“Şam yönetimiyle yakın temas olacak mı” sorusuna verilen “Siyasetin kapıları, son ana kadar her zaman açıktır” cevabını okuyunca, “bir ülkenin dış politikasında 10 yıldan kısa bir sürede bu kadar çok ‘U’ dönüşü yaşanır mı?” diye düşündüm.
Bir anekdot
Davutoğlu’nun, danışmanlıktan Dışişleri Bakanlığı’na yeni geçtiği günlerdeydi. ODTÜ’de yapılan bir uluslararası sempozyumda, Türkiye’nin dış politikası başlıklı oturumda, Davutoğlu, iki uluslararası ilişkiler uzmanı ve bir emekli büyükelçi ile panel paylaşıyordu. Panelistler sırayla Türkiye’nin stratejik önemini anlatan konuşmalar yaptılar. Soru cevap bölümünde dayanamayıp söz aldım, “Ne kadar önemli bir ülke olduğunu çok güzel anlattınız. Peki, Türkiye dış politikasına yön veren öncelikler sizce nelerdir” diye sordum ve ekledim “Örneğin, kimi ülkeler yeni kaynaklara, kimileri yeni mal ve yatırım pazarlarına ulaşmak ister. Kimileri, aralarında tarihsel düşmanlık olduğunu düşündükleri ülkelere karşı önlem almak ister... Türkiye dış politikasına yön verenler ne istiyor?”
Çok sayıda ülkeden bilim insanlarının katıldığı bir toplantıda, “Stratejik Derinlik” kitabındaki savları anlatsa alay konusu olabileceğini düşünerek mi, yoksa başka bir nedenden mi bilemiyorum ama Davutoğlu bu soruya cevap vermedi. Kısa bir suskunluk yaşandı, sonra emekli büyükelçi zayıf bir sesle “güvenlik” dedi.
Halbuki bu sorunun, “güvenlik” kavramının dışında bir cevabı olabilirdi? Öyle ya ülkelerin dış politikalarını yürüten devletler, o ülkelerin sınıflar matrisinden kaynaklanan iktidar ilişkileri üzerinde şekillenirler. Kapitalist dünya ekonomisi içindeki bir ülkeden söz ediyorsak (ABD ya da Türkiye) o ülkedeki iktidar ilişkileriyle sermaye birikim süreci arasından yakın bir ilişki olacaktır. O zaman da dış politikayı, esas olarak bu sürecin yeniden üretim ve genişleme dinamikleri, gereksinimleri belirleyecektir. Bir dışişleri bakanı bu gereksinimleri özetleyemez mi? “Esas olarak” diye bir şerh koymamın nedeni de, ülkenin kapitalist sistem ve işbölümü içindeki yerine ilişkindir. Örneğin, ABD hegemonyacı konumundaki bir ülkeyken, Türkiye, birçok görece azgelişmiş ülke gibi Türkiye de “bağımlı” bir ülkedir.
Türkiye’ye dönersek
Türkiye devletinin dış politikasını da, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme dinamiklerinin ve gereksinimlerinin belirlemesi gerekmez mi? Bu kapitalizmin kronik cari açık, birikim yetersizliği sorununun yönetilebilmesi, bu nedenle dış kaynak (sermaye) girişinin güvence içine alınması, bunun için de uluslararası finans kapitalin ülkenin ekonomik ve siyasi istikrarına olan güveninin korunması, dış poltikada önemli bir öncelik olsa gerekir. Ayrıca döviz getiren ihracat piyasaları açık kalmalı, üretim ve tüketim için gerekli enerji tedariki aksamamalıdır.
Bunlar Türkiye’nin kapitalizminin yapısal (ekonomik, teknolojik, hatta askeri) özelliklerinden kaynaklanan kalıcı gereksinimlerdir. Bir hükümetten diğerine değişmesi de beklenemez.
Nitekim
AKP’ye gelene kadar, hemen tüm hükümetlerin birbirine benzer dış politika stratejileri izlemiş olmasının bir nedeni uluslararası siyasi bağımlılık ilişkileriyse bir diğeri de Türkiye kapitalizminin yapısal gereksinimlerdir.
AKP 15 yıldır devleti yönetiyor. Ülke kapitalizminde o günden bu yana önemli yapısal değişimlerin yaşandığı (rant, komisyon, haraç ekonomisinin şişmesi ekonomik dışında) söylenemez.
Öyleyse, AKP Türkiyesi’nin dış politikasındaki “U” dönüşlerinin nedenlerini, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme gereksinimlerinin dışında aramak gerekiyor.
Sakın bu “U” dönüşleri, Türkiye kapitalizminin gereksinimlerinden değil de, üretilen artı değerden, rant, komisyon, haraç, bağış gibi ekonomi dışı zora (dinci sadakatleri kullanmak, siyaset simsarlığı yapmak gibi) dayanan yöntemlerle payını alan asalak bir sınıfın devleti ele geçirdikten sonra, bu konumunu kaybetme korkusuyla konjonktüre göre değişen reflekslerinin ürünü olmasın?
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET
Bir anekdot
Davutoğlu’nun, danışmanlıktan Dışişleri Bakanlığı’na yeni geçtiği günlerdeydi. ODTÜ’de yapılan bir uluslararası sempozyumda, Türkiye’nin dış politikası başlıklı oturumda, Davutoğlu, iki uluslararası ilişkiler uzmanı ve bir emekli büyükelçi ile panel paylaşıyordu. Panelistler sırayla Türkiye’nin stratejik önemini anlatan konuşmalar yaptılar. Soru cevap bölümünde dayanamayıp söz aldım, “Ne kadar önemli bir ülke olduğunu çok güzel anlattınız. Peki, Türkiye dış politikasına yön veren öncelikler sizce nelerdir” diye sordum ve ekledim “Örneğin, kimi ülkeler yeni kaynaklara, kimileri yeni mal ve yatırım pazarlarına ulaşmak ister. Kimileri, aralarında tarihsel düşmanlık olduğunu düşündükleri ülkelere karşı önlem almak ister... Türkiye dış politikasına yön verenler ne istiyor?”
Çok sayıda ülkeden bilim insanlarının katıldığı bir toplantıda, “Stratejik Derinlik” kitabındaki savları anlatsa alay konusu olabileceğini düşünerek mi, yoksa başka bir nedenden mi bilemiyorum ama Davutoğlu bu soruya cevap vermedi. Kısa bir suskunluk yaşandı, sonra emekli büyükelçi zayıf bir sesle “güvenlik” dedi.
Halbuki bu sorunun, “güvenlik” kavramının dışında bir cevabı olabilirdi? Öyle ya ülkelerin dış politikalarını yürüten devletler, o ülkelerin sınıflar matrisinden kaynaklanan iktidar ilişkileri üzerinde şekillenirler. Kapitalist dünya ekonomisi içindeki bir ülkeden söz ediyorsak (ABD ya da Türkiye) o ülkedeki iktidar ilişkileriyle sermaye birikim süreci arasından yakın bir ilişki olacaktır. O zaman da dış politikayı, esas olarak bu sürecin yeniden üretim ve genişleme dinamikleri, gereksinimleri belirleyecektir. Bir dışişleri bakanı bu gereksinimleri özetleyemez mi? “Esas olarak” diye bir şerh koymamın nedeni de, ülkenin kapitalist sistem ve işbölümü içindeki yerine ilişkindir. Örneğin, ABD hegemonyacı konumundaki bir ülkeyken, Türkiye, birçok görece azgelişmiş ülke gibi Türkiye de “bağımlı” bir ülkedir.
Türkiye’ye dönersek
Türkiye devletinin dış politikasını da, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme dinamiklerinin ve gereksinimlerinin belirlemesi gerekmez mi? Bu kapitalizmin kronik cari açık, birikim yetersizliği sorununun yönetilebilmesi, bu nedenle dış kaynak (sermaye) girişinin güvence içine alınması, bunun için de uluslararası finans kapitalin ülkenin ekonomik ve siyasi istikrarına olan güveninin korunması, dış poltikada önemli bir öncelik olsa gerekir. Ayrıca döviz getiren ihracat piyasaları açık kalmalı, üretim ve tüketim için gerekli enerji tedariki aksamamalıdır.
Bunlar Türkiye’nin kapitalizminin yapısal (ekonomik, teknolojik, hatta askeri) özelliklerinden kaynaklanan kalıcı gereksinimlerdir. Bir hükümetten diğerine değişmesi de beklenemez.
Nitekim
AKP’ye gelene kadar, hemen tüm hükümetlerin birbirine benzer dış politika stratejileri izlemiş olmasının bir nedeni uluslararası siyasi bağımlılık ilişkileriyse bir diğeri de Türkiye kapitalizminin yapısal gereksinimlerdir.
AKP 15 yıldır devleti yönetiyor. Ülke kapitalizminde o günden bu yana önemli yapısal değişimlerin yaşandığı (rant, komisyon, haraç ekonomisinin şişmesi ekonomik dışında) söylenemez.
Öyleyse, AKP Türkiyesi’nin dış politikasındaki “U” dönüşlerinin nedenlerini, Türkiye kapitalizminin yeniden üretim ve genişleme gereksinimlerinin dışında aramak gerekiyor.
Sakın bu “U” dönüşleri, Türkiye kapitalizminin gereksinimlerinden değil de, üretilen artı değerden, rant, komisyon, haraç, bağış gibi ekonomi dışı zora (dinci sadakatleri kullanmak, siyaset simsarlığı yapmak gibi) dayanan yöntemlerle payını alan asalak bir sınıfın devleti ele geçirdikten sonra, bu konumunu kaybetme korkusuyla konjonktüre göre değişen reflekslerinin ürünü olmasın?
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET