SELİN SAYEK BÖKE | CHP Ekonomi Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Türkiye ekonomisi bir süredir olağanüstü bir durumla karşı karşıya… Ekonominin gidişatıyla ilgili bizim de dahil olduğumuz çok çeşitli kesimler de uzun zamandır endişelerini dile getiriyor. Ancak ilk kez; Türkiye’de ekonomik bir olağanüstü hal yaşandığının ve Türkiye’nin bir ekonomik krizin eşiğinde olduğunun altını çizmek artık bir zorunluluk oldu.
Doğrudan tarifini en açık şekliyle ortaya koymak zorundayız. Türkiye bugün “yönetememezlik ve devlet aygıtının çökmesi” kaynaklı bir reel sektör krizinin eşiğinde ve eğer tek adam rejiminin gözü kara çılgınlığı devam ederse bu durum bir mali krize dönüşme, ardından da bankacılık krizini de tetikleme potansiyeli taşıyor.
Bu 1994, 2001, 2009 krizlerinden hiçbirine benzemiyor. Bu farklı. Bu bir finansal sektör krizi değil, bir reel sektör krizi… Deprem dalgası yaygın. Bu kriz başka, çünkü ilk defa Türkiye bir krize, hane halkı borçlu olarak, işsizliğin yapışkan ve yüksek olduğu, şirketlerin ve bankaların yaygın olarak borçlu olduğu bir koşulda yakalanmak üzere… Ama öngörülebilen bir şey var, o da bu krizin sonuçlarının ne kadar ağır olabileceği.
Ekonomi basitçe düzeltilemez
Tespiti ne kadar cesur ve dürüst yaparsak, sonrasını da o kadar cesur ve doğru konuşabiliriz. Açık olan şu, tüm siyaset kurumunun bugün tarihsel bir sorumluluğu var. Türkiye’de hemen bugün siyasi istikamet değişmezse, çılgınlık haline son verilmezse bu terazi bu sıkleti çekmeyecek. Son haftalarda yaşadıklarımız bize şunu gösterdi: Ekonomimiz ne yazık ki söyledikleri gibi sağlam değil. Ne yazık ki bu durum geçici ve sadece dış kaynaklı değil ve maalesef artık basit birkaç ekonomi politikası hamlesiyle düzeltilebilir bir durum değil.
Olağanüstü durum var
Bu ay açıklanan en güncel veriler işsizliğin yüzde 11,3 ile son 6 yılın en yüksek oranına ulaştığını gösteriyor. 3 milyon 493 bin kişi iş arıyor ve bulamıyor; 2 milyon 514 bin kişi umudunu kaybetmiş, iş dahi aramıyor. Gerçek anlamda 6 milyon 7 bin kişi işsiz. Bu veri, geçen ağustosa göre bir yılda gerçek işsiz sayısında 518 bin artış olduğunu gösteriyor. Yarım milyonun üzerinde kişi ya umudunu kaybetmiş ya da çalışmak için çaba harcadığı halde iş bulamıyor. İşsizlik verilerinin gösterdiği daha da kritik bir başka gelişme var. Türkiye’de 15- 24 yaş arası gençlerde işsizlik 1,6 puanlık artışla, yüzde 19,9’a yükseldi. Üstelik, aynı veriler “ne işte, ne eğitimde olan” gençlerin oranının yüzde 27,2’ye çıktığını söylüyor bize. Artık Türkiye, her 3 gencinden birine, ne iş ne aş ne de gelecek vadedebiliyor. Yani her 3 gençten biri, ne yarın iş bulmasını kolaylaştırıcı beceriler edinebileceği bir eğitim görüyor, ne de bugün çalışıyor. Ekonomik düzenden tamamen dışlanmış durumda.
27 çeyrek sonra ekonomi küçülüyor...
İşsizlik, üretimsizliğin yansıması. Üretimdeki yavaşlama da büyüme rakamlarında açıkça gözüküyor. Bakın, üçüncü çeyrekte Türkiye küçülmeye doğru gidiyor. 27 çeyrek sonra ilk defa…
Vatandaşın borçluluk oranı yüzde 68’e ulaştı
Konut hariç kredi borcu ve taksit ödemeleri değerlendirildiğinde vatandaşın borçluluk oranının yüzde 68’e ulaştığını gösteriyor. Bu rakama konut borcu olanlar da dahil edilirse borç temelli Türkiye ekonomisi tablosu daha gerçekçi ve ağır bir biçimde karşımıza çıkıyor. Maddi yoksunluk yaşayan vatandaşların oranı yüzde 30,2’ye çıkmış. Bu insanlar sağlığı için ihtiyaç duyduğu besini sofraya koyamıyor, çocuğunu istediği okula gönderemiyor, evindeki mobilyayı yenileyemiyor. Gelir adaletsizliğinin arttığı bu dönem, ekonomik sorunların yaygın bir sosyal olgu olduğuna da işaret ediyor. Öyle ki, en zengin yüzde 20’lik dilimin aldığı pay en düşük yüzde 20’lik dilimin 8 katını aşan bir düzeye ulaştı.
OHAL’in uzatıldığı gün TL kaybı zirvede
Bütün bu yaşamsal ekonomik göstergeler finansal piyasalarda ciddi yansımalar yaratıyor. Üstelik bu yansımalar da yaşamsal önemde. Yavaşlayan büyüme, artan işsizlik, bozulan gelir dağılımı, ödenemeyen borçlar, özünde ekonomiye duyulan güvenin sarsıldığının yaşamsal işaretleri. Bu güven bozukluğu TL’nin dolar karşısında hızla erimesine de yol açıyor. Nitekim, 2016’nın başından bu yana yüzde 15’in üzerinde değer kaybı yaşandı. Üstelik de bu değer kaybının neredeyse tamamı, eylül sonundan itibaren yaşanıyor ve hatta 3 Ekim’den itibaren hızlanıyor. Burası önemli bir kırılma noktası: 3 Ekim tarihi, Bakanlar Kurulu’nun OHAL’in uzatılacağı haberini verdiği tarihtir. Yani OHAL’in uzatılması ile artan siyasi risk ve gerginlik kendisini çok açık bir biçimde dolar kurunda gösteriyor. Benzer bir durum, “başkanlık sistemi” tartışmalarının alevlendirildiği günlerde yaşandı. Hükümetin AB ile ipleri germesiyle devam etti. Herkes tarafından bilinen gerçek şudur: TL’nin değer kaybının nedeni, iddia edildiği gibi ABD seçim sonucu değildir. TL’nin değer kaybının Türkiye kaynaklı olduğunun en somut göstergelerinden birisi de kendisine benzeyen para birimleriyle karşılaştırılınca çıkıyor. Son dönemde TL, kendisine benzeyen para birimlerinden 2 kat daha fazla değer kaybetti. TL negatif ayrıştı denilen de işte budur.
Dolar kurundaki gelişmeleri yaşamsal kılan dolardaki her değişikliğin işsizliğe, üretime ve gelir dağılımına etkisinin çok olması. Bu etkinin çok olmasının en temel sebebi de dışa bağımlı bir ekonomik modelin Türkiye’de var olması. Dışa bağımlılık kendisini en açık biçimde dış borç verilerinde gösteriyor. Türkiye’nin kısa vadeli ödemesi gereken 167,8 milyar dolar dış borcu var. Bu borç ülke borcu. Yani şirketlerimiz borçlu, o zaman o şirketin TL kazanan işçisi de bu borcun ortağı. Bankalar borçlu, o zaman o bankalardan borç almış olan, kredi kartı kullanan tüm vatandaşlarımız da bu dış borcun ortağı. Bu kısa vadeli dış borcun değeri sene başında 493 milyar TL değerindeyken, bugün ödememiz gereken borcun miktarı 570 milyar TL’ye ulaştı. Bu hesabın yapıldığı günkü dolar değerine göre, şu anda 77 milyar TL daha fakiriz; borcumuz 77 milyar TL daha artmış durumda. Üstelik ödeme kapasitemiz değişmemiş, hatta durum zorlaşmışken...
Öte yandan şirketlerimizin net döviz pozisyonunda açık var: yani dışarıya olan dolar yükümlülüğünü karşılayacak dolar temelli varlıkları yok. Aradaki fark 210 milyar dolar. Şirketlerin net döviz pozisyonundaki bu açık TL her değer kaybettiğinde şirketler için TL cinsinden artıyor. TL’nin her 1 kuruşluk değer kaybında şirketler 2,1 milyar TL zarar yazıyor. Yılbaşından beri toplam yazılan zarar 96,9 milyar TL. Zarar yazan şirketler önünü göremiyor ve üretimini azaltıyor, istihdam yaratmıyor. Şirketlerin yazdıkları bu zararlar sonunda vatandaşın işsizliği anlamına gelecek.
İşsizlikte bu etkinin görülmesi zamana yayılabilir ama dolar kurundaki hareketlilik günlük hayatımızı etkilemeye başladı bile. TL her değer kaybettiğinde bu hepimizin hayatına zam olarak yansıyor. Benzin pompada bugün dünden daha pahalı… Yarın da muhtemelden bugünden daha pahalı olacak. Böyle olunca pazara, markete ürününü getiren pazarcının maliyeti artıyor. Artan maliyet patlıcanı, biberi, domatesi alan tüketicinin daha çok para ödemesine yol açıyor. Üstüne üstlük birçok gıdayı da ithal etmek zorunda bırakıldık. Örneğin, Uruguay’dan et, Kanada’dan nohut, bezelye ve yeşil mercimek ithal eden, Çin’den kuru fasulye ithal eden konuma geldik. Nohutun, mercimeğin, etin ve daha nice gıda ürününün fiyatı dolar üzerinden belirleniyor. Bütün bunlar genel enflasyon artışı anlamına gelecek; enflasyon TL’nin bu değer kaybı sonucunda 2 puan daha yüksek olacak.
Para gelmiyor gelenler de çıkıyor
Bunlar hepimizin her an yaşadığı ekonomik gerçekler. Bir de günlük hayata henüz yansımamış olan ancak ekonomide alarm zillerinin çaldığını gösteren bazı kritik gelişmeler var. Türkiye’ye para gelmiyor, hatta gelenler çıkıyor. Musluklar kurudu. Türkiye’nin dış finansman ihtiyacı yıllık 200 milyar doları geçiyor, ve musluklar kurudukça bu ihtiyaç hızlanarak artacaktır. Ve finansman ihtiyacı arttıkça, kaynak bulmak zorlaştıkça TL’nin değer kaybı hızlanacaktır. Üstelik, Türkiye’deki yerli yatırımcı da tedirgin ve gidecek yeni yerler arıyor.
Finansal piyasalarda zorluk dövizle sınırlı değil. Devlet kendi kağıtlarına müşteri bulamaz halde, bunun sonucunda daha yüksek faizlere katlanmak zorunda kalıyor. Geçen hafta yapılan Hazine ihalesinde yaşanan buydu.
Bankalar bilançolarının ötesinde gözüken riskler taşıyorlar. Vatandaş tüketici kredilerini geri ödemekte zorlanıyor. KOBİ’ler aldıkları krediyi ödeyemez haldeler.. Verdiği krediyi alamayan bankalar da zor durumda.
Reel sektörde kimse birbirine güvenemiyor
Reel sektör iş yapamaz halde, kimse birbirine güvenemiyor, kimse önünü göremiyor. Esnaf bunu açıkça söylüyor zaten: “Piyasada para dönmüyor, piyasa durdu.” İş dünyası birbirine çek veremez halde. “Ya tedarikçim FETÖ’cü diye yaftalanırsa”, “ya bayime yarın el konursa” endişesi her şeyi durdurdu. Bankalardan bakkala, küçük üreticiden en büyük sanayiciye herkes bunu söylüyor. Can ve mal güvenliği OHAL kapsamında ortadan kaldırıldı. Kimse birbirine, kurumlara güvenmiyor. Böyle olunca da kimse birbiriyle iş yapamıyor. Bankaların kamu personeline “yarın KHK işten atılırsa” düşüncesiyle kredi vermediği şikayetleri artıyor. Devlet öyle bir hale geldi ki, memur müdüründen, müdür müsteşarından, müsteşar bakanından talimat almıyor. “Ya yarın bu insanlar FETÖ’cü çıkarsa” diye korkuyor. Can güvenliği yok. Mal güvenliği yok. Ekonomik güven yok. Kimse yarını göremiyor. OHAL nedeniyle, çalışır durumda kurum kalmadı. Devlet aygıtı bitirildi.
Özgürlük sınırlanınca, fakirleşme de oluyor
Bir yandan da, ülke olarak belki de daha önce hiç yaşamadığımız biçimde olumsuzluklar yaşamaya başladık. Türkiye, Freedom House tarafından yayımlanan “İnternet Özgürlüğü Raporu”na göre ilk kez “özgür olmayan ülke” kategorisine düştü. Bu gerileme, son dönemde vatandaşın haberleşme hakkına getirilen sınırlamalar nedeniyle yaşanıyor. Yani OHAL nedeniyle yaşanıyor. Özgürlükler sınırlandığına, aynı zamanda ekonomik fakirleşme de oluyor. Çalışmalar son dönemde Türkiye’de yaşanan bu haberleşme hakkı kısıtlamalarının ekonomiye maliyetinin yaklaşık 100 milyon dolar olduğunu gösteriyor. Bugünün döviz kuru ile bu 340 milyon TL’ye yaklaşan bir kayıp demek. Bu keyfi, hukuk tanımaz kararlarla internet kesilince, şirketler bayilerine ulaşamıyor, firmalar pos cihazlarını kullanamıyor, bankacılık işlemleri yapılamıyor, tüm sektörlerde zaten zorlaşan üretim, yavaşlıyor. Yani iş yapılamaz hale geliyor.
O ekmek artık sofraya gelmeyebilir
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Yani bu iş ciddi. Öyle ciddi ki, bugüne kadar “ekonomi kötü ama gemi yüzüyor” ya da “sosyal yardım alıyoruz”, “maaşımız yatıyor” veya “sesimizi çıkarmayalım ki ayakta kalabilelim”, diye düşünenlerimiz için, maalesef artık biri şunu yüksek sesle ifade etmek zorunda: O gemi artık yüzemeyebilir. Bugüne kadar “demokrasi sıkıntısı büyük ama biz ekmeğimizin peşindeyiz” diyenlerimiz de vardır. Ama şunu artık söyleme yükümlülüğümüz var. O ekmek artık sofraya gelmeyebilir.
Ekonomide yaşananlar siyasi krizin sonucu
Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu bu krizin temel nedeni, verilerden de hemen anlaşılıyor, iç siyasetteki gerilim. OHAL’le derinleştirilen hukuk krizi, Türkiye’de bir can ve mal güvenliği sorununa dönüşüyor. Başkanlık tartışmaları, ardından da Batı ile bozulan ilişkiler, belirsizliğin ve gerilimin derinliğini daha da artırıyor. Can ve mal güvenliği olmayan bir yerde ne fabrika kurulur, ne devlet borçlanabilir, ne var olan şirketler iş yapabilir. Kısacası işsizlik artar. TL değer kaybeder. Türkiye fakirleşir. Bugün yaşıyor olduğumuz işte bu krizin eşiğidir. Açık olan şu: Ekonomide yaşananlar, öncelikle siyasi bir krizin sonucu ve hukukun yok edilmesinin de bir uzantısıdır. Çözüm de dolayısı ile siyasetten ve hukukun yeniden inşasından geçiyor. Birileri diyebilir ki, “OHAL’den bana ne, gazeteciler hapisteyse bana ne, birilerinin malına el konuluyorsa bana ne...” Ama durum öyle değil. Artık şunu anlamalıyız: İçinde bulunduğumuz ekonomik durumun nedeni siyasi… OHAL düzeniyle, “masamızdaki ekmek” arasındaki bağı artık çok daha açık yaşıyoruz.
TCMB tek başına sorunu çözemez
Kısacası sürükleniyoruz. Bu iş yalnızca ekonomi politikasıyla, sorumluluğu sırf Merkez Bankası’nın sırtına yükleyerek çözülebilecek bir sorun olmaktan çıktı. İktidar tarafından çıkartıldı. Artık Merkez Bankası’nın da tek başına yapacağı birşey kalmadı. Üstelik bu kadar borçlu bir ekonomide TL’nin değer kaybı kadar faizin kendisi de refahı azaltıcı etkiye sahip.
Rejim tartışması bitirilmeli
Bu durumun çerçevesini çizince, ne yapılması gerektiği de ortaya çıkıyor: Hemen sıralayalım. Acilen ülkede yeniden ısıtılıp getirilen rejim tartışması bitirilmeli. Başkanlık ısrarından vazgeçilmeli. Derhal OHAL kalkmalı. Şu andan sonra kimsenin tuzu kuru değil. FETÖ operasyonları bir an önce tamamlanmalı. Piyasa yeniden güven tesis edilerek iş yapabilir hale getirilmeli. AB ile ilişkiler germeye yönelik değil, toparlamaya yönelik tekrar ele alınmalı. Bu adımlar atılmalı ki ekonomi politikasında acil eylemler planlanabilir ve uygulanabilir hale gelsin. Bunlar yapılmazsa bütün bir ülke olarak, hep birlikte ağır bir bedel ödeyebileceğimizi söylemek kehanet olmaz.
Her şey bu kadar açıkken, artık tek cümleyle durumun özeti şudur: “Aman tadımız kaçmasın diyenler”, bugün bir şey yapılmazsa tatlarının kaçacağını artık bilmelidir.
BİRGÜN
Ekonomi