30 Mayıs 2017 Salı

Emeğe karşı piyasa ve din - OĞUZ OYAN

Piyasa (sermaye düzeni) tek başına emeği dize getiremezdi. Hele de sınıf çıkarları etrafında örgütlenmiş emeği. Bu nedenle yardımcı kuvvetler hep devreye sokulmak zorundadır. Bu bazen vatan savunmasıyla ilgisi bulunmayan saldırgan (hatta emperyalist) bir milliyetçilik olur, daha kalıcı olarak da din/inanç sistemleri... Türkiye gibi laiklik devriminin yarım kaldığı, 70 yıldır İslamcı akımların palazlandığı bir ülkede dinin rolü kuşkusuz daha da belirleyici olacaktır. Özellikle de bu akımların en doğrudan temsilcileri 15 yıldır iktidarın bütün alanlarını giderek kuşatmış durumdaysa. Öyle ki, emeğin haklarını korumak için örgütlenmiş işçi-memur sendikaları/konfederasyonlarının bazıları (hatta bazen önde gelenleri) bu ideolojinin “ikna odalarına” dönüşmüş durumdadır.

Şimdi bu koşullarda örgütlü işçinin son direnç mevzilerinden birine, kıdem tazminatı hakkına, yeni bir saldırı hazırlığı yapılmaktadır. 40 yıldır sermayenin gündeminde olan bir “kıdem tazminatı fonu”  kurulmasının nihayet bugünkü İslamcı-otokrat iktidar döneminde yasalaşabileceğine dönük beklentiler artmıştır. Bunun çok önemli bir nedeni de, iktidarın finansal bakımdan aşırı sıkışmışlığıdır. İktidar, İşsizlik Sigortası Fonu gibi amaçları dışında dere-tepe kullanabildiği yeni bir büyük sosyal fona gereksinim duymaktadır. Mali açıdan bir büyük (ve artık saklanamaz) iç açık vermeksizin önümüzdeki yılları çıkarabilmesinin yegâne koşulunu buna bağlamaktadır.

Siyasetin ve büyük sermayenin ihtiyaçlarının kesiştiği böyle bir konjonktürde “kıdem tazminatı fonu”nun kurulması olasılığı da büyümüştür. Nitekim Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Müezzinoğlu bu fonun kurulmasına dönük bir tasarı taslağını Bakanlar Kurulu’na dün itibariyle sunmuştur. Kuşkusuz bu taslağın tasarıya dönüşmesi zaman alabilir; nitekim Bakanın kendisi de “henüz işin başındayız, Hükümetimizin ve Başbakanımızın kanaatlerini aldıktan sonra sahaya çıkacağız, paydaşlarımızın (sendikaların e işverenlerin) katkıları, eleştirileri, önerilerine göre son şekliyle Meclis’e gitmeye gayret edeceğiz” demektedir. İktidar, işçi konfederasyonlarından birini, Hak-İş'i, tamamen kendi yörüngesinde sayarak "elde var bir" diyebilir; ancak “Kıdem tazminatı hakkının geriletilmesini genel grev nedeni sayarız” diyen, bu konuda genel kurul kararı olan ve tabanın tepkilerini daha fazla dikkate almak zorunda bulunan Türk-İş'i ikna etmekte biraz daha fazla zorlanabilir. DİSK'in direncini kırması iyice zor olmakla birlikte, diğer iki konfederasyonu yanına çekerek dar tabanlı bu konfederasyonu yalnızlaştırmaya ve etkisizleştirmeye çalışabilir.


İktidarın elindeki "ikna" araçlarından biri,  çoğunluğu oluşturan sendikasız/güvencesiz işçilerin bu tazminata hiç ulaşamadıkları üzerinden işçi konfederasyonlara yüklenmek, onları kısır sendikacılıkla suçlamak olacaktır. Nitekim ilgili Bakan'ın taslağı sunarken, "Türkiye'de şu anda çalışanların yüzde 80'i kıdem tazminatı sorunu yaşıyor; böyle bir yapının daha fazla sürdürülmesi mümkün değildir" açıklaması, iktidarın çalışanları birbirine düşürerek, sanki onların çıkarları çatışıyormuş izlenimi yaratarak yol almak isteyeceğini göstermektedir. Sanki çalışanların büyük bölümünün örgütsüz olmasında iktidarın sorumluluğu yokmuş (AKP döneminde işçi sendikalarının ağırlığı üçte bire inmiştir) ve sanki tüm işçilerin kıdem tazminatı hakkına kavuşmasının tek yolu "Fon" sistemiymiş gibi.

İktidarın buradan saldıracağı epeydir bellidir. Türk-İş'in böyle bir saldırıyı cepheden göğüslemek yerine, kıdem tazminatı hesabında yılda 30 günün altına inilmemesi koşuluyla "Fon"a karşı çıkmayacak bir mevziye geri çekilmesi olasılığı zayıf değildir. Ama mesele yalnızca "30 günün korunması" değildir; sistemin "fon"a dönüşmesi halinde, iş güvencesinin çok önemli bir düzeneği de terkedilmiş olacaktır. (Tazminat yükü işverende olduğunda toplu işten çıkarmalar zorlaşırken bu yük fona devredildiğinde kolaylaşacaktır). Kaldı ki, bir kere "fon" fikri kabul edildiğinde sendikaların "30 gün" mevzisinde tutunması da zordur.

Esasen iktidarın ve sermayenin ortak talebi, tazminatın yükünün de aşağıya çekilmesidir. İktidar, tazminattan yararlanan işçi tabanını genişletirken yükünü azaltacağı vaadiyle işveren karşısına gidecektir. Sermayenin tüm kesimleri ortak görüşte de olmayacaktır. Mevcut sistemde kıdem tazminatına daha fazla muhatap olan büyük sermaye çevreleri, belki diğer sermaye kesimleriyle daha fazla rekabet eşitliği getireceği ve tazminat yükünü zamana yayacağı için "fon" uygulamasına daha yatkın olacaklardır; ama şimdiye kadar bu tazminatı ödememek için çeşitli yan yollara sapanlar açısından ek bir maliyet unsuru olarak görülecektir. Her durumda sermaye örgütleri, tazminatın en fazla yılda "10-15 gün" üzerinden hesaplanması, kendilerinden düşük prim kesilmesi ve devletin de prim katkısı yapması gibi taleplerle geleceklerdir. İçinden geçilen ekonomik durgunluk koşulları ayrı bir gerekçe olarak ileri sürülecektir. Oluşacak "fon"un amaç dışı kullanılmaması gibi zayıf talepler de ileri sürülebilecektir; ama unutmayalım ki, sermaye kesimi iktidarın mali sıkışıklığının farkındadır ve bunun kendisine dolaysız vergi yükü olarak yansımasından daha fazla tedirgin olmaktadır.

İktidarın kendisine tanıdığı 6 aylık süre içinde ikna süreçleri tamamlanabilir mi? Bunu, "Fon" tasarısına gösterilecek direncin çapı belirleyecektir. İktidarın şimdilik yapmaya çalıştığı şey de bu direncin çapını ölçmek ve mümkünse geriletmektir.

                                                                            ***

Peki işçi sınıfının, sendikaların direnci nasıl yükseltilecek? Dünyaya sınıf ve emek eksenli bakan aydınlar bu konuda çabalarını eksik etmiyorlar. İçinden geçtiğimiz günlerde yayınlanan dört kitap bu çabanın yeni örneklerini sunuyor. Ahmet Makal ile Aziz Çelik'in derlediği "Zor Zamanlarda Emek. Türkiye'de Çalışma Yaşamının Güncel Sorunları" kitabı, bu ay İmge Kitabevi tarafından yayınlandı. Bu kitap, Korkut Boratav'ınki dahil 13 özgün makaleyi bir araya getiren kapsamlı (523 s.) bir çalışma. Derleyenlerin "Öndeyiş"lerinde belirtildiği gibi, "Zor Zamanlarda Emek'in başlangıcı, Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin iki yıldabir düzenlediği 'Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi' programlarında yer alan Emek Oturumu'na uzanıyor". Aslında bu kongrelerde Emek Oturumlarının 2007'den beri aralıksız olarak düzenlenmesinin sorumluluğu da Ahmet Makal tarafından büyük bir sebatla sürdürülüyor. Bu son kitap da 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan bildirilerden bir bölümünü de içermiş oluyor. Bu Kongrelerdeki Emek Oturumlarında sunulan bildirilerin Murat Özveri'nin büyük bir özveriyle sürdürdüğü (Birleşik Metal-İş bünyesinde çıkan) Çalışma ve Toplum Dergisi tarafından da yayımlandığını belirtelim.

Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin 2015'te yapılan 14. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nde sunulan 400 bildirinin 35 kadarı (birden fazla imza taşıyan bildiriler dikkate alındığında 45 kadar sosyal bilimcinin bildirisi) ayrıca üç kitaplık bir seçkide yer almıştır. Nota Bene Yayınları tarafından geçtiğimiz hafta piyasaya çıkarılan üç kitaplık seçkinin başlıkları ve herbir kitabın derleme ve editör kurulları şu şekildedir:
1. Türkiye'de Sağlık ve Sosyal Güvenlik: İnsana Karşı Piyasa, editörler Gülbiye Yenimahalleli Yaşar, Asuman Göksel, Ömür Birler.
2. Finansallaşma Kıskacında Türkiye'de Devlet, Sermaye Birikimi ve Emek, editörler Pınar Bedirhanoğlu, Özlem Çelik, Hakan Mıhcı.
3. Sınıfın Suretleri: Emek Süreçleri ve Karşı Hareketler, editörler Denizcan Kutlu, Çağrı Kaderoğlu Bulut, Gökhan Bulut.

Son olarak bir çağrı da yapalım: 15. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi 29-30 Kasım ve 1 Aralık 2017'de gerçekleştirilecektir ve bu Kongre'ye bir bildiri özeti sunarak başvurmak için 2 Haziran 2017'ye kadar zaman bulunmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Varlık Fonu’nun kirası - ÇİĞDEM TOKER

Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) Borsa İstanbul kampusundan Akmerkez’e taşındığını dün yazdım. (TVF faaliyete geçtiği Kasım 2016’dan bu yana Borsa İstanbul’un İstinye’deki kampusundaydı.) Sağ olsun, kira bedelini neden eksik bıraktığımı soran okurlar oldu. 
 
Küçük bir araştırmayla, Akmerkez E Kule’deki bağımsız bölüm kiralarının 35 bin ile 38 bin dolar civarında değiştiğini öğrendim. 35 bin dolar alt sınırdan olduğunu varsayalım.
Yurtiçindeki kamu varlıklarını ekonomiye kazandırmak amacıyla kurulan Varlık Fonu A.Ş’nin yıllık en az 420 bin dolar civarında bir kira maliyetiyle işe başladı. Yaklaşık 1.5 milyon TL.
Bu tutarın nereden karşılandığını bilmiyoruz. Şirketin kanunlar dışı ve özel hukuka tabi olarak kurulmasının nedenlerinden biri buydu işte. Hesap vermemek. 
 
Yine de TVF’nin ilkeleri arasında ilan ettiği bir şeffaflık ilkesi var:
“Fon operasyonlarının raporlanması ve portföy şirketleriyle olan etkileşim süreçleri, tam bir şeffaflık içinde, belirlenen yönetişim ilkeleri çerçevesinde yapılacaktır.” 
 
Bu arada anımsatalım: TVF geçen hafta, dünyadaki 32 varlık fonunun, gönüllü ortak platformu olan Uluslararası Varlık Fonları Forumu (IFSWF) üyeliğine kabul edildi. 
 
Şeffaflık ilkesi, IFSWF Anayasası olarak sunulan Santiaogo İlkeleri’nin de ilk sıraları arasında yer alıyor. Dolayısıyla Hazine Müsteşarı Osman Çelik’in ifadesiyle, aktif büyüklüğü 160 milyar doları bulan ve 35 milyar dolar civarında varlığa tekabül eden bir şirketin, kendi var oluşunu kamu şirketlerine dayandırıp kamuya hiç hesap vermemesi, kabul edilir bir durum değildir.
Dahası TVF, üç yıllık stratejik planı da hâlâ açıklamadı. Nasıl bir yöntem izleyeceklerini bilmiyoruz. Kapsamdaki varlıkları menkul kıymetleştireceklerse, bunu hepimiz adına yapacaklar.
 
Harcamalar merak edilir
Yeri gelmişken TVF’nin makam araçlarıyla da gündeme geldiğini, şirket yönetim kurulu üyesi Yiğit Bulut’a piyasa değeri 850 bin TL Audi araç satın alındığı haberlerini anımsatayım.
CHP Hatay Milletvekili Hilmi Yarayıcı’nın soru önergesine iki aydır yanıt gelmedi. Ancak haberler yalanlanmadı da. Aynı şekilde CHP Manisa Milletvekili Mazlum Nurlu’nun, fon yöneticilerine ödenen maaşla ilgili olarak Başbakan Binali Yıldırım’ın yanıtlaması istemiyle TBMM’de verdiği soru önergesi de henüz cevapsız.


Hesap vermeme tavrı
Tabii, TVF kamu denetimi dışında ve “kanunlar üstü” bir şirket olarak kurgulandığından, kimse kendini bu soruları cevaplamakla yükümlü hissetmiyor. Ücret, huzur hakkı vb. isimler altında aylık brüt ne kadar ücret ödendiği sorusunu muhatap alıp cevaplayan yok. (Bir piyasa kulisine göre, bu tutar 86 bin TL.)
Kamu personelinin her düzeydeki her kıdemdeki ücret politikası kuruş kuruş ilan edilirken TVF’yi yönetenlerin maaşlarının saklı kalması kabul edilemez.
Zira unutulmasın ki, Varlık Fonu’nun var oluşu, bir kısmı yarım asırlık, bir kısmı Cumhuriyet kazanımı olan kamu şirketlerine bağlı. Kamu şirketleri olmasaydı, Varlık Fonu kurulamazdı. Başta menkul kıymetleştime olmak üzere, kamu şirketleri üzerindeki bütün operasyonlar da “bizim” adımıza yapılacağına göre, kirasından makam aracına, yönetim kurulu üyelerinin maaşına kadar her harcamasının merak edilmesi ve bu merakta kamu adına ısrar tabiidir.
Yazıyı iki soruyla bitiriyorum: TVF Yönetim Kurulu üyelerine yapılan ödeme tutarı ve ödemelerin kriterleri nelerdir? 
 
Dört ay önce, “yakında açıklanacak” denilen üç yıllık plan ne zaman açıklanacak?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Müşteriye göre fetva - ŞÜKRAN SONER

Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’nun dünkü Hürriyet’te yayımlanan “Ortalığı serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı” saptamasını çerçeveletsek mi? 50 küsur İslam ülkesinin paramparça hallerinden, İslamın barış dini olduğunu kimselere inandıramaz konuma düştüğümüzden dem vuran Prof. Bardakoğlu, İslamofobinin mahalleye indirilişini anlatıyor...
“Kuranıkerim ile aramız açıldı. Kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva verir olduk... İslam dünyası bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan hakları, kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda mesafe almak zorunda.
Sadece melankoli, menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme, öfkenin yer aldığı bir din anlatımı İslamofobi’yi mahallemize indirecektir. Çocuklarımız, torunlarımız artık bunları görüyor...”

Yine dünün tarihi ile BirGün gazetesinde yayımlanan, Sözcü ve kumpas davalarının ünlü avukatı Celal Ülgen ile yapılmış, “FETÖ benzeri yeni bir paralel yapı doğdu” başlıklı söyleşiye bir göz atalım...
“Darbe Komisyonu Raporu, siyasi iktidarın FETÖ’ye ‘ne istediniz de vermedik’ sürecinin bir devamı. Yalanlar, iftiralar, FETÖ’cü suçlamaları yakın zaman zarfında CHP’ye yönelecek. CHP’nin muhalefetini içine sindiremeyen bir iktidar ve iktidarın altında çay toplayan bir yargı var. Çay toplayan yargı, iktidar için daha neler yapmaz?” 



CHP’nin komisyon üyelerinin dün yaptıkları açıklamalarda, Meclis Komisyon raporunun kendilerinin bilgileri dışında imzaları olmadan hazırlandığı, İktidarları ortaklıkları sürecinde AKP hükümetlerinin FETÖ’cülerle siyasal, TSK, yargı, eğitim en yaşamsal kamu kurumlarındaki yönetim ortaklıklarına yer verilmediğinin altı çiziliyor. 

***

Yeniden AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın ilk merkez karar yönetim kurulu toplantısı dün gerçekleştirildi. Kabine değişikliği, parti yönetiminde atılacakyeni adımlar gündemdeydi. Üst yönetim kadrolarında 50 kişilik listeden söz edilirken, parti içi tartışmalar bizi çok da ilgilendirmiyor. Yeni dönem örgütlenmesi sloganı ile FETÖ’cülerle hesaplaşmanın kamuoyuna yansıtılmamasına, iktidar erki içindeki ortak siyasal, iktidar icraatlarındaki suçlarla hesaplaşmanın gündem dışında kalmasına fazlasıyla özen gösteriliyor.
 
16 Temmuz gecesi yaşanan FETÖ’cü darbenin zamanlama olarak AKP içindeki yeni dönem siyasal, kamusal yönetim değişiklikleriyle, operasyonlarıyla çakıştırılan yargılamalarının iddianameleri, isimler üzerinden sorgulamaları, görsel kanıtlar olsa da, kurgular, karşılıklı suçlamalarıyla şimdiden çok ilginçleşiyor... Erdoğan liderliği odaklı, referandum, AKP kampanyalarında, yarım kalan darbede ölenler, şehitler, öldürenler üzerinden çok fazla görsel kanıt olsa da... Yargılama başladıktan sonra sanıklar üzerinden bire bir sorgulamalarla, kimin eli kimin cebinde olduğunun altından çıkılamaz bir tabloyu, kişiler gerçek suçluluklar anlamında iç içe geçilmişliğin, yalanlar ve kirliliklerle donatılmış senaryolar üzerinden kafa karmaşalarını katlıyor. 
 
AKP lideri Erdoğan’ın haziran seçim sonuçlarını yok saydırma, çok olasılıklı hükümet kurulmasını engelleyerek yeniden seçimle AKP’nin gücünü toparlanması, yürürlükteki anayasal, hukuk devleti düzeni icraat, yönetim yetkileri ayaklar altına alınarak, fiili liderlik dayatması gücüyle elde edilmişti. Eşitsiz, haksız, hukuksuz iktidarları gücü, kaynaklarıyla güdümlü medya destekli referandum sonuçları, şaibe, hukuksal tartışmalar bitmeden ve asla kamu vicdanında tarihi süreçte aklanma şansı olamayacağı biline biline, bu kez referandumun olumsuz sonuçlarına karşı ataklar gündeme girmiş bulunuyor. 
 
Sonuçta az farkla evetçiler kazanmış tablosu olsa da, evet oylarının beklenenin altında kalmış olması yanında, siyasal partiler yelpazesini oynattığı, her partinin en çok da AKP ve MHP’nin içinden hayırcıların çıkmış olması sonucu kaygılandırıyor. Bu koşullarda referanduma gidilse en iyimseri ile lider kazansa da, parlamentodaki siyasal dağılımın haziran seçim sonuçlarından çok daha düşük AKP oyları ile birlikte, çok daha geniş bir siyasal yelpaze temsili kaçınılmaz görülüyor. Katmerli öfke, haksız, hukuksuz suçlama, şantajlar, sınır tanımaz otoriterleşmeyle, sınır tanımaz cezalandırmalar... 

Hepsi bundan..

Şükran Soner / CUMHURİYET

Güçlü değil, sadece iğrençler - SELÇUK CANDANSAYAR

Adam; yüzlerce sivilin ölümüne, binlercesinin yaralanmasına neden olan bir darbe girişiminde kendi sorumluluğundan sıyrılmak için eline bir belge almış sallıyor. Neymiş bu örgüt aslında her partiyle ilişki kurmuşmuş.

Üstelik ekranlara tuttuğu belgenin sahteliği daha görüntüleri seyredilirken ortaya çıkıyor. Daha düne kadar örgütün borazancı başı olması da umurunda değil. Tiksiniyorsunuz, elinizde değil…

Adam; bilmem kaç yıldır bütün ‘günahlara’ göz yummuş, cukkayı doldurmuş, iktidar yanaşmalığının şehvetiyle esrimiş. Utanmadan sıkılmadan, bedenlerini ölüme yatırmış Nuriye ve Semih’le dalga geçmeye kalkmış.

Sıkıyı görünce korkmuş. Sonra bunca yıl olmadık değerin içini boşaltan, rakip bildiği herkesi düşmanlaştıran kendisi değilmiş gibi ölen bir arkadaşının ardından kötü  sözler duyunca bilmem kaçıncı kere hidayete ererek gidesiymiş buralardan. Tiksinmemek mümkün değil…

Tiksinti duygusu insan türüne özgü. Koruyucu bir işlevi var. Zararlı, zehirli, tehlikeli olandan uzaklaşmayı sağlıyor. Biyolojik (bir anlamda içgüdüsel) tiksinti nesneleri evrensel.

Tiksinti duygusunun önemli bir özelliği ise tiksinilen şeyle olan sahiplik ilişkisi. Karşıdakinde olduğunda tiksinilen, kendisinde olduğunda aynı duyguyu uyandırmıyor. Yabancı olmaması, bir parçası olması nedeniyle zararlı, tehlikeli ya da pis olarak görülmüyor. En çarpıcı örnek dışkı ile olan ilişkidir. Bir başkasının dışkısını görme fikrinden bile tiksinenler, kendi dışkılarına bırakın tiksinmeyi dokunabilirler bile.

Demem o ki tiksinti hissettiğiniz kişi, içinde bulunduğu durumu tiksindirici bulmayabilir. Kimi zaman bu durumdan keyif bile aldığı vakidir.

Tiksinti biyolojik koruyuculuğunun ötesinde toplumsal olarak da çok önemli bir duygu. Ayırma işlevi görüyor. Hayatı tehdit eden zararlı, zehirli olanla olmayanın ayrılmasını sağlıyor. Neye yaklaşabileceğimizi, neyden ise uzaklaşmamız gerektiğini belirliyor. Bu duygu bir toplumsal düzenin oluşmasına da katkı sağlıyor. İyiye yaklaşma, kötüden uzaklaşma, doğruyu sevme yanlıştan tiksinme gibi.

Her toplumsal düzen kendi tiksinti nesnelerini, durumlarını kendisi inşa ediyor. Toplumsala geçince tiksinti biyolojik olandan öteye geçerek öğrenilen bir duygu haline geliyor. Kaba ırkçılık tiksinti duygusunu istismar ederek iş görüyor. Hitler ve Naziler için Yahudiler tiksinti uyandıran ‘şeylerdi’. Siz güncel tiksinti ‘şeylerinizi’ ve öğrenme süreçlerinizi bir düşünün.

Tiksinti duygusu toplumsal düzenin kurucu ve sürdürücü özelliklerinden biri olduğundan tiksinilen bir şeyle karşılaşınca insan uzaklaşma isteği duyuyor. Böylece iyi, doğru, yararlı olanı benimseyen kötü, yanlış, zararlıdan uzak duran insan bir düzen içinde yaşadığını hissediyor. Böylesi bir düzen hissi kişinin özgüven hissetmesini sağlıyor. Ne yaparsam doğru, neyi yapmamam gerekli bilgisine olan güven. Basitçe iyi insan, iyi yurttaş olma halinin sağladığı güçlülük hissi. Tiksinilen duruma düşenlerin toplumsal olarak hor görülmesi de bu düzeni sağlamlaştırıyor. Başkalarında tiksinti uyandıran kişide utanma ve aşağılanma hisleri ortaya çıkıyor.

Tiksinti duygusu dışlanmaya yol açmadığında ve tiksinilen şeyi yapan utanmamaya başladığında ise bu düzen hissi çözülmeye başlıyor. Tiksinti uyandırmasına karşın dışlanmayan, aşağılanmayanlar olduğunda hele de bu kişiler utanmazca saldırganlaştıklarında birey derin bir güvensizlik hissi yaşamaya başlıyor. En tiksindirici olanı yapmasına karşın dışlanmak şöyle dursun ödüllendirilenler olduğunda, önce şaşkınlık ardından öfke ama asıl olarak çaresizlik ve zayıflık hisleri yoğunlaşıyor.

En tiksindirici olanı yapanın bırakın utanmayı en güçlü gibi görünmesi yetersizlik hislerini kışkırtıyor. Tiksindirici olanı aşağılamak yerine ona olmadık bir güç atfediliyor. Sanki öyle bir gücü var ki kimse dokunamaz, kimse yıkamaz, elimizden bir şey gelmez gibi hissedilmeye başlanıyor.

Güçlü değiller sadece iğrençler. Utanmaz, arlanmaz olmaları yaptıklarının iğrenç  olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Güçlü olduklarından böyle oldukları yanılsamasından sıyrılalım, hor görelim ve aşağılayalım. Merak etmeyin utanmazlar ama korkarlar. Hem zayıf hem iğrenç olduklarının yüzlerine vurulmasına dayanamazlar.

SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

FETÖ’yü ölümüne savunandan başkan olunca.. - ORHAN BURSALI

Reşat Petek, imam hatip mezunu, Birinci Sınıf Cumhuriyet Savcılığından 1999’da emekli olduktan sonra kendisini, özellikle sahte belgelerle ve siyasi amaçlarla açılmış olan Balyoz ve Ergenekon davalarının, emekli olduğu titrine uygun Birinci Sınıf Savunucusu olarak ekranlarda görmeye başladık.
Davalar sürerken, Balyoz ve Ergenekon tartışmalarının yapıldığı dönemlerde sık sık karşı karşıya geldik. O, bu davaların ne kadar doğru olduğunu dibine kadar savunur, “Gülen Cemaati”ne toz kondurmazdı. Ekranlarda “Ergenekon taraftarlarının parlamentodaki uzantıları tarafından çete olarak nitelendiriliyor” diyordu!
Neler neler.. birileri ekranlarda söyledikleri üzerine bir kitapçık hazırlasa!
FETÖ’yü savunanların FETÖ’den çıkarı yok muydu? En azından, iktidar gücünü elinde tuttuğu için, köstek yerine destek, pışpışlama falan? Maddiyatı bir kenara bırakıyorum.
 
En büyük başarı: 1967 makbuzu
Ekranlarda yıllar süren ve bu davaların ne kadar doğru, haklı ve içeri atılanların nasıl da darbeci olduklarına ilişkin beyin yıkama faaliyetlerindeki üstün başarıları nedeniyle olsa gerek, milletvekili seçildi.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra, Meclis’te ite kaka ve muhalefetin ısrarıyla kurulan araştırma komisyonunun başkanlığına getirilince, anlaşıldı ki bu komisyondan bir şey çıkmaz ve darbe girişimi tüm yönleriyle aydınlığa kavuşturulmaz.
Komisyondan çıka çıka, 1967 tarihinde F.G’nin CHP’ye “yardım makbuzu” uydurukluğu çıktı. Petek de bunu “yeni şey” olarak açıkladı. Çünkü dosyadaki tüm bilgileri biliyordu ilgili kamuoyu! Kim eline tutuşturdu bu uydurukluğu? Bilmiyormuş, dosyada bulmuş!
AKP biliyorsunuz, FETÖ ile bir sınır çizmişti: 17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonlarının öncesi ve sonrası!
Yani “bu tarihten öncesi ortak tarihimiz, FETÖ ile birlikteliğimiz, yani hepimiz de o zamandan önce FETÖ’cüydük şu veya bu oranda..” 

Cemaatçileri kurtarmak için tarih çizgisi
Bu deşifrasyonu yapınca FETÖ, ipler koptu. Aman aman, bir telaş bir telaş, Fehmi Koru derhal Pensilvanya’ya FETÖ’ye gönderildi, dahası özel uçak verelim, bile dendi; anlaşma-uzlaşma zemini arandı, çünkü müthiş bir parasal ilişkiler ağı ortaya dökülüyordu!
Böyle bir “tarih çizgisi”, AKP’yi de, içindeki derece derece FETÖ’cüleri de kurtarma, aklama amaçlıydı.
Nitekim hepsi “hata yaptık, meğer teröristin biriymiş” havasına girdi.
Şimdi uzun süreli bu ortak tarihi nasıl deşersin?
Çünkü bu tarihten öncesi, aynı zamanda darbe girişiminin de adım adım tarihi hazırlık süreciydi!
Dünün FETÖ savunucuları bugünün azılı FETÖ düşmanları olmuştu!
Veee... FETÖ’ye karşı olan muhaliflerini bu kez FETÖ’cülükle suçlamaya girişiyorlardı!
İş dünyası bile, F.G’nin istihbarat, polis ve yargıdaki gücüne bakarak ve bu gücün kendilerine yönelik şantajlarını görerek, FETÖ ile ilişkilerini iyi tutmak ve Pensilvanya’ya selam göndermek zorunda kalıyorlardı. Tabii, başından sonuna FETÖ’cü olanları bir kenara bırakarak söylüyorum.
Bu durumda kalanların hepsinin nedeni, AKP iktidarıdır. 

Görevinde son derece başarılı
Bir zamanların ölesiye FETÖ savunucusu Reşat Petek, komisyon başkanı yapılınca, geçen yıl 23 Ağustos tarihinde yazmıştım.
(http://orhanbursali.blogspot.com. tr/2016/08/resat-petek-olay-ve-rte-ittifak-bozmak.html).
Petek, 17 Aralık 2013’ten iki hafta önce bile “Fethullah Gülen Hocaefendi ve AK Parti’yi beraber hedef alan yapıların, AK Parti’nin bu süreçten güçlenerek çıktığını görünce bu kez Cemaat ve AK Parti’yi birbirine düşürmeye çalıştığını” söylüyordu
 


CHP’li komisyon üyeleri Petek’in açıkladığı rapor için diyor ki:
AKP’nin siyasi sorumluluğunu ima edebilecek bilgi kırıntıları dahi rapordan çıkartılmıştır.. Reşat Petek ve AKP’li üyeler darbe girişimini karartmak üzere faaliyet göstermiştir...
Petek, kendisine verilen görev ve sorumluluklarının derin bilinci içinde olmuş ve gerekeni her zaman mükemmel bir şekilde yapmıştır.
AKP ondan şüphesiz ki daha büyük hizmetler isteyecektir!

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Anadolu’nun ışığı Köy Enstitüleri - NAZIM ALPMAN

Türkiye’de öğretmen yetiştirecek okul ilk olarak 16 Mart 1848’de açıldı. İlkokul öğretmeni yetiştirecek olanı ise 1868’de öğretime başladı.Kurtuluş Savaşı bittiğinde sadece 2 bin 345 ilkokul, bu okullarda görev yapan 3 bin 61 öğretmen vardı.

1935 yılında Milli Eğitim Bakanı olan Saffet Arıkan’ın isteği üzerine İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç bir rapor hazırlamıştı.Tonguç’un tespitlerindeki en acıklı durum ise şöyledir:“Köylerde yaşayan 1 milyon 608 bin çocuktan 1 milyon 100 bini okula gitmemektedir!”Okuma yazma oranı ise ürpertici boyutlardadır. Toplam nüfusun ancak yüzde 15’i okuma-yazma bilmektedir.Topyekun bir eğitim harekatı için ilk direktif Mustafa Kemal Atatürk’ten geliyor:-Askerlik yapan okuma yazma bilen gençleri kurstan geçirdikten sonra bunlara ‘Eğitmen’ adını veririz.

•••

Bu proje daha sonra hayata geçecek Köy Enstitülerinin de temelini atıyor. İlk deneme başarılı olunca Köy Eğitmenleri Yasası çıkarılıyor. 1948’e kadar 8 bin 675 eğitmen yetiştiriliyor.

Atatürk’ün 1938’de ölümü üzerine İsmet İnönü Cumhurbaşkanı, Celal Bayar Başbakan, Hasan Ali Yücel de Milli Eğitim Bakanı oluyor. 1940 yılının Mart ayında TBMM 3803 Sayılı yasa sevk ediliyor.

17 Nisan 1940 tarihinde kabul edilen bu yasa bir mucizenin tohumlarını oluşturmaktadır: Köy Enstitüleri kuruluşu böylece hayata geçiyor.

Köy Enstitüleri çağın en ileri eğitim-öğretim projesi olarak kabul ediliyor. Aradan geçen bunca yıla karşın, değerinden hiçbir şey yitirmeyen Köy Enstitüleri ile ilgili olarak uzunca bir süredir İZTV için belgesel çalışması yapıyoruz.

Köy Enstitüleri’nde 1940’ların ilk yarısında öğrenci olmuş değerli öğretmenlerimizle konuştuk, saatlerce çekim yaptık. Hatta Abdullah Özkucur gibi enstitüler öncesinde köy öğretmen okuluna başlamış sonra da Yüksek Köy Enstitüsünden mezun olmuş eğitim abidesi isimlere ulaştık. Özkucur, 1920 doğumlu bir “genç” olarak öğrencilik yıllarında tuttuğu notlarını çıkartıp gösterdi. İplikler hangi bitki ile boyanırsa hangi renk elde edilir gibi boyama tekniği üzerine kitap yazmayı düşündüğünü söyledi.

Adana Osmaniye’de bulunan Düziçi Köy Enstitüsü ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitülerinde çekimler yaptık. Binaları onca yılın hoyratlığına karşı yıkılmamış ayakta duruyorlardı. Tıpkı Köy Enstitülüler gibi zamana meydan okuyorlardı:

-Yıkılmadık ayaktayız!

Düziçi’nde geleneksel 17 Nisan Buluşmasını izledik. Enstitü binalarını öğrencilik dönemlerinde inşa eden kuşağın temsilcileri Mehmet Yavuz, Mehmet Mülayim ve Mehmet Yılmaz öğretmenler ile konuştuk.

Bu eğitim yuvaları için en çok kitap yazan Perihan Türkoğlu, Mustafa Gazalcı, Osman Şahin, Hüseyin Kızılırmak bize okullarını ve sonuçlarını anlattılar.

Düziçi Köy Enstitüsü’nden kalanları müze haline getiren eski Osmaniye Valisi İsa Küçük bu süreci ve hissettiklerini anlattı. Vali Küçük TBMM tutanaklarından bir bölüm aktardı:

-Bunlar (Köy Enstitülüler) köylere gidince kendilerini Atatürk zannediyorlar!

Aydınlatma merkezlerinin kapatılmasını isteyenler bu cümle ile eleştiriyorlarmış enstitüleri…

•••

Ankara’da Köy Enstitüleri Vakfı bize bütün imkânlarını açtı. Hem hayatta olan öğretmenlerle bağlantı kurmamızı sağladı, hem arşivini açtı, hem de vakıf merkezinde röportaj çekimlerini yapmamıza izin verdi. Başkan Erdal Atıcı hem koordinasyon sağladı hem de çok kıymetli tespitlerini bizimle paylaştı.Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Tonguç Vakfı ve Tonguç Belgeselleri yapan Prof. Dr. Oğuz Makal belgeselimize elindeki tüm imkanları seferber ettiler.

Hoş sürprizlerle de karşılaştık. Mesela artık hayatta olmadığına “kesin” (!) bilgiler aldığımız Mahmut Makal ve onun gibi köy enstitülü eşi Naciye Makal ile uzun çekimler yaptık.Köy Enstitülerini sinemaya taşıyan ve “Bu Toprağın Çocukları” filmini yapan yönetmen Ali Adnan Özgür ve yapımcı-oyuncu Erkan Can “hayırlı evlatlar” olarak belgeselde yer aldılar.

Köy Enstitülerinin kapatılmasını isteyenler en çok “Bu okullar komünist yetiştiriyor” diye suçlamışlardı. Türkiye’nin komünistleri, sosyalistleri, solcuları ise bu olguya karşın Köy Enstitülerine çok fazla ilgi göstermemişlerdi.
Bir de şu vardı: Köy Enstitülerini CHP açtı, DP kapattı!

Gelecek yıl 100. yaşını kutlayacağımız Abdullah Özkucur 1990 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü kitabında şöyle yazmıştı:

“1947’de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Yerine aynı tabandan çocuklar için İMAM HATİP OKULLARI kuruldu. İki ayrı dünya görüşünün mimarları da aynı siyasi iktidardır. Bunun bilinmesini ve belleklerde yer etmesini çok istiyorum.”

Konuştuğumuz Köy Enstitülü öğretmenlerin ortak bir özelliği vardı. İleri yaşlarına karşın bellekleri pırıl pırıldı. Tarih, isim, coğrafya gibi şaşırması kolay olan pek çok şeyi yerli yerinde açıklıyorlardı. Hepsi halen titiz birer okur ve birkaç kitap, onlarca makale yazmış yazarlardı.

Köy Enstitüleri için geleceğin sistemi demek yanlış olmaz. Çünkü batılı ülkelerde bu yöntemle eğitim İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanmaya başlamıştı.

Köy Enstitüleri için pet çok güzel sıfat yakıştırılabilir. Zaten var da. Biz de belgeselimizi onların yanına ekliyoruz:

“Anadolu’nun Işığı Köy Enstütüleri!”

Not: Köy Enstitüleri Belgeselimiz Digiturk iztv ekranlarında aşağıdaki gibi yayınlanacak.

29 Mayıs Pazartesi: 23.00
30 Mayıs Salı 10.55
01 Haziran 17.15
03 Haziran 11.00

Nazım Alpman / BİRGÜN

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Erdoğan hiçbir zaman mutlak bir zafer kazanamayacak - ERK ACARER

Şüphesiz Türkiye faşizme aşinaydı. Ancak faşizmin ‘İslami’ olanıyla 2002 yılında tanıştı. Siyasal İslam ve faşizm yan yana gelince ülke, toplum hallaç pamuğu gibi atıldı.

En iyi anlatımı ikiyüzlülüktür…

Esma’ya ağlarken Berkin Elvan’ın annesini yuhalatmaktır. ‘Başörtüsü’ diye bitmek bilmeyen mağduriyet plağını dinletirken Dolmabahçe’den kadınların etek boyunu kesmektir. Seçimden önce milliyetçi oyları toparlamak için Avrupa’ya ayar verip iş bitince ayar yemeye meyilli olmaktır.

Model bir yandan karmaşık, bir yandan basittir…

AKP’nin sistemi; peyniri eksik tartıp Cuma’ya giden, Cuma’yı da şan olsun diye sokağa taşanların arasında kılarken yan gözle kadınları kesen ‘bakkal Mehmet Efendi’ sistemidir…

Uydurulmuş ‘ahlak’ kavramıyla ahlaksızlığın dayatması, karşı çıkana topyekûn savaş açılması! Aslında sistemsiz, bütünden kopuk ve ne olduğu belirsiz bir çöküntüdür.

18 maddelik anayasa paketini bile anlatamamaları bu yüzdendir.

Yeni anayasa nedir?

‘Tek bayrak, tek millet, tek devlet!’

Herkesin bildiği cevabı ise açıktır.

‘Öyle kusursuz günahlar işledik ki, bunların üzerini ancak tek adama dayalı otoriter bir rejimle kapatabiliriz. Çok çaldık elhamdülillah, çok insana kıydık, seçmeni avucumuzda tutmak için Suriye’de silah, seçim meydanında canlı bomba, Cizre’de benzin olduk!’

Türkiye’de devlet, kurumlar ve bir bütün olarak sistem çöktü… İslami faşizm bile tek adama hizmet eden bir araç haline dönüştü. Türkiye’yi tam olarak ‘korku’ yönetiyor. Tek kişinin ve ona günahlarından bağlı olanların korkuları…

4 yılın ardından Gezi’nin hayaleti dolaşıyor. İlham veren Tekel işçileri gülümsüyor. 16 Nisan’da kazandıklarını zannedenlerin karşılarına ‘hayır bitmedi’ diyen geniş bir set çıkıyor. İki akademisyenin açlığı, bir babanın evladına ait kemikleri korkutuyor. Gezi’den Yüksel Caddesi’ne direniş sürüyor.

Önce riyakâr bir sistem inşa etmeye çalıştılar. Onu bile beceremeyip ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Darbelerle ödeşip geçmişle yüzleşmek masalıyla uzun bir iktidar yürüyüşüne kalkıştılar. Geldiğimiz noktada; sorgulanan bir darbe, 15 yıllık büyük suçlar var.

Bir kısırdöngünün içindeyiz. OHAL ile ülke yönetmek, herkesi susturup yola devam etmek üzerine şekillenen bir plan. Tutması mümkün değil.

Erdoğan da bunu derinlerde hissediyor. Çığırından çıkan baskının, adaletsizliğin, vicdansızlığın nedeni bu! Korktukça sindirmeye çalışıyor, sopa gösterdikçe korkuyor.

Biliyor… Hiçbir zaman mutlak bir zafer kazanamayacak, tek adam olamayacak, toplumun yarısı kendisine saygı duymayacak… Asla korkularından sıyrılamayacak.

Gezi’nin ruhu…

Biliyor; bir formül, bir yol arıyor.



Erk Acarer / BİRGÜN

‘Yeryüzü Sofrası’ dinin özüdür - TAYFUN ATAY





Antikapitalist Müslümanlar tarafından Gezi’den bu yana Ramazan’a merhaba derken düzenlenmesi artık âdet haline gelmiş “Yeryüzü Sofrası” bu sene Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için kuruldu. “11 Ayın Sultanı”, iktidarın, yaşamlarını haram saymaktan öte ölümlerini dahi haram sayarcasına kendilerine adeta “yaşarken ölüm”ü helâl ettiği bu iki KHK direnişçisine ithafla, Allah’ın rahmet ve yardımı niyaz edilerek okunan dualarla karşılandı.

Antikapitalist Müslümanlar adına Büşra Canbek, bakın ne demiş:
“Her yıl olduğu gibi soframızı kurduk. KHK mağdurlarını andık. Bizim iftarımız var ama Nuriye ve Semih’in iftarı olmadı. Biz onların acılarını ve direnişini içimizde yaşıyoruz. Bugünkü iftarı onlara ithaf ettik.”

                                                                             ***
 
“Yeryüzü Sofrası” geleneği bize dinin çoktandır unutulmuş bir yüzünü, daha doğrusu özünü hatırlatıyor.
Bir söylem (inanç) ve eylem (ibadet) alanı olarak din, insanlık tarihinde esasen şu "sacayağı" üzerine oturmuş olarak çıkar karşımıza: Anlam, ahlâk ve vicdan...
Din en başta insanın varoluşsal bakımdan anlam krizini çözmeye dönük bir reçete.
Sonra, onun “iyilik-doğruluk-güzellik” üzere olmasını sağlamaya yönelik bir reçete.
Ve kötülükleriyle, yanlışlıklarıyla, çirkinlikleriyle yüzleşmesi, iç hesaplaşmaya gitmesi, “öz-yargı” gerçekleştirmesi yolunda bir reçete...

                                                                           ***
 
Özde (ve ne yazık ki daha çok idealde) böyle, ama elbette “hayat tecrübesi” ile sabit ki din, ne anlamın, ne ahlâkın, ne vicdanın esamisinin okunmadığı bir dünya çekişmesi içinde...
Kapanın elinde kalan bir araca;
İktidar kapılarını açan bir anahtara;
Kendinden olmayanı (“öteki” addedileni) yok sayma ve yok etme yolunda bahane arayanlar için bir ideolojik aygıta dönüştürüldü hep.

                                                                            ***
 
Ancak bu da demek değildir ki din, politik-ideolojik yönden insanlık tarihinde sadece egemenlerin, muktedirlerin ve “mütegallibe”nin kitleler üzerindeki ezici hakimiyetinin destekçisi bir söylem ve eylem manzumesi olmuştur sadece.
Ezilenlerin “Gayrı yeter, bıçak kemiğe dayandı” dediği noktada isyanların ateşleyicisi, itici gücü bir “enerji kaynağı” da olmuştur din.
16’ıncı yüzyıl başının Alman Köylü İsyanları böyleydi.
15’inci yüzyıl başının Şeyh Bedreddin İsyanı böyleydi.
13’üncü yüzyılın Babaîler İsyanı da böyleydi.

                                                                               ***
 
Marksist düşünce çığırı içerisinden bakıldığında da dinin bu yönü üzerine düşünme ve tartışmanın ihmal edilmediği fark edilir. Marx daha ziyade dinin egemenler açısından iktidarı meşrulaştırma işlevi (sömürü ve sınıf çelişkilerini gizlemesi) üzerinde dururken Engels dinin ezilenler açısından isyana teşvik eden "ideolojik" işlevleri üzerinde “Köylüler Savaşı” adlı kitabında durmuştur.
Gezi Direnişi’nden çıkış bulmuş “Yeryüzü Sofrası” geleneği de dinin tarihsel-ideolojik olarak yürürlükteki ve özünü oluşturan anlam, ahlak, vicdan arayışı ile de bağlantısız olmayan bu yönünden istim alan güncel bir örnektir aslında.
Ve “Yeryüzü Sofrası”, bu memlekette hanidir ekonomi-politik bir dinbazlık güdümünde örselene örselene perişanları oynayan dinin namusunu da kurtaran bir girişimdir.

                                                                                 ***
 
O yüzden selâm olsun Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’ya!
Selâm olsun Gezi’ye!
Selâm olsun “Yeryüzü Sofrası”na ve “11 Ayın Sultanı”na!
Bizim dünyamıza da hoş geldin Ya Şehr-i Ramazan!..

Tayfun Atay /CUMHURİYET

Tarih ile bugün kol kola: Tarsus - AYŞE EMEL MESCİ

İlhan Selçuk bir gün, “Dördüncü boyutu, zamanı unutmadan bakmak gerek yaşama” demişti. Fotoğraflar ve insanlar hakkında konuşuyorduk. Bugünün deneyiminden yola çıkarak şunu ekleyebilirim bu söze: Yaşama zaman perspektifini hesaba katarak bakmak, gündelik olanın boğduğu, tıkadığı kanalların açılması olanağını da veriyor. 
 
Mersin Belediyesi’nin nazik daveti sayesinde gezip görebildiğim Tarsus’ta bu olanağı buldum. Çünkü Tarsus öyle bir yer ki içinde şimdiki zamanla tarihin karşılaşmamasına, hatta deyim yerindeyse çarpışmamasına olanak yok. 
 
6 bin yıllık geçmiş; Hititler, Persler, Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar... Sayısız uygarlıkla tanışmış, sayısız inancın, kültürün beşiği olmuş, kelimenin tam manasıyla kadim bir kent Tarsus, Hitit dilindeki ilk adıyla Tarşa. 
 


Gerçek bir Tarsuslu
Tabii Tarsus’u gezmeyi düşünürseniz, yanınızda bu tarihi biraz bilen birilerinin bulunmasında fayda var, çünkü Gözlükule’de yapılan kazılardan çıkan buluntulara göre, Neolitik (Yenitaş) döneminden İslam dönemine değin katman katman birikmiş yerleşimler söz konusu. Ben bu açıdan çok şanslıydım. Çünkü Tarsus’u bir proje üzerinde birlikte çalıştığımız gazeteci, yazar dostum sevgili Mehmet Canbolat ile gezme olanağını buldum. Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan Canbolat, tarihine, kültürüne sonuna dek sahip çıkan, araştıran ve tanıtmak için uğraşan gerçek bir Tarsuslu.
Tarsus’un eski Cumhuriyet Meydanı’ndaki kazı çalışmalarında alttan çıkan Roma yolunu; Danyal Peygamber’in kabrinin bulunduğuna inanılan yerdeki kat kat kalıntıları; Gözlükule’deki kazıları; Aziz Paulus’un evinin bulunduğu söylenen noktada ortaya çıkarılmış kadim yerleşim izlerini görünce... Ve Tarsus Bedesteni’ndeki esnafla, Ulucami’nin çıkışında önümüzü kesip caminin tarihini anlatmak için ısrar eden emekli imamla, o muhteşem “Şelale”nin önündeki mesire alanına toplanmış, birbirlerini oldukları gibi kabul eden insanlarla, Canbolat ailesiyle tanışınca, insan tarihin şimdiki zaman içine nasıl sızdığını hem fiziksel, hem de ruhsal olarak algılayabiliyor.
 
Altında tarih yatan kent
Fiziksel olarak, Tarsus’un bende bıraktığı ana çağrışım şu: Dolaştığımız sokakların, bastığımız asfaltın altında başka bir, hatta birkaç dünya var ve üstlerindeki örtü yer yer kalkmış, “biz buradayız” diyorlar, kendilerini hatırlatıyorlar. “Tüm Anadolu böyle aslında, ama kıymetini bilen kim?” diyorum kendi kendime, korumaya alınmış eski Tarsus evlerinin arasında yürürken. Tanıştığım Tarsuslularda hissettiğim o “partilerüstü” Tarsusluluk duygusu ise bence sayısız uygarlığın, kültürün, inancın iç içe geçtiği bir toprağın tüm acılara karşın günümüze uzanan hoşgörü izlerini barındırıyor içinde. Umarım alınan aşırı göçler, Mersin’den sonra Tarsus’un da demografik yapısını, dengelerini fazla zorlamaz, gözlemlediğim o hoşgörülü Akdeniz ortamını zehirleyecek gerilimleri tetiklemez.
Tarsus gezimizin ilk durağı ise unutulmazdı benim için. Çanakkale’de sadece maketi bulunan kahraman Nusret mayın gemisinin aslını, Tarsus’un girişinde özel olarak hazırlanmış parkın içinde dolaşma olanağını buldum. Nusret savaştan sonra uzun süre yük gemisi olarak kullanılmış, sonra sahipsiz kalmış, jilet yapılmak üzere satılması gündeme gelmiş. O zaman Tarsus Belediye Başkanı (şimdi Mersin Büyükşehir Belediyesi Başkanı) Burhanettin Kocamaz gerçekten saygı duyulacak, duyarlı bir tavır sergileyerek Nusret’i kurtarmış.
Güverteye çıktım, o küçücük gemiyi arada herhalde gecenin karanlığı ve sisten başka hiçbir koruyucusunun olmadığı dev düşman zırhlıları karşısında hayal etmeye çalıştım. O inancı, o cesareti hayal etmeye çalıştım. Parktan ayrılırken sordum, 19 Mayıs’ta 20 bin vatandaş ziyaret etmiş Nusret’i. Sevindim.

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

28 Mayıs 2017 Pazar

Okunup dinlenen Kuran’dan ‘seyredilen’ Kuran’a... - TAYFUN ATAY

TRT 1’de başlama vuruşunu önceki gece yapan “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması” üzerine cuma günü, program başlamadan önce yazmıştım. Şimdi ilk bölümü izledikten sonra, “O Ses Türkiye” formatından çok bariz bir etkileşim ve esinlenme hissettiğimi söyleyebilirim. Tabii bu etkileşimin yaratttığı bir “psikoloji” de beraberinde geliyor. İletişim Kuramcısı Neil Postman, aşağıda biraz daha ayrıntılı yararlanacağımız eşsiz çalışması,Televizyon: Öldüren Eğlence”de “sekülarizm psikolojisi olarak tanımlıyor bunu. 

Biz de Kur’an’ı güzel okuma yarışmacılarının kuliste eğlenceli bir sohbete yatırılmalarından, sonra tanıtım videolarının akışından, nihayet sahneye, seyirci ve jüri karşısına çıkma tarzlarından hareketle oluşan “O Ses Türkiye” andırımından beslenen bir “seküler psikoloji” içinde izliyoruz programı!..
Meselenin bam teli de burası.
Böylesi bir çalışma (yarışma) ürten “dinî akıl” ne amaçlıyor?
Dini, “MESH” (Medya+Eğlence+Show) endüstrisinin çekim gücüne kapılmış kitle kültürü insanına ulaştırmayı...
Pek âlâ! Ama sonuçta dini “din” olarak yapan en temel hususiyet, yani kutsallık, “MESH”le haşir neşir olundukça ağırlığını, asaletini ve asliliğini kaybediyor.
Söz gelimi jüri koltuğundaki kıymetli, kıdemli, oturaklı hocalarımız, karşılarındaki genç ve gariban hafızları eleştiriyor: “Kur’an’ı okurken dilinizle gönlünüz birlikte hareket etsin!.. Bunu göremedim ben.” Yahut, “Biraz daha ‘Aşr-ı Şerif’ ile hemhal olun!” Yahut, “Mustafa, çok fahiş hataların var oğlum!..”
İlahi Hocalarım! Yahu bu çocuklar nasıl dille gönülü bağlasın?! Karşılarında Allah rızası için hûşû ile onları dinlemeye gelmiş bir “cemaat” yok ki... Tilavete âmin demeye değil, “performans”a oy vermeye gelmiş “seyirciler” var.
Bu genç hafızlar nasıl “Aşr-ı Şerif” (10 ayet uzunlukta okunan Kur’an) ile hemhal olsun?! Kendilerini beğendirme ve kafalarında uçuşan çil çil altınlar var!..
Nasıl fahiş hata yapmasınlar?! Allah rızası için tevekkülle ve takva üzere değil, dünyalık peşinde ve sizlerin hakemliğinde toplayacağı puanlar için okuyorlar Kur’an-ı Azîmüşşan’ı!..
Evet, okuyan açısından Kur’an amaç değil, bir “araç” burada... Amaç, 50 tam altın, olmadı 20 tam altın, o da olmadı 10 tam altın...
Dinleyen açısından?
Dinleyen mi?!
Dinleyen yok ki, seyreden var!..
Okunan Kur’an değil, dinlenen Kur’an da değil, “seyredilen” Kur’an söz konusu burada.
Kur’an, kıraat edilmiyor, “temaşa” ediliyor.
Ve seyir, okumaya da, dinlemeye de, kıraata da düşmandır.
Buna en bariz örnek, 1990’ların başından itibaren bu memlekette dindarlara “alternatif” sunmak üzere yayına başlayan televizyon kanallarının Kur’an tilavetini önceleri “prime-time”da sunarken zamanla bunu (geçim derdiyle!) gece yarılarına çekmesidir!..
Postman’ın vurguladığı üzere, dinlerde hedeflenen eğlencenin değil kutsallığın yaratılmasıdır. Eğlence ise kutsallıktan uzaklaşmanın aracıdır. Ve din, televizyonda, başka her şey gibi bir “eğlence” olarak sunulmaktadır:
“Dini, tarihsel, derinlikli ve kutsal bir insani etkinlik durumuna sokan bütün özellikler silinmiştir; ne bir ritüel, ne bir dogma, ne bir gelenek, ne bir teoloji ve her şey bir yana ne de bir ruhsal aşkınlık duygusu söz konusudur” (“Televizyon: Öldüren Eğlence”den).
Keyfiyet budur. Din, televizyonunun, dolayısıyla popüler kültürün, dolayısıyla “yalan dünya”nın içeriğine girmemekte, bunların tümü dinin içeriğine girmektedir.
O yüzden “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”, günümüz İslam toplumlarının her geçen gün daha bariz bir karakteristiği haline gelen post-İslamist çığır içinde dinin her yerde kılınarak hiçleştirilmesine gayet güzel bir örnektir.

Tayfun Atay /CUMHURİYET

Küresel rezillik ekonomisi - Mine G. Kırıkkanat

Silah sanayisi, savaşlar sayesinde serpilip büyür. Genelleşmiş barbarlık da diyebileceğimiz savaş mantığı, küresel kapitalizme sıkı sıkıya bağlı bir oligarşinin ölümcül yıkıcılıktaki iradesinden beslenmektedir. Dünyadaki silah ihracatının tartışmasız lideri, 100’den fazla ülkeye silah satan ABD’dir. Silah ithalatında ise Suudi Arabistan; Hindistan’ı geride bıraktığı 2015’ten öteye dünya birinciliğini ele geçirmiş bulunuyor.
 
(Geçtiğimiz hafta ABD’den 110 milyar dolarlık silah ve savaş teçhizatı almak üzere anlaşma imzalayan Suudiler, Başkan Trump’a kılıç dansı yaptırdı. İsteseler, göbek de attırırlardı.)
Oysa...

Vahhabi monarşisi Suudi Arabistan, Avrupa ve ABD’ye pek çok kanlı saldırıdan sorumlu Sünni DEAŞ’ın finansörü.
Öncesi de var: Amerikan Kongresi’nin 11 Eylül 2001 saldırılarına ilişkin olarak hazırladığı rapor; saldırıların Suudi Arabistan’ın yardımı olmadan yapılamayacağı sonucuna varıyor. Eylemleri gerçekleştiren 19 teröristten 15’i Suudi Arabistan’dan ABD’ye giriş yapmış. Diğer 4’ü ise Arap Emirlikleri, Mısır ve Lübnan’dan.
2016 yılında kamuoyuna açıklanan Kongre raporuna karşın bu ülkeler; Başkan Trump’ın Şubat 2017’de yurttaşlarına ABD’ye giriş yasağı koyduğu Müslüman ülkeler arasında yer almadı. Çünkü Trump’ın oralarda toplam 23 şirketi var!

 
***
Başka bir deyişle, dünyamızı yöneten gücün şiarı “Ne pahasına ve halklara neye mal olursa olsun, derhal para” diye özetlenebilir.
ABD ile Suudi Arabistan, 1945 yılında imzalanan bir sözleşmeyle birbirine bağlıdır. Başkan Roosevelt ve Suud kralı tarafından USS Quincy kruvazöründe imzalandığı için Quincy Antlaşması diye anılır. Amerikalıların Suud hanedanını askeri ve siyasal anlamda korumasına karşılık, Suudi Arabistan petrollerinin 60 yıllık işletmesi, elbette dolar ödemeli olarak ABD’ye verilmiştir.
Başkan George W. Bush, üstelik 11 Eylül saldırılarından dört yıl sonra, iki ülke arasındaki bu antlaşmayı 60 yıl daha uzatan imzayı 2005’te attı. Görünen o ki, petrol çıkarları ABD’nin pek üstüne titrer göründüğü ‘ulusal çıkarlar’dan epeyce üstün!
Liberal oligarşi demokrasi ve insan hakları maskesi ardında ilerlerken; şeriat kurallarıyla yönetilen Suudi Arabistan’la iş tutmakta hiçbir beis görmüyor. Fransa da karınca kararınca yarışta: 2015’te Katar’a 6.3 milyar Avro’luk savaş uçağı, Suudi Arabistan’a 15 milyar Avro’luk silah ve teçhizat sattı. Cumhurbaşkanı Hollande, 2016’da Suudi İçişleri Bakanı’nın yakasına kendi elleriyle Legion d’Honneur (Fransız Onur Madalyası) taktı.

***
Para, tüm dünyada diplomasi zanaatını ekonomik diplomasiye dönüştürdü. Ve ekonomik diplomasi, Cumhuriyet değerlerine değil silah satışına öncelik veriyor.
Saint Etienne du Rouvray’daki papaz, bir İslamcı terörist tarafından öldürüldüğünde, Papa Francis şöyle demişti: “İlk terör eylemi, dünya ekonomisinin merkezine insanı değil Tanrı Para’yı koymakla yapıldı. Tüm insanlığı hedef alan terörün temeli, böyle atıldı.” Para oligarşisinin yoğun ve sistematik saldırganlığı, üstelik var olan sosyal bir sınıftan kaynaklanınca, Marksist kurama göre ister istemez küresel bir komployu düşündürebilir.
Yani karşımızda objektif olarak kendisi için, sübjektif olarak ait olduğu ve aile gibi gördüğü sınıf iradesiyle, “ötekileri” sömüren bir cemaat var. Birbirlerini tanıyor, rekabet içinde olsalar bile kolluyor ve ortak hareket ediyorlar.
Ama bu yeni sınıfı anlamak için komplo teorisine pek ihtiyaç yok: Zenginlerin cemaatleşmesi, zenginliklerini ortaya koymaktan öteye her birinin sınırlı iktidarıyla güçbirliği yapması sonucu, gerçek büyük iktidarı, paranın iktidarını doğuruyor.

 
***
Okuduğunuz metin, 7 Mayıs’ta bu sütunda yayımladığım İnsanlığa savaş açanların tanrısı: Para başlıklı yazımın gördüğü ilgi üzerine; Geleceğimizi Çalan İktidar Avcıları kitabından yaptığım yeni alıntılardır.
Fransa’nın en saygın düşünürleri arasında sayılan ve tüm araştırmalarını birlikte hazırlayıp yayımlayan sosyolog Michel Pinçon ve Monique Pinçon- Charlot çiftinin hepi topu 63 sayfalık bu kitapçığı, benim neoliberalizmi anlamamı sağladı. Daha doğrusu, küresel bir rezilliğin adını koymamı...
Darısı başınıza.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Gerçek miydi? Yoksa rüya mı? - ZEYNEP ORAL

Gerçek miydi yoksa ben bir rüya mı gördüm? İki gündür kendime bunu sorup duruyorum...
Eğer bir rüya ise hiç uyanmak istemiyorum... 




Yok eğer gerçekse, içimden “arkadaşlar, biraz abartıyorsunuz galiba..” demek geliyor...
Öyle ya da böyle, bir türlü gökyüzünden yeryüzüne inip masa başına, bilgisayar başına geçip şu yazıyı yazmaya oturamıyorum... Onun için siz bugün bu köşeyi, yazı niyetine okumayın... Bulutların üzerinde uçmama sayın...
Fazıl Say, dünyanın sayılı dehalarından biri Fazıl Say, daha o sabah benim için muhteşem bir yazı yazmış ve şimdi de sahnede benim için Chopin çalıyordu.
Ustaların ustası Genco Erkal benim için Nâzım Hikmet’i, Yiğit Özatalay’ın piyanosu eşliğinde, yeni baştan yorumluyor, bir kez daha kendini aşıyordu...
Mezzo Soprano Aylin Ateş’in aryası (piyanoda Paolo Villa); Zuhal Olcay’ın Attilâ İlhan’ın “Ayrılık da sevdaya dahil” şarkısı. (Piyanoda: Saki Çimen)... Bin yıllık dost Emin Fındıkoğlu piyanoyu cazca konuştururken yeni “keşfettiğim” genç yetenek Meltem Ünel, ister inanın ister inanmayın, birer şarkıyı benim için söylüyorlardı...
Yılların sahici gazetecileri: Gerçek peşinde koşan, saygı duyduğum, sevdiğim gazetecileri: Ali Sirmen, Mine Kırıkkanat, Yazgülü Aldoğan ve Nazım Alpman salonu hıncahınç doldurmuş güzel insanlara beni anlatıyorlardı...
İstanbul’da olmayanlar, Yekta Kara, Zülfü Livaneli, Sunay Akın beyazperdeden, Müjdat Gezen telefonun ucundan beni anlatmayı sürdürüyordu...
Ali Poyrazoğlu bir sıçrayışta sahneye (pardon Jamaika’ya) fırlıyor ve zekâsıyla milleti gülmekten kırıp geçiriyordu...
Tiyatronun Kraliçesi Gülriz Sururi, tiyatro bağlamında; mücadeleden hiç vazgeçmeyen Nazan Moroğlu, Kadın Hakları bağlamında; PEN İkinci Başkanı Halil İbrahim Özcan, hapishane arkadaşları adına da, insan hakları bağlamında beni anlatıyordu...
Taa San Fransisco’dan Joan Baez anılarını ve “Kimse beni yolumdan alıkoyamaz” şarkısını; taa İzmir’den Sezen Aksu övgülerini ve “Zeynebim Zeynebim Allı Zeynebim” türküsünü benimle ve salonla paylaşıyordu.
Ve kalbimin yanı başındaki Silivri’den Güray Öz, avukatı aracılığıyla bana mesaj iletiyordu. Ama zaten bütün akşam boyunca haksız yere hapsedilmiş herkes bizimleydi.
Trafik azizliğine uğrayan Doğan Hızlan, sağlık engeline toslayan Hıfzı Topuz ve Arif Keskiner geceye katılamıyordu.



Kapanış konuşmasını torunum Maya Oral yapıyor, “Babaanne Zeynep Oral”ı anlatıyordu.

***
Söylenenler karşısında gülüyorum, ağlıyorum, utanıyorum...
Amma abarttılar diyorum, şuracıkta saklanıversem diyorum... Yeryüzünde benden daha zengin, daha varlıklı bir insan olabilir mi diyorum...
Ne yapacağımı bilemiyorum...
Ama mutlu olduğumu biliyorum ve hayata şükrediyorum.
Geriye bir de yeterince vurgulayamayacağım bir teşekkür kalıyor:
“Ustalara Saygı” toplantılarını, insanlar öldükten sonra değil de yaşarken düzenlemeyi düşünen Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Hazinedar’a;
Bütün organizasyonu titizlikle, özenle gerçekleştiren Faruk Şüyun’a;
Burada tek tek adlarını saydığım tüm katılımcı yazar ve sanatçı dostlarıma;
Akatlar Kültür Merkezi’ni dolduran, yer bulamayıp merdivenlere oturan, tanıdığım ve tanımadığım, 26 Mayıs akşamı beni benimle paylaşan tüm sanatseverlere, tüm dostlara, tüm okurlara teşekkür ederim.


Zeynep Oral / CUMHURİYET

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Cenaze - ORHAN GÖKDEMİR

AKP nedir? Özünde bir Nakşibendi-Nurcu koalisyonu. Bu bir buçuk tarikat üzerine biraz Milli Görüş, az Necip Fazıl ekleyin, AKP elde edersiniz. Yalnız o mu? Bu dört unsurun oranları ile oynayarak MHP’ye, hatta CHP’ye de ulaşabilirsiniz. Aslında ülke siyasal tarihindeki “merkez sağ” partilerin tamamı bu formül üzerine kuruludur. Adalet Partisi’nden Anavatan Partisi’ne, hepsi bir Nakşibendi-Nurcu bileşimidir.

Bu bir buçuk tarikat aynı zamanda laik cumhuriyete direnişin yegâne kalesidir. Cumhuriyete direndiler, işe yaramadığında “cumhuriyetçi” sağ partilerle ittifaklar yaptılar, karşı devrimin temel dinamiklerinden biri oldular. Said-i Nursi’nin, Necip Fazıl’ın, bugün siyasal İslamcı hareketin “ulu”su olarak bilinen kim varsa hepsinin Demokrat Parti’nin paltosundan çıkmış olması rastlantı değildir. Adnan Menderes’in partisi ilk dinci-Nurcu-Nakşi koalisyonudur. 1925’te başladı 1945’te bitti. Kısa cumhuriyeti, uzun karşı devrim takip etti. Hâlâ o karşı devrimin içindeyiz ve sonuna yaklaşıyoruz.

Peki, bir buçuk tarikat mı yıktı cumhuriyeti. Hayır? Cumhuriyeti cumhuriyeti yönetenler yıktı. Laik cumhuriyetten ürktüler ve laikliği tepelerlerse daha sorunsuz bir cumhuriyete varacaklarını düşündüler. Tercih yönetenlerin yönetmek için dine ihtiyaç duyması ile ilgilidir. Kemalizm’den ötede, devrimin ruhundan arındırılmış bir “Türk-İslam Sentezi” peşindeydiler. “Milliyetçi batıcılık”ı gömdüler, sonunda “dinci milliyetçilik”e vardılar. 12 Eylül diktotaryasının özetidir bu. Devleti tarikatlara, Nurculara, Nakşilere sonuna kadar açanlar 12 Eylül cuntasının paşalarıdır.
AKP’yi hazırlayan gelişmeler bunlardır. Nihayet laikliği tepelediklerinde ve dini anayasaya sokuşturduklarında cumhuriyet de çöktü. Çökmüş cumhuriyete vasıf gerekmiyordu, Nakşibendi-Nurcu koalisyonun eteklerinden gelen en vasıfsız imamları buldular, cumhuriyeti ellerine teslim ettiler. AKP o çöküşün partisidir.

Demek ki imamların elindeki şey bir cesetten ibarettir. İmamlar cesedi gömmek üzere geldiler. 15 yıldır ceset ellerinde. Yaptıkları şey cesedi gömmek yerine tecavüz etmekten ibaret. Bu referandumlar, bu Ohal’ler o uzun pornografik cenaze töreninin işaretleri. Aceleleri yok ve zevkini çıkarıyorlar.

                                                                               xxx

Cumhuriyeti yıkan bu bir buçuk tarikata bakalım. Nurculuk büyük ölçüde Fethullah Gülen çetesinden ibarettir ve geri kalanı önemsiz bir bölüktür. Buçuğun ötesinde, asıl gövde olan Nakşibendiye ise tarikatın şeyhi ve sağ siyasi partilerin manevi önderi Mehmet Zahid Kotku’nun ölümünden sonra bölündü. O tarihten bu yana “İskenderpaşa Cemaati, İsmailağa Cemaati, Erenköy Cemaati, Adıyaman Menzil Cemaati vb. çeşitli bölüklerden oluşan çok merkezli bir yapı. O yüzden dışarıdan bakılınca ülkede birçok tarikat varmış intibaı yaratıyorlar. Bütün marifetleri ihtiyaçlara göre sağ partilerden birine yığınak yapabilmelerindedir. Son yığınakları AKP’deydi.

Geçtiğimiz yılın Temmuzunda AKP’yi oluşturan tarikat koalisyonunun Nurcu ayağı, Nakşibendi ayağına darbe yapmaya kalkıştı. İyi hazırlanmamışlardı, Boğazköprü’sünü tek yönde trafiğe kapatarak başarıya ulaşacaklarını sandılar. Demek Nurcu imamlar, Nakşibendi imamların çok güçsüz olduklarını düşünüyorlardı. Belki haklıydılar. Ama Nurcu imamların da 20 savcı, 10 yargıç, birkaç bin polis, üç-beş generalden ibaret olduğu ortaya çıktı darbeden sonra. Gerisi devlet desteği efektidir. 12 Eylül darbesinden beri devlet desteğiyle yürüdüler, o destekle iş gördüler. 15 Temmuz’da o destek arkalardan çekilince bir yarım akıllı vaizin önderliğindeki bir avuç zavallıdan ibaret oldukları ortaya çıktı. Daha birkaç yıl öncesinin muktedirleri ilk tokatta çözüldü, ikinci tokatta itirafçı oldu. Zaten yarısı tokat yeme ihtimalini hissedince sessizce yurtdışına tüymüştü. Ama işte cumhuriyeti tepeleme şerefi onların hanesine yazılıdır.

Yıktılar mı? Sorunun cevabını bulmak için Nurculara değil CHP’ye ve TSK’ya bakmayı öneriyorum. Nurcuların darbelerini sadece izlediler ve beklediler. Cumhuriyet yıkılmadan ikisi de yıkılmıştı çünkü. Laiklik yoksa ne CHP, ne TSK ayakta kalabilir.

Şimdi tarikatın tarikata, dincinin dinciye darbeye kalkışmasının arifesindeyiz. Nur talebeleri kaybetti. Haliyle devletten temizleniyorlar. Yerlerine İskenderpaşalılar, İsmailağacılar, Erenköylüler, Menzilciler yerleştiriliyor. Bu arada “milli burjuvazimiz” olan biteni “endişeyle” izliyor, bir an önce “iktisadi işlere dönülmesi” için galiplere yalvarıyor. Gelen haberlere göre bundan umudu kesenlerden bir kısmı hisselerini satarak kaçmaya hazırlanıyor. Halkı itaatkâr bir ümmete dönüştürsün diye çağırdıkları imamlar kontrolden çıkmak üzere çünkü. Mülkiyet hakkını alaşağı ettiler, hukuku rafa kaldırdılar, anayasayı tağyir, tebdil ve ilga ettiler. Yerine kendi anayasalarını yazmaya çalışıyorlar ve bu onlar için tekinsiz bir ortam demek. Gemi batıyor ve gemiyi ilk terk eden milli fareler kendilerine sınır ötesinde sığınacak yer hazırlıyor.

                                                                             xxx

Şimdi olup bitenlere bir de böyle bakın. Burhan Kuzu’nun Fethullah Gülen’le fotoğrafları düşmüş basına, Mehmet Görmez’in mektupları yayınlanmış, Melih Gökçek’in, Kadir Topbaş’ın Nurcu çeteyle karmaşık ilişkileri ortaya çıkmış… Neden şaşırıyorsunuz? Adı geçenlerin hepsi aynı cemaatin adamları değil mi? Evet biri Fetösünün kuzusu, diğeri Fetösünün görmezi. Kimler koşup elini eteğini öpmedi ki? Hatırlayın, “cemaat”teki kirli peçete ayinini ortaya döken kişi de bir profesördü. Büyük ihtimal henüz koalisyonda işler yolunda giderken kirli peçete yiyenlerin önde gideniydi. Yani bugünkü iktidarın eteğine tutunan herkes ya Fetöcüdür ya Fetö işbirlikçisi. “Işıkçı” TGRT’nin saldırdığı Görmez’e “Milli Görüş”çü Milli Gazete’nin sahip çıkması kafanızı karıştırmasın. Bir buçuk tarikat içinde olup bitiyor her şey. Dincinin dinciye yapmaya kalkıştığı darbenin artçı sarsıntıları bunlar. Seninle ilgili değil hiçbiri. Hepsi sonuçta seni kimin tepeleyeceği ile ilgili. Kavgadan kim galip çıkarsa sana o vuracak sopayı.

Ayrıca acı tecrübelerimiz var, biliyoruz; İster Atatürkçünün ister tarikatçının elinde olsun, sopa yoksulun sırtına iner eninde sonunda. İşte bakın, Kadir Topbaş’ın damadı Ömer Faruk Kavurmacı’yı uyku sorunu yaşıyor diye saldılar. Ama bu arada uyduruk gerekçelerle yüzlerce insan aylardır içeride gün sayıyor. Cumhuriyet’in internet sitesinin yönetmeni üç beş saniye yayında kalan bir manşet gerekçesiyle tutuklu. Gazeteci arkadaşım Mustafa Hoş bütün bu hayhuy içinde sessizce salıverilen zenginlerin listesini çıkardı. Boydaklardan Fi Yapı’ya, Bank Asya yöneticilerinden Uğur Derin Dondurucu patronlarına kadar “Fetö”cü diye tutukladıkları ne kadar zengin varsa kısa zamanda saldılar. Üstteki kavganın alttaki görünümüdür bu..

                                                                            xxx

Cumhuriyet yıkıldı. Enkazın üzerine çöreklenmiş dinci dinciye, tarikat tarikata darbe yapmaya kalkıştı. Cumhuriyetin ölüsünü paylaşamıyorlar çünkü. Şu kendilerine teslim edilen cesede yaptıklarına bakın.
Toparlanın ölüyü de biz kaldıracağız!

Orhan Gökdemir / SOL

“Şimdi sivil itaatsizlik dönemi” - ÜNAL ÖZMEN

Şenal Sarıhan, Cumhuriyet’ten Kemal Göktaş’a verdiği mülakattın bir yerinde “Şimdi sivil itaatsizlik dönemi başlıyor” dedi (Cumhuriyet, 22.5.2017) . Söyleşiye başlık yapılıp birinci sayfadan verilmesi, ifadenin örgütlü bir hareketin çağrısı gibi algılanmasına yol açıyor. Sarıhan’ın çağrısı, yaşanan hukuksuzluk karşısında devletle ilişkisini gözden geçirmeyi düşünenler için oldukça heyecan verici.
Fakat Sarıhan, hukuk içinde ve hukuki yollarla “yurttaşlık bağımızı güçlendirmek için yapacağız bunu” diyor. Ya hukuki yollar kapalıysa? Kaldı ki itaatsizlik, hukukun dışına çıkan devletle ilişkinin asgari düzeye çekilmesi, yurttaşlık bağının gevşetilmesi anlamına gelir (devlet diyorum, çünkü itaat isteyen hükümet değil; güvenlik, hukuk, eğitim, ekonomi ve diğer tüm birimleriyle partileşmiş bir devlet var karşımızda). Elbette bu bir çelişki değil; bir hukukçu ve milletvekilinin yurttaşlık haklarını meclis dışında araması, dışarıdaki bizler için yol gösterici olduğu gibi aynı zamanda cesaretlendirici bir çıkış.

Örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı militarist baskının hat safhada olduğu dönemlerde sizi yok sayan devlete karşı gösterilebilecek uygun, etkili ve riski en az tepki ona küsmektir. Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşları arasında ayrımcılık yapıyor: Kamunun sunduğu hizmet ve olanaklardan eşit şekilde yararlanamıyor, adalet organları hukukunuzun güvencesi olmaktan çıkmış, siyasi haklarınızı kullanamıyor yani devlet sizinle olan ilişkisini sadece sizin yükümlülüğünüzü yerine getirmenize indirgemişse sözleşme tek taraflı fesih edilmiş demektir. Bu durumda sizin de yapabileceğiniz bir şeyler olmalı.

Direnişte asıl amaç baskı araçlarını etkisiz hale getirmektir. Son yıllarda devlet ve onu kontrol eden güçler, yeterince itaatkar bulmadığı kesimlerin ekonomisini çökerterek halkı boyun eğmeye zorluyor: Malına mülküne el koyuyor; iş vermiyor, çalışanını işten atıyor, sosyal güvenlik sisteminin dışına çıkartıyor vs. Kolektif yaşamın, toplumsal dayanışmanın, kamusal hakların darbe aldığı neoliberal donemde ekonomik yaptırımlar birey için oldukça ağır bir ceza. Nuriye ile Semih’in eylemleri boyunca taleplerini “işimizi dönmek istiyoruz” sloganıyla dile getirmeleri, birey için iktisadi baskının sosyal baskılardan daha öncelikli soruna dönüştüğünü gösteriyor.

Kişi düşmanını kendisine en çok acı veren yöntemle cezalandırır. Kapitalizmin ekonomik yaptırımları cezalandırma amacıyla kullanılması, ekonomik varlığını ve ayrıcalıklarını kaybetmekten korkmasıyla ilgili. Bu nedenle devlet, eylemini suç saydığı vatandaşını eskiden olduğu gibi Pirin Mağaraları’na kapatma yerine, cezadan da kâr elde edecek biçimde ona iktisadi abluka uyguluyor. Parayı damarından akan kan, soluduğu hava, içtiği su gibi yaşamsal  bulan ve size yönelik baskıyı yine sizden topladığı ile finanse eden güçlere karşı devreye sokabilirsiniz. Bu bakımdan anlamlı bulduğum firma ve ürün boykotlarının, birini boykot ederken diğerine yakalanmadan sürdürülebilir biçimde geliştirilmesi gerekiyor. Bu konuda hâlâ ilham kaynağı olan sivil itaatsizlik örnekleri mevcut: Beyazlarla aynı kapı ve koltukları kullanması yasağına karşı siyahların ABD’de başlattığı otobüs yolcusu olmama (Mongomery Boykotu), İngiliz yönetiminin tuz vergisine karşı Gandhi’nin tuza (denize) yürüyüşü, baskıcı yönetimlere karşı geliştirilmiş kitlesel ambargo örnekleridir.

Sizi külfet sayıyorsa boykotunuza devleti de dahil edebilirsiniz. İster fiili, ister ekonomik, ister siyasi, ister psikolojik her ne biçimde olursa olsun iktidar saldırısına maruz kalan her yurttaş sözleşmesine uymayan devletle ilişkisini vergi mükellefi olarak yürütmek durumunda değildir. Örgütlü olmak, bir organizasyondan önderlik beklemeye gerek yok; her yurttaş harcadığı paranın nereye gittiğini, kimlere aktarıldığını, kimin çıkarına kimin aleyhine kullanıldığını hesaba katıp kendi usulünce ambargoya katılabilir.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

İran Avrupa’ya daha yakın ABD’ye çok daha uzak - MUSTAFA K. ERDEMOL

Muhafazakâr mollalar gel git akıllı Trump’ın işine daha fazla yarardı tabii ama İran “ılımlı”yı seçti. Trump, ılımlı olmakta ısrarlı İran karşısında haylaz oğlan çocuğu olmayı ne kadar sürdürebilir?
İran’da yapılan seçimlerden ikinci kez galip çıkan Hasan Ruhani’nin talihsizliği ABD’nin başında Donald Trump gibi birinin olması. Çünkü daha seçim propagandası sırasında bile İran’ın ABD ve Batı ülkeleriyle yaptığı anlaşmaya karşı olduğunu söyleyen, seçilmesi halinde söz konusu anlaşmayı iptal etmeye çalışacağını açıklamış olan Trump herhalde bu sözünü yerine getirmek için elinden geleni yapacak.

Anlaşmadan ABD’nin “siyasi” anlamda zarar gördüğüne her nasılsa inanmış biri Trump. Oysa söz konusu anlaşma İran’a kimilerinin sandığı gibi olağanüstü bir yarar sağlamış değil. Anlaşmadan sonra kaldırıldığı söylenen yaptırımların, sadece nükleer silahlanma konusunda kısmen kaldırıldığı düşünülürse daha iyi anlaşılır. İran hâlâ hem de çok geniş bir alanda ABD öncülüğündeki Batı ambargolarıyla sarmalanmış durumda. Ancak yapılan anlaşmayla “milletler ailesinde” (deyim, batı kaynaklıdır) yer alma kararlılığı göstermesi İran’ın artık uzlaşmacı, gerginlikten uzak bir politika izleyeceğinin işareti. Ambargoları sürdürmesine rağmen Avrupa bu yanıyla İran’a ABD kadar sert tutum alıyor değil artık.


Ruhani’nin yerine son derece şahin İbrahim Reisi gibi birinin seçilmesi elbette gerginlikten yana politika sürdürmede kararlı Trump’ın işine yarayacaktı. Ancak ekonomi konusunda verdiği sözlerin hiçbirini (kuşkusuz ambargoların da etkisiyle) yerine getiremeyen Ruhani’nin buna rağmen özellikle genç oyları toplayarak yeniden seçilmesi Trump’ın işini zorlaştıracak. Çünkü “teslim olduğumuz anlamına gelmez” demiş de olsa anlaşma  kurallarına uymada ısrarlı bir lider görecek karşısında Trump. ABD ile barışık, Avrupa ile sıkı işbirliği içinde olmaya niyetli bir İran’ın ABD ile Ortadoğu’daki “dostları”nın hoşuna gitmeyeceği çok açık. Bu nedenledir ki, Trump ilk yurtdışı ziyaretini ilkel Suudi palavra krallığına yaptı. Bununla kalmayıp, bir “İslam NATO”su kurulmasının gerektiğini de söyledi. Bu “NATO”nun İran karşıtı olacağını söylemeye gerek yok elbette.
İran’ın Suriye Krizi ile Yemen’deki ABD – Batı (dolayısıyla Suudi) karşıtı tutumu da Trump’ın hoşuna gidiyor değil. Anlaşmayı bozması durumunda İran’ı bu nedenle de kolay hedef haline getirebilecek. ABD, Batı ile nükleer programını amaç ve barış dışı kullanmayacağını tüm dünyaya ilan eden İran’ı Suudi Arabistan’da yaptığı konuşmasında Trump, küresel terörizmin öncüsü, bölgede yıkım ve kaosun sorumlusu olarak niteledi. Trump’a bunları söyleten kişisel hıncı olduğu kadar belki daha da çok ilkel Suudi krallığına sattığı milyar dolarlık silah anlaşması elbette. Bu konuşmanın yapıldığı Suudi Arabistan, çok değil daha geçen yıl ABD mahkemelerinde, 11 Eylül kurbanlarının yakınlarınca hakkında dava açılabileceği kararı verilen, yani 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan bir ülke.

Muhafazakârları tercih etmeyen, “ılımlı” bir mollayı yani Ruhani’yi tüm başarısızlığına rağmen seçen İran halkının “sakinlikten” yana tutumuna büyük saygısızlık tabii ki bu. İranlı seçmen, ülkenin her şeyi olan Dini Lider Ali Hamaney’in açıkça tercih ettiğini belirttiği son derece muhafazakâr İbrahim Reisi’yi seçmemesi az şey değil. Bu sandık yoluyla itiraz demek.

Avrupa’nın İran konusunda ABD (Trump) kadar sert olmadığı belli. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi eşbaşkanı Carl Bildt’in “İran dünyaya açılmaya oy verdi, fakat Trump dünyayı İran’ı izole etmeye çağırıyor. Avrupalıların İran’la ilişki kurması daha muhtemel” demesi bunun en iyi örneği.
Ruhani’nin seçilmesi bir “rejim değişikliği” değil elbette ama rejimin sürdürülemeyeceği konusunda küçük de olsa bir gösterge. Son derece yanlış bir adlandırmayla, bendeniz de kullanıyorum maalesef, reformist olarak tanımlanan “ılımlı” Ruhani, ilk dönem iktidarı boyunca muhafazakarların hiçbir talebini, beklentisini karşılamadı. Hatta ülkenin en ama en muhafazakar kurumu olan Devrim Muhafızları ile kamu önünde tartışmaya  bile girdi. Ruhani’nin en büyük destekçileri Batı ile ilişkilerin geliştirilmesinden yana olan gençlerdi elbette. Bu yakın gelecekte “rejimin” sürdürülebilir olmasını zorlaştıracak bir etken.

Peki böyle göstergeler varsa, bu ABD’ye mollalar rejimini değiştirme çabalarında kolaylık sağlamaz mı? Örneğin Batı’yla iyi geçinmeyi isteyen kesimleri kışkırtmasında elini güçlendirmez mi? Hepsi mümkün ama Trump, muhafazakârların yönetimindeki bir İran’dan daha da memnun olur. Çünkü ABD’nin askerileştirilmiş dış politikası gerginlik üzerine kurulu. Suudi ve İsrail dostluğu, “ılımlı” (hadi reformist de diyeyim yine) bir İran’ı tercih etmesine engel ABD’nin.
Trump dönemi İran’ın manevra alanını daraltacak, bu kesin. Bu iç politikada muhafazakaların elini güçlendiren bir etki de yaratabilir.

Anlaşmayı iptal kolay değil
İstediği kadar bağırıp çağırsın Trump İran’la yapılan anlaşmayı iptal edemez. Çünkü anlaşmanın ABD dışında da tarafları var, ki, onlar ABD gibi yaklaşmıyor İran’a. Trump anlaşmayı iptale kalkarsa Rusya ile de Çin ile de bu konuda da sorun yaşayacak kuşkusuz. Kaldı ki anlaşmaya bağlı kalacağını ısrarla söyleyen bir ülke olarak İran’ın karşısında “hayır iptal edeceğim” demek ABD’nin imajı açısından da sorun yaratacak.

Dolayısıyla bağırıp çağırıp şımarıklık yapan Trump İran’a karşı başka hesaplar geliştirmek durumunda. O nedenle “İslam NATO”su gibi İran karşıtı bloklar oluşturmayı deniyor.
Nasılsa yanında İslam dünyasının yüzkaraları var. Katar’ından Suudi Arabistan’a kadar. Görevinden alınıp kafesine kapatılıncaya kadar bu sevimsiz adamın şaklabanlıklarına sabretmek durumundayız.

Görünen o.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN


‘Muhafazakâr-dindar’ ve ‘aşırı muhalif’ - ALİ SİRMEN

Şu işe bakın siz! Sözcü gazetesine yönelik olarak, FETÖ’cülük iddiasıyla soruşturma açılacak ve Fehmi Koru’nun tanık sıfatıyla ifadesine başvurulacak...
Sözcü gazetesi ve sahibi Burak Akbay için başlatılan soruşturmanın baş dayanaklarından biri, kılıktan kılığa girmekte üstat olan Fehmi Koru’nun, Taha Kıvanç kılığında iken yazdığı bir yazı. Perşembe günü Cumhuriyet’in haber portalında bildirildiğine göre Fehmi Koru ya da dilerseniz Taha Kıvanç, kendi sosyal medya hesabında yaptığı açıklamada Burak Akbay’ın babası Ertuğrul Akbay’ın bir özel konuşmada kendisine “oğlum dinine bağlı, muhafazakâr değerlere sahip biridir” demesine rağmen Sözcü gibi AŞIRI MUHALİF bir gazetenin patronu olmasını pek mantıklı bulmadığından, Burak Akbay’ın İsviçre’de cemaate ait bir evde yetiştirildiğini söyleyen yazıyı Yeni Şafak’ta yazdığını belirtmiş.

Bu arada Fehmi Koru yaptığını savunurken, şunları eklemeyi de unutmamış:
- Kusura bakılmasın, ama dünyanın her yerinde benim yaptığıma gazetecilik deniyor. 

***
Olanlara nereden bakılırsa bakılsın, akıl erdirip anlamak güç hatta olanaksızdır.
Fehmi Koru’nun gazetecilik mantığına göre, Sözcü “aşırı muhalif” bir gazetedir.
Demokrasilerde, muhalif gazete diye bir kavram vardır, ama AŞIRI MUHALİF gazete diye bir kavram yoktur. Aşırı muhalif deyimi, gereğinden fazla, ölçüyü kaçırmış, dolayısıyla hizaya sokulması mubah çağırışımını yapan ve asla kullanılması onaylanamayacak olan bir kavramdır.
Demokrasilerde, kişiler, kuruluşlar, basın yayın organları, siyasi partiler, kaba kuvvet ya da hakarete başvurmamak kaydıyla, muhalefetlerinin ölçüsünü kendileri saptarlar. Onlara dışarıdan, iktidar ya da başka bir çevre veya yandaşları tarafından, muhalefetlerinin ne ölçüde olması gerektiği dayatılamaz.
Öte yandan baskıcı, dini ticaretine veya siyasi çıkarlarına alet eden uygulamalara, muhalefetin dinine bağlılık ve muhafazakâr değerlere sahip olmakla çelişen ne gibi bir yönü olabilir ki, Fehmi Koru’ya garip geliyor?
Yani gazetecilik yaptığını iddia eden Fehmi Koru’ya göre, Türkiye’de bugün muhalefet edenler dini değerlerine sahip olmayan kişiler midir?
Böyle bir mantıkla yapılacak gazetecilik ne ölçüde sağlıklı olabilir ki?
Tam tersine, dinbaz politikalar, en fazla dinine sıkı sıkıya bağlı kişileri muazzep edecektir. Çünkü dini, ticarete veya siyasete alet etmek demek olan dinbazlık, dine yapılabilecek en büyük saldırıdır.
Muhafazakâr değerlere sahip olmak, kimi değerlerin, ahlaki vecibelerin görmezden gelinmesine, tüm ahlaki gereklerin salt ibadetin şekil şartıyla belirlenmesine karşı çıkılmasına, bunu yapanlara muhalefet edilmesinden imtina edilmesine neden olmaz.
Tam tersine ahlaki değerlere, samimiyetle sahip çıkanlar onların sömürülmesine en fazla karşı çıkanlar olmak konumundadırlar. 

***
Sözün özü, Sözcü hakkındaki soruşturmaya da burada Fehmi Koru’nun konumuna ve yazıp söylediklerine de akıl erdirmek çok güç, hatta olanaksız.
Olanlar karşısında söyleyecek söz bulamıyor, Orhan Veli Kanık’ın çarpıklıkları vurgulayan “Pireli Şiir”ine sığınıyorum.
Şöyle diyor Orhan Veli:
“Bu ne acayip bilmece.
Ne gündüz biter, ne gece.
Kime söyleriz derdimizi;
Ne hekim anlar, ne hoca.
*
Kimi işinde gücünde.
Kiminin donu yok kıçında.
Ağız var, burun var, kulak var.
Ama hepsi başka biçimde...
*
Kimi peygambere inanır;
Kimi saat köstek donanır; Kimi kâtip olup yazı yazar;
Kimi sokaklarda dilenir.
*
Kimi kılıç takar böğrüne;
Kimi uyar dünya seyrine:
Karı hesabına geceleri,
Gündüzleri baba hayrına.
*
Bu düzen böyle mi gidecek? Pireler filleri yutacak;
Yedi nüfuslu haneye Üç buçuk tayın yetecek?
*
Karışık bir iş vesselam.
Deli dolu yazar kalem.
Yazdığı da ne? Bir sürü
ipe sapa gelmez kelam.”

Ali Sirmen /CUMHURİYET

Büyük Trump turnesi - Nilgün Cerrahoğlu

ABD Başkanı Trump, Brüksel’de görücüye çıktığı ilk NATO zirvesindeki toplu fotoğraf çekiminde “ön planda olabilmek için”, Karadağ Başbakanı Duşko Markoviç’i eliyle geriye itti.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’le ayaküstü sohbet eden Markoviç’i, tek bir el hareketiyle taammüden atsineği kovalar gibi iten ABD Başkanı’nın bu her türlü nezaketten yoksun jesti, tam “büyük balık, küçük balığı yutar yeni Trump düzeni”nin fotoğrafı.
Aynı derecede kaba olmamakla beraber, Trump’ın Brüksel’de ilk kez bir araya geldiği çiçeği burnunda Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a yeltendiği kabadayı tokalaşma hamlesi de gene aynı resmin parçası oluyor. 

 
39 yaşında yapıca ufak tefek, tecrübesiz Fransa Cumhurbaşkanı’nı Trump belli ki “kolay lokma” sayarak, bariz bir tahakküm tavrıyla eliyle kendine doğru çekiyor.
“Bende elimi size kaptıracak göz var mı” edasıyla hızla tepki veren çetin ceviz Macron ise Trump’ın bu “laubali” hamlesini anında geri püskürtüyor ve elini geriye çekiyor...
 
Arap şeyhleriyle daha mutlu
Trump’ın, Suudi Arabistan’da başlayarak İsrail’de süren ve “tektanrılı dinlerin tüm merkezlerini ziyaret etmek” iddiasıyla Vatikan’a uzanan, oradan Brüksel’deki NATO zirvesinde devam eden, G7 doruğu ile İtalya’da son bulan 9 günlük “ilk başkanlık turnesi”, böyle ardı ardına gelen alışılagelmemiş, yadırgatıcı jestlerle haber oldu. 

 
ABD Başkanı 110 milyar dolarlık silah anlaşması yaptığı Suudilerle mutlu mesut kılıç dansı yaptı...
Ortadoğu diktatörleriyle al takke ver külah güven tazelediği gezinin ilk ayağında, onlarla “cam küreye” el bastı. 
 
İsrail de kendisinden başka hiçbir ABD Başkanı’nın şimdiye kadar yeltenmediği bir girişimle Ağlama Duvarı’nda poz verdi. 
 
Bu, “Ortadoğu’nun tüm zulüm rejmleri ve diktatörleri birleşin” çıkartmasının ardından, kendisini Roma da metazori kabul eden Papa’ya adeta alay edercesine “barış” sözü verdi.
Arkadan NATO ve AB liderleriyle bir araya geldiği Brüksel’de ayrıca fırtına koparttı.
NATO’nun 1.2 milyar dolara mal olan yeni baş karargâhında başöğretmen havasında müttefikleri bütçeye istenen katkıyı yapmadıkları gerekçesiyle -ittifak tarihinde örneğine şimdiye dek rastlanmamış biçimde-haşladı. 
 
Bu yetmezmiş gibi AB Konseyi Başkanı adaşı Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker’le yaptığı bir toplantıda da Almanya’yı topa tuttu. 
 
Ayağına kırmızı halı seren Arap Kralları ile “ortaklık ilişkisi içinde olduğu” Avrupalılara göre çok daha rahat olduğu hissedilen Trump’ın ilk gezisine, özellikle “Avrupa ve Avrupa’nın lider ülkesi Almanya’ya had bildirmek” için çıktığı anlaşıldı.
 
Almanya ile kanlı bıçaklı
Almanya’ya “ABD’de çok fazla araba sattığı için” atarlanan ve bunu böylece dile getiren Trump; açıkça Avrupalı muhataplarına “Almanların kötü olduğunu” söyledi.
Merkel’le Beyaz Saray görüşmesinde basın önünde el sıkışmayan Trump’ın, Brüksel’deki bu son çıkışları, Berlin’de haliyle tepkiyle karşılandı. 
 
Almanya’nın etkili yayın organlarından “Der Spiegel”, bu büyük Avrupa ülkesindeki hissiyatı “Donald Trump’tan kurtulma zamanı” başlıklı bir yazıyla dile getirdi ve şu dobra değerlendirmeyi yaptı: “Donald Trump ABD Başkanı olacak kalibrede değil. Konumunun gerektirdiği entelektüel kapasite ile makamının mahiyetini kavramaktan aciz. ABD’yi alay konusu haline getiren Donald Trump dünya için bir tehdit. Gidişat daha da kötüleşmeden kendisi Beyaz Saray’dan çıkarılmalı!”
ABD Başkanı’nın gittiği her durakta böyle şok üstüne şok yaratmasının sebebi Berlin Duvarı sonrası dünya düzeninin sonuna gelinmiş olması. 
 
AB ve NATO minvali... “Batı’nın demokrasi ve özgürlükler gibi ortak değerleri” üzerinde kurulduğu söylenen örgütlerde bu değerler gerçekte artık rüşveti kelam düzeyinde bile anılmıyor. Ortadoğu’ya yakın zamana dek “demokrasi ihracı” misyonundan söz eden Washington, “kör kör parmağım gözüne” bundan böyle diktatörleri açıkça yüceltmekten kaçınmıyor.
 
Üzerinde daha çok konuşulacak bu Trump gezisi, kalan son perdeleri de gözlerimizin önünden kaldırıyor ve ne kertede vahşi bir yeni büyük oyuna tanıklık ettiğimizi gösteriyor.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET