3 Mart 2019 Pazar

KİMLİĞİNİ KAYBEDEN BEYOĞLU (I-II-III) - Uğur Şahin / BİRGÜN

Parsel parsel yok edildi (I)

İstiklal Caddesi’nin son hali, AKP’nin yerel yönetimler pratiğini de gösteriyor. Bölge esnaflarından Berrakkarusu, “Kira ödemediğim dükkânda zarar ediyorum, kapatacağım” diyor. BEYDER Başkanı Kalaycı ise “Görüştüğüm her 5 kişiden 3’ü, dükkânını devretmek istiyor” ifadesini kullanıyor.



BAŞLARKEN…

İstanbul’un bir zamanlar ‘kalbi’ olan Beyoğlu, uzun süredir eski günlerinden bihaber. Ancak bu çöküş, yeni değil. Zira AKP Lideri ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde, yüzde 25,19’luk oy oranı ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi sonrasında başlayan ‘dönüşüm’, bugün doruğa ulaştı. Örneğin İstiklal Caddesi… Tarihi boyunca birçok değişime uğrayan Cadde, hiçbir zaman bu iktidar döneminde yaşadığı tahribatı yaşamadı. İstiklal’deki “kültürel doku”, birbiri ardına yükselen oteller, AVM’ler ve turistik işletmeler için yok edildi. AKP’li Beyoğlu Belediyesi’nin bizlere sunduğu “gri, betondan” caddedeki tarihi binalar ranta kurban edildi. Kültür, sanat ve eğlence merkezi özelliği silindi. Hacıhüsrev Mahallesi’nden Tarlabaşı’na birçok noktada iktidar ve ona yakın sermaye gruplarının iş birliğiyle, “kentsel dönüşüm” adı altında insanlar mağdur edildi. Okmeydanı ve çevresine “rantcı ve talancı” bakış açısıyla imar planları hazırlandı. Mahallelerin kendilerine özgü yapısı hiç dikkate alınmazken, Sütlüce ve Örnektepe’de benzer tablo açığa çıkarıldı. Biz de Galataport’tan Haliç’e, sermayenin ve iktidarın iştahını kabarttığı bölgeye mercek tuttuk. Üç gün sürecek dosyamızda, dönüştürülen, kimliğini kaybeden Beyoğlu’nu ele aldık. Uzmanlar, akademisyenler, sanatçılar, siyasetçiler ve mağdurlar anlattı.
***
AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ile yine AKP’li Beyoğlu Belediyesi’nin politikaları sonucu bir süredir çöküş yaşayan İstiklal Caddesi, eski günlerini arıyor. Beyoğlu iktidar eliyle, renklerinden arındırıldı, gri bir hal aldı. Oteller, AVM’ler derken, cadde, “turistik mekânlar” için yeniden dizayn edildi. 2005 yılına geldiğimizde, ağaçlar söküldü, “Çin graniti” döşendi. Kamu kaynakları boşa harcandı. Sonra o taşlar da kaldırıldı. Beyoğlu’nun ziyaretçi sayısında büyük düşüş meydana geldi. 2011’de de başta Asmalı Mescit olmak üzere İstiklâl’de adeta bir “zabıta devri” başladı. AKP’li Beyoğlu Belediyesi’nin zabıtları, baskın niteliğindeki “denetimlerde” ruhsatlı işletmelerin masa ve sandalyelerine el koydu. Caddenin orta yerine Demirören AVM açıldı. Caddenin kültür merkezinden, tüketim merkezine dönüşmesinin ilk işaretçisiydi. Milyonların Gezi Direnişi’nin sonrasında caddede TOMA’lar kol gezdi. Meydan düzenlemesi adı altında tarihi alan, şantiyeye çevrildi. Beyoğlu’ndaki büyük dönüşümün ilk habercisi, Emek Sineması’nın rant için kurban edilmesiydi. Bununla da sınırlı kalmadılar: Ahmet Hamdi Tanpınar ile Bedri Rahmi Eyüboğlu’na ev sahipliği yapmış Narmanlı Han, “restorasyon” adı altında bambaşka bir hal aldı. Atatürk Kültür Merkezi (AKM) yıkıldı. Muammer Karaca Tiyatrosu ve Devlet Tiyatroları ile Aziz Nesin Tiyatrosu kapatıldı. Alkazar ve Sinepop gibi “kültür sinemaları” tarihe karıştı.147 yıllık Hazzopulo Pasajı’ndaki bilmece ise devam ediyor. İstiklal’in şu anki manzarası, AKP’nin yerel yönetim pratiğini de en yalın biçimiyle gözler önüne seriyor. Ben de vitrinleri kiralık ilanlarıyla dolu caddenin son halini yerinde gözlemliyorum.

MEYDAN, CAMİNİN AVLUSU OLDU

İlk olarak Bağımsız Araştırmacı Cihan Uzunçarşılı Baysal ile İstiklal Caddesi’ni turlamak için buluşuyorum. Caddeyi gezmeden önce, Taksim Meydanı’ndaki cami inşaatını ve AKM’yi gözlemleme fırsatı buluyoruz. Baysal, camiyi göstererek, “Meydan, caminin avlusu olmuş vaziyette” yorumunda bulunuyor ve ekliyor: “Caminin önünde Cumhuriyet Anıtı minnacık kalıyor. Emek güçlerinin 1 Mayıs Meydanı’ndan, başka bir şeye dönüştürülüyor burası. Hafızaya da çizik atılmış oluyor.”

YENİ OSMANLICI KENTİN İNŞASI

Baysal, AKM’ye ilişkin de değerlendirmede bulunuyor: “AKM’yi de yıktılar, temeli atıldı, yapılır mı bilmem. Ama orada yükselen binanın içinde sembolik bir cami kubbesinin olması da bize bir şey söylüyor. Burada, yeni Osmanlıcı kentin inşasını görüyoruz. El atılmamış ne kaldı? Gezi… ‘Beyoğlu’nda Festival Zamanı’ diyerek kurdukları sahne de kitlelerin akışını engelleyecek şekilde tanzim edildi.”

MAKSİM’DE RANTSAL DÖNÜŞÜM

Maksim Gazinosu’nun olduğu yere geldiğimizde ise, “Bu rantsal dönüşüm tabii” diyor. Devamında da caddeye girer girmez, “Açık hava AVM’sine dönüştürdüler burayı” ifadesini kullanıyor: “Bölgede kitapçılar kapandı, Beyoğlu için çok önemli olan filozof esnaf vardı, saatlerce konuşurdunuz onlarla. Kentle dertleri, ekonomik getiri ve rant. Sanat ve kültür değil.” Demirören AVM’nin önüne geldiğimizde ise şöyle konuşuyor Baysal: “Bu, İstiklal Caddesi’ni çirkinleştirerek dönüştürüyor. Osmanlı’nın karikatürü haline getiriliyorlar”
Cihan Uzunçarşılı Baysal, Narmanlı Han’a ilişkin ise, “Ne kadar acı değil mi?” sorusunu yöneltiyor ve devam ediyor: “Bir çöküntü alanı burası. Dokuyu yok ettiler. Griliği burada görüyoruz. Mor salkımlarıyla, kedileriyle de pekâlâ elden geçirilebilirdi. Ama burada insansız bir mekân görüyoruz şimdi.”

ESNAFI KÜSTÜRDÜLER

Baysal’ın ardından uzun dönem eski Beyoğlu Eğlence Yerleri Derneği (BEYDER) Başkanı Tahir Berrakkarasu ile buluşuyorum.
Berrakkarasu, şunları aktarıyor: “2006’da esnafın üzerinde kurdukları ciddi baskıyla başladı her şey. 2005’te ruhsat Emniyet’ten alınıyordu, o belediyeye geçti. Ruhsat yenileme adıyla bize baskılar kuruldu, mühürlemeler yapıldı. Aylık 7 lira olan eğlence vergisi, bir gecede yattık kaktık 465 TL’ye çıktı. Yüzde 6 bin 660 oranında bir artış. Davalar açtıysak da bir yerde tıkandı. Eğlence vergisi alıyor ama ne yapıyor belediye? Bize kemancı, darbukacı falan mı gönderiyor? Tabii bunlar sektörün batışını getirdi. Eğlence sektörünün sivrilmesi onları rahatsız etti. Önce sigara yasağı ardından da 2011’de Türkiye’nin hiçbir yerinde olmayan masa sandalye yasağı geldi. Bu yasak, Beyoğlu’nun kalbine hançeri vurdu. Bunları nakış gibi, ince ince işleyerek geldiler. Esnafı küstürdüler.”

ZARAR EDİYORUM, KAPATACAĞIM

Tahir Berrakkarasu, şöyle sonlandırıyor konuşmasını: “Müşteri profili de değişti, birçok üyemiz Beşiktaş’a, Kadıköy’e dükkân açtılar. Hayatım Beyoğlu’nda geçti, şu ana kadar yürürken 25 tane boş dükkân saydım. Yaşadığımız kaosun tesadüf olması mümkün değil, hesapları 15 sene önceden yapılmış. Kira ödemediğim dükkânda zarar ediyorum, işçinin sigortasını, kendi sigortamı bile ödeyemiyorum oysa biz o dükkândan kazanarak büyüdük. Kesinlikle kapatacağım”
Tahir Berrakkarasu’nun sonrasında mevcut BEYDER Başkanı Aydın Kalaycı ile konuşuyorum. Kalaycı, “Masa sandalye yasağı derken, şimdi de alkol zammı eklendi. Esnaf ortalama 35-40 bin TL arasında kira ödüyor. Her tarafta Arapça tabelaların olması, biraz mecburiyetten. Ne yapsın, dükkânı mı kapatsın? Sorun şu, toplamda 14 tane nargile sunum belgesi olan mekân varken nargile sunumu yapılan mekân 700’ü buluyor” diyor.

5 KİŞİDEN 3’Ü BIRAKIYOR

Kalaycı, şu çarpıcı aktarımda bulunarak noktalıyor sözlerini: “Bir mekâna uğruyorum. Mekân sahibi, ‘biri çıkarsa dükkânı devrederim, yapamıyorum’ diyor. Esnaftan 5 kişiden, 3’ü böyle diyor. Çünkü borçlar birikmiş, kira borçları…
***

TARİHTEN BİR SES: BEYOĞLU DEYİNCE İÇİM ACIYOR

Ayhan Işık Sokak’taki ufacık bir dükkânda tarih ayağa kaldırılıyor. Dükkânın adı, “Bidav Telestine”, sahibi Erdoğan Bidav, 81 yaşında. 60 senedir, sinema dünyamızda olan Bidav, 16 ve 35 mm’lik kopyaları kurtarıyor, eski Türk filmlere yeniden hayat veriyor. Şöyle anlatıyor kendisini: “1962’de Adana’dan geldim, Yeşilçam’a sinema makinelerini tamir etmek için. Yeşilçam’da dükkân açtım. Yıllarımı verdim, o stüdyo senin bu stüdyo benim çalıştım. Eski günlerimi arıyorum, düşündüğümde gözümden yaş geliyor.”

EMEK SİNEMASI… GENÇLİĞİM…

Emek Sineması’nı Bidav’a soruyorum, “Beyoğlu deyince içim acıyor” şeklinde yanıt veriyor: “Önceden İstiklal Caddesi’nde papyonlu, kravatlı, efendi insanları görürdünüz. Rumlar, Ermeniler, kardeş gibi geçiniyorduk. Şimdi yolda adam sana çarpıyor, öylece gidiyor. Bir özür dileme bile yok. Korkuyorum artık, bir sürü kabadayı cirit atıyor. İçim acıyor çünkü Emek Sineması aklıma geliyor, Dükkânım, gençliğim gözümün önüne geliyor.”
Bidav, şöyle sonlandırıyor sözlerini: “Emek’te büyük bir tarih yatırıyordu. İstanbul’un Atlas’la en güzel sinemasıydı. Yıktılar, yeniden bir şey yaptılar ama daha gitmedim, nasıl bir şey olmuş diye bakmaya. Bir gün bile ayrılmadım Beyoğlu’ndan.Emek Sineması’na oturduğun zaman, o tarihe bakıyordun. O oymalara, renklere, tavana, sinemanın perdesinin açılışına…Şimdi nerede bunlar? Bitti, yok oldu.”
***

‘ESKİYE DÖNER MİYİZ? ENDİŞELİYİM’

Usta sanatçı Rutkay Aziz’e de soruyorum Beyoğlu’nu, şöyle yanıtlıyor: “Ben Beyoğlu’nun eski kültürel ve sanatsal zenginliğini özlemiyor değilim. Hem tiyatro, hem sinema, hem de söyleşi etkinlikleri, doğal olarak özleniyor. Yeniden o günlere dönebilecek miyiz? O konuda endişelerim var.”

‘GEZİDE GÖRDÜK: BU BÖYLE GİTMEYECEK’

Karikatürist Tuncay Akgün, 1991 yılında LeMan dergisini kuruluş sürecine değinerek başlıyor sözlerine. “Üs olarak Beyoğlu’nu seçtik” diyor, Akgün. Devamında da “O zamana kadar yayıncılığın kalbinin attığı Babıâli’de açmıştık gözümüzü. İstiklal’de ise araba trafiğinin kaldırılması çalışması sürüyordu. Tahminlerin üzerinde uzamış, herkesi bezdirmişti. Beyoğlu’ndan bugünkü gibi bir kaçış vardı, buna rağmen şimdiki binamızı bulduk ve yerleştik. Beyoğlu bizi çekiyordu” diye ekliyor
Akgün, şöyle sürdürüyor konuşmasını: “Aynı sıralarda Hayal Kahvesi, ardından da Kemancı açılacaktı. Beyoğlu küllerinden doğuyordu. Biz de Tuncel Kurtiz’in açtığı yoldan, gösteri sahnemiz patlarken, Hayal Kahvesi ve Kemancı’da müthiş müzik grupları parlıyordu. Ferhan Şensoy Tiyatrosu, caddeye taşan aksiyonlarıyla coşkusunu hissettiriyor, sinema festivali eşsiz bir şölen gibi herkesi sarhoş ediyordu. Gençler ülkede kendilerini en iyi hissettikleri yerde eğleniyor; sinema, tiyatro, konser, gibi etkinlikleri izliyor, yaşıyordu. Biz yazıp çiziyor, özgürlük yelkenine nefesimiz yettiğince üflüyorduk. Beyoğlu’ndan bütün ülkeye yayılan bir kültür vardı.”
Tuncay Akgün, Gezi’yi hatırlatarak sonlandırıyor sözlerini: “Gezi’den sonra cezalandıran ve neşesini boğmak için elinden geleni yapanlar, son birkaç yılda başarılı oldular, evet. Ama bunun böyle gitmeyeceğine, ülkenin son 30 yılına tanıklık eden bizler, biliyoruz.”
                                                               ***
Mevzu rantsa yargıyı dinleyen yok (II)
Tarlabaşı’nın çehresi, AKP’li Beyoğlu Belediyesi’nin politikaları sonucu değiştirildi. ‘Çivi bile çakılamayan’ tarihi binalar yıkıldı. Yandaş Çalık Holding’e ait firmanın sürdürdüğü kentsel dönüşüm projesini yargı iptal etse de, dinleyen yok.

Tarlabaşı, İstanbul’un tarihi semtlerinden biri… Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı ve TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın “devlete çarpık bakmanın yuvası” ifadeleriyle tanımladığı Tarlabaş’nın çehresi, kentsel dönüşüm projesiyle değiştirildi. Mahalle sakinleri, acele kamulaştırma kararıyla göç ettirildi. Proje, yargı kararlarıyla iptal edilse de ‘dinleyen’ olmadı. İktidara yakın Çalık Holding’e bağlı GAP İnşaat’ın 2011’de başladığı, ‘talan projesi’ ise devam ediyor.
Her şey, söz konusu alanın, 28 Mart 2006’da yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu kararıyla ‘yenileme alanı’ ilan edilmesiyle başladı. İhaleyi, GAP İnşaat alırken, Beyoğlu Belediyesi, mülk sahipleriyle anlaşma sağlayamadı. Bunun üzerine, ‘kamulaştırma’ adımı atıldı. Projeye karşı yargı süreci devam ederken, birçok ev, “yıkılma tehlikesi” bahanesiyle boşaltıldı. Kiracılara tebligat yollandı, baskı yaratıldı. 2011 itibariyle de sokaklar boşaltıldı, yurttaşlar göç etmek zorunda kaldı. Son olarak da Danıştay, 14. Dairesi, iktidara yakınlığıyla bilinen Çalık Holding’e bağlı GAP İnşaat’ın sürdürdüğü projeye ilişkin daha önce verilen iptal kararını onadı. ‘Geç gelen adalet’e bir örnek daha eklenmiş oldu.
Peki, Tarlabaşı’nda durum ne? Danıştay’ın onama kararının ardından proje hangi aşamada? Göç ettirilen insanlar kararı nasıl yorumluyor? Biz de bu sorulara yanıt aramak için Tarlabaşı’na gidiyoruz.

NE DEĞİŞTİ DE YIKILDI?

İlk olarak, eski Tarlabaşı Mülk Sahipleri ve Kiracıları Kalkındırma ve Sosyal Yardımlaşma Derneği’nin sözcüsü Erdal Aybek ile buluşuyorum. Aybek, kentsel dönüşüm projesi sonucunda Tarlabaşı’ndan göç etmek zorunda bırakılan yurttaşlardan birisi. Şu an Laleli’de yaşıyor. Hemen başlıyoruz Tarlabaşı’nın dar sokaklarında konuşmaya. Aybek, proje dâhilindeki 278 binanın 209’unun tescilli yapı olduğunu hatırlatarak başlıyor sözlerine. Çarpıcı aktarımlarda bulunarak devam ediyor: “Bize daha önce izinsiz boya yaptık, çatımızı onardık diye 3 bin lira cezalar kesildi. İcra yoluyla ödedik, tescilli yapının ruhuna aykırı deyip cezalandırdılar bizi, şimdi gördüğün gibi hepsini yok ettiler, ortadan kaldırdılar. Ne değişti de yıkıma izin verildi?”
Devamında da eliyle yerdeki taşları gösterip, “Taşlara iyi bak, bunlar 50 yıllık… İstanbul’un göbeğindesin asfaltın 50 yıllık bir sorun yok mu?” diye soruyor ve yanıtını kendi veriyor: “Kamu hizmeti vermekle yükümlü belediye, zaman içerisinde metruklaştırmayı hızlandırdı. Bilinçli yaptılar.”
Proje alanının dışarısında gezerken, Aybek’e Danıştay’ın iptal kararını onamasına ilişkin düşüncelerini soruyorum. “Gördüğün gibi proje yürüyor, karar uygulanmıyor, bir haksızlık olduğu ortada” şeklinde yanıt veriyor.
Erdal Aybek, İstiklal Caddesi ile Tarlabaşı’nı bölen bulvarı hatırlatarak, “Bir tarafta 15 bin dolar gelir, diğer tarafta ise 700” diyor ve devam ediyor anlatmaya: “Bu gördüğün evlerin çoğu tescilli yapı. Tarlabaşı ile İstiktal Caddesi arasında şöyle bir kolerasyon vardı: Oradaki her mağazada, her dükkânda illa ki biz vardık. Bulaşık yıkadık, simit sattık, saz çaldık, çiçek sattık, çanta bile çaldık… Tarlabaşı’nda yaşıyor, İstiklal’de çalışıyorduk.”
Aybek’e göre, Tarlabaşı’ndan göç etmek zorunda kalan yurttaşların büyük kısmı geri dönmek zorunda kaldı. Bunu, şöyle aktarıyor: “Bize vaat ettikleri Küçükçekmece’de insanlar nasıl entegre olsun? Giden ailelerin bir kısmı, 1 yıl içerisinde geri döndü. Tarlabaşı’nın alt çepherlerinde Dolapdere gibi yerlerde yaşamaya başladılar. Önceden kendi binasında yaşayan insanlar, kamulaştırmadan elde ettiği geliri hemen tüketti, mülkünden de oldu. Dolapdere’de bir odada 30 metre karede 7 kişi kalan insanlar var.”

BELEDİYE TARAF OLDU

Erdal Aybek, Tarlabaşı’nda yaşananlara ilişkin şu bilgileri veriyor: “Belediyenin ihalesine de bir firma giriyor ne hikmetse. Elbette, biz burada oturanlar hayat şartlarımızdan memnun değildik.Bir şirket kamulaştırma yapamaz. Ama Belediye, 50 milyon liraya yakın kamulaştırma yapıyorsa, bizim tapularımız da Çalık Holding’e geçiyorsa, belediye niye ödedi?”
Aybek, Beyoğlu Belediyesi’nin projede tarafsızlığını yitirdiğini aktararak, şöyle sonlandırıyor sözlerini: “Belediye taraf olup, bizi dışarıda bıraktı ve kapı dışarı ettiler. Şimdi bu projeyle yan komşun 300 lira aidat ödeyecek, sen 100 lirayla geçinemez haldeyken.Projenin afişlerindeki insanların ellerinde 4 bin TL’lik çanta var. Bizim gibi insanların iki yıllık kazancı bu para. Parça parça dağıldık. Fakirleştik bölündük, boşandık, suça bulaştık… Kötü bir deneyimdi ve mağdurlar yarattı. Mutluluk başkasını zenginleştirerek, beni mutsuz ederek olmaz.”
***


BİR DAVA NEDEN 10 YIL SÜRER?

Tarlabaşı Mülk Sahipleri ve Kiracıları Kalkındırma ve Sosyal Yardımlaşma Derneği Başkanı Ahmet Gün ile de konuşuyorum. Gün, Tarlabaşı’nda sadece mülk sahiplerinin değil, kiracıların da mağdur edildiğini söyleyerek başlıyor konuşmasına. Gün, derneğin kuruluşuna dair bilgileri aktararak, devam ediyor: “Orada kiracılar da mağdur oldu. Dedik ki, ‘Bunların birçoğu fakir, mağdur olurlar.’”
Peşine, “Tarlabaşı’nda çok şey değişti” diye ekliyor: “Projeye başlarken, halkı olayın içinde tutmadılar. Kamu gücünü kullanarak ellerinden alırız, vermeyen olursa kamulaştırma yetkisiyle yaparız’ dediler. Öyle de yaptılar.” Gün’e Tarlabaşı’ndaki dönüşüm projesiyle ilgili iptal kararı Danıştay tarafından onanarak kesinleştiğini hatırlatıyorum. “Bir dava neden 10 yıl sürer?” diye soruyor ve ekliyor: “İdare Mahkemesi, Danıştay vs. derken, bizi beklettiler!” Gün, “Binalar yıkılınca projeler iptal edildi” ifadesini kullanarak sitem ediyor: “O binaları nasıl getirecekler, mümkün değil.”

BÜYÜK DRAM YAŞANDI

Gün’e göre, Tarlabaşı’nda büyük bir dram yaşandı. Bunu şu sözlerle açıklıyor: “Burada insanları tepetaklak ettiler lafı bile hafif kalır. Aynı dramı Fener ile Balat’a da yaşatacaklardı. Danıştay’ın iptal etmesi ile geri adım attırdılar. İnsanların malını zorla ellerinden alıyorsun. Mesela bir örnek… Burada bir kadın hasta yatarken gelmiş, zabıta yatağı, yorganı kapıya koymuş… Bu proje için yola çıktıklarında, 4 adanın bir tanesi AVM, üstteki rezidans, onun üzerinde benim binamın olduğu alan 5 yıldızlı otel olarak belirlendi. Halkı düşünmediklerini ifade ettiler.”
***

YIKIM HUKUKSUZCA İLERLEDİ

TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Akif Burak Atlar’a da Tarlabaşı’nda yaşananları soruyorum, şöyle yanıtlıyor: “2005 yılında yürürlüğe giren ve kamuoyunda yenileme yasası olarak bilinen 5366 sayılı yasa kullanılarak Sulukule gibi Tarlabaşı da kültürel ve sosyal anlamda yıkım sürecine alındı. 6306 sayılı Afet Yasası’nın sahip olduğu imtiyazlı durum, o dönem tarihi bölgelerde 2863 sayılı koruma yasası hükümlerini tanımayan yenileme yasası için verilmişti. 2009 yılında onaylanan Beyoğlu Koruma Amaçlı İmar Planı’nda ise Tarlabaşı’nın bir kısmı ile yıkılan Emek’i de içine alan yenileme alanları için ‘bu alanlarda onaylı avan projeler geçerlidir’ hükmüne yer verilerek planlama ilkeleri ihlal edildi. Beyoğlu Kentsel Sit Alanı içinde özel statüyle sahip olan Turizm Alanları gibi, özelleştirme alanı gibi koruma planına alınmayan bölgeler zaten vardı. Fakat yenileme alanlarına tanınan ayrıcalıklarla plan kararlarından bağımsız, ayrıcalıklı proje süreçleri için koşullar elbette sermaye lehine hazırlanmış oldu. Kentin önemli kültürel miras alanlarının sermayenin taleplerine göre yeniden biçimlendirildiği süreçlere tanıklık ettik. Tüm bu yıkım ve inşaat süreçleri ise yargı kararlarına rağmen, hukuksuzca ilerledi.”
***

DÖNÜŞÜMÜN MİMARI BELEDİYE

Tarlabaşı sakinlerinden, kent hakları için mücadele yürüten Deniz Özgür ile buluşuyoruz. Bir süre projenin önünde konuşuyoruz, ardından Tarlabaşı’nın ara sokaklarında meseleyi ele alıyoruz. Özgür’e göre “Tarlabaşı yasası” olarak bilinen 5366 sayılı yasa, sermayenin yağmasını kolaylaştırdı. Şöyle konuşuyor: “Beyoğlu Belediyesi için buranın ‘mimarı’ diyebiliriz. Buranın kamulaştırma maliyetinin Beyoğlu Belediyesi’ni çökerttiğini söyleyebiliriz.”

ÇEVRESİNİ SOYLULAŞTIRAMADI

Özgür, inşaatın 2011’de başladığını ancak senelerdir sürdüğüne dikkat çekerek, “Bu çok büyük başarısızlık” diyor ve ekliyor: “Projenin adı ‘Tarlabaşı 360’dı, sessizce ‘Taksim 360’ oldu. Çünkü Tarlabaşı adıyla uluslararası sermayeye satamayacaklarını düşündüler. Bir soylulaştırma projesi bu, çevresini de soylulaştıramadığı için sermayeyi ürküten bütün ayrık unsular burada yaşamaya devam ediyor. Göçmenleri, buranın ötekileri, transları, yani yaşam dokusu devam ediyor. Böyle bir yerde, riskli yatırım yapmak istemiyor sermaye. O yüzden de buradaki ofisler, rezidanslar, oteller satılmıyor.”
Özgür, Tarlabaşı’nda yaşamaya devam etmek istediğini aktararak bitiriyor konuşmasını: “Öncesinde Erasmuslu öğrenci akını söz konusu iken bugünlerde Arap ve İran turizmi yoğun bir şekilde girdi. 15 yıldır burada yaşıyorum, yaşamaya devam etmek istiyorum. Tarlabaşı hâlâ kimliğini, varlığını koruyor, kentsel dönüşüm projesine boyun eğmiyor.”
                                                              ***
AKP’li belediye ile sermaye el ele: Mega projeler yoksulu vurdu (III)
Beyoğlu’ndaki dönüşüm, Hacıhüsrev’den Okmeydanı’na, Sütlüce’den Örnektepe’ye kadar uzanıyor. Belediye, birçok mağduriyet yaratırken bir diğer husus Galataport ve Haliçport…


Beyoğlu’nun tarihi bölgeleri, bir bir ‘dönüşüm’ alanı ilan edilip, sermayeye açılıyor. Bunun sonucunda da yurttaşlar, yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılıyor. Beyoğlu Belediyesi’nin öncülüğünde yaşanan soylulaştırma girişimleri, mağduriyet yaratmaya devam ediyor. Dönüşüm, Hacıhüsrev’den Okmeydanı’na, Sütlüce’den Örnektepe’ye kadar uzanıyor. 
Hacıhüsrev Mahallesi’nin sakinleri, Polat Holding tarafından yapılan lüks konut ve rezidans için yerlerinden edildi. Bir başka örnek ise Okmeydanı… Bölgeye ilişkin hazırlanan imar planları, rant merkezli ve mahalle dokusunu dikkate almıyor. 2 milyon 250 bin metrekare büyüklüğündeki alanda, dönüşümün startı, Van Blokları’ndan başladı.

YEREL YÖNETİMİN SIKINTISI

İlk olarak bölge sakinlerinden Bekir Kırankaya ile konuşuyorum. Kırankaya’nın ailesi, 1969’da Okmeydanı’na yerleşmiş. “Hâlâ Okmeydanı’ndayız ve bugün, yerel yönetimlerin cezasını çekiyoruz” ifadesiyle başlıyor sözlerine. Devamında da yaşadıklarını anlatıyor: “2012’de açtığımız davalarda, yürütmeyi durdurma kararları almıştık. O süreçte kıyısından köşesinden oynayarak aynısı günümüze kadar getirdiler. Bugün de devam ediyorlar ama kendileriyle çelişiyorlar. 32 ada varken, tek bir parselde anlaşmışsın: O da, Van Blokları… Belediye, ‘75 bin kişiye proje yapıyoruz’ diyor oysa burada 120 bin kişi yaşıyor. Yani bu da, buradaki insanları, başka bir yere taşıyacaklarını gösteriyor.”

ELİTLERİ YERLEŞTİRECEKLER

Kırankaya, “Burası riskli alan ilan edildi” ifadesini kullanıyor ve sözlerini şöyle noktalıyor: “Aşağıda Galatport’u biliyorsunuz… O projeleri rahatsız edecek kimseyi istemezler. Sosyal dokuyu dağıtacaklar. Burası şehrin merkezi oldu. Elit insanları yerleştirmek isteyecekler.” 
Okmeydanı Koruma ve Güzelleştirme Derneği’nden Rüstem Karakuş ile de görüşüyorum. Şunları dile getiriyor, Karakuş: “Okmeydanı’ndaki imar planları, defalarca yapıldı. Mahkeme kararıyla bozulmuş olsa da uygulamaya geçen bir plandır. Bu planlarda belirsizlikler olduğu için hak sahipleri, gelecekleri için belirsizlik içeren bu plana güvenmiyor. Sözleşme yapmıyor. 2011’den beri, yüzde 20’yi geçmeyen uzlaşma, sağlanamadı. Bunun nedeni, insanların güvence istemesidir.”

40 YILDA BİLE DÖNÜŞEMEZ

Karakuş, “Sulukule’yi, Fikirtepe’yi, Tarlabaşı’nda yaşanan olumsuzluklar da etkili” diyor ve ekliyor: “Sürüncemede kalmış bir durum… Bu planla, Okmeydanı 30 yıl da, 40 yıl da dönüşemez. Yani insanlara, 1+1 evler verilmek isteniyor. Bu da Anadolu insanının tarzına uymayan bir durum.”

HERKES HASTA OLDU

Okmeydanı’ndan sonra Hacıhüsrev Mahallesi’ndeki durumu ele alıyoruz. Bölge sakinleri, lüks konut ve rezidans için yerlerinden edildi. Semra Lom, kentsel dönüşümün ardından bölgeyi terk etmek zorunda kalanlardan sadece birisi. Lom, “Moraller bozuk” diye başlıyor sözlerine: “750 hane vardı, şimdi mahkeme de devam ediyor. Çok şeyler yaşadık tabii burada…Yıkıp döktüler, aynı savaştaymışız gibi hissettik. Usulüz yıkım yaptılar. Ellerinde yıkım belgesi olmadan yaptılar belediye de göz yumdu.”
Lom; Erdoğan’ın, Şişli gibi yerler için sarf ettiği, “Buralardaki seçmen profili Türkiye pastasının kaymağını yiyen kesimden oluşuyor” sözlerini hatırlatarak, şöyle sitem ediyor: “Biz Beyoğlu’nda yaşıyorduk da, bizi niye başka yerlere göndermek zorunda kaldılar? Niye gün göremedik orada?”
Lom, şöyle sonlandırıyor ifadelerini: “Dönüşüm sonrasında felç geçirenler oldu, kalp krizi geçirenler oldu. Herkes hasta oldu. Herkes gitmek zorunda kaldı. Başka çareleri kalmadı.”
***

DÖNÜŞÜM KÜÇÜK ESNAFI ETKİLEYECEK

Kamuoyunda “Galataport” olarak bilinen Salı Pazarı Kurvaziyer Limanı Projesi, Karaköy Rıhtımından Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı Kampüsü’ne kadar uzanan 1.2 kilometrelik sahil şeridini, 112 bin 147 metrekarelik alanı kapsıyor. Sahil şeridinde yapılacak olan otel, restoran ve ticari işletmeler ile bölgenin tarihi dokusu tamamen değiştirilecek. Böylece projeyle sahil şeridinin bir cazibe merkezi haline getirilmesi amaçlanıyor. Konuyu, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Cevahir Efe Akçelik ile ele alıyoruz. Akçelik, “Projenin yarattığı tahribat şimdiden son derece ciddi boyutlara varmış durumda. Karaköy Yolcu Salonu, Paket Postanesi gibi yapılar tüm itirazlara rağmen yıkıldı” diyor ve ekliyor: “Bu dönüşüm ilerde küçük esnafı da etkileyecek. Bölgenin dönüşümüyle birlikte artan kiralar karşısında küçük esnafın bölgeyi terk etmekten başka seçeneği kalmayacağını söylemek yanlış olmaz doğrusu.”
Akçelik, şunları dile getiriyor: “Proje kapsamında restore edilecek veya yıkılarak yeniden yapılacak olan binalar ve çevreleri, bu binaları kiralayan özel şirketlere tahsis edilmesi hedefleniyor. Anayasa’yamızda yer alan hükümlerde herkesin eşit ve özgür olarak ortaklaşa yararlanmasına açık alanlar olarak tanımlanmış durumda. Galataport projesi; kamuya açık, kamuya ait olması gereken alanlar, özelleştirilerek, kamuya kapatılacak Odalarımızın projeye karşı açtığı davada hazırlanan bilirkişi raporunda, proje ile kıyının kamuya kapatılacağı uyarısında bulunulduğunu da hatırlatmakta fayda görüyorum. Galataport ile sahil şeridi soylulaştırılmakta, tarihi doku sermayenin talanına açılmaktadır.”
***

HALİÇ’TEKİ TARİH YOK EDİLECEK

AKP’li Cumhubaşkanı Erdoğan, geçen günlerdeki Haliç’teki “Tersane İstanbul’un” temel atma töreninde konuştu. Projenin CHP ve ile meslek odaları tarafından altı yıl geciktirildiğini iddia eden Erdoğan, altı asırlık tersane bölgesinde iki yat limanı, üç otel ve üç müze olacağını belirtti. Ancak Haliç’te, altı asırlık “Tersane-i Amire” üç tersaneden oluşuyordu: Haliç, Camialtı ve Taşkızak tersaneleri…
Mimar Doç. Dr. Gül Köksal, “Tersane İstanbul’un” aslında Haliçport olduğunu ifade ediyor. Köksal, Haliçport’un 2013’te usulsüz bir ihaleye gerçekleştiğini hatırlatarak başlıyor sözlerine: “İhale ilk duyurulduğunda, 70 kapasiteli 2 yat limanı, 3 büyük otel, AVM ve camii mevcuttu. Haliç tersaneler bütünlüğünde, Camialtı ve Taşkızak tersaneleri projelendirilecekti. Alan koruma altında… Koruma Kurulu’ndan izin alınmadı ve meslek örgütleri ile mahalleliye danışılmadı.”
Gül Köksal, şöyle devam ediyor: “Burası 6 asırlık bir üretim alanı. 90’lardan itibaren özelleştirme kapsamına alınmış ve bir üretim alanı olmaktan çıkarılmıştı. Açılan davalar kazanıldı ama fiili uygulamalar devam etti. İyice atıllaştı ve kötü bir görüntüye sahip olması sağlanmış oldu.”
Köksal, şöyle sonlandırıyor sözlerini: “6 asırlık üretimi, birikimi, denizcilik tarihimizi yok edecek. Arkasındaki mahallelerle kurduğu ilişki dikkate alınmadı. Bir tersane alanı öldürülerek şimdi bu proje yapılıyor. Kriz varken böyle bir proje neden yapılıyor?”
***

BU BORÇ NEDEN?

Beyoğlu Belediyesi’nin CHP’li Meclis Üyesi Ali Mendillioğlu ile de Okmeydanı’nı konuşuyoruz. Şunları kaydediyor: “Mülkiyet güvencesini alabilmek için, kat tapusu talep edilir. Belediyenin de bunu vermediği iddia ediliyor. Ancak belediye, kat tapusunu veriyor. Asıl problem de burada başlıyor. Yani mevcut hak sahiplerinin borçlanmasını doğru anlamak gerekiyor. Bu borcu kaç kişi ödeyebilecek? Borcun ödenmemesi halinde, Afet Yasası, mülkiyetin kamulaştırmasının kapılarını açan bir düzenleme. Mesela Van Blokları… Bu noktada bölgede olabilecekleri, Van Blokları gösteriyor. Bloklar, 2016’da Okmeydanı kentsel dönüşüm kapsamına alındı. Devamında da bloklarda oturanlar, 70 bin TL borçlandırıldılar.”
CHP’li Mendillioğlu, “KİPTAŞ, Beyoğlu Belediyesi ve İBB’nin protokolüne baktığımızda, ‘Burada hiçbir ticari faaliyet yapılamaz’ hükmü var. Yani mağduriyetlerin giderilmesi için evler yapılacak diyerek İBB, Beyoğlu Belediyesi’ne 48 milyon TL hibe etti. O zaman bu vatandaşlar maliyeti İBB karşılıyorsa niye borçlandırıldı?” ifadelerini kullanıyor.
***

REZİDANS İÇİN HALK SAĞLIĞI YOK SAYILDI

Avukat Alp Tekin Ocak ile de mahallerdeki dönüşümü konuşuyoruz. Av. Ocak, şu aktarımlarda bulunuyor: “Hacıhüsrev’de, 2003 tarihli planda donatı alanında bulunan yerler, Polat İnşaat konut ve rezidans yapsın diye 2013 yılında yapılaşmaya açıldı. Mahalleli itiraz edince bir yılda dört kez plan tadilatı yapıldı. Rezidanslar yapılırken halk sağlığı hiçe sayıldı. Molozlar mahallede bırakıldı. Hacıhüsrev’de öyle bir noktaya gelinmişti ki her yerde fareler kol geziyordu. 650 haneli yerde şu anda neredeyse kimse kalmadı.”
Av. Ocak, Okmeydanı’ndaki duruma da değiniyor: “Okmeydanı’nda 2012 yılında plan yapıldı. Bu plan mahallenin haklarını korumuyordu. Plan, mahallelinin açtığı dava ile iptal oldu. Sonra zorlayıcı bir enstrüman olarak ‘riskli alan’ ilan edildi. Burada açılan davada bilirkişi raporu lehe gelmişken, dava reddedilince istinaf ilk mahkeme kararını bozdu. Şimdi bu dava baştan görülmek üzere ilk derece mahkemesi önünde. Tüm bu süreç bize şunu gösteriyor ki, idareler iyi niyetli davranmıyorlar.”
Uğur Şahin / BİRGÜN

İnşaatla büyüyen saltanat iflasta(I-II-III-IV) - ŞÜKRAN SONER



(I)

Zihniyet değişmedi: Depremler değil rant hırsı yakacak

İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Nusret Suna ve 70’li yıllarda yöneticisi olan Mete Akalın, Türkiye’nin değişen inşaat algısını anlattılar. 1975’te yayımlanan “Beton Teknolojisi ve Sorunları” raporundan daha geride olduğumuzun altını çiziyorlar. Raporda Türkiye’de yapılan binalardan sadece yüzde 2’sinin uygun nitelikte üretildiğini aktaran Suna ve Akalın, günümüzde inşaat teknolojisinde gelişim sağlandığını ancak, rant ve vurgun odaklı inşaat algısı, bunun siyasi yansıması ile zihniyetin aynı kaldığını vurguladı.
1975’teki raporun bile gerisindeyiz
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Nusret Suna ve 70’li yıllar sonrasında hem şube hem genel merkez başkanlığı, yönetim kurulu üyeliklerinde dönüşümlü görev yapan Mete Akalın ile ortak söyleşimizde, güncel sorunlar yumağı içinde, hem sürpriz dev proje yatırımları üzerinden birbirinden çarpıcı değişimler, maliyetler, hem de son dakika pazarlıkları, en ileri teknoloji ile çelişen küçük gibi görünen çok büyük çelişkilerin, çarpıklıkların ürünü, göçük, su akması, duvar çökmesi, çukur oluşması gibi sorunlarının anlamlarını sorgularken vardıkları ortak sonuç değerlendirme çok önemli ve de anlamlı olduğu için...

Arıoğlu’nun araştırması
Yurttaş olarak gerek depremsiz çöken binaların öldürücü sorunlarıyla giderek artan örneklerle yüzleşmemiz gerçeği, gerekse deprem bölgesi ülkemizde sık sık geri dönüşü kaçınılmaz 7 üstü depremlere hazırlıksız olmamız, Sakarya büyük depremi sonuçlarının dersleriyle giderek ürkütücülüğü artan, beklenen İstanbul depremine hazırlıksız yakalanmak. Siyasi erkin inşaatla büyüyen saltanat uğruna, rant tutkunu proje, icraatlarıyla yüzleşilen gerçekleri kavrayabilmek için, 1972 yılında İstanbul’da yapılamış beton araştırması çalışmalarının sonuçlarına geri dönmek zorundayız.

Türkiye’de deprem ülkesi olduğu gerçeğini 17 Ağustos depreminden sonra anlayabildi. Depremin ardından birçok yapısal düzenleme yapılsa da, rant odaklı kentsel dönüşüm anlayışı nedeniyle göz yumulan binalarda insanlar can vermeye devam ediyor.
İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin dönem sekreteri Ersin Arıoğlu’nun başkanlığında hazırlanan 1976’da açıklanan “Beton Teknolojisi ve Sorunları” raporunda, 1972’de üretilen binaların beton olarak dayanıklılıklarının ölçüldüğü ürtütücü verileri “Teknik Güç” dergisinde yayımlamıştı. Raporda, TS 500 kayıtlarına göre beton üretmek isteyen şantiyelerin ancak yüzde 2’sinin bu üretimi sağlayabildiği, B.225 üretmek isteyen şantiyelerin ise bu üretimi başaramadıkları ortaya çıkmıştı. Bizim için en anlaşılır verileriyle, Ersin Arıoğlu’nun genel sekreter olarak yürüttüğü araştırmanın sonuçlarını, 1975’te Oda adına yayımlanmış raporundan birkaç çarpıcı alıntı ile paylaşalım...

Yüzde 98 uyumsuz
1972 yılı içinde 76 bin 149 inşaat ruhsatı verilmiştir. İnşaatların yüzde 80’i betonarme betonu ile üretilmiştir. Üretimin yüzde 24’ü İstanbul’da gerçekleştirilmiştir. Araştırma kapsamında olan, beton üretmek isteyen şantiyelerin TS 500 kayıtlarına uygun olarak gayelerine ulaşma ihtimali ancak yüzde 2’dir. Diğer kelimelerle İstanbul şantiyeleri yüzde 98 ihtimalle yönetmelik kayıtlarının dışında beton üretmektedirler. B.225 üretmek isteyen şantiyelerden gayelerine ulaşana rastlanmamıştır. Arıoğlu, söz konusu raporun içinde, bir de 1976 verileri üzerinden değerlendirmeler yapmış, aşağıdaki sonuçları çıkarmıştır:
- İstanbul’da TS 500 standardına göre üretilenler ancak B.30 olarak anılabilir. B.160 üretebilme olasılığı yüzde 2.6’dır.
- TS 500 standardına uygun betona rastlamak tesadüfidir. İstanbul’daki betonarme yapıların yüzde 18’inde yapı güvenliği katsayısı 1’den küçüktür.
- İstanbul’daki betonarme karkas yapıların göçme riski yüzde 14.47’dir.
- Araştırma sürecinden, rapor yazılım sürecine beton niteliklerinde farklılık beklentisini getirecek hiçbir olumlu adım atılmamıştır. Betonarme inşaatın üretimi, betonarme üretim artışı yaşanmıştır.
Arıoğlu raporunun sonuç bölümünde, kamuya karşı sorumluluğu olan beton üretiminde, mühendis denetiminde üretimin koşullarının yaratılması zorunluluğunun altını çizmiştir.

Doğrusu, uzmanlık meslek örgütlenmeleri, inşaat mühendisleri yanında, yapılaşmada yerin doğru seçilmesinden başlanarak, mühendislik alanlarının ilgili bütün birimlerinin uzmanlık alanlarıyla doğru orantılı ortak çalışmalar için yapılmış çok anlamlı uzmanlık çalışmalarıyla Türkiye şanslı sayılabilir. Aslında deprem kuşağı içinde olması, ortaya çıkan acılar, yıkımlar bir yanları ile de Türkiye’ye dönük sorunların bilimsel açıklarının ortaya çıkmasını, bilimsel dönemeç taşı çalışmaların yapılabilmesini de sağlamıştır.

Donanımımız var, ancak...
Türkiye dünya odaklı teknik bilgi donanımlarının üstüne, ülke koşullarının, ülke yapılaşmasının yarattığı sorunlara karşı önlem alabilme yolunda da yıkımlar, depremsiz çökmeler ile depremler sonrası katlanan yıkımların açık laboratuvar sonuçlarıyla kendi öznel koşullarının çözüm reçetelerini üretmede bilgi donanımı, araştırma sonuçlarıyla eksiksiz donanımlıdır. Ancak yüz yüze gelinen günümüz sorunlarının çarpıcı, ürkütücü gerçekleriyle yüzleştikçe, bir yanımızla dev adımlar attığımız gibi, diğer yanımızla sorunlar yumağında çıkmaza sürüklenmeyle yüzleşmekteyiz.

Balık baştan kokar ruhuyla, yukarıdan inşaat sektörüne, ranta, vurguna eğilimli inşaat sektörü ağırlıklı siyaset gücünün çekiciliği, en yoksullar, seçmenler, biat ilişkileri bağlamında kendi çaplarına göre pay alma kültürüne katlanarak yansımış oluyor. Kişiye dönük imar affı ile uyumlu birkaç kaçak kat, İstanbul çapında vahim boyutlara varıyor. Cumhur İttifakı’nın Meclis Başkanlığı forsundan yeni ayrılmış adayı, afla tapusunu isteyen seçmene, seçimin ertesi sabahı için tapu dağıtımı müjdesini veriyordu...

12 Mart 1971’de, Cumhuriyet gazetesinin aile yönetimi içinde organize edilen bir operasyonla, Cumhuriyet’in Atatürk, Yunus Nadi çizgisinde yayınının devamından sorumlu Nadir Nadi, yazarlarını ve çalışanlarını koruyamayacak noktaya düşürülünce istifa etmişti. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü’nde tutuklu, işkenceden geçirildiği süreçlerde, ülkenin çok sayıda önde aydını, gazetecisi, yazarı, eğitimci, meslek örgütleri temsilcileri, Madanoğlu davası olarak bilinen yargılama sanıkları olarak Ankara ve İstanbul’da tutuklu yargılanmayı bekliyorlardı. Dönemin İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı İzzettin Silier’in, yayın yaşamına sokmak istedikleri “Teknik Güç” dergisi için iş önerisi ile, mühendislik dünyasını içinden de tanımak şansını yakalamıştım. Cumhuriyetin sata sata bitirilemeyen kuruluş döneminin sanayileşme, kalkınma ruhuna uzanan bir yapının üretici değerlerine uzanan bir yolculuğa ilişkin bilgim yoktu.

‘İnşaat’ın Reis’i
İzzettin Silier ilk röportajımızı ‘Reis’le yapacağımızı özenli, heyecanlı duyurduğunda kavrayamamıştım. Yolda kısaca meslek duayenlerinin taktıkları, ‘Reis’in sevgi, saygı odaklı lakabını, hayranlığı nasıl kazandığını özetledi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarının akla gelebilecek en önemli yatırımlarının, inşaatçılık ağırlıklı büyük ihalelerinden, birçok örnek saydı. ‘Reis’, gerçek kimliği ile Fevzi Akkaya, ortağı Sezai Türkeş ile birlikte kazandığı büyük inşaat ihalelerinin hepsini, ihalede belirlenen ücretlerin üstüne asla çıkmamış, birçoğunda altında bile maliyetlerle, teslim tarihinden önce bitirmekle ünlenmişti. Röportajın içinde yeri geldikçe, dev bir üretim yapılanması içinde, günümüze kadar özelleştirmelerle tükete tükete, yağmalaya yağmalaya bitiremediğimiz, hâlâ anlamlı değerleri olan sanayi yatırımlarının bütünlüğünde, kimi zaman üretimin kimi dış kaynaklı, özünde hepsi de maliyetleri, teslim tarihleri geciktirilmemiş yatırımlar bitirilemeden, işlerini erken teslim etmiş olmaları ile bağlantılı zor durumların, açıklama zorunluluklarının doğduğunu güvenli, gülümseyerek aktarıyordu.

İki birbirinin zıddı ‘Reis’
Gündemimiz dışında gibi gözüken bu alıntıyı aslında günümüz dev projeleri yatırımları sürecinde gündeme gelen, her dev projenin açılışında tanıklık ettiğimiz bir sahnenin anımsanması, sonrasında da anlamlarının sorgulanabilmesi için yazımın girişine taşıma gereğini duydum. Canlı yayınlarda tanıklık ettiğimiz üzere, dev projeler açılışlarında, seçmenin sevgi gösterilerinde ‘Reis’ olarak karşılanan Başkan Tayyip Erdoğan, açılışı yapılan dev projenin müteahhidi ile kameralar karşısında bir son dakika pazarlığına girişmeyi gelenek edindi. Çok yüksek maliyetli dev projelerin dış borçlanmalar, yap-işlet-devretle, bizlerden gelir garantileri karşılığı, cebimizden çıkacak vergilerle ödenecekleri, gerçekçi ihale koşullarını çoğunlukla uygulamaları ile yıllar sonrasında ancak tek tek öğrenebiliyoruz. Teslim tarihleri, işletme koşulları, her şey ama her şey durmadan değişim geçiriyor. Gecikmeler, ödenecek bedeller yükseldikçe yükseliyor. Projelerin yerleri, çevreye etkileri, her şey ama her şey durmadan değişime uğruyor. Biz hep sonuç bedelleri üzerinden eksik bilgilere ancak ulaşabiliyoruz.

Kâr marjından indirim yapıyorlar
Suna ve Akalın, dev projelerin açılışı sırasında çoğu zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inşayı gerçekleştiren müteahhitle yaptığı pazarlık sonucu fiyat indirimini en hafifi ile böylesine bir sonuç hesaplanmış olarak baştan kâr marjlarının yüksek tutulması olarak yorumluyor. İkili, asıl devasa sorunun ise birinci el, ikinci el uluslararası müteahhitlik ilişkileri ağında, parça parça üretimler için aşağı doğru indirilen taşeronlaşmalarda hem denetimin, hem de uzmanı olmayan, kaçağın kaçınılmaz olduğu yapılaşma sorunlarının, ucuz işçilik ile birlikte devasa sorunlar olarak karşımıza çıkarılıyor olması olduğunu kaydetti.

(II)

Beklenen İstanbul depreminde 100 bin yıkım ve milli gelirde yüzde 10-12 kayıp bekleniyor

En büyük rant, vurgun kaynağı olarak kullanılan İstanbul’da, süper projeler de içinde 16 yıl boyunca tersine yapılanlar, bırakın şiddetlilerini orta ölçekli olası depremlerde yaşanacak kırım, sadece can mal kayıpları ile değil, ekonomik yıkımlarıyla ürküten ölçeklerde.
Kaderine razı depremi bekleyen kadim kent: İstanbul...

Sadece başlığını değil depreme ilişkin sorgulamalarını çok anlamlı bulduğum için İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin 17 ağustos depreminin her yıldönümünde yapılacağını ilan ettiği İstanbul’a yönelik sorgulamaları ile kısa yanıtlarını sizinle paylaşmalıyım..

- İstanbul depreme hazır mı?

- Mevcut yapı stoku genel olarak güvenlikten uzaktır. En iyimser tahminler, deprem senaryolarında bile hayatını kaybedecek insan sayısı on binlerle ifade edilmektedir.

- İstanbul’un yaşayacağı olası felaketin sorumluları hiç şüphe yok ki, dere yataklarını imara açan, askeri alanlara yapılaşma izni veren, yapı üretim sürecini denetimsizliğe mahkûm eden, mühendisleri üretim sürecinin dışına iten, kentleri insana göre değil ranta göre düzenleyenler olacaktır.

- Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı(JİCA)tarafından belirlenen riskli bölgeler haritasıyla Çevre ve Şehircilik Bakanlığının haritası örtüşmüyor. İki harita arasında riskli bölgeler yüzde 73 oranında farklı. Bakanlığın haritasında rant değeri yüksek bölgelerin riskli gösterilmesinin nedeni nedir?

- Piyasa ilişkilerinde “gayrimenkul değerlendirme” olarak da tanımlanan kentsel dönüşümün, Bakanlığın risk haritasında yer alan ve rant değeri yüksek bölgelerden başlaması manidar değil midir?

- İstanbul içinden çıkılmaz sorunların sıkışıklığındayken ve deprem tehlikesinin sıcaklığını hissediyorken, nüfus yoğunluğunu, sorunlarını iki katına çıkaracak, Kanal İstanbul gibi bir projeye neden ihtiyaç duyulmaktadır?

- Deprem toplanma alanları ve ulaşım güzergâhları sorunu varlığını sürdürmektedir. Önceden belirlenen alanların yapılaşmaya açılması bir yana, parkları, okul bahçelerini, boş alanları toplama alanı ilan etmek sorunu ortadan kaldırmamaktadır.

- Geleceği kazanmanın tılsımlı kavramı, yapı denetim sistemi ne yazık ki sorunlarından arındırılamamış, işlevsel ve sağlıklı bir işleyişe kavuşturulamamıştır.

- İmar affıyla yapı stokunu iyleştirme hedefinden vazgeçilmiş, kaçak ve sağlıksız yapılaşma adeta ödüllendirilmiştir.

Ürküten yıkım tablosu Meclis tutanaklarında
Meclis tutanaklarından İstanbul için çarpıcı, ürkütücü deprem uyarısı.

İstanbul için beklenen olası depremde 40 bin ila 100 bin can kaybı olacak. 100 bini aşkın ev yıkılacak, milli gelir kaybı yüzde 10-12’ye ulaşacak.

Ersin Arıoğlu’nun CHP milletvekili olarak konusu yalnız “deprem”olan bir ihtisas ve araştırma komisyonu kurulması gerektiğine ilişkin 8 Ocak 2003’te yaptığı tutanaklara geçmiş konuşmasında, hazırlıksız durumda bulunması nedeniyle İstanbul için olası bir depremde 40 bin ile 100 bin vatandaşımızı kaybedeceğimiz belgelere geçirildi.

En aktif bölgelerden

Arıoğlu, tutanaklardan özetliyeceğimiz Meclisin bilimsel çalışmalara ağırlık verilmesini istediği konuşmasında, 63 yıl 12 gün önce Türkiye’de yaşanmış en büyük, 7.9 olarak ölçülen, 60 saniyede yaklaşık 33 bin yurtaşımızın kaybı, 150 bin yaralı, yüzbinlerle ev ve işyeri hasarlı depremden günümüze gelişmeleri değerlendiriyor.. “Türkiye en aktif deprem bölgelerinden birisidir” diyor.
Meclis tutanaklarından en çarpıcı alıntılarla özetleyelim..

“Türkiye, inşaatlarını, gerekli kalite kavramı içersinde üretemediğinden, deprem bilinci ve yapı denetimi bir türlü yeterince geliştiremediğinden, Türkiye’de olan depremler daima şiddetlerinden daha büyük ölçekte yapısal hasarlara ve can kayıplarına yol açmaktadır.

Nitekim 1999 Marmara depremi, bize üzerinde yaşadığımız toprakların yüzyıllardır süregiden bu gerçeğini, çok acı bir şekilde tekrar hatırlatmıştır. Türkiye, 17 ağustos 1999 depreminde 18 bin yurtaşını ve milli gelirinin yüzde sekizini, 48 saniye içersinde kaybedivermiştir. 2000-2001 yıllarında içine düştüğümüz derin krizlerin muhtemel tetikleyicisidir.

Yapısal hasar doğurur

Türkiye İzmit depremiyle çok acı tecrübeler yaşamıştır. Yeterli araştırma olmamasına rağmen 2001-2002 yıllarında içine düştüğümüz derin krizlerin muhtemel tetikleyici sebeplerinden biridir. Ayrıca Türkiye’nin depremere karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu açıkça ortaya çıkarmıştır.

Türkiye depremliliği özetlenirse, deprem doğuran fayların toplam uzunluğu 15 bin kilometredir. 5.5’ten büyük olan depremler yapısal hasar doğururlar. Ölümlere sebep olan depremler, genel olarak 6 ve 6’dan büyük olanlardır.

Türkiye’de 5.5 ile 6 arasında her yıl iki deprem beklenmektedir. 6 ile 7 arası 3 ile 7 yılda bir beklenir. 7’den büyük olan çok şiddetli depremler 10 yılda bir tekrar geri dönerler. Türkiye’nin en aktif deprem bölgesi Kuzey Anadolu fay hattı civarıdır. Batıda Marmara denizinin içine girer ve İstanbul’un hemen güneyinden geçer. İstanbul’u etkileyecek bir depremin olası olduğunu göstermektedir. İstanbul tüm vergilerimizin yüzde 47’sini ödeyen, en gelişmiş kentimizdir. Senelerin ihmaliyle, tüm diğer şehirlerimiz gibi hazırlıksız durumda bulunan İstanbul için olası bir depremde 40 bin ile 100 bin vatandaşımızı kaybedeceğiz.

100 BİN EV YIKILACAK
100 bini aşkın ev yıkılacak. 800 bin ile 1 milyon aile depremden zarar görecek.. Maddi kayıplarımız, milli gelirimizin yüzde 10 ile 12’sine ulaşacak. İzmir kentimiz için de hasar boyutu sayısal olarak daha küçük, fakat benzer senaryolar bulunuyor...”


Eyüpsultan’da evler boşaltıldı
İstanbul’un ranta en açık bölgelerinden Eyüpsultan da, kuralsız yapılaşmanın olumsuz sonuçlarından nasibini aldı. Toprak kaymasında zarar gören evler boşaltıldı. Eyüpsultan’da iki hafta önce toprak kayması sonucu hasar gördüğü için mühürlenen evler boşaltıldı. İslambey Mahallesi Nigari Sokak’ta yaklaşık iki hafta önce toprak kayması nedeniyle evleri zarar gören vatandaşlar, eşyalarını dışarı çıkardı.

Aynı yerde önceki gece tekrar yaşanan toprak kaymasının bina sakinlerini tedirgin ettiği öğrenildi.
Osmanlı döneminin en yakın tarihli, göreceli ahşap mimari, kentleşmenin bugüne göre yoğun olmaması bağlantılı depremler için yıkıcı olmayan yapılaşma koşullarında bile büyük depremler İstanbul’u yıkmış.

Yaklaşık 20 yıl arayla, ikisincisi çok da daha ağır İstanbul’u yıkmış iki büyük depremin ayrıntılı raporları, bugün olacaklar için ders verici...

1968 kuşağının bir tık öncesi, İTÜ’de Harun Karadeniz’in Öğrenci Birliği Başkanı olduğu dönemden, 68 kuşağına, günümüzde Haziran hareketine uzanan halkada, her dönem toplumsal olaylar içindeki ağırlığı ile tanınan Mete Akalın, tanımayanlar için yönetici kimliği ile 70’li yıllar ağırlıklı İnşaat Mühendisleri Odası’nın hem İstanbul Şubesi hem de genel merkezinde dönüşümlü yönetim kurulu üyeliği, başkanlık yapmış bir isim. Teknik uzmanlığında, uzun sürelerde İstanbul’un metro çalışmalarında görev almış, büyük depremin enkazı üzerinden hazırlanan inşaat mühendisliği ve TMMOB raporlarına, enkazları inceleme heyetlerinde görev almış olarak imza atanlar içinde. Yakın tarihimizde, yapılarımızın hali pürmelali, depremsiz yıkımlar ile, depremde olacaklara ilişkin tanıklıklarıyla söz sahibi olduğu için, altını çizeceği gerçekler değerli.


Mete Akalın ortak söyleşimize elinde sürpriz bir raporla geldi. Kirli çıkınında getireceği önemli raporları ararken, nereden ne zaman edindiğini anımsayamadığı bu tarihi raporu da bulmuş. Hazine bulmuş gibi bir kopyasını Oda’nın, diğerini Cumhuriyet arşivi için çektirerek sayfalarını karıştırdık. 1894 İstanbul depremi hakkında bir rapor üzerine inceleme başlıklı kapağında. Dr. Hamiyet Sezer imzası var. Arapça kopyalarının üzerine Türkçesinin çeviri sayfaları eklemlenmiş. Dilin aksanı da tarihte kaldığı için, ilginç bir o kadar anlaşılması zor. Sayfaları karşıtırırken, adalardaki tek tek ev yıkımlarının teknik ayrıntılarını okudukça insan hayranlık duyuyor. Uzatmadan Mete Akalın’dan elindeki raporun özet anlamını öğrenmeye çalışalım..

20 yılda bir mi?

“İnceleme kapsamında yer almış İstanbul’un ilk büyük depremi 16 Ocak 1489 olarak tanımlanıyor. ikinci büyük deprem ise 22 Ağustos 1509’da olmuş. Binin üzerinde ev yıkılmış, 4-5 bin insanın öldüğü, sarsıntıların 45 gün sürdüğü kayıtlara geçmiş. (Oysa 325 yılında başlayıp 1894’e kadar devam eden 12 büyük deprem var.) Şimdi bu raporu okuyanlar, bu iki yakıcı deprem arasında 20 yıl olduğuna dikkat çekip (aman 1999 depreminden bu yana da 20 yıl geçti. Yoksa???) kehanetleri yapmaya kalkmasınlar..)

Neyse bu rapordan anlaşılacağı üzere 2. Abdülhamit’in isteği üzerine Atina Rasathanesi Müdürü Eserinisti (D.Eginitis) ile İstanbul Rasathanesi Müdürü Coumbary ve yardımcısı Emil Lacoin yaptıkları incelemeler sonucunda bu ayrıntılı raporu 15 Ağustos 1894 tarihinde Sultan’a sunmuşlar. Raporun beşinci sayfasında “...Bu mıntıka-i merkeziye ber-mu’tad uzun bir hatt-ı münahi şeklini almıştır. Bunun büyük mihveri Çatalca’dan Adapazarı’na kadar ve İzmit Körfezi boyunca yüz yetmişbeş kilometre tulunde imtidad ider..”ifadesi de ilginç. Okunması gerekli bir rapor diye düşünüyorum.


(III)

Türkiye’de yüzyılın son afeti: Körfez Depremi

Deprem toplanma alanları AVM’lere, yıkım tehdidi olan yerler ‘kentsel dönüşüm’e peşkeş çekildi.
Deprem sonrası, beton kalitesinin düşüklüğü, kazanç uğruna iç içe yapılaşmalar dikkat çekiyordu. Binalardaki yan çıkmalar, binaların dengesini bozmuştu. Depremin olacağı ve zararın büyüklüğü bilinmesine karşın bir dizi yapılaşma suçu işlenmişti.

Tüm bu kuralsız yapılara imar aflarıyla yenileri ekleniyor. Denetimsiz, projesiz, sorumlusu bulunamayan deprem ve doğal afetlere dayanıksız kaçak yapılaşma adeta teşvik ediliyor. Oysa, ülke genelinde kentleşme hedefinin belirlenmesi en öncelikli konu.

Bilinen fay hatları üzerinde, kaçınılmaz geri dönüşlerle beklenen süreçler içinde, sürpriz olmayan şiddetteydi. Gelin görün ki yapılaşmanın belirlenmesinde odak siyasi erkler başta, yerel yönetimler, sermaye çıkarları, rant vurgunu düzeni üzerinden yapılaşmayla, depreme öylesine hazırlıksız yakalanmıştık ki... Can, mal, ekonomik, sosyal, siyasal yıkım sonuçlarıyla ülkemiz için geri dönüşleri çok zor yaralar açtı.

Korkunun resmi
Belleği çok zayıf, derslerden ders alamayan, aynı yanlışlar, aynı suçların ortaklığını yapma eğilimi yüksek, uygarlıkların çatışmaları arasında geçiş yollarında, gelgitlerimizle, bir uçtan diğer uca savrulmalarımızla, birikimlerimizle, asla söz konusu olmaması gereken depreme hazırlıksız yapı stoklarımızla, 20. yüzyılın en büyük afetinin yaşandığı ülke olmayı da becerdik...

Şanssız bir zamanlama çatışması belki ama, büyük depreme çok yakın bir zaman diliminde, dönemin çok popüler bir televizyon açık oturumunda “uygarlaşmanın neresinde olduğumuzu” tartışıyorduk. Ülkemizin en güçlü işadamlarından biri, Adapazarı’nda yaptıkları dev, uluslararası şirket ortaklığı içindeki marka fabrika yatırımını en ileri örneklerden biri olarak göstermiş, “Patates tarlasına fabrika yaptık. İşçilerimiz tarla ekerek kazanabilecekleri paranın katları ücretle çalışıyorlar...” cümleleri ile övünmüştü.

Ekonomik yarar ölçümlemesinin doğru olmadığı, o topraklarda patates yetişmemesi ile ülkenin çoğunluğu yoksul ve işsiz insanın kayıplarını göz önüne alınarak, ekonomik getiri hesapları yapılabileceği itirazıma da çok kızmıştı. Depremden kendi işçileri içinde çok fazla can ve mal kaybı, fabrikanın ağır hasarı ile çıkmalarından sonra ise... Deprem deneyimi daha fazla olduğu için ev ve sanayi yatırımları daha güvenlikli inşa edilen Adapazarı’nda depremin büyük yıkımını görünce, fikrini hemen değiştirmişti. Üstelik büyük depremin fay kırılmaları tablosunda daha şanslı bölgede “Tövbe bir daha patates tarlasına fabrika yapmaya kalkışmam. Ama onarımla açılabilecek fabrikamızı yeniden üretime geçirmeliyiz” demişti.

Sanayi yerleşimi artırır
Yeri gelmişken okuduğum bilimsel görüşler ve raporların bileşkesinde bu yaklaşımın da çok yanlış olduğunun altını çizmeliyim. Çünkü dev fabrika yatırımı, zorunlu olarak yan sanayii ve çevresinde kaçınılmaz yoğun yerleşimi de getirir. Fabrikanın temellerinde teknoloji sayesinde sağlam zemine oturmanın maliyeti, getirisine göre pahalı sayılmayabilir. Ancak konut yatırımında katlanılamaz maliyetler, hele de tarıma elverişli topraklar üzerinde, rant gözlüklü yatırımlar ülkenin geleceğine ihanet halkalarıyla kötülükler yapılmasını içerir.

Sonuç olarak 17 Ağustos Körfez Depremi ile bu ülkenin insanları olarak korkunun resmini çekmiştik. İlk günün akşamına kadar havadan çekilmiş fotoğraflara bakarken, en çok Harb-İş Sendikası’nın işçi eğitimlerinde kullandığımız Değirmendere Çınaraltı kahvesinin çınarının yarıdan fazlası ile suya gömüldüğünü hüzünle izlemiştim.

Ertesi sabah TMMOB’nin acil oluşturduğu, ilgili meslek odalarının katılımlarıyla oluşturduğu uzmanlık mühendislerinin birlikte tüm deprem bölgelerini tarayarak, hazırlayacakları bilimsel raporlar heyetinin çalışmalarını izlemek üzere peşlerine düşmüştüm. Depremin ağır yıkımında odak noktalardan başlayan tarama çalışmalarında Çınaraltı kahvesinin olması gereken sahil kıyısında, bir kısmı da doldurulmuş alanlardaki dibe vuruş derinliği kör karanlıktı. Askeri tersane bile izini görememiş, kim bilir kaç kez gittiğim SEKA özelleştirilmesi kavgasında, yapımında yol alınmış dev inşaatların da içlerindeki insanların, tüm yatırım araçları ile görünmez diplerde ve derinliklerde kaldıklarını öğrenmiştim.

Korku ağır basıyordu
Her yerde depremde sokaklarda kalmış insanların yerleştirildikleri incecik çadırlardan, en küçük bir sarsıntıda, yaşadıklarının travmasında nasıl kaçışıp korktuklarının sayısız tanıkları nedeniyle de, tarama gezisi gözlemlerimin odağında insanların çaresizlikle kazılmış korkularının resimleri ağır basıyordu...

Dolaşa dolaşa, ilgili bilim dallarından mühendislerin çökmüş yapıların önünde, yıkım nedenleri ile bağlantılı bulguları tartışmaları, depremin felaketi bir yana, geleceğe dönük çıkarılacak somut sonuçlarıyla çok değerliydi... Elbette yapılaşmaların dibe vurduğu, görünmez oldukları alanlar dışında kalanlar da.

İlk çarpıcı şaşkınlık, geçmişte toprak doldurulmamış alan içinde, Değirmendere’nin daha içine doğru, geçmişte kıyı olan şeritteki ahşap yapıların yıkılmamış olmalarıydı. Onlarla aynı fay hatları üzerinde sonradan yapılmış, yıkımdan sonra bile kaliteli gibi görünen yüksek yapılar ise öldürücü sonuçlarla, ağır hasarlıydılar. Temelden beton kalitesine, kazanç uğruna iç içe yapılaşmalarla, temelden yukarıya yan çıkmalarla yapı dengesi altüst edilmişti. O kadar çok yapılaşma kusuru, suçu sıralanıyordu ki. Depremin olacağı, geri dönüşleri biline biline yapılanların hepsi yapılaşma suçları kapsamı alanına giriyordu.

Bir musibet
Körfez Depremi, bir yanı ile de deprem fay hatları üzerindeki Türkiye’nin, depreme dayanıklı yapılar yapmak zorunda olduğu yüzleşmesine yaradı.

İnşaat mühendisleri, TMMOB çatısı altında ilgili tüm mühendislik alanlarının katkılarıyla deprem yıkımları üzerinden yapılan araştırmalar, yapılaşmadaki çarpıklıklarda, -bile bile lades işlenmiş- ağır suçların tümünün açığa çıkarılmalarında bir tür açık laboratuvar işlevi yaptı.

En büyük tehdit oluşturma boyutlarıyla İstanbul da içinde, acil alınması gerekli önlemlerin öncelikleri ortaya çıktı. Ödenmiş bedellerin ağırlığından ders alınmış, açık labaratuvar sonuçlarıyla yapılması gerekenlerin öncelikleri sayısız bilimsel, meslek örgütü raporlarında, üniversitelerle de ortak çalışmalarda, tuğla gibi kalın raporların üretimini getirmişken... Bu kadar yıl nasıl boşuna geçirilmiş, hazırlıkların tamamlanması noktasına gelmiş olmamız gerekirken, nasıl da bu kadar geriye, kaosa sürüklenmiş olabiliriz ki...

Kaçak teşvik edildi
Hiç değilse İnşaat Mühendisleri Odası’nın 1999 taramasının raporu içinde altı çizilmiş “Bu deprem 20. yüzyılın son büyük afetidir” saptamasından yola çıkarak, ortaya çıkmış çarpıklıkların odağı, alınması gerekenden çok azı alınmış gibi yapılıp, çoğunluğun kaçınılması ağır suç oluşturan önlemlerin tersine işler yapılarak, inşaatla büyüyen saltanatın iflasa sürüklenişinde, öncelik alınmış olumsuzluklardan somut verilerle, elbette raporlarla alıntılı yürümeliyiz...

İmar afları, olumsuzluklara yenisi eklendiğinde daha büyük gedikler açtıran boyutlarıyla kentlerimizde denetimsiz, projesi olmayan, sorumlusu bulunamayan deprem ve doğal afetlere dayanıksız kaçak yapılaşmayı teşvik etmektedir. İstanbul özelinde ülke genelinde nasıl bir kentleşmenin hedeflendiğinin belirlenmesi öncelik almalıdır.

İstanbul tarihinden gelen yapısıyla, geçmiş tarihinde çokça örneği görülmemiş, depremsiz yıkımlar patlamasıyla alarm veren, öncelik alan kentlerimizin başını çekmektedir. Kuşkusuz en acil öncelik, depremsiz çökmeler gerçeğinden yola çıkılarak, depreme dönük en acil alınacak önlemlerin, yapı envanterlerinin çıkarılması üzerine, gizlilik içinde değil, kamuya açık planlamalarla koşar adım yola çıkılması olacaktır.

Trajik olanı, yerel seçim kampanyaları, kaygılarına dönük olarak, hâlâ kaçak yapım suçlarının ağırlığını oluşturan yapılar için, yapı denetimsiz tapu vaatlerinin reklamlarının kamu spotlarının bile kaldırılmamış olması, Saray ittifakının adına seçimin ertesi günü için tapu vaadinin kampanyalarının odağında yer alması değil mi?

Deprem değişmez yapılar değişmeli
TMMOB çatısı altında, 17 Ağustos 1999, 17 bin yurttaşımızın ölümüne, 30 binin yaralanmasına, 500 binin üzerinde barınaksız kalmasına yol açan depremin, depremden çok yapıların bile bile kusurlu olmaları bağlantılı yaşananlara kanıt, açık labaratuvar incelemesi sonuçları, özetle yapılması gerekenlerden kaçınma kapısı bırakmıyor.

8 Haziran 2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinde bir dizi olarak yayımlanmış ortak rapor sonuçlarını yeniden paylaşmanın fazlaca bir anlamı yok. Kaldı ki yapılaşma işlerine bulaşmışların gerek tüm kentleşmelerdeki yapılaşmalar, gerekse İstanbul için yola çıkarlarken alınması olmazsa olmaz önlemleri bilmemek gibi bir mazeretleri yok.

Beklenen İstanbul depremine dönük, en görünür oldukları için en çok sözü edilebilen, depremlerde sığınak olacak, kayıtlara geçirilmiş alanların üzerine siyasi iradenin kendisi yüksek rant uğruna AVM’leri dikme suçlarına ortak değil mi? Deprem raporlarının özetlerinde dizinin içine bile beklenen İstanbul depremi açısından da anlamlı, İstanbul’daki yıkım haritalarını, hasar gören, onarılması öncelikli yapı stoklarını sığdırabilmişim ki...

Dönüşümde kuyruk
Meslek örgütlerinin raporları ilk yıkım çalışmalarının sonuçları üzerindendi. Yapılması gerekenlere göre merkezden, siyasi erk katından yürütülmesi olmazsa olmaz çalışmalar olacaktı. Laf aramızda kamuoyunu rahatlatmaya yönelik bu türden anlamlı çalışmaların yapıldığı, yeniden yapılaşma çalışmalarının, yıkım tehditleri önceliklerine göre hazırlandığı duyurulmuştu.


Kamu erki iradesi, projeleri, öncelikleri rafa kalktı. Uzmanlık meslek örgütlerinden saklanan sözde planlamalara göre özel sektöre, ranta, vurguna bırakılan işler sıraya girdi. Kısa günün kısa kâr hesaplarında müteahhidin para kazanma öncelikleriyle, vatandaşın kazançlı çıkma hesapları çakıştı. Kadıköy’ün yeniden yapılanması, Mecidiyeköy, İstanbul’un her yerinde gökdelenler, boş toprak alanı bırakmayan yapılaşma gerçeği ortaya çıktı...


(IV)

2000’li yılların başında riskli bina sayısı 1.6 milyondu, şimdi sayısını bile bilmiyoruz

Ülkede, hakiki anlamda ilk yerleşim için kurallı nâzım planları, iklimin 1961-63 anayasası ile demokrasiden yana estiği günlere rastlamıştı. O gün yapılan planlarda ne Karadeniz sahillerinde yapılaşma izni vardı ne de özellikle İstanbul’da tarihi ve doğal yapıyı bozacak yapılaşmaya...

Liberalzimde kutsanan serbest piyasa düzeni, demokrasiye, insan haklarına, uygarlığa açılabildiği ölçeklerde, insanı ve çevreyi katletmeyecek bu alanda ödün verilmeyecek nâzım planlar yapmış. Ancak ülkede, 2000’li yılların başında 1.6 milyon olan riskli bina sayısını bugün bilmiyoruz bile.

İstanbul için de ne rastlantıdır değil mi? Cumhuriyet kuruluş yılları sonrası, ilkeli nâzım planların hazırlanması 1961-63 demokrasiye açılım anayasası ile yasaların yürürlüğe girme süreçlerinin sonrasında gündeme girmiş. Cumhuriyet’te profesyonel gazeteciliğe başlamamın ilk yıllarında, İstanbul Nâzım Planı çalışmalarının yapıldığı merkezde, İstanbul’un nâzım plan haritalarını haberleştirme şansını yakalamıştım..

Özetle İstanbul’un, sadece güzelim doğa yapısının, o zaman için zengin ormanlarının, kıyılarının korunması için değil.. Binalara, temel olacak toprak yapısı, hava akımları, tüm doğal karakteristik nitelikleri, korunması zorunlu tarihi yapıları, kültürel birikimlerinin de korunması için çaba sarfedilecekti. Asla ve de katiyen Karadeniz kıyılarının açık sahillerinde yapılaşma akıldan bile geçirilmeyecekti. Şehir kaçınılmaz büyümesi, kentleşmesinde bir yanı ile Kocaeli’ne, diger yanı ile Tekirdağ’a doğru yatay büyüyecekti.

Yık-yap tutkunları

Elbette nâzım plana göre, dünyanın gelişmiş bütün uygarlıklarının ürünü kentleşmelerde olduğu üzere, kent merkezlerinin tarihi yapılaşmasına dokunulmayacaktı. Görgüsüzce kentlerin uygarlaşmasını görenler, göremeyenlere de “rant, kısa dönemli vurgun olarak, yık-yap” tutkularının uzun dönemde kendilerinin kısa dönemli kazançlarını da öğretmekle yükümlüydüler. Oysa gelişmiş uygar hem de liberalizmi kutsayan siyasetler, Viyana’nın, Londra’nın merkezlerini oldukları gibi korumuşlardı.

Dönemin nâzım plan bürosu kadroları, elbette rant, vurgunla çekici siyasetin büyüsünden kurtulamayan kamu yönetimi erklerinden odaklanarak, planlamanın ilkelerini bozan uygulamalardan dertliydiler. Örneğin kıyıların kamuya açık olması ilkesi İstanbul’da çok yerde, en çok da Kumburgaz gibi örneklerde kıyıya apartman dikilmeleriyle ayaklar altındaydı.

Kum yeniden ürer

O tarihlerde geçerli tek tesellilerini, “Üzülme Marmara kıyıları, şiddetli lodosların katkılarıyla, kıyı şeridinin derin olmaması sayesinde de, yakın zaman dilimleri içinde yeniden güzelim ince kumsallarını üreteceklerdir. Yeter ki çarpık siyasi rant, vurun, kıyı kapatma kültürünü aşalım..” olarak açıklamışlardı.

Olmadı, olamadı en ağır, en çarpık boyutlarıyla, siyasal kimliğinin güçlenmesini inşaatla büyüyen saltanata bağlamış 16 yıllık iktidarlarındaki İstanbul kentleşmesinin ürkütücü büyümesindeki yapılaşmalarda yüzleşildi.. Nelerin olup bittiğine yeni tehditlerin boyutlarına zum yapan, meslek örgütlerinin bilimsel verilere dayalı raporlarını elbette paylaşacak yerimiz yok. Ancak kendiliğinden çöken yapılar gerçeği ile yüzleşmenin de utancı içinde, yaklaşan İstanbul depremlerindeki yıkımlara da en hazırlıksız yakalanma koşullarında.. Mete Akalın ile Nüsret Suna’nın sorgulamalara verdikleri kimi kısa anlamlı yanıtlarla nokta koymak istedik...

20 yıldır stoklar taranamadı.

Mete Akalın: 1999 depreminin ertesi gününden başlayarak, İstanbul’daki yapı envanterinin çıkarılması önceliğimiz var. İstanbul bölgelere ayrılarak, inşaat mühendislerinin öncülüğünde, gerekirse ön gözlem konusunda hızlı eğitimden geçirilmiş mühendislik-mimarlık öğrencilerinin de katkılarıyla yaratılacak ekiplerle bina stoklarının taranması seferberliğini hep istedik. Aradan geçen 20 yılda bu başarılamadı. Çoğu yerde deprem riski taşıyan, hemen yıkılması gereken yapılar yerine, rant sağlanacak bölgelere yönelindi. Kentsel dönüşüm, rantsal bölüşüme dönüştü.


Göç tersine çevrilmeli.

Göçü tersine çevirecek dinamizim yaratmak dışında bir çıkış yolu görünmüyor.

Mete Akalın, İstanbul’u gökdelenler, su emecek toprak bırakmayacak şekilde betonlaşma, İstanbul’a sıkıştırılmış yıkımı bekleyen çaresizler için değil sadece, ülkenin tüm yaşayanları için krizler üreten sorunlar bütünlüğü içinde, insan, çevre odaklı habitat ruhuna sığınıyor.

Yer kazanma adına, söyleşinin bütünlüğü içinde buluşulmuş konuları, soruları farklı gündem başlıklarını da atlayarak farklı kimi satırbaşlarına öncelik vermede yarar var..

- Kamu yararı adına, insan odaklı planlama çok ama çok önemli. Habitat raporunu hazırlayan ekibin içinden olarak, tezimizi tekrarlamak istiyorum. Kentlere yoğun akım yerine bunun tersine dönüştürülmesi. Kentlerin doğru bir kırsal kentleşme planlamasıyla oralara doğru yönlenmesi. Şimdi yeniden aynı şeyi düşünüyoruz. Sokaktaki insanımızla konuşuyoruz. Onlar da İstanbul’da kilitlenmiş trafik içinde şoförlük yapmak yerine, şehrine, köyüne dönüşü yeğliyorlar. 1950’li yıllarda bile TMMOB çatısı altında Türkiye’yi planlayacak bir yapılanma gereksiniminin altı çizilmişti. Bence ülkeyi halk yararına planlama yükümlülüklerimiz günümüz için çok daha da yaşamsal. 1960 yılında kurulan DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) 2011 yılında kapatıldı.

- İstanbul’da beklenen depreme dönersek, bir an önce sağlıklı bir yapı envanterinin çıkarılmasına ilişkin çalışmaları istemek çok daha yaşamsal. Doğru yapı envanterleriyle en acillerine öncelik verilerek yeniden yapılanma ile ancak depreme, en az zararlı yıkıma hazırlanabiliriz. İlerlemiş teknoloji biliminin de katkılarıyla var olan yapı stoklarında güçlendirme çalışmalarına hız vermeliyiz. Elbet ilk yılların uygulamalarında güçlendirmeler alanında da çok büyük teknik yanlışlar, olumsuz katkılar, pahalıya yanlış güçlendirmelerin bedelleriyle yüzleştik. Haksız kazançlarla bilime ters işler kimi örneklerde de yarar yerine zarar getirdi..

Son söz olarak göçü tersine çevirecek bir danimizim yaratabilmenin dışında bir çıkış yolu göremiyorum. Habitat ruhundan çok uzağa düşmüş durumdayız. Nâzım plan döneminden bu yana, en son İstanbul Mastır Planı da rafa kaldırıldı.

Sahte mühendis enflasyonu.

Rant üzerinden inşaatla büyüyen ekonomik modelden, siyasetten, öncelikle inşaat sektöründe rant getirisinin götürüye dönüşmesi çıkmazındayız.

İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Nüsret Suna’nın depremsiz yıkımlar travmasının yaşandığı günümüzde yaklaşan İstanbul depremi tehdidine karşı alınması gereken önlemleri şöyle sıraladı:

- İstanbul’da her gün bir yenisi ile yüzleştiğimiz, kaçak yapıların kendiliğinden çökmesi örnekleriyle, ileri teknolojili büyük yatırımlarda da yine çok yönlü denetim kaçakları, ucuz taşeronluk altyapı çalıştırma ağları içindeki yıkım örnekleriyle yüzleşmekteyiz. Bunun odağında bilinçli bir şekilde mühendisliğin itibarsızlaştırılması olgusu var. İmar barışı çıkarıldıktan sonra da ruhsatların üzerindeki mühendislik imzaları kaldırıldı. İşin esas sahibi de ortadan kalktı. Bina yapıldıktan sonra mühendisin haberi olmadan bu yapı üzerinde yapılanların denetimi de tümden ortadan kaldırıldı. Yapı sahipleri istedikleri tasarruflara sahipler. Ortalık sahte mühendislerden bile geçilmiyor.

- 20 yıl sonra elimizde hiçbir şey yok. Depremden sonra yapılmış master planlar, üniversitelerin katıldıkları değerli çalışmalar vardı. En baştan yapılması olmazsa olmaz yapı envanterleri bilinmiyor. Riskli bina yapısı sayısı 1 milyon 600 bin civarı olarak biliniyordu. 2001 yılında da yapılmayan, ya da bizim için bilinmeyen envanterlere göre riskli yapılar öncelik sıralamasına göre yıkılıp yenilenecekti. Güçlendirilmesi olabilecekler güçlendirilecekti. 20 yıl önce yapılması gerekenler yapılmış olsaydı, Kartal’daki, benzeri Zeytinburnu ve her yerde yaşanan çökmeler olmayacaktı. 20 yılda İstanbul yaşanabilir bir kent olacaktı.

- İstanbul’da deprem kapıya dayanmış, yıkılması yaşamsal yapı stokunda yüz binlerle artışlar olmuş. Bütün bunları yıkıp yapacağız demek hayal. En acil yıkılması gerekenler öncelik verilmiş olarak, yine yapı stokunun belirlenmesi, ona göre yola çıkılması koşuluyla bu kez rant-vurgun odaklı olmamak koşulu ile, depreme en acil en hızla hazırlanmanın yollarını koşullarını üretmek zorundayız. Acil yıkımı zorunlu yapılaşma gerçeğinin koşullarında, büyük bilgi birikimi ile tersine kaynak israfı gerçeği ile yüzleşmiş olarak siyasi iktidarın rant gerçeğini tersine çevirmek zorundayız. Rantın getirisinin götürüye dönüşmesi çıkmazından çıkmak noktasındayız. Demokrasiyi oturtma, teknolojide en donanımlı sürecin gerçekleriyle sil baştan öncelikleri belirlemek noktasındayız. İstanbul’da 2 milyona ulaştığı söylenen yapı stoku gerçeği için de rantsal dönüşüme karşı savaşmak zorundayız..

ŞÜKRAN SONER / CUMHURİYET


Venezuela’nın bükülemeyen eli ( ANALİZ) - SOL

Venezuela’da ABD destekli darbe girişiminin üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Resme bakılınca seçilebilenler şunlar: Uzun uzun hazırlanılmış ama şu an için amacına ulaşamamış bir darbe girişimi, oldukça kötü yazılmış bir senaryo, çiğ ve beceriksizce ortaya konan bir diplomasi, kendi kendini başkan ilan eden çapsız bir kukla ve kendisine yöneltilen saldırıları örgütlenerek, kenetlenerek şimdilik bertaraf edebilmiş bir halk.


Venezuela’da ABD destekli darbe girişimi bir aydır pat durumunda. Ocak 2019’dan önce dünyada pek kimsenin adını duymadığı ve ABD himayesinde başkanlığa soyunmasıyla gündeme gelen Guiado, son olarak “insani yardım” getirmek üzere Kolombiya’ya gitti, (hafta sonu döneceğim mesajı verse de) bu yazı yazıldığı sırada ise hala geri dönememiş, uluslararası kamuoyuna diğer seçenekleri de deneyin diye el açmıştı. Hiçbir hukuku tanımayan ve askeri müdahale seçeneğini her zaman masada hazır tutan ABD’nin önümüzdeki günlerde ne yapacağını öngörmek zor; ama şimdilik istediğini elde edememiş olmasının nedenleri var.

