklerimizle tüm dünyaya nasıl göz dağı verdiğimiz falan filan... A Haber konsepti oraya da hâkim olmuş!..

Zirve etkinliğinin içeriği ile beraber değinmek istediğim bir başka konu var. Eskiden bir devlet etkinliğine gidildiğinde, kürsüye gelen  konuşmacı o etkinlikteki en yüksek rütbeli kişiden başlayarak herkesi selamlar ve konuşmasına geçerdi. Unvan zikredilerek; "Sn. Cumhurbaşkanım, Sn. Bakanım, Sn. Müsteşarım, çok kıymetli katılımcılar hepinizi saygıyla selamlıyorum" gibi... Yapılan bu selamlar artık çok zorlaştı. Zorlaşmasından ziyade bilerek ve isteyerek atlanıyor, her konuşmacı Cumhurbaşkanı'na methiyeler düzeceğim derken kontrolden bile çıkıyor!.. Hatırlayınız, bir üniversitenin başındaki rektör "Erdoğan'a itaat etmek farzdır" demedi mi? Bu zirvede de duyumlarıma göre, methiyeciler iş başında imiş.

Kısa bir parantez açalım;
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçerken aklımıza gelmeyen (!) bir sorun hortlamış durumda. Başkan enflasyonu... Cumhurbaşkanı (Başkan), TBMM Başkanı, Genelkurmay Başkanı, Ana Muhalefet Partisi Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, Danıştay Başkanı, YÖK Başkanı, Sayıştay Başkanı, Barolar Birliği Başkanı, Uyuşmazlık Mahkemesi Başkanı, YSK Başkanı, DDK Başkanı, Merkez Bankası Başkanı, Rekabet Kurumu Başkanı, Özelleştirme İdaresi Başkanı, SPK Başkanı, Diyanet İşleri Başkanı, Devlet Personel Başkanı, Atom Enerjisi Kurumu Başkanı, TÜBİTAK Başkanı, TİK Başkanı, Savunma Sanayii Başkanı, Kurul Başkanları...

Liste uzayıp gidiyor. Görüldüğü üzere, ülkede herkes "başkan". Bir de bunlara eklenen Başkan Yardımcıları ve Daire Başkanları var.  Cumhurbaşkanı da kendisine "Başkan" diye hitap edilmesini istiyor, Cumhurdan çok bahsediyor ama nedense tercihi bu yönde!.. Belki de diğer unvanı olan AKP Genel Başkanlığına daha çok vurgu yapılmasını istiyor olabilir.

Bahse konu zirvede Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Prof. Dr. Davut Kavranoğlu konuşmasında insan kaynakları yönetiminin önemini Nisa suresi 58. Ayet ile açıklamış. Buna çok şaşırdım diyemem, itirazım da yok, olamaz da. Ancak, zirveye katılan üst düzey bir ismin şu uyarılarına da hak vermeden geçemedim;
"İşletmelerde bilimsel yönetim kuramının temeli bilimsel anlamda Frederick W. Taylor ile başlar. Bundan yüz yıl kadar önce bu konuları ele almıştır. İşe uygun personelin bilimsel yöntemlerle seçilmesi, (Taylorizm) olarak da bilinen yönetim kuramının ilkelerinden biridir. O kadar geriye gitmesine gerek yoktu."

"Ne alakası var?
Ayetle açıklamış da ne olmuş?
Bir ayetten alıntı yapmak günah mı?" diye tepki verdiğimde üst düzey yönetici şunları söyledi;
"Konuya açıklık getirmek isterim. Zirve etkinliğinden yürümek gerekirse, teknoloji ham maddesinin, mühendisliğin ve asıl önemli olan elektronik kısmının üretimini yapan Müslüman olmayan ülkelerde gerek eğitim gerekse bilim, dinî temellere oturtulmaya veya zorlama ilgi/alaka kurma çabalarına dayanmıyor da ondan. Onların inancı, onların dini yok mu? O ülkelerde herkes ateist mi? Peki, teknolojide neden bizden birkaç yüzyıl ilerideler o halde?

Çünkü, o ülkelerde çalışanların ülkeyi yönetenlere methiyeler düzmek, her işlerini mutlaka dinî inancına bağlamak, ego tatmini yapmak gibi bir derdi yok. Fabrikada bilimsel yöntemlerle işini yapıyor, ülke büyüklerinin karşısına geçtiği zaman yaptığı tek methiye karşıdaki kişinin unvanının başına (Mister) getirmek. 'Mister President' yani Sayın Başkan anlamında. Hatta ince bir zekâyla siyasi yöneticiyi eleştirmek de günün mönüsüne eklenebilir.

Aradaki bu farkı anlamadığımız sürece, eğitimden, sağlıktan, adaletten, teknoloji üretimine kadar her alana dinbazlıkla yaklaştığımız sürece; onlar üretir, bize ham madde diye satar, biz de yaptığımız montajı bilim diye över dururuz. Her okula önce bir laboratuvar açacağımıza sadece mescit açmakla meşgul olursak, sonuç bu olur. Zirvede açıkladıkları Gökbey ismindeki helikopterin motoru Amerikan şirketine ait.

'Kime ne!' deyip de geçelim mi?"

FETÖ'nün ardından en stratejik kurumlarımızda yuvalanmaya başlayan bazı cemaatlerin faaliyetlerini bilen ve bunu sizlere aktarmaya çalışan bir gazeteci olarak sadece gerçekleri ve "millî"lik kamuflajı ile yutturulmaya çalışılan tezgahları bilmenizi istiyorum. İlk emri "oku" olan dinin mensubu olarak, o kutsal emri hep, araştır, sorgula, körü körüne biat etme, aklın ve ilmin yolundan ayrılma olarak anlar ve yaşarım!.. Elhamdülillah...

Ahmet Takan / YENİÇAĞ

18 Aralık 2018 Salı

‘Osmanlılar devrinde tercüme’ - ÖZDEMİR İNCE

Kültür ve uygarlıkların gelişiminde çevirinin yeri konusu açıldığında, onun iki anlamda (hastalıktan koruyucu ve ağaç dönüştürücüsü) aşı olduğunu söyleyip yazdım. Başka kültür ve uygarlıklarla ilişki ve etkileşim kesildiği zaman kültür ve uygarlık ensest yapmak (aile içi ilişkiyle üreme) zorunda kalıyor, bunun sonucu olarak da soyu bozulup yok oluyor. Şimdi de aynı düşünceyi ısrarla korumaktayım.

***

Bugün, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’in (1901-1974) ilk baskısı 1935 yılında yapılan “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İslam MedeniyetindeTercümeler ve Tesirleri” (*) adlı kitabını kendime tanık yapmak istiyorum. Tanığa gereksinimim var, çünkü İslamcıların ve sağcıların Osmanlı’ya dair palavralarından iyice bıktım. Sözü Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’e bırakıyorum:

***
[“Osmanlılar devri Garp’la, eski medeniyetlerle bağlarını keserek kendi içine kapandığı için yaratıcılığını kaybetti. Bu devirde yalnız İslam medeniyetinin kelam, mantık ve tasavvufa ait eserleri ifrat derecede şerh edildi, haşiyeler ve talikler yazıldı. Bu nevi eserlere ait ihmal edilemeyecek kadar da tercümeler yapıldı. Fakat Latin ve Yunan âleminden hiçbir nakil yapılmadığı gibi, evvelce bu âlemden Arapçaya geçmiş olan eserlere karşı da aynı alakasızlık gösterildi.Büyük Türk feylesoflarının 9-10’uncu asırlarda vücuda getirmiş oldukları Arapça eserlerden mühim bir kısmı tercüme edilmeden kaldı. Bütün fikir faaliyeti, dini devletin memurlarını yetiştirecek olan medreselere lazım skolastik bilgilerden ibaretti. Eski tabirle, akli ilimler zayıflayarak bütün dikkat yalnız nakli ilimlere (tefsir, hadis, fıkıh, kelam) döndü. Bu sahada bile esaslı yeni hiçbir şey yapılmadı. Haşiyecilik, fikir uyuşukluğunun en bariz alameti idi. Saçaklızade Tertib-ül-ulûm’unda medreselerin bu dar zihniyetinden şikâyet ederek lüzumsuz haşiye ve talikler yerine; talebe için yalnız faydalı malumatı alan klasik kitaplar vücuda getirilmesini tavsiye ediyordu. Kâtip Çelebi Mizan-ül-hak’ta skolastik zihniyeti ve bunun doğurduğu feci neticeleri anlatıyordu.Fakat bütün bu hücumlara rağmen dini devletin bünyesi, medreselerin dini devlete alet haline gelmiş olması, fikir sahasında her nevi reformu imkânsız bırakıyordu...”


***

“Bundan evvelki fasılda gördüğümüz gibi Garp tercümeleri Tanzimat’tan evvelbaşlamış ve mahiyet itibariyle büyük bir fark göstermeksizin Tanzimat’tan sonra da devam etmiştir. Ancak Garp ve Şark zihniyetleri arasındaki karşılaşma, mücadele şeklini aldığı zamandır ki, ikilik yavaş yavaş kaybolmuş ve iki âlem arasında kaynaşma başlamıştır. Bu karşılaşma ise Garp’tan yalnıztekniğe ait eserler tercümesiyle kalınmayarak, tam bir zihniyet değişmesini temsil eden sanat, felsefe ve ilim etrafında nakiller yapılmasıyla mümkün oldu. Bu son devir açılalı tam bir asır oluyor. 
Bu asır içerisinde Garplılaşma, Avrupalılaşma, yeni uyanış etrafında çok şeyleryazıldı ve söylendi. Tanzimat hareketi ister şuurlu ister şuursuz addedilsin, herhalde o zamandan sonra Garp medeniyeti ile temasımız, bu medeniyete girmenin zaruri olduğunu gösteriyordu.”]
***

Cumhuriyet, Tanzimat’tan önce temeli atılan “doğru” çeviri anlayışına sahip çıktı; “Tek Parti Dönemi” Milli Eğitim Bakanlığı Batı ve Doğu klasiklerini çevirtip yayımlayarak bir çağdaş düşünce ortamının oluşmasını sağladı. Siyasal İslamcılar, Batı klasiklerini okumadıkları gibi Doğu klasiklerini de okumadılar ve ebedi cahil kaldılar. 

H. Z. Ülken, aslına bakarsanız, ortak akılcı AKP kafasının, kültür ve bilginin “Taş Devri”nde kalmasının nedenlerini anlatıyor.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

(*) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım 2016. S. 243

Anadolu’dan devlet giderse... - Erol Manisalı

Türkiye bu coğrafyada “kendine özgü” bir ekonomik yapıda olmak zorundadır. İç dinamikler, çevre ülkelerden gelen etkiler ve BOP aracılığı ile küresel güçlerin bölge hesapları bunu zorunlu kılar. Bu nedenle “karma ekonomi” ağırlıklı bir yapı, uygulana gelmişti.
- Cumhuriyet döneminde uygulanan model başarı sağlamıştı. İktisadi, sosyal ve siyasal boyutlar bütünleştirildi.

- Sonrasındaki “liberal politikalar kapanı”, 1961 Anayasası ile karşılanıp, işler yeniden rayına kondu: sanayide Aliağa’dan Seydişehir’e siyasal ve sosyal boyutta sivil toplumsal örgütlenmeye ve sendikalaşmaya geçiş yeni kapıları açtı: Türkiye, Doğu ve Batı arasında denge sağladığı gibi Anadolu yeniden inşa edildi. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), “dev proje” olarak başlatıldı.Terör bitirildi, tarım yerli yerine oturmaya başladı, sanayileşme Anadolu’da birçok kentimize refah getirdi, istihdam arttı. 

- Ve darbeler sonrası “özelleştirme furyası” devreye sokuldu. Özellikle de AKP iktidarı döneminde tütünden pamuğa, şeker pancarından fındığa, zeytinden üzüme çiftçiyi ayakta tutan, yaşatan bütün “tarıma dayalı sanayi tesisleri” ya içerdeki özel aracılara, ya da BOP’ta hesap yapan devletlerin şirketlerine satılarak “Anadolu’nun içi boşaltıldı”. Hayattaki bir insanın organlarını çıkarıp satmak gibi. Tarım ve onun alıcısı yerli kamu tesisleri yok edildiler, tarım tamamen “uluslararası tekellerin denetimine girdi”, gayri milli hale sokuldu. 60 milyar dolarlık özelleştirme yapıldı. 

- Doğu ve Güneydoğu’da işsiz kalanlar terör örgütlerinin eline düştüler ya da yerlerini terk ederek başka diyarlara zorunlu olarak göçtüler. Kaçakçılar ve uyuşturucu mafyası bu bölgelere hâkim oldu. Zora düşen insanlar “din tacirlerinin” eline düştüler ve onlara muhtaç hale sokuldular. Ve bu gelişmeler “anti-demokratik” oluşumları, din ve toprak ağalarının baskılarını arttırdı. Kadın ve çocuğa şiddeti yaygınlaştırdı. Devlet (ve kamu) Anadolu’daki yatırımlarını terk edince işsizlikten teröre felaket manzarası ortaya çıktı. Bütün istatistikler bunu gösteriyor. Anadolu’nun kamu yatırımlarından boşalması, Batı’daki büyük kentleri de perişan etti. Aşırı yükselen nüfus, kentlerdeki refah düzeyini aşağı çekti, kamusal harcamaları olağanüstü zorladı. Ve bu bilinen sonuçlar göz göre göre yaşandı, desteklendi.


Yerel seçimlere giderken ‘yerellik’
Devlet (kamu) yatırımları eskiden olduğu gibi “Anadolu’ya tekrar döndürülmeden”  Türkiye’nin sorunları çözülemez. Terörü sadece askerle durduramayız, ekonomiyi de kullanmak kaçınılmazdır.
Teröristlere, misyonerlere, din tüccarlarına, kaçakçılara, uyuşturucu mafyalarına terk edilen alanların tekrar, “kamunun ekonomik gücü kullanılarak” yeniden kazanılması gerekiyor. Anadolu’da yapılacak kamu yatırımlarında “kâr-zarar hesabı mikro bazda yapılmaz”: makro olarak dolaylı iktisadi, sosyal, kültürel ve siyasal katkıları ile birlikte düşünülür.

Geçmişten örnekler:
- Nazilli ve Aydın yöresi eskiden, “Nazilli Bez Kombinası” sayesinde iktisadi ve sosyal olarak gelişti.
- Eskişehir’i Eskişehir yapan faktör, Devlet Demiryolları’nın cer atölyelerinin geçmişte bu kentte odaklanması, sosyal ve iktisadi dokuyu da yükseltti. Yılmaz Büyükerşen de bu tarihi “oluşumu” iyi değerlendirerek örnek bir kent yarattı.
- Kırklareli’nin gelişmesinde devletin kurduğu Kepirtepe Köy Enstitüsü’nün katkısı çok büyük olmuştur.
- Kayseri’nin gelişmesinde, kentte yapılan kamu iktisadi tesislerinin katkısı çok büyüktür.
- Doğu Anadolu’daki “et ve balık kombinaları”, hayvancılığa ve tarıma çok büyük etki yaptı.
- Devletin SEKA’yı kurması, orman ürünlerine ve çiftçiye katkı sağlamıştı. Yanlış bir kararla satılıp adeta yok edilen SEKA’nın katkısı, son kâğıt krizi ile de görüldü.
Seçimlere giderken yaşanan bu duruma karşılık yürütülen yeni “projeler” ve yatırımlar çok farklı: 3. havalimanı ve 3. köprü diğer eski kamu yatırımları gibi değil: halk kazanmıyor, üstelik kullanmadığı halde kullanmış gibi, cebinden pay veriyor.
Kamusal yarar ve makro refah maksimizasyonu açısından, iktisat bilimi kurallarına ters bir uygulama.
Uzun vadede toplumsal refah yerine, toplumsal (ve ulusal) bedeli her boyutuyla arttırıyor.
***

Emin ve Necati’ye FETÖ iddiası mı: 80 milyon içinde son ikide yer alırlar.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Bay Kemal! - L. DOĞAN TILIÇ

“Bay Kemal”in de terörist ilan edilmesine ramak kaldı!

Şimdilik, “teröristlerle el ele dolaşma”nın, “teröristleri savunma”nın, “yerli ve milli olmama”nın, “nerede Türkiye aleyhtarı bir iş varsa onun içinde olma”nın faili durumunda. Bunun bir adım ötesi de neredeyse “terörist başı”lık!

“Bay Kemal” ana muhalefet lideri. Herhangi bir yerde demokrasicilik oynanabilmesinin bile olmazsa olmazı muhalefetin varlığı. O nedenle, her iktidar, az çok demokrasiden söz edilebilen bir yerde, kendisi kadar muhalefeti de kollar ki iktidarı meşru olsun!

Oysa bizde, devletin ve milletin bütünlüğünü temsil etmesi beklenen Cumhurbaşkanı’ndan hemen her gün muhalefetin “düşman”laştırılmasının, seçimi “savaş”a benzeten bir dilin örneklerini dinliyoruz.

“Bay Kemal bu teröristlerle el ele dolaşma. Bunlardan sana fayda yok. Yerli ve milli ol. Bu teröristleri savunmaktan vazgeç. Kol kola olmaktan vazgeç. Omuz omuza olmaktan vazgeç. Şimdi 31 Mart’ta yine onlarla yola çıkmaya hazırlanıyor... Bay Kemal açık ol açık. Dürüst ol. Bu millet de seni bir şey zannetsin.” Bunlar hafta sonunda bir park açılışında söylendi.

AKP’nin seçim kampanyasının yalnızca sosyal medya üzerinden sürdürüleceği ilan edildi, ama bunu ilan eden Erdoğan her seçim öncesi olduğu gibi her gün bir yerleri açarak, kamu kaynaklarının kullanıldığı açılışlarla tam gaz bir seçim kampanyası yürütüyor.

Öyle bir kampanya ki, karşı kampanya için meydanlara çıkacaklar, bırakın meydana çıkmayı ağzını açacaklar için, bir tehdit ve korkutma operasyonuna dönüşüyor.

Oysa, tıpkı muhalefet gibi, sokağa ve meydanlara çıkma ve protesto hakkı da en sıradan bir demokraside iktidarın güvencesi altın olması gereken haklardan.

Burada, tam da bir seçim öncesi, bu haktan söz edenler; “ahlaksız”, “terörist”, “darbeci”, “FETÖcü”!

Savcılar tarafından yeniden açılan Gezi dosyaları ve Sarı Yelekliler üzerinden, ana muhalefet lideri de, gazeteci de, sendikacı da hedef tahtasına oturtuluyor. 

“Bay Kemal”e, milleti sokağa davet ederse başına neler geleceği en yetkili ağızdan en net şekilde söyleniyor: “… bilesin ki bu millet 15 Temmuz’da FETÖ’cülere ve uşaklarına nasıl bu meydanları dar ettiyse, yine dar ederiz, bunu böyle bilesin. 15 Temmuz gecesinde Atatürk Havalimanı’ndan tankların arasına kaçıp Bakırköy Belediyesi’ne gitmiş olabilirsin ama bu defa kaçmaya fırsat bile bulamazsın.”

AKP, kampanyasını sosyal medya üzerinden yapacağını, geleneksel medyanın neredeyse tümünün kraldan çok kralcı olduğu bir yerde ilan etmenin konforunu yaşıyor. Belki, muhalefet de gaza gelir de, çevrecilik adına, meydanları ve sokakları tümüyle bırakıp sosyal medyadan sürdürür kampanyasını!

Bu arada, gazeteler hep bir ağızdan; “Bu kez kaçacak yer bulamazsın” (Akşam), “Kaçacak yer bulamazsın” (Güneş), “Meydanı FETÖ’ye dar ettik, sana da ederiz” (Sabah), “Meydanları yine dar ederiz” (Star), “Kaçmaya bile fırsat bulamazsın” (Yeni Şafak) manşetleri atıyor nasılsa.

Türkiye’de sokağa çıkıp hak talep etmenin ya da bir haksızlığı protesto etmenin neredeyse imkansız olduğunu söyledi diye Fatih Portakal; toplu sözleşme sürecinde işçilerin sıkıntılarını anlatmak için “Sarı Yelekliler”e göndermede bulundu diye TÜRK-İŞ Başkanı Ergün Atalay birer linç nesnesine dönüştürülebiliyor.

Seçimi savaşa, muhalefeti düşmana, muhalefet liderini de “Bay Kemal” olarak düşman kuvvetler komutanına dönüştüren bir dille yürütülecek seçim kampanyasının kazananı olmayacaktır.

Seçim dilini savaş diline döndürmenin ardında korku yatmıyorsa ve “Bay Kemal! Ne yapacaksan gel sandıkta yap” çağrıları samimiyse, öncelikle bu savaş dili terk edilmeli.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN