23 Temmuz 2013 Salı

Monşerleşen İmamlar! - Özgen Acar

Yüz yıl önceki Osmanlı bile sultanlık hevesindeki AKP Hükümeti’nden daha çok “devleti” düşündü… Bu amaçla 1859’da Mektebi Mülkiye’yi kurdu, Osmanlı’da ilk kez siyasi iktisat, idare hukuku, devletler hukuku, ceza hukuku gibi dersler öğretimine başlandı. Çünkü “Mülkiye” Osmanlı’ya göre “devlet”demekti!
Atatürk, genç Türkiye Cumhuriyeti “devletini” yönetecek kadroları yetiştirmek amacıyla Mektebi Mülkiye’yi İstanbul’dan Ankara’ya getirdi, sonraları adı Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne dönüştü.
“Kaymakam, vali” yetiştirmek için “idari”, Hazine’nin haklarını koruyacak“maliye müfettişleri, hesap uzmanları” için “mali” ve uluslararası alanda görev yapacak “diplomatları” eğitmek için de “diplomasi” şubeleri açıldı. 
***
İdari Şube’den mezun olanların kaymakamlık mesleğini seçtiklerinde ayrı bir eğitimden geçmeleri, zamanla valiliğe yükselmeleri öngörüldü.
Mali Şube mezunları, Maliye Bakanlığı’nda “Hesap Uzmanı” olabilmek için KPSS’de ilk 400’ün içine girme koşulunu yerine getirdikten, saatler süren sınavla seçildikten sonra, bir ustanın yanında çıraklık döneminin ardından aşamalı olarak “uzmanlığa” geçebilirlerdi.
Maliye müfettişliğinin gerektirdiği güçlü sınavlar ise yalnızca Maliye Bakanlığı’na seçkin kişileri kazandırmaz, sonrasında devlet adamları da yetiştirirdi. Örneğin Ziya Müezzinoğlu, Kemal Kurdaş, Cahit Kayra, Adnan Erdaş, Mahfi Eğilmez, Tevfik Altınok aklımda kalan bazı adlardır.
134 yıllık geçmişi olan maliye müfettişliği ve 68 yıllık hesap uzmanlığı geleneği, 10 Temmuz 2011 Pazar günü Resmi Gazete’de yayımlanan 646 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Gelirler Kontrolörlüğü” ve “Vergi Denetmenliği” bölümleri ile birlikte “vergi müfettişi” unvanıyla tek çatı altında toplanarak yıkıldı. Artık Hazine’nin çıkarlarını değil, AKP yanlısı iş dünyasına hizmet verecek bir gecekondu kurumu yaratıldı.
***
Bilmem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2009’da söylediği“Diplomasideki monşer eskileri anlamadı. Bunlar monşer geldiler, monşer gidiyorlar. Siyasete de böyle devam ediyorlar. Bazıları bundan rahatsız oluyor. Niye? Eğer monşer eskisi değilsen, bu işin hakkını ver…” sözlerini anımsarsınız!
Türkiye’nin 134 ülkede diplomatik temsilciliği var… Günümüzde SBF, ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi ve Hukuk Fakülteleri mezunlarından yabancı dil bilen ve bu mesleğe uygun eğitim görmüş kişilerden sınavla Dışişleri Bakanlığı’na“meslek memuru adayı” alınır.
Mesleğin başında Bakanlık içinde ayrıca aylarca süren özel bir eğitimden geçerler, aşamalı olarak yükselirken önce “başkâtiplik” sınavında denenirler. Her diplomat için büyükelçilik unvanı cepte keklik değildir.
“Sultanlık” yolunda ilerleme amacıyla ABD’den esinlenerek her bakanlığa bir de “bakan yardımcısı” atandı. Bunların çoğu seçim yitirmiş AKP milletvekilleriydi. Bu konuda Dışişleri’ndeki piramit bozulmasın diye bu göreve, bakanlık içinden büyükelçilik yapmış bir diplomatın getirilmesine özen gösterildi.
Ancak ne var ki geçen hafta 80 yasayı bir çuvala sokan “torba yasası” ile Dışişleri Bakanlığı’nın piramidi altüst edildi. 2010 tarihli 6004 sayılı yasa ile piramit dışından atanan “devşirme büyükelçiler” merkeze dönünce, yaşları elverişliyse bakanlık dışında çeşitli görevlere atanabiliyorlardı.
Kendisi de profesörken “devşirme büyükelçi” unvanını kapan Ahmet Davutoğlu, torba yasa ile devşirme büyükelçilere bundan böyle bakanlıkta müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür olma yolunu açtı.
İsterseniz görevdeki devşirme büyükelçileri bir anımsayalım:
İlahiyat profesörü Kenan Gürsoy Vatikan, İlahiyat Profesörü Ahmet KavasÇad, eski AKP Milletvekili Zekeriya Akçam Endonezya, eski YÖK BaşkanıYusuf Ziya Özcan Varşova, eski Dış Ticaret Müsteşarı Tuncer KayalarKenya, İngiltere’de yaşayan Tıp Doktoru Cemalettin Kani Torun Somali, Vali Yardımcısı Şentürk Uzun Gana, Vali Mehmet Niyazi Tanılır Karadağ, Dış Ticaret Müsteşarı Ahmet Yakıcı Libya, DPT Müsteşar Yardımcısı Halil İbrahim Akça Kıbrıs, TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya Moritanya…
Bir de şu diplomasi ustası Kavas’ın Çad’da Fransızların Mali’ye müdahalesinde “El Kaide terör örgütü değildir…” diye “tveet” attıktan sonra Bakanlığın fırçasının ardından “Fransızların çok ekmeğini yediğim için…”sözleri ile tükürdüğünü yaladığını da anımsayalım! Ben mi yanılıyorum! Bu ilahiyat profesörü Çad’a “büyükelçi” mi yoksa “kavas” olarak mı gönderilmişti?
Anlaşılan “devşirme büyükelçi-bakan” şimdi de “sultanı” için “monşer imam”dönemini açıyor. Ardından Diyanet İşleri Başkanı Suudi Arabistan’a, Fetohazretleri Vaşington’a büyükelçi atanırlarsa hiç şaşırmayacağım. Ya da bu Kavas dönünce Bakanlığa müsteşar olarak atandığını düşünebilir misiniz?
Cumartesi günü eski sekiz dışişleri bakanı, parlamento dışındaki 150 emekli büyükelçi, bu yasayı kınayan bir bildiri yayımladı. Daha önce Dışişleri Bakanlığı da yapan, bu kurumun piramidini, diplomatlığın bir ince, hassas meslek olduğunu bilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu çuval yasasındaki bu değişikliği inşallah geri çevirir. Aksi halde CHP’li emekli büyükelçi milletvekilleri, Dışişleri’ni imamlar ordusuna dönüştürecek bu çuvallama olayını Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklarını açıkladılar.
Maliye Bakanlığı tezgâhlandı… Dışişleri tezgahlandı… Herhalde sıra yakında İçişleri Bakanlığı’nca atanacak imam valilerde!
Güncel Belgesel…
Adı: Gezi Direnişi
Yazarlar: Emre Kongar - Aykut Küçükkaya
Yayımlayan: Cumhuriyet Kitapları
Sayfa: 192
Olacak iş mi? Taksim Gezi Parkı’nda çakan bir kıvılcım, ağaçları kül etmedi, tam tersine daha da yeşertti… Beklenmedik bir an ve beklenmedik bir biçimde her şeyi çok iyi bilen adama(!) olağanüstü bir tepki patladı. Türkiye sarsıldı. Yer yerinden oynadı. Elimdeki 5. baskısını yapan kitap iki bölümden oluşuyor, değerli bilim insanı ve yazar Kongar, Türkiye’yi sarsan 30 günü toplumbilimi ve siyasal olgular ışığında belgeleyip irdeliyor. Araştırmacı genç meslektaşım Küçükkaya da 30 günün çetelesini, yansımalarını ve yankılarını bir tarihsel dizine dönüştürüyor. Ayrıca internet ortamındaki iletişimler de belgeleniyor.
Özgen Acar.
23 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Yoksa Muktedir Bir 'Ulu'l Emr' mi?* - Orhan Bursalı

O ne panik! Suriye sınırımıza PKK/PDY, bayrağını çekecekmiş! Davutoğulları ve Erdoğangiller, arkasında saf tuttukları El Kaidecileri Kürtler püskürtmeye başlayınca, çıplak gerçekle karşı karşıya kaldılar! Bir Kürt Özerk Bölgesidaha! Pardon, ama İmralı’da Apo ila yaptığınız anlaşma zaten dört ülkeye dağılmış Kürt bölgelerinin, Pankürdist milliyetçi politika bağlamında kurtarılmasını, Türk-Kürt Federasyonu gereğince, öngörmüyor muydu?
Yeni Osmanlı olarak, Osmanlı yönetimini Ortadoğu’da canlandırmayacak mıydınız? İmparatorluk çağı ile ulusal kimlik ve devletlerin ortaya çıktığı modern çağı birbirine karıştıran ve 150-200 yıl öncesini yaşamaya kalkışanlar sizler değil miydiniz, ey Davutoğulları! Stratejik Derinlik kitabınız, birbiri ardına verdiğiniz demeçler ortada; unuttuysanız Ulus Yıkıcılığı Zamanları kitabımın ikinci baskısında hepsini anımsayabilirsiniz!
Ulusal Devlet’i kötüleyen, ulus devletlerin ortaya çıkışını kapitalizmin ve burjuvazinin ürünü olarak görmeyerek, tarihsel gerçeklere karşı savaş açan sizler değil miydiniz! “Suni olarak parçalanmışız” da, şimdi bu parçaları yeniden birleştirecektiniz!
Kürtlerin tarihsel gecikmeyle ortaya çıkan milliyetçi hareket olduğunu, üstelik Pankürdist bir akım olarak geliştiğini görmediniz mi? Arkasında güçlü bir ABD- AB desteğiyle... hatta İsrail!
Hayır gördünüz de, Yeni Osmanlıcılık hülyalarıyla, Büyük Başkanlık dayatmalarıyla, Türkiye’nin bu süreçten küçülerek değil de büyüyerek çıkabileceğini ileri sürdünüz... Apo, şuraya yazıyorum, sizlerden bin kat daha iyi “kendi ulusal çıkarlarını” koruyor, süreci yönetiyor.
Peki, bir “Türk-Kürt Federasyonu” ve ülke birliğinin korunması mümkün olamaz mı? Olur, ama sadece “Kürt-Türk Federasyonu” ile! Umarım anladınız! Kürtler belki de sizlerin milleti bu parçalayıcı politikalarınızdan çok daha başarılı “birleştirici” ve “barış” politikaları uygular, kim bilir!
Kuzey Irak tamam. Suriye Kürdistan’ı tamam oluyor... Güneydoğu’da paralel bir yönetim devrede, yani Kürdistan’ın üçüncü parçası da olgunlaşıyor! Geride, İmralı ile kararlaştırdığınız İran parçası kalıyor. Hasip Kaplan,Türkiye’nin üç yanı Kürtlerle çevrili diyor ya, üstelik Kürtlerle geri dönüşü olmayan tünele girdiğinizi belirtiyor ya, bu konuyu şöyle derinlemesine bir açıklayın halka derim...
Kürtler benim kardeşim... Bu ülkenin bir parçası için değil, bütünün yönetimi için çalışmalılar derim... Ama tarihin seyri ne yazık ki öyle akmıyor.
***
Esad’ın yıkılması için çalıştınız... Fikir, tabii ki Davutoğlu-Erdoğan’ın... İç savaşın Suriye’ye maliyetini sormayacağım, ama Türkiye’ye maliyetini muhalefet çıkarmalıdır. Hem dış politik hem ekonomik, insanı ve toplumsal... İktidar basını, bir yandan Esad’ın devrilmesi için çalışırken, diğer yandan da “Hain Esad Kürtlerle anlaştı” havasında! Aptal bunlar, veya milleti bu kadar “göbeğini kaşıyan adam” yerine, bir de Menderes koymuştu! Her ikisi deodunu göstersem milletvekili seçtiririm anlayışında!
Suriye’nin enkazı altında kalan tek ülke var: Türkiye! Ve Ankara’daki iktidar!
Pompaladıkları “Türkiye büyük, güçlü ülke” havası, Mısır’da da söndü.Mursi’nin birleştirici değil, tıpkı sizin gibi izlediği parçalayıcı politikanın yaldızını kazıyınca, Davutoğlugillerin yüzü gözüküyor. Ülkelerin istikrarı için değil, iç savaş ve bölünmeleri yönünde izlediğiniz politikaların, bu ülkeye (ve insanlığa) ne gibi bir yararı olabilir...
Savaş politikaları, eninde sonunda ama mutlaka bunu izleyen ülkeleri gelir ve vurur... Bumerang gibi... Ne olacak şimdi Mısır?
***
İçeride de aslında “savaş politikası” izliyor hükümet. Türkiye çapındakiDirenTaksim protestolarına karşı da iktidar içsavaş şiddeti uyguluyor!Tencere-Tava İhbarcılığı bile bu savaş politikasının parçası. 
Ancak diktatörler, her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya yeminliler, yıkılmaktan korkar!
Normal, demokratik, iktidara gelmeyi ve gitmeyi sistemin çok doğal bir işleyişi, demokratik parlamenter sistemin bir “cilvesi!” olarak içselleştirmiş bir iktidarın, muhalefete geçmesinde hiçbir sorun yoktur. Bırakır gider.
Halkına, protestolara, muhalefete, itiraz hakkına karşı “savaş açan”bir iktidarın demokrasi ile zerre kadar ilişkisi olamaz.
Şu sıralarda dini- yandaş çevreler “seçilmiş hükümet, büyük yanlışlıklar bile yapsa, iktidarı meşrudur” gibi zırvalıklara sarılmış durumda.
Hangi “demokrasi teorisi”nde bu yazılı?!
Yoksa iktidardaki Muktedir, bir “Ulu’l emr” mi ki, kendisine karşı muhalefetleri bir “itaaatsizlik” olarak görüp, ezilmesini emrediyor?

Orhan Bursalı
23 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

* 'Ulu'l Emr1 
Sünni islam inancında inananların bilinçaltına işlemiş bir hadisin (ya da hadis olduğu iddia edilen sözün) muhteşem nesnesi. hadis şudur: ulul emre itaat farzdır. tarih boyunca islam coğrafyasındaki bütün monarklar, bütün despotlar bu sözü çok işlevli olarak kullanmışlar ve halkın bilinçaltına dinsel bir dogmaymış gibi kayıtsız şartsız itaati, erk yalakalığını empoze edip, tüm zulümleri, tüm zorbalıkları sonsuz bir tevekkülle sineye çekmeyi dayatmışlardır. zira zalim de olsa ulul emre itaat farzdır. 
'Ulu'l Emr2
ülü'l emr yazım şekline sahip olan bu ifade, emir verme yetkinlik ve yetkisine sahip kişileri tanımlamak için kullanılır. 
'Ulu'l Emr3
islam dininde bu kişilere halife, şeyh'ül islam, sultan, ordu komutanı vs. örnek olarak verilmiştir. yine islam dini inancında ülü'l emre itaatın sadece hak olan emirlerine uymanın vacib, diğer bir kısım içtihat sahiplari tarafından ise farz olduğu belirtilmiştir. 

Ekşi Sözlük

'Sus! Başörtülü Seni Dinliyor!' - Nilgün Cerrahoğlu

Son yazımda Mussolini’nin sloganı “Sus! Düşman seni dinliyor!”un öyküsünü anlatmıştım.
O yazının mürekkebi kurumadan, internet ekranlarına Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun Eskişehir-Ankara hızlı treninde yaşadıkları düştü.
“Ah!” dedim “Tamam!”… Mussolini faşizminin sloganının bizde içi demek böyle doldurulacak: “Sus! Başörtülü seni dinliyor!”
Telefonların, süper teknolojik telekulaklarla, ortam dinlemesine de izin veren şekilde anı anına izlenmesi, dinlenmesi yetmiyor. Şimdi artık bir de durumdan vazife çıkaran yurttaşlar, üçüncü şahıslarla yapılan telefon konuşmalarına doğrudan müdahil oluyorlar.
Durumdan vazife çıkaran hele bir de başörtülüyse.. yandı gülüm keten helva!
İnsan; başörtülülerin artık özel koruma altına alınan ya da açıkça pozitif ayrımcılığa tabi tutulan ayrı statüleri/konumları olduğu izlenimine kapılıyor...
Başı açık bir kadınla girişilen herhangi bir söz dalaşı, anlaşmazlık, münakaşa;“kadınla tartışmaya girdi” şeklinde haber olmuyor da…
Başörtülü kadınla yaşanan ihtilaf derhal “başörtülü” vurgusuyla haber yapılıyor: “Metin Feyzioğlu başörtülü kadına hakaret etti!”
Başörtüsü araçsallaştırılınca
İnanmıyorsanız, internette siz de sağlamasını yapın.
Google’a, sadece “Metin Feyzioğlu kadına hakaret” komutu yazın ve bakın. Arama motorunun önünüze getirdiği haber başlıklarının istisnasız hepsi -ayrıntısızca verdiğiniz sade “kadın” komutuna rağmen- tek tornadan çıkmış gibi aynı: “Metin Feyzioğlu’ndan başörtülü kadına hakaret.”, “Baroların başkanından başörtülü kadına hakaret”, “TBB başkanından başörtülü kadına hakaret” vs…
Başlıkların biri de ilaç için “Feyzioğlu trende bir kadına hakaret etti” demiyor!
Burada demek ki önemli olan “kadına yapılan bir (sözde) hakaret” değil.
Vurgusu yapılan konu farklı: “Başörtülü kadına hakaret.”
Hal böyle olunca; konu sıradan haber olmaktan çıkıyor. Ve bir kara propaganda haline geliyor.
Bu kara propaganda insanda ilk elden “Vay anasını!” duygusunu uyandırıyor:“Demek ki bundan sonra sağımda solumda oturan başörtülülere dikkat etmem gerekiyor!” 
Toplumdaki o bütün duvarları yıktığı söylenen Gezi ruhunun tam tersi bir ruh ne yazık ki bu. Bir başörtülü kadın yolda size adres sorsa, bu durumda;“Gözünün üstünde kaşın var diye acaba olay çıkarır mı?” hesabına neredeyse düşüneceksiniz...
İnsanların, özellikle başörtülülerin bulunduğu ortamlarda cep telefonunuzu kullanırken irkileceksiniz...
Bir başörtülü çıkıp “Telefonda dış ülkeye yalan bilgi veriyor!” dedi mi bitti!
Başörtüsü kullanmayan ya da başörtülü kesimden olmayan biri olarak, daima savunmada kalmaya mahkûmsunuz. Feyzioğlu’na şimdi yapılmak istenen bu: Feyzioğlu savunmada bırakılıyor!
Koskoca TBB Başkanı gözler önünde böyle savunmada bırakılabiliyorsa, sıradan yurttaşa ne yapılmaz? Varın hesap edin…
Feyzioğlu’nun yaşadığı bu çok düşündürücü ve can alıcı olayı eminim izlemişsinizdir. Ama ben tekrar özetleyeyim: 
Dönüm noktası
TBB Başkanı Feyzioğlu, Gezi olaylarında yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz için Eskişehir’e gidiyor. Önceden de Ali vakasıyla yakından ilgilenmiş ve de “Yüreklerimizi yaka yaka gitti. Yetkililerin gereğini yapmasını bekliyoruz, olayın takipçisi olacağız” demiş.
Sen misin “takipçi olan” dercesine, Barolar Birliği Başkanı’nın başına Ankara-Eskişehir treninde sonra bu yaşananlar geliyor.
Başkanın trende yaptığı bir telefon konuşmasına özellikle “kulak misafiri” olan başörtülü bir hanım, başkalarının konuşmalarını dinlemek saygısızlığını yapması yetmiyormuş gibi, konuşmanın içeriği hakkında bir de yorum yapıp ahkâm kesmek cüretini kendinde buluyor.
“Yalan söylüyorsun. Polis kimseye zarar vermiyor. Hem bunları söyleyeceksin, hem bizim(!) yaptığımız hızlı trene bineceksin, bunları söyleyeceksen kara trene bin!” diyerek TBB Başkanı’na ayar vermeye kalkıyor.
Feyzioğlu bu müdahaleye karşılık verince, bu defa savcılığa gidip; “TBB Başkanı bana hakaret etti!” şikâyetinde bulunuyor.
Şikâyet kamuya mal olunca AB Bakanı Egemen Bağış hızla konuyu siyasi malzeme yapıyor.
“Haddini aşmış” dediği Feyzioğlu’ndan “başörtüsü düşmanlığı yaparak gündeme gelmeye çalışan CHP Genel Başkanlığı hazırlığında” diye söz ederek karalama kampanyasının siyasi ilk bahsini açıyor…
Geçen saatler içinde, tren olayını çıkaran kadının da Kalkınma Bakanı Yardımcısı Mehmet Ceylan’ın eşi olduğu anlaşılıyor…
Başbakan’ın “Yargıda yıllarca biz mücadele ettik. Şimdi onlar mücadele etsin. Yargıda hakkımızı aramadığımız sürece daha boynumuzda çok boza pişirirler” konuşmasını yaptığı zamanlamaya denk düşen bir hamleyle Bayan Ceylan inisiyatifi alıp harekete geçiyor. Ve Başbakan’ın gösterdiği yönde,“Twitter”lı bol medyatik bir çıkışla “ilk aferin”i hak edecek atılımını yapıyor.
Hiçbir yönüyle hafife alınacak bir olay değil bu.
“Korku imparatorluğu” diyerek genel geçer söz edilen olgu, yerini gitgide, nokta atışlarla uygulamaya konulan bir polis devletine bırakıyor.
Türkiye çok ciddi bir dönüm noktasında.
Nilgün Cerrahoğlu.

23 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Beydağlarının boğazını kesecekler! - SOL

Antalya'nın Kemer ilçesinde, Beydağları Sahil Milli Parkı'nda yer alan Kesme Boğazı'nda yapımı planlanan HES projesine bakanlıktan onay çıktı.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nca 'uygun' görülen projesinin ÇED dosyası için 24 Temmuz Çarçamba günü
Kemer'de 'Halkın Katılımı Toplantısı' yapılacağı duyuruldu. Uzmanlara göre 32'si endemik, 111 bitki türünü barındıran alanda HES projesine onay verilmesi, Türkiye'deki koruma politikalarının çöktüğünün göstergesi.
ŞİRKETLERİN EVDEKİ HES'ABI BAKANLIĞA DA UYUYOR
Bu yaz Türkiye'nin dört bir yanında doğa kıyımına karşı isyan var. Uzun yıllardır sürdürülen yıkım projelerine karşı Anadolu kırsalında başlayan tepkiler giderek kentleri de kapsamaya başladı. Doğayı ve yaşam alanlarını tahrip eden yatırımların başında olur olmaz her yerde lisans verilen HES projeleri geliyor. Kamuoyunda yanlış olarak algılandığının aksine HES'lere karşı sesini yükselten halkın neredeyse tamamı enerji üretimine karşı değil. Ancak enerji üretiminin yaşam alanlarına ve doğaya geri dönüşümsüz yıkımlar oluşturmayacak biçimde bir planlama dahilinde gerçekleştirilmesi isteniyor. Zira bazı vadilerde 50-60 kilometrelik alanda ardışık olarak onlarca HES lisansı verilmesi amacın enerji üretmekten çok yeni rant alanları yaratmak olduğu fikrini pekiştiriyor. Yaratılan tahribata bakınca da bu düşüncenin hiç de haksız olmadığı ortaya çıkıyor.
34 BİN ÇED DOSYASINDAN SADECE 80'İ OLUMSUZMUŞ!
Bu alanda en çok tartışılan konuların başında ÇED meselesi geliyor. Bir projenin çevrede yaratacağı etkileri değerlendiren ve zorunlu olan ÇED raporları, aslında yalnızca prosedürü yerine getirmekten ibaret kalıyor. Çünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın ilgili birimine bugüne kadar sunulan yaklaşık 34 bin ÇED dosyasından yalnızca '80'ine 'olumsuz' kararı verildiği belirtiliyor. Bu durum ÇED sürecinin aslında yıkımın 'meşru' hale getirilmesine yarayan bir araç olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Bu süreçte Milli Park, sit alanı, biyosfer zezerv alanı, su havzaları, tarım alanları, ormanlar ve meralar; kısaca bütün toplumun geleceğini doğrudan ilgilendiren ve korunması gereken alanların neredeyse tamamı enerji yatırımlarına açıldı. Yasalarda kalan bir kaç koruma maddesi de Meclis'te bekletilen yasa taslaklarında tarihe gömülmeyi bekliyor.
BEYDAĞLARI'NIN BOĞAZINI KESMEYİN
Türkiye'nin dört bir yanında gerçekleştirilen bu rant saldırısından en çok nasibini alan kentlerden biri de Antalya oldu. Kemer ilçesi sınırlarındaki Beydağları Sahil Milli Parkı'nda 'mutlak koruma' alanı içerisinde bulunan Kesme Boğazı, Antalya'daki bu saldırıdan nasibini alan son alanlardan bir tanesi. Roma döneminden kalma tarihi bir köprüye de ev sahipliği yapan Kesme Boğazı'nda Ağva Deresi üzerinde özel bir şirket tarafından yapılması planlanan "Kesme Regülatörü ve HES Projesi" için hazırlanan ÇED dosyası, bakanlıkça da uygun bulundu.
Beydağları'nın bir bölümü...
beydaglari.jpg
24 TEMMUZ'DA KEMER'DE ÇED TOPLANTISI VAR
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Antalya İl Müdürlüğü'nden yapılan duyuruya göre, Ege Yenilenebilir Enerji Üretim San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından hazırlatılan ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nca uygun bulunan HES projesine ilişkin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) dosyası, 24 Temmuz Çarşamba günü saat 14'00'de Kemer Belediyesi Kültür Salonu'nda düzenlenecek olan 'Halkın Katılımı Toplantısı' ile yöre halkının bilgi ve görüşlerine sunulacak.
KESME BOĞAZINDA İKİ TANE GÜNÜBİRLİK KULLANIM ALAN VAR
Ancak uzmanlara göre yılın 12 ayı turizm faaliyeti yapılan ve Güney Antalya Turizm Alanı içerisinde bulunan Kesme Boğazı'nda inşa edilmesi planlanan HES projesi Türkiye'deki koruma politikalarının iflas ettiğini gösterirken, konuyla ilgili uzmanları da endişelendiriyor. HES inşa edilmesi planlanan alanın bitişiğinde Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü (DKMP) sorumluluğundaki halkın kullanımına açık Kesmeboğazı-1 ve 2 Günübirlik alanları yer alırken, Kemer ilçesinin içme suyunu karşılayan Güverte kaynağının da projenin mutlak etkilenme alanı içerisinde olduğu belirtiliyor.
Kesme Boğazı
karani_ensari.jpg
Fotoğraf: Karani Ensaroğlu
KESME BOĞAZI AVRUPA'DAN DAHA ZENGİN
HES'in inşa edilmek istendiği bölgenin biyolojik zenginliği ise tek başına bir çok Avrupa ülkesinden daha fazla. 32'si endemik olmak üzere 111 önemli bitki türüne ev sahipliği yapan Kesme Boğazı çevresinde, dünyada yalnızca bu bölgede yetişen ve kritik yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Kemer Orkidesi ve Olimpos Safranı gibi bitkiler de bulunuyor. Bölgede nesli tehlike altında bulunan türler arasında ayrıca, Anadolu Orkidesi (Orchis anatolica), Arı Orkide (Ophrys holoserica subsp. heterochila Endemik), İtalik Orkide (Orchis italica), Dev Orkide (Barlia robertiana), Peşmen Kardeleni ( Galanthus peschmenii), Olimpos Şalbası (Dorystoechas hastata), Topuz Dikeni (Echinops onopordum) ve yöreye has bir kekik türü olan (Origanum solymicum) gibi bitkiler de yer alıyor.
Yusuf Yavuz / SOL

3. Köprüde Kara Mizah-Oktay Ekinci.

Açıklamayı duyunca kahkahayı bastım. Sandım ki Gezi kahramanlarımız yine eşsiz bir mizah örneği sergilemiş... Meğer sözler Bakan’a aitmiş...
O anda suratımın gülmekten ağlamaya geçişe benzer bir hal aldığından eminim; çünkü 3’üncü köprüdeki “Güzergâh değişikliği kuş yollarına engel olmamak, Riva deresini kurtarmak, kaynak sularını korumak”içinmiş! (13-14 Temmuz-basın)
Sakın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım “Gezi mizahı”ndan ilham almış olmasın? Ülkedeki hemen tüm göç yolları üzerinde kuşlar yerine rantı önemseyen sayısız proje devam ederken “3’üncü köprü kuşları”na bu yüksek duyarlılık adeta “şaka gibi..”
Tüm akarsularımız mahkemelerin durdurma kararlarına rağmen HES projeleri ile kurutulurken yıllardır göz yumulan kaçak yapılaşma kuşatmasında pis su kanalına dönüşen Riva deresine böylesine sevdalanmak “kara mizah” değil mi?
Hele İstanbul’un tüm su kaynaklarının bulunduğu kuzeydeki ormanlarda“şimdilik” 245 bin ağaç kestikten sonra güzergâh değişikliğine gülünmez de ne yapılır?
Vazgeçmeye bahane mi?
3’üncü köprünün ekonomik olarak da yapılamayacağını çok yazdık, çizdik.
Marmaray’ın iki köprüde sağlayacağı rahatlamanın yanı sıra “Ambarlı-Yalova/Ro-Ro” projesi de ağır vasıtaları çekecek; böylece “yap-işlet devret”yöntemiyle yapılacak 3’üncü köprüden umulan para kazanılamayacak.
Nitekim bu gerçek bilindiğinden, ihale sözleşmesinde “devletin yüklenici zararını karşılaması” sözü verildi… DPT’nin de haklı olarak onaylamadığı böylesi bir “kayırma”nın yaratacağı sorunlar nedeniyle de yabancılara değil, hükümet yanlısı yerli firmalara adeta “rica minnet” ihale edilebildi.
Şimdi akla şu geliyor; acaba hükümet ve yükleniciler, tartışma yaratabilecek“zararın devletçe karşılanması” sözünden pişmanlar mı? Bu nedenle ihalenin iptaline gerekçe aranırken, asrın en çevre katili projesinde “traji komik çevreci bahaneler” mi aranıyor?
Bir diğer tahmin de kamulaştırma bedellerinden kurtulmak için güzergâh devlet ormanlarına kaydırılıyor; yani kuşlara, ağaçlara ve su kaynaklarına saygı sözü mizahtan başka bir anlam taşımıyor!..
Bu nasıl planlama?
Aslında 3’üncü köprünün şimdiki yeri ta 90’larda belliydi. Dönemin Belediye Başkanı R.T.Erdoğan da kendi uzmanlarıyla birlikte odaların ve üniversitelerin de fikrini alarak “Benim görevim İstanbul’u korumak, yaşam kaynaklarımıza göz diken bu projeye kesinlikle karşıyız”demişti.
Başbakan olduktan sonra -nedense- düşüncesi değişince yeniden gündemde gelen köprü için 10 yıl yer seçimi etütleri yapıldı; sonunda yine“aynı güzergâh”ta karar kılındı!
Şimdi akla gelen bir soru da şu: Bunca zaman üzerinde çalışılan projede kuşların göç yolları, dereler ve su kaynakları “unutuldu”ysa, yapılan işin adı“planlama” olabilir mi?
Ulaştırma Bakanımızın buna vereceği yanıtı merakla bekliyoruz; yeter ki“gülümseten” türden olmasın…
Oktay Ekinci.
17 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Türkiye'den Bir Dost Geçti-Mine Kırıkkanat.

27 Mayıs “ihtilali”nin üzerinden henüz 7 ay geçmişti. Milli Birlik Komitesi’nin 66. kez toplandığı 30 Aralık 1960 günü, Ankara’da bir Fransız dünyaya geldi.
Hervé Magro, diplomat babasının Türkiye’deki Fransa Büyükelçiliği’nde görev yaptığı o çalkantılı yılların farkında olmadı. Doğduğu yerden ilk kez ayrıldığında bir yaşındaydı. Döndüğünde, yedi. Babasının tayini yine Ankara’ya çıkmıştı. Bu kez altı yıl kalacaklardı, ailecek. Başka bir deyişle, Hervé Magro’nun çocukluk anıları Türkiye başkentinde oluştu.
Elbette Fransız okulunda okuyor, ama derslerden sonra Türk arkadaşlarıyla futbol oynamaya bayılıyordu. Top peşinde koşarken Türkçe öğrendi. Hem de dili hiç çalmadan, “R”leri yuvarlamadan, bildiğimiz kallavi sokak ağzıyla, “yok ya”ları, “hadi ya”larıyla tadını çıkara çıkara konuşur oldu. 
***

Bu Türkçesi, Fransa’nın en prestijli eğitim kurumlarından, Doğu Dilleri ve Uygarlıkları devlet okulu INALCO’da edebileşti. Yetmedi, üstüne bir de tarih masterı yaptı. Diplomat ailesiyle geze geze büyümek hoşuna gitmiş ve baba mesleği kanına girmişti. Dolayısıyla siyasal bilgiler de okudu. Doğal olarak Türkiye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika, yani eski Osmanlı mülkünün yeni siyasal coğrafyasının uzmanı oldu. Bu seçiminde kuşkusuz, Cezayir’den Sicilya’ya uzanan atasal kalıtımın da payı vardı.
Portekiz’in “saudade” şarkılarına benzeyen sanatçı eşi Maria’yla evlendikten sonra diplomat olarak 1989’daki ilk yurtdışı tayini nereye çıktı dersiniz? Elbette Ankara’ya!
Genç çiftin ikinci çocukları da Türkiye’de doğdu.
Araya başka ülkeler, başka görevler girdi, zaman geçti ve Sarkozy’nin Türkiye ile Fransa ilişkilerini buzul çağına soktuğu sırada bir mucize oldu, Hervé Magro 2009 yılında İstanbul’a Başkonsolos atandı. 
***

O gün bugündür, İstanbul İstanbul olalı hadiselere bu kadar “Türk kalan” bir Fransız tanımadığı gibi; sanırım Fransa’nın da yurttaşlığını taşıdığı vatan ile doğduğu ülkeyi birbirine yaklaştırmaya çalışan diplomatı olmadı.
Fransız devlet nişanı Légion d’Honneur sahibi Hervé Magro, önümüzdeki ay İstanbul’dan ayrılıyor. Kudüs’e tayin oldu. Başkonsolosluk yaptığı 4 yılda başardıklarının en iyi ifadesi, Fransız Sarayı’ndaki 14 Temmuz kutlamaları oldu. Göreve başladığı yıl ancak yarısı dolan saray bahçesi, tıklım tıklımdı. Binlerce Türk dostu, onu ve eşi Maria’yı uğurlamak için gelmişti.
Başkonsolos Magro’nun Fransız İhtilalinin 224. yıldönümü kutlamaları sırasında hem Türkçe, hem Fransızca yaptığı veda konuşması, anlamlıydı:
“Bugün aynı zamanda Bastille’in alınışından bir yıl sonra, Fransa’daki tüm tarafların, tüm Fransız yurttaşlarının özgürlük ve eşitlikte kardeşçe beraberliğinin simgesi sayılan Federasyon Bayramı’nın da yıldönümüdür. 
14 Temmuz 1790’da ülke genelinden gelen tüm temsilciler, aynı ulusal topluluğa aidiyetlerini ilan etmişlerdir. O gün, milli birlik arayışında ortak arzu göstermeye ve kraliyet güçleri ile ihtilalciler arasındaki çatışmadan çıkmaya yönelikti. 1880’de parlamenterler 14 Temmuz’u milli bayramımız yapmaya resmi olarak karar verdiklerinde, öne sürülen gerekçe bu simge olmuştur. 
Böylesi bir uzlaşma çabası, bu denli değişken ve dünyaya daha açık olan toplumlarımızda bile hâlâ bu denli gerekli gözükmektedir. Barış sürecini başarıyla sonuçlandırmak gibi, son haftalarda yaşanan olaylardan doğru dersleri çıkarabilmek de Türkiye demokrasisini daha güçlü kılmak adına birer fırsattır. Özgürlükler yolundaki ilerleyişinizde, daima yanınızda yer alacağız.”
Fransa’yı bilmem, ama biz dostlarının senin daima özgürlüklerin ve demokratik insan haklarının yanında olacağından hiç kuşkusu yok, Hervé.
Hemşerimizsin. Seni ve Maria’yı doğduğun topraklara, yeniden bekleriz!
G NOKTASI
Fransız Sarayı’ndaki 14 Temmuz kutlamalarına giderken, Tünel Meydanı’nda toplanıp İstiklal Caddesi’nde yürüyüşe geçen bir gösterici grubuyla karşılaştık. Ellerinde fotoğraflar ve pankartlarla, olaylar sırasında öldürülenlerin adlarını haykırıyor, gözaltında tutulan arkadaşlarının da serbest bırakılması için slogan atıyorlardı.
İnanın, 30 kişiydiler, sadece 30…
Karşı yönden gelen iki Toma, iki akrep ve en az 250 polisin hücum düzeninde göstericilere saldırmasına tanık olduk. Öndeki Toma’nın sürücüsü, alışık hareketlerle kaskının siperini indirdi, gangster filmlerini aratmayacak bir raconla gaz tüfeğinin şarjörünü sürüp, ateş etti.
Sahne, Taksim Gezi’ye yapılan saldırıları ilk günden beri izleyen bana yabancı değildi. Ama Fransız Sarayı’na gelen yabancı misyon üyesi davetlileri şoke etti. Dünyanın faşist olmayan hiçbir ülkesinde polis, kendisine henüz direniş bile göstermemiş, sakin sakin yürüyen bir topluluğa bu peşin kin ve bu peşin şiddetle saldırmaz!
Başbakan Erdoğan, Türkiye’yi çok tehlikeli bir anafora sürükledi. Ama bu anaforda, sürükleyen mi batar, sürüklenen mi, hiç belli olmaz.
“Dostluk sadakattir ve sadakat nedir diye soracak olursanız, dostluktur, derim.”
JULIO IGLESIAS
Mine Kırıkkanat.
17 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

16 Temmuz 2013 Salı

Demokrasinin Tükenişi - Nilgün Cerrahoğlu.

Çizme; Pakistan’ın Abbottabad kentinde Usame bin Ladin’i avlayan CIA operasyonuna benzer bir operasyonla, Roma’da evinden kaçırılarak Kazakistan’a gönderilen Nazarbayev muhalifi Kazak ailenin skandalıyla çalkalanıyor…
Hollywood senaryolarına taş çıkartan bu öykünün odağında, 40 yaşlarındaAlma Şalabeyeva adında bir kadın var…
Genç kadın, Kazak diktatör Nazarbayev’in siyasi hasmı olan bir “oligark bankacı”, Muhtar Ablyazov’un eşi…
Ablyazov, çok Rus oligarkı gibi İngiltere’den siyasi iltica almış, orada yaşıyor…
Ancak İngiliz polisi Ablyazov’un ailesinin Londra’da güvende olamayacağını bildiriyor ve 6 yaşındaki kızı ile Alma Şalabeyeva İtalya’ya geçiyor, Roma’da bir villa tutuyor.
Mayısın son haftasında bir gece, ne ki, genç kadın, kirası 5000 Avro olan villasında kapıları ve pencerelerine vuran adamların gürültüsüne uyanıyor…
İtalyan gizli servislerine mensup 50 civarında polis, Kazak kadının bir tek kelimesini anlamadığı İtalyanca bağırış çağırışla eve giriyor. Ortalığı darmadağın ediyorlar.
Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’in hasmı olan bankacıyı evde bulamayınca, küçük kızıyla anneyi tutukluyorlar.
Kadını karga tulumba önce emniyete götürüyorlar. İki gece kendisini burada alıkoyduktan sonra, Roma’nın “Ciampino” havaalanına aktarıyorlar. Burada da pistte beklemekte olan lüks bir “özel uçağa” kendisini yüklüyorlar, yasal prosedüre aykırı şekilde, Almatı’ya postalıyorlar.
Operasyonun şiddeti, söylediğim gibi, TV’lerde onlarca kez gördüğümüz CIA’nın Abbottabad operasyonunu anımsatıyor. Ancak bu kez gizli servislerin harekâtı, Pakistan dağlarında değil, bir Avrupa ülkesinin göbeğinde yapılıyor.

Bir tek helikopterler uçmadı
Roma semalarında yalnız Apaçi helikopterlerinin uçmadığı kalıyor…
Örneğine ancak faşist ülkelerde rastlanabilecek bir uygulamayla, orduyla polis özel bir ikametgâha dalıyor.
Bir AB ülkesinde “siyasi iltica” hakkı elde eden bir insanın ailesine, “illegal göçmen” muamelesi yapılıyor.
Zor kullanarak evinden alınıp uçağa götürülene dek, kadının, avukatlarıyla görüşmesine izin verilmiyor. Çevirmenden yararlanmasına da olanak tanınmıyor. Bir ara “öldürüleceğini” düşünen kadın; neden sınır dışı edildiğini ve “ne” ile suçlandığını bilemiyor.
Alba Şalabeyeva şimdi Almatı’da, Nazarbayev’in elinde “oligark bankacıya”karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmak niyetiyle “rehin” tutuluyor.
Başbakan Enrico Letta, İçişleri Bakanı Angelino Alfano, Dışişleri BakanıEmma Bonino“insan hakları” savunucularını çileden çıkaran operasyondan haberdar olmadıklarını söylüyorlar.
Başbakan ile bakanlar; ilik donduran eylemden her nasılsa Kazak kadının ancak sınırdışı edilmesinden sonra haberdar olduklarını beyan ediyorlar.
Bu durumda da kabinenin bilgisi dışında nasıl böyle bir operasyon yapılabildiği sorusu gündeme geliyor.
Basındaki bilgiler ışığında, Berlusconi ile kanka olan Nursultan Nazarbayev’in; şu ara tam Sardunya’da bulunduğu; skandalın patlak vermesiyle İtalya’yı terk ettiği belirtiliyor.
Kazakistan’ın İtalya büyükelçisinin, sınır dışı operasyonu öncesinde ayrıca, Roma’da İçişleri Bakanlığı yetkilileri ile görüştüğü, Kazak kadını Almatı’ya götüren uçağın bizzat Kazakistan tarafından tahsis edildiği kesinlik kazanıyor.
Özetle başta Berlusconi olmak üzere, Nazarbayev’in Çizme’deki “özel bağlantılarından” -“rendition” adı verilen- bu “teslimatı/rehin operasyonunu”talep ettiği ortaya çıkıyor. Kazakistan’ın petrol ve doğalgaz, enerji sektörüyle çıkar ilişkileri içinde olan çevrelerin; “hukuk devletini” baypas eden bu operasyonu kotardığı ileri sürülüyor. 
İstihbarat lobileri dünyası 
Uluslararası ilişkiler artık böyle. Etkisini giderek daha ağır biçimde hissettiğimiz, istihbarat ve kâr mantığıyla yönlendiriliyor. Uluslararası kurallar, konvansiyonlar, teamüller sıfırlanıyor; tamamen güçlü olanın borusunun öttüğü “cangıl kanunları” öne çıkıyor.
“Kaçak” Edward Snowden olayında da aynı olgu söz konusu değil mi?
Büyük Birader’in “Snowden’a el uzatanı yakarım!” tehdidinden çekinen koca koca ülkeler, köstebeğe sığınma hakkı veremiyor…
Bolivya Devlet Başkanı’nın özel uçağı bile, içinde sırf Snowden olabilir kuşkusuyla, Avrupa semalarından uçurulmuyor ve “Viyana” gibi uygar bir Avrupa başkentinde saatlerce “rehin” alınıyor.
Uluslararası ilişkilerin son dönemde ne oranda “güce boyun eğdiğini”gösteren gelişmeler bunlar hep.
“Al Jazeera”da Snowden’la ilgili çok yeni bir program izledim. Dünyanın giderek bütünüyle istihbarat örgütleri, kapitalist lobiler ve istihbarat şirketlerinin eline geçtiğini anlatan program, tüm denetim-kontrol mekanizmalarının devre dışı kaldığını, bu karanlık yapıların ardında“demokrasilerin boğulduğunu” anlatıyordu...
ABD’den yazan okurum Azmi Güran’ın satırlarıyla bitirelim bu yazıyı:“Dediğiniz gibi orman kanunları hüküm sürüyor” diyor okurumuz:
“Demir perde kalktığından beri kapitalist dünya meydanı boş buldu. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor ve istediği şekilde at koşturuyor. 1917’de Rusya’da halk isyanı olmuştu. Şimdi de galiba öyle bir devir geçiriyor dünya. Daha bakalım neler yaşayacağız...”
Nilgün Cerrahoğlu 
16 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Gençlik Zorbalığı Yener! - Oktay Akbal

Yüz binlerce genci her akşam Taksim Parkı’nda görmek nasıl bir duygu?..
Unutmuştuk bir yeni gençlik yetiştiğini? Eski gençler yaşlandılar, kapıyı pencereyi iyice kapattılar. Ya Tayyip oldular ya da devrimci diyecektim ama bu konuda kuşkuluyum. Şu anda tüm ülkede bir dikta baskısı altında yaşıyoruz, yaşatılıyoruz. Daha da bu ezik durumunda yaşatılmak isteniyoruz.
Tayyip Bey’i tanıtacak değilim. Herkes biliyor. Kimliğini kendisi de saklamıyor. On bir yıldır yönetiminin başında olduğu Türkiye’yi bambaşka bir yöne sürüklemek istiyor. Yardımcıları da çok. Bunlar ta Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana gizli açık olumsuz çalışmalarını yürütenler. Kolay zaferlere alışmışlar. Gençlik denen bir gücü de yanlarına almak, özgürlük, devrim, insanlık diye bir değer bırakmamak...
Yeni seçimler bir yıl sonra yapılacak. Yine aynı partiler sırada. En güçlüsü AKP ile CHP, biraz da MHP, İP, BDP... Nerede peki Taksim’leri, Kadıköy’leri taşıran yüz binler? Onlar hangi partilere oy verecekler? Verecekler mi, seçtiler mi yeni bir iktidara getirmek istediklerini?
Olup bitenlere bakarsanız ilerici güç, yeni bir güçle başkaldırmış, diyeceksiniz. Bir isyan var. Özellikle gerçekten genç olanlarda.. Hangi gençler bunlar? Bizim eski gençliğimiz sözlüklerde kaldı, bir de söylevlerde. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün konuşmalarında...
Şimdi çocukluktan ilk gençlik yıllarına yürüyen bir güç var. Tayyip’lere meydan okuyan, gittikçe de daha çok okuyacak yepyeni bir gençlik kuşağı. Yobaz kafaların yolundan gitmek istemeyen, düşüncesiyle Batı’yı, uygarlığı çağdaşlığı yaygınlaştıran bir gençlik...
Günlerdir gecelerdir TV ekranlarında izliyorum. Herkes bir direniş havasında, kadını, erkeği yaşlısı ile... Bugüne kadar politikayla hiç ilgisi olmamış ev kadınları bile meydanlarda. Sopaya, gaza karşı direnç, gericiliğe karşı ilericilik savaşımı veriyor. Yetmişlik seksenlik yaşlı gençler birden dirilmiş, canlanmış. Bayrağı kapmış, özgürlük, Cumhuriyet, Atatürk diye diye...
Bir yol ayrımındayız. Bir yol ileriye, aydınlığa, gerçek özgürlüğe götürecek, öteki de içinden çıkılamaz bir bataklığa...
Oktay Akbal.

16 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Gençler Güçlerinin Farkına Vardı-Erol Manisalı

- Sistemle kavga mı ediyorlar, ona baş mı kaldırdılar? Hiç sanmıyorum; kavgasız, gürültüsüz, sistemin içinde başka yolların bulunduğunun farkına vardılar. Sanki (bir toplumsal içgüdü yarattılar) pek farkında olmadıkları bireysel üstünlüklerinin ürettiği toplumsal bir içgüdü oluştu. Benim çok sevdiğim dışsallıklardan (externalities) doğan bir ek değer gibi... Akıl, yetenek, duygu ve insanlık olarak yaşadıkları toplumun (ve dünyanın) üzerinde olduklarını fark ediyorlardı. Efsanedeki Samson’un, saçları uzayınca gücünü keşfetmesi gibi bir şey.
- Siyasetçi, bürokrat, iş çevresi benzeri insanların yerleştirdikleri statüko ya da sistemden çok farklı özellikleri, üstünlükleri, yetenekleri vardı. Kullanma fırsatları olmamıştı; bu güçlerinin farkında olmadan, ufak tepkilerle uygulamaya başladılar.
- Bilgili, akıllı, dürüst, ahlaklı, samimi ve iyi niyetliydiler. Bunların hepsi birleşince statükonun ya da sistemin elinde olmayan dev bir güç doğuyordu. Fark buradaydı. Statükodan, yalanlardan sistemin olumsuzluklarından bunalmış büyük çoğunluğun gençlere sempati göstermesi ve destek vermesi çok doğaldı. Analar, babalar, köylüler, işçiler, aydınlar, “entelektüeller” de etkilendiler. En fazla da sanat çevreleri. Çünkü gençlerde zarafet, incelik, güzellik ortaya çıkıyordu.
- İnsanı okşayan fikirler, içtenlikle söylenmiş sözler.
- El ele tutuşan melekler gibi gençlerin kızlı erkekli Türk, Kürt, Yahudi, Alman, Fransız demeden bütünleşmeleri,
- Demokrasi çağrıları yapmaları, özgürlük türküleri söylemeleri,
- Kısaca topluma, sokaktaki insana insanlığı, yakınlaşmayı, sevgiyi, özgürleşmeyi anımsatmaları; yeni gençliğin gücü bundan kaynaklanıyordu; toplumda herkesin özlemini çektiği şeyleri parklara, meydanlara taşıdılar. Toplum “kendi içindeki güzellikleri” bu gençler sayesinde yaşamaya başladı. Bu ne büyük bir nimetti, güçtü?
- Analar, babalar ve herkes, gençlerden Türkiye’nin ve dünyanın nasıl mutlu yaşanabilir bir yer olabileceğini öğreniyordu; insanların yüzleri gülmeye başladı.
- Ve toplumdaki çirkinlikler daha açık görülebiliyordu artık; gençler anaları, babaları dahil toplumun gözünü açmışlardı. Kızlarına oğullarına “gece sokağa çıkma” diyen analar, babalar artık evlatları ile birlikte parklara gidip halay çekiyorlar, türkü söylüyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlardı. İşte gençler bunu başardılar. İnsanlara yaşama sevincini aşıladılar.
İyi, kötü ve çirkin
Bu mutluluk sevinci ve yeni yaşam felsefesinin karşısına çıkarılan şeyler, gençlerin haklılığının kanıtları oldular; zırhlı araçlar, biber gazları, öldürücü su topları, palalı saldırganlar, hatta namlusundan kurşun fırlayan silahlar, gençlerin mutluluk tablosunu ortadan kaldırmaya çalışan çirkinlikler olarak gözler önüne serildi.
Ülkede sağcısı, solcusu, Türk’ü, Kürt’ü, Ermenisi herkes buna karşı çıktı. Avrupa ve Amerika ayağa kalktı. Dünya, bizim gençlerin insani, demokratik, özgürlükçü, sanatsal çıkışına (ve felsefesine) büyük destek verdi.
Akıl, bilim, teknik, ahlak, insanlık, demokrasi alanlarında “biz de elimizdeki kartları masaya sürüyoruz” demek cesaretini gösteren gençler vardı artık.
Gençler kendi varlıklarını ve üstünlüklerini keşfediyorlardı. Ama esas zorluk şimdi başlıyor;
- Bu güçlerini “statüko içindeki etkin bir oyuncu olarak mı sürdürecekler”?
- Yoksa statükoyu değiştirmek için mi kullanacaklar?
Bugüne kadar verdikleri mesajlar ikinci olasılığa daha yakın olduklarını gösteriyor.
Erol Manisalı.

15 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Büyük şehirler artık AVM'ye doydu - Deniz Ülkütekin

Gezi Parkı olaylarının en büyük kaybedenlerinden AVM'leri nasıl bir gelecek bekliyor. 4A Danışmanlık Şirketi'nden Hüseyin Kurtuluş bizim için yanıtladı. Dediğine göre AVM sektöründe kriz 31 Mayıs’tan çok önce kâr odaklı verilen yanlış kararlarla başladı.

Gezi Parkı olaylarıyla birlikte kötü şöhreti doruğa çıkanlardan biri de AVM’lerdi. İş o noktaya geldi ki, AVM denilince akla doğa katliamı, hükümet yanlısı işadamları ve insanların sokaktan uzaklaşması gelir oldu. Sosyal paylaşım sitelerinde AVM’lere protesto çağrısı yapıldı. Hüseyin Kurtuluş tam anlamıyla AVM sektörünün içinden biri; 4A Danışmanlık Şirketi’nde AVM yönetimi için danışmanlık ve mağaza kiralama hizmeti veriyor. Aynı zamanda 31 Mayıs günü pek çok markanın katıldığı Gezi Parkı’na yapılacak herhangi bir yapıyı boykot bildirisinin öncülerinden. Dolayısıyla AVM’lerin 2000’lerin başından bugüne kadar geldiği noktayı en iyi özetleyecek isimlerden. Biz de sözü ona bıraktık ve AVM sektörü hakkında detaylı bilgiler aldık.

- Öncelikle biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

- Tekstil üretimi ve ihracatıyla başlayan iş hayatıma, perakende sektöründe devam ettim. Değişik sivil toplum kuruluşlarında da aktif görevler aldım. İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri bünyesinde yönetim kurulu ve başkanvekili olarak sekiz yıl boyunca sürdürdüğüm görevimden demokratik bir mesaj vermek için kendi isteğimle ayrıldıktan sonra, perakende sektörünün önemli kuruluşu Birleşmiş Markalar Derneği’nin kurucu üyesi olarak görev yaptım. 2000’lerde alışveriş merkezi sektörünün hızla büyümesiyle 4A Danışmanlık Şirketi’ni kurdum. Halen bu şirketin bir çalışanı olarak, “sahibi” kelimesi bana çok oturmuyor, AVM iş geliştirme, kiralama ve yönetim danışmanlığı konularında hizmet vermeye devam ediyorum.
- Alışveriş merkezleri yatırımının Türkiye’de geldiği nokta hakkında ne diyeceksiniz?
- Özellikle ABD, AVM yatırımlarında öncüdür ve 250 bin nüfuslu yerleşim bölgeleri AVM yatırımı yapmaya elverişli olarak görülür. Geniş arsalar üzerine kurulmuş bir veya iki katlı yapılarında “Market”, ”Yapı Market” gibi bölümler ana binadan bağımsız konumlanmıştır. Yerleşim merkezlerinin dışında konumlanmasına dikkat ettikleri bu büyük merkezlerin yanı sıra, şehir merkezleri içerisinde de az sayıda AVM vardır. Avrupa’da ise “departman store” geleneği vardır. O da alışverişin yoğun olduğu 15-20 bin metrekarenin içine sıkıştırılmış bir satış yöntemidir. Türkiye’deki AVM yatırımlarının durumuna gelince, ülkemizi oldukça başarılı buluyorum. Avrupa ülkelerinin pek çoğu bu konuda gerimizde kaldı. Türkiye kendi koşullarına uygun değişikliklerle AVM yatırımlarını halkının ihtiyacına göre uyarlayabilmiştir, eğlence merkezleri, geniş dolaşım alanlarıyla da konforlu binalar oluşturmuştur. Alışveriş merkezlerini ekonomi açısından da faydalı buluyorum. Çünkü yapılan her alışveriş kayıt altına alınıyor, vergilendirme açısından çok daha disiplinli. En çok önemsediğim bir başka faydası ise, perakende sektörüne çok sayıda marka katmış olmasıdır. Sosyal açıdan da faydaları vardır. Aileyi birleştirici özellikler taşır. Anne, baba ve çocukların her biri kendi ilgi alanlarına yönelik kullanım mekânlarını aynı bina içerisinde bulabiliyorlar. Son yıllarda alışveriş turizminde de hızla ilerlemeye başladık. Hem yabancı yatırımcıların ve markaların dikkatini çekiyoