25 Kasım 2016 Cuma

‘Kadın gücü bir modernleşme meselesidir’ - ÖZLEM YÜZÜAK

Ekonomik krizin ismi konmadan tsunami dalgaları gibi yayıldığı günler... Fırlayan döviz, yüksek işsizlik, peşpeşe kapanan şirketler... Sadece ekonomi mi? Siyasal, toplumsal her alanda büyük bir çöküş, büyük bir umutsuzluk, büyük bir belirsizliğin yaşandığı bir dönem. Dünyanın geneli de pek parlak değil ama özellikle Türkiye, özellikle bizim ülkemiz. 1930’ların Büyük Buhranı’na benzetiyor yaşadığımız bugünleri Borusan CEO’su Agah Uğur, “sakin ve temkinli olmak durumundayız” diyor, “bu koşullarda ve belirsizlikte büyüme olmayacağı aşikâr, ama küçülmeyi de abartmamak lazım. Hassas bir dönemden geçiyoruz.” 

Türkiye Kadın Girişimciler Derneği’nin (KAGİDER) kasım ayı konuğu bu kez Agah Uğur. Dolayısı ile konu sadece ekonomi ile sınırlı değil. Cinsel tacizcilere getirilen affın ülke çapında yoğun protestolar karşısında “şimdilik” rafa kalktığı bu süreçte kadına yönelik şiddet de konuşuluyor. 25 Kasım’ın “Kadına Yönelik Şiddete KarşıUluslararası Mücadele Günü” olduğunu hatırlatan Uğur, “Türkiye’deki kadınlarımızınyüzde 35.5’i fiziksel olarak şiddete maruz kalıyor. Bizler kadının yönetimdegüçlenmesinden söz ederken, daha önemli çok başka sorunlarımız var. Bunların tek çözümünün ise bilinçlenmede olduğunu görüyorum. 25 Kasım önemli bir gün ve öyle bir gün olmasına bile inanamıyorum. 2016 yılındayız ve böyle bir şeyin var olması beni şaşırtıyor..” diyerek.
 
Yüzde 50 gücün kullanılmadığı bir ülkede ekonomik kalkınmanın yavaş gideceği de bellidir” vurgusu yapan Agah Uğur sözlerini “Hakikaten bir insanlık hakkıdır bu. Bugün hâlâ talep ediliyor ve verilmiyor. Türkiye için bu durum daha da önemli. Birbeka meselesi, modernleşme meselesidir kadın gücü. Ben şahsen kadının toplumiçindeki ve yönetimdeki gücünün dünyanın geleceğini tanımlayacak en önemli unsur olduğunu düşünüyorum. Kadın gücünün daha yüksek olduğu bir dünya kesinlikle daha iyi bir dünyadır. Dolayısıyla konumuz artık sosyal sorumluluğun da ötesine geçmiştir. Bunu sosyal sorumluluk projesi olarak algılamayı ben ayıp görüyorum. Tabii ki hepimizin sosyal sorumluluklarımız var, ama politika yapanların bunu böyle görmemesi lazım” diye sürdürüyor. 

Borusan gibi Türkiye’nin önde gelen şirketlerinden birinin yöneticisinin bu sözleri önemli. Borusan, Birleşmiş Milletler Kadının Güçlenmesi Prensipleri’in (WEPs) önemli imzacılarından biri, ayrıca WEPs liderlik grubuna Türkiye’den seçilen ilk ve tek şirket.

Birkaç yıl önce önce önemli bir projeyi başlatmıştı: “Annemin işi benim geleceğim” adlı bu proje organize sanayi bölgelerinde kreşler açılmasına odaklanmıştı. Fatma Şahin’in bakanlığı döneminde projenin hızlı başladığını ancak şimdi yavaşladığını bugüne kadar 6 kreşin tamamlanması gerekirken sadece 4 tanesinin teslim edildiğini söyledi.
 
Tabii, kız çocuklarının erken yaşta evlenmelerinin önüne geçmek için kılını bile kıpırdatmayan, cinsel istismarı ve tecavüzcüleri aklayan bir iktidar anlayışının kadın istihdamını artırmak için kreş açılmasının pek de umurunda olmadığı aşikâr. 

Agah Uğur ise “Ama bir kere cin kutudan çıktı. Bugünkü resim iç açıcı olmasa da kadının güçlendirilmesi konusunda yürütülen bir savaş var ve bu sürecek. Diş macunu gibi, nasıl macunu bir kez tüpten çıkınca nasıl geri sokamazsanız öyle...” diyor. Türkiye’nin Avrupa Parlamentosu’ndan bile neredeyse dışlandığı ve “müzakereler geçici olarak dondurulsun” kararının alındığı bu dönemde bu mücadele bile hayli ütopik kalıyor...

ÇYDD sizi bir panele çağırıyor 
Bu kez değişik bir panel ÇYDD’den. Konu enerji. “Kimin için enerji” diye soran ÇYDD, bu cumartesi Türkiye’nin enerji politikalarını masaya yatıracak. Panelin konuşmacıları Baha Kuban, Duygu Kutluay ve Mehmet Özdağ. Yer Şişli Belediyesi Nâzım Hikmet Kültür Merkezi, saat 11.00 -14.00.

Özlem Yüzüak
CUMHURİYET

24 Kasım 2016 Perşembe

Saltanat güncellemesi - ALİ RIZA AYDIN / SOL

İnternet dünyası, her gün yeni programlar ve fırsatlar sunuyor. Güncelleniyor her şey.
Güncellemeyi, kapitalist/emperyalist dünya da yapıyor krizlerinin derecesine göre; mekanlarla oynuyor, insanlarla oynuyor; devletlerle, hukukla oynuyor.
  
İki güncelleme başlığı hayli zirvede: lider yönetimi ve gericilik… Birincisi, siyasetin halk tarafından daha katılımcı yürütülmesine, partilere ve parlamentoya karşı güncelleme; ikincisi de aydınlanmaya karşı güncelleme… İkisi de liberalizmden besleniyor.  
    
Türkiye’de kurulu 96 siyasi parti var iken, Meclis’te 4 partinin olması, Küçük Amerika adaylığı için bir gösterge. 1 Kasım seçimleri sonrasında da vurgulamıştık, Türkiye’nin iki partili rejime doğru gittiğini… 7 Haziran’a göre HDP ve MHP’deki küçülmeler yalnızca niceliği değil politika kayıplarını da işaret ediyordu. Bugün yaşananlar iki küçüğün gözden çıkarıldığını gösteriyor.

AKP’nin dokunulmazlık oyununa CHP’nin katılması, iki büyük parti benzetmesinin emarelerinden biri. Sömürü devletinde sosyallik(!) ile hukuk devleti ve bağımsız yargı konularında yarışıyormuş gibi gözüken; NATO üyeliği, laiklik ihlali, özelleştirme, sınırsız mülkiyet ve sermaye birikimi, temsili demokrasi gibi konularda özdeşleşen iki büyük parti…  Sınıfsal konumu aynı iki parti… Bu konularda, CHP’nin “laik cumhuriyetçi, aydınlanmacı” üye ve oydaşlarının da rahatsız olduğu, yalnızca -kimi zaman doz artırarak- eleştirmenin CHP’lilik olmadığı şikayetleri hayli artıyor.

AKP öylesine alıştı ki koltuğa, sermayenin, “iki partili rejim olsun, hangisi kazansa fark etmez” hülyalarına da sekte koyacak gibi… ABD demokrasisini “en iyi demokrasi” olarak tanımlayan TÜSİAD’ın kulakları çınlıyordur herhalde. 
  
AKP’yi, “demokrasinin halka sunduğu meyve” sananlar listesinin üst sıralarında bugün Meclis’te olan ama şok üstüne şok yaşayan muhalefet partileri var. Hukukun ayaklar altına alınmaması için çaba gösteriyor gibi gözüken ama sonuçta teslim alınmış muhalefet partileri… Ara seçime de razılar, genel seçime ve halkoylamasına da… “Partili cumhurbaşkanı” gibi sözcük oyunlarıyla getirilecek olan başkanlık rejimine de… 
Yeni anayasa ve başkanlık tartışmaları içinde, OHAL düzeninin dişlileri “yakma, yıkma, kapatma, çalma, işsiz ve mesleksiz bırakma, ömür boyu hak mahrumiyetine mahkum etme, hukuk tanımama, iftira atma, yargısız infaz, yalan, cinayet, katliam, tecavüz” diye diye;  “ben yaptım oldu” diye diye çalıştıkça çalışıyor.

OHAL KHK’leri kasıp kavuruyor; gericilik, toz bulutunu yığıyor halkın ve örgütlerin üstüne… KHK’ler OHAL’siz gelecekte de uygulanmak üzere yasalaşıyor Meclis’te; Anayasa Mahkemesi tarafından da denetlenmiyor. Hukuk devletinin siyaseti, baskının ve şiddetin sözde hukukuyla biçimlendiriliyor. Hukuk ve yargı, toplumun değil, piyasanın ve gericiliğin güvencesi olarak çalışıyor. Ve gericilik olmadan yaşayamayan bu batak düzen hâlâ demokrasi adına ayakta tutuluyor.

Devlete ve hukuka, üretim ilişkilerinden, toplumsal ilişkilerden farklı rol yüklenemez. Yüklendiği sanılan anlar da kısa sürer. Bugün yalnızca AKP’yi hedefe koyanlar, bu düzenin muhalefetine, devletine ve hukukuna farklı rol yüklenebileceği yanılsaması içinde koruyorlar bu yozlaşmayı.

Kimse tarihteki mücadele kazanımlı olumlu örneklere, anayasal güvencelere, hukuk güvenliğine aldanmasın. Kimse burjuva devrimi dönemlerine dönüleceğini sanmasın. Artık kapitalizm ve emperyalizm için iyi örneklerle yaşama dönemi bitti. Neoliberalizm, battıkça batıyor; battıkça dönüştürüyor. Devletlerin orduları ve birçok çeteye bölünmüş gözüken özelleşmiş ordular karma takımlarıyla savaştıkça savaşıyor.

Liberalizm, yıllarca devletin denetlenmesini savundu. Devlet, mülkiyet hakları ve sermayenin gücü için frenlenirken, işçi ve emekçilere baskı için gaza bastırıldı.

Şimdi ayakta durabilmek uğruna devletin desteğini istiyorlar, yeniden devlete ve hukuka ihtiyaçları var. Yasama ve yargısı işlevsiz, yürütmesi güçlü, tek liderli devlete ve onun çıkarcı hukukuna ihtiyaçları var. Bir de bütün yaptıklarını maskeleyecek gericiliğe ihtiyaçları var.
Anayasa uygulanmıyor, fiili durum var diyorlar; “kim ihlal ediyor, kim fiili durum yaratıyor” diye sormadan, “ihlal eden suçlu” deyip üzerine gitmeden fiili durumu anayasaya yazmaya kalkışıyorlar elbirliğiyle… Neyin geleceği belli: olağanüstü düzenin olağanı…

Yıkılıyorlar; yıkılırken de yakıp yıkıyorlar. Hukukta ayaklar baş yapılıyor. Özgürlüğü, adaleti, barışı savunan, anayasal güvence altında olan dernekleri OHALLİ KHK’lerle, hukuksuz olarak kapatıyorlar. Zevki sefaları için çocuklara kıymaya hukuksal kılıf arıyorlar.
Darbe tehdidi/girişimi ya da terör tehdidi/eylemleri üzerine kurdukları demokrasi yanılsamaları sürüyor;  devletin baskı ve şiddetiyle koşut sürüyor. İşçiler ve emekçi halk nefessizliğe terk ediliyor. Ülke, sermaye için özgürlük, emekçiler için tutsaklık alanı…
"Türkiye’ye özgü” denilen şey, kapitalist/emperyalist çıkarlara uygun saltanat güncellemesi… Tarikat ve cemaatlerin işbirliğiyle “laik cumhuriyet”i silmek için sürekli “delete” tuşuna basılıyor. Saltanat güncellemesiyle tuşlar tek liderin eline geçecek, yeni anayasa dedikleri de bu modern kölelik durumunun “enter” tuşu olacak.

Sınıfsal karşıtlığı ve mücadeleyi ellerinin ucuyla itenler, unutanlar, yok sayanlar, hâlâ düşmanın demokrasi oyunları içinde nefes alınabileceğini sanıyor; devrimci mücadelenin neferlerini de aynı tuzağın içinde birleşmemekle suçluyor. Hem suçluyor, hem de “haydi” deyince sırtını dönüyor.

Emekçilerin sınıfsal mücadelesi, kurucu ve düzenleyici kuralların başkaları tarafından yazılmasına ve yaşama geçirilmesine terk edilemez. Onlar, sınıfsal karşıtlarını, “işbirliği” denilenin sömürenlerin kurallarıyla yaşamaya razı edilmek olduğunu bilir.  
İşçi sınıfı mücadelesi, sınıfsal karşıtlarının demokrasisinin “burjuvazinin güdümünde yanılsama” olduğunu ve hukuk oyunlarıyla meşrulaşmanın sahteliğini bilir.
Bu düzenden ve saltanat güncelleşmesinden kurtuluşun öznesi emekçi halk,  anahtarı da devrimi hedefleyen emekçilerin örgütlü gücüdür.
İnadına örgütlülük… İnadına örgütlülük…

Ali Rıza Aydın
SOL

23 Kasım 2016 Çarşamba

Bugün bir şey yapılmazsa tadımız topluca kaçacak - BİRGÜN (Ekonomi)

SELİN SAYEK BÖKE | CHP Ekonomi Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı

Türkiye ekonomisi bir süredir olağanüstü bir durumla karşı karşıya… Ekonominin gidişatıyla ilgili bizim de dahil olduğumuz çok çeşitli kesimler de uzun zamandır endişelerini dile getiriyor. Ancak ilk kez; Türkiye’de ekonomik bir olağanüstü hal yaşandığının ve Türkiye’nin bir ekonomik krizin eşiğinde olduğunun altını çizmek artık bir zorunluluk oldu.
Doğrudan tarifini en açık şekliyle ortaya koymak zorundayız. Türkiye bugün “yönetememezlik ve devlet aygıtının çökmesi” kaynaklı bir reel sektör krizinin eşiğinde ve eğer tek adam rejiminin gözü kara çılgınlığı devam ederse bu durum bir mali krize dönüşme, ardından da bankacılık krizini de tetikleme potansiyeli taşıyor.
Bu 1994, 2001, 2009 krizlerinden hiçbirine benzemiyor. Bu farklı. Bu bir finansal sektör krizi değil, bir reel sektör krizi… Deprem dalgası yaygın. Bu kriz başka, çünkü ilk defa Türkiye bir krize, hane halkı borçlu olarak, işsizliğin yapışkan ve yüksek olduğu, şirketlerin ve bankaların yaygın olarak borçlu olduğu bir koşulda yakalanmak üzere… Ama öngörülebilen bir şey var, o da bu krizin sonuçlarının ne kadar ağır olabileceği.

Ekonomi basitçe düzeltilemez
Tespiti ne kadar cesur ve dürüst yaparsak, sonrasını da o kadar cesur ve doğru konuşabiliriz. Açık olan şu, tüm siyaset kurumunun bugün tarihsel bir sorumluluğu var. Türkiye’de hemen bugün siyasi istikamet değişmezse, çılgınlık haline son verilmezse bu terazi bu sıkleti çekmeyecek. Son haftalarda yaşadıklarımız bize şunu gösterdi: Ekonomimiz ne yazık ki söyledikleri gibi sağlam değil. Ne yazık ki bu durum geçici ve sadece dış kaynaklı değil ve maalesef artık basit birkaç ekonomi politikası hamlesiyle düzeltilebilir bir durum değil.

Olağanüstü durum var
Bu ay açıklanan en güncel veriler işsizliğin yüzde 11,3 ile son 6 yılın en yüksek oranına ulaştığını gösteriyor. 3 milyon 493 bin kişi iş arıyor ve bulamıyor; 2 milyon 514 bin kişi umudunu kaybetmiş, iş dahi aramıyor. Gerçek anlamda 6 milyon 7 bin kişi işsiz. Bu veri, geçen ağustosa göre bir yılda gerçek işsiz sayısında 518 bin artış olduğunu gösteriyor. Yarım milyonun üzerinde kişi ya umudunu kaybetmiş ya da çalışmak için çaba harcadığı halde iş bulamıyor. İşsizlik verilerinin gösterdiği daha da kritik bir başka gelişme var. Türkiye’de 15- 24 yaş arası gençlerde işsizlik 1,6 puanlık artışla, yüzde 19,9’a yükseldi. Üstelik, aynı veriler “ne işte, ne eğitimde olan” gençlerin oranının yüzde 27,2’ye çıktığını söylüyor bize. Artık Türkiye, her 3 gencinden birine, ne iş ne aş ne de gelecek vadedebiliyor. Yani her 3 gençten biri, ne yarın iş bulmasını kolaylaştırıcı beceriler edinebileceği bir eğitim görüyor, ne de bugün çalışıyor. Ekonomik düzenden tamamen dışlanmış durumda.

27 çeyrek sonra ekonomi küçülüyor...
İşsizlik, üretimsizliğin yansıması. Üretimdeki yavaşlama da büyüme rakamlarında açıkça gözüküyor. Bakın, üçüncü çeyrekte Türkiye küçülmeye doğru gidiyor. 27 çeyrek sonra ilk defa…

Vatandaşın borçluluk oranı yüzde 68’e ulaştı
Konut hariç kredi borcu ve taksit ödemeleri değerlendirildiğinde vatandaşın borçluluk oranının yüzde 68’e ulaştığını gösteriyor. Bu rakama konut borcu olanlar da dahil edilirse borç temelli Türkiye ekonomisi tablosu daha gerçekçi ve ağır bir biçimde karşımıza çıkıyor. Maddi yoksunluk yaşayan vatandaşların oranı yüzde 30,2’ye çıkmış. Bu insanlar sağlığı için ihtiyaç duyduğu besini sofraya koyamıyor, çocuğunu istediği okula gönderemiyor, evindeki mobilyayı yenileyemiyor. Gelir adaletsizliğinin arttığı bu dönem, ekonomik sorunların yaygın bir sosyal olgu olduğuna da işaret ediyor. Öyle ki, en zengin yüzde 20’lik dilimin aldığı pay en düşük yüzde 20’lik dilimin 8 katını aşan bir düzeye ulaştı.

OHAL’in uzatıldığı gün TL kaybı zirvede
Bütün bu yaşamsal ekonomik göstergeler finansal piyasalarda ciddi yansımalar yaratıyor. Üstelik bu yansımalar da yaşamsal önemde. Yavaşlayan büyüme, artan işsizlik, bozulan gelir dağılımı, ödenemeyen borçlar, özünde ekonomiye duyulan güvenin sarsıldığının yaşamsal işaretleri. Bu güven bozukluğu TL’nin dolar karşısında hızla erimesine de yol açıyor. Nitekim, 2016’nın başından bu yana yüzde 15’in üzerinde değer kaybı yaşandı. Üstelik de bu değer kaybının neredeyse tamamı, eylül sonundan itibaren yaşanıyor ve hatta 3 Ekim’den itibaren hızlanıyor. Burası önemli bir kırılma noktası: 3 Ekim tarihi, Bakanlar Kurulu’nun OHAL’in uzatılacağı haberini verdiği tarihtir. Yani OHAL’in uzatılması ile artan siyasi risk ve gerginlik kendisini çok açık bir biçimde dolar kurunda gösteriyor. Benzer bir durum, “başkanlık sistemi” tartışmalarının alevlendirildiği günlerde yaşandı. Hükümetin AB ile ipleri germesiyle devam etti. Herkes tarafından bilinen gerçek şudur: TL’nin değer kaybının nedeni, iddia edildiği gibi ABD seçim sonucu değildir. TL’nin değer kaybının Türkiye kaynaklı olduğunun en somut göstergelerinden birisi de kendisine benzeyen para birimleriyle karşılaştırılınca çıkıyor. Son dönemde TL, kendisine benzeyen para birimlerinden 2 kat daha fazla değer kaybetti. TL negatif ayrıştı denilen de işte budur.

Dolar kurundaki gelişmeleri yaşamsal kılan dolardaki her değişikliğin işsizliğe, üretime ve gelir dağılımına etkisinin çok olması. Bu etkinin çok olmasının en temel sebebi de dışa bağımlı bir ekonomik modelin Türkiye’de var olması. Dışa bağımlılık kendisini en açık biçimde dış borç verilerinde gösteriyor. Türkiye’nin kısa vadeli ödemesi gereken 167,8 milyar dolar dış borcu var. Bu borç ülke borcu. Yani şirketlerimiz borçlu, o zaman o şirketin TL kazanan işçisi de bu borcun ortağı. Bankalar borçlu, o zaman o bankalardan borç almış olan, kredi kartı kullanan tüm vatandaşlarımız da bu dış borcun ortağı. Bu kısa vadeli dış borcun değeri sene başında 493 milyar TL değerindeyken, bugün ödememiz gereken borcun miktarı 570 milyar TL’ye ulaştı. Bu hesabın yapıldığı günkü dolar değerine göre, şu anda 77 milyar TL daha fakiriz; borcumuz 77 milyar TL daha artmış durumda. Üstelik ödeme kapasitemiz değişmemiş, hatta durum zorlaşmışken...

Öte yandan şirketlerimizin net döviz pozisyonunda açık var: yani dışarıya olan dolar yükümlülüğünü karşılayacak dolar temelli varlıkları yok. Aradaki fark 210 milyar dolar. Şirketlerin net döviz pozisyonundaki bu açık TL her değer kaybettiğinde şirketler için TL cinsinden artıyor. TL’nin her 1 kuruşluk değer kaybında şirketler 2,1 milyar TL zarar yazıyor. Yılbaşından beri toplam yazılan zarar 96,9 milyar TL. Zarar yazan şirketler önünü göremiyor ve üretimini azaltıyor, istihdam yaratmıyor. Şirketlerin yazdıkları bu zararlar sonunda vatandaşın işsizliği anlamına gelecek.

İşsizlikte bu etkinin görülmesi zamana yayılabilir ama dolar kurundaki hareketlilik günlük hayatımızı etkilemeye başladı bile. TL her değer kaybettiğinde bu hepimizin hayatına zam olarak yansıyor. Benzin pompada bugün dünden daha pahalı… Yarın da muhtemelden bugünden daha pahalı olacak. Böyle olunca pazara, markete ürününü getiren pazarcının maliyeti artıyor. Artan maliyet patlıcanı, biberi, domatesi alan tüketicinin daha çok para ödemesine yol açıyor. Üstüne üstlük birçok gıdayı da ithal etmek zorunda bırakıldık. Örneğin, Uruguay’dan et, Kanada’dan nohut, bezelye ve yeşil mercimek ithal eden, Çin’den kuru fasulye ithal eden konuma geldik. Nohutun, mercimeğin, etin ve daha nice gıda ürününün fiyatı dolar üzerinden belirleniyor. Bütün bunlar genel enflasyon artışı anlamına gelecek; enflasyon TL’nin bu değer kaybı sonucunda 2 puan daha yüksek olacak.

Para gelmiyor gelenler de çıkıyor
Bunlar hepimizin her an yaşadığı ekonomik gerçekler. Bir de günlük hayata henüz yansımamış olan ancak ekonomide alarm zillerinin çaldığını gösteren bazı kritik gelişmeler var. Türkiye’ye para gelmiyor, hatta gelenler çıkıyor. Musluklar kurudu. Türkiye’nin dış finansman ihtiyacı yıllık 200 milyar doları geçiyor, ve musluklar kurudukça bu ihtiyaç hızlanarak artacaktır. Ve finansman ihtiyacı arttıkça, kaynak bulmak zorlaştıkça TL’nin değer kaybı hızlanacaktır. Üstelik, Türkiye’deki yerli yatırımcı da tedirgin ve gidecek yeni yerler arıyor.
Finansal piyasalarda zorluk dövizle sınırlı değil. Devlet kendi kağıtlarına müşteri bulamaz halde, bunun sonucunda daha yüksek faizlere katlanmak zorunda kalıyor. Geçen hafta yapılan Hazine ihalesinde yaşanan buydu.
Bankalar bilançolarının ötesinde gözüken riskler taşıyorlar. Vatandaş tüketici kredilerini geri ödemekte zorlanıyor. KOBİ’ler aldıkları krediyi ödeyemez haldeler.. Verdiği krediyi alamayan bankalar da zor durumda.

Reel sektörde kimse birbirine güvenemiyor
Reel sektör iş yapamaz halde, kimse birbirine güvenemiyor, kimse önünü göremiyor. Esnaf bunu açıkça söylüyor zaten: “Piyasada para dönmüyor, piyasa durdu.” İş dünyası birbirine çek veremez halde. “Ya tedarikçim FETÖ’cü diye yaftalanırsa”, “ya bayime yarın el konursa” endişesi her şeyi durdurdu. Bankalardan bakkala, küçük üreticiden en büyük sanayiciye herkes bunu söylüyor. Can ve mal güvenliği OHAL kapsamında ortadan kaldırıldı. Kimse birbirine, kurumlara güvenmiyor. Böyle olunca da kimse birbiriyle iş yapamıyor. Bankaların kamu personeline “yarın KHK işten atılırsa” düşüncesiyle kredi vermediği şikayetleri artıyor. Devlet öyle bir hale geldi ki, memur müdüründen, müdür müsteşarından, müsteşar bakanından talimat almıyor. “Ya yarın bu insanlar FETÖ’cü çıkarsa” diye korkuyor. Can güvenliği yok. Mal güvenliği yok. Ekonomik güven yok. Kimse yarını göremiyor. OHAL nedeniyle, çalışır durumda kurum kalmadı. Devlet aygıtı bitirildi.

Özgürlük sınırlanınca, fakirleşme de oluyor
Bir yandan da, ülke olarak belki de daha önce hiç yaşamadığımız biçimde olumsuzluklar yaşamaya başladık. Türkiye, Freedom House tarafından yayımlanan “İnternet Özgürlüğü Raporu”na göre ilk kez “özgür olmayan ülke” kategorisine düştü. Bu gerileme, son dönemde vatandaşın haberleşme hakkına getirilen sınırlamalar nedeniyle yaşanıyor. Yani OHAL nedeniyle yaşanıyor. Özgürlükler sınırlandığına, aynı zamanda ekonomik fakirleşme de oluyor. Çalışmalar son dönemde Türkiye’de yaşanan bu haberleşme hakkı kısıtlamalarının ekonomiye maliyetinin yaklaşık 100 milyon dolar olduğunu gösteriyor. Bugünün döviz kuru ile bu 340 milyon TL’ye yaklaşan bir kayıp demek. Bu keyfi, hukuk tanımaz kararlarla internet kesilince, şirketler bayilerine ulaşamıyor, firmalar pos cihazlarını kullanamıyor, bankacılık işlemleri yapılamıyor, tüm sektörlerde zaten zorlaşan üretim, yavaşlıyor. Yani iş yapılamaz hale geliyor.

O ekmek artık sofraya gelmeyebilir
Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Yani bu iş ciddi. Öyle ciddi ki, bugüne kadar “ekonomi kötü ama gemi yüzüyor” ya da “sosyal yardım alıyoruz”, “maaşımız yatıyor” veya “sesimizi çıkarmayalım ki ayakta kalabilelim”, diye düşünenlerimiz için, maalesef artık biri şunu yüksek sesle ifade etmek zorunda: O gemi artık yüzemeyebilir. Bugüne kadar “demokrasi sıkıntısı büyük ama biz ekmeğimizin peşindeyiz” diyenlerimiz de vardır. Ama şunu artık söyleme yükümlülüğümüz var. O ekmek artık sofraya gelmeyebilir.

Ekonomide yaşananlar siyasi krizin sonucu
Türkiye’nin sürüklenmekte olduğu bu krizin temel nedeni, verilerden de hemen anlaşılıyor, iç siyasetteki gerilim. OHAL’le derinleştirilen hukuk krizi, Türkiye’de bir can ve mal güvenliği sorununa dönüşüyor. Başkanlık tartışmaları, ardından da Batı ile bozulan ilişkiler, belirsizliğin ve gerilimin derinliğini daha da artırıyor. Can ve mal güvenliği olmayan bir yerde ne fabrika kurulur, ne devlet borçlanabilir, ne var olan şirketler iş yapabilir. Kısacası işsizlik artar. TL değer kaybeder. Türkiye fakirleşir. Bugün yaşıyor olduğumuz işte bu krizin eşiğidir. Açık olan şu: Ekonomide yaşananlar, öncelikle siyasi bir krizin sonucu ve hukukun yok edilmesinin de bir uzantısıdır. Çözüm de dolayısı ile siyasetten ve hukukun yeniden inşasından geçiyor. Birileri diyebilir ki, “OHAL’den bana ne, gazeteciler hapisteyse bana ne, birilerinin malına el konuluyorsa bana ne...” Ama durum öyle değil. Artık şunu anlamalıyız: İçinde bulunduğumuz ekonomik durumun nedeni siyasi… OHAL düzeniyle, “masamızdaki ekmek” arasındaki bağı artık çok daha açık yaşıyoruz.

TCMB tek başına sorunu çözemez
Kısacası sürükleniyoruz. Bu iş yalnızca ekonomi politikasıyla, sorumluluğu sırf Merkez Bankası’nın sırtına yükleyerek çözülebilecek bir sorun olmaktan çıktı. İktidar tarafından çıkartıldı. Artık Merkez Bankası’nın da tek başına yapacağı birşey kalmadı. Üstelik bu kadar borçlu bir ekonomide TL’nin değer kaybı kadar faizin kendisi de refahı azaltıcı etkiye sahip.

Rejim tartışması bitirilmeli
Bu durumun çerçevesini çizince, ne yapılması gerektiği de ortaya çıkıyor: Hemen sıralayalım. Acilen ülkede yeniden ısıtılıp getirilen rejim tartışması bitirilmeli. Başkanlık ısrarından vazgeçilmeli. Derhal OHAL kalkmalı. Şu andan sonra kimsenin tuzu kuru değil. FETÖ operasyonları bir an önce tamamlanmalı. Piyasa yeniden güven tesis edilerek iş yapabilir hale getirilmeli. AB ile ilişkiler germeye yönelik değil, toparlamaya yönelik tekrar ele alınmalı. Bu adımlar atılmalı ki ekonomi politikasında acil eylemler planlanabilir ve uygulanabilir hale gelsin. Bunlar yapılmazsa bütün bir ülke olarak, hep birlikte ağır bir bedel ödeyebileceğimizi söylemek kehanet olmaz.
Her şey bu kadar açıkken, artık tek cümleyle durumun özeti şudur: “Aman tadımız kaçmasın diyenler”, bugün bir şey yapılmazsa tatlarının kaçacağını artık bilmelidir.

BİRGÜN

Ekonomi

Mehmet Müfit’i sessizce uğurladık - METİN CELAL

20 Kasım Pazar günü öğleye doğru geldi haberi. Oğlu Yunus Emre aramış. Orhan Alkaya Twitter’da paylaşmış: “İstanbul’un Ağır Sultanları’ndan şiir kardeşim Mehmet Müfit’i kaybettik. İkindide Şakirin Camii’nden uğurluyoruz. Bilin!” 

Arkadaşlarla telefonlaştık. Ölüm nedenini anlamaya çalıştık. İşten eve dönerken dolmuşta kalp krizi geçirdiği söyleniyordu. Mehmet Müfit 1952 doğumlu. 64 yaşındaydı.
Karacaahmet Şakirin Camisi her zamankinin aksine kalabalık değil. Musalla taşlarında sadece iki tabut var. Bir yazar, bir şair, Taner Ay ve ben cenaze namazının başlamasını bekliyoruz. Müfit’in ailesi, antikacı, koleksiyoncu meslektaşları... Pek kalabalık değiliz, hiç kalabalık değiliz. Gözlerim Mehmet Müfit’i uğurlamaya gelmesini umduğum şairleri, dostları, okurları arıyor. Mutlaka geçerli sebepleri vardır diye düşünüyorum. Taner’le nedenler buluyoruz; hava güzel, İstanbul Kitap Fuarı, Kartal’da miting, Kadıköy’de derbi maçı var. En önemlisi müthiş bir trafik var. Yolda kalmışlardır, diyerek iyimser bakmaya çalışıyoruz. 

Mehmet Müfit’i uğurladıktan sonra araba beklerken Orhan Alkaya koşturarak geliyor. Trafiğe takılmış, ancak yetişmiş. Uzaktan Mehmet Müfit’in cenazesinin gidişini selamlıyoruz. “Sonra işte yaşlandık” diyerek 30-35 yıl öncesinin anılarına uzanıyoruz. 

Mehmet Müfit’le Konur Ertop’un yönettiği dönemde Varlık Dergisi’nde tanıştım. Yıl 1982 miydi? Müfit, dost canlısı bir arkadaşımızdı. Beni hemen o zamanlar İstanbul Üniversitesi’nde doktorasını yapan Tuğrul Tanyol’la, öykücü arkadaşımız CengizÖndersever’le tanıştırdı. Felsefe okuyan Cengiz’in vasıtası ile Oktay Taftalı ve Osman Konuk’la tanıştık. Gruba Adnan Özer dahil oldu. Haydar ErgülenAli GünvarBahadır BayrılHüseyin ÖncüLevent Erseven, Taner Ay... 

Bu kadar şair ve yazar bir araya gelince dergi çıkarılır. Üç Çiçek çıktı. Üç Çiçek Yayınları zaten kurulmuştu. Mehmet Müfit’in ilk kitabı “İstanbul’un Ağır Sultanları” da 1984’te Üç Çiçek’ten çıktı. Hem şiirdeki sesi, hem de işlediği temalar ve konularıyla farklı ve kendine hastı. Sokaktaki yaşamın tüm yanlarıyla fotoğrafını çekiyordu Müfit. Bir yandan da şehrin görünmeyen yanını, yeraltındakileri, kabadayıları, kumarbazları, alkolikleri, esrarkeşleri kendine has argoları ile kendi ağızlarından ustaca anlatıyordu. 

Üç Çiçek kapanınca, üç arkadaş, ben, Tuğrul Tanyol ve Mehmet Müfit, Çizgi Yayınları’nı kurduk. Mehmet Müfit’in 35 top kâğıdı vardı, onu sermaye yaptık. 4 sayı Poetika Şiir Dergisi ve 17 şiir ve öykü kitabı çıkardık iki yılda. O kitaplardan biri de Müfit’in ikinci kitabı “Tekkede Bahar”dı (1986). 

Tekke”, her gün öğleden sonra toplanıp şiir konuştuğumuz Beyazıd Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki Erenler Kahvehanesi’ydi. Benim ve Tuğrul’un ısrarlarıyla çıkardığı “Tekkede Bahar”da Müfit, şiirini bir adım öteye taşıdı, geliştirdi. Ve sonra sustu. 25 yıllık bir suskunluk. 
Bu suskunluğun iradi bir karar olduğunu yazıyordu 25 yıl sonra yeni kitabının, “Herşey Dün Gibiydi”nin (2012) girişinde. “1988’de ailesiyle birlikte aldığı ani bir kararla, ‘Para kazanmak için şiiri bırakmam gerekir, ikisi bir arada yürümüyor çünkü’ diyerek Babıâli’den koptu” diyordu. Mehmet Müfit, sadece şiirden kopmakla kalmadı, yakın arkadaş çevresi ile de ilişkisini kesti, tamamen gözden kayboldu. Onu Nişantaşı’ndaki antikacı dükkânında bulup yeniden yayımlamaya ikna eden, genç yaşta kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik oldu. İyi de etti. Özellikle genç kuşak şiir meraklıları arasında bir “Mehmet Müfit efsanesi” dolaşıyordu. Çok meraklılar kütüphanelerde, sahaflarda bulduğu kitaplarını fotokopi ile çoğaltıp paylaşıyordu. Mehmet Müfit üç yeni kitapla geldi. Yeni kitaplarını da bekliyorduk. Ama ölüm izin vermedi. Pazar günü uğurladık...

Metin Celal
CUMHURİYET

22 Kasım 2016 Salı

Türkiye-Avrupa ilişkilerinde üç farklı boyut - EROL MANİSALI

Türkiye-Avrupa ilişkileri bizim tarafta “cahiller korosu” gibi akıllara ziyan konuşulup tartışılmaktadır. Türkiye-Avrupa ilişkilerinin “üç boyutu” vardır. Bu boyutlar sağ, sol, liberal, demokratik çevrelerde genellikle birbirine karıştırılmaktadır. Üç farklı boyut iç içe sokularak doğrular ve yanlışlar anlaşılamaz hale getirilmektedir.
 
Nedir bu üç boyut: 
Türkiye-Avrupa Konseyi ilişkileri: Türkiye 1949’dan beri Avrupa Konseyi’nin üyesidir. Eşit koşullar altında bulunmaktadır. Bütün kurumlarında normal bir üyenin sahip olduğu “hak ve yükümlülüklere” sahiptir. Demokratik ve çağdaş ilkelerini benimsemektedir. Bunu özümseyerek sürdürmesi Türkiye’nin yararınadır. 
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri: Türkiye 1963’ten beri kurumsal ilişki içindedir. AB üyesi değildir, AB tarafından üye yapılmamış, “Almanya ve Fransa” başta olmak üzere, özel statü içinde, içeri alınmadan, denetim altında tutularak ilişkilerin sürdürülmesi politikası yürütülmüştür. 

1987’de Özal, tam üye yapın diye Ankara’nın başvurusunu yaptı. 1989’da Brüksel, “seni almayacağım” deyince,Özal; “AB bizi üye almasa da tek yanlı olarak gümrük birliği yükümlülüğü altına gireceğiz” dedi. Türkiye’yi özel statüye soktu. 

1995’te, Tansu Çiller hükümeti döneminde tek yanlı gümrük birliği anlaşması imzalandı. Türkiye-AB dışı ülkelere karşı haksız rekabet koşullarına sokuldu. Tekstilden deriye, ilaçtan tarıma sektörlerimiz çöktü. AB ise Çin’den ABD’ye, Meksika’dan Kanada’ya ikili ticaret anlaşmaları yaptı. Bütün bu ülkelerden Türkiye’ye mallar düşük gümrükte ithal edilir; biz onlara satarken onlar yüksek vergi koyarlar. 

Niye mi? Bize mal gelirken AB üyesi bir ülkeye giriyormuş gibi, çok düşük vergi var; biz Çin’e, ABD’ye, Kanada’ya ya da Tunus’a ihraç ederken “AB dışındaki Türkiye’den geldiği için” yüksek vergi uygulanır. 1995’te imzalanmadan önce bunun kavgasını 60 akademisyenle birlikte yaptık; AB üyesi olmadan gümrük birliği içine girilemez, AB içinde böyle bir ülke yok dedim, dinletemedim. 

Bu konuda 1993’ten bugüne kadar belki 500’den fazla makale, TBMM dahil 200 konferans, 100’den fazla televizyon konuşması yaptım, onlarca kitap yazdım ama anlatamadım. (*) 
2005 yılında AKP döneminde “Türkiye’nin nasıl bekleme odasında ilelebet tutulacağının koşullarını”, görüşmeler süreci olarak imzalattılar. Bugün görüşmeleri keseriz, kesmeyiz tartışması bununla ilgili.
 
Kimse merak etmesin kesmezler; AB görüşme süreci ile “Türkiye’nin AB dışı tüm dünya ile ticaretini ipotek altına almış; Türkiye ise Rusya, Çin ya da ABD ve diğerleri ile ikili ticaret anlaşması yapamıyor, yasak.” 

Türkiye 2005 anlaşması ile AB’nin imtiyazlı üye (!) statüsüne tek yanlı bağlanmış. Brüksel AB-Ankara görüşmelerini keserse işler aksar, Türkiye elden kaçar.

Gelelim üçüncü boyuta
 
Türkiye-Avrupa ilişkilerinde en önemli boyut ülkenin demokratikleşmesi ve çağdaşlaşması ile ilgilidir. AB’ye alınmasak da çağdaş yaşam için Avrupa ölçütlerini benimsemeliyiz. 
Bu konuda dinciler ve şeriatçılar hariç büyük çoğunluk aynı görüşü paylaşır ve paylaşmak zorundadır da.
 
Sol, sosyal demokrat, merkez sağ, liberal bütün kesimlerin akıl gereği bu asgari müşterekte birleşmesi gerekir. 

Ancak AB ile ilişkilerin karşılıklı çıkarları koruyarak, ulusal çıkarlarımıza siyasi, iktisadi ve güvenlik olarak zarar vermeyecek biçimde düzenlenmesi gerekir.
 
AKP Türkiye’yi “Ortadoğululaştırmak” için, özellikle Avrupa’dan uzaklaştırmaya çalışıyor. 
Atatürk ve devrimlerinin gücü ve büyüklüğü buradan geliyor. Kurtuluş ve bağımsızlık için Avrupa emperyalizmine karşı savaş veren Atatürk, Avrupa’nın çağdaş uygarlık değerlerini getirmek için en büyük çabayı gösterdi. 

Kadın-erkek eşitliğinden çağdaş eğitim düzeyine, uygar yaşam tarzından güzel sanatların geliştirilmesine kadar Avrupa’nın değerlerine sahip çıktı. 
Türkiye-Avrupa ilişkilerinin üç boyutu içinde demokrasi ve çağdaşlık boyutu ile Avrupa Konseyi boyutunu esas almamız gerekir. 

Hele Türkiye-AB ilişkilerindeki bozuk, tek yanlı ve sömürgeci 2005 belgesini esas almak yanlışların en büyüğüdür. Karşılıklı çıkarları dengeleyen bir ilişki kurmak zorundayız. 
Televizyonda tartışanların, köşe yazarlarının birçoğu, bu üç boyutu birbirine karıştırıyorlar ve yanlışlarla doğruları ayıramıyorlar. Yıllardan beri benim de derdim bu. 

Erol Manisalı
CUMHURİYET



(*) E. Manisalı“Hayatım Avrupa”, 5 cilt, Cumhuriyet Yayınları, 2009

Oyun bitti - ALİ SİRMEN

Avrupa Parlamentosu’nun bugün, Türkiye ile üyelik müzakere sürecinin dondurulmasını önermesi bekleniyor. 

Bilindiği gibi, karar yetkisi aralık ayında toplanacak olan AB liderler zirvesinde. AP istişari nitelikte bir organ, ama ağırlığı zaman içinde artmış ve karar organlarını etkiler konuma geldiğinden, aralık ayındaki AB liderler zirvesinde de üyelik müzakerelerinin geçici olarak askıya alınması kararının verileceği düşünülüyor. 
AB içinde, özellikle son dönemlerde, şiddeti artan sağ rüzgârların da etkisiyle, zaten güçlü bir Türkiye karşıtı hava var. Sağ ve aşırı sağ politikacıların kışkırtmasıyla güçlenen bu akım, Türkiye’deki Sünni İslamcı rejimin faşizan yapısı tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya çıktığından beri iyice gemi azıya almış durumda. 
Üyelik müzakerelerinin geçici olarak askıya alınması, özde bir şeyi değiştirmeyecek. Tam üyeliğe varmasını kimsenin zaten beklemediği sürecin “dostlar alışverişte görsün” kabilinden sürdürüldüğü herkesin malumuydu. 
Ama yine de geçici dondurma oyununun bittiğinin açıkça ilanı açısından önemlidir.

***
Şimdi aklıma Strasbourg’daki Parlamento’nun tarihi 2004 toplantısı geliyor. 
Üyelik müzakerelerine yeşil ışık yaktığı düşünülen o oturumda görüntü muhteşemdi. Avrupa parlamenterlerinin büyük çoğunluğunun olumlu oy kullandığı oturumda, üyelerin kameralara gösterdikleri tabelaların büyük bölümünde, Türkçe “evet” ibaresi yer almaktaydı. 
Bunlar yazılı ve görsel medyamızda çok geniş şekilde yer aldı. 
Kimileri zil takıp oynuyor, meydanlarda haykırıyorlardı: 
- Avrupa... Avrupa duy sesimizi! / ... Bu gelen Türkiye’nin ayak sesleri!.. 
Oysa gelen giden falan yoktu, oynanan büyük bir oyundu. 
Oyunun baş kahramanı, jönü Tayyip Erdoğan’dı. 
Brüksel’deki 17 Aralık 2004 toplantısından Ankara’ya dönüşünde başkentte havai fişeklerle karşılanan Tayyip Erdoğan “Türkiye’yi AB’ye sokan lider” olarak kutlanmakta ve kutsanmaktaydı. 
Oysa Türkiye’nin AB’ye girdiği falan yoktu. Aslında her şey büyük bir aldatmacaydı. 
Çünkü Brüksel, Türkiye ile üyelik müzakere sürecini başlatırken Ankara’ya, kalıcı derogasyonlar uygulayacağını, sürecin tam üyelikle sonuçlanmasının kesin olmadığını, sürecin başarıyla sonuçlanması halinde bile üyeliğin her ülkenin oyuna bağlı olacağını bildirmişti. Müzakereler sürerken de AB ülkeleri Türkiye’nin üyeliği konusunu halkoyuna sunacakları yolundaki kararlarını birbiri ardından açıkladılar. 
Zaten referandum koşulu olmasaydı bile, uygulanacak derogasyonlar tam üyeliğe varılmasını önleyecekti. 
Bu durum Tayyip Bey’e anlatıldı. Bu koşullarda müzakere sürecinin kabul edilmesinin, tam üyelik hakkından feragat anlamını taşıyacağı belirtildi ve kendisine metni imzalamaması önerildi, hatta CHP’nin o dönemdeki Genel Başkanı Baykal, bu koşulları reddeden politikasını destekleyeceklerini de iktidarın başına iletti.

***
Tayyip Bey, bu uyarı ve önerilerin hiçbirine kulak asmadı. Kendince haklıydı da. Çünkü o tam üyeliği istemiyordu ki. İstediği sadece müzakere sürecinin başlamasıydı. 
Türkiye’de rejim değişikliğinin ön şart olan dengelerin allak bullak edilmesini sağlamak için bir süreliğine, Türkiye’yi Avrupa ile bütünleştiren adam imajına ihtiyacı olduğundan, Erdoğan bütün şartları kabul etti. 
Müzakere sürecini aldı, amacına ulaştı. 
Artık Avrupa’ya ihtiyaç kalmadığında da oyun bitti. 
2004’ün oyununun “Türkiye’yi Avrupa’ya taşıyan iyi adamı” Tayyip Erdoğan, 2016’nın “Türkiye’yi Avrupa’dan koparan kötü adamı”dır artık. 
Ama Reis’te oyun bitmez, bir de bakarsınız ki, 2017’de Türkiye’nin zaten istenmediği Avrupa’ya üyeliğini halkoyuna sunar ve ret oylarıyla “Türkiye’yi Avrupa sultasındankurtaran, dünyaya meydan okuyan önder” oluverir. 
“Bu oyun da tutar mı” demeyin! Şimdiye kadar neler tuttuğuna göre bu neden tutmasın?

Ali Sirmen
CUMHURİYET

21 Kasım 2016 Pazartesi

Kapitalizmin ‘ruhu’ yine değişiyor - ERGİN YILDIZOĞLU

Kapitalizmin “ruhu” sanırım yine değişiyor. Brexit, Trump, popülist dalga bu değişimin öncü sarsıntıları.

Kapitalizmin üç ‘ruhu’
 
Boltanski ve Chiapello’ya göre (Le Nouvel esprit du capitalisme -1999) sınırsız sermaye birikimi gereksinimi dürtüsüyle hareket eden, ahlak kaygısından yoksun bir sistem olarak kapitalizmin işleyebilmesi için gerekli insan kitlesi (ki çoğunun sistemden pay alma şansı son derecede sınırlıdır) salt maddi teşviklerle, baskıyla harekete geçirilemez. Bireyin kişisel çıkarıyla, toplumun çıkarını bağdaştırabilmesi için, bu ikisi arasında ahlaken doğru, inanılır bir bağ kurulabilmelidir. Kapitalizmin “ruhu” işte bu bağın belli bir dönemde aldığı biçime ilişkindir.
 
Tarih boyunca bu “ruhu”un üç farklı biçimini görebiliyoruz. (1) 19. yüzyıl: Risk alan, yaratıcı birey. Bunu dengeleyen tutumluluk, sade, mazbut bir aile yaşamı. (2) Bir yapısal krizin içinde, 1930’lardan başlayarak 1960’ların sonuna kadar süren dönem: Büyük, merkezi, bürokratik korporasyonlar; plancıların uzun dönemli, akılcı planlamayla dünyayı değiştirme rüyası. Uzun, sürekli yükselmeye açık bir meslek yaşamıyla, tüketiciyi memnun etme, kıtlığı ortadan kaldırma amacı arasında bir bağlantı; fordist sermaye birikim rejimi, ulusal refah devleti, devletçe denetlenen piyasa... (3) 1970’lerde başlayarak 1980’lerde hızlanan yeni bir yapısal krize bağlı olarak, kapitalizmin var olan ruhunun etkisi kırıldı giderek yeni bir ruh gelişti. 
Boltanski ve Chiapello’nun çalışması, kapitalizmin bu üçüncü “ruhu”nun ortaya çıkış sürecine ilişkin. Bu zengin, kapsamlı çalışmayı burada özetlemek olanaklı değil. İki noktayı vurgulamakla yetineceğim. Birincisi 1970’lerde başlayan yapısal kriz, kapitalizmin var olan “ruhu”nu meşrulaştıran değerleri gözden düşürdü. Artık, kapitalizme yeni bir “ruh” gerekiyordu. İkincisi, kapitalizm krizde kendini yenilemeye başlarken, sermaye birikim rejiminin (statükonun) yenilenmeye direnen kısımlarını tasfiye etmek için, kapitalizme yönelik artistik ve toplumsal eleştirilerden yararlandı.
 
Ve yeniden 
Kapitalizm, fordist rejimin refah devleti, sendikalar, planlama gibi değişime direnen özelliklerini tasfiye etmek için 1968-73 devrimci dalgasının, fordizmin bürokratik, ataerkil yapısını, genel olarak otoriteyi hedef alan eleştirilerinden, bireysel, cinsel özgürlük, özgünlük taleplerinden yararlandı: Serbest piyasa ve özgürlük, küreselleşme ve demokrasi arasında özdeşlik kuran, sendikaları kötüleyen, esnek çalışmayı, yatay örgütlenmeyi yücelten, toplumsal dayanışmanın bireysel özgürlükleri sınırladığını varsayan bir yeni “ruh” şekillendi. Bu dönemde kapitalizm adeta “kapitalizmin idamını sergileyen gösterilere bilet” (Thomas Frank)... bir “isyancılar piyasasına mal satarak” (Joseph Heath, Andrew Potter”) para kazandı. Biz bunu postmodernizm, çok kültürlülük, ulus devlet düşmanlığı, küreselleşmecilik, kimlik siyaseti, liberal demokrasi fantezileri olarak yaşadık. 
Son mali kriz kapitalizmin bu “ruhunu” da gözden düşürdü. Şimdi küreselleşmecileri, serbest piyasacı seçkinleri, liberal demokrasiyi, çokkültürlülüğü suçlayan bir popülist dalga yükseliyor. Bu dalganın biri sağ “reaksiyoner”, diğeri sol “reformist” iki yüzü var. Bu iki yüz ahlaka, adalete ilişkin konularda farklı yönlere bakıyorlar ama küreselleşmenin, gelir dağılımındaki bozulmanın, yönetici seçkinlerin beceriksizliğinin eleştirisi, devletin ekonomiye müdahalesi söz konusu olduğunda bakışları kesişiyor. 
Kapitalizm de kendini yenilemeye çalışırken “statükonun” direncini, yine entelektüellerin, işçi sınıfının kapitalizme yönelik eleştirilerinden yararlanarak kırmaya hazırlanıyor. Yeni “ruhun” nasıl bir şey olacağını henüz bilemiyoruz, ama Brexit’e, Trump’a, Marine le Pen’e, Orban’a bakınca bir fikir edinebiliyoruz.

Ergin Yıldızoğlu
CUMHURİYET

20 Kasım 2016 Pazar

Leonard ve Suzanne - Mine G. Kırıkkanat

1960’lı yıllara adım atıyordu, insanlık. Özgürlük rüzgârı çıkmamıştı henüz, ama havada baharı vaat eden bir esinti, yürekleri yapraklandıran bir umut kokusu, bir iyimserlik vardı.
Ozanlar her zamanki gibi beş parasız, sanatçıların çoğu meteliğe kurşun atardı.
Ama illaki reklamcıya dönüşmeden, onun bunun tabanını yalamadan, maskarası olmadan ayakta ve hayatta kalınabilen; çünkü henüz ihtiyaç fazlasına öykünmeyen bir dünyaydı.
Karınlar azla doyuyor, böylece obez de olunmuyordu!
Elbette tüm dünyadan değil, dünyaya yön veren dünyadan söz ediyoruz.
İşte o dünyada, Leonard Cohen adında yoksul bir ozan yaşıyor, kendisi ve arkadaşlarından başka kimsenin duymadığı, dinlemediği şarkılar yazıyordu.
Bir gün Montreal’deki caz kulübü Vieux Moulin’de, yontucu arkadaşı Armand Vaillancourt ile buluştu. 

Armand’ın yanında dansçı Suzanne Verdal vardı. “Nişanlım!” diye tanıştırdı.
Leonard, Suzanne’ın saçtığı ışığa kapılıverdi, hatta çarpılmıştı! İki nişanlı pistte dans ederken “arkadaşının aşkı” olmasına karşın gözlerini genç kızdan alamıyordu.

***
Aradan birkaç yıl geçti.
Yontucu arkadaş, Suzanne’la evlenip ayrılmıştı.
1965 yazı, Leonard Cohen nihayet cesaret edip Suzanne’ın kapısını tıklattı.
Genç kadın, yontucu arkadaştan olan kızı Suzie’yle birlikte Saint Laurent nehri kıyısında bir evde yaşıyordu. Leonard’a portakal kabuklu Çin çayı ikram etti, sonra Montreal sokaklarında dolaştılar, bir kilisede mumlar yaktılar. Geçirdikleri saatleri, Suzanne Verdal şöyle anlatacaktı:
“Leonard çok çekici bir erkekti. Av tablosu da epeyce kalabalık... O kalabalığa karışmak istemedim. Elbette bir aşk yaşadık ama asla birlikte olmadık.”
Leonard ise dertliydi: “Gemiler evin penceresinden geçiyor ve ben ellerimle dokunamadığım kusursuz vücudunu ruhumla okşuyordum...”
Yazıp bestelediği Suzanne Takes You Down başlıklı şarkıyı ilk seslendiren, Judy Collins oldu.

***
Sonunda, yani aslında şöhretin başında, 1967’de çıkardığı ilk albümü Songs of Leonard Cohen’in ilk parçası Suzanne başlığını taşıyor ve nihayet kendi sesinden Suzanne Verdal ile yaşadığı sorunlu, çünkü zorunlu platonik aşkı anlatıyordu.
1970’li yılların sonunda Minneapolis’te konser veriyordu. Suzanne Verdal’in dinleyiciler arasında olduğunu bilmiyordu. Kuliste karşısında görünce şaşırdı, sevindi ve ona, “Bana güzel bir şarkı armağan ettin!” diye teşekkür etti. Suzanne ise artık süperstar olan eski âşığına, Paris, San Fransisco ve New York’ta yaşadıktan sonra yeniden Montreal’e yerleştiğini anlattı. Her biri ayrı babadan üç çocuğunu yine yalnız büyütüyordu. Yine vedalaşıp ayrıldılar.
1985 yılında Leonard Cohen de Montreal’e döndü. Bir sabah yürüyüş yaparken Jacques Cartier Meydanı’ndaki sokak gösterisi ilgisini çekti. Kalabalık onu tanıyıp yol açınca, göz göze geldiler. Sokak sanatçısı, Suzanne’dan başkası değildi. Dansçı, Leonard Cohen’e gülümseyerek reverans yaptı. Ama Leonard, gülümsemek ya da selam vermek yerine ansızın sırtını dönüp hızlı adımlarla uzaklaştı.

***
O günden öteye adını taşıyan şarkıyı duymak istemeyen Suzanne Verdal, 1999 yılında merdivenden düştü. Bilekleri kırılmış, sırtı incinmiş, artık dans edemeyecekti. Parasız, kimsesiz, Los Angeles’te bir otoparkta yatıp kalkıyordu. Eski âşığının aynı yıllarda birkaç kilometre ötedeki Budist manastıra kapandığını hiç bilmedi.
Birbirlerini bir daha görmediler.
Ama 2008 yılında menajeri yüzünden iflas eden Leonard Cohen’i yine platonik aşkı, yani dünyanın her yerinden telif hakları yağmaya devam eden Suzanne şarkısı kurtardı!
Leonard Cohen pek çok kadın sevdi, dördünün adını şarkılaştırdı.
So Long Marianne’ın esin perisi, yine bir arkadaşının eski karısı Marianne Jensen’di.
İki oğlunun annesi ise başka bir Suzanne, Suzanne Elrod oldu(*)...
(*) Kaynak: Journal Du Dimanche, Fransa.


 Mine G. Kırıkkanat
CUMHURİYET

Ecevitlere veda ettiğimiz gün - EMRE KONGAR

Yüzü aşkın gazeteci hapiste... 
Pazar günleri anılarımı yazmaya başladığımdan beri bu geleneği sürdürmeye çalışıyorum ama insan hapiste yatan yazarları, gazetecileri, hele hele, bu yazarlar, gazeteciler arasındaki hastaları, yaşlıları, dostlarını, tanıdıklarını düşününce çok kötü oluyor... 
Elbette sadece gazeteciler, yazarlar da değil... 
Asker ve sivil her meslek grubundan, yüzlerce, binlerce insan hapiste... 
Kimileri de hapsedilmedi ama işten atıldı, geçim sıkıntısı çekiyor! 
Hiçbiri henüz, “gerekli özen gösterilerek” doğru dürüst yargılanmadı... 
İnsan, “Ülkede bu kadar büyük haksızlıklar, adaletsizlikler yaşanırken anılardan söz etmenin ne anlamı var” diye düşünmekten kendini alamıyor! 
Evet hiç kuşkusuz, içlerinde eskiden çok acımasızca adaleti kendi zulümlerine alet eden kişiler de vardır... 
Ama onlar için bile “İntikam” değil, “Adalet” amaçlanmalıdır; Türkiye’de “Hukuk Devleti” ancak böyle kurulabilir! 
Bu duygu ve düşüncelerle bilgisayarımın başına geçtiğimde, bugünkü yazımda güncel haksızlık ve adaletsizliklerle, siyasal anılarım arasında köprü olabilecek bir olaydan, gazeteye yapılan bir destek ziyaretinden hareket etmeye karar verdim!

***
Cuma günü, Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt Sevgili Rahşan Ecevit Cumhuriyet Gazetesi’ne destek için geldi... 
“Önemli olan pes etmemek. Bir şeylere inanıyorsanız sıkıntısız olmaz. Bugünleri de geçireceğinize inanıyorum. Size ‘Yazılanlara dikkat edin’ diyorlar. Ancak siz yine bildiğiniz gazeteciliği yapmaya devam edeceksiniz. Bu da bir tavır tabii. Vatandaşa ne olup bittiğini anlatmaya devam etmelisiniz” dedi. 
Rahşan Hanım’ın bu sözleri, özellikle de “Önemli olan pes etmemek” ifadesi, beni aldı, 1983 yılında, Ankara’dan ayrılırken, eşimle birlikte, Oran’daki evlerine vedaya gittiğimiz ziyarete götürdü: 
1980 darbesi bütün ağırlığıyla toplumun üstüne çökmüştü... 
Kenan Evren liderliğindeki darbecileri ikna eden İhsan Doğramacı, Anayasa’dan bile önce YÖK yasasını çıkarmış, üniversiteleri ilkokul düzeyine indirmiş ve kışla disiplinine sokmuştu... 
Arkadan, özgürlükçü 1961 Anayasası’nı tümüyle ortadan kaldıran,YÖK’ün de içine özenle yerleştirildiği, baskıcı, devletçi, 1982 Anayasası kabul edilmişti... 
1983 yılı başında öğretim üyeleri, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu çerçevesinde üniversiteden atılmaya başlanmıştı. 
Bana da Rektör tarafından, “resmen” sakalımı kesmem için baskı yapılınca, (öğrencilerine demokrasiyi ve devleti anlatan bir sosyoloji hocası olarak sakalımı gerçekten kesemediğim, elim gitmediği için) 1402’liklerden olmamak amacıyla, istifa etmiştim; çünkü 1402’lik olunca, pasaport hakkı dahil, pek çok vatandaşlık ve memuriyet haklarından mahrum ediliyordu atılanlar!

Hürriyet gazetesinden, baba dostu Erol Simavi iş teklif edince, artık İstanbul’a göç etmeye karar verdik; veda etmeye Oran sitesindeki evlerine Ecevitlere gittik. 
Rahşan Hanım, her zamanki zarafetiyle, bize eliyle çay servisi yaptı. 
Bülent Bey, demokrasinin üzerine büyük bir karabasan çöktüğünü, ama demokratik duygu ve düşüncelerin, uygulamaların, saksıda yetiştirilen bir çiçek gibi korunabileceğini, özenle geliştirilebileceğini anlatmaya başladı: 
Aklında yerel örgütlerin yağmacı ve hizipçi baskısından arındırılmış bir parti modeli vardı. 
Bu modelin geçerliliği üzerinde uzun uzun konuştuk ve tartıştık... 
Ben örgütsüz bir parti modelinin pek de geçerli olamayacağını söylemeye çalıştım ama Bülent Bey önerisinde kararlıydı, fikrini değiştirmedi; dostça vedalaşarak ayrıldık. 
Nitekim, sonradan DSP’yi kurmak için İstanbul’a gelirken beni Ankara’dan aradı, Tarabya Oteli’nde buluştuk ve kuracağı yeni partiyi konuştuk.
 

Ben Sosyal Demokratları toplamaya çalışan Erdal İnönü’yle işbirliği yapılmasını önerdim, kabul etmedi. 
O fasıl başka bir öyküdür.
***
İşte Cumhuriyet’e, yapılan baskılar ve hapisteki arkadaşlar için gelen Rahşan Ecevit’in ziyaretinden bende kalan izlenimler bunlar: 
“Demokrasiyi, saksıda bir çiçek yetiştirir gibi, özenle korumak, yaşatmak”... 
Ve “Pes etmemek!” 
Biliyorum, bu sözler “Dile kolay” ama... 
En azından hapistekileri unutmadığımızı belirtiyoruz! 

Emre Kongar
Cumhuriyet

İnsan neden solcu olur? - ALİ SİRMEN

1982 Şubatı’nın kasvetli bir günüydü. Kartal’ın sırtlarında, kartal kondu bir binada, kapısı demir parmaklıktan koğuşta ana kapının sesiyle irkildik. Kapıdan girenler arasındaydı. Gelenler TİP Ankara Grubu’ndan olanlardı. Hepsini ilk kez görüyordum. Daha adlarını da bilmiyordum. Aykut Göker’in adını da tanışma faslından sonra öğrenecektim. 
Demek ki, Aykut Göker ile dostluğumuz 34 yıl önceye dayanıyor. 
Aykut ile Maltepe Zırhlı Tugay’ın cephanelikten bozma, Barış Derneği tutukluları için özel hazırlanmış hapishanesinde, sonra sırasıyla, Sağmalcılar, Metris, ardından tekrar Sağmalcılar’da 3 yıl iki ay birlikte hapis yattık. Bu süre zarfında en ufak bir kırgınlık, tatsız ima bile geçmedi aramızda. 

Aykut Göker’in hapislik dönemini düşününce, Melih Cevdet Anday’ın Rosenberg’ler için yazdığı “anı” şiirinin şu dörtlüğü geliyor aklıma: 
“... Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm 
Kahramanlıklar okudum tarihte 
Çağımıza yakışan vakur, sade 
Davranışınız geliyor aklıma...” 
Tanıdığım andan itibaren Aykut Göker bende vakar kavramının simge kişisi haline geldi. 
38 ay boyunca, bu tavrı hiç değişmedi, tutuklu bulunduğu sırada babasının ölüm haberini alınca bile...
***
Sevecen, güler yüzlü bir görünümün ardında çelik gibi sağlam kişiliği ile insana dikkat telkin ederdi. 
Hiç öfkelendiğini görmedim, aramızda öfkelenmemizi gerektirecek bir şey de geçmedi, ama kızgınlığından çekinilmesi gerektiği duygusunu taşımışımdır hep. 
Bilgiliydi, malutmatfuruş değildi, asıl olanın böbürlenmek değil, direnmek olduğunu bilirdi, böbürlenmedi, kasılmadı, direndi vakur ve sade... 
Başına gelenlerin, azgelişmiş bir ülkede solcu olmanın doğal sonucu olduğunu kabul etmişçesine, fazla üzerinde durulacak, büyütülecek şeyler olmadığını düşünür gibiydi. 
Solcu olmak, terbiyeli olmak, alçakgönüllü olmakla eşanlamlıydı onun için. 
Son yıllarda, şu soru aklımı kurcalıyor sık sık: 
-Bir insan neden, nasıl solcu olur? 
Çeşitli kişilere soruyorum, çok renkli, çok değerli yanıtlar alıyorum. Ama şimdiye kadar beni tam doyuracak bir açıklamada bulunana rastlamadım. 
Şu anda Silivri’de tutuklu bulunan Kadri Gürsel’den bir dostunun naklettikleri çok ilginç. Genç meslektaşım, Galatasaray’dan kardeşim Kadri Gürsel bu soruya yanıt olarak şunu söylemiş: 
-Hepsini okudum, inceledim, sonunda en doğrusunun bu olduğuna kanaat getirdim. 
İnsanların bir gecede, sağlam dinsel inançlarından vazgeçtikleri, bir saatte solcu, bir günde devrimci oldukları, bu yüzden de en ufak bir esintide bir fiske ile devrildikleri bir diyarda böbürlenmeden direnen ve bükülmeyenlerin, neden ve nasıl solcu olduklarını, yani Kadri Gürsel ve Aykut Göker gibilerinin uğrunda bir ömür harcadıkları solculukları hep merakımı kurcalıyor. 
Aykut ile geçen ekimde Mine ile 50. evlilik yıldönümümüzde, son görüştüğümde ortam müsait değildi bu soruyu soramadım... 
Gencay Şaylan, bu ekim ayı içinde Bodrum’dan aradı. 
-Aykut Göker görme yetisini yitirdi, dedi. 
Telefon ettim. Karşımdaki ses yine sakin, vakur ve sade idi. Görme yetisi olmadan, ihtiyaçlarını karşılamayı, yaşamını sürdürmeyi öğrenmeye çalıştığını, yakınmadan söyledi. Hastalığının düzelme umudu olmadığını da ekledi. 
Aykut’u cuma günü kaybettik. Dün Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verdik. 
Artık yanıt almama imkân olmayan ve Aykut Göker’e bir türlü soramadığım soru boşlukta sallanan bir çengel gibi duruyor: 
-İnsan neden solcu olur? 
Aykut Göker’e A. Kadri Ergin’in dizeleriyle veda ediyorum: 
“Ölüm toprağın gözü 
doğduğumuzdan beri 
gözetler hepimizi 
yalancı rüyalarla 
süsler hayatımızı 
sevdalar özlemler hasretler 
kâbuslar başlar sonra 
savaşlar hastalıklar ekmek kavgaları 
kesmez acılar yoksulluğu 
aldırmaz şiirler hiçbir şeye 
mapuslara işkencelere süzülür 
süzülür umutlardan birikir 
yüzyılların dibinde toplanır 
şiir denizi olur 
şairler silahsız girer bütün kavgalara 
elleri ayakları çıplak düşe kalka 
ölüm toprağın gözü 
doğduğumuzdan beri gözetler hepimizi”

Ali Sirmen
CUMHURİYET