ABD’nin iki eli 98’den beri Bolivarcı iktidarın yakasında olsa da özellikle 2017 yazında Ulusal Kurucu Meclis’in oluşturulması ve 2018 Mayıs’ında Maduro’nun tekrar başkan seçilmesinin akabinde tehditler artmaya başlamıştı. Latin Amerika’daki iktidar değişiklikleriyle birlikte saldırı daha örgütlü, daha cepheden yürütülmeye başlanmış, baskı ve yaptırımlar artmıştı. Son bir buçuk yıl içindeki ekonomik yaptırımların Venezuela’ya otuz milyar dolara mal olduğu belirtiliyor.
Ocak ayında Maduro’nun başkanlık yemini etmesinin ardından ise darbe senaryosu işletilmeye başlandı. Ancak bu senaryoya her aşamada ABD hariciyesi için yeni sayılmayacak çeşitli çiğlikler eşlik etti. Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton darbe girişiminin ilk günlerinde ABD’nin Venezuela’daki eylemlerinin altında ülkenin petrol rezervlerinin yattığını açıkça söylemekten geri durmadı. Bunu defterinde güya unutulmuş “Kolombiya sınırına 5000 asker” notu izledi. Latin Amerika halklarının yeminli düşmanı Florida senatörü Marco Rubio da geçtiğimiz hafta sonu sosyal medyada yaptığı paylaşımda Kaddafi’nin kanlar içinde yaka paça götürüldüğü bir fotoğrafı göstererek gözdağı vermeye kalkmıştı. Başından beri Trump’ın Venezuela’ya müdahale etmesi için örtülü ve açık çağrıda bulunan Rubio, geçtiğimiz haftasonu da Kolombiya sınırında muhaliflerin gönüllü muhabiriymişçesine sürekli paylaşımlarda bulundu. Böyle hareketler yalnızca mide bulandırmaya değil, tersinden ABD’nin müdahalelerinin sebep olduğu felaketlerin gayrimeşruluğunu kamuoyuna hatırlatmaya yaramış görünüyor. BM, Kızılhaç gibi kurumların “insani yardım”ı kınamaları ve desteklerini çekmesi, ABD’nin kontrolündeki OAS’ın etkisiz kalması bunun bir yansıması sayılabilir. BMGK’da ABD’nin seçim çağrısı Rusya ve Çin’in vetosuyla reddedildi, çakma başkanı tanıyan ülke sayısı çoğu Avrupa ve ABD uydusu ülkeler olmak üzere 52’de kaldı.

Washington’un baş destekçisi olan İngiltere ve Maduro’nun “tarih seni kendini kullandıran bir budala olarak yazacak” suçlamasını yönelttiği Pedro Sanchez’in İspanyası bir yanda, aslında AB üyesi ülkelerde istenen güçlü yankı yaratılamamış görünüyor. Çoğunluk kabul etse de İtalya ve Yunanistan’ın Guaido’yu tanımaması ile fire verilmiş oldu, silahlı müdahaleye ise karşı çıkılıyor. Bir yandan Maduro’yu seçimleri yapmaya davet eden ve yaptırımları haklı bulan Almanya basınında ise diğer yandan Guaido’nun çapsızlığına atıflar yapılıyor [1], bir nevi artık küresel hegemonyasını yitirmiş ABD’ye “bulduğunuz aktör bu” mesajı veriliyor.

ABD’nin geçtiğimiz on yıllarda el attığı her coğrafyada ardında kaos, istikrarsızlık ve kangren olmuş problemler bırakmış olması, aynı senaryonun Venezuela’da da tekrarlanma ihtimalini herkesin aklına getiriyor. Bu senaryonun ise Venezuela’dan petrol ve altın alan, üreten, işleyen yabancı yatırımcıların işine ne kadar geleceği, “yapıcılığı” tartışmalı. Karşılarında ulusal bütünlükleri ve egemenlikleri için her an kelle koltukta savaşmayı göze almış, yurtsever, örgütlü ve ayakta durdukça daha çok bilenen bir halkın ve aynı derecede Maduro iktidarının direncini hissetmeleri de uluslararası sermayeye geri adım attırıyor. En azından şu anki ayağını gazdan çekmiş olma hali biraz da bununla açıklanabilir. Venezuela diplomatları uluslararası arenada sağlam duruşlu bir profil çiziyorlar, barış ve diyalog çağrısını soğukkanlı bir biçimde sürdürüyor ve diplomatik kanalları mümkün olduğunca açık tutmaya çalışıyorlar. Ordu ve halk güçlerinden oluşan kolektifler de Bolivarcı devrime sadakatlerini gösteriyor.


Venezuela’da son yirmi yıl içinde pek çok olanağa kavuşmuş olan yoksul halk da, bir müdahalenin onlara neler kaybettireceğinin, müdahalenin yaratacağı kayıpların şu anki ekonomik krizle karşılaştırılamayacak kadar fazla olacağının farkında. Pragmatik biçimde muhalefeti destekleyen varlıklı kesimlerin bir savaş durumunda pek düşünmeden oradan uzaklaşacaklarını kestirmek ise zor değil. İngiltere’nin altınlarına el koyduğu, ABD’deki CITGO rafinerisinin ise PDVSA ile bağlantısını kestiği Venezuela, kaynaklarını ihraç edeceği alternatif alıcılar ve ödeme yolları bulmakta ve hem üzerindeki kuşatmayı kıracak, hem ABD’nin nüfuz alanında bölünmeler yaratacak yollar aramakta zaman kaybetmiyor. Aldığı ilaçlara karşılık Hindistan’a daha fazla petrol satacak olması bunun bir örneği.
Ancak şu da var: Devrim sonrası Küba’yı terk eden zenginler soluğu ABD ve Avrupa’da almış olduğundan, Küba’ya ve sosyalizme karşı müdahalelerini bırakmamış olsalar da emperyalistlerin ülke içinde dayanabilecekleri elle tutulur bir kesim kalmamıştı. Venezuela’da ise durum farklı. Hem burjuvazi ülkede kaldığı hem de kamulaştırmalar tam anlamıyla yapılmamış, özel mülkiyete alan bırakılmış olduğu için, sağcı muhalefet sınıfının çıkarı gereği Bolivarcı iktidar için karın ağrısı olmaya devam etti. Emperyalistlerle işbirliği yaptı, ABD tarafından fonlandığı defalarca ortaya çıkarıldı. Ne yazık ki bugün bu karın ağrısı gidip gelen spazmların ötesine geçmiş durumda. [2]


Venezuela Komünist Partisi’nin de bir bileşeni olduğu Antiemperyalist ve Antifaşist Cephe, geçtiğimiz günlerde Amerikan emperyalizmini, AB  ve Lima Grubu’nu kınayan bir açıklama yayınladı ve bu girişimin Venezuela Bolivarcı Cumhuriyeti ve tüm Latin Amerika’da barışı tehdit ettiğini ifade etti. Halka örgütlenme, birlik ve hareket çağrısında bulunan Cephe, hükümetten de sabotajcılara ve teröristlere yumruğunu göstermesini, spekülatörleri derhal tutuklamasını, tekellere, ekonomik spekülasyonlara, yağmacılığa izin verilmeyecektir diyen Bolivarcı anayasanın 113. ve 114. Maddesinin olduğu gibi uygulanmasını talep etti. Cephe, Venezuela halkını tarihsel düşmanlarının şantajından ve sömürüden kurtaracak ve bağımsızlığa götürecek yola, kamucu bir sanayileşme ile gerçek bir toprak reformuna, üretimin üzerinde halkın kontrolünün sağlanmasına işaret etti.
Bir aydır süren planlı darbe girişiminde son olarak geçtiğimiz hafta sonu insani yardım bahanesiyle müdahale denemesi, her anlamda, barikatlara takıldı. Bu durum elbette ABD yönetimini daha radikal bir müdahale için provoke edebilir. Son günlerde ABD hava kuvvetlerine ait askeri uçakların Dominik Cumhuriyeti, Porto Riko ve Kolombiya’ya transfer edilmiş, Atlantik Filosu’nda uçak gemilerinin harekete geçirilmiş olması buna hazırlanıldığının bir işareti. Chavistalar bugüne kadar dayandı… ABD bükemediği eli öpmeyecek belki ama Venezuela halkının yumrukları da sıkılı kalacak.

SOL

[1] Spiegel haftasonu Kolombiya’da Lima Grubu, Pompeo ve Duque’un katıldığı görüşme için “Basıncı artırıyorlar ama çaresizlikleri de ortaya çıkıyor” yorumunda bulundu. Alman sağının sesi FAZ gazetesinde ise bir yorumcu ise “Planlı darbenin sonu” başlıklı yazısını “bu muydu?” diye bitiriyor.
[2]  Bu arada ABD’den “yardım” diye Kolombiya’ya yollanan kuru gıda maddelerinin karın ağrısı, cilt döküntüleri ve astım ataklarını tetikleyebilecek kükürtdioksit içerdiği saptandı.

İki dev adama vatan ve yaşam adına övgü - ORHAN BURSALI


Deniz Gezmiş ve Yaşar Kemal. 4 gün önce birinin dünyaya gelişinin, diğerini kaybetmemizin yıldönümüydü. Her ikisi de birer Türkiye, Anadolu destanı. Birbirlerini tamamladılar, biri geçmişin diğeri günümüzün destanını yazmak için yaşadılar. 

Yaşar Kemal börtüsünü böceğini, taşını toprağını, dağını ovasını, insanını isyanını, ağasını beyini, köylüsünü, hikâyesini, yaşamını, kurdunu kuşunu, cesaretini Anadolu’nun, anlatması için seçtiği özel bir dil - söz - beyin kurgu ustası. Anadolu onda karar kıldı, “beni en iyi sen dinlersin, anlarsın, anlatırsın, efsaneleştirirsin”... 

Anadolu’nun kalbini dinledi, yürek çırpıntılarını, çarpıntılarını, akan sularını, deliren doğasını, patlayan gökyüzünü, fırtınasını borasını ve insanının doğasını... 

Anadolu Yaşar Kemal’de kendi büyücüsünü bulmuştu. Onda yaşamaya karar kıldı. 
Ülkemizden yazı adına, dil adına, söz adına, kurgu adına, destansılık adına dünyanın en büyük ödüllerini alabilecek bir kişi vardıysa eğer, Yaşar Kemal’di. Bazen ödüller verilmez, ama Yaşar Kemal dünyadaki tüm okurlarından tüm ödülleri fazlasıyla aldı. 
Yaşar Kemal’i hiç unutmayın, diline sözüne yabancı kalmayın. Evinizin görünür köşesinde kitapları göz önünde olsun, sık sık birini alın bir köşeye ilişin ve rastgele bir bölüm okuyarak kendimizi, dilimizi, sesimizi, ruhumuzu yenileyelim, varlığı yankılansın, yaşamasını sürdürsün.

Destanın öbür yüzü 
Anadolu destanının öbür yüzünde Deniz Gezmiş var. İyi ki doğdu! Bir 6 Mayıs sabahı iki yiğit arkadaşıyla yaşamdan kopartıldı. 7-8 ay sonra bu cinayetin işlendiği yeri görüyor ve yaşıyordum. 

Deniz Gezmiş dünyada Amerikan emperyalizminin her yerde lanetlendiği dönemin ülkemizdeki gençlik lideriydi. Boyunduruk altındaki bir ülkede yaşamaya başkaldırmıştı. 

Anlatalım: Türkiye’de askeri ve siyasi yapı ABD’nin denetimindeydi. Siyasi ve askeri işbirlikçilik, ülkenin demokratik, ekonomik ulusal güçlerinin gelişmesinin önünde engeldi. Türkiye, ABD’nin Sovyetler’e karşı küresel stratejisinin nükleer bombalarla donatılmış ileri karakolu, en uç savaş cephesiydi. 

Bugünkü iktidarın sahip çıktığı Demokrat Parti, 1950 - 1960 arası ülkeyi savaş mekanizmasının parçasına dönüştürmüş, Cumhuriyetin ülkeyi her yönden inşa politikalarını terk etmiş ve ABD yardımlarıyla yaşayan bir ülke konumunu düşürmüştü. Sonraki iktidarlar da “NATO’ya bağlıyız” politikasını sürdürdüler. 

ABD ve Batı, siyaseti ve ülkedeki gelişmeleri askeri yapı ile kontrol ediyordu. “Sosyal gelişmeler ekonomik gelişmeleri” aşıp iktidarları zorlamaya, yani Türkiye sıkıştırıldığı kaptan taşmaya başlayınca, siyasi ve askeri işbirlikçi yapı askeri müdahaleleri devreye sokuyordu.

‘NATO’ya bağlıyız’ 
27 Mayıs 1960 darbesi her ne kadar ülkenin o güne kadar tanımadığı bir demokratik anayasa ile önünü açtıysa da, NATO’nun kontrolündeydi, NATO’ya bağlıydı ve 1960’da albaylar ABD’ye, devlet memurlarının maaşlarını ödemek için 150 milyon dolar gönderin, diyordu. Bu açıdan 1960 askeri müdahalesi de Batı’nın kontrolünde, ama iç dinamiklerin yarattığı bir durumdu. 

O dönemin yargılama rezaletleri ve idamları, Türkiye’nin bugününe kadar varan bir siyasal olaylar zincirinde etkili oldu.
 
Bugünkü toplumsal ve siyasal tüm yapının izlerini geriye doğru sürün, hemen her dönemeçte karşınıza işbirlikçi siyasi ve askeri yapı çıkar. Dinci siyasetin destekçisi de ABD idi. Ülke, “Sovyet düşmanına” karşı bir gerici ideolojik sömürücü yapının cenderesinde olmalıydı.

Emperyalist bekçileri 
1968 anti-emperyalist mücadelesinin karşısında, bugün önemli ölçüde iktidarda olan komünizmle mücadele derneklerinin elemanları vardı. “Amerika gitsin Rusya mı gelsin” şiarlarıydı; gençliğe saldırıyor, emperyalist gemilerin bekçiliğini yapıyor, randevuevlerinin kapılarında Amerikan askerleri işlerini rahat görsünler diye adeta nöbet tutuyorlardı! 

Deniz Gezmiş (ve 68 gençliği) ülkesini seven, yurtseverliği tartışmasız, ana mücadelesi ABD’ye ve ülkemizdeki boyunduruğuna karşı, vatan savunması yapan bir gençlik lideriydi. Kökleri de hak ve adalet isteyen Anadolu’ya uzanıyordu.

***

Her iki dev adama, Yaşar Kemal ve Deniz Gezmiş’e büyük teşekkür borçluyuz. 
NotCemaatleşmenin kodlarına bakışı, şüphesiz sürdüreceğiz.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Sözüm meclisten dışarı - ÖZDEMİR İNCE

François Georgeon’un Osmanlı-Türk Modernleşmesi (*) adlı kitabında,  Ahmet Ağaoğlu’ndan yapılan ilginç bir alıntı okudum. Tektaş Ağaoğlu’nun dedesi, Demokrat Parti döneminde bakanlık yapan yazar Samet Ağaoğlu’nun babası olan Ahmet Ağaoğlu Cumhuriyetin kuruluşunda görev almış, Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilliği yapmış önemli bir aydın, yazar ve siyasetçi idi. 1927’de İstanbul’da yayımlanmış ve Doğu’da toplum ile devleti tahlil ettiği Üç Medeniyet (**) adlı kitabında şu hikâyeyi anlatıyor:
***

“Amcam, Karabağ’da Aras Nehri üzerinde kâin (bulunan) malikânesine gider. Nehrin öteki tarafında sakin (yaşayan) İran hanlarından (beylerinden) birisi kendisini misafir davet eyler. Bu meyanda o zaman veliaht ve bilahire (daha sonra) şah olan  Muzaffereddin o taraflara av için gelir. Bittabi (doğal olarak) bütün bunlar huzuruna şitaban olurlar (koşarak giderler). Amcamı davet eden han da kendisini alır ve veliahtın huzuruna gider. Avdan sonra bir mevkide istirahat edilirken veliaht dürbününü ufka doğru tevcih eder ve derhal hanlardan birisini yanına çağırarak: ‘Şu dağın yamacında çok güzel bir at ve sırtında da çok güzel bir halı var, gel bak!’ der. Han dürbünü alır, gösterilen yere doğru düzeltir ve derhal: ‘Beli kurban! Ne güzel bir at ve ne güzel bir kilim’der. Bade (sonra) bütün diğer hanlar da aynı suretle davet edilir ve aynı tarzda cevap verirler. Nihayet veliaht kendisine evvelce takdim olunan amcama hitaben: ‘Ali Bey, gelin siz de bakın’ der. Amcam dürbünü alır, ne kadar bakarsa ne dağ görür, ne at ve ne de halı! Hayret eder, dürbünü öteye beriye çevirir, yine bir şey göremez. Ve nihayet ‘Kurban, ben hiçbir şey görmüyorum’ der. Veliaht hiddet eder, başını çevirir ve amcama iltifat etmez. Bu hadiseden pek müteessir olan amcamın ev sahibi, veliaht gittikten sonra amcama ber-itab (azarlar) bir tarzda: Ah! Ali Bey! Doğru söylemek için yer mi buldun? Zannediyor musun ki, ben de diğerleri de dürbünde bir şey gördük! Biz görmediğimiz gibi zaten velihat kendisi de görmüyordu. O bizi imtihan ediyordu. Kendisine ne derece merbut (bağlı) olduğumuzu, onun gözü ile görüp, kulağı ile işittiğimizi, hülasa kendimizden geçerek ‘o’ olup olmadığımızı imtihan ediyordu.” (S.131)

***

Yıllardır anlatmaya çalıştığım “Ortak Akıl” garabetini bir ucundan açıklayan bir öykü. Despotik yapıyı, despotu ve kullarının akıl ilişkilerini pek güzel anlatıyor: Efendi’nin (Padişah, Sadrazam, Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakan, Bey, Paşa, Çete Reisi, Mafya Babası, patron, vb.) “gördüm” dediğini göreceksin,  “duydum” dediğini duyacaksın,  “söyledim” dediğini söyleyeceksin,  “düşündüm” dediğini düşüneceksin. 

Bunlara olasılıklar da dahil. “Şeyh uçmaz, mürituçurur!” demişler. Aynen öyle ve böyle! Öyle ve böyle olması için aklınızı ortak akıl kasasına emanet etmeniz yeter. Sizin düşünmenize ne gerek var, Reis hepinizin yerine düşünmektedir. Ya Reis’te düşünme yeteneği yoksa? Öyle şey olmaz mı? Reis Allah’ın sevgili kulu mu? Reis Peygamber’in gölgesi mi? Halep oradaysa arşın burada! Unutma ki aklını kiraya vermemiş, nadasa bırakmamış, ipotek etmemiş sivri akıllılar, bozcuncular eksik değildir dünyada.

***

Örneğin, yanına arşın, terazi ve tartı almadan ne işin var Suriye talanında? Ev yanıyor, gemi batıyor, volkan patlamış lavlar akıyor; bu felaket karşısında öznel olmuşsun, nesnel olmuşsun kaç para! Kendin ol, bu dünyada bir boşluk dolduran varlığın olsun; ağzın, gözün, aklın kendinin olsun; kerameti kendinden menkul bir Efendi’ye kul olacağına varlığını Türk ulusunun varlığına armağan et!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

(*) Yapı Kredi Yayınları 
(**) Üç Medeniyetİstanbul, 1927, 1972

Türkiye’den Turkey’e - Mine G. Kırıkkanat

Kanatlı canlıların uçanı vardır, koşanı vardır. Uçan ile koşan arasında son toplamdaki fark, ölüm anındadır. Bir kartalın başını koparırsanız, uçamaz. 

Ama bir tavuğun ya da hindinin kellesini keser, serbest bırakırsanız, başsızhayvan bir süre daha, kanı boşalıp kalbi durana kadar koşar.

Çünkü uçmak, koşmaktan hem daha zor, hem daha karmaşık bir fizik mekanizmasıdır. 
Yine de “soylu güç” armasıdır, kartal. Gücü kabasından ayırıp soylu hale getiren bu imgesel yüzündendir ki, Eski Roma’nın, ezelden ebedeAlmanya’nın, Avusturya’nın, Rusya’nın, elbette ki ABD’nin ve daha pek çok köklü ya da güçlü devletin simgesi, kartaldır. 

Kurdukları devletler pek köksüz ve güçsüz sayılmayacak Türkler, nedense hiçbir dönemde kartallığı düşünmemiş, göklerde avlana, yerlerde zehirlene soyu da yavaş yavaş tükendiğinden, kuşkusuz dayanıksız bulmuş olacaklar ki:
Kurdukları sonuncu devlet Türkiye’yi, teknolojik anlamda kartaldan hem daha sağlam, hem daha gösterişli diye düşündükleri bir metaforla, yıllardır “motorları tam gaz çalışan, ama bir türlü havalanamayan devasa bir uçağa”, benzetenler çoktur. Bu metafor, yürek sesinde, “Ah bir havalansa!” dileğiyle yükselen, nihayet yükseklerden uçan bir Türkiye özlemini içerir. 
Ne var ki Türkiye’nin yıllardır piste çakılı kalması yetmiyormuş gibi, motorları da tek tek sustu, susturuldu. Zaten kartal değildi, son gelişmelerin ışığındagörünen hazin gerçek şu ki, kafası koptuktan sonra kanı boşalana, yüreği durana kadar, nereye gittiğini bilmeden koşan bir “Turkey” var, artık. 
Birleşik Devletler’in mührüne kartal basan Amerikalıların, Türkiye’yi malum şükran gününde kurban kesip yedikleri “hindi” diye çağırmaları, herhalde bu infaza yabancı bir raslantı olmasa gerek! 
Bir okurumun, “Hep beraber kafayı yedik!” diye özetlediği son tabloya bakılırsa, biz Türkler galiba “kafayı yemek” deyimini bile başımıza enindesonunda gelecekleri önsezerek uydurduk: Madem Türkiye’nin başı yenecek, niye elaleme bırakalım, kendi kafamızı kendimiz yer, çıldırır, her gün birimiztutulur, tüyleri yolunur ve tencereye sokulurken de “Demokrasi pişiyor!” diye sevinirdik, nitekim seviniyorlar. 
Oysa bu cadı kazanında demokrasi pişer, bu cadı avcılarından demokrat çıkar, diye ummak iyi niyetle açıklanamayacak bir cehalettir. 
Geçmiş hukuksuzluğa şimdiki hukuksuzlukla müdahale, hukuku getirmez, bitirir. Hukuksuzluğa karşı, ancak hukuk ve yalnız hukukla mücadele edilir. 
Hukuksuzluğun üstüne hukuksuzlukla gitmek, haksızlığı ikiye katlamaktan ibarettir. Her gün, ciddi kanıtlara dayanmayan, gerçekliği tartışmalı darbeplanlarıyla insanlar tutuklamak, tutuklananları makul sürede yargılamadan, haksız ve dayanaksız gerekçelerle yıllarca içerde tutmak, dışarda kalanlardaözgürlük duygusu uyandırmaz, tam tersine içlerine baskı ve korku salar. 
Oysa demokrasi, özgürlük duygusu ve düşüncesidir. Korku, baskı rejimlerinin ölçütü... 
Hukuk devletini, “herkese dokunulur” diye algılayıp sunanlar, sadece cahilin dik alası olmakla kalmayıp, bu ülkeye bu cehalet yüzünden demokrasiningelmeyeceğinin canlı kanıtıdırlar. 
Hukuk devleti, bu zevatın bilmeden sandığı ve sandığını uydurduğununaksine, devletin kimseye ciddi gerekçeler ortaya koymadan dokunamadığı,dokunduğu zaman da savunma hakkının, iddia ve itham hakkından üstünolduğu hukuktur. 
Hukuk devleti, sade yurttaştan kamu gücüne, her özel ya da tüzel kişiliğin yasaya uymak zorunda olduğu bir adalet durumudur. 
Türkiye’de tam tersi oluyor. Yargı sistemi, insanların suçları kanıtlanmadan cezalandırıldıkları bir işkence ve hatta intikam mekanizmasına dönüştü. Yargıdan kaçanlar, kaçmayanların hukukunu çiğniyor. 
Hukuk devleti olmadan demokrasi olmayacağına göre, kafası kesilmiş bir Turkey’in de umutsuz koşusu, ancak “guguk devleti”ne varır.

***

Yukarda okuduğunuz yazım, 2010 yılında, artık kapanmış olan bir gazetede yayımlandı. FETÖ, bazıları Adnancıların teknolojik desteğiyle üretilen sahte kanıtlarla orduyu ve yargıyı çökertirken; bugün her iki örgütü çökertmeye çalışan devletin mutlak muktedirinin, Pennsylvania’daki hoca efendiyi “Artık bitsin bu hasret…” diye yanına çağırdığı 2012 yılına daha 2 yıl vardı. Ve ben, hep böyle düşünüyor ve yazıyordum. 
Türkiye’yi yönetenler, eksik olmasınlar, hiçbir öngörümü yanlış çıkartmadılar. Keşke yanılsaydım, ama olmadı. 
Dolayısıyla bu bir teşekkür: Türkiye’yi bugünlere taşıyan AKP iktidarına, bu iktidara TBMM’deki gereksiz varlığıyla meşruiyet sağlayan CHP başta olmak üzere muhalefete, her sözümü doğruladıkları için minnettarım. 
Mahvolan bir ülkede büyüklü küçüklü iktidarlarını güle güle kullansınlar, makam koltukları altlarında paralansın.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Açlığa geçici çözüm: Kredi kartı - Esfender KORKMAZ

BDDK, Türkiye'nin banka ve kredi kartı sayısında Avrupa'da birinci, dünyada sekizinci sırada olduğunu açıkladı.

Kredi kartı, nakit taşıma riskini ve maliyetini azaltır. Alışveriş işlemlerinde hız ve güvenlik sağlar. İhtiyaç anında nakit avans almaya yarar. Finansal hizmetlerin etkin ve daha düşük maliyetle yapılmasına imkân verir. Ve daha da önemlisi işlemlerin kayıt altına alınmasını sağlar. Kayıt dışılığı önler.

BDDK'ya göre; toplam tüketim harcamalarının yüzde 38'i banka ve kredi kartı ile yapılıyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde bu oranlar yüzde 75'e kadar çıkıyor.
Türkiye'de 2018 yılında kartla 760 milyar liralık işlem yapıldı.

Türkiye kart sayısında Avrupa birincisi, ama daha önemlisi bu kartların limiti ve işlem tutarıdır. Türkiye bu açılardan daha düşük kalıyor. Türkiye'de yoksulluk oranı yüksek olduğu için, bir kısım insan yaşamını devam ettirmek için kart kullanmaya mecbur kalıyor. Kredi kartları ile nakit kredi kullanıyor. Faiz oranları da yüksek olduğu için ödeme sorunu ve kart mağdurları oluşuyor. Hükümetler de  sık sık kredi kartlarında yasa ile yeniden yapılandırmaya gitmek zorunda kalıyor.

Kredi kartlarında yetkili kurullar tavsiyede bulunuyor... ''Ödeyebileceğiniz kadar harcayın'' deniliyor. Gerçek ise bu kadar kolay değil. Erkek veya kadın, ''bekâra eş boşamak kolaydır'' derler. Tavsiyede bulunmak da kolaydır.
Oysa ki insanlar keyfi harcama yapmıyor. ''Denize düşen yılana sarılır'' misali aç kalan da karta sarılıyor. Bu tavsiyeler ancak yoksulluğun düşük seviyede olduğu bir toplumda geçerlidir.

Yine, sürekli "asgari tutarı ödeme hatasına düşmeyin'' deniliyor. Kimsenin aklına yüksek reel faiz gelmiyor. Birçok insan tefeciden borç alarak kart borcunu kapatıyor. Çünkü tefeci faizi gecikme faizinden daha düşüktür.
Kredi kartı faizlerini Merkez Bankası belirliyor. Halen gecikme faizi yüzde 33 ve akdi faiz oranı da yüzde 27'dir. Gecikme faizinde bankaların tamamı, akdi faizde ise 21 bankadan 19'u Merkez Bankası'nın tayin ettiği azami faiz üzerinden faiz uyguluyor.

Üstelik aylık faiz üzerinden faiz uygulaması yapılıyor. Bankalar mevduat faizini yıllık üzerinden hesaplarken, kredilere neden aylık faiz uygularlar? Aylık faiz belirsizliğin tescilidir ve ekonomide kırılganlığı artırıyor.
Aşağıdaki tabloda tüketici kredileri ve kredi kartları borçları gösterilmiştir. Takipteki krediler içinde en yüksek oran, bireysel kredi kartlarındadır. Sorunlu kredi kartları sayısı açısından bir yüzde yaparsak, bu oran yüzde onu geçmektedir.


Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi'nin verilerine göre, 2018 yılı sonunda bireysel kredi ve bireysel kredi kartında yasal takibe düşen gerçek kişi sayısı 2.246 323 kişidir. Bireysel kredi ve kredi kartı borcunu ödememiş gerçek kişilerden borcu devam etmekte olan kişi sayısı ise 3.399.188'dir. Her kişide ortalama 2.2 kart olduğuna göre, demek ki yaklaşık 7.5 milyon kart borcunda sorun var. Bu da kredi kartlarının sayı olarak yüzde 11'i demektir.

Nereden bakarsak bakalım; yakın zamanda kredi kartlarında yeniden yapılandırma gündeme gelecektir.


Esfender KORKMAZ /YENİÇAĞ