18 Aralık 2017 Pazartesi

Bir ödülün düşündürdükleri - Ayşe Emel Mesci

“O kadar karanlık bir dönemden geçiyoruz ki insanın sadece aynı noktada inatla durmaya devam etmesi bile cesaret olarak algılanabiliyor, öyle gözükebiliyor.” 

Toplumsal Araştırmalar, Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV) tarafından bu yıl altıncısı düzenlenen İzmir Uluslararası Tiyatro Festivali’nin 8 Aralık’taki açılışında “Cesaret” ödülü verilen Doç. Dr. Süreyya Karacabey’in kurduğu bu cümle düşündürücü. 


 DTCF’nin durumu
Türkiye Cumhuriyeti eğitim tarihinde övünülesi bir kurum olan Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nin Tiyatro bölümünden bir OHAL KHK’si ile ihraç edilen Karacabey, çok metin bir tavırla bugünlerin nasıl olsa geçeceğini söylese de, üç veya dört harfli birtakım kısaltmalarla hayatların tarumar edildiği bugünlerin yaşanmakta olmasını kabullenmek, sineye çekmek çok zor.

Koskoca DTCF Tiyatro Bölümü’nde neredeyse ders verecek hoca kalmadı, hepsini uzaklaştırdılar. Vardığımız nokta bu… Fikir ve ifade özgürlüğünden yana tavır alan akademisyenler kadar tiyatro eğitimi de cezalandırıldı. Karşısındakini aşağılamak için “tiyatro yapıyorsun” demenin âdetten olduğu bir kültürel vasatta, tiyatro eğitim kurumlarına reva görülen bu cezalandırmaya da şaşırmamak gerekiyor belki de. 


Süreyya Hoca’nın söylediği gibi, yerimizi koruyarak, aynı noktada inatla durmayı sürdürmenin de bu ülkede ayrı bir önemi olduğuna inanıyorum. Çünkü Türkiye, yalanın çok fazla egemen olduğu, her şeyi bastırdığı, pozisyonların şimşek hızıyla ve çok yüzsüzce değiştirildiği, üstelik bundan dolayı ne siyasal, ne toplumsal, ne ahlaksal, hiçbir hesap sorma ile karşılaşılmayan bir ülke haline geldi. Baskı da görse yerinde durmaktan vazgeçmeyen inatçı kimlikler bugün her zamankinden daha değerli.
Sağ olsunlar, TAKSAV beni de “Onur” ödülüne layık görmüş. Tören, avucumun içi gibi bildiğim, hatta kimsenin bilmediği bölmelerini keşfettiğim bir sahnede yapılıyor: İzmir Devlet Tiyatrosu’nun Konak sahnesi… 2013’te “Son Çığlık” oyununu yönetmiştim orada. 


Sorun sadece iktidarda mı?
İşin aslı, siyaset bu memlekette her şeyi, sanatı da tiyatroyu da öyle ezip pestilini çıkardı ki, birtakım uyanıklar durumdan vazife çıkarıp pozisyon almak için çok uygun bir ortamı yakaladılar. Ve ne ilginçtir ki, söz konusu şahıslar siyasi yelpaze açısından bakıldığında, çeşitli, hatta zıt taraflarda olabiliyorlar. Ama nerede boy gösterirlerse göstersinler, ortak özellikleri var: Tiyatroyu deli gibi sevmiyorlar, öyle sevene deli diye bakıyorlar. Emeğe hiç saygıları yok, kendi küçük dünyalarını ve çıkarlarını tehlikede gördükleri anda insanı mümkünse itibarsızlaştırmaya çalışıyor, buna fırsat bulamazlarsa doğrudan ekmeğiyle oynuyorlar. Kul hakkı da yiyorlar, sanatçı hakkı da. Şunu da eklemeliyim: 51 yıllık sanatçıyım, tiyatroyu gerçekten aşk ile sevdim ve kendimi adayarak yaptım. 3,5 yılını cezaevinde, 14 yılını yurtdışı, 14 yılını da yurtiçi sürgününde geçirdiğim bu uzun yılların ışığında, söz ettiğim “uyanık” zihniyetin sadece son dönemle ilgili olmadığını, çok daha genel bir problem oluşturduğunu biliyorum. Bu dönem olsa olsa yeni “kamuflaj olanakları” sunmuştur, hepsi o.
Böyle bir ruh hali içindeyken TAKSAV tarafından hatırlanmak bana iyi geldi, kendilerine teşekkür ediyorum.


Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

17 Aralık 2017 Pazar

Toplumsal ruh halimiz: İyi değiliz - FATİH YAŞLI

İktidarın siyaseti “Ya bizdensin ya onlardan” diyerek “dost-düşman ikiliği” üzerine kurgulamasının neticesi, tam ortasından ikiye ayrılmış, derin yarılmalarla malul bir toplumun ortaya çıkışı oldu. Böylesine bölünüp kutuplaşmış ve parçalı bir görünüm arz eden toplumlarda tarafların sık sık birbirleriyle karşı karşıya gelmeleri, toplumsal gerilimin çeşitli hadiseler aracılığıyla gün yüzüne çıkması, birtakım çatışma alanlarının şekillenmesi beklenir, oysa bizde böyle bir şey olmuyor. Böylesi bir bölünmeye rağmen hayat bir şekilde devam ediyor, insanlar da hangi tarafta yer alırlarsa alsınlar hiçbir şey yokmuş ve her şey normalmiş gibi yaşamlarına devam ediyorlar.

Hayır, elbette ki “Neden ülkede iç savaş çıkmıyor, toplum neden birbirine girmiyor” diye hayıflanıyor değilim; ancak bu yaprak kımıldamama halinin, bu sessizliğin anlamlandırılması ve anlaşılması gerekiyor, çünkü bir siyasal strateji inşası ancak toplumsal olanın ve toplumun o anki verili durumunun anlaşılmasıyla mümkün olabilir.

Bu tam ortasından ikiye bölünmüş ve asgari müşterekleri neredeyse hiç kalmamış  toplumun yine de ortak bir noktası var gibi görünüyor: Kayıtsızlık. Her iki taraf da, şüphesiz ki farklı nedenlerle, hızlı bir apolitikleşme süreci yaşıyor, hızlı bir şekilde gündemden, güncel siyasetten kaçıyor, olup bitene kayıtsız kalıyor, tepki vermiyor. Bu ise farklı şekillerde söz konusu oluyor elbette: Kimileri mutlak bir şekilde siyasal olanla bağını kesip, televizyondan, gazeteden, sosyal medya iletilerinden, tartışma programlarından uzak duruyor, bunları hayatından çıkartıyor. Kimileri ise siyaseti ve gelişmeleri takip ediyor olmakla birlikte, tüm bunların hayatının merkezinde olmasına, bunların hayatını belirlemesine izin vermiyor ve bu gelişmelere herhangi bir tepki vermiyor, sadece izlemekle yetiniyor.

İktidar karşıtları ya da 16 Nisan’dan hareket ederek “hayırcılar” diyelim, yani çoğunluğu büyük kentlerde ve büyük kentlerin merkezlerinde yaşayanlar, kitap okuyanlar, sinemaya, tiyatroya gidenler, dünyayı takip edenler, uzunca bir süredir bir tür politik nihilizmin pençesine düşmüş durumdalar. En politize zamanlarını Gezi günlerinde yaşayan bu insanlar, Gezi’nin geri çekilişinden bugüne, 7 Haziran seçimleri, 16 Nisan Referandumu’ndaki “hayır” çalışması ya da Adalet Yürüyüşü örneklerinde görüldüğü üzere zaman zaman kıpırdansalar, seslerini yükseltseler de, totalde açık bir geri çekilme yaşıyorlar. Bunun en büyük nedeni ise öyle anlaşılıyor ki, “Ne yapsak olmuyor” hissi. Öyle ya, Gezi’de olmadı, 7 Haziran’ın sonuçlarını tanımayıp ülkeyi şiddetle ve kanla 1 Kasım seçimlerine götürdüler, referandumu mühürsüz zarf ve pusularla kazandılar, “Bu sefer tamam” denen her hadisede bir şekilde gündemi değiştirmeyi başardılar, muhalefete öncülük edebilecek bir güç ortaya çıkmıyor, vesaire…

Tüm bunlar bir araya geldiğinde umutsuzluk ve yenilgi hissini artırıyor, siyasetten ve siyasal olandan kaçışı hızlandırıyor doğal olarak, bu da beraberinde kayıtsızlığı, şaşırmamayı, tepkisizliği getiriyor. Türkiye son on yılına, başka bir ülkenin belki de birkaç yüz yıllık gündemini ve siyasal gelişmelerini sığdırdığı için ve hâlâ 24 saatte başka bir ülkenin birkaç yıllık gündemini yaşadığı için, toplum bu gündem bombardımanından yorgun düşmüş durumda. Günde üç beş kere “son dakika” gelişmesinin yaşandığı, internet sitelerinin her gün en az üç beş haberi “şok” başlığıyla duyurduğu bir ülkede böylesi bir yorgunluk elbette ki şaşırtıcı değil.


Peki bu yorgunluk hali mutlak mı, değişmez mi, müdahale edilemez mi? Hayır, böyle olmadığını görmek gerekiyor. Her şeyden önce bir iktidar için en tehlikeli olan, hem kendi yandaşlarının hem karşı tarafın aynı anda bir kayıtsızlık, umursamazlık içine düşmesidir, çünkü bu aslında “toplumsal huzur”a değil, açıkça bir çürümeye işaret eder ve çürüme eninde sonunda çürüten iktidarı vurur. Bunun dışında iktidar karşıtlarındaki kayıtsızlık, daha önce  örnekleri görüldüğü üzere bir kıvılcımla silinebilir ve bu insanlar hızla tekrar politize olabilirler, oysa yandaşlardaki kayıtsızlık iktidara dair umut ve beklentilerinin sönümlendiği anlamına gelir ki, bu kolay kolay tamir edilebilir bir şey değildir.

O halde meselemiz, tam da iktidar “gerileme devri”ne girmişken, bu ruh halinden, bu yorgunluk ve kayıtsızlık durumundan nasıl çıkılacağı üzerine ortak akılla düşünmek, bir “umut siyaseti”ni var edebilmek için kafa yormaktır. Evet, OHAL var, evet KHK’ler var, evet insanlar korkuyor, yorgunlar, yılgınlar, umutsuzlar ama aynı insanların TEKEL’de, Gezi’de, Adalet Yürüyüşü’nde nasıl bir dönüşüm yaşadıklarını, gözlerine bir pırıltının nasıl yerleştiğini, nasıl umudu yeniden kuşandıklarını gördük. Bir kez olanın bir daha olmaması için hiçbir neden yoksa, “Nasıl yapmalı” sorusunu sormaya ve yanıtını aramaya devam etmemiz gerekiyor demektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN 

Rıdvan Dilmen: Utanmazlık çağında bir sembol..- İsmail Sarp Aykurt

Rıdvan Dilmen, emperyalizme karşı mücadelede koskoca bir sembol olan Deniz Gezmiş’in anısına, mücadelesine kimi akıldışı benzetmeler yaparak hakaret etmeye başladı. Sporu, siyaseti yozlaşmış ve kirli bir alana hapsettiler, bunu envai çeşit "şeytanlıkla" sürdürüyorlar. Bu ülkenin şeytanlara, yüzsüzlere, gericilere, eyyamcılara hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. 

Zamanında telekulak çetesi operasyonunda gözaltına alınmıştı. Aralarında yer aldığı zanlıların, iş adamlarının ailelerini, özel yaşamlarını ve iş ilişkilerini, ünlü kişilerin telefonlarını dinlediği öne sürülüyordu.


2011 senesinde o dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ile kimi görüşmeler yapmıştı.
Sonra beklenmedik bir çıkış yaptı ve Çalık Holding bünyesindeki Sabah ve Fotomaç gazetelerinde bir buçuk yıldır sürdürdüğü görevlerinden ayrıldığını duyurdu. “Şike Yasası”nın Cumhurbaşkanı tarafından meclise iadesiyle ilgili olarak AKP milletvekili Şamil Tayyar’ı eleştirmiş ve Tayyar’dan çok sert yanıt almıştı. AKP’li Şamil Tayyar’ın Dilmen’i adeta hedef tahtasına yerleştirdiği bu sözleri ile birlikte istifa ettiği iddiaları konuşulmuştu kulislerde.

2012’de ise, Metin Kurt’un ölüm yıldönümünde “Hiçbir zaman kendisi için bir şey istemedi. Hep bizler ve bizim gibi futboldan ekmek yiyen amatör, profesyonel herkes için uğraş verdi. Fikirleri ile yardımcı olmak istedi. Yeni kuşaklar için de çok yardımcı olmak istedi. Ve o konuda vicdanımız rahatsız. Benim en azından çok rahatsız. O mücadelesinde yalnız bıraktık Metin Ağabeyi...” diye konuşmuş, sözde destekçi görüntüsü vermeye çalışmıştı. Sıkıntı yoktu nasılsa, her yerde boy göstermekten geri kaçmıyordu.

Biraz durduktan sonra, bu kez Erdoğan’ın "kendi ünlüleri için" düzenlediği bir iftara katıldı. Çok gecikmeden 2019 TFF Başkanlığına aday olacağını açıkladı.”
Yakışır mı?
 Bana da yakışır federasyon başkanlığı… Milli Takım Koordinatörlüğü. O da yakışır…” diyerek motive ediyordu kendisini…
Sonrasında, adaylığı kesinleşmeden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan icazet alacağını bildirdi. “Diyelim ki, Fatih Terim, Mustafa Denizli gibi isimler başkan olacak. Problem değil yanlarında çalışırım. Başta olmam şart değil. Önemli olan futboldan gelen isimlerin olmasıdır” derken parmak hesapları yapıyordu aklınca…
Sorun yine yoktu.
Ne de olsa, Acun Ilıcalı sponsorluğunda Tayyip Erdoğan ile özel maçlara çıkıyordu, iktidarın gazetesinde köşe yazıyordu, televizyon programlarında kesesini dolduruyordu. Niye sıkıntı olsun ki? Ve sonra asıl bombayı patlattı "şeytan". Videolar eşliğinde "Evet" naraları atarak başkanlık referandumuna tam boy destek veriyordu siyasal iktidara.
Türkiye'de yaşanan gerici dönüşüm ve sermayenin çürütücü etkisi her alanda olduğu gibi futbolda da kendi "ürünlerini" ortaya çıkardı.
Rıdvan Dilmen bunun başat isimlerindendi.
Kendi başkanlığını garanti altına almak için ilk adımı atan isim oldu, Erdoğan’ın başkanlık hülyasını destekleyerek. Hâlbuki daha Türkiye’nin hangi yarım kürede olduğunu bile bilmiyordu!
Önemli değildi, hem gerici, hem tüccar hem de evetçi idi nasılsa…
Diğer evetçiler ile sıkı fıkı idi.
Arda’ya destek çıkarken hiç çekinmedi, hatta lobicilik faaliyetleri de yürütüyordu canlı yayınlarda. Arda Turan'ın başkanlık sistemine "Evet" dediği için, "bedel ödediğini" öne sürdü. "Milli takım kaptanına sabah, akşam küfreden gazeteciyi oraya oturtursanız…” dedi, uçakta bir gazeteciye saldıran Arda Turan’a sahip çıkarak… Fatih Terim’in görevden azledilmesi bile ona bağlandı. İddialara göre ekibin amacı Fatih Terim’i yollayıp, Rıdvan Dilmen'e daha yakın olan bir teknik direktörü göreve getirmekti.
Rıdvan Dilmen işini iyi yapıyordu, lakabı da boşuna takılmamıştı ya?
Şeytan işte.
Sonra, durmadı ve yeni bir çıkış yaptı. Tribünlerde hep bir ağızdan söylenen İzmir Marşı’nın okunmaması gerektiğini söyledi. Nedeni ilginçti, "siyaset" yapılmamalıydı tribünlerde.
Çok geçmeden ekledi. "Referandumda yaptığım kampanyadan hiç pişman değilim, bugün olsa yine yaparım. 2019’da ihtiyaç olursa yine yaparım" diyerek "siyaset yapmamaya" devam etti Rıdvan…
"Futbolu dizayn etmek için al anahtarı derlerse, alırım. Federasyon başkanlığında falan gözüm yok. Ama federasyon başkanı bana hesap falan sormayacak, 4-5 yıl sonra Türkiye'ye veririm hesabı... demişti, ancak çok çabuk çark etti.
Çünkü Dilmen referandum süreci sonrası, "Şerefim ve namusum üzerine yemin ederim ki, federasyon başkanlığına aday bile olmayacağım" demişti. Sözler gitti, yazılar kaldı…
Gerçi futbolculuk döneminde de örnekleri olduğu söylenirdi bu "çarkların".
O bilinen transfer hikâyesinde, dönemin Galatasaray yöneticilerinden Ergun Gürsoy’u kandırdığı da iddialar arasındaydı.
Nisan 1988’de Erkekçe Dergisi’ne şöyle demeç vermişti. “… Galatasaray ile anlaşmıştım. Formasını da giydim. Bildiğiniz gibi çok tartışmalı bir transferim oldu. Bu konuda haklı olduğumu iddia edemem, aksine çok haksızlık ettim. Özellikle Galatasaray’ın idarecisi Ergun Gursoy’a… Çok sevdiğim, saydığım bir insan…”
Ve şimdi o Rıdvan, emperyalizme karşı mücadelede koskoca bir sembol olan Deniz Gezmiş’in anısına, mücadelesine kimi akıldışı benzetmeler yaparak hakaret etmeye başladı.
Ülkenin üzerine çekilmiş karanlık bir örtünün borazanlığını yapıyor kendince… Sporu, siyaseti yozlaşmış ve kirli bir alana hapsettiler, bunu envai çeşit "şeytanlıkla" sürdürüyorlar. İşçi Partili bir babanın oğlu olduğunu hiç utanmadan vurgulayıp, "dönekliklerini" saklamaya çalışıyorlar. Hadsizlikle…
İçinde bulunduğumuz çağ, bir utanmazlık çağıdır. Bu eyyamcılığın ve hadsizliğin yayılmakta hiç gecikmediği zamanlardır. Geciken tek şey, bu kirli akışı durdurabilecek tek gücün, yani sınıfın, ayağa kalkma ve örgütlenme zamanıdır.

Ve o an geldiği zaman, sahada da siyasette de, binbir çeşit kuliste ya da yemekte de "şeytanlığın" sonu gelmiş demektir.

Bu ülkenin şeytanlara, yüzsüzlere, gericilere, eyyamcılara hiç mi hiç ihtiyacı yoktur.

İsmail Sarp Aykurt / SOL


Kapitalist ataerkilliğin üniseks karikatürü: ‘Ufak Tefek Cinayetler’ - TAYFUN ATAY

“Ufak tefek Cinayetler”, karikatürize ediyor.
Neyi mi karikatürize ediyor?..



“Yarışmacı-rekabetçi ahlâk”ın gündelik hayat akışımıza, can-ciğer kuzu sarmalık ilişkilerimize kadar nasıl damga vurduğunu keskin çizimlerle karikatürize ediyor.
Üstelik kapitalist ataerkilliğin yoluna “üniseks” devam ettiğini düşündürür şekilde, bir “kadın dörtlüsü” üzerinden karikatürize ediyor.
Ve toplumsal-dilbilimci Deborah Tannen’in, benim de çok göndermede bulunduğum cinsiyet-lehçesi (“genderlect”) kavramıyla anlattıklarını sorgulamayı gerektirecek mahiyette karikatürize ediyor.

***
 
Tannen, 1990’a tarihlenen çalışmasında ("You Just Don't Understand: Women and Men in Conversation") kadınların işbirliği ve yakınlığın dilini konuşur ve duyarken, erkeğin rekabet ve statünün dilini konuşup duyduğunu söylemekteydi.
Kadınların çoğunun çatışmayı bağlantı kurmaya bir tehdit olarak görüp bundan kaçındığını ileri sürerken “erkek dili”nin didişmeyi, yarışmayı, çatışmayı öne çıkardığını kaydetmekteydi.
Kazanmak, kaybetmek, hiyerarşi ve liderlik erkek “lehçe”sinde mevcut demekteydi.
Paylaşma, uzlaşı, eşitlik ve empatiyi kadın “lehçe”sine mahsus saymaktaydı.

***
 
Elbette söylediklerini bir çırpıda kesip atmıyoruz ama anlaşılan Tannen bize kapitalist ataerkilliğin yoluna tamamen “eril” devam ettiği bir dönemin içinden seslenmekteymiş.
Hâlbuki post-endüstriyel tüketim kapitalizmi aşamasında erkek karşısında gerek mesleki, gerek idari, gerek mali, gerekse “iradi” açıdan denklik (hatta öncelik) elde etmiş kadınların da aynı rekabetçi işleyiş içinde "eril"leşip “erkek dili”ni konuşur olduklarını fark ediyoruz.
Kapitalist ataerkilliğin terkisine erkekler kadar kadınların da bindiğini gözlemliyoruz.
İşte Star’da ekrana gelen “Ufak Tefek Cinayetler”, böyle düşünme yolunda kışkırtıcı bir kurguyla bu topraklardan çıkan, ilgiye değer bir örnek.

***
 
Karşımızda birbirlerini lise sıralarından tanıyan, o günlerden bugünlere kopmadan, kopamadan gelen dört yetişkin, zengin, “sosyetik” kadın var. Daha doğrusu bunların üçü tam öyle de dördüncüsü Oya (Gökçe Bahadır) lisede diğerlerinin hıncına, hışmına ve linçine uğradıktan sonra uzaklaşmış olup şimdi tekrar arkadaşlarıyla buluşuyor.
Ve ilkgençliğinde “Dörtlü”nün lideri Merve’nin; diğerleri üzerinde iktidarını sevgiye değil korkuya yatırım yaparak kurmuş “korku imparatoriçesi” Merve’nin (Aslıhan Gürbüz) kendisine yaşattıklarına tekrar maruz kalmamak için kaçmak istese de…
Bir şekilde kalmayı tercih ediyor.
Kim bilir belki “sevgi”den ümidi kesmeme adına, senaristimizin (Meriç Acemi) “idealist” bir motivasyonu doğrultusunda!..

***
 
Böylece seyrimize yelken açan dizi, sır bir cinayetin geriye doğru izini sürme çağrısı yapmakta görünse de esasen hayatımızın her ânının başta belirtiğim “ahlâk” anlayışı doğrultusunda “cinayet”lerle dolu olduğunu anlatmaya çalışıyor.
İzlerken bir yandan Jean Paul Sartre’ın “Kapalı Oturum” adlı oyunundaki “Cehennem, ötekilermiş” sözünü çağrıştıracak şekilde “Cinayet, her yerdeymiş” diye düşündürüyor!..
Dört güzel kadınımız birbirlerinin en yakını; hele üçü, dedik ya, can-ciğer kuzu sarması…
Ama bu yakınlık, Tannen’in bahsettiği paylaşma, dayanışma, işbirliğinin yakınlığı değil.
Aksine, eril, ataerkil “lehçe”nin rekabetçi, yarışmacı, ezici, yıkıcı yakınlığı…
Bu, kıskanmaya, statü taslamaya, hiyerarşi üretmeye, tahakküm kurmaya, tahakküm karşısında alttan alta hırslanıp hınçlanmaya, cellatlığa ve celladına âşıklığa duyulan ihtiyaç sonucu kurulmuş bir yakınlık.
Kadınlarımız, birbirlerini her buluşmada psiko-kültürel mahiyette ha bire katletmek için yakınlar!..

***
 
Evet, dostluğun artık “kurtluk” olduğunu aksettirerek mizahi bir gerilimle akan “dişi” tonlamalı bir zamane hikâyesi izliyoruz.
Ama “eril” bir fon eşliğinde…
Hikâyede kadınlar ön plânda ama erkek temsilleri yabana atılmamalı.
Birbirleriyle “ne seninle-ne sensiz” ya da hem hısım-hem hasım durumdaki üç kadının eşleri olarak önümüze çıkarılan erkekler (Mert Fırat, Ferit Aktuğ, Yıldıray Şahinler), aslında olan bitenin hâlâ “eril iktidar” karşısında “feminen çaresizlik” olduğunu düşündürürcesine değerlendirmemize ışık tutuyorlar.
Başka kesitler de var üzerinde durulması gereken ama şimdilik bu kadar.
İzlemeye devam!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kemalyeri - Mine G. Kırıkkanat

Anafartalar’da cephe büyük tehlike içindeydi, düşmanın taarruzları sonuç alacak bir noktaya ulaşmıştı. 


19’uncu Tümen Komutanı Albay Mustafa Kemal, 34 yaşındaydı.
Conkbayırı’nda gereğinden fazla kuvvetin yığıldığını görüyordu. Bu kuvvetlerin, amaç doğrultusunda yönetilmediğinden, gereğinden fazla zayiat verdiklerini düşünüyordu. Dünya savaş tarihine geçecek sözü, işte bu zamanda söyledi:
“Muharebede kuvvetten çok, kuvveti amaca uygun bir şekilde yöneltmek gereklidir.”
Komutanların sorumluluk almaktan çekindiği bir ortam oluşmuştu.
Mustafa Kemal, “Sorumluluk yükü her şeyden, ölümden bile ağırdır” diye yazsa da güncesine; vatanın kurtuluşu için risk almaktan, sorumluluk yüklenmekten hiç çekinmeyecekti.
Savaşın gidişatını değiştirecek tarihi telefon görüşmesini günlüğüne şöyle kaydetti:
“Ordu Kurmay Başkanı Kazım Bey, Liman Paşa tarafından telefon başına çağrıldığımı bildirdi. Durumu nasıl gördüğümü ve değerlendirmemi istedi. Conkbayırı’nın kritik duruma geldiğini, bu an da kaybedildiği takdirde bir felaket karşısında kalacağımızın muhtemel olduğunu söyledim.
Anafartalar’a çıkmış ve çıkmakta olan büyük düşman kuvvetlerini dikkate ve ona göre tedbirler alarak sevk ve idareyi birleştirmek gerekir, dedim. Kurmay Başkanı’nın, ‘Çare kalmadı mı’ sorusuna verdiğim cevap, bütün mevcut kuvvetlerin emir komutama verilmesinden başka çare kalmadığı oldu.
‘Çok gelmez mi?’ dedi.
‘Az gelir’ dedim.
Böylece telefon konuşması kesildi. Ancak gece yarısına doğru, Anafartalar Grubu Komutanlığı’na tayin edildiğime dair emir aldım...”
Çanakkale Cephesi’nin en kanlı, en büyük, en şiddetli taarruzunu yönetecekti.
“Sorumluluk ölümden ağırdır” yazılı güncesine yeni bir not ekledi: “Sorumluluğu büyük bir iftiharla kabul ettim.”
Mustafa Kemal, son muharebelerde üç gün üç gece düşmanla çarpışmış, tümeniyle birlikte uyumamıştı. Dört aydan beri süren Arıburnu Cephesi’nin kanlı çarpışmalarında o denli yorulmuştu ki... Zayıflamış, hasta denecek kadar bitkin ve yorgun düşmüştü.
Anafartalar’a hareketinden önce birliklerine bir veda mesajı yayımladı: “Bugüne kadar bana gayret ve fedakârlığınızla kazandırdığınız başarıları, yeni aldığım vazifede de bana olan sevgi ve güveninizle tamamlayacağınıza inanarak size veda ediyorum.”
Yıl 1915. 8 Ağustos, günlerden Pazar, saat 23.30’du.
Atlar hazırlanmıştı. Tümen karargâhı ve alay komutanları uğurlamak için yerlerini aldılar. Albay Mustafa Kemal, kısa bir konuşma yaptı, helalleşti, Yarbay Şefik’e tümen komutanlığı görevinde başarılar diledi.
Karanlık gecenin savaş uğultuları ve düşmanın aydınlatma fişeklerinin parıltısı altında atına bindi. Kemalyeri’nden Anafartalar’a doğru yola çıktı.
Karargâhı ve alay komutanları, büyük bir saygıyla arkasından baktılar. Önce görüntüsü kayboldu, sonra atların nal sesleri savaş gürültüsünde duyulmaz oldu.
O gece, Mustafa Kemal’in savaş günlüğüne şöyle kaydedilecekti: “Dört aydan beri ilk kez bir ölçüde saf hava soluyordum. Gerçekte, Arıburnu bölgesinin ateş hattında ve orada karargâhlarda yaşayanların soluduğu hava, insan cesetlerinin kokmasıyla niteliğini kaybetmiş bir hava idi.”*

***

Uzun zamandır kitap okurken ağlamamıştım. Ama Naim Babüroğlu’nun yazdığı Kemalyeri’ni okurken gözyaşlarını tutmak mümkün değil...
Emekli Tuğgeneral ve Cumhuriyet Tarihi bilim dalında doktora sahibi olan yazar, anlatısında Çanakkale Savaşı’nın seyrini değiştiren dâhi komutan Mustafa Kemal’in sadece düşman ordularına karşı değil; hatalı kararlarıyla Türk ordusunu büyük kayıplara uğratan Liman von Sanders ve kendisini kıskanan Enver Paşa’ya rağmen zafer kazandığını da belgeliyor. Ve onun, günümüzde hiçbir önderin hazır olmadığı “hayatını feda pahasına” cesaretini ortaya koyuyor. 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET 
 
*Alıntı: NAİM BABÜROĞLU/Kemalyeri, Asi Kitap 2017

Trump’ın ‘deli adam stratejisi’ Putin’e yaradı - NİLGÜN CERRAHOĞLU

“Beyaz Saray’ın delisi stratejisi”, Putin’e yaradı.
 Önceki iki yazımda ABD Başkanı Trump’ın Washington’da “mad man/deli adam stratejisi” olarak adlandırılan bir hodri meydan yaklaşımıyla Kudüs çıkışını yaptığını anlatmıştım.
Geleneksel diplomasinin tüm ölçülerini ve kodlarını yerle bir eden bu strateji, hasmın bileğini salt dayatmayla bükmeyi ifade ediyor.
Ancak görüldüğü üzere “strateji” ters tepti ve ışık hızıyla Putin’e Ortadoğu’da üstünlük sağladı.
Washington’un Filistinlilere de sözde eşit mesafedeki klasik “Oslo hattını” çiğneyerek Kudüs’ü İsrail’in başkenti tanıma kararı karşısında, Putin yaşamsal bir Ortadoğu gezisine çıktı. Ve gezinin hiçbir durağından da eli boş dönmedi.
Beyaz Saray’ın “deli adam stratejisiyle” bölgede yarattığı boşluk, atik - tetik biçimde Rusların taa Deli Petro zamanından beri besledikleri “Akdeniz’e inme vizyonu” ile böylece doldurulmuş oldu.
 
Sovyet döneminden güçlü
Suriye’de Hmeymim Hava Üssü’nde başlayan turun ilk durağında, son çar Putin, misyonlarını tamamlayan Rus birliklerinin bir bölümünü geri çekmeyi taahhüt ederken, Hmeymim’de kendisine yeni bir “hava üssü” temin etti ve Tartus üssünün de yenileneceği belirlendi.
Suriye’den sonra Mısır’a geçen Rus devlet başkanı, Mısır’da da keza bu arada yeni bir silah anlaşması yaptı.
Türkiye’de Erdoğan, Suriye’de Esad, Mısır’da Sisi ile bir araya gelen Rus lider; Mısır’da Akdeniz kıyılarında bir nükleer santral yapımı anlaşmasının yanında ayrıca bir Mısır-Rus ortak hava üssü için de gene atağa geçti.
Suriye ve Mısır’daki bu “üs açılımları”, pratikte Rus askeri jetlerine taa Kuzey Afrika semalarından Körfez ülkeleri ve Doğu Akdeniz’e kadar uzanan bir yöredeki gökleri denetleme imkânı veriyor.
Bölgede olabildiğince geniş bir askeri-siyasi denetim fırsatı yaratıyor.
Uzmanlar Kahire ve Moskova’nın Nasır zamanından bu yana bu denli sıkı fıkı işbirliği içinde olmadığına dikkat çekiyorlar. Sovyetler Birliği’nin gücünün fevkindeki dönemde dahi, Moskova’nın Ortadoğu satrancında bu kadar hâkim pozisyonda bulunmadığını hatırlatıyorlar.
Putin’in bugün Ortadoğu’daki dostları normal koşullarda birbirleriyle kanlı bıçaklı olan Esad, Erdoğan ve Sisi’den ibaret değil...
Gene birbirlerinin can düşmanı olan İran Devlet Başkanı Ruhani ve Suudi Kralı Selman ile de hayranlık yaratan bir diplomatik ilişkiler ağı içinde Putin.
Sovyetler’in çöküşünü tetikleyen Afganistan savaşında doğrudan düşman saflarda bulunan Suudi Arabistan’la Moskova’nın yakınlaşması “tarihi” nitelikte.
Geçen ekimde Moskova’yı ziyaret eden Suudi Kral Selman’la 3 milyar dolarlık silah anlaşması imzalayan Putin, bizzat kendi sözleriyle gelişmeyi “dönüm noktası” diye tanımlıyor.
Obama’nın Suriye savaşındaki kararsız, ikircikli politikaları; Trump’ın “deli” çıkışları, Ortadoğu’yu “altın tepsi”de Putin’e teslim etmeye yetti.
2015 Eylül’ünde Esad’dan yana hamleyle Ortadoğu’daki “Büyük Oyun”a giren Putin; Sünnisi ve Şiisi ile tüm belli başlı Müslüman liderleri safına çekmeyi başardı.
 
İsrail’e de yakın
Ama bu, Putin’in İsrail’le hassas denge politikası yürütmesini de hiçbir biçimde engellemedi.
Sovyet döneminde Suriye başta olmak üzere Arap ülkelerinin hamiliğini üstlenen, bu nedenle İsrail’e büyük mesafe koyan Moskova; Putin’li 2000’li yılların başından beri Ortadoğu’da yalnız Rusya’nın etki alanını genişletmeye bakıyor.
Putin bu nedenle 2005’te İsrail’i ziyaret eden “ilk Rus lider” oldu. İsrail’de “bir milyon Rus kökenli Yahudi”nin bulunması, Rus devlet başkanının sözleriyle “İsrail’i Moskova için özel” kılıyor.
Trump’ın son Kudüs çıkışından sonra, Putin’in, Müslüman dünyayla geliştirdiği tüm özel ilişkilere rağmen, nalına mıhına bir tavır ve söylemler içinde olmasına şaşmamak lazım.
Ankara’da Erdoğan’la hafta başında bu konudaki ortak açıklamasında Putin; “Kudüs’ün statüsü kararı İsrail ve Filistinli tarafların müzakeresiyle alınmalıdır!”dan öte bir şey demedi.
Bunu aslında Macron’undan Avrupa Birliği’ne dek herkes söylüyor. Ama bu büyük uluslararası aktörlerin hiçbiri bugün Putin’in Ortadoğu’daki ağırlığına sahip bulunmuyorlar.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Getirirken iyiydi de şimdi mi kötü oldu? - ALİ SİRMEN

ABD’de Başkan Trump’ın Güvenlik Danışmanı ve Genelkurmay Başkanı Herbert Raymon McMaster, hafta içinde İngiliz meslektaşı Mark Sidwell ile birlikte katıldığı, Washington Policy Excahnge’in düzenlediği toplantıda, dünya için en büyük tehditlerden biri olarak gördüğü, terörizmin kaynağı olan radikal İslamcı ideolojinin Ortadoğu’daki iki sponsorundan biri olarak Türkiye ve Katar’ı göstermiş.

McMaster, Suudi Arabistan’ın yıllar önce, bölgede terörizmi desteklediğini söylerken bu aşamanın geçmişte kaldığını ima edip Riyad’ı akladığı konuşmasında, şimdiki destekçilerin başına Katar ve Türkiye’yi geçirmiş.
Türkiye derken hedef alınan kişinin Erdoğan olduğu da, “sivil toplum üzerinden etkin hale gelerek, gücü tek partinin elinde konsolide ediyorlar, bu üzücü” ifadesiyle belirtilmiş.
Haberi okurken, nereden nereye diye düşünmemek elde değil.
Eski İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan, daha iktidara gelmeden, Washington’da ayağının altına kırmızı halılar serilirken, “ılımlı İslam” modelinin öncüsü olarak, başka ülkelere de örnek gösterilen, ABD için siyaset dünyasının yükselen yıldızı iken, şimdi teröre destek veren liderlerin ön safında yer almaktadır.
***

Tayyip Erdoğan, Ortadoğu liderleri arasında bu yolu yürümek durumunda kalan tek kişi değildir. İran ile sekiz yıl süren savaşı sırasında, ABD’nin maddi manevi her türlü desteğine sahip olan Saddam Hüseyin de saptanan yörüngeden sapınca, terör ihraç eden tehdit haline gelmiş, sonra da bütün Irak’ı yerle bir eden Washington tarafından öldürülerek saf dışı bırakılmıştı.
Şimdi de benzer bir durum söz konusudur.
Bir zamanlar dünya siyasetinin gelişmekte olan ülkeler içindeki yıldızı olan Tayyip Bey, simgesi olduğu “ılımlı İslam”ın öngördüğü uyumu, kâh istemeyerek, kâh da dürtülerinin kurbanı olarak isteyerek, sağlayamamış, çıkan sürtüşmeler de ayrılıkları derinleştirerek uçuruma dönüştürmüştür.
Tayyip Erdoğan’ın 15 yıllık AKP iktidarı döneminde, sürekli ve ısrarlı biçimde tırmanan otoriterlik grafiği AB gibi, ABD’nin de “Reis”in kimi zaman ima yoluyla kimi zaman da açık açık diktatör olarak tanımlanmasına yol açmıştır.
Bu arada Washington’ın dizaynında ve iktidara tırmanmasına katkıda bulunduğu modeli, artık saf dışı bırakmaya karar vermiş, bunun için düğmeye basmış olduğunu gizlemek gereğini bile duymamaktadır. Rıza Sarraf’ın başrolünde olduğu New York davasının da bu amaca yönelik olduğundan kimsenin kuşkusu olmasın!
***

Şimdi, ABD’nin yaratmak istediği görüntü şudur:
Türkiye’de gittikçe diktatörleşen Tayyip Erdoğan, aynı zamanda bütün insanlık için tehdit olan radikal İslamcı terörün de sponsorlarından biridir. ABD, demokrasi ve barış adına, ona karşı özgürlükçü muhalefete destek olmaktadır. Burada “özgürlükçü muhalefet”ten neyin ya da kimin kastedildiği hususu net değildir. Şimdiye dek Reis karşıtı ittifakın daha çok Gülencilerle oluşturulduğu görülmektedir.
Durum karşısında nasıl bir tavır almak gerekir?
Önce tanının doğru konulması gerekir. Türkiye’de demokrasi ve dünyada veya Ortadoğu’da barış Washington’ın umurunda değildir. Hatta bu iki konuda en büyük tehdit ABD’nin kendisidir.
Amerika, Tayyip Bey’i yeterince uyumlu bulmadığı için değiştirmek istemektedir. Tıpkı Bülent Ecevit’e yaptığı gibi...
Bu gerçeği açıkça görmek gerek.
Ama burada bir başka gerçeği de görmezden gelemeyiz.
ABD ile yeterince uyumlu olmadığı için hedef tahtasına oturtulan her iktidar, illa ülkenin çıkarlarını, bağımsızlığını koruyan antiemperyalist bir konumda olmak durumunda da değildir.
Tabii bu arada, ABD’nin oyununa alet olacak her türlü davranıştan özenle kaçınırken, son günlerin ateşli antiemperyalist kesilen kimilerine de şu soruyu sormamak da elde değil:
-Getirirken iyiydi de, şimdi götürmeye çalışırken mi kötü oldu?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

16 Aralık 2017 Cumartesi

Trump fare doğurdu - ALPER BİRDAL

Müjdeler olsun! Artık Wolverine Avengers’la birlikte yumruk sallayacak, X-Men Avatar’la hemhal olacak, Bart Simpson Mickey Mouse’un kuyruğunu çekebilecek. Bu hem Amerika hem de insanlık adına kutlu bir haber.
 Bunu dün Disney’in 21st Century Fox’u 52,4 milyar dolara almasına borçluyuz. Bu büyük birleşmenin toplam bedeli üstlenilecek borçlarla birlikte 61 milyar dolara ulaşıyormuş. ABD’nin rekabet hukukuna (tekelciliğe karşı yasalara) takılmazsa iki Hollywood devinin envanterindeki süper kahramanların melezlenerek çoğaltılması mümkün olacak. Bu sayede Disney’in cirosunun 75 milyar dolar civarına çıkacağı söyleniyor.

Gerçi kısa bir süre önce benzer bir çiftleşme hikayesi rekabet yasalarına takıldı. AT&T, HBO, CNN gibi kanalların sahibi Time Warner’ı 81 milyar dolara yutmak istedi, Adalet Bakanlığı dur dedi. Ancak Disney-Fox evliliğinde işe kahramanların en süperi el koydu, Beyaz Saray’dan Fox’un patronu Rupert Murdoch’a birleşme sonrası tebrik telefonu gittiği açıklandı.
New York Times birkaç gün önce Bay Başkanın günde 4 ila 8 saat arasında televizyon izlediğini yazmıştı. Bunun büyükçe bir kısmının Fox News olduğu tahmin ediliyor. Murdoch onu Disney’e vermedi, aksine cukkaya indireceği milyarlarla biraz daha tahkim edecek gibi görünüyor. Zira birleşmeden sonra haber kanallarına ve gazetelerine ağırlık verecekmiş. Oğullarından daha işe yaramaz olanının da bunun başına geçeceği söyleniyor. Diğeri oğlunu da Disney’e iteleyecek gibi. New York Times buna Murdoch’ın “Kral Lear anı” adını vererek Shakespeare’in mezarında ters dönmesine neden oldu.

Washington Post’a göreyse Disney’le Fox birleşmesi “eğlence ve medya” sektöründeki yoğunlaşmayı artıracak. Böylece sadece hibritlenmiş süper kahramanlara değil yeni yeni Trump’lara da sahip olabileceğiz.

Kaldı ki birleşmeye ilişkin haberlerde şu bilgi de veriliyor: Disney’in icra müdürü ve başkanı Robert Iger’in 2020 seçimlerinde başkan adayı olacağı konuşuluyormuş. Birleşmeyle birlikte bu plan rafa kalkmış. Bunu Iger’in daha garanti bir işe odaklanacağı şeklinde de okuyabiliriz; yeni yeni süper kahramanların yanında yeni yeni başkancıkları da kurgulayacaklar.

Zira mevcut olanı Murdoch kurguladı. Arkasına emlak baronlarını, finansçıları ve bilumum paraziti aldığına kuşku yok. Ama en nihayetinde prodüksiyonu yapan Murdoch’tı. Haziran ayında Guardian gazetesi Murdoch-Trump ikilisinin yetmişlere uzanan romantik ilişkisini uzun uzun yazmıştı. Aslen Avustralyalı olan Murdoch, önce İngiltere’de ardından da ABD’de bu yıllarda gazete yutmaya başladı. 1976’da New York Post’u satın aldıktan sonra, o zaman 30’lu yaşlarında ve yine zengin olan Donald Trump’ın yıldızını aynı gazetenin dedikodu bölümünde, Altıncı Sayfa’da parlatmaya başladığı söyleniyor. Ondan önce Trump sadece zengindi. Ondan sonra zengin ve ünlü oldu.
Uzun süre bu dedikodu bölümünde yazarlık yapan, dolayısıyla yıllar boyunca “Trump projesinde” çalışan bir gazeteci, Susan Mulcahy, 1988’de yazdığı kitapta Trump’ın “patolojik bir yalancı” olduğunu söylüyor. Murdoch içinse bunun bir önemi yok; Trump demek eğlence demek.
Yaratığının buralara kadar gelebileceğini o dönemde hayal etmiş midir bilemem. Ama başkan adaylığını açıklamasından hemen sonra Twitter’da, “Donald Trump bırakın tüm ülkeyi, arkadaşlarını utandırmayı ne zaman bırakacak” diye yazdığını biliyorum. Muhtemelen kendi yaratısının çirkinliğinden korktu.

Ancak Amerikan toplumunun gerçekle fanteziyi ayırt etme yeteneğini çoktan yitirdiğinin ayırdına varması fazla uzun sürmedi. Trump da pekala bir süper kahraman olabilirdi. Seçilmesinden hemen sonra New York’taki bir toplantıda kahramanını sahneye şu sözlerle davet etti: “Şimdi davet edeceğim adam, benim gibi geleneksel akla karşı çıkılması gerektiğine inanıyor, çünkü geleneksel akıl çoğunlukla akıllı değil”. Bu sözlerin ardından sahneden usulca indi, yaratığına hafif, pek de sevecen olmayan bir şekilde sarıldı, sahneyi ona bıraktı. Ve bundan bir yıl kadar sonra cukkaya indirdiği 50 küsur milyar dolar için ondan tebrik telefonu aldı.

Bu alışılageldik bir medya-iktidar ilişkisi meselesi değil. Bu, yalnızca ABD’de ve yalnızca Hollywood’da olacak bir olay. Bu bir prodüksiyon. Tüm dünyaya yutturulan bir prodüksiyon.
Bu prodüksiyon şimdi de Disney’in faresini doğurdu. Farenin ne doğuracağını 2020’de, belki de daha önce görürüz.

Alper Birdal / SOL

Adalet ve kalkınma - ORHAN GÖKDEMİR

Demokrat, doğru yol, ana vatan, refah, fazilet, milliyet, adalet, kalkınma… Türkiye’nin yakın dönemindeki sağ partilerin adları bu kelimelerden oluşuyor. Necmettin Erbakan’ınki önce “milli nizam”, sonra “milli selamet” adını taşıyordu. “Milli”yi Arapça aslına uygun olarak “din-şeriat” anlamında kullanıyordu rahmetli. Dolayısıyla gerçekte “dini nizam” ve “şerri selamet” peşindeydi. Ufak bir takiye vardı partisinin adında kendisine bakılırsa. Amacı örtüyor ve koruma sağlıyordu bu küçük yalan. Ama şurası tartışma götürmez ki Türkiye’nin en önemli dini partisinin adı bir yalanla örtülüydü.
Hangisi yalanla örtülü değil ki?

“Demokrat Parti” demokrat değildi. Vurup kırarak, saçıp dökerek bir tek parti rejimi kurmaya kalkıştı. Hâlbuki hala tek parti dönemini bitiren parti olarak söz ediliyor bu karanlık oluşumdan. Faşizan uygulamaları öyle bir hal aldı ki, sonunda askerler ve halk tarafından alaşağı edildi. 
Yerine kurulan “Adalet Partisi”nden geriye lideri Süleyman Demirel’in “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtmezsiniz” lafı kaldı. Sokakları esir almış faşist cinayetler karşısında dahi anca bu kadar adaletliydi beyefendi.
“Doğru Yol Partisi”, ismiyle müsemma, eğri büğrüydü. Tansu Çiller vardı başında, ömrünü de onunla tamamladı. Başka söze gerek var mı?
ANAP, “Anavatan Partisi” vatanı satanlarla doluydu. Ülkeye vahşi kapitalizmi o getirdi. Toplumu piyasa mekanizmasına o kurban etti. “Benim memurum işini bilir” ve “sen onu küçük Turgut’a anlat” sözleri kaldı arkasında. Birincisi hırsızlığın, ikincisi kaba sabalığın ve cehaletin kutsanmasıydı.
MHP, “Milliyetçi Hareket” paramiliter halk düşmanları yetiştirdi tarihi boyunca. Abdullah Çatlılar, Mehmet Ali Ağcalar, İdi Aminler hep onun içinden çıktı. Uzatmaları oynuyordu 12 Eylül’den bu yana. Siyasi ömrünü gerici yancısı olarak tamamlamak üzere. Tarihine bakın, bir tek “milliyetçi” tutumunu, bir tek “milli” işini bulamazsınız.
“Adalet ve kalkınma” adını taşıyor bugün iktidarda olan. Yancısı “milliyetçi hareket”. Alternatifi “iyi” parti. “İyi” dedikleri, işte bu karanlık tarihin bütün aktörlerinin bir sentezi olma iddiasında. Kötülüklerden damıtılmış bir iyi!
Bir de hepsini birleştiren ortak bir noktaları var: Antikomünizm! Adlarına bakın ve karar verin. Bu karşıtlıkları mantıklı değil mi?

***

Adalet ve kalkınma şiarıyla yola çıkanların 15 yılda geldikleri yere baksanıza. Ülke OHAL zulmü altında. Devlet imamlar tarafından ölü ele geçirilmiş. Yargısı tepelenmiş, yasaması kendini savunmaktan aciz hale düşürülmüş. İdaresi bile gasp edilmiş bir devlet bu. Başbakanı başbakan değil, bakanı bakamıyor, belediye reisi merkezden atanıyor.
Acıklı adalet manzaraları ortaya çıkıyor haliyle.
Bakın mesela, Gezi gazisi Aydın Aydoğan’ın canına tak etti ve bir dilekçe yazıp savcılığa verdi. Halkın yarısına her gün hakaretler yağdıran siyasetçiden şikâyetçiydi. Dilekçeyi verdikten sonra adliyeden çıkar çıkmaz "kişilerin huzur ve sükûnunu bozma" suçlamasıyla gözaltına alındı. Şikâyet dilekçesi verenin suçlu olduğunu iddia ediyordu sistem. Bu, sağ siyasi iktidarlar dönemi için bile bir yenilikti.
Bakın mesela, Damat Bakan Berat Albayrak, CHP'li Özgür Özel'in "Cemaat okullarında okuduğu" iddiası üzerine söz alıp, "35 sene içerisinde Cemaatin yüzlerce okulunda okuyan yüz binlerce, milyonlarca gencin bir tanesiyim" dedi. Bakanlığı sırasında cemaatçi kuruyemişçiden fındık fıstık alan, cemaatçi bankadan ihtiyaç kredisi isteyen, parasızlıktan çocuğunu cemaat okuluna-yurduna kaptıran garibanlar içeride çile dolduruyordu hâlbuki. Ellerinde hiçbir delil olmamasına karşın okulları, bankaları, şirketleri, gazeteleri, baklavacıları, börekçileri cemaatçi diye kapattılar. Berat Bey açık kaldı.
Bakın mesela, Almanya’da AKP Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı Metin Külünk’ün “Almanyalı Osmanlılar” adındaki çete oluşumuna para verdiği öne sürüldü. Ülkedeki resmi raporlara göre bu çete AKP tarafından PKK, aşırı solcular ve Gülen hareketine karşı “terörle mücadele faaliyeti” yürütmek üzere kurulup desteklenmişti. Gelin görün ki çete üyelerine uyuşturucu, silah ticareti, kara para aklama, şantaj, belgede sahtecilik gibi suçlamalar yöneltiliyor. Örgütün eski lideri de halen başka suçlamalar nedeniyle tutuklu… Devletin MİT’ini, polisini, askerini bitirmişler, “terörle mücadele” bu kahvene pişbirikcilerine kalmıştı.
Bakın mesela, yolsuzluğa bulaşan dört bakana yurt dışına çıkış yasağı konulduğu haber edildi geçen hafta. Hayır, yasağı mahkeme değil saray koymuştu. Ana muhalefet partisi başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, ABD’de yargılanan ve yasaklı dört eski bakana rüşvet verdiği iddia edilen Rıza Sarraf'a devletle ilgili sırların dönemin hükümeti tarafından verildiğini söyleyerek, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı rüşvet dosyalarını kapatmakla suçladı. Kime soruşturma açıldı dersiniz? Kemal Kılıçdaroğlu’na… Ama Kılıçdaroğlu’nun açıkça işaret ederek, “evi basılsın, ofisi aransın, tutuklansın” diyen Külünk’e ve “bittin sen” diye tehdit eden İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya herhangi bir soruşturma açılmadı.
Bakın mesela, eski Adalet Bakanı, yeni Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, halen Meclis tutanaklarında yer alan Fethullah Gülen'i övdüğü sözleri tekrar gündeme getiren kişilerin “FETÖ'nün teröristleri” olduğunu söyledi.
Ne yapacaksın? Yargıyı önce AKP’ye sonra saraya teslim ettiler. Yüksek yargı çay toplamaya gitti ve ondan sonra sesi sedası kesildi. Şimdi KHK ile doğrudan saraya bağlamaya çalışıyorlar. Yüksek yargıçları saray atayacak ve ömür boyu görevde kalacak arkadaşlar. Yargı düzeni böyle. Artık en ağır suç Cumhurbaşkanına hakaret. Tacize, tecavüze uğrayana, uyuşturucu kullanana, adam dövene, tehdit edene bakmıyor güvenlik kuvvetleri. Mağdurlar saldırganları sosyal medya üzerinden arıyor. Önceki gün Küçükçekmece’de sokak ortasında silahlı 30 kişi çatıştı. Bir çocuğun ölümüyle sonuçlanan çatışmanın ardından 14 tabanca ve bir otomatik tüfek bulundu olay yerinde. Bu işlere dönüp bakmayan polis o sırada Ankara’da işini geri almak için direnen Veli Saçılık’ın olmayan koluna kelepçe takmaya çalışıyordu. “Adalet ve Kalkınma”nın adaletidir...

***

Ne kaldı geriye? Kalkınma…
AKP’li Çalışma Bakanı’nın işçiden fedakârlık beklediğini söylemesinden iki hafta sonra iyi haberler geldi o konuda. Yüzde 11 büyümüştü ekonomi.
Önce işçiden fedakârlık isteyen bakanın sözlerine, sonra TÜİK açıklamasına bakın. Ekonomik büyümenin işçinin fedakârlık yapmasına engel bir durum teşkil etmediğini hemen anlayacaksınız. Büyüme rakamları büyüyor. Onunla birlikte AKP’nin harcamaları, Sarayın harcamaları, Diyanet’in harcamaları büyüyor. İddialarına göre Türkiye de büyüyor ama yoksulun, emekçinin, işçinin bütçesi sürekli küçülüyor. Ekonomi büyüdü. Saraydaki harcamalar eleştirilince “itibardan tasarruf olmaz” diyenler, Saraya, Diyanete, patrona, TÜRGEV’e ülkenin varını yoğunu “pişkeş” çekenler ve yancılarına dönüştürdükleri büyük patronlar sevinçli.
Ekonomi büyüdü ama onunla birlikte enflasyon, işsizlik, cari açık da büyüdü. Bunların ekonomileri böyledir, her şeyleri böyledir.
Sağ partilerin tarihinin özetidir yalan. Bir de o yalana özenen sözde “sol” partiler vardır etrafta. Külli yalandır.

***

Yalan ve talanla yürüyen bir düzenin siyasi özetidir bu. O düzen adı yalan, kendisi yalan siyasal partiler üretir. Hepsi birbirine benzer, hepsi bir ve aynıdır.
Bırakın yalanla oyalanmayı. Adalet ve kalkınma patron yancılığının, dinci gericiliğin, ölçüsüzlüğün değil, eşitliğin ve özgürlüğün türevi olabilir ancak.
Onlar antikomünistse siz komünist olacaksınız mecbur!

Orhan Gökdemir / SOL

İngiliz zırhlısından ülke yönetmek - IŞIK KANSU

Saray’dakinin epeydir tek derdi, tasası Lozan Antlaşması oldu. Yerli yersiz, zamanlı zamansız Lozan’ı eleştiriyor, yenilenmesini istiyor, değiştirilsin diye üsteliyor.
Durup dururken “Musul, Misak-ı Milli’deydi, Lozan ile vazgeçtik” diyor sözgelimi.
Kim veriyorsa bu akılları ona, tam bir bilmezlik örneği. 


Oysa, cesur yurtseverliği yüzünden aramızdan alınan Uğur Mumcu, Musul’un nasıl elimizden çıktığını ta 1992’de yazmıştır:
“Kurtuluş Savaşı’nı yürüten lider kadrosu, Batı’da Yunan ordusu ile savaşırken, 6 Mart 1921 günü ‘Koçgiri Ayaklanması’ ile karşılaştılar. Bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra Hakkâri çevresinde yaşayan Nasturiler, İngiliz uçaklarının desteğinde 7 Ağustos 1924 günü ayaklandılar. Nasturi Ayaklanması, 28 Eylül gününe kadar sürdü. Aynı günlerde Erzurum’da Şeyh Sait Ayaklanması hazırlıkları tamamlandı. Ayaklanma, 1925 yılı Şubat ayında başladı, bu ayaklanma da bastırıldı. Bu ayaklanmalar sonunda Musul, Türkiye’nin elinden alındı.
Bu ayaklanmaların bir tek galibi vardı. O da İngiltere’ydi!”

 

Saray’daki; Atatürk’e, Lozan kahramanı İsmet İnönü’ye söylemedik söz bırakmazken, bugün Diyarbakır meydanında; İngilizleri arkasına alıp gerici isyan çıkaran, Cumhuriyet’e karşı ayaklanan işbirlikçi Şeyh Sait’in heykeli yükseliyor. 

Kafa, aynı kafa çünkü... 


Anımsayınız: Bundan bir önceki AKP’li Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’yi ziyaret eden İngiliz Kraliçesi ile görüşmek için İstanbul limanına demirleyen İngiliz “MMS Illustrious” uçak gemisine çıkmıştı.
İstanbul’un işgali sırasında Boğaz’daki İngiliz zırhlılarına “Geldikleri gibi giderler” diyen Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı ile uğraşmaları ezelden ebede mayalarına yerleşmiş bir kere. Üstlerinden atamıyorlar.


‘Politika meselesi’ olarak Kudüs
 
Falih Rıfkı Atay, “Zeytindağı” kitabında, 1. Dünya Savaşı sırasındaki Kudüs’ü anlatırken bu kentin “Ortodoks Petersburg, Protestan Berlin, dinsiz Paris, Katolik Roma ve Anglikan Londra’nın politika meselesi” olduğunun altını çizdikten sonra şu betimlemeyi yapar:
“Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Müslüman Araplar ise, bu efendilerinin hizmetindedirler. Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer.”
Falih Rıfkı, Müslümanlarca kutsal toprakları savunmak için gönderilen on binlerce Anadolu çocuğunun “iskorpitten çürüyüp düşen ağızlarının yaraları içinde kavrulmuş çekirge çiğnemeye çalışarak” savaştıkları dönemde Arap çöllerindeki durumu şöyle anlatır:
“Aşiretlerin bulunduğu çöller içine henüz paradan büyük Allah girmemiştir. Para uğruna yapılan her şey, Allah uğruna yapılmış gibidir.”
Arap şeyhleri, emirleri, Osmanlı altınını ceplerine atar, yemeğini yer, atlarını çalıp İngilizlere satarken Anadolu’dan gönderilen Ahmet’ler, Falih Rıfkı’nın deyimiyle “Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi” görüyor, evlerinden, yurtlarından çok uzak çöllerde çürümüşlerdir.
 


Geçmişten ders almayı bilmeliyiz. 

Biz, mazlumluktan kurtulmak için dünyaya “bağımsızlık savaşı” ile örnek olmuş bir ulusuz.
Putin’in, Papa’nın, Trump’ın “politika meselesi”nden bize ne?
Onlarla her alanda ortaklık kuran Arap şeyhleri, kralları, prensleri düşünsün...


Işık Kansu / CUMHURİYET

Suudi der ama yapmaz, yapamaz… - MUSTAFA K. ERDEMOL

ABD Başkanı Donald Trump’ın ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıma kararını açıklamasından sonra Suudi Arabistantepki” göstermekte gecikmemişti. Riyad’da Kral Salman bin Abdülaziz ile “kılıç dansı” yapan Trump’ın kararı karşısında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanlığı acilen uyarıda bulunarak, alınan kararın “tehlikeli etkileri” olacağını bildirmişti örneğin.
Uyarı(!) bununla kalmamış, Trump’ın Kudüs kararının Filistin sorununda “kesin çözümün” önüne geçeceğini, tüm dünya Müslümanlarını kışkırtacağını da söylemişti Suudi Arabistan. Krallık Filistin’in meşru haklarının verilmesi için uluslararası bir çağrıda da bulunmuştu.
İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) zirvesinde Filistin Başbakanı Mahmud Abbas’ın yaptığı açıklamaya göre de, Kral Salman, Abbas’a Trump’ın Kudüs kararını kınadığını belirtmiş, krizin çözülmesi için Krallık’ın bir reçetesi olduğunu vurgulamış, sonra da ‘Başkenti Kudüs olan bir Filistin devleti olmadan çözüm olmaz. Bunun dışında kimsenin söylediğine kulak asma’ demiş.

Aferin’ diyesi geliyor insanın ama bunlar tipik Suudi palavracılığının en taze örnekleri. Kudüs gündemli toplanan İİT toplantısına katılma tenezzülünde bile bulunmadı biliyorsunuz Suudi Kral. En azından “hızlı veliahtMuhammed görünebilirdi ama o da yoktu tabii İİT toplantısında. Kudüs krizi Trump’ın kararıyla aniden patlamış bir eski bir “kriz” aslında. Yıllardır, 91’den beri İsrail Kudüs’ü başkent ilan etmiş, bu durum o günden bugüne “İslam dünyası”nda, Türkiye dahil, “sessiz” bir kabul görmüştü neredeyse.

Başta Suudiler olmak üzere “İslam dünyası”nın gündemi şu sıralara “kendi içlerindeki düşmanlıklar”. Suudi Arabistan ile takipçisi diğer uyduruk prensliklerin hedefinde İran var. O kadar büyük bir İran düşmanlığı içindeler ki, İsrail ile eskiden dolaylı olan ilişkileri artık “aleniyet” kazanmış durumda bunların. Bu konuda açık tutum alan ise Suudi Arabistan tabii ki. Krallık’ın veliaht prensi Muhammed bin Salman, İsrail adına daha bir kaç hafta önce, Filistin Başbakanı Mahmud Abbas’ı tehdit etmişti; ‘sınırlı bir egemenliği kabul et, Kudüs konusunda ayak diretme’ diye.

Dahası, başta istihbarat paylaşımı olmak üzere Suudi Arabistan ile İsrail İran’a karşı yeni işbirliği anlaşmaları bile yaptılar kimi kaynaklara göre. İsrail’den, önce Suudi baş müftüsüne, ardından veliaht prense davet geldi. İsrailli bir ordu yetkilisi de ülke tarihinde ilk kez bir Suudi yayın organına demeç verdi. Yani ilişkiler gayet iyi. Aynı durum BAE, Mısır için de geçerli. Bu ülkeler de İsrail ile gayet iyi ilişkiler içindeler.

Suudi Arabistan, ABD’nin Kudüs kararının “tehlikeli etkileri” olacağına gerçekten inanıyorsa, bunun Filistin sorununda çözümün önünü kesecek bir karar olduğunu düşünüyorsa, İslam dünyasını kışkırtacağı endişesini taşıyorsa, nihayet “Başkenti Kudüs olan bir Filistin devleti olmadan çözüm olmaz” diye inanıyorsa bu dile getirdiklerine ilişkin pratik olarak attığı bir adım var mıdır peki?
Örneğin, İran nedeniyle İsrail’le işbirliğine ihtiyacı varsa, İsrail’in de aynı nedenle Suudi Arabistan’a ihtiyacı olduğunu düşünüp İsrail’le her türlü ilişkiyi kesmeyi düşünmez mi Kral Salman?

Kudüs madem bu kadar önemli, mezhep kavgalarını bir kenara bırakıp İsrail’e karşı tutum almada öncülük yapmayı “hızlı veliaht prens” gerçekleştiremez mi?
Tabii ki hayır.
“İslam dünyası”nda parasından başka hiçbir şeyi olmayan, işgalci olduğu Yemen’de büyük kayıplar yaşayan, karıştırmak istediği Lübnan’da her şeyi yüzüne gözüne bulaştıran Suudi palavra Krallığı herhalde İsrail’den daha iyi anlaşabileceği başka bir ülke bulamayacak Ortadoğu’da.
Hele Yemen’de, İran yanlısı Husilere karşı ABD ile İsrail’den hem istihbarat hem de askeri açıdan bunca destek aldığı bir zamanda açıkça İsrail karşıtı bir tutum alamayacak.

Sadece “durum tespiti” yapacak, Abbas’a “gaz verecek” ama hiçbir şey yapamayacak.

Asla.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Az partili demokrasi - NAZIM ALPMAN

Uzun yıllar ülkemizde rejim tanımlamaları yapılırken şu özen hep gösterildi: »Çok partili parlamenter demokratik hayatımızın ‘vazgeçilmez’ temel unsurları olan siyasi partiler…

Vazgeçilmezlik konusundaki içtenlik ara sıra göz ardı edildi, siyasi partilerden vazgeçtik!
Bu vazgeçme dönemlerinde iktidara askerler ele koymuş olurlardı. Ancak katiyen kalıcı olmadıklarını baştan belirtirlerdi: »En kısa zamanda demokrasiye geçireceğiz!
Milletçe bu “geçirme” dönemini izlerdik. Askerler dediklerini yaparlar, demokrasiye geçirir giderlerdi.

Rejimin uğradığı bu taarruzlar, haliyle derin izler de bırakırdı. İçlerinde bu satırların yazarının da dahil olduğu münafıklar, cuntalardan bıkmışlıklarını şöyle ifade ederlerdi: »Çok Darbeli Parlamenter Demokrasimiziiinn…
Devamını getirmek de okurlara düşerdi: Vazgeçilmez temel unsurları olan siyasi partilerden vazgeçtik!Askerî darbelerin onar yıllık aralarla periyodik hale geldiği dönemler, AKP’nin 2002 seçim zaferiyle sonlandı.
Ülkemiz yeni bir demokrasiye geçti. Milli değerler manevi değerlerin ambalajına sarılıp, okundu, üflendi, tütsülendi ve dualar eşliğinde yürürlüğe konuldu.
Askerî darbeler olmaması için önlemler alındı. Hiç darbe yapmamış askerler, yapabilme ihtimalleri gözönüne alınarak, yargılandılar.
Önce müebbet hapis cezalarına çarptırıldılar, sonar beraat ettirildiler.

Artık sivil, seçilmiş, bağımsız, bağlantısız (bunu demokrasi ile her türlü bağını koparmış olarak okuyanlar da var) pirüpak bir rejim ortaya çıktı. »Cumhurbaşkanlığı Hükümet Rejimi!
Bu yeni sistemde net bir vaziyet ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı söylüyor, herkes onu dinliyor! Eğer dinlemeyen, söylediklerine inanmayan, hatta ona karşı görüş belirten olursa anında bağımsız yargı devreye giriyor: »Cumhurbaşkanına hakaret etmekten dolayı Türk Ceza Yasasının….
Böylesi suçlamalara muhatap olanlar “ama o, herkese hatta anamuhalefet partisi liderine bile ağır hakaretler ediyor” diye itiraz ettiklerinde, adalet mekanizmasının başı devreye girip, izahat veriyor:
»Cumhurbaşkanımız o sözleri AKP Genel Başkanı şapkasıyla söylemiştir!

Böylece her şey yerli yerine oturuyor.
Yeni demokraside hakarete uğramak normal bir eylem olurken; itiraz edip “O sensin” demek doğrudan makama hakaret anlamına geliyor.
Sadece küçük bir sorun oluşuyor. Parlamento açık… İçinde partiler ve onların milletvekilleri var. Milli iradenin yüce çatısı altında olur olmaz konuşmalar yapılıyor. Bu işlerin da hale yola konulması lazım. Nasıl olacak?
Sayın Cumhurbaşkanı birlik ve beraberlik formülünü açıklarken ipuçlarını veriyor: »Tek devlet, Tek millet, Tek bayrak, Tek vatan…
Bu umdelere bir de şu eklenebilirse, bütün sorunlar kendiliğinden çözülecek: »Tek parti!

Şimdilik bu erken olabilir. Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın ülkesini Avrupa Birliği’ne karşı savunurken sarfettiği bir görüş vardır: »Özgürlükçü olmayan demokrasi!

Bu yolda ilerleyen ülkeler için “geçiş dönemi” olarak, bir ara formül düşünülebilir:»Az partili demokrasi!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Türkiye’nin başı hiç olmadığı kadar dertte - ERK ACARER

Toplanan paralar, Türkiye sınırına ulaştırılıyor ve sınırdan Suriye’deki aracılara aktarılıyor. Bu aktarım, nakdi para ya da silah olarak gerçekleştiriliyor. Neden Suud ya da Irak sınırından değil de Türkiye sınırından?
Çünkü Türkiye sınırları risksizdir…”
Bunlar, Hamide Yiğit’in, Tekmili Birden IŞİD kitabının tanıtım metninde geçen satırlar. Kitap sadece içeriğiyle değil adıyla bile mesajı veriyor. İslamcı Sünni örgütlerin, dahası onlara yardım ve yataklık eden resmi kurumların hepsi aynı çizgide!

‘Reina’ 2 konuyu deşifre etti
Yeni yıl gecesinde 39 kişinin öldüğü, 79 kişinin ise yaralandığı Reina katliamı 2’nci duruşmasında konuşan tutuklu sanık Abdülhamid Abdülaziz, Ahrar-uş Şam’a bağlı Sultanabdülhamid Türkmen Tugayı ile görüşmek için Reyhanlı’dan geçtiğini ve 15 gün onların arasında kaldığını söyledi. Bu itiraflar, aynı davanın ilk duruşmasında katliamı gerçekleştiren Abdulkadir Masharipov’un eşinin; kocasının saldırı öncesine kadar haftanın 4 günü Türkiye’de medreselerde çocuklara ders verdiğini söylemesi kadar önemli.
 Masharipov’un eşinin söyledikleri, ülkede Selefilere, Selefi örgütlere karşı denetimsizliğin, ötesinde müsamaha ve yol vermenin ne boyutta olduğunu gösteriyor. ‘Nasıl kuşaklar yetişiyor’ sorusu da bu kapsama ilişkin. Sanık Abdülaziz’in itirafını ise bambaşka bir noktaya ulaşıyor. Şu meşhur MİT TIR’ları meselesi yeniden önem kazanıyor. IŞİD’ci sanığın misafir olduğu Sultanabdülhamid Türkmen Tugayı; MİT TIR’ları konusunda iktidarı aklayan net bir açıklama yapmıştı: ¨Bize geliyordu.

Halen destek var
2015 yılında röportaj yaptığımız bir Ö.S.O.’cu özetle; Özgür Suriye Ordusu’nun, Cephet-ül Nusra, Sultan Murad Tugayı, Abdülhamid Tugayı, Ahrar-uş Şam, Ceyş’ul İslam, Tevhid Tugayı, Sukur-uş Şam, Liva-ul Hak, Ensar-uş Şam, Kürt İslam Cephesi, Ensar Muhammed gibi bileşenlerden oluştuğunu aktarmıştı. Aynı militan, IŞİD ve Ö.S.O. arasındaki savaşçı ve lojistik geçişgenliğine de değinmeşti. Bunların tümü halen Türkiye tarafından tanınan ve desteklenen oluşumlar. Öyle ki bu gruplar, yakın bir zaman önce Suriye Dostları çatısı altında birleşti ve ilk toplantıları Antep’te yapıldı.
Başa döner, meseleyi Tekmili Birden IŞİD ‘aynılığı’ndan ele alırsak, durumun ülke açısından ne kadar vahim bir boyutta olduğunu da görebiliriz. Radikal İslam’ın tasfiyesinin yüksek sesle tartışıldığı bir dönemde, tüm Dünyada, Türkiye’nin ‘Selefilerin abisi’ olarak görülmesi sadece düşündürücü değil aynı zamanda çok da tehlikeli.

Türkiye’de gizleniyor ama…
Avrupa Birliği’ne (AB) bağlı, Conflict Armament Research-CAR (Silahlanma Araştırma Kurumu) tarafından 3 yıl boyunca 50 bine yakın silahın incelenmesi ile oluşturulan rapor can sıkıcı. Buna göre IŞİD’in silah yaparken kullandığı hammaddelerin ana kaynağı Türkiye. Yargılandığımız Sarin Gazı davası ile ne kadar doğru orantılı bir rapor.

Suriye Guta’da 21 Ağustos 2013 yılında gerçeklesen, 1300 kişinin yaşamını yitirdiği saldırıda kullanılan malzemelerin ‘istihbarat denetiminde’ Türkiye’den gittiği ile sürülmüştü. Bu arada yine 2013 yılında Adana’da başlatılan önemli bir soruşturma kapsamında aynı ilde sarin gazı yapımında kullanılan malzemelerle yakalanan Hytham Quassap (Heysem Kassap) ve beraberindeki 12 kişi yakalanmış ve 7’si serbest bırakılmıştı. Elbette hepsi kaçtı. CHP Vekili Ali Şeker’in başından beri davaya müdahil olmak istediğini ama bu isteğin Yargıtay’dan da döndüğünü belirtelim.
Son olarak ‘aynılığı’ daha korkutucu bir boyuttan ele alan bir belgeden aktaracaklarımızla bitirelim. IŞİD’in Elazığ yapılanması, bombacı hücresi Adıyaman ve katliam birimi Antep’le yakın ilişkili. Elazığ iddianamesinde yer alan 15 kişiden 5’inin İnsani Yardım Vakfı (İHH) üyesi olması ve Suriye’ye adam taşıması düşündürücü.

Türkiye’nin içeride ve dışarıda başının sanıldığından da büyük dertte olduğunu görmek zor değil.

Mızrak çuvala sığmıyor deyiminin çok ötesindeyiz.

Erk Acarer / BİRGÜN

15 Aralık 2017 Cuma

Faizler: Finans kapitale yenik düşmek - KORKUT BORATAV

Fiilen ve yasal olarak sınırsız yetkilerle donanmış Cumhurbaşkanı faizlerin düşürülmesini istiyor; sonuç alamıyor.
Niçin?
Kısa bir panoramayla açıklamaya çalışacağım.

Özal Becerdi; AKP Çaresiz…    

Bilinenleri hatırlatayım: Turgut Özal 24 Ocak 1980 ile 1988 arasında ekonomi politikalarına damgasını vurdu. Neoliberalizmin sınıfsal işlevine öncelik verdi: 12 Eylül rejiminin ve yeni Anayasa’nın getirdiği imkânlar sonuna kadar kullanıldı; ücretler çarpıcı boyutlarda aşındı; ihracatta rekabet gücü desteklendi.
Bu stratejik politikanın ötesinde Özal, karmaşık konuları basite indirgemeyi severdi. Sık tekrarladığı bir slogan örnektir: Reel faiz, gerçekçi kur…
Bu sloganın “reel faiz” terimi, “rantiyelere (banka mevduatına) enflasyonu aşan faiz”  kuralını içerir. 1980 öncesine bir tepki söz konusudur. Önceki yıllarda rantiyeler değil, üretken sermaye gözetilirdi. Mevduat faizleri enflasyonun gerisinde seyrederdi; krediler de bu sayede “ucuz” kalırdı.
Özal’ın “gerçekçi kur” ifadesi ise, “ihracatta rekabet gücü” önceliğini yansıtır. Basit bir kural izlenir: Döviz fiyatları enflasyonun üzerinde seyredecek; asla gerisinde kalmayacaktır. Rekabet gücü, böylece, hem reel ücretlerin düşmesi, hem de enflasyonu aşan döviz fiyatları sayesinde artacaktır.
İhracatçılara ikili bir nimet sunuluyor: Ucuz emek, pahalı döviz… Kredi faizleri ise enflasyonu fazlasıyla aşmaktadır; “pahalıdır”; banka sahibi olmayan, iç piyasalara dönük şirketler, finans sermayesine (bankalara, rantiyelere) yenik düşmüştür.

Özal, “reel faiz, gerçekçi kur” ikilisini başardı mı? Döviz fiyatlarına bakarsak evet…
TCMB’nin (iç ve dış enflasyon farklarını da dikkate alan)  “reel efektif döviz kuru” istatistiklerinden hesaplayalım:1980-1988 arasında döviz sepeti yüzde 60,2 oranında reel olarak pahalılaşmıştır. Bu, TL’nin reel olarak %37,8 oranında değer yitirdiği anlamına gelir.
Turgut Özal’ın “gerçekçi kur” politikası başarılı olmuş; reel ücretlerdeki düşmeyle de desteklenerek Türkiye’nin rekabet gücünü yukarı çekmiştir.
Özal’ın enflasyonla mücadele davası yoktur. Yüksek enflasyon, ayrıca, ücretlerin aşınmasına da katkı yapmaktadır. Enflasyonu olduğu gibi kabul etmekte; hem faizlerin, hem de döviz fiyatlarının enflasyonu aşmasını sağlamaktadır.

Peki, bugünün güçlü Cumhurbaşkanı, faizler söz konusu niçin çaresiz kalmaktadır? Özal’ın hangi becerilerinden yoksundur? Yanıt: 1980-1988 arasında sermaye hareketleri denetlenebiliyordu. Neoliberal rejimin bu aşaması henüz gündeme getirilmemişti.
Yüksek bir devalüasyondan sonra dış ticaret rejimi kısmen serbestleşmişti. Buna karşılık Türkiyeli şirket, banka, rantiyelerin dıştan borçlanmaları ve ülke dışına servet aktarımları kısıtlı tutulmaktaydı. Ekonominin dış finansman gereksinimi büyük ölçüde resmî kredilerle ve doğrudan yabancı sermaye girişleri ile karşılanıyordu.

1989’da neoliberalizmin bir ileri aşamasına geçildi; sermaye hareketleri üzerinde kısıtlamalara son verildi. Dışa açılma genişledikçe siyasi iktidarın ülke içindeki seçenekleri sınırlanıyordu.
Cumhurbaşkanı’nın ve AKP’nin bugünkü   çaresizliğinin bir nedeni, Özal sonrasında gerçekleşen finans kapitale teslimiyeti (“serbest sermaye hareketleri” düzenini) devralması; benimsemesidir.
Koalisyonlar Becerdi; AKP Niçin Çaresiz?
1990’lı yıllarda Türkiye’yi koalisyonlar yönetti. İşçi sınıfı ve sendikalar Özal döneminin bölüşüm ilişkilerini tersine çevirdi; ücretlerdeki on yıllık gerileme kısmen telafi edildi.  Sermaye hareketleri de bu ortamda serbestleşti.

İktisat derslerinde artık öğretiliyor: Sermaye hareketlerini serbestleştiren bir çevre ekonomisi, faizleri veya döviz fiyatlarını belirleyebilir; ikisini birden değil… Neoliberal modeli bir adım ileri taşıyan koalisyon hükümetleri, bu nedenle Özal’ın hareket serbestliğini yitirmiş oldu.
1990-1997’de dört nala  enflasyon yaşandı. Fiyat artışlarının yıllık ortalaması yüzde 78’dir. Hükümetler enflasyonu sineye çekti; döviz fiyatları hedeflendi; faizler bankalara (serbest) bırakıldı. Böylece TL’nin aşırı değerlenmesi ve rekabet gücünün aşınması önlenecek; ayrıca, döviz piyasalarında patlak verecek bir finansal kriz frenlenebilecekti.

Başbakan Çiller bir ara dövizlerle yetinmedi, faizleri de (aşağı çekerek) belirlemeye kalkıştı; cezalandırıldı: Sonuç, 1994 finansal krizidir… Hükümet hizaya geldi; sadece döviz kurunu hedefleme seçeneğine dönüldü.

Bu hedefin  başarıldığı söylenebilir: TCMB’nin “reel efektif kur” istatistiklerine dönelim: 1997’de dövizin reel fiyatı, 1990 düzeyini  yüzde 2,6 oranında aşmıştır. Yani, yedi yıl boyunca TL’nin reel değeri hemen hemen değişmemiş; rekabet gücünün bu açıdan aşınması önlenmiştir.
Biraz da bu nedenle Türkiye’nin 1990-1997 yıllarında toplam cari işlem açığının dolarlı milli gelire oranı yüzde 1’i aşmamıştır. Ağır, kronik cari açığın oluşması, yerleşmesi AKP’li yıllarda gerçekleşecektir.

Peki, koalisyonlar döneminde döviz veya faiz arasında seçim yapabilen hükümetler bugün bunu niçin yapamıyorlar? Faiz oranlarını niçin belirleyemiyorlar?
Zira, 1990’lı yıllarda finans kapital (ve IMF), merkez bankalarından bugünkü kadar talepkâr değildi. Kural biraz esnekti: “Faiz veya dövizden birini hedefleyin; ikisini birden değil…”
2000 sonrasında finans kapital yeni bir kural koydu: “Sıkı para politikası (yüksek faizler) ile enflasyon hedeflemesine geçin…”
AKP bu aşamayı sineye çekerek iktidar olduğu için koalisyon yıllarının hareket serbestliğini yitirmiş oldu.


Enflasyon Hedeflemesi ve AKP’nin Çaresizliği…

Finans kapitalin yeni yüzyılın başlarında tüm dünya için yaygınlaştırdığı enflasyon hedeflemesi, her yerde bağımsızlaşan merkez bankaları tarafından uygulanacak; “Güney” ülkelerinde gözetimi IMF’de olacak; kredi derecelendirme kurumları (Moody’s vd) da bekçiliği üstlenecektir.
2000 sonrasında Türkiye ile IMF arasındaki anlaşmalarda aynı çerçeve benimsendi, sürdürüldü. TCMB tarafından uygulanacak olan bu program, Cumhurbaşkanı’nın on yıl sonra ortaya atacağı “faizleri düşürme” önceliğini peşinen geçersiz kıldı.
Hatırlatalım: 2001’de TCMB yasası değişti; Banka bağımsızlaştı; “fiyat istikrarını sağlamak” (enflasyonla mücadele) temel amaç olarak belirlendi. AKP, IMF programını aynen üstlendi; sürdürdü; 2005’te yeniledi.

“Enflasyon hedeflemesi” programını özetleyelim: TCMB politika faizi enflasyon üstünde belirlenecek; döviz kuru ise serbest (dalgalı) bırakılacaktır. Daha kestirme bir ifade kullananlar da var: Yüksek faiz, ucuz döviz politikası…
Türkiye gibi büyük çevre ekonomilerine dönük amaç nedir? Bir kere, siyasî iktidarların döviz fiyatları ile oynayarak (“kur savaşları” ile) dış rekabeti artırma seçeneğini önlemek… İkinci olarak da spekülatif  finans kapital için pozitif (“enflasyonu aşan”) getiri vadeden bir ortamı güvenceye almak…
Hem TCMB’nin, hem de AKP’nin  “enflasyon hedeflemesi” kuralını açıkça  benimsediğini gösteren örnek mi istiyorsunuz:  Hükümetin 2018-2020 Orta Vadeli Program belgesine (s.22’ye) bakın: “Enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olarak korunacak[tır].” TCMB’nin, para politikası belgelerinin tümünde (sonuncusu 5 Aralık tarihlidir), aynı ilke açıkça savunulmaktadır.
Cumhurbaşkanı “faizler indirilmeli” kampanyasını sürdürürken, hükümet ve Merkez Bankası tam aksini vadetmekte, uygulamaya çalışmaktadır.

Enflasyon hedeflemesi, AKP iktidarının ilk beş yılında Türkiye ekonomisi üzerinde adeta bir “şok” yarattı ve kalıcı yapısal sonuçlar doğurdu. Dünya ekonomisinde sermaye hareketleri canlanmaktaydı. Program gereği dalgalanmaya bırakılan döviz fiyatları düştü. TCMB’nin reel efektif kur verilerine tekrar bakalım: 2002-2007 arasında döviz sepetinin reel fiyatı yüzde 17,7 oranında ucuzladı; bu TL’nin yüzde 21,5 değerlenmesi anlamına geldi. 2003-2007’de yabancı sıcak para, yüksek faiz ile ucuzlayan döviz hareketlerinden yararlanarak dolar üzerinden ortalama %31 getiri sağladı.
Sonraki yıllara da taşınan sonuçlara sadece değinebilirim: Ucuzlayan dövizli krediler, şirketleri, bankaları dış borçlanmaya yönlendirdi. Pek çok sanayi kolu dış rekabet karşısında daraldı; tasfiyeye uğradı. Dış açıklar yükseldi; kronikleşti. 2010-2015 döneminde cari açıkların dolarlı milli gelir toplamına oranı yüzde 6’ya ulaştı.

Tekrar soralım: Olağanüstü yetkilerle donanmış olan Cumhurbaşkanı faizleri niçin indiremiyor? Son aşamadan başlayarak adım adım geriye gidelim:
AKP, finans kapitale teslimiyetin son adımı olan TCMB’nin bağımsızlığını,  ayrıca da enflasyon hedeflemesini benimsediği; resmi belgelerde bu yükümlülüğü doğruladığı için..
Finans kapitale bir önceki, daha da kritik  teslimiyet aşaması olan serbest sermaye hareketlerini sineye çekerek iktidara geldiği; bu teslimiyeti de her fırsatta doğruladığı  için...

Son Yenilgi Örneği

Finans kapitale teslimiyeti doğrulama örneklerinin sonuncusunu Aralık başında yaşadık.
Cumhurbaşkanı bir hiddet anında hükümeti uyardı: “Bazı iş adamlarının  varlıklarını yurtdışına kaçırma gayretlerinin olduğunu duyuyorum. Önce kabinemize sesleniyorum. Bunların hiçbirine çıkış izni vermeyeceksiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir.” (3 Aralık).

Finans kapitalin günümüzdeki temel kuralı (“serbest sermaye hareketleri”) terk mi ediliyor? Nasıl olur? Bir yılda 170 milyar dolar dış borç “döndürülecek”; buna 40 milyarlık cari açık finansmanı da eklenecek! Tepki geldi;  birkaç saatte dolar 4 TL eşiğine yükseldi.

Finansal kriz uyarısı Cumhurbaşkanı’nı tevile zorladı; teslimiyeti doğruladı: Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahip bir ülkedir. Herkes parasını yurtdışına çıkarabilir.” 
Kısacası Cumhurbaşkanı finans kapitale yenik düşmüştür ve faizleri bu nedenle aşağı çekememektedir.
Emperyalizmin ekonomik alanda belirleyici öğesi de finans kapital değil midir?
Demek ki Cumhurbaşkanı ve AKP  emperyalizme de teslimiyet içindedir.  
Bazı arkadaşlarımızın bu olguyu kanıtlama çabaları, bu nedenle “abesle iştigal” değil midir?

Korkut Boratav / SOL 
 
(Not: Bu yazı, TCMB’nin 14 Aralık toplantısından önce yazılmıştır.)

Kudüs Toplantısı hakkında birkaç not.. - TANER TİMUR

1 Amerika’nın en faşizan güçlerini arkasına alan Başkan Trump, tek başına aldığı keyfi bir kararla Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmiş ve tüm dünya demokratları tarafından kınanmıştır. Türkiye’nin de bütün demokratları, onlarla beraber karara şiddetle karşı çıkmış, Trump’ı kınamıştır. İsrail’de bile, en tutucu güçlerin temsilcisi Netanyahu ve ortakları dışında kararı alkışlayan olmamıştır. Son İsrail seçimlerinde “Birleşik Arap Listesi”nden milletvekili seçilen Ayman Odeh, Trump’ı “deliliği ile tüm bölgeyi ateşe atan bir piroman” ilan etmiş, Kudüs’te güçlü bir STK’yi temsil eden Daniel Seidemann da kararın “barış sürecinde Amerika’nın yeri hakkında bir ölüm vesikası teşkil ettiğini” söylemiştir.

2 Resmi Türkiye ise, İslam dünyası kadar Hıristiyan dünyayı da ilgilendiren Kudüs konusunda dünya demokratları ile birlik ve bağlantı içinde hareket edeceğine, hiçbiri demokrat olmayan ve bir kısmı sırtında geçmişteki bazı kırımların lekesini taşıyan ülke temsilcilerini toplamış ve “İslam dünyası lideri” iddiası ve ev sahibi sıfatıyla toplantıya yön vermeye çalışmıştır.

3 Toplantıda en sert sözler Erdoğan’dan  gelmiş ve Türkiye Cumhurbaşkanı, hedef tahtasına, kararı alan Trump’tan çok, “terör devleti” İsrail’i oturtmuştur. Anlaşıldığı kadarıyla böyle bir çıkışın daha etkili ve daha birleştirici olacağını düşünmüştür. Oysa bu duruş, İslam dünyasını birleştirmediği gibi, Türkiye’yi, “sorunu İsraillilerle Filistinliler bir araya gelip çözsünler” diyen Putin Rusya’sından dahi koparmıştır. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile daha ılımlı bir konuşma yapmış, Kudüs’teki Hıristiyan duyarlılıklarını da dile getirerek, ABD ve İsrail hakkında daha ölçülü sıfatlar kullanmıştır. Artık bu durumda, her konuşmasına “her türlü terörle mücadele” azminin beyanıyla başlayan Başkan Erdoğan’dan, seçmenleri, “terör devleti” İsrail’le tüm ilişkileri kesmesini beklemelidirler.

4 Batı basını daha çok Erdoğan’ın konuşmasındaki sert ve aşağılayıcı sıfatların altını çizmiş ve hükmü okuyucularına bırakmıştır. İslam İşbirliği Teşkilatı’nı olağanüstü toplantıya çağıran ve bir çeşit savaş ilanı havasında bir konuşma yapan Erdoğan’ın mesajı, Batı kamuoyunda, Türkiye’nin Batı’dan daha da koptuğu ve artık İslam dünyasına demokrasi ve laiklik örneği olmak şöyle dursun, İslam örgütünü daha da radikal bir çizgiye sürüklemek istediği şeklinde yorumlanacaktır. Bunun dışında, Ankara’daki toplantı ile 2019 seçimleri arasında bağlantı kuran yazarlar da vardır. Örneğin Le Monde gazetesi bu toplantı ile Erdoğan’ın “İslamcı-muhafazakâr seçmen tabanını 2019 seçimleri yönünde coşturmak istediğini” yazmıştır.

5 Önceki gün İstanbul’da toplanan tuzu kuru İslam liderleri, Batı Şeria’da ve Gazze’de direnen gençlere siperlerin gerisinden “bravo kapitano!” diye bağırmışlar, fakat o zavallılar yaralanıp yerlere düşerken, “bizden bu kadar; bizler vazifemizi yaptık!” tesellisiyle saraylarına dönmüşlerdir. Ne yazık ki nihai bildiride ilan ettikleri “yok hükmü”, reel dünyada kendi toplantıları için de geçerlidir. Aslında dünkü toplantının sergilediği acı manzara  budur.

Bu ülkede de Osmanlı damarları kabaran ve zafer çığlıkları atanlar, 2019 seçimleri perspektifinde, madalyonun bu yüzünü de görmelidirler.

Taner Timur / BİRGÜN

İİT ne yaptığının farkında mı? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İsrail Kudüs’ün hem batısını hem doğusunu işgal etmiş durumda. Dolayısıyla uluslararası hukuk işgalci devlet saydığı için ele geçirdiği topraklarda İsrail’e egemenlik hakkı tanımıyor.

 Tam üç bin yıldır çözülmemiş bir sorun Kudüs. Uzun bir süre daha da çözüleceğe benzemiyor. İsrail ile Filistin arasındaki anlaşmazlıkta “çözüm” değil bizzat “sorun” olan ABD eliyle Oslo’da biten barış umutları, yine ABD eliyle Kudüs gerekçe yapılarak iyice çıkmaza girdi. ABD Başkanı Donald Trump Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan Kongre kararını 22 yıl sonra onayladı.
Trump’ın ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma yönündeki planını da açıklamasının ardından AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetiyle düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi’nde, başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devletini tanıma kararı alındı.
Erdoğan’ın bayıldığı işler bunlar. Ülkede iktidarını sıkıştıran skandalları unutturacakharika bir fısat yaklalamışken iyi değerlendirdi doğrusu. Hiç bir işe yaramayan, kimsenin ciddiye almadığı, örneğin en büyük finansörlerinden Suudi Arabistan katılmadı bile, İslam İşbirliği Teşkilatı’nı Olağanüstü olarak Türkiye’de topladı. Zirveden (!) Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin Başkenti olarak tanıma kararı çıkartıldı.

Peki gerçekçi mi?
Heyecan verici belki ama gerçekçi değil. Donald TRump’ı BM kararlarını hiçe saymakla suçlayan (bu kararların bağlayıcılığı yok ayrı mesele) İİT, Doğu Kudüs’ü Filistin’in başkenti ilan etmekle kendisi de BM kararlarına ters düşüyor. Çünkü BM’nin 1947 tarihli 181 sayılı Genel Kurul u’nda Kudüs Corpus Seperatum (Uluslararası Şehir) ilan edilmişti. Kudüs’ün ikiye bölünüşü 1948’deki Arap- İsrail Savaşı’yla olmuştur. Batı Kudüs’de Yahudiler çoğunluktadır ki burası İsrail’de kalmıştı, Doğusunda ise Müslümanlar, Hıristıyanlar çoğunluktaydı. Burası Ürdün’ün denetiminde kaldı uzun süre.
Ama İsrail günümüzde Kudüs’ün hem batısını hem doğusunu işgal etmiş durumda. Dolayısıyla uluslararası hukuk açısından işgalci olarak kabul ediliyor. Uluslararası hukuk işgalci devlet saydığı için ele geçirdiği topraklarda İsrail’e egemenlik hakkı tanımıyor.

Doğu Kudüs dersen işgali tanırsın
Durum bu iken, “Doğu Kudüs Filistin’in başkentidir” diye ilan edilirse, Batı Kudüs’ün İsrail tarafından işgali de kabul edilmiş olunur.
İİT açıklamasında “BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçememesi halinde, İİT üyesi ülkelerin bu ağır ihlali BM Genel Kurulu’nun 377A sayılı ‘Barış için Birleşme kararı’ çerçevesinde BM Genel Kurulu’na götürmeye hazır olduğu teyit edilmiştir” deniliyor. Yani İİT üyesi ülkeler, örneğin Türkiye, alınan kararı BM Güvenlik Konseyi’ne götürüp BM kararına dönüştürmeye çalışacak. Bu, 1967 BM kararlarının uygulanmasını talep etmek demek. Bu yanıyla “hatırlatmak”tan başka bir iş yapmış olmayacak.
ABD şu meşhur mu meşhur “veto hakkı”nı herhalde kullanacaktır. Buradan Türkiye’nin beklediği kararın çıkmayacağı açık. Çıkarsa ne olur? İşte o zaman, BM kararı doğrultusunda İİT üyesi ülkeler giderler Doğu Kudüs’te Filistin elçiliklerini açarlar. (Tabii Batı Kudüs’teki İsrail işgalini kabul ettiklerini de hatırlayalım).
İsrail, elçiliklerin Doğu Kudüs’te açılmasına razı olur mu? Yanında ABD ile bir çok gerici Arap rejiminin desteği varken zor. Kaldı ki, bu dediğim BM’den Türkiye’nin istediği karar çıkarsa olabilecek gelişmeler.

Gerçekçi tutum hangisi olurdu?
Çekya’nın aldığı tutum olurdu. Reel politika gerçeklerinin farkında olup hezeyana/heyecana kapılmadan, krizi derinleştirmeye yarayacak adım atmadan alınacak bir tutum yani. Çekya Cumhuriyeti yaptığı açıklamada Kudüs’ü ‘Filistin ve İsrail devletlerinin gelecekteki başkenti’ olarak tanıdığını açıkladı. Çekya Dışişleri Bakanlığından yapılan açıklamada, Çekya’nın ‘Avrupa Birliği üyesi diğer ülkelerin yanı sıra ve AB’nin Dış İşler Konseyi kararlarına binaen Kudüs’ü, İsrail ve Filistin’in gelecekteki başkenti olarak tanıdığı, Çekya Büyükelçiliği de dahil yabancı büyükelçiliklerin çoğunun merkezinin halihazırda Tel Aviv olduğu kaydedilmişti.
Bu mevcutların arasında, iki halkın yararına en uygun çözüm gibi görülebilir. Hatta öyle ki, Filistin hükümeti Sözcüsü Yusuf el Mahmud, Çekya’nın tutumunu “haktan yana” olarak nitelendirdi bu nedenle. “Çekya bu tutumuyla İsrail işgalini reddettiğini vurguluyor, işgal altındaki Doğu Kudüs’teki tüm işgal projelerine ve planlarına karşı çıkıyor” dedi el Mahmud.
İİT yöneticileri gerçeklik duygusunu yitirmiş gibi görünüyor. Elçilikleri asla “Doğu  Kudüs”e taşıyamayacaklar, aldıkları kararla “Batı Kudüs”ün İsrail tarafından işgalini tanımış oldular. İİT “İsrail işgalinden kurtarılmış tek bir Kudüs” diyememiştir sonuçta.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Çocukları bu iktidardan korumanın yolları - MİNE SÖĞÜT

Dini eğitimi anaokulundan itibaren dayatan yobaz eğitimciler, çocukların beynini rahatça yıkasın diye her türlü konforu sağlayan iktidar;
Okullarında kumalık müessesini Allah’ın emri sayıp doğal karşılayacak, kadının toplumdaki yerini asırlar öncesine taşıyacak bir nesil yetiştirme telaşındayken;
O nesle hizmete hazırlanan sosyal hayat da kendi ağlarını şimdiden örüyor.
“Eşiyle tüm münasebeti bitmesine rağmen çeşitli sebeplerle ayrılamayan beyler;
Evlenmek istemeyen (çeşitli sebeplerle) aynı zamanda günah işlemek de istemeyen hanımefendiler;
Evlenecek biriyle karşılaşamamış hanımefendiler;
Çaresiz bir dönem geçirip, (Allah cc korusun) fuhuş ve benzeri yollara sapabilecek hanımefendiler”...

Bu hanımefendiler ve beyefendiler, erkeklere kuma bulmaya vaat eden bir sitenin hedef kitlesi.
Gerçi bu site, haber olur olmaz büyük tepki aldı ve kapatıldı.
Mesele böyle bir sitenin bu kadar kendinden emin ve net bir amaçla ortaya çıkabilmesi;
hedefini belirleyip hiçbir şeyden çekinmeden yaptığı iş çok normalmiş gibi, cesurca niyetini belli edebilmesi değil.
Asıl mesele, site kapatıldıktan sonra yapılan açıklamada söylenen mazeretler; tarif edilen durumlar.
Açıklamayı yapanlar, “Biz bu olayın bu kadar gündem olacağını tahmin dahi edemezdik, biz kendi halinde sıradan insanlarız” dediler, “Amacımız sadece, zaten ülkemizde yaşanan ve Anayasa Mahkemesi kararıyla suç teşkil etmediğini öğrendiğimiz ikinci evlilik olayında insanlarımızın özelikle de mağdur kadınlarımızın en doğru kararı vermesini sağlamaktı.”
Kendi yalan masumiyetini kurgu bir mağduriyet üzerinden pazarlamak, insanlara bu iktidarın öğrettiği bir dil.
Ülke gerçeklerinden ve fiili durumlardan dem vurarak kendilerine haksızlık yapıldığını düşünen ama saygıdan geri çekildiklerini, sitelerini gönüllü olarak ortadan tamamen kaldırdıklarını söyleyen bu girişimciler, iktidar tarafından meşrulaştırılan tehlikeli ahlakın meyveleri.
En temel kadın ve çocuk haklarını pervasızca çiğneyip dini dayanaklarla yeni bir toplum yapısı dayatmaya çalışan iktidar;
“İslam böyle emreder” diye diye erken yaşta evlilikleri, aile içi cinsel suçları, tacizleri, istismarları aklayan insanlarla doldurduğu mevkilerden yapılan çığırtkanlığın zeminine;
Hızla dinselleştirdiği milli eğitim temelini yerleştirerek yeni nesillerle yepyeni bir ülke inşa etmeye girişmişken...
Bu rezillikten cesaretlenenler doğal olarak kendilerinde eli devamlı yükseltme hakkı görüyorlar.
Kadınlar ve eğitim üzerinden yaratılan başörtüsü gibi tuzak bir mağduriyetinin kucağına düşen;
Ve özgürlük diye pazarlanan bir esaret ahlakının peşine takılıp bugünlere gelen bu ülkede;
Artık kadınlar ve çocuklar eskisinden daha çok tehlikede.
Adı her ne kadar hâlâ Türkiye Cumhuriyeti olsa da...
Tahtını bir buçuk yıldır KHK’lere kaptıran son anayasa dahil, tüm anayasalarında laik bir ülke olduğu yazsa da...
Kâğıt üzerinde çağdaş ve evrensel bir hukuk sistemi varmış gibi dursa da...
Ahlak polisleri, kırbaç cezaları, kadı yargılamaları henüz başlamasa da...
Kızlarla erkeklerin sınıfları daha tüm okullarda ayrılmamış;
Pembe otobüsler her yerde kadınlara zorunlu kılınmamış olsa da;
Çocukları ve kadınları bu iktidardan yasalarla korumanın yolları artık tıkalı.
Çünkü, tıpkı Cumhurbaşkanı’nın daha başkan olmadan başkan kesilmesi gibi...
Ülkenin tüm ürkek refleksleri, burası henüz bir İslam Cumhuriyeti olmadan İslam Cumhuriyeti olmuş gibi davranmaya meyilli.
Şu durumda bu ülke için kaygılananların ve yeniden laik bir düzende çağdaş bir yaşam sürmeyi hayal edenlerin zihinleri artık yeraltına inmeli...
Kadınları ve çocukları iktidarın vaat ettiği
o cehennemden kurtaracak, koruyacak alternatif fikir dehlizlerinde gezinmeli...


Tıpkı Hasan Âli Yücel’in, Türkan Saylan’ın ya da Aziz Nesin’in hiçbir şeyden korkmadan, bir zamanlar inançla ve inatla yaptıkları gibi.

Mine Söğüt / CUMHURİYET