Tarihin, yaşandığı sırada pek az kimsenin farkında olduğu, dönüm
noktalarından biridir. Böyle dediysek, kuşkusuz biricik değildir, dönüm
noktası olarak adlandırılabilecek anların sayısı oldukça fazladır ve bu
da onlar arasında düşünülebilir.
Yazının başlığındaki sözü, daha doğrusu, itirazı biraz teatral bir
havada hatırlatmaya çalışalım. Aslında, hatırlatma yerine, aktarma demek
daha doğru olabilir; çünkü, bu sözü ve söylendiği yer ile koşulları
bilenlerin sayısı, burada ilk kez okuyacaklara oranla herhalde daha
azdır. Bu yazıları okuyanların sayıları ile yaşlarına ilişkin hatalı bir
varsayım yapmıyorsak eğer…
Bundan tam 100 yıl önce. Loş sayılabilecek bir salonda, yaklaşık
1000’den fazla kişinin katıldığı tartışmalı, çatışmalı, heyecanlı bir
toplantı. Kürsüde o sırada iş başında olan hükümetin posta ve telgraf
işlerinden sorumlu bakanı konuşuyor. Bakan, bir ara, ülkenin bir yığın
sorunla dolu, kimin neyi nasıl üstlenip nereye götürebileceği belirsiz,
karmakarışık durumundan söz ettikten sonra, söylediklerinin gerçekleri
yansıttığının güveniyle, soruyor: “Şu anda hiçbir siyasi parti ‘iktidarı
bize verin, siz gidin, yerinizi biz alacağız’ diyecek durumda değildir.
Ülkemizde böyle bir parti var mıdır? Yoktur.”
Toplantıya katılanlardan, ufak tefek, kel kafalı, keçi sakallı biri
oturduğu yerden biraz doğrularak ve bağırarak itiraz ediyor: “Böyle bir
parti vardır!”
Az önce belirtildi, daha kesin de söylenebilir: Zaman, 1917 yılının
Haziran ayı başları. Yer, Rus Çarlığı’nın, daha doğrusu, çarlığı yıkmış
yerine ne koyacağını arayan Rusya’nın başkenti Petrograd’da ilki yapılan
Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi. On dört gün sürdüğü bilinen kongrenin o
ikinci gününde kürsüde konuşan bakan, Menşeviklerin temsilcisi
Çereteli. Salonda oturduğu yerden itirazını dile getiren ise
Bolşeviklerin önderi Lenin.
Bolşevik önder, kendinden emin bir tavırla böyle bir itirazı
seslendiriyor ve kürsüye çıkıp bir konuşma yapıyor. İlk kez kendisi
tarafından formüle edilmiş ve tarihe “Nisan Tezleri” olarak geçmiş,
onlar olmasaydı topu topu yedi ay sonraki sosyalist devrimin
gerçekleşemeyeceği, oysa Rus Marksizminin babası sayılan Plehanov
tarafından “hezeyan” diye aşağılanmış tezleri anlatıyor. Daha doğrusu,
onlara dayanılarak partisinin Nisan ayı sonundaki konferansında
onaylanmış kararları açıklıyor. İktidarı almaya ve işte şunları, şunları
yapmaya hazırız, anlamında…
Bağırış çağırışlar, sataşmalar, alaylar, ıslıklar, alkışlar arasında elbette…
Öte yandan, bu çıkışı, o zaman ve şimdi, pek çoklarının düpedüz bir
küstahlık olarak gördükleri hemen belirtilmelidir. Bu sözcüğü kötücül
anlamıyla kullananların o kadar temelsiz sayılamayacak bir dayanağı da
yok değildir: Güvenilir kaynakların verilerine göre, kongredeki Bolşevik
delegelerin oy hakkına sahip tüm delegelere oranı yüzde 15’in altında
kalmaktadır. Bu kaynaklardan benim şimdi kullandığımın, Bolşevik
Devrimi’nin dışarıdan ve dürüst tarihçisi Carr olduğunu da eklemiş
olalım.
Lakin, tarihle ve kaynaklarla ilgili eklere, az önce değinilmiş olsa
bile şu hatırlatmanın iliştirilmesini de çok gereksiz görmemek
gerekiyor: Andığımız küstahça itirazın üzerinden beş aydan daha kısa bir
süre geçmişken, o itirazın sahipleri iktidarı almışlardır.
Burada vurguladığımız “küstahlık” sözcüğü, yaygın olarak bilinen,
“sıra, saygı dinlemeden konuşup davranma” anlamının biraz dışında
düşünülmelidir. Öylesini, bir gündelik davranış ve ahlak kuralı olarak
görüp çiğnememek gerekir. Burada sözünü ettiğimiz ise verili durumlara
başkaldırma, kurulu düzenlerin yarattığı sırayı bekleme ve onlara saygı
gösterme anlayışını reddetme anlamındaki küstahlıktır; devrimciliğin
ayrılmaz bir parçasıdır.
Şimdi, yüz yıllık bir sıçrama yaparak bugüne ve kendi ülkemize
gelelim. Pek de uzun oldu, diyebilecekler içinse bir karşılaştırma
yerinde olabilir: Az önce değindiğimiz geçmişte kalmış tabloda iktidarı
alanların yaptıkları sıçramadan daha uzun sayılmaz.
Sıçrayıp bugüne gelirken, kuşkusuz, şu çok çiğnenmiş “tarihin
tekerrürden ibaret olduğu” söylemine hak vermek benzeri bir niyet
taşımıyoruz; ama tekrarlar saptanmadan yasaların ortaya
çıkarılamayacağını, dolayısıyla, bilim yapılamayacağını da akılda
bulunduruyoruz.
Bir yığın sorunla boğuşan, sorun demenin yetmediği, belalarla karşı
karşıya ve iç içe olan, bununla birlikte emekçi halkın bütün bunlardan
biraz habersiz, daha çok da umarsız durumda bulunduğu ülkemizde şunları
açık açık söyleyen bir parti var mıdır?
İşsizliğin yasaklandığı, başka türlü söylenirse, bu ölçüde kesin
önlemlerle ortadan kaldırıldığı; eşit ve parasız eğitim ile sağlık
hizmetinin devlet/toplum güvencesinde olduğu; ısınma, elektrik, su gibi
temel ihtiyaçların bedelsiz karşılandığı; herkesin sağlıklı konutlarda
yaşadığı; yoksulluk ve açlığın ortadan kalktığı; cehalet ve gericiliğin
alt edildiği; insanın insanı sömürmediği ve buna yol açan bütün
kapıların kapandığı; bağımsız ve gelişmiş bir Türkiye hem mümkün hem de
zorunludur. Bunun vazgeçilmez koşulu, emekçi halkın emperyalizmin ve
sömürücü sınıfların ülkemize dayattığı yasal ya da yasa dışı tüm
düzenlemeleri kökten reddetmesi ve kendi kaderini kendi ellerine
almasıdır.
Önceki paragraf, biraz daha farklı bir anlatımla, “Toplumcu Anayasa”
taslağının sunuşunda yer alıyor. Aynı taslağın birinci bölümünde ise,
yine biraz değiştirerek aktaracağım, şu saptama yapılmış:
Ülkede yaşayan tüm uluslardan işçilerin, emekçilerin, köylülerin,
aydınların ortak çabasının ürünü olacak ve emekçilerin toplumsal
örgütlenmeleri aracılığıyla doğrudan yönetecekleri bir sosyalist
cumhuriyet, yüzyıllardan beri bu coğrafyada boy atmış bütün ilerici
atılımların, bu atılımların öncü gücü olan toplumsal hareketlerin, halk
kahramanlarının mirasını devralıp gelecek kuşaklara taşıyacaktır.
Kurulu düzenin “iktidarda ya da muhalefette olsunlar demokratik
siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları” olduklarını belli bir
ikiyüzlülükle ileri sürdüğü partiler arasında, halkın karşısına türlü
türlü şirinlik muskası takarak çıktığında bile bunları söyleyen bir
parti var mıdır, olabilir mi? Söz dönüp dolaşıp birtakım dokunulmazlara,
varlıklı sınıflar açısından netameli konulara geldiğinde, elbette
olamaz; çünkü, temsil ettikleri sınıfların çıkarları o kadarına izin
vermez; çünkü, halkı kandırmak, aldatmak, faka bastırmak çok önemlidir
de bu amaçla söylenip yapılabileceklerin ötesine geçemeyeceği birtakım
sınırlar, yasak alanlar ve sahtekârca bile olsa ileri sürülemeyecek
vaatler bulunmaktadır.
Öte yandan, yukarıda anılan anayasa taslağında yer alanların belki
bir bölümünü belki de az çok benzerlerini söylemek, kimileyin açıkça
daha sık olarak da belli belirsiz ileri sürmekle birlikte, bütün
bunların daha bir yığın engelin aşılmasından sonra gündeme
girebileceğini ve ancak ondan sonra, o aşamalar geçildiğinde kesin bir
kurtuluşun mümkün hale gelebileceğini dillendiren partilerin varlığından
da söz edilebilir kuşkusuz. Onlardan bazıları bu kategoriye
sokulabilir; ayrıca, şu ya da bu ölçüde benzerleri yarın öbür gün
kurulabilir, var olanlar o yönde bir dönüşüm geçirebilir.
Oysa, bu tür değerlendirmeler, öngörüler ya da olasılıklar ile hiç
uğraşmadan, sosyalizm dışında emekçi halkın kurtuluşunun imkânsız
olduğunu açık açık söyleyen ve, üstelik, bunun yakın ya da uzak
geleceğin değil şimdinin gündeminde yer aldığını, alması gerektiğini
ısrarla vurgulayan bir parti şu anda vardır.
Öyleyse, sorun, öyle bir partinin varlığı yokluğu değil, yüz yıl önce
ortaya çıkmış ve emekçi insanlığın eşitlik ve özgürlüğe doğru, burada
bir deyim uydurmama izin verilsin, “toplumsal ve bireysel mutluluk”
yolundaki yürüyüşünde tarihin kaydettiği en büyük adımı atmış olanların
küstahlığını sergileyebilecek güce nasıl ve ne zaman ulaşacağıdır. Yine
de, öngörülebilen ve öngörülemeyen, hatta hiç akıl erdirilemeyen
etkenlerin devreye girmesiyle, olmaz değil, işler hepten ters gider,
devrimin zafere ulaşması uzadıkça uzar, o zaman, bugünden bakıldığında
ancak bir olasılık olarak görülebilenin zorunluluğa dönüşmesiyle, yeni
bir parti de doğabilir. Böyle bir durum, başka olumsuzluklar bir yana,
aşırı ölçüde geç kalmışlığın belirtisidir; onun bir sonucu olarak ortaya
çıkmış olacaktır, dolayısıyla kesin bir yetersizliği gösterecektir.
Ama, olur da böyle bir zorunluluk oluşursa, her şeye değilse bile
birtakım işlere yeniden girişmek durumunda kalacak olanların da önündeki
başarı ölçütü, harekete geçirici beklenti, yakın hedef
değişmeyecektir: tek kurtuluş, tek çözüm, tek yol olarak ve her
koşulda, her zaman sosyalizm…

Bu zihin açıklığı kazanılmadıkça ve emekçi kitlelere yeterli bir
ölçekte ulaştırılmadıkça, hiçbir partinin, örgütün ya da kişinin
herhangi bir devrimle ilgisinin olamayacağı bir çağdayız artık.
Mesut Odman / SOL