5 Mart 2019 Salı

8 Mart 2019’da en iç yakan gerçek...- Zülal Kalkandelen

Ölümü göze alarak okumaya çalışan kız çocukları... 
Namus cinayetleri... 
Muta nikâhı... 
Çocuk yaşta evlilikler... 
Para ile satılan kadınlar... 
Babasından, ağabeyinden ya da kocasından dayak yiyen kadınlar... 
Tecavüze uğrayan kadınlar... 
Evde bir hizmetçi gibi görülüp aşağılanan kadınlar... 
İşyerinde erkekler ile aynı işi yapsa bile daha az ücret alan kadınlar... 
Bedenleri metalaştırılan kadınlar... 
Cinsiyetçilik kurbanı kadınlar... 
Büyük kentlerin sokaklarında bile saldırıya uğrama endişesiyle korkarak yürüyen kadınlar... 


Çarşafa girmek, türban ve peçe takmak zorunda bırakılan kadınlar... 
Erkek egemen dünyada yüzyıllardır fiziksel ve psikolojik şiddet uygulanarak ezilen şiddet mağduru kadınlar... 
Günümüzde farklı ülkelerdeki kadınların hayatına baktığımızda, bazı ülkelerde bunların hepsi, bazılarında bir kısmı hâlâ geçerli. 
Tam 10 yıl olmuş. 2009’da bu tarihlerde Cumhuriyet’te “Şeriatın Gölgesinde Kadın” konulu bir yazı dizim yayımlanmıştı. Şeriat yasalarının geçerli olduğu ülkelerde kadınların içinde bulunduğu dehşet verici koşulları ele almıştım. 
Her yıl 8 Mart yaklaştığında o yazılarda söz ettiğim kadınlar aklıma geliyor. 2005’te başkanlık için yarışan ilk Afgan kadın Dr. Masooda Jalal, fahişe diye aşağılanmış ve ölüm tehditleri almıştı. 
Kandahar’da okula yürüyen Nazo Ana Kız Lisesi öğrencilerinin yüzlerine asit fırlatılmıştı. 
Pakistanlı kadınlar, tecavüze dava açabilmek için 21. yüzyılı beklemek zorunda kalmıştı. 
4 yaşındaki kız çocuğu, 6138 dolar karşılığında, babasının anlaşmazlığa düştüğü adamın oğluna satılmıştı... 
Peki 95 yıl önce, 3 Mart 1924’te din devletini yıkan yasaları çıkaran Türkiye’de bugün neler oluyor dersiniz? 
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre, geçen yıl 440 kadın erkekler tarafından öldürüldü. 
2019 yılının ocak ayında ise 43 kadın erkeklerce katledildi; bunlardan 7 tanesi, gölde, çayda veya ormanlık alanda toprağa gömülü halde ve parçalara ayrılmış bir şekilde bulundu. 
Ve bunlar yaşanırken, kadın cinayetlerinde iyi hal indirimi ve cezasızlık devam etti! 
Oysa şiddeti önlemek için yapılması gerekenler bellidir: 
Adil yargılama yapacaksınız. 
Şüpheli, sanık ve katillere caydırıcı cezalar vereceksiniz. 
Önleyici tedbirler uygulayacaksınız. 
Bunlar yapılmadığı için Türkiye’de şiddet sürekli artıyor. Ankara’da bir plazanın 20. katında meydana gelen Şule Çet cinayeti de, sistemin tüm çarpıklığını bir daha gözler önüne serdi. 
Şule’nin failleri, bir adli tıp uzmanına parayla cinsiyetçi ve insan haklarına aykırı bir rapor hazırlattı. Raporda, “Bir kadın, bir erkekle tenhada içmeyi kabul etmişse cinsel ilişkiye rıza göstermiştir” denilerek failler aklanmaya çalışıldı. 
Şunu bu ülkede herkes öğrenecek:
İnsanları yasalar karşısında kadınerkek diye ayırıp, dinci yobazlığı yasaların içine enjekte edemezsiniz. Kimsenin kendisiyle içmeyi kabul eden bir kişiye tecavüz edip öldürmeye hakkı yoktur. 
Cinsel ilişkide iki tarafın da rızası yoksa, o her durumda tecavüze girer. Karşı tarafı rızası olmadan cinsel ilişkiye zorlayan kişi tecavüzcüdür. 
Bir tecavüzcü, hiçbir koşulda aklanamaz, mazur görülemez, cezasında indirim yapılamaz!

Ne hazindir ki 2019’da hâlâ bunları konuşuyoruz. Türkiye’de özellikle kadınlar açısından şeriat ülkelerindekine benzer bir gericiliğin şahlandığı bir dönemdeyiz. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde en iç yakan gerçek budur.

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

4 Mart 2019 Pazartesi

Yurt Dışından İadesi Sağlanan Eserler(II) - (Kaynak-T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı)

Yurt Dışından İadesi Sağlanan Eserler


11) Lidya Eserleri (A.B.D.) (1993) Uşak ve çevresinde 1960-1965 ve 1968 yıllarında yapılan kaçak kazılar sonucu Lidya Tümülüsleri soyulmuş, yapılan bu yağma ve kazılar hem mezar odalarının, hem de bazı buluntuların tahribine neden olmuş, pek çok eser kaçakçıların eline geçmiştir.Uşak ve çevresindeki tümülüslerden çalınan eserlerin Metropolitan Museum of Art tarafından satın alındığının öğrenilmiştir. Bakanlığımız yazılı başvuruda bulunarak eserlerin iadesini talep etmiştir. Söz konusu müzeden olumsuz cevap gelmesi nedeniyle dava süreci başlamış ve mahkemenin Türkiye lehine karar alması üzerine, 1993 yılı başlarında Metropolitan Museum of Art yetkilileri dava konusu Lidya eserlerini ülkemize iade etmeyi önermiştir. Yapılan görüşmeler sonucunda üç yüz altmış üç parçadan oluşan Lidya Hazinesi, davadan vazgeçilmesi üzerine iade edilmiş ve Ekim 1993’te ülkemize getirilmiştir.28 Haziran 1996 tarihinde ülkemize getirilerek Uşak Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.



