‘Yeryüzü Sofrası’ dinin özüdür - TAYFUN ATAY





Antikapitalist Müslümanlar tarafından Gezi’den bu yana Ramazan’a merhaba derken düzenlenmesi artık âdet haline gelmiş “Yeryüzü Sofrası” bu sene Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için kuruldu. “11 Ayın Sultanı”, iktidarın, yaşamlarını haram saymaktan öte ölümlerini dahi haram sayarcasına kendilerine adeta “yaşarken ölüm”ü helâl ettiği bu iki KHK direnişçisine ithafla, Allah’ın rahmet ve yardımı niyaz edilerek okunan dualarla karşılandı.

Antikapitalist Müslümanlar adına Büşra Canbek, bakın ne demiş:
“Her yıl olduğu gibi soframızı kurduk. KHK mağdurlarını andık. Bizim iftarımız var ama Nuriye ve Semih’in iftarı olmadı. Biz onların acılarını ve direnişini içimizde yaşıyoruz. Bugünkü iftarı onlara ithaf ettik.”

                                                                             ***
 
“Yeryüzü Sofrası” geleneği bize dinin çoktandır unutulmuş bir yüzünü, daha doğrusu özünü hatırlatıyor.
Bir söylem (inanç) ve eylem (ibadet) alanı olarak din, insanlık tarihinde esasen şu "sacayağı" üzerine oturmuş olarak çıkar karşımıza: Anlam, ahlâk ve vicdan...
Din en başta insanın varoluşsal bakımdan anlam krizini çözmeye dönük bir reçete.
Sonra, onun “iyilik-doğruluk-güzellik” üzere olmasını sağlamaya yönelik bir reçete.
Ve kötülükleriyle, yanlışlıklarıyla, çirkinlikleriyle yüzleşmesi, iç hesaplaşmaya gitmesi, “öz-yargı” gerçekleştirmesi yolunda bir reçete...

                                                                           ***
 
Özde (ve ne yazık ki daha çok idealde) böyle, ama elbette “hayat tecrübesi” ile sabit ki din, ne anlamın, ne ahlâkın, ne vicdanın esamisinin okunmadığı bir dünya çekişmesi içinde...
Kapanın elinde kalan bir araca;
İktidar kapılarını açan bir anahtara;
Kendinden olmayanı (“öteki” addedileni) yok sayma ve yok etme yolunda bahane arayanlar için bir ideolojik aygıta dönüştürüldü hep.

                                                                            ***
 
Ancak bu da demek değildir ki din, politik-ideolojik yönden insanlık tarihinde sadece egemenlerin, muktedirlerin ve “mütegallibe”nin kitleler üzerindeki ezici hakimiyetinin destekçisi bir söylem ve eylem manzumesi olmuştur sadece.
Ezilenlerin “Gayrı yeter, bıçak kemiğe dayandı” dediği noktada isyanların ateşleyicisi, itici gücü bir “enerji kaynağı” da olmuştur din.
16’ıncı yüzyıl başının Alman Köylü İsyanları böyleydi.
15’inci yüzyıl başının Şeyh Bedreddin İsyanı böyleydi.
13’üncü yüzyılın Babaîler İsyanı da böyleydi.

                                                                               ***
 
Marksist düşünce çığırı içerisinden bakıldığında da dinin bu yönü üzerine düşünme ve tartışmanın ihmal edilmediği fark edilir. Marx daha ziyade dinin egemenler açısından iktidarı meşrulaştırma işlevi (sömürü ve sınıf çelişkilerini gizlemesi) üzerinde dururken Engels dinin ezilenler açısından isyana teşvik eden "ideolojik" işlevleri üzerinde “Köylüler Savaşı” adlı kitabında durmuştur.
Gezi Direnişi’nden çıkış bulmuş “Yeryüzü Sofrası” geleneği de dinin tarihsel-ideolojik olarak yürürlükteki ve özünü oluşturan anlam, ahlak, vicdan arayışı ile de bağlantısız olmayan bu yönünden istim alan güncel bir örnektir aslında.
Ve “Yeryüzü Sofrası”, bu memlekette hanidir ekonomi-politik bir dinbazlık güdümünde örselene örselene perişanları oynayan dinin namusunu da kurtaran bir girişimdir.

                                                                                 ***
 
O yüzden selâm olsun Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya!
Selâm olsun Gezi’ye!
Selâm olsun “Yeryüzü Sofrası”na ve “11 Ayın Sultanı”na!
Bizim dünyamıza da hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan!..

Tayfun Atay /CUMHURİYET

Tarih ile bugün kol kola: Tarsus - AYŞE EMEL MESCİ

İlhan Selçuk bir gün, “Dördüncü boyutu, zamanı unutmadan bakmak gerek yaşama” demişti. Fotoğraflar ve insanlar hakkında konuşuyorduk. Bugünün deneyiminden yola çıkarak şunu ekleyebilirim bu söze: Yaşama zaman perspektifini hesaba katarak bakmak, gündelik olanın boğduğu, tıkadığı kanalların açılması olanağını da veriyor. 
 
Mersin Belediyesi’nin nazik daveti sayesinde gezip görebildiğim Tarsus’ta bu olanağı buldum. Çünkü Tarsus öyle bir yer ki içinde şimdiki zamanla tarihin karşılaşmamasına, hatta deyim yerindeyse çarpışmamasına olanak yok. 
 
6 bin yıllık geçmiş; Hititler, Persler, Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar... Sayısız uygarlıkla tanışmış, sayısız inancın, kültürün beşiği olmuş, kelimenin tam manasıyla kadim bir kent Tarsus, Hitit dilindeki ilk adıyla Tarşa. 
 


Gerçek bir Tarsuslu
Tabii Tarsus’u gezmeyi düşünürseniz, yanınızda bu tarihi biraz bilen birilerinin bulunmasında fayda var, çünkü Gözlükule’de yapılan kazılardan çıkan buluntulara göre, Neolitik (Yenitaş) döneminden İslam dönemine değin katman katman birikmiş yerleşimler söz konusu. Ben bu açıdan çok şanslıydım. Çünkü Tarsus’u bir proje üzerinde birlikte çalıştığımız gazeteci, yazar dostum sevgili Mehmet Canbolat ile gezme olanağını buldum. Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan Canbolat, tarihine, kültürüne sonuna dek sahip çıkan, araştıran ve tanıtmak için uğraşan gerçek bir Tarsuslu.
Tarsus’un eski Cumhuriyet Meydanı’ndaki kazı çalışmalarında alttan çıkan Roma yolunu; Danyal Peygamber’in kabrinin bulunduğuna inanılan yerdeki kat kat kalıntıları; Gözlükule’deki kazıları; Aziz Paulus’un evinin bulunduğu söylenen noktada ortaya çıkarılmış kadim yerleşim izlerini görünce... Ve Tarsus Bedesteni’ndeki esnafla, Ulucami’nin çıkışında önümüzü kesip caminin tarihini anlatmak için ısrar eden emekli imamla, o muhteşem “Şelale”nin önündeki mesire alanına toplanmış, birbirlerini oldukları gibi kabul eden insanlarla, Canbolat ailesiyle tanışınca, insan tarihin şimdiki zaman içine nasıl sızdığını hem fiziksel, hem de ruhsal olarak algılayabiliyor.
 
Altında tarih yatan kent
Fiziksel olarak, Tarsus’un bende bıraktığı ana çağrışım şu: Dolaştığımız sokakların, bastığımız asfaltın altında başka bir, hatta birkaç dünya var ve üstlerindeki örtü yer yer kalkmış, “biz buradayız” diyorlar, kendilerini hatırlatıyorlar. “Tüm Anadolu böyle aslında, ama kıymetini bilen kim?” diyorum kendi kendime, korumaya alınmış eski Tarsus evlerinin arasında yürürken. Tanıştığım Tarsuslularda hissettiğim o “partilerüstü” Tarsusluluk duygusu ise bence sayısız uygarlığın, kültürün, inancın iç içe geçtiği bir toprağın tüm acılara karşın günümüze uzanan hoşgörü izlerini barındırıyor içinde. Umarım alınan aşırı göçler, Mersin’den sonra Tarsus’un da demografik yapısını, dengelerini fazla zorlamaz, gözlemlediğim o hoşgörülü Akdeniz ortamını zehirleyecek gerilimleri tetiklemez.
Tarsus gezimizin ilk durağı ise unutulmazdı benim için. Çanakkale’de sadece maketi bulunan kahraman Nusret mayın gemisinin aslını, Tarsus’un girişinde özel olarak hazırlanmış parkın içinde dolaşma olanağını buldum. Nusret savaştan sonra uzun süre yük gemisi olarak kullanılmış, sonra sahipsiz kalmış, jilet yapılmak üzere satılması gündeme gelmiş. O zaman Tarsus Belediye Başkanı (şimdi Mersin Büyükşehir Belediyesi Başkanı) Burhanettin Kocamaz gerçekten saygı duyulacak, duyarlı bir tavır sergileyerek Nusret’i kurtarmış.
Güverteye çıktım, o küçücük gemiyi arada herhalde gecenin karanlığı ve sisten başka hiçbir koruyucusunun olmadığı dev düşman zırhlıları karşısında hayal etmeye çalıştım. O inancı, o cesareti hayal etmeye çalıştım. Parktan ayrılırken sordum, 19 Mayıs’ta 20 bin vatandaş ziyaret etmiş Nusret’i. Sevindim.

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Okunup dinlenen Kuran’dan ‘seyredilen’ Kuran’a... - TAYFUN ATAY

TRT 1’de başlama vuruşunu önceki gece yapan “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması” üzerine cuma günü, program başlamadan önce yazmıştım. Şimdi ilk bölümü izledikten sonra, “O Ses Türkiye” formatından çok bariz bir etkileşim ve esinlenme hissettiğimi söyleyebilirim. Tabii bu etkileşimin yaratttığı bir “psikoloji” de beraberinde geliyor. İletişim Kuramcısı Neil Postman, aşağıda biraz daha ayrıntılı yararlanacağımız eşsiz çalışması,Televizyon: Öldüren Eğlence”de “sekülarizm psikolojisi olarak tanımlıyor bunu. 

Biz de Kur’an’ı güzel okuma yarışmacılarının kuliste eğlenceli bir sohbete yatırılmalarından, sonra tanıtım videolarının akışından, nihayet sahneye, seyirci ve jüri karşısına çıkma tarzlarından hareketle oluşan “O Ses Türkiye” andırımından beslenen bir “seküler psikoloji” içinde izliyoruz programı!..
Meselenin bam teli de burası.
Böylesi bir çalışma (yarışma) ürten “dinî akıl” ne amaçlıyor?
Dini, “MESH” (Medya+Eğlence+Show) endüstrisinin çekim gücüne kapılmış kitle kültürü insanına ulaştırmayı...
Pek âlâ! Ama sonuçta dini “din” olarak yapan en temel hususiyet, yani kutsallık, “MESH”le haşir neşir olundukça ağırlığını, asaletini ve asliliğini kaybediyor.
Söz gelimi jüri koltuğundaki kıymetli, kıdemli, oturaklı hocalarımız, karşılarındaki genç ve gariban hafızları eleştiriyor: “Kur’an’ı okurken dilinizle gönlünüz birlikte hareket etsin!.. Bunu göremedim ben.” Yahut, “Biraz daha ‘Aşr-ı Şerif’ ile hemhal olun!” Yahut, “Mustafa, çok fahiş hataların var oğlum!..”
İlahi Hocalarım! Yahu bu çocuklar nasıl dille gönülü bağlasın?! Karşılarında Allah rızası için hûşû ile onları dinlemeye gelmiş bir “cemaat” yok ki... Tilavete âmin demeye değil, “performans”a oy vermeye gelmiş “seyirciler” var.
Bu genç hafızlar nasıl “Aşr-ı Şerif” (10 ayet uzunlukta okunan Kur’an) ile hemhal olsun?! Kendilerini beğendirme ve kafalarında uçuşan çil çil altınlar var!..
Nasıl fahiş hata yapmasınlar?! Allah rızası için tevekkülle ve takva üzere değil, dünyalık peşinde ve sizlerin hakemliğinde toplayacağı puanlar için okuyorlar Kur’an-ı Azîmüşşan’ı!..
Evet, okuyan açısından Kur’an amaç değil, bir “araç” burada... Amaç, 50 tam altın, olmadı 20 tam altın, o da olmadı 10 tam altın...
Dinleyen açısından?
Dinleyen mi?!
Dinleyen yok ki, seyreden var!..
Okunan Kur’an değil, dinlenen Kur’an da değil, “seyredilen” Kur’an söz konusu burada.
Kur’an, kıraat edilmiyor, “temaşa” ediliyor.
Ve seyir, okumaya da, dinlemeye de, kıraata da düşmandır.
Buna en bariz örnek, 1990’ların başından itibaren bu memlekette dindarlara “alternatif” sunmak üzere yayına başlayan televizyon kanallarının Kur’an tilavetini önceleri “prime-time”da sunarken zamanla bunu (geçim derdiyle!) gece yarılarına çekmesidir!..
Postman’ın vurguladığı üzere, dinlerde hedeflenen eğlencenin değil kutsallığın yaratılmasıdır. Eğlence ise kutsallıktan uzaklaşmanın aracıdır. Ve din, televizyonda, başka her şey gibi bir “eğlence” olarak sunulmaktadır:
“Dini, tarihsel, derinlikli ve kutsal bir insani etkinlik durumuna sokan bütün özellikler silinmiştir; ne bir ritüel, ne bir dogma, ne bir gelenek, ne bir teoloji ve her şey bir yana ne de bir ruhsal aşkınlık duygusu söz konusudur” (“Televizyon: Öldüren Eğlence”den).
Keyfiyet budur. Din, televizyonunun, dolayısıyla popüler kültürün, dolayısıyla “yalan dünya”nın içeriğine girmemekte, bunların tümü dinin içeriğine girmektedir.
O yüzden “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”, günümüz İslam toplumlarının her geçen gün daha bariz bir karakteristiği haline gelen post-İslamist çığır içinde dinin her yerde kılınarak hiçleştirilmesine gayet güzel bir örnektir.

Tayfun Atay /CUMHURİYET

Küresel rezillik ekonomisi - Mine G. Kırıkkanat

Silah sanayisi, savaşlar sayesinde serpilip büyür. Genelleşmiş barbarlık da diyebileceğimiz savaş mantığı, küresel kapitalizme sıkı sıkıya bağlı bir oligarşinin ölümcül yıkıcılıktaki iradesinden beslenmektedir. Dünyadaki silah ihracatının tartışmasız lideri, 100’den fazla ülkeye silah satan ABD’dir. Silah ithalatında ise Suudi Arabistan; Hindistan’ı geride bıraktığı 2015’ten öteye dünya birinciliğini ele geçirmiş bulunuyor.
 
(Geçtiğimiz hafta ABD’den 110 milyar dolarlık silah ve savaş teçhizatı almak üzere anlaşma imzalayan Suudiler, Başkan Trump’a kılıç dansı yaptırdı. İsteseler, göbek de attırırlardı.)
Oysa...

Vahhabi monarşisi Suudi Arabistan, Avrupa ve ABD’ye pek çok kanlı saldırıdan sorumlu Sünni DEAŞ’ın finansörü.
Öncesi de var: Amerikan Kongresi’nin 11 Eylül 2001 saldırılarına ilişkin olarak hazırladığı rapor; saldırıların Suudi Arabistan’ın yardımı olmadan yapılamayacağı sonucuna varıyor. Eylemleri gerçekleştiren 19 teröristten 15’i Suudi Arabistan’dan ABD’ye giriş yapmış. Diğer 4’ü ise Arap Emirlikleri, Mısır ve Lübnan’dan.
2016 yılında kamuoyuna açıklanan Kongre raporuna karşın bu ülkeler; Başkan Trump’ın Şubat 2017’de yurttaşlarına ABD’ye giriş yasağı koyduğu Müslüman ülkeler arasında yer almadı. Çünkü Trump’ın oralarda toplam 23 şirketi var!

 
***
Başka bir deyişle, dünyamızı yöneten gücün şiarı “Ne pahasına ve halklara neye mal olursa olsun, derhal para” diye özetlenebilir.
ABD ile Suudi Arabistan, 1945 yılında imzalanan bir sözleşmeyle birbirine bağlıdır. Başkan Roosevelt ve Suud kralı tarafından USS Quincy kruvazöründe imzalandığı için Quincy Antlaşması diye anılır. Amerikalıların Suud hanedanını askeri ve siyasal anlamda korumasına karşılık, Suudi Arabistan petrollerinin 60 yıllık işletmesi, elbette dolar ödemeli olarak ABD’ye verilmiştir.
Başkan George W. Bush, üstelik 11 Eylül saldırılarından dört yıl sonra, iki ülke arasındaki bu antlaşmayı 60 yıl daha uzatan imzayı 2005’te attı. Görünen o ki, petrol çıkarları ABD’nin pek üstüne titrer göründüğü ‘ulusal çıkarlar’dan epeyce üstün!
Liberal oligarşi demokrasi ve insan hakları maskesi ardında ilerlerken; şeriat kurallarıyla yönetilen Suudi Arabistan’la iş tutmakta hiçbir beis görmüyor. Fransa da karınca kararınca yarışta: 2015’te Katar’a 6.3 milyar Avro’luk savaş uçağı, Suudi Arabistan’a 15 milyar Avro’luk silah ve teçhizat sattı. Cumhurbaşkanı Hollande, 2016’da Suudi İçişleri Bakanı’nın yakasına kendi elleriyle Legion d’Honneur (Fransız Onur Madalyası) taktı.

***
Para, tüm dünyada diplomasi zanaatını ekonomik diplomasiye dönüştürdü. Ve ekonomik diplomasi, Cumhuriyet değerlerine değil silah satışına öncelik veriyor.
Saint Etienne du Rouvray’daki papaz, bir İslamcı terörist tarafından öldürüldüğünde, Papa Francis şöyle demişti: “İlk terör eylemi, dünya ekonomisinin merkezine insanı değil Tanrı Para’yı koymakla yapıldı. Tüm insanlığı hedef alan terörün temeli, böyle atıldı.” Para oligarşisinin yoğun ve sistematik saldırganlığı, üstelik var olan sosyal bir sınıftan kaynaklanınca, Marksist kurama göre ister istemez küresel bir komployu düşündürebilir.
Yani karşımızda objektif olarak kendisi için, sübjektif olarak ait olduğu ve aile gibi gördüğü sınıf iradesiyle, “ötekileri” sömüren bir cemaat var. Birbirlerini tanıyor, rekabet içinde olsalar bile kolluyor ve ortak hareket ediyorlar.
Ama bu yeni sınıfı anlamak için komplo teorisine pek ihtiyaç yok: Zenginlerin cemaatleşmesi, zenginliklerini ortaya koymaktan öteye her birinin sınırlı iktidarıyla güçbirliği yapması sonucu, gerçek büyük iktidarı, paranın iktidarını doğuruyor.

 
***
Okuduğunuz metin, 7 Mayıs’ta bu sütunda yayımladığım İnsanlığa savaş açanların tanrısı: Para başlıklı yazımın gördüğü ilgi üzerine; Geleceğimizi Çalan İktidar Avcıları kitabından yaptığım yeni alıntılardır.
Fransa’nın en saygın düşünürleri arasında sayılan ve tüm araştırmalarını birlikte hazırlayıp yayımlayan sosyolog Michel Pinçon ve Monique Pinçon- Charlot çiftinin hepi topu 63 sayfalık bu kitapçığı, benim neoliberalizmi anlamamı sağladı. Daha doğrusu, küresel bir rezilliğin adını koymamı...
Darısı başınıza.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Gerçek miydi? Yoksa rüya mı? - ZEYNEP ORAL

Gerçek miydi yoksa ben bir rüya mı gördüm? İki gündür kendime bunu sorup duruyorum...
Eğer bir rüya ise hiç uyanmak istemiyorum... 




Yok eğer gerçekse, içimden “arkadaşlar, biraz abartıyorsunuz galiba..” demek geliyor...
Öyle ya da böyle, bir türlü gökyüzünden yeryüzüne inip masa başına, bilgisayar başına geçip şu yazıyı yazmaya oturamıyorum... Onun için siz bugün bu köşeyi, yazı niyetine okumayın... Bulutların üzerinde uçmama sayın...
Fazıl Say, dünyanın sayılı dehalarından biri Fazıl Say, daha o sabah benim için muhteşem bir yazı yazmış ve şimdi de sahnede benim için Chopin çalıyordu.
Ustaların ustası Genco Erkal benim için Nâzım Hikmet’i, Yiğit Özatalay’ın piyanosu eşliğinde, yeni baştan yorumluyor, bir kez daha kendini aşıyordu...
Mezzo Soprano Aylin Ateş’in aryası (piyanoda Paolo Villa); Zuhal Olcay’ın Attilâ İlhan’ın “Ayrılık da sevdaya dahil” şarkısı. (Piyanoda: Saki Çimen)... Bin yıllık dost Emin Fındıkoğlu piyanoyu cazca konuştururken yeni “keşfettiğim” genç yetenek Meltem Ünel, ister inanın ister inanmayın, birer şarkıyı benim için söylüyorlardı...
Yılların sahici gazetecileri: Gerçek peşinde koşan, saygı duyduğum, sevdiğim gazetecileri: Ali Sirmen, Mine Kırıkkanat, Yazgülü Aldoğan ve Nazım Alpman salonu hıncahınç doldurmuş güzel insanlara beni anlatıyorlardı...
İstanbul’da olmayanlar, Yekta Kara, Zülfü Livaneli, Sunay Akın beyazperdeden, Müjdat Gezen telefonun ucundan beni anlatmayı sürdürüyordu...
Ali Poyrazoğlu bir sıçrayışta sahneye (pardon Jamaika’ya) fırlıyor ve zekâsıyla milleti gülmekten kırıp geçiriyordu...
Tiyatronun Kraliçesi Gülriz Sururi, tiyatro bağlamında; mücadeleden hiç vazgeçmeyen Nazan Moroğlu, Kadın Hakları bağlamında; PEN İkinci Başkanı Halil İbrahim Özcan, hapishane arkadaşları adına da, insan hakları bağlamında beni anlatıyordu...
Taa San Fransisco’dan Joan Baez anılarını ve “Kimse beni yolumdan alıkoyamaz” şarkısını; taa İzmir’den Sezen Aksu övgülerini ve “Zeynebim Zeynebim Allı Zeynebim” türküsünü benimle ve salonla paylaşıyordu.
Ve kalbimin yanı başındaki Silivri’den Güray Öz, avukatı aracılığıyla bana mesaj iletiyordu. Ama zaten bütün akşam boyunca haksız yere hapsedilmiş herkes bizimleydi.
Trafik azizliğine uğrayan Doğan Hızlan, sağlık engeline toslayan Hıfzı Topuz ve Arif Keskiner geceye katılamıyordu.



Kapanış konuşmasını torunum Maya Oral yapıyor, “Babaanne Zeynep Oral”ı anlatıyordu.

***
Söylenenler karşısında gülüyorum, ağlıyorum, utanıyorum...
Amma abarttılar diyorum, şuracıkta saklanıversem diyorum... Yeryüzünde benden daha zengin, daha varlıklı bir insan olabilir mi diyorum...
Ne yapacağımı bilemiyorum...
Ama mutlu olduğumu biliyorum ve hayata şükrediyorum.
Geriye bir de yeterince vurgulayamayacağım bir teşekkür kalıyor:
“Ustalara Saygı” toplantılarını, insanlar öldükten sonra değil de yaşarken düzenlemeyi düşünen Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar’a;
Bütün organizasyonu titizlikle, özenle gerçekleştiren Faruk Şüyun’a;
Burada tek tek adlarını saydığım tüm katılımcı yazar ve sanatçı dostlarıma;
Akatlar Kültür Merkezi’ni dolduran, yer bulamayıp merdivenlere oturan, tanıdığım ve tanımadığım, 26 Mayıs akşamı beni benimle paylaşan tüm sanatseverlere, tüm dostlara, tüm okurlara teşekkür ederim.


Zeynep Oral / CUMHURİYET

Cenaze - ORHAN GÖKDEMİR

AKP nedir? Özünde bir Nakşibendi-Nurcu koalisyonu. Bu bir buçuk tarikat üzerine biraz Milli Görüş, az Necip Fazıl ekleyin, AKP elde edersiniz. Yalnız o mu? Bu dört unsurun oranları ile oynayarak MHP’ye, hatta CHP’ye de ulaşabilirsiniz. Aslında ülke siyasal tarihindeki “merkez sağ” partilerin tamamı bu formül üzerine kuruludur. Adalet Partisi’nden Anavatan Partisi’ne, hepsi bir Nakşibendi-Nurcu bileşimidir.

Bu bir buçuk tarikat aynı zamanda laik cumhuriyete direnişin yegâne kalesidir. Cumhuriyete direndiler, işe yaramadığında “cumhuriyetçi” sağ partilerle ittifaklar yaptılar, karşı devrimin temel dinamiklerinden biri oldular. Said-i Nursi’nin, Necip Fazıl’ın, bugün siyasal İslamcı hareketin “ulu”su olarak bilinen kim varsa hepsinin Demokrat Parti’nin paltosundan çıkmış olması rastlantı değildir. Adnan Menderes’in partisi ilk dinci-Nurcu-Nakşi koalisyonudur. 1925’te başladı 1945’te bitti. Kısa cumhuriyeti, uzun karşı devrim takip etti. Hâlâ o karşı devrimin içindeyiz ve sonuna yaklaşıyoruz.

Peki, bir buçuk tarikat mı yıktı cumhuriyeti. Hayır? Cumhuriyeti cumhuriyeti yönetenler yıktı. Laik cumhuriyetten ürktüler ve laikliği tepelerlerse daha sorunsuz bir cumhuriyete varacaklarını düşündüler. Tercih yönetenlerin yönetmek için dine ihtiyaç duyması ile ilgilidir. Kemalizm’den ötede, devrimin ruhundan arındırılmış bir “Türk-İslam Sentezi” peşindeydiler. “Milliyetçi batıcılık”ı gömdüler, sonunda “dinci milliyetçilik”e vardılar. 12 Eylül diktotaryasının özetidir bu. Devleti tarikatlara, Nurculara, Nakşilere sonuna kadar açanlar 12 Eylül cuntasının paşalarıdır.
AKP’yi hazırlayan gelişmeler bunlardır. Nihayet laikliği tepelediklerinde ve dini anayasaya sokuşturduklarında cumhuriyet de çöktü. Çökmüş cumhuriyete vasıf gerekmiyordu, Nakşibendi-Nurcu koalisyonun eteklerinden gelen en vasıfsız imamları buldular, cumhuriyeti ellerine teslim ettiler. AKP o çöküşün partisidir.

Demek ki imamların elindeki şey bir cesetten ibarettir. İmamlar cesedi gömmek üzere geldiler. 15 yıldır ceset ellerinde. Yaptıkları şey cesedi gömmek yerine tecavüz etmekten ibaret. Bu referandumlar, bu Ohal’ler o uzun pornografik cenaze töreninin işaretleri. Aceleleri yok ve zevkini çıkarıyorlar.

                                                                               xxx

Cumhuriyeti yıkan bu bir buçuk tarikata bakalım. Nurculuk büyük ölçüde Fethullah Gülen çetesinden ibarettir ve geri kalanı önemsiz bir bölüktür. Buçuğun ötesinde, asıl gövde olan Nakşibendiye ise tarikatın şeyhi ve sağ siyasi partilerin manevi önderi Mehmet Zahid Kotku’nun ölümünden sonra bölündü. O tarihten bu yana “İskenderpaşa Cemaati, İsmailağa Cemaati, Erenköy Cemaati, Adıyaman Menzil Cemaati vb. çeşitli bölüklerden oluşan çok merkezli bir yapı. O yüzden dışarıdan bakılınca ülkede birçok tarikat varmış intibaı yaratıyorlar. Bütün marifetleri ihtiyaçlara göre sağ partilerden birine yığınak yapabilmelerindedir. Son yığınakları AKP’deydi.

Geçtiğimiz yılın Temmuzunda AKP’yi oluşturan tarikat koalisyonunun Nurcu ayağı, Nakşibendi ayağına darbe yapmaya kalkıştı. İyi hazırlanmamışlardı, Boğazköprü’sünü tek yönde trafiğe kapatarak başarıya ulaşacaklarını sandılar. Demek Nurcu imamlar, Nakşibendi imamların çok güçsüz olduklarını düşünüyorlardı. Belki haklıydılar. Ama Nurcu imamların da 20 savcı, 10 yargıç, birkaç bin polis, üç-beş generalden ibaret olduğu ortaya çıktı darbeden sonra. Gerisi devlet desteği efektidir. 12 Eylül darbesinden beri devlet desteğiyle yürüdüler, o destekle iş gördüler. 15 Temmuz’da o destek arkalardan çekilince bir yarım akıllı vaizin önderliğindeki bir avuç zavallıdan ibaret oldukları ortaya çıktı. Daha birkaç yıl öncesinin muktedirleri ilk tokatta çözüldü, ikinci tokatta itirafçı oldu. Zaten yarısı tokat yeme ihtimalini hissedince sessizce yurtdışına tüymüştü. Ama işte cumhuriyeti tepeleme şerefi onların hanesine yazılıdır.

Yıktılar mı? Sorunun cevabını bulmak için Nurculara değil CHP’ye ve TSK’ya bakmayı öneriyorum. Nurcuların darbelerini sadece izlediler ve beklediler. Cumhuriyet yıkılmadan ikisi de yıkılmıştı çünkü. Laiklik yoksa ne CHP, ne TSK ayakta kalabilir.

Şimdi tarikatın tarikata, dincinin dinciye darbeye kalkışmasının arifesindeyiz. Nur talebeleri kaybetti. Haliyle devletten temizleniyorlar. Yerlerine İskenderpaşalılar, İsmailağacılar, Erenköylüler, Menzilciler yerleştiriliyor. Bu arada “milli burjuvazimiz” olan biteni “endişeyle” izliyor, bir an önce “iktisadi işlere dönülmesi” için galiplere yalvarıyor. Gelen haberlere göre bundan umudu kesenlerden bir kısmı hisselerini satarak kaçmaya hazırlanıyor. Halkı itaatkâr bir ümmete dönüştürsün diye çağırdıkları imamlar kontrolden çıkmak üzere çünkü. Mülkiyet hakkını alaşağı ettiler, hukuku rafa kaldırdılar, anayasayı tağyir, tebdil ve ilga ettiler. Yerine kendi anayasalarını yazmaya çalışıyorlar ve bu onlar için tekinsiz bir ortam demek. Gemi batıyor ve gemiyi ilk terk eden milli fareler kendilerine sınır ötesinde sığınacak yer hazırlıyor.

                                                                             xxx

Şimdi olup bitenlere bir de böyle bakın. Burhan Kuzu’nun Fethullah Gülen’le fotoğrafları düşmüş basına, Mehmet Görmez’in mektupları yayınlanmış, Melih Gökçek’in, Kadir Topbaş’ın Nurcu çeteyle karmaşık ilişkileri ortaya çıkmış… Neden şaşırıyorsunuz? Adı geçenlerin hepsi aynı cemaatin adamları değil mi? Evet biri Fetösünün kuzusu, diğeri Fetösünün görmezi. Kimler koşup elini eteğini öpmedi ki? Hatırlayın, “cemaat”teki kirli peçete ayinini ortaya döken kişi de bir profesördü. Büyük ihtimal henüz koalisyonda işler yolunda giderken kirli peçete yiyenlerin önde gideniydi. Yani bugünkü iktidarın eteğine tutunan herkes ya Fetöcüdür ya Fetö işbirlikçisi. “Işıkçı” TGRT’nin saldırdığı Görmez’e “Milli Görüş”çü Milli Gazete’nin sahip çıkması kafanızı karıştırmasın. Bir buçuk tarikat içinde olup bitiyor her şey. Dincinin dinciye yapmaya kalkıştığı darbenin artçı sarsıntıları bunlar. Seninle ilgili değil hiçbiri. Hepsi sonuçta seni kimin tepeleyeceği ile ilgili. Kavgadan kim galip çıkarsa sana o vuracak sopayı.

Ayrıca acı tecrübelerimiz var, biliyoruz; İster Atatürkçünün ister tarikatçının elinde olsun, sopa yoksulun sırtına iner eninde sonunda. İşte bakın, Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı’yı uyku sorunu yaşıyor diye saldılar. Ama bu arada uyduruk gerekçelerle yüzlerce insan aylardır içeride gün sayıyor. Cumhuriyet’in internet sitesinin yönetmeni üç beş saniye yayında kalan bir manşet gerekçesiyle tutuklu. Gazeteci arkadaşım Mustafa Hoş bütün bu hayhuy içinde sessizce salıverilen zenginlerin listesini çıkardı. Boydaklardan Fi Yapı’ya, Bank Asya yöneticilerinden Uğur Derin Dondurucu patronlarına kadar “Fetö”cü diye tutukladıkları ne kadar zengin varsa kısa zamanda saldılar. Üstteki kavganın alttaki görünümüdür bu..

                                                                            xxx

Cumhuriyet yıkıldı. Enkazın üzerine çöreklenmiş dinci dinciye, tarikat tarikata darbe yapmaya kalkıştı. Cumhuriyetin ölüsünü paylaşamıyorlar çünkü. Şu kendilerine teslim edilen cesede yaptıklarına bakın.
Toparlanın ölüyü de biz kaldıracağız!

Orhan Gökdemir / SOL

“Şimdi sivil itaatsizlik dönemi” - ÜNAL ÖZMEN

Şenal Sarıhan, Cumhuriyet’ten Kemal Göktaş’a verdiği mülakattın bir yerinde “Şimdi sivil itaatsizlik dönemi başlıyor” dedi (Cumhuriyet, 22.5.2017) . Söyleşiye başlık yapılıp birinci sayfadan verilmesi, ifadenin örgütlü bir hareketin çağrısı gibi algılanmasına yol açıyor. Sarıhan’ın çağrısı, yaşanan hukuksuzluk karşısında devletle ilişkisini gözden geçirmeyi düşünenler için oldukça heyecan verici.
Fakat Sarıhan, hukuk içinde ve hukuki yollarla “yurttaşlık bağımızı güçlendirmek için yapacağız bunu” diyor. Ya hukuki yollar kapalıysa? Kaldı ki itaatsizlik, hukukun dışına çıkan devletle ilişkinin asgari düzeye çekilmesi, yurttaşlık bağının gevşetilmesi anlamına gelir (devlet diyorum, çünkü itaat isteyen hükümet değil; güvenlik, hukuk, eğitim, ekonomi ve diğer tüm birimleriyle partileşmiş bir devlet var karşımızda). Elbette bu bir çelişki değil; bir hukukçu ve milletvekilinin yurttaşlık haklarını meclis dışında araması, dışarıdaki bizler için yol gösterici olduğu gibi aynı zamanda cesaretlendirici bir çıkış.

Örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı militarist baskının hat safhada olduğu dönemlerde sizi yok sayan devlete karşı gösterilebilecek uygun, etkili ve riski en az tepki ona küsmektir. Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşları arasında ayrımcılık yapıyor: Kamunun sunduğu hizmet ve olanaklardan eşit şekilde yararlanamıyor, adalet organları hukukunuzun güvencesi olmaktan çıkmış, siyasi haklarınızı kullanamıyor yani devlet sizinle olan ilişkisini sadece sizin yükümlülüğünüzü yerine getirmenize indirgemişse sözleşme tek taraflı fesih edilmiş demektir. Bu durumda sizin de yapabileceğiniz bir şeyler olmalı.

Direnişte asıl amaç baskı araçlarını etkisiz hale getirmektir. Son yıllarda devlet ve onu kontrol eden güçler, yeterince itaatkar bulmadığı kesimlerin ekonomisini çökerterek halkı boyun eğmeye zorluyor: Malına mülküne el koyuyor; iş vermiyor, çalışanını işten atıyor, sosyal güvenlik sisteminin dışına çıkartıyor vs. Kolektif yaşamın, toplumsal dayanışmanın, kamusal hakların darbe aldığı neoliberal donemde ekonomik yaptırımlar birey için oldukça ağır bir ceza. Nuriye ile Semih’in eylemleri boyunca taleplerini “işimizi dönmek istiyoruz” sloganıyla dile getirmeleri, birey için iktisadi baskının sosyal baskılardan daha öncelikli soruna dönüştüğünü gösteriyor.

Kişi düşmanını kendisine en çok acı veren yöntemle cezalandırır. Kapitalizmin ekonomik yaptırımları cezalandırma amacıyla kullanılması, ekonomik varlığını ve ayrıcalıklarını kaybetmekten korkmasıyla ilgili. Bu nedenle devlet, eylemini suç saydığı vatandaşını eskiden olduğu gibi Pirin Mağaraları’na kapatma yerine, cezadan da kâr elde edecek biçimde ona iktisadi abluka uyguluyor. Parayı damarından akan kan, soluduğu hava, içtiği su gibi yaşamsal  bulan ve size yönelik baskıyı yine sizden topladığı ile finanse eden güçlere karşı devreye sokabilirsiniz. Bu bakımdan anlamlı bulduğum firma ve ürün boykotlarının, birini boykot ederken diğerine yakalanmadan sürdürülebilir biçimde geliştirilmesi gerekiyor. Bu konuda hâlâ ilham kaynağı olan sivil itaatsizlik örnekleri mevcut: Beyazlarla aynı kapı ve koltukları kullanması yasağına karşı siyahların ABD’de başlattığı otobüs yolcusu olmama (Mongomery Boykotu), İngiliz yönetiminin tuz vergisine karşı Gandhi’nin tuza (denize) yürüyüşü, baskıcı yönetimlere karşı geliştirilmiş kitlesel ambargo örnekleridir.

Sizi külfet sayıyorsa boykotunuza devleti de dahil edebilirsiniz. İster fiili, ister ekonomik, ister siyasi, ister psikolojik her ne biçimde olursa olsun iktidar saldırısına maruz kalan her yurttaş sözleşmesine uymayan devletle ilişkisini vergi mükellefi olarak yürütmek durumunda değildir. Örgütlü olmak, bir organizasyondan önderlik beklemeye gerek yok; her yurttaş harcadığı paranın nereye gittiğini, kimlere aktarıldığını, kimin çıkarına kimin aleyhine kullanıldığını hesaba katıp kendi usulünce ambargoya katılabilir.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

İran Avrupa’ya daha yakın ABD’ye çok daha uzak - MUSTAFA K. ERDEMOL

Muhafazakâr mollalar gel git akıllı Trump’ın işine daha fazla yarardı tabii ama İran “ılımlı”yı seçti. Trump, ılımlı olmakta ısrarlı İran karşısında haylaz oğlan çocuğu olmayı ne kadar sürdürebilir?
İran’da yapılan seçimlerden ikinci kez galip çıkan Hasan Ruhani’nin talihsizliği ABD’nin başında Donald Trump gibi birinin olması. Çünkü daha seçim propagandası sırasında bile İran’ın ABD ve Batı ülkeleriyle yaptığı anlaşmaya karşı olduğunu söyleyen, seçilmesi halinde söz konusu anlaşmayı iptal etmeye çalışacağını açıklamış olan Trump herhalde bu sözünü yerine getirmek için elinden geleni yapacak.

Anlaşmadan ABD’nin “siyasi” anlamda zarar gördüğüne her nasılsa inanmış biri Trump. Oysa söz konusu anlaşma İran’a kimilerinin sandığı gibi olağanüstü bir yarar sağlamış değil. Anlaşmadan sonra kaldırıldığı söylenen yaptırımların, sadece nükleer silahlanma konusunda kısmen kaldırıldığı düşünülürse daha iyi anlaşılır. İran hâlâ hem de çok geniş bir alanda ABD öncülüğündeki Batı ambargolarıyla sarmalanmış durumda. Ancak yapılan anlaşmayla “milletler ailesinde” (deyim, batı kaynaklıdır) yer alma kararlılığı göstermesi İran’ın artık uzlaşmacı, gerginlikten uzak bir politika izleyeceğinin işareti. Ambargoları sürdürmesine rağmen Avrupa bu yanıyla İran’a ABD kadar sert tutum alıyor değil artık.


Ruhani’nin yerine son derece şahin İbrahim Reisi gibi birinin seçilmesi elbette gerginlikten yana politika sürdürmede kararlı Trump’ın işine yarayacaktı. Ancak ekonomi konusunda verdiği sözlerin hiçbirini (kuşkusuz ambargoların da etkisiyle) yerine getiremeyen Ruhani’nin buna rağmen özellikle genç oyları toplayarak yeniden seçilmesi Trump’ın işini zorlaştıracak. Çünkü “teslim olduğumuz anlamına gelmez” demiş de olsa anlaşma  kurallarına uymada ısrarlı bir lider görecek karşısında Trump. ABD ile barışık, Avrupa ile sıkı işbirliği içinde olmaya niyetli bir İran’ın ABD ile Ortadoğu’daki “dostları”nın hoşuna gitmeyeceği çok açık. Bu nedenledir ki, Trump ilk yurtdışı ziyaretini ilkel Suudi palavra krallığına yaptı. Bununla kalmayıp, bir “İslam NATO”su kurulmasının gerektiğini de söyledi. Bu “NATO”nun İran karşıtı olacağını söylemeye gerek yok elbette.
İran’ın Suriye Krizi ile Yemen’deki ABD – Batı (dolayısıyla Suudi) karşıtı tutumu da Trump’ın hoşuna gidiyor değil. Anlaşmayı bozması durumunda İran’ı bu nedenle de kolay hedef haline getirebilecek. ABD, Batı ile nükleer programını amaç ve barış dışı kullanmayacağını tüm dünyaya ilan eden İran’ı Suudi Arabistan’da yaptığı konuşmasında Trump, küresel terörizmin öncüsü, bölgede yıkım ve kaosun sorumlusu olarak niteledi. Trump’a bunları söyleten kişisel hıncı olduğu kadar belki daha da çok ilkel Suudi krallığına sattığı milyar dolarlık silah anlaşması elbette. Bu konuşmanın yapıldığı Suudi Arabistan, çok değil daha geçen yıl ABD mahkemelerinde, 11 Eylül kurbanlarının yakınlarınca hakkında dava açılabileceği kararı verilen, yani 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan bir ülke.

Muhafazakârları tercih etmeyen, “ılımlı” bir mollayı yani Ruhani’yi tüm başarısızlığına rağmen seçen İran halkının “sakinlikten” yana tutumuna büyük saygısızlık tabii ki bu. İranlı seçmen, ülkenin her şeyi olan Dini Lider Ali Hamaney’in açıkça tercih ettiğini belirttiği son derece muhafazakâr İbrahim Reisi’yi seçmemesi az şey değil. Bu sandık yoluyla itiraz demek.

Avrupa’nın İran konusunda ABD (Trump) kadar sert olmadığı belli. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi eşbaşkanı Carl Bildt’in “İran dünyaya açılmaya oy verdi, fakat Trump dünyayı İran’ı izole etmeye çağırıyor. Avrupalıların İran’la ilişki kurması daha muhtemel” demesi bunun en iyi örneği.
Ruhani’nin seçilmesi bir “rejim değişikliği” değil elbette ama rejimin sürdürülemeyeceği konusunda küçük de olsa bir gösterge. Son derece yanlış bir adlandırmayla, bendeniz de kullanıyorum maalesef, reformist olarak tanımlanan “ılımlı” Ruhani, ilk dönem iktidarı boyunca muhafazakarların hiçbir talebini, beklentisini karşılamadı. Hatta ülkenin en ama en muhafazakar kurumu olan Devrim Muhafızları ile kamu önünde tartışmaya  bile girdi. Ruhani’nin en büyük destekçileri Batı ile ilişkilerin geliştirilmesinden yana olan gençlerdi elbette. Bu yakın gelecekte “rejimin” sürdürülebilir olmasını zorlaştıracak bir etken.

Peki böyle göstergeler varsa, bu ABD’ye mollalar rejimini değiştirme çabalarında kolaylık sağlamaz mı? Örneğin Batı’yla iyi geçinmeyi isteyen kesimleri kışkırtmasında elini güçlendirmez mi? Hepsi mümkün ama Trump, muhafazakârların yönetimindeki bir İran’dan daha da memnun olur. Çünkü ABD’nin askerileştirilmiş dış politikası gerginlik üzerine kurulu. Suudi ve İsrail dostluğu, “ılımlı” (hadi reformist de diyeyim yine) bir İran’ı tercih etmesine engel ABD’nin.
Trump dönemi İran’ın manevra alanını daraltacak, bu kesin. Bu iç politikada muhafazakaların elini güçlendiren bir etki de yaratabilir.

Anlaşmayı iptal kolay değil
İstediği kadar bağırıp çağırsın Trump İran’la yapılan anlaşmayı iptal edemez. Çünkü anlaşmanın ABD dışında da tarafları var, ki, onlar ABD gibi yaklaşmıyor İran’a. Trump anlaşmayı iptale kalkarsa Rusya ile de Çin ile de bu konuda da sorun yaşayacak kuşkusuz. Kaldı ki anlaşmaya bağlı kalacağını ısrarla söyleyen bir ülke olarak İran’ın karşısında “hayır iptal edeceğim” demek ABD’nin imajı açısından da sorun yaratacak.

Dolayısıyla bağırıp çağırıp şımarıklık yapan Trump İran’a karşı başka hesaplar geliştirmek durumunda. O nedenle “İslam NATO”su gibi İran karşıtı bloklar oluşturmayı deniyor.
Nasılsa yanında İslam dünyasının yüzkaraları var. Katar’ından Suudi Arabistan’a kadar. Görevinden alınıp kafesine kapatılıncaya kadar bu sevimsiz adamın şaklabanlıklarına sabretmek durumundayız.

Görünen o.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN


‘Muhafazakâr-dindar’ ve ‘aşırı muhalif’ - ALİ SİRMEN

Şu işe bakın siz! Sözcü gazetesine yönelik olarak, FETÖ’cülük iddiasıyla soruşturma açılacak ve Fehmi Koru’nun tanık sıfatıyla ifadesine başvurulacak...
Sözcü gazetesi ve sahibi Burak Akbay için başlatılan soruşturmanın baş dayanaklarından biri, kılıktan kılığa girmekte üstat olan Fehmi Koru’nun, Taha Kıvanç kılığında iken yazdığı bir yazı. Perşembe günü Cumhuriyet’in haber portalında bildirildiğine göre Fehmi Koru ya da dilerseniz Taha Kıvanç, kendi sosyal medya hesabında yaptığı açıklamada Burak Akbay’ın babası Ertuğrul Akbay’ın bir özel konuşmada kendisine “oğlum dinine bağlı, muhafazakâr değerlere sahip biridir” demesine rağmen Sözcü gibi AŞIRI MUHALİF bir gazetenin patronu olmasını pek mantıklı bulmadığından, Burak Akbay’ın İsviçre’de cemaate ait bir evde yetiştirildiğini söyleyen yazıyı Yeni Şafak’ta yazdığını belirtmiş.

Bu arada Fehmi Koru yaptığını savunurken, şunları eklemeyi de unutmamış:
- Kusura bakılmasın, ama dünyanın her yerinde benim yaptığıma gazetecilik deniyor. 

***
Olanlara nereden bakılırsa bakılsın, akıl erdirip anlamak güç hatta olanaksızdır.
Fehmi Koru’nun gazetecilik mantığına göre, Sözcü “aşırı muhalif” bir gazetedir.
Demokrasilerde, muhalif gazete diye bir kavram vardır, ama AŞIRI MUHALİF gazete diye bir kavram yoktur. Aşırı muhalif deyimi, gereğinden fazla, ölçüyü kaçırmış, dolayısıyla hizaya sokulması mubah çağırışımını yapan ve asla kullanılması onaylanamayacak olan bir kavramdır.
Demokrasilerde, kişiler, kuruluşlar, basın yayın organları, siyasi partiler, kaba kuvvet ya da hakarete başvurmamak kaydıyla, muhalefetlerinin ölçüsünü kendileri saptarlar. Onlara dışarıdan, iktidar ya da başka bir çevre veya yandaşları tarafından, muhalefetlerinin ne ölçüde olması gerektiği dayatılamaz.
Öte yandan baskıcı, dini ticaretine veya siyasi çıkarlarına alet eden uygulamalara, muhalefetin dinine bağlılık ve muhafazakâr değerlere sahip olmakla çelişen ne gibi bir yönü olabilir ki, Fehmi Koru’ya garip geliyor?
Yani gazetecilik yaptığını iddia eden Fehmi Koru’ya göre, Türkiye’de bugün muhalefet edenler dini değerlerine sahip olmayan kişiler midir?
Böyle bir mantıkla yapılacak gazetecilik ne ölçüde sağlıklı olabilir ki?
Tam tersine, dinbaz politikalar, en fazla dinine sıkı sıkıya bağlı kişileri muazzep edecektir. Çünkü dini, ticarete veya siyasete alet etmek demek olan dinbazlık, dine yapılabilecek en büyük saldırıdır.
Muhafazakâr değerlere sahip olmak, kimi değerlerin, ahlaki vecibelerin görmezden gelinmesine, tüm ahlaki gereklerin salt ibadetin şekil şartıyla belirlenmesine karşı çıkılmasına, bunu yapanlara muhalefet edilmesinden imtina edilmesine neden olmaz.
Tam tersine ahlaki değerlere, samimiyetle sahip çıkanlar onların sömürülmesine en fazla karşı çıkanlar olmak konumundadırlar. 

***
Sözün özü, Sözcü hakkındaki soruşturmaya da burada Fehmi Koru’nun konumuna ve yazıp söylediklerine de akıl erdirmek çok güç, hatta olanaksız.
Olanlar karşısında söyleyecek söz bulamıyor, Orhan Veli Kanık’ın çarpıklıkları vurgulayan “Pireli Şiir”ine sığınıyorum.
Şöyle diyor Orhan Veli:
“Bu ne acayip bilmece.
Ne gündüz biter, ne gece.
Kime söyleriz derdimizi;
Ne hekim anlar, ne hoca.
*
Kimi işinde gücünde.
Kiminin donu yok kıçında.
Ağız var, burun var, kulak var.
Ama hepsi başka biçimde...
*
Kimi peygambere inanır;
Kimi saat köstek donanır; Kimi kâtip olup yazı yazar;
Kimi sokaklarda dilenir.
*
Kimi kılıç takar böğrüne;
Kimi uyar dünya seyrine:
Karı hesabına geceleri,
Gündüzleri baba hayrına.
*
Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak;
Yedi nüfuslu haneye Üç buçuk tayın yetecek?
*
Karışık bir iş vesselam.
Deli dolu yazar kalem.
Yazdığı da ne? Bir sürü
ipe sapa gelmez kelam.”

Ali Sirmen /CUMHURİYET

Büyük Trump turnesi - Nilgün Cerrahoğlu

ABD Başkanı Trump, Brüksel’de görücüye çıktığı ilk NATO zirvesindeki toplu fotoğraf çekiminde “ön planda olabilmek için”, Karadağ Başbakanı Duşko Markoviç’i eliyle geriye itti.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’le ayaküstü sohbet eden Markoviç’i, tek bir el hareketiyle taammüden atsineği kovalar gibi iten ABD Başkanı’nın bu her türlü nezaketten yoksun jesti, tam “büyük balık, küçük balığı yutar yeni Trump düzeni”nin fotoğrafı.
Aynı derecede kaba olmamakla beraber, Trump’ın Brüksel’de ilk kez bir araya geldiği çiçeği burnunda Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a yeltendiği kabadayı tokalaşma hamlesi de gene aynı resmin parçası oluyor. 

 
39 yaşında yapıca ufak tefek, tecrübesiz Fransa Cumhurbaşkanı’nı Trump belli ki “kolay lokma” sayarak, bariz bir tahakküm tavrıyla eliyle kendine doğru çekiyor.
“Bende elimi size kaptıracak göz var mı” edasıyla hızla tepki veren çetin ceviz Macron ise Trump’ın bu “laubali” hamlesini anında geri püskürtüyor ve elini geriye çekiyor...
 
Arap şeyhleriyle daha mutlu
Trump’ın, Suudi Arabistan’da başlayarak İsrail’de süren ve “tektanrılı dinlerin tüm merkezlerini ziyaret etmek” iddiasıyla Vatikan’a uzanan, oradan Brüksel’deki NATO zirvesinde devam eden, G7 doruğu ile İtalya’da son bulan 9 günlük “ilk başkanlık turnesi”, böyle ardı ardına gelen alışılagelmemiş, yadırgatıcı jestlerle haber oldu. 

 
ABD Başkanı 110 milyar dolarlık silah anlaşması yaptığı Suudilerle mutlu mesut kılıç dansı yaptı...
Ortadoğu diktatörleriyle al takke ver külah güven tazelediği gezinin ilk ayağında, onlarla “cam küreye” el bastı. 
 
İsrail de kendisinden başka hiçbir ABD Başkanı’nın şimdiye kadar yeltenmediği bir girişimle Ağlama Duvarı’nda poz verdi. 
 
Bu, “Ortadoğu’nun tüm zulüm rejmleri ve diktatörleri birleşin” çıkartmasının ardından, kendisini Roma da metazori kabul eden Papa’ya adeta alay edercesine “barış” sözü verdi.
Arkadan NATO ve AB liderleriyle bir araya geldiği Brüksel’de ayrıca fırtına koparttı.
NATO’nun 1.2 milyar dolara mal olan yeni baş karargâhında başöğretmen havasında müttefikleri bütçeye istenen katkıyı yapmadıkları gerekçesiyle -ittifak tarihinde örneğine şimdiye dek rastlanmamış biçimde-haşladı. 
 
Bu yetmezmiş gibi AB Konseyi Başkanı adaşı Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker’le yaptığı bir toplantıda da Almanya’yı topa tuttu. 
 
Ayağına kırmızı halı seren Arap Kralları ile “ortaklık ilişkisi içinde olduğu” Avrupalılara göre çok daha rahat olduğu hissedilen Trump’ın ilk gezisine, özellikle “Avrupa ve Avrupa’nın lider ülkesi Almanya’ya had bildirmek” için çıktığı anlaşıldı.
 
Almanya ile kanlı bıçaklı
Almanya’ya “ABD’de çok fazla araba sattığı için” atarlanan ve bunu böylece dile getiren Trump; açıkça Avrupalı muhataplarına “Almanların kötü olduğunu” söyledi.
Merkel’le Beyaz Saray görüşmesinde basın önünde el sıkışmayan Trump’ın, Brüksel’deki bu son çıkışları, Berlin’de haliyle tepkiyle karşılandı. 
 
Almanya’nın etkili yayın organlarından “Der Spiegel”, bu büyük Avrupa ülkesindeki hissiyatı “Donald Trump’tan kurtulma zamanı” başlıklı bir yazıyla dile getirdi ve şu dobra değerlendirmeyi yaptı: “Donald Trump ABD Başkanı olacak kalibrede değil. Konumunun gerektirdiği entelektüel kapasite ile makamının mahiyetini kavramaktan aciz. ABD’yi alay konusu haline getiren Donald Trump dünya için bir tehdit. Gidişat daha da kötüleşmeden kendisi Beyaz Saray’dan çıkarılmalı!”
ABD Başkanı’nın gittiği her durakta böyle şok üstüne şok yaratmasının sebebi Berlin Duvarı sonrası dünya düzeninin sonuna gelinmiş olması. 
 
AB ve NATO minvali... “Batı’nın demokrasi ve özgürlükler gibi ortak değerleri” üzerinde kurulduğu söylenen örgütlerde bu değerler gerçekte artık rüşveti kelam düzeyinde bile anılmıyor. Ortadoğu’ya yakın zamana dek “demokrasi ihracı” misyonundan söz eden Washington, “kör kör parmağım gözüne” bundan böyle diktatörleri açıkça yüceltmekten kaçınmıyor.
 
Üzerinde daha çok konuşulacak bu Trump gezisi, kalan son perdeleri de gözlerimizin önünden kaldırıyor ve ne kertede vahşi bir yeni büyük oyuna tanıklık ettiğimizi gösteriyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

“Böyle bir parti var!” - MESUT ODMAN

Tarihin, yaşandığı sırada pek az kimsenin farkında olduğu, dönüm noktalarından biridir. Böyle dediysek, kuşkusuz biricik değildir, dönüm noktası olarak adlandırılabilecek anların sayısı oldukça fazladır ve bu da onlar arasında düşünülebilir.

Yazının başlığındaki sözü, daha doğrusu, itirazı biraz teatral bir havada hatırlatmaya çalışalım. Aslında, hatırlatma yerine, aktarma demek daha doğru olabilir; çünkü, bu sözü ve söylendiği yer ile koşulları bilenlerin sayısı, burada ilk kez okuyacaklara oranla herhalde daha azdır. Bu yazıları okuyanların sayıları ile yaşlarına ilişkin hatalı bir varsayım yapmıyorsak eğer…

Bundan tam 100 yıl önce. Loş sayılabilecek bir salonda, yaklaşık 1000’den fazla kişinin katıldığı tartışmalı, çatışmalı, heyecanlı bir toplantı. Kürsüde o sırada iş başında olan hükümetin posta ve telgraf işlerinden sorumlu bakanı konuşuyor. Bakan, bir ara, ülkenin bir yığın sorunla dolu, kimin neyi nasıl üstlenip nereye götürebileceği  belirsiz, karmakarışık durumundan söz ettikten sonra, söylediklerinin gerçekleri yansıttığının güveniyle, soruyor: “Şu anda hiçbir siyasi parti ‘iktidarı bize verin, siz gidin, yerinizi biz alacağız’ diyecek durumda değildir. Ülkemizde böyle bir parti var mıdır? Yoktur.”

Toplantıya katılanlardan, ufak tefek, kel kafalı, keçi sakallı biri oturduğu yerden biraz doğrularak ve bağırarak itiraz ediyor: “Böyle bir parti vardır!”


Az önce belirtildi, daha kesin de söylenebilir: Zaman, 1917 yılının Haziran ayı başları. Yer, Rus Çarlığı’nın, daha doğrusu, çarlığı yıkmış yerine ne koyacağını arayan Rusya’nın başkenti Petrograd’da ilki yapılan Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi. On dört gün sürdüğü bilinen kongrenin o ikinci gününde kürsüde konuşan bakan, Menşeviklerin temsilcisi Çereteli.  Salonda oturduğu yerden itirazını dile getiren ise Bolşeviklerin önderi Lenin.

Bolşevik önder, kendinden emin bir tavırla böyle bir itirazı seslendiriyor ve kürsüye çıkıp bir konuşma yapıyor. İlk kez kendisi tarafından formüle edilmiş ve tarihe “Nisan Tezleri” olarak geçmiş, onlar olmasaydı topu topu yedi ay sonraki sosyalist devrimin gerçekleşemeyeceği, oysa Rus Marksizminin babası sayılan Plehanov tarafından “hezeyan” diye aşağılanmış tezleri anlatıyor. Daha doğrusu, onlara dayanılarak partisinin Nisan ayı sonundaki konferansında onaylanmış kararları açıklıyor. İktidarı almaya ve işte şunları, şunları yapmaya hazırız, anlamında…

Bağırış çağırışlar, sataşmalar, alaylar, ıslıklar, alkışlar arasında elbette… 

Öte yandan, bu çıkışı, o zaman ve şimdi, pek çoklarının düpedüz bir küstahlık olarak gördükleri hemen belirtilmelidir. Bu sözcüğü kötücül anlamıyla kullananların o kadar temelsiz sayılamayacak bir dayanağı da yok değildir: Güvenilir kaynakların verilerine göre, kongredeki Bolşevik delegelerin oy hakkına sahip tüm delegelere oranı yüzde 15’in altında  kalmaktadır. Bu kaynaklardan benim şimdi kullandığımın, Bolşevik Devrimi’nin dışarıdan ve dürüst tarihçisi Carr olduğunu da eklemiş olalım.

Lakin, tarihle ve kaynaklarla ilgili eklere, az önce değinilmiş olsa bile şu hatırlatmanın iliştirilmesini de çok gereksiz görmemek gerekiyor: Andığımız küstahça itirazın üzerinden beş aydan daha kısa bir süre geçmişken, o itirazın sahipleri iktidarı almışlardır.

Burada vurguladığımız “küstahlık” sözcüğü, yaygın olarak bilinen, “sıra, saygı dinlemeden konuşup davranma” anlamının  biraz dışında düşünülmelidir. Öylesini, bir gündelik davranış ve ahlak kuralı olarak görüp çiğnememek gerekir. Burada sözünü ettiğimiz ise verili durumlara başkaldırma, kurulu düzenlerin yarattığı sırayı bekleme ve onlara saygı gösterme anlayışını reddetme anlamındaki küstahlıktır; devrimciliğin ayrılmaz bir parçasıdır.

Şimdi, yüz yıllık bir sıçrama yaparak bugüne ve kendi ülkemize gelelim. Pek de uzun oldu, diyebilecekler içinse  bir karşılaştırma yerinde olabilir: Az önce değindiğimiz geçmişte kalmış tabloda iktidarı alanların yaptıkları sıçramadan daha uzun sayılmaz.

Sıçrayıp bugüne gelirken, kuşkusuz, şu çok çiğnenmiş “tarihin tekerrürden ibaret olduğu” söylemine hak vermek benzeri bir niyet taşımıyoruz; ama tekrarlar saptanmadan yasaların ortaya çıkarılamayacağını, dolayısıyla, bilim yapılamayacağını da akılda bulunduruyoruz.

Bir yığın sorunla boğuşan, sorun demenin yetmediği, belalarla karşı karşıya ve iç içe olan, bununla birlikte  emekçi halkın bütün bunlardan biraz habersiz, daha çok da umarsız durumda bulunduğu ülkemizde şunları açık açık söyleyen bir parti var mıdır?

İşsizliğin yasaklandığı, başka türlü söylenirse, bu ölçüde kesin önlemlerle ortadan kaldırıldığı; eşit ve parasız eğitim ile sağlık hizmetinin devlet/toplum güvencesinde olduğu; ısınma, elektrik, su gibi temel ihtiyaçların bedelsiz karşılandığı; herkesin sağlıklı konutlarda yaşadığı; yoksulluk ve açlığın ortadan kalktığı; cehalet ve gericiliğin alt edildiği; insanın insanı sömürmediği ve buna yol açan bütün kapıların kapandığı; bağımsız ve gelişmiş bir Türkiye hem mümkün hem de zorunludur. Bunun vazgeçilmez koşulu, emekçi halkın emperyalizmin ve sömürücü sınıfların ülkemize dayattığı yasal ya da yasa dışı tüm düzenlemeleri kökten reddetmesi ve kendi kaderini kendi ellerine almasıdır.

Önceki paragraf, biraz daha farklı bir anlatımla, “Toplumcu Anayasa” taslağının sunuşunda yer alıyor. Aynı taslağın birinci bölümünde ise, yine biraz değiştirerek aktaracağım, şu saptama yapılmış:
Ülkede yaşayan tüm uluslardan işçilerin, emekçilerin, köylülerin, aydınların ortak çabasının ürünü olacak ve emekçilerin toplumsal örgütlenmeleri aracılığıyla doğrudan yönetecekleri bir sosyalist cumhuriyet, yüzyıllardan beri bu coğrafyada boy atmış bütün ilerici atılımların, bu atılımların öncü gücü olan toplumsal hareketlerin, halk kahramanlarının mirasını devralıp gelecek kuşaklara taşıyacaktır.

Kurulu düzenin “iktidarda ya da muhalefette olsunlar demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olduklarını belli bir ikiyüzlülükle ileri sürdüğü partiler arasında, halkın karşısına türlü türlü şirinlik muskası takarak çıktığında bile bunları söyleyen bir parti var mıdır, olabilir mi? Söz dönüp dolaşıp birtakım dokunulmazlara, varlıklı sınıflar açısından  netameli konulara geldiğinde, elbette olamaz; çünkü, temsil ettikleri sınıfların çıkarları o kadarına izin vermez; çünkü, halkı kandırmak, aldatmak, faka bastırmak çok önemlidir de bu amaçla söylenip yapılabileceklerin ötesine geçemeyeceği birtakım sınırlar, yasak alanlar ve sahtekârca bile olsa ileri sürülemeyecek vaatler bulunmaktadır.

Öte yandan, yukarıda anılan anayasa taslağında yer alanların belki bir bölümünü belki de az çok  benzerlerini söylemek, kimileyin açıkça daha sık olarak da belli belirsiz ileri sürmekle birlikte, bütün bunların daha bir yığın engelin aşılmasından sonra gündeme girebileceğini ve ancak ondan sonra, o aşamalar geçildiğinde kesin bir  kurtuluşun mümkün hale gelebileceğini dillendiren partilerin varlığından da söz edilebilir kuşkusuz. Onlardan bazıları bu kategoriye sokulabilir; ayrıca, şu ya da bu ölçüde  benzerleri yarın öbür gün kurulabilir, var olanlar o yönde bir dönüşüm geçirebilir.
Oysa, bu tür değerlendirmeler, öngörüler ya da olasılıklar ile hiç uğraşmadan, sosyalizm dışında emekçi halkın kurtuluşunun imkânsız olduğunu açık açık söyleyen ve, üstelik, bunun yakın ya da uzak  geleceğin değil şimdinin gündeminde yer aldığını, alması gerektiğini ısrarla vurgulayan bir parti  şu anda vardır.

Öyleyse, sorun, öyle bir partinin varlığı yokluğu değil, yüz yıl önce ortaya çıkmış ve emekçi insanlığın eşitlik ve özgürlüğe doğru, burada bir deyim uydurmama izin verilsin, “toplumsal ve bireysel mutluluk” yolundaki yürüyüşünde tarihin kaydettiği en büyük adımı atmış olanların küstahlığını sergileyebilecek güce nasıl ve ne zaman ulaşacağıdır. Yine de, öngörülebilen ve öngörülemeyen, hatta hiç akıl erdirilemeyen etkenlerin devreye girmesiyle, olmaz değil, işler hepten ters gider, devrimin zafere ulaşması uzadıkça uzar, o zaman, bugünden bakıldığında ancak bir olasılık olarak görülebilenin zorunluluğa dönüşmesiyle, yeni bir parti de doğabilir. Böyle bir durum, başka olumsuzluklar bir yana, aşırı ölçüde geç kalmışlığın belirtisidir; onun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olacaktır, dolayısıyla kesin bir yetersizliği gösterecektir. Ama, olur da böyle bir zorunluluk oluşursa, her şeye değilse bile birtakım işlere yeniden girişmek durumunda kalacak olanların da önündeki başarı ölçütü, harekete geçirici beklenti, yakın hedef değişmeyecektir:  tek kurtuluş, tek çözüm, tek yol olarak ve her koşulda, her zaman sosyalizm…



Bu zihin açıklığı kazanılmadıkça ve emekçi kitlelere yeterli bir ölçekte ulaştırılmadıkça, hiçbir partinin, örgütün ya da kişinin herhangi bir devrimle ilgisinin olamayacağı bir çağdayız artık.      

Mesut  Odman / SOL

Ve huzurlarınızda Kur’an-Star Türkiye! - TAYFUN ATAY

Artık özdeyiş haline getirdiğimiz “Popüler, politiktir” sözünün dinbaz iktidar zemininde de nasıl geçer akçe olduğuna nefis bir örnek bu gece ekranda karşımızda olacak.
Allah hayırlı, uğurlu-kademli etsin, TRT 1’de Ramazan boyunca, adeta TV 8‘de son ayına giren Survivor’a da rakip mahiyette bir “realite” program başlıyor:
“Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”!..

***
 
En genel çerçevede üzerine çok kafa yorup tartıştığımız bir konu bu.
“Kültür endüstrisi”, geç-kapitalizmin kalbi... O, kültürü oluşturan hemen her bileşenin; değer, duygu, düşünce, bilgi, sanat, gelenek, görenek ve inançların “sermaye” kılındığı bir ticari-iktisadi işleyişi içeriyor.
Son bileşen, inancın endüstriyelleşmesine örneğimiz o kadar çok ki; say, sayabildiğin kadar: Ramazan’da açılan “televaiz” borsası; tesettür defileleri ve moda dergileri; Kâbe etrafındaki beş yıldızlı ihtişamlı oteller; “Zemzem Kola”, “Mekke Kola”, “Kıble Kola”; nihayet “helâl şarap”; ve dahi “helâl sex-shop”lar…
Ayrıca bir “helâl realite-şov” örneği olarak da yıllar önce ilahi okuma yarışması sürülmüştü ekrana (“Gönülden Sesler”, Kanal 7, 2011).
Ama o da dâhil olmak üzere bunların hiçbiri, doğrudan ve damardan “Kutsal”ın köküne kadar, çekirdeğine yönelik bir endüstriyelleşmeye yeltenmemişti.
Şimdi karşımızdaki “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”yla olan bu.
İlk bölüm bu gece saat 23.30’da. Belli ki “11 Ayın Sultanı” Ramazanın ilk sahuruna tilavet seyriyle yelken açılması hedefleniyor!..

***
 
Programda her gece beş yarışmacıyı gün birinciliği için kıraat ederken izleyeceğiz. Seyirci oyları ve jürinin puanlarıyla belirlenecek gün birincileri, hafta finalinde yarışacak. Hafta birincileri ve jürinin özel olarak korumaya aldığı yarışmacılar ise Kadir Gecesi’ndeki büyük finalde yarışacaklar.
Diyanet işin içinde. Jüride ilahiyatçı hocalarımız var. Baş danışman ve konuk jüri üyesi hafızlar da var.
Yarışmaya katılım şartı mı? 15 yaşından büyük olmak ve elbette, elbette, elbette…
Erkek olmak!..
(İlahi okuma yarışmasında azcık da olsa kadın yarışmacı vardı!)

***
 
Ve zurnanın zırt dediği yer:
Tüm katılımcılara 1 tam altın, gün birincilerine 3 tam altın, hafta birincilerine 5 tam altın ve finalde de üçüncüye 10 tam altın, ikinciye 20 tam altın, birinciye ise 50 tam altın ödül verilecek.

Heyhat dünya, sen nelere kâdirsin!..
Dilde Allah kelâmı, kafada çil çil altınlar öyle mi?!
Kur’an tilavetiyle dünyalığı doğrultmak öyle mi?!
Ayetleri altınlara “tahvil etmek” öyle mi?!..

***
 
Elbette bu, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gündelik hayatın akışında alabildiğince belirleyici olan popüler kültüre dinin nüfuz etmesini sağlama yolunda “acar” ama aynı zamanda naif bir niyetle yapılıyor.
Ve bilinmiyor yahut görülemiyor ki seküler (dünyevî) alanı kutsalın güdümüne sokmaya yönelik bu girişimler hep tam tersi istikamette sonuç veriyor ve kutsal, seküler alanın, dinî deyişle “masiva”nın güdümüne giriyor.
Seküler olanın dinselleşmesi yerine, dinsel olanın sekülerleşmesine şahit olunuyor.
Burada ayrıca ilahi sureler dünyevi bir yarışa sürülerek Allah kelâmının metalaştırılması da söz konusu olacaktır.

***
 
Kur’an, Allah’ın rızasını kazanmak için okunur ve dinlenir.
Mezkûr yarışmada ise Kur’an okuyanların ne kazanacağını, tilavetin nasıl altın şıkırtılarına boğulacağını halihazırda öğrenmiş bulunuyoruz!..
Bunu öğrendik de acaba dinleyenler ve takdirde bulunacak olanlar, yani kerli-ferli hocalarımız, hafızlarımız ne kazanacak, onu da bir öğrensek diyorum!..
(Not: Bitmedi, ama “Müdüriyet”ten gelen zarif uyarıya icabetle 3500 vuruşta noktalıyorum burada. Pazar’a devam!..)

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘İkinci Kızıl Elma’mızmış! - Meriç Velidedeoğlu

Erdoğan, bir yöntemini bugünlerde daha sık kullanmaya başladı; ülkenin -kuşkusuz kendi ürünü olan-iç karartıcı ortamını, ardarda yarattığı yeni sorunlarla daha da karartınca, gündeme ayrık bir konu oturtup, toplumu, basını -kısa bir süreyle de olsa- bununla ilgilendiriyor; geride kalan hafta içinde de kullandı bu yöntemini; ne var ki bu kez pek “acemice” oldu. 
 
“19 Mayıs” günü, “Sarayı”nda topladığı gençlere, ikinci “Kızıl Elma”mız olacak “2023 Türkiyesi” dedi ve bu Türkiye’nin onlara “emanet” edildiğini bildirdi. (Cumhuriyet, 20.5.2017) 



Saray’ının, koca toplantı salonunu dolduran onca gencin içinde hiç olmazsa ele avuca sığacak sayıda, “Kızıl Elma” ülküsünü bilen var mıdır acaba? Yoksa, bu “Kızıl Elma”, olgunlaşmış, iyice kızarmış bir “Elma Öyküsü” olmaktan öte gitmemiştir, haklı ve de yerinde olarak. 
 
Yine de “19. yy”da, “20. yy”ın başlarında Türkiye’nin gündeminde olan bu konuya şöyle bir değinmek gerekirse, “Kızıl Elma” ülküsünün, dünyadaki bütün Türklerin birleşip, bir “Cihan Türk Devleti” kurma düşü (rüyası) olduğunu, ayrıca bu devletin “Turan”da kurulacağını belirtmek yeter sanırım. 
 
Bu arada, “Turan” neresi derseniz, “Vatan ne Türkiye’dir - Türklere ne Türkistan / Vatan büyük bir ülkedir Turan” olarak tanımlanmıştır yalnızca.
Ne var ki, Erdoğan’ın “Kızıl Elması” olan “2023 Türkiyesi” oluşturacaktır, artık “21.yy”ın Turan’ını... Çok beklenmeyecek altı yıl sonra... 
 
İnsan duyunca okuyunca, dayanamıyor, bırakalım “altı yıl” sonrasını, günümüzde “Süleyman Şah Türbesi”nin, TC Devleti’nin olan toprağını, Ege’de bize ait “18 Ada”yı nasıl göz göre göre çıkardık elimizden? Ya “Kıbrıs” ne durumda?.. 
 
Şu sıralarda, ülkemizde olup bitenlerin karşısında insan, “usa sığmaz”lığın, “anlamsız”lığın, “ipe sapa gelmez”liğin de bir “sınırı olmalı” diye düşünmekten de kendini alamıyor...
“İkinci Kızıl Elma”mızmış... 
 
Bilmem ki anımsanır mı değerli dostlar? Tam “90 yıl” önce, Mustafa Kemal Atatürk gereken yanıtı vermişti bu “Kızıl Elmacı”lığa.
Büyük “Söylev”inin (Nutuk), ikinci cildinin daha ilk sayfalarında buluruz bu yanıtı: “... hiçbir sınır tanımayarak, dünyadaki bütün Türkleri, bir devlet olarak birleştirmek, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu yüzyılların ve yüzyıllar boyunca yaşamakta olan insanların çok acı, çok kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir gerçektir.
İslamcılık ve Turancılık siyasasının başarı kazandığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte rastlanamamaktadır(...) Bizim aydınlık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem ‘ulusal siyasa’dır. Dünyanın bugünkü genel koşulları ve yüzyılların (...) yerleştirdiği gerçekler karşısında ‘düşçü’ olmak kadar büyük ‘yanılgı’ olamaz. 
 
Tarihin dediği de budur; bilimin, aklın, mantığın dediği böyledir. (...) 
 
‘Ulusal siyasa’ demekle anlatmak istediğim şudur: ‘Ulusal sınırlarımız içinde’, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup, ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna çalışmak, gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler ardında ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak!”
Evet, bu kadarı yeter mi bilmem, “Kızıl Elma” düşünü (rüyasını) görenlere ve elbette bu rüyayı son görene... 
 
Ve değerli dostlar, Erdoğan, bu “Kızıl Elma” coşkusunun ertesi günü (20 Mayıs) “İbni Haldun Üniversitesi”ni açarken yaptığı konuşmada, bilindiği gibi, daha da coştu; İbni Haldun’un eserlerinin, “Cumhuriyet” döneminde yasaklanıp, “mahkûm edildiği”ni vurgulayarak dile getirdi; oysa yasaklama “2. Abdülhamit” dönemindeydi; düşünürün “Mukaddime” adlı yapıtında, “Varlık ve insanlığın yaşamı öyle Tanrı’dan din (şeriat) getiren biri olmaksızın oluşup gelişebilir” demiş; ayrıca da bu görüşünü örneklemiş, “Düşünün: Kitaplılar (ehli kitap) ve peygamberlere uyanlar, kitapları olmayan ateşe tapanlardan sayıca daha azdırlar. Ateşe tapanlar, dünyanın en kalabalık topluluklarından birini oluştururlar. Kitapları, peygamberleri olmadığı halde, onların da yönetimleri ve uygarlıkları vardır...” 
 İşte bundan, açıkça “şeriat”ı, “red” ettiği için yasaklamıştı 2. Abdülhamit... “Allah’a şükür şeriatçıyım!” diyen birinin, düşünürü göklere, çıkarması düşünülebilir mi? Kuşkusuz “Mukaddime”yi eline bile almamışsa... 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
Not: Mukaddime I; Çev. T. Dursun, s. 39.

Abdi İpekçi niçin öldü ve Sedat Peker niçin doğdu? - MİNE SÖĞÜT

Milliyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’ye okul yıllığında bir soru soruluyor:
“Kaç yaşına kadar yaşamayı istersiniz?”
İpekçi, bu soruya “2000 senesini görmeyi çok istiyorum” diye cevap veriyor.
İpekçi, 80’li yılları bile göremeden...
1979 Şubatı’nda daha elli yaşında, Teşvikiye’deki evinin önünde, otomobilinin içinde silahlı suikasta uğrayarak öldürüldü.
1979... 1980’den önceki son yıldı.
O yıllarda ve sonrasında bu ülkenin sadece kıymetli insanları değil, tüm değerleri, idealleri, umutları ardı ardına vurularak, bombalarla, işkencelerde öldürülüyordu.
14 yıl sonra kendisi de bir suikastla öldürülecek olan Uğur Mumcu, Abdi İpekçi’nin ardından şöyle yazmıştı:
“Abdi İpekçi niçin öldü, diye sormayın. Yarınlar için, yarınların özgürce yaşanması için öldü.”
O gün sorulması gereken önemli bir soru daha vardı.
Peki, Mehmet Ali Ağca neden doğmuştu?
***

O zamanlardan bu zamanlara cinayetlerin ardı arkası kesilmedi.
Ülkenin siyasi tarihi maktuller ve katiller üzerinden itinayla yazıldı.
İsimlerin altına isimler ekleyerek ve mezarların, anıtların başında, “Katilleri bulun” diye bağırarak nafile geçti zamanlar.
Aslında İpekçi’nin katili de, diğerlerinin katilleri de hep belliydi.
Yine de soruşturmalar hiçbir yere varmadı.
Sanıklar karmakarışık siyasi yapıların içinde kasten saklandılar, korundular.
Devlet ve cinayet ve mafya ve terör ilişkileri ülkenin ayaklarına ve başına zehirli sarmaşıklar gibi dolandı yıllarca.
Zaman içinde ölenler öldükleriyle kaldılar;
Onları öldürenler ve öldürtenler palazlandıkça palazlandılar.
Yıllar boyu işlenen cinayetlerin korkunç iklimi nihayet iktidara iyice yerleşti. 

***
Milliyet gazetesi...
Bir zamanlar bu ülkede aklın, vicdanın ve sağduyunun temsilcisi olan soylu bir gazeteciliğin biçimlendirdiği bir dünyanın sesiydi.
Medya barbarları zamane siyasetlerinin rüzgârına binip o dünyayı fütursuzca işgal etti.
Şimdi de adı gazeteciliğin barış ve dostluk kelimeleriyle birlikte anılmasına neden olan Abdi İpekçi’nin mezarı, iktidarın kendine göre biçimlendirdiği rezil bir gazetecilik tarafından yağmalanıyor.
Onun yaşamının ve ölümünün temsil ettiği tüm değerler kasten alaşağı ediliyor.
Ülkenin aydınlarını oluk oluk kan akıtmakla tehdit eden;
İktidara muhalif olan herkese gününü göstermeye soyunan;
Silahına ve sokakların karanlığına güvenen bir ‘işadamı’;
Milliyet gazetesi tarafından bir “En iyi” ödülüyle taçlandırılıyor.
Geçen yıl çıkan sonucu beğenmeyip geleneksel Abdi İpekçi Ödülleri’ni dağıtmayan gazetenin, bu yeni icat ettiği ve “geleneksel” olarak lanse ettiği “En iyi hayırsever” ödülünü Sedat Peker’e vermesi, korkunç olduğu kadar doğal da bir sonuç.
Abdi İpekçi’den hunharca alınan ve törenle Sedat Peker’e yüklenen değerler;
Yeni Türkiye’nin artık yoldan tamamen çıkmış medyasının art niyetinin ve işlevinin utanç verici nişanı.
***
Şimdi hep birlikte en başa dönelim ve belki de cevabını bulduğumuz anda hayatımızı kurtaracak anahtar soruyu soralım:
Abdi İpekçi niçin öldü?
Ve Sedat Peker niçin doğdu?


Mine Söğüt / CUMHURİYET

Hak aramanın zirvesi - NAZIM ALPMAN

Nuriye ve Semih

Ankara’da İnsan hakları anıtı önünde açlık grevi eylemi yapan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça 23 Mayıs 2017 Salı günü gözaltına alınıp, tutuklandılar.

Açlık grevi karşı koymak için seçilmiş en pasif eylem biçimidir. Ağırlıklı olarak cezaevlerinde uygulandığı biliniyor. Dünyada açlık grevleri denildiğinde akla ilk gelen isim Hindistan’ın bağımsızlık kahramanı Mahatma Gandhi’nin açlık grevi 21 gün olarak kayıtlara geçmişti.

İrlanda’nın bağımsızlığı için mücadele eden Bobby Sands cezaevinde sürdürdüğü açlık grevinin 66. gününde öldü.

Filistinli mahkumların İsrail hapishanelerinde yaptığı açlık grevleri her dönemde etkili oldu. O kadar ki, İsrailli hükümet bazı üyeleri “Mahkumlar açlık grevleriyle İsrail devletine zarar veren yeni bir intihar saldırısı oluşturmak istiyorlar” bile demişlerdi.

Böylesi bir bakış açısı insanlığın iflas ettiği anı ifade edebilir.

Daha üstü de olamaz zannediliyordu.

Ama oldu.

• • •

23 Mayıs 2017 Salı günü Ankara’da açlık grevi yapan Nuriye Gülmen ile Semih Özakça gözaltına alınıp adliyeye götürüldüklerinde insanlık ötesi bakış açısına tanık oldular. Onlara şu soru bile soruldu:

-Ölüm orucu eylemi yapmanız konusunda size ne tür menfaatler sunulmaktadır?

Ölüm… Ölümden ötesi var mı?

Ama bağımsız yargı(!) mensubu savcı soruyor:

-Öldükten sonra hangi avantalara konacaksınız?

Daha sonrası ise fantastik bir filmin senaryo metni gibi…

“Eylemin terör örgütü tarafından düzenlenmiş olduğu, açlık grevinin ölüm orucu eylemine dönüştürülebileceği, eylemcilerin olası ölümleri üzerinden terör örgütlerinin ajitasyon yapabileceği… Masumane hak arayışının eylem birlikteliği üzerinden Gezi Parkı türü olaylar başlatmak istenebileceği…”

Bu bakış açısı İsrailli bakanın söylediği “İsrail devletine zarar vermek için açlık grevi yapıyorlar” sözünün de üstünden atlayan bir anlayışı ifade ediyor.

Oysa Nuriye Gülmen ve Semih Özakça eylemlerinin ilk gününden beri kavrama yeteneği olmayanların bile anlayabilecekleri biçimde açıkladılar, açıklıyorlar:

-İşimizi istiyoruz!

Okullarına ve öğrencilerine kavuşmak istiyorlar.

Daha masum bir talep olabilir mi?

Dünyada kabul edilmiş en temel insan hakkı olan “yaşama hakkı”ndan sonra gelen ikinci sırada o gelir:

-Çalışma hakkı!

Bu talep nasıl olur da insanlık ötesi bir bakış açısıyla değerlendirilebilir?

Madem bu kadar kaygı korku duyuyorsunuz, işlerine iade edin bütün korkularınızdan kurtulun!

• • •

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın gözaltına alınıp, tutuklanmaları 21 Mayıs 2017 günü yapılan AKP Olağanüstü Kongresi sonrasına denk gelmesi rastlantı olabilir mi?

Ülkeye bir çeki düzen vermek gerektiği düşünülüp, en fazla direnen ve bu pasif eylem ile rejimin niteliğine ayna olan iki genç insandan işe başlamak planlanmış.

Zaten Nuriye Gülmen de bu durumu dile getirdi:

-Emir büyük yerden!

Şimdiye kadar hep yazıp çizildi.

Türkiye açık bir hapishane haline getiriliyor.

Sanki bu tespit artık gerilerde kaldı.

Muhalif olanların simgeleri hapishanelere dolduruldu. Hapishanede olmayanlar ise avluda volta atıyorlar.

Nuriye Gülmen ile Semih Özakça bu sürecin son halkasını oluşturuyorlar.

İki kişinin açlık grevinden duyulan kaygı, rejimin ne kadar kendine güvendiğinin de bir göstergesidir.

***
Kadıköy Çevre Festivali

Kadıköy Belediyesi 26-27 ve 28 Mayıs 2017 tarihleri arasında bir çevre festivali düzenliyor. Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda “Doğaya Emek Ver” başlığı altında üç boyunca çok çeşitli etkinlikler yapılacak.En başta paneller, konferanslar, sergiler geliyor. Sonra atölyeler yapılacak. Yarışmalar da var. Bunlardan biri de:Atık Cep Telefonu Fırlatma Yarışması

Çocuklar için sayısız etkinlik programda yer alıyor. Bir de uyarı var: Plastik şişe ile festivali girmek yasak! Erken giriş yapanlara cam matara hediye edilecek. Çünkü sayısı sınırlı…

Açılışı 26 Mayıs 2017 saat 14.00’te yapılacak olan festivalin ilk günü Ediz Hun, Mine Kırıkkanat, Miktad Kadıoğlu, Beyza Üstün, Pınar Öncel gibi tanınmış isimler konuşmalar yapacaklar.

Özgürlük Parkı’nda Türkiye’deki bütün çevre örgütlerinin stantları olacak. Tiyatro gösterileri ve konserler de eksik değil.

27 Mayıs Cumartesi gecesi Özgürlük Parkı’nın içindeki açık hava sahnesinde Yeni Türkü Grubu sahneye çıkacak.

Nazım Alpman / BİRGÜN

Yeniler-eskiler kavgası değil Albayrak-Soylu rahatsızlığı - YAŞAR AYDIN

AKP’de kongre öncesi yaşanan tartışmanın esas nedeni partide ve bürokraside ön alma isteği. “Eskiler”, Albayrak ve Soylu’ya mesafeli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeniden Genel Başkan seçildiği 3. Olağanüstü Kongre’den bu yana AKP’de sular durulmuyor. Partide kuruluşundan beri görev yapan bazı isimlerle Enerji Bakanı Berat Albayrak arasında var olduğu söylenen sıkıntı, kongre günü ortaya çıkan “Örgütte Albayrak rahatsızlığı” haberleri ile alevlendi.

AKP’yi yakından takip eden meslektaşlar, partide yaşanan tartışmanın basit olarak “yeniler-eskiler” kavgası olmadığının altını çiziyorlar. Bununla birlikte “eskilerin”, birlikte hareket ettiklerini düşündükleri Berat Albayrak, Süleyman Soylu gibi isimlere mesafeli oldukları da sır değil. 16 Nisan sonrasına ilişkin yol haritası konusunda aslında taraflar arasında ciddi bir farklılık yok. Tartışmanın arkasında yatan neden esas olarak partide ve bürokraside ön alma isteği.
Bununla birlikte şimdilik nüans olarak ifade edebileceğimiz politika farklılıkları da yok değil. Bazı yandaş medya organlarında “Hayati Yazıcı ekibi” olarak sunulan isimlerin AKP’nin eski çalışma tarzına dönmesi gerektiği fikrinde oldukları biliniyor. Bu ekibin aynı zamanda parti içinden uzak tutulan isimlerle irtibatları devam ediyor. Ekonomi ve dış politikada daha dengeci bir pozisyonda duruyorlar.

Gözler yeni ‘değişim’de
Şimdilik tartışma trol hesaplar ve medyaya sızdırılan haberler üzerinden devam ediyor. Kurultay günü “partide damat rahatsızlığı” haberine “MKYK listesini Hayati Yazıcı hazırladı” haberleri ile yanıt verildi. Ardından Berat Albayrak’ın Dubai’de bulunan paralarını Türkiye’ye getirmek istediği bilgisi dolaşıma sunuldu. Parti yönetiminde görev alan isimlerin şimdilik bu tartışmalara dahil olma niyetinde olmadıkları görülüyor. Bir sessizlik hâkim. Özellikle Bakanlar Kurulu’nda yaşanacak değişim tartışmaları başka noktalara taşıyabilir.

Erdoğan şimdilik sesiz
Erdoğan bugüne kadar konuya dair net bir tavır sergilemedi. Kendisine bağlılığı sınanmış isimlerden kolay vazgeçmeyeceğini bir kez daha gösterdi. Erdoğan’ın bir başka tercihinin de başta ekonomi olmak üzere içeride ve dışarıda elini rahatlatan isimlere yönelik olacağı şimdiden kesin gibi. Durum böyle olunca Saray ekonomistlerinin ve Berat Albayrak’ın ekonominin dümenine geçme arzusunun bir başka bahara kalma ihtimali daha da yükseldi.
Kavganın bir- iki hafta içinde neticelenmesini beklemek de doğru değil. Erdoğan, hem parti yönetiminde hem de Bakanlar Kurulu’nda sorun çıkmayacak şekilde çözüm üretecektir ve buna da itiraz gelmeyecektir. Parti içinde ağırlık dengesinin ne zaman nasıl bir tarafın lehine sonuçlanacağını söylemek şimdiden mümkün değil. Ancak suların kolay kolay durulmayacağını söylemek mümkün sanırım.

FETO ile mücadele üzerinden vuracaklar
Parti içindeki tarafların iki ortak noktası var. Birincisi Erdoğan’a tam bağlılık. İkincisi ise birbirlerini Gülen yapılanması ile mücadele etmede yetersizlikle suçlamaları. “Kimin Gülenci olduğu” da AKP’de daha uzun süre tartışılacak gibi duruyor.

Yaşar Aydın / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...