12) Girlandlı Lahit (A.B.D.) (1994) 1986-1987 yıllarında ülkemizden kaçırılan Girlandlı Lahtin,1987 yılında New York’ta bir Türk vatandaşı tarafından bir koleksiyonere satıldığı ve koleksiyonerin de eseri Brooklyn Müzesi’ne ödünç verdiği, gazeteci Özgen ACAR tarafından Bakanlığımıza bildirilmiştir.Yapılan çalışmalar neticesinde 18 Mayıs 1994 tarihinde ülkemize getirilen eser Antalya Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.




13) Marsyas Heykeli (A.B.D.) (1994) Manisa İli, Sarıgöl İlçesi, Bağlaca Köyünde 1987 yılında yapılan kaçak kazı sonucu bulunan Marsyas heykelinin yasa dışı yollarla yurtdışına çıkarıldığı anlaşılmıştır. ABD Atlantis Antika Galerisi’nde bulunduğu anlaşılan heykelin Anadolu kökenli olduğunun ispatlanması sonucu 14 Ağustos 1994 yılında ülkemize iade edilmiştir. 



14) Aphrodisias Friz Bloğu (A.B.D.) (1994) Aphrodisias friz bloğunun 11 Mart 1993 tarihinde New York Fortune Fine Arts Galerisi’nde satışa çıkarıldığı Aphrodisias Kazı Başkanı Profesör R.Smith tarafından Bakanlığımıza bildirilmiştir. Söz konusu eserin ülkemize ait olduğunun ispatlanmasının ardından, eser  14  Ağustos 1994 tarihinde ülkemize getirilmiş ve Aydın Aphrodisias Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.



15) Gemici Feneri (A.B.D.) (29.09.1994) Rachel A.Cecka adlı kişi,  20.yüzyılın başında İstanbul’dan satın alınan bir gemici fenerini ülkemize hibe etmeyi teklif etmiş ve eser 29 Eylül 1994 tarihinde ülkemize getirilerek Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü’nde koruma altına alınmıştır.



16) Aphrodisias Örenyeri'nden Çalınan Meleager Başı (A.B.D.) (1994) Aydın İli, Karasu İlçesi, Aphrodisias örenyeri kazı evi bahçesinden 14 Nisan 1993 kabartma bir pano üzerinde yer alan insan figürüne ait başın çalındığı tespit edilmiştir. New York’ta Fortuna Fine Art Galerisinde olduğu anlaşılan eserin 24 Ocak 1995 yılında ülkemize iadesi sağlanmıştır.



17) İzmir Birgi Aydınoğlu Mehmet Bey Camii’nden Çalınan Minber Kapısı (İngiltere) (1995) İzmir İli, Ödemiş İlçesi, Birgi Aydınoğlu Mehmet Bey Camii’nin üzerinde bitkisel süslemeler ve dua yazıtı bulunan minber kapısının 15 Mayıs 1993 tarihinde çalındığı tespit edilmiştir.Yurtiçinde ve yurtdışında aranan minber kapısı Londra’da bir operasyon sonucu bulunmuş ve 11 Kasım 1995 tarihinde ülkemize getirilmiştir.



18) Erdek Açıkhava Müzesi'nden Çalınan Torso (A.B.D.) (1995) Balıkesir İli, Erdek İlçesi, Açık Hava Müzesi’nde bulunan mermer torsonun 1983-1989 tarihleri arasında kaybolduğu tespit edilmiştir. İngiliz Sotheby’s müzayede firmasının 14 Aralık 1993’te New York’ta gerçekleştireceği müzayedede satışa sunulacağı öğrenilen eserin Anadolu kökenli olduğunun ispatlanması üzerine 1995 yılında ülkemize iadesi sağlanmış ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nde koruma altına alınmıştır.



19) İzmir Müzesi Bahçesi'nden Çalınan Kadın Heykeli (İsviçre) (1995) İzmir Müzesi Müdürlüğü bahçesinde açık teşhirde sergilenen Roma Dönemi’ne ait kadın heykeli, 28 Şubat 1994 tarihinde çalınmıştır.Heykel, İsviçre Interpol birimleri tarafından Zürih’te ele geçirilmiş, Bakanlığımızın girişimleri ile Ülkemize iade edilmiştir. 



20) Efes Örenyeri'nden Çalınan Kadın Başı (Avusturalya) (1997) İzmir İli, Selçuk İlçesi, Efes Ören yerinde 1964 yılı kazılarında ortaya çıkarılan mermer bir heykele ait kadın başının 1965 yılında kazı deposunda olmadığı anlaşılmıştır. İsviçre Basel Eski Eserler Müzesi’nde olduğu belirlenen eserin ikili görüşmeler sonucu iadesi sağlanmış olup Efes Müzesi Müdürlüğü’nde korunma altına alınmıştır.



21) Kurşun Mühür (A.B.D.) (1998) Merkezi ABD’de bulunan Classical Numismatic Group tarafından 2-3 Aralık 1997 tarihinde New York’ta düzenlenen müzayedede İznik kökenli bir mührün satışa sunulacağı bilgisi edinilmiş ve eserin müzayededen çekilmesi için bulunulan girişimler olumsuz sonuçlanmıştır. Bir Türk vatandaşı tarafından satın alınan eser ülkemize hibe edilmiştir. 27 Aralık 1997 ‘de ülkemize getirilen eser Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.



22) Mustafa Kemal Atatürk’ün Gümüş Sigara Tabakası (A.B.D.) (1998)  New York’ta Sotheby’s müzayede şirketi tarafından 19-27 Şubat 1998 tarihinde York Dükü ve Düşeşi’nin eşyaları için düzenlenen bir müzayedede satışa sunulan eserler arasında Atatürk’ün İngiltere Kralı VIII. Edward’a hediye ettiği gümüş sigara tabakasının da olduğu tespit edilmiştir. Bedeli Bakanlığımızca ödenmek üzere 26 Mart 1998 tarihinde teslim alınan eser, bir süre Kurtuluş Savaşı Müzesi’nde korunduktan sonra Anıtkabir Müzesi’ne teslim edilmiştir.



23) Divriği Ulu Camii’ye Ait Ahşap Pano (ABD) (İngiltere) (1999) Sivas Divriği Ulu Camii’nin hünkar mahfeli korkuluk panellerinden beş adedi Vakıflar Genel Müdürlüğünce İstanbul Yenikapı Mevlevihane’sinde koruma altına alınmıştır Ancak Mevlevihane’de 1997 yılında çıkan yangında panellerinde yanmış olduğu düşünülmüş ise de 27 Mart 1998 tarihinde New York’ta düzenlenen Üçüncü Uluslararası Asya Sanat Fuarı’nda satışa sunulan bir ahşap panelin, Divriği Ulu Camii’ne ait olduğu tespit edilmiştir. Uzun çalışmalar sonucunda panelin iadesi sağlanmıştır. Yapılan araştırmalar neticesinde diğer dört panelinde Londra’da olduğu tespit edilmiştir. New York’ta bulunan panel 29 Nisan 1999 tarihinde, Londra’da bulunan panel ise 9 Mayıs 1999 tarihinde ülkemize getirilmiştir.


24) Manş Denizi Batığı’ndaki Eserler (İngiltere) (1999) The Independent  adlı İngiliz gazetesinin 16 Mayıs 1995 tarihli sayısında yer alan bir haberde, bir grup amatör dalgıcın Manş Denizi’nde 1894 yılında batan Castor adlı gemiden Roma dönemine ait bir grup eser çıkarıldığı öğrenilmiştir. Anadolu kökenli olduğu anlaşılan yedi adet arkeolojik eser 9 Mayıs 1999 tarihinde ülkemize getirilmiş ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.



25) Konya Beyşehir Eşrefoğlu Camii Giriş Kapısı Panoları (Danimarka) (1999) Konya İli, Beyşehir ilçesi, İçerişehir Mahallesi’nde bulunan Eşrefoğlu Camii kapısının süsleme panoları 1996 yılında çalınmıştır. Söz konusu panoların David’s Samling Müzesi’nde olduğu Kopenhag Büyükelçiliğimizce tespit edilmiş ve ikili ilişkiler yolu ile 8 Temmuz 1999 tarihinde ülkemize getirilerek Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.


(devam edecek....)


Mustafa Kırcı
(Kaynak : T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı)

  


Gerçekle sorunlu bir adam: Sergei Paradjanov - Murat Tırpan

Sergei Paradjanov hakkında sinema tarihlerinde çok az malzemeye rastlarsınız. Bunun başta gelen nedeni elbette sürrealist sinema yapmanın biçimsel zorluğu ve hikâye anlatmaktan uzaklaşmanın getirdiği risktir.

İstanbul Pera Müzesi’nin bugünlerde düzenlediği özel bir etkinlik bize sinema dünyasının nadir sürrealistlerinden Sergei Paradjanov’u tekrar hatırlatıyor. Sarkis’in ve Bülent Erkmen’in dokunuşlarıyla hayata geçen sergi kesinlikle görmeye ve düşünmeye değer, çünkü Paradjanov sadece sinemacı değil; gelenekselden pop art’a uzanan işler üreten, kolajlardan sinemasal taslaklara, kostümlerden desenlere, resimlere, mozaiklere, objelere, fotoğraflara kadar çok sayıda alanda özgün eserler veren, eşine az rastlanır bir ‘Rönesans adamı’. Ermenistan’daki Paradjanov müzesinden gelen eserler Sarkis’in işleriyle birleşiyor ve Türkiye’de ilk defa görücüye çıkıyor. Büyüleyici bir atmosfer yaratıldığını söylemek gerek. 

Sergei Paradjanov, Rus avangartlarının (Tarkovsky ile birlikte) başında geliyordu. Sovyet dönemi Gürcistan’ında doğdu. Annesi Noel ağacı süsleri ve perdeleriyle kendini süsleyen tuhaf ve de ‘sanatsal’ bir kadındı. Aileden gelen bu etki sanatçının tüm kolajlarında görülebilir. Birkaç kez hapishaneye düşen Paradjanov, burada kolajlar, bebekler ve resimler üretti. Diğer zamanlarda ise Sovyetler’de yapılmış en ‘tuhaf’ filmleri yaptı diyebiliriz. Aslında sürrealist sinemanın -eğer varsa- yüzyılın başlarında ortaya çıktığını ve Bunuel gibi birkaç sanatçının birkaç filminde görüldüğünü söylemek gerekir. İkinci sürrealist dalga ise 1940’larda Amerika’da Maya Deren’in ve birkaç yönetmenin filmleriyle görülür. Sovyetler’de sosyalist realizmin varlığından dolayı muhtemel çalışmaların geciktiğini ve ancak Paradjanov’un altmışlarda bu tür işler yaptığını görüyoruz. Tarkovsky sürrealist değildir ama Avrupa’da Vigo gibi bazı sanatçılarda olduğu gibi sürrealist öğeleri onun da kullandığını biliyoruz. Zaten Paradjanov’un ilk etkilendiği film de Tarkovski’nin Ivan’ın Çocukluğu filmi olmuştur. 
Yönetmenin ilk önemli filmi Unutulmuş Ataların Gölgeleri’dir (1964). Ukrayna Karpatları’nda, çoğu Rus tarafından anlaşılamayan bölgesel bir lehçe ile çekilen bu film ona anında ün kazandırdı. Film kan davası yaşayan ailelerin çocukları olan Ivan ve Marichka’nın lanetli aşk hikâyesini anlatır. Kayıp çocukluk aşkı, vahşi katliamlar ve çeşitli Ukrayna halk törenlerinin temsili eleştirmenler tarafından beğenilmiştir. Daha sonra yönetmen 18. yüzyıl troubadour şairi Sayat Nova’nın hayatı hakkında doksan dakikalık meditasyonal ve tam bir sürrealist film örneği olan Narın Rengi’ni (1969) çekti, ki başyapıtı sayılır. Film, “şairin iç dünyasını yeniden yaratmak” için tasarlanmış bir dizi rüya tablosundan oluşur. Çok zor şartlar altında çekilen bu film anlaşılması zor, ama öte yandan da resimsel olarak inanılmaz güzeldir. Yönetmenin dediği gibi sürrealist bir yaklaşım olan, içsel gerçekliğin imajlara yansıtılmasıdır. Konusu itibariyle Andrei Rublev ile karşılaştırılan Nar’ın Rengi bir tür halüsinasyonudur; parlak renkli ve hareketli Fars minyatürleri ile anlatılan bir yaşam öyküsüdür. Detaylı el yapımı kostümler giymiş oyuncular, tekrarlayan stilize jestler uygulayarak, havada altın bir top atarak veya sembolik görünümlü nesneler ile tuhaf bir zamansal boşlukta hareket ederler. Filmdeki her bir eylem ve imaj zarif bir şekilde detaylandırılmış ve belirli bir amaca hizmet etmek için tasarlanmış ritüeller şeklindedir. 
Narın Rengi’nden sonra ise Paradjanov yine hapishaneye düştü ve ortaya bugün Pera Müzesi’nde görebileceğimiz eserler toplamı ortaya çıktı. Bu büyük yönetmen çuldan bebek yapımında uzman olmuştu! Tutankamon’un bir bebeğini, arkadaşı Lilya Brik’in bir bebeğini yaptı. Mona Lisa’yı kolajladı, Fellini’nin mektubunu bir sanat eserine çevirdi. Kendi deyimiyle kolaj üretmek bir tür sinema yapmaktı onun için. Kolajlar bir şeyleri transfer etmek anlamına gelir onun için, bir duygunun ve buna bağlı olarak bir materyalin başka bir materyale transferi, tıpkı sinemada olduğu gibi. Bu işler yine sürrealistlerin çok sevdiği otomatizmin de izlerini taşır, duygunun ve fikrin içten geldiği gibi doğrudan malzemeye yansıtılması.
Paradjanov daha sonra, Sovyetler’in çözülmeye başladığı zamanlarda son iki filmini çekti: Suram Efsanesi Kalesi (1984) ve Aşık Kerib (1988). Mikhail Lermontov’un bir Türk halk masalını kullanarak yazdığı Ashik Kerib, sevgilisiyle evlenmek için yeterli para kazanmak için dolaşarak bin bir gün geçirmek zorunda kalan bir halk şairinin hikâyesidir. Bu iki film üzerinden söyleyebiliriz ki onun sineması, aynı zamanda masalların, söylencelerin ve şairlerin izlerini barındırır. Çünkü masallar ve şiirler rasyonel-sembolik gerçekliğimizin ötesindeki, sürrealistlerin çok sevdiği Freud’yen bilinçaltına uzanabilen yegâne anlatılardır. Bu iki film bu anlamda ve biçimsel olarak yine farklıdırlar, bir kukla gösterisinin hiper gerçekçiliği sofistike olana karışır. Kötü karakterler pençeler üzerinde dururlar, kötü çobanlar narlarını fırlatmak için bir köleyi zorlarlar, üst açıdan filme alınmış devasa bir koyun sürüsü tuhaf manzaralar çizer… 
Bu kadar etkileyici ve çok yönlü bir sanatçı olmasına rağmen (Tarkovsky hakkında çok yazılıp çizilmiştir mesela) Sergei Paradjanov hakkında sinema tarihlerinde çok az malzemeye rastlarsınız. Bunun başta gelen nedeni elbette sürrealist sinema yapmanın biçimsel zorluğu ve hikâye anlatmaktan uzaklaşmanın getirdiği risktir. Zaten bu yüzden başta Bunuel, tüm sürrealist sinemacılar daha sonra vazgeçip realist filmlere yönelmedi mi? Diğer yandan fazlasıyla yerel öğelere ağırlık vermesi, çok farklı lehçeleri aynı film içerisinde kullanması da onu izleyici açısından oldukça zorlayıcı hale getirir. Bu fazlasıyla soyut, içsel ama öte yandan polifonik ve meta anlatılara açık sanatçıyı anlamak zordur, ama aynı oranda da tatmin edicidir. Pera Müzesi’nin sergisi bu ülkemizde az bilinen sanatçıyı hatırlamak, dönemi ve işleri üzerinde düşünmek için birebir. Özellikle benzer biçimsel filmlerin batağına çekildiğimiz bu sinemasal ortamda Paradjanov izlemek bize yeni kapılar açacak, ufkumuzu genişletecektir.
Murat Tırpan / BİRGÜN




Uğur Mumcuların hatırlattığı gerçekten korkuyorlar - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Ülkenin zulme, gaddarlığa, kumpasa maruz kalmış aydınlarına, menfur cinayetlere kurban edilen yüz akı sanatçı, yazar ve gazetecilerine yerel seçimlerde oy uğruna dil uzatılacağı aklınıza gelir miydi? Bursa AKP Büyükşehir adayı Aktaş, hiç utanmadan CHP’li rakibi Bozbey’i yermek için Nazım Hikmet’i, Bahriye Üçok’u, Uğur Mumcu’yu, Türkan Saylan’ı “devlet ve bayrak düşmanı” ilan etti. Belli ki devletin zirvesinin memleketin yarısını terör ve nifakla özdeş gösterdiği, iftira ve karalamanın bu rejimin amentüsü olduğu şu devirde kendisinin de alkışlanacağını düşündü. Ancak Aktaş gibilerinin arkasında kim durursa dursun bu ülkede milyonlarca insan o sözleri cumhuriyetin ilerici yüzüne bir saldırı olarak kayda geçirdi. Vakti geldiğinde bunların hesabı sorulur diyerek. 

Bu iktidar hakikat ile yalan arasındaki duvarı yıkmak istiyor. Uğur Mumcu gibi hakikat temsilcilerinden hâlâ korkmalarının nedeni de bu. Ekranlarının başında, meydanlarda iktidar sözcülerini dinleyenlerin gerçek ile sahteyi ayırt etme potansiyeli devlet ve medya eliyle gasp ediliyor. Geriye Soğuk Savaş dünyasının fantezilerini aratmayan hikayeler kalıyor. Hal böyleyken Özhaseki, Yavaş kazanırsa su faturalarını PKK, DHKP-C militanlarının getireceğini söyleyebiliyor ya da 1 kişilik temizlik görevlisi işine 6 binden fazla kişinin sıraya girdiği kriz günlerinde Erdoğan “varlık kuyruklarından” bahsedebiliyor.
Örgütlü yalan hakikati kuşatırken her kurum kendine düşen rolü oynuyor. Saray’ın kuşattığı üniversiteler de buna dahil. Bugün üniversitelerde ucu Saray’a ya da AKP-MHP ittifakına dokunması muhtemel bir konuda bilimsel etkinlik yapmak mümkün değil. ODTÜ gibi memleketin önde gelen üniversitesinde dahi ne evrim konferansına ne de yerel yönetimler üzerine bir etkinliğe salon veriliyor. Öte yandan o kapalı kapılar tam da seçim öncesi AKP’li yöneticilere, yandaş patronlara sonuna kadar açılıyor. Tıpkı AKP ve MHP adaylarının seçim toplantılarına ev sahipliği yaptırılan lise ve ortaokullar gibi. 2019 Türkiye’sinde devlet üniversiteleri dünya sıralamalarında her geçen gün geriliyor. QS verilerine göre artık ilk 500’te kamu üniversitemiz yok. Fakültelerde tanzim satış noktası açmakla ‘faaliyet’ yaptığını düşünen idareciler, hırsızın elini keselim diyen akademisyenler baş tacı edildikçe durum değişmeyecek.
Temcit pilavına dönen eski AKP’lilerin parti girişimi de 31 Mart öncesi politik gerçekliğin gölgelenmesinde üzerine düşen işlevi yerine getiriyor. Birileri bizleri hâlâ ‘merkez sağ’ın eski AKP’liler tarafından diriltilebileceğine inandırmak istiyor. Siyasi tablonun liberal-muhafazakâr bir partiyle değişeceğini umacak kadar politik aymazlık içinde olmamızı bekliyorlar.
Bugün yeni parti kurma teşebbüsü ister Milli Görüş kökünden ister tasfiye olmuş AKP’lilerden gelsin, hedeflediği iktidar, korumaya talip olduğu şey halkın çıkarı olamaz. Erdoğan, ittifak kurduğu egemen güç odaklarıyla beraber AKP’yi bir parti olmaktan çıkartıp kendi aparatına dönüştürerek memlekette sağ siyasetin genetiğini bozdu. Diğerleri de ona uydu. İktidar partisinin bile gerçek manada ‘parti’ olmadığı bir düzende parti kurmanın tek nedeni Saray’ın sofrasında kendine sandalye aramaktan ibaret. Bu oğul Erbakan’ın “yeniden Refah’ı” için de hülle partisi olmaya aday diğer girişimler için de geçerli. Siyaset yapma tarzı bugünkü gibi kaldığı müddetçe muhtemel her senaryo yine tek adam rejimine çıkacak.
Mumcu’nun, Saylan’ın, Üçok’un hatırasına bile saldırıldığı Türkiye’de muhalefet “kötü sağın alternatifi iyi sağdır” kolaycılığına, Gül’lü, Babacan’lı, Hoca’lı formüllere memleketi teslim edemez. Gerçek muhalefet, yukarıdan aşağıya yapılan siyaseti tersine çevirmek; örgütlü yalana karşı tabanda hakikatin sözünü büyütmektir.
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

ABD'nin Türkiye'deki Truva Atları - Cahit Armağan Dilek

Tarihin en ünlü askerî stratejistlerinden Sun Tzu 2500 yıl önce savaşın temelinde hilenin olduğunu söylemiştir. Mitoloji ve strateji ile ilgilenenlerin çok iyi bildiği Truva Atı da savaşlar tarihinin en zeki savaş hilelerinden biri olarak yerini almıştır.

İşte bu Truva Atı stratejisi, büyük güçler mücadelesinde yeniden gündemde, en yetkili kişilerin dillerinde.

Trump, Beyaz Saray'da koltuğa oturduktan İran'da rejime karşı protestocuları destekleyeceklerini açıklamıştı. Trump'ın bu sözlerine en ilginç karşılık yaklaşık bir yıl önce Çeçenistan Cumhuriyeti lideri Kadirov'dan gelmiş ve 'İran için 'Truva atı' hazırlıyorlar' demişti.

Truva Atı, Mart 2019 başlarında yeniden gündemde. ABD Hv.K.K. Goldfein, Pentagon'un Rusya ve Çin'e karşı yeni bir savaş stratejisi geliştirdiğini söyledi. Alman haber sitesi Telepolis'te yer alan habere göre, General David Goldfein, yeni taktiğin temel özelliğinin, düşmanın topraklarına derinlemesine girerek zayıf noktalarını vuran 'gizli istila' olduğunu belirtti.

Bu taktik sayesinde, ABD birliklerinin düşmana karşı 'asimetrik avantajlar' elde edeceklerine vurgu yapan General Goldfein, "Bu hem kültürel hem de teknik alanda temel bir değişikliktir" dedi. Telepolis, bu planın 'Truva Atı' taktiğini hatırlattığını yazdı.

Anlaşılan o ki Truva Atı benzetmesinde Telepolis sitesi yalnız değil. Önceki gün bir konferansta konuşan Rus Gen.Kur.Bşk. Gerasimov, Pentagon'un Truva Atı adı verilen yeni savaş stratejisini geliştirmeye başladığını belirtti.

Gerasimov, "ABD'nin yeni stratejisi, hedef alınan ülkelerdeki durumu istikrarsızlaştırma amacıyla 'beşinci kolun' protesto potansiyelinden yararlanmasını ve eş zamanlı olarak ileri teknolojik silahlarla en önemli tesislere saldırı düzenlenmesini öngörüyor" dedi.

Peki ne var bunda ABD, Rusya ve Çin birbirlerine girsin diyebilirsiniz. Ama ABD'nin küresel rakip olarak gördüğü ve büyük güçler mücadelesine giriştiği Çin ve Rusya'ya karşı Truva Atı stratejisinden esinlenerek geliştirmeye çalıştığı yeni stratejinin provalarını Türkiye'de yaptığını söylersek durumun vahameti belki anlaşılır.

2003 yılındaki Türkiye'ye karşı manivelaların değerlendirildiği gizli bir Amerikan raporunda geçen "ABD'nin Türkiye'deki sosyo-ekonomik ve politik ortamı etkileme gücü var" ifadesi yukarıdaki ABD ve Rus generallerin açıklamalarıyla ne kadar da uyumlu olduğu ortadayken.

2013 yılında 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nün 21. Yüzyıl Dergisinde ve daha sonra İnternet sitesinde yayımlanan yazımda teröristbaşı Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesinin Truva Atı operasyonu olduğunu yazmıştım.

Sahada askerî anlamda bozguna uğrayan PKK terör örgütünün dağılacağı, ortadan kalkacağı beklenirken teröristbaşını teslim eden ABD, terörün siyasallaşmasını ve PKK'nın ve teröristbaşının siyasi aktör olarak muhatap alınmasının önünü açmış, bunda da başarılı olmuştur.

Türkiye'de 2015 sonrasından bugüne PKK tarihinin en büyük zayiatlarından birini almış, eylem yapamaz hale gelmiş olsa da PKK'nın önceliğini Suriye kuzeyine verdiğini, ağırlık merkezini orada oluşturduğunu belirtelim. PKK'nın Suriye kuzeyinde ABD desteğinde kazanımlarını garantiye aldıktan sonra Türkiye içine yöneleceğini, müzakere masasında kaldığı yerden devam etmek için yine dış güçleri arkasına alarak karşımıza çıkacağını da tekrar uyaralım.

Suriye'de olup bitenlerin ABD'nin BOP projesinin parçası ortadayken ABD'nin Türkiye'ye karşı diğer bir Truva Atı operasyonu da Suriyeli sığınmacılardır. Bunu 06 Ekim 2018'de bu köşede "Suriyeli göçü Truva Atı operasyonudur" başlığıyla yazmıştım. Yazımda "Suriyeliler, orta ve uzun vadede Türkiye'nin millî, kültürel, politik, sosyolojik, güvenlik ve jeopolitik yapısını değiştirecek kadar büyük bir tehdit oluşturmaktadırlar. Bu nedenle büyük bir Truva Atı operasyonudur." demiştim.

Tabii FETÖ'nün de bir Truva Atı operasyonu olduğunu, hatta bunların ilk uygulamasıdır. Fakat çok daha kapsamlı ve uzun soluklu bir proje ve operasyondur. Çünkü FETÖ sürü Truva Atı operasyonu şekline dönüşmüştür ki 15 Temmuz FETÖ'cü kalkışmadan neredeyse 3 yıl geçiyor ve devlet maalesef FETÖ'cülerden tam temizlenememiş, sürü Truva Atlarının (kripto) hepsi tespit edilip imha edilememiştir.

Sorun şu. Yıllardır, aylardır uyarmamıza rağmen Türkiye'ye yönelik Truva Atı operasyonları üç koldan halen devam etmektedir ve Türkiye'yi yönetenler ve onların kontrolündeki medya ve uzmanlar bu büyük kuşatmayı, işgali ve yerli iş birlikçi Truva Atlarını henüz görememiştir.

Toplumu kutuplaştırmanın, ötekileştirmenin, toplumun yarısını terör örgütlerine müzahirmiş gibi göstermenin Truva Atı operasyonlarına kolaylık sağladığının farkına varın. Bizlere inanmıyorsanız hem mitolojiyi hem de ABD'nin geliştirmekte olduğu Truva Atı stratejisiyle hasım ülkelerde neler olabileceğini Rus ve Amerikalı generallerin sözlerinden bir kez daha okuyun.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ

3 Mart 2019 Pazar

Yurt Dışından İadesi Sağlanan Eserler(I) - (Kaynak-T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı)

Yurt Dışından İadesi Sağlanan Eserler













1) Aphrodisias Eserleri (A.B.D.) (1980)1976 yılında Aphrodisias örenyeri müze deposundan çalınan sekiz adet eserin altı adedi  Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunmuştur. 1980 yılında ülkemize getirilen eserler , Aphrodisias Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.
________________________________________________________________












2)Tunç Vazo (A.B.D.) (1982) 1974 yılında Efes Müzesi deposunda yapılan kontrolde tunçtan 
bir vazonun çalındığı tespit edilmiştir. Eserin bir süre Metropolitan Museum of Art’ta teşhir 
edildiği ve daha sonra Cenevre’de Avukat Roger Budin’e teslim edildiği öğrenilmiştir. 
Ülkemize iadesi sağlanarak Efes Arkeoloji Müzesinde koruma altına alınmıştır.
_______________________________________________________________















3) Herakles Lahdine Ait Parçalar (A.B.D.) (1980), (Almanya) (1998) Perge’den kaçak kazı yoluyla çıkarılan Herakles lahdine ait yedi parça, yurtdışına kaçırılmak üzere İstanbul’a götürüldüğü sırada yakalanarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ne teslim edilmiştir.

Antalya Müzesi uzmanlarınca alanda yapılan kurtarma kazısında Herakles lahdinin 
kapak ve taban kısmı bulunmuştur.Herakles lahdinin yan yüzüne ait parçanın ABD 
J.Paul Getty Müzesi’ne ait bir dergide yayınlanması üzerine, gerekli girişimlerde bulunulmuş, 
1980 yılında eserin J.Paul Getty Müzesi’nden iadesi sağlanmıştır. Alman Henkel 
firması tarafından koleksiyonlarına dâhil edilen Herakles lahdine ait iki mermer 
kabartmanın,  Anadolu kökenli olduğunun belgelenmesi üzerine eserler 6 Mart 1998 
yılında Antalya Müzesi’ne teslim edilmiştir.
______________________________________________________________


4) Boğazköy Tabletleri Ve Sfenks (Almanya) (1924-1942, 1980,1987) Boğazköy’de ilk 

kazılar Osmanlı-Alman ortak kazıları şeklinde 1905 yılında başlamıştır. Tabletler, 

Almanlarla yapılan anlaşma gereği konservasyon ve yayın çalışmaları yapılmak üzere iade edilmek koşuluyla Berlin’e gönderilmiştir. Konservasyon çalışması biten 3000 civarında tablet ile 

1 Sfenks ve bu sfenkse ait kanat parçaları 1924-1943 yılları arasında Bakanlığımızın 

girişimleri ile iadesi sağlanmıştır. II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla kazılara ara verilmiş ve 

II. Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya’nın Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasının sonucunda tabletler Doğu Berlin’deki Kraliyet Müzesi’nde koruma altına alınmıştır. Bakanlığımızın 

girişimleri sonucunda 1987 yılında 7500 civarında tabletin ülkemize iadesi sağlanmıştır.

________________________________________________________________

5) Roma ve Bizans Sikkesi (31 adet) 25.7.1991 / Frank T. SZEDLAK Jr.
_________________________________________________________________

6) Antiokhos I Baş Fragmenti (Almanya) (1991) Kimliği belirlenemeyen bir şahıs Nemrut Dağı’nı ziyareti sırasında yerde bulduğu kabartma parçasını yurtdışına çıkarmış ve 

Almanya’da bir konferans sırasında Profesör Friedric Karl DÖRNER’e vermiştir. F.K. 

DÖRNER tarafından Nemrut Dağı Proje Başkanı Profesör Sencer ŞAHİN’e verilen eser, 

26 Aralık 1991 tarihinde ülkemize getirilerek Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde koruma 

altına alınmıştır. Eser , Nemrut Dağı batı terasında selamlaşma sahnelerinden 

Antikokhos- Herakles kabartma stelinde kırık durumda bulunan Antiokhos’un baş kısmına aittir.

________________________________________________________________

7) Bursa Osmanlı Evi Müzesi’nden Çalınan Şamdanlar (Londra) (1991) Londra Sotheby’s müzayede firması tarafından 24 Nisan 1991 günü düzenlenen Islamic and Indian Art konulu müzayedede satışa sunulan Osmanlı Dönemi tombak şamdanların,  22 Haziran 1989 

tarihinde Bursa Muradiye Osmanlı Evi Müzesi’nden çalınan iki adet şamdan olduğu tespit edilmiştir.Söz konusu eserler ikili görüşmeler yoluyla 1991 yılında ülkemize iade edilmiş ve Bursa Müzesi’nde koruma altına alınmıştır.

_________________________________________________________________


8) Geç Osmanlı Dönemi Etnoğrafik Eser Koleksiyonu (ABD) (1992) 1935-1938 yılları arasında İzmir’de ABD Konsolosu olarak görev yapmış olan Charles William Lewis ülkemizde bulunduğu yıllarda derlediği Osmanlı dönemine ait çeşitli örtü, takı ve giysilerden oluşan koleksiyonunu Amerika’ya dönerken yanında götürmüştür. Ölümünden sonra kızı Nancy 

Lewis Brown’a intikal eden koleksiyon, daha iyi korunmaları gerektiği inancıyla ülkemize bağışlanmıştır.22 Ocak 1992 tarihinde ülkemize getirilen eserler Ankara Etnografya Müzesi Müdürlüğü’nde koruma altına alınmıştır.

_________________________________________________________________


9) Bronz Vazo (İtalya) (1991) İstanbul’da doğup büyümüş olan Antonio Perini adlı İtalyan vatandaşı, kendisine ait olan bir bronz vazoyu, benzer örneklerinin korunduğu İstanbul 

Topkapı Sarayı’nda sergilenmek üzere 1991 yılında ülkemize hibe etmiştir.

_________________________________________________________________



10) Elmalı Sikkeleri (İsviçre, AB.D.) (1988, 1991, 1992, 1999) 18 Nisan 1984 tarihinde 

Antalya, Elmalı İlçesi, Bayındır Köyünde kaçak kazılar sonucunda gümüş sikkelerden oluşan 

bir define bulunmuştur. Bu kaçak kazının ihbar edilmesi ile kazıyı yapanlar yakalanmış ve cezalandırılmış, ancak sikkelerin yurtdışına kaçırılmasına engel olunamamıştır.1988 yılında 

Los Angeles’te Numismatic Fine Arts  ile Zürih’te Bank Leu adlı müzayede firmalarında satışa çıkarıldığı tespit edilen  Elmalı sikkelerin ülkemize iadesi sağlanmıştır.Sikkelerin büyük 

kısmını elinde bulunduran Amerikalı koleksiyoncu ile verilen hukuki mücadelenin ardından 

1999 yılında sikkelerin ülkemize iadesi sağlanmıştır. 

(devam edecek....)


Mustafa Kırcı
(Kaynak : T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı)






Burası çok önemli! - L. DOĞAN TILIÇ

Hazine ve Maliye Bakanı sıfatı yanında “Damat” olarak da anılan Berat Albayrak, sıklıkla, uzun canlı yayınlarla kamuoyunun karşısına çıkıyor. 

Hem ucuz patlıcan kuyruğundaki vatandaşları hem de milyon dolarlık işlere imza atan iş insanlarını biraz rahatlatacak birisi varsa, o da Albayrak! O yüzden; “şunu yaptık, bunu yapıyoruz, onu yapacağız; iyi oldu, daha iyi olacak” mesajları veriyor ve her mesaj öncesi de “Burası çok önemli” diye uyarıyor.     
Geçen gün, “Türkiye – AB Yüksek Düzeyli Ekonomik Diyalog Toplantısı” çerçevesinde, Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Jyrki Katainen’le gerçekleştirdiği ortak basın toplantısında; Katainen, öyle “Burası çok önemli” falan diye uyarmadan, bodoslama daldı: 
“Bazı AB gazetecilerinin bu basın toplantısına girmelerine müsaade edilmediğini duydum. … Türkiye’deki yetkililerden bu konuda bir düzeltme yapılmasını rica ediyorum. Gelecek için de bu konuyla ilgili adım atılmasını bekliyoruz… basın özgürlüğü dünyanın her yerinde temel bir haktır.”
Önce duymazdan gelip geçiştirmeyi deneyen Albayrak, aynı konu bir gazetecinin sorusuyla tekrar gündeme gelince; her ülkenin akreditasyon kuralları olduğunu, Avrupa’da, Beyaz Saray’da bile bu işlerin böyle yürüdüğünü söyleyip; “İşte (akreditasyonu) yenilenenlerin bir kısmı burada rahat rahat özgürce soru soruyorlar. Bir kısmının da yenilenmemiş. Seneye belki yenilenebilir tekrar, ya da yenilenmez,” diyerek soruyu savuşturdu.
Şimdi, burası çok önemli! 
Bu basın özgürlüğü meselesi, ucu yabancı gazetecilerin akreditasyonuna, akreditasyonlar da “belki yenilenebilir ya da yenilenmez” noktasına geldiğinden beri iktidarın başını ağrıtan bir konuya dönüştü. Önümüzdeki günlerde, iktidarını pekiştirmesinde Batı’nın ve AB’nin desteğinin önemli rolü olan AKP’nin bu baş ağrısı daha da şiddetlenecek. 
Katainen’in; misafir olduğu bir yerde, ev sahibinin gözünün içine bakarak; ev sahibini demokrasi, özgürlükler, basın ve ifade özgürlüğü açısından özürlü ilan etmesi ve bu alanlarda ilerleme olmadan başka alanlarda da pek ilerleme olamayacağını söylemesi, Albayrak’ın sırtından soğuk terler akıttı mı bilmiyorum, ama bu memleketin bir evladı olarak beni utandırdı!   
O AB ki, iktidarının ilk yıllarında AKP’yi, tam da bu alanlarda yaptıklarını sayarak övgülere boğuyordu.
Doktora tezini, AKP’li yıllarda medyanın dönüşümü üzerine yazan Dr. Vahdet Mesut Ayan, AKP’nin siyasi serüveni; 2002-2008, 2008-2013 ve 2013-2018 olarak üç dönemde irdelerken; medya ile ilişkisini de; Fethetme, Zapt etme ve Teşkil etme olarak üç kavramla tanımlıyor.
TMSF’nin başrol oynadığı Fethetme dönemi, ana akım medyayı kurumsal yapısını pek değiştirmeden, yazar ve yöneticilerini medya sahibine değiştirterek, hiç olmazsa sessiz bıraktığı dönemdir. Böylece kıvama getirilen medyanın içine kendi organik aydınlarını da yerleştirerek iktidarını pekiştirdiği hale zapt etme, medya sahipliğinin bütünüyle iktidara yakın sermaye gruplarının eline verilmesine de teşkil etme demektedir.
AKP’nin her üç döneminde medya ile ilişkilerini belirleyen bu üç tarz bir arada da görülebilmiştir. Bütünüyle kontrol anlamına gelen teşkil etme aşaması ise, aslında medyanın etkisinin azalmaya başladığı, mutlak kontrole karşın sıkıntıların yaşanmaya başladığı dönemdir. 
Burası çok önemli! 
Fethedip, zapt edip, teşkil ederek yüzde yüz kontrol etmeye başladığınız medya, size zarar da vermeye başlıyor. Misafir Katainen’in ev sahibinin yüzüne karşı söyledikleri bunun en çarpıcı kanıtı oldu!    
 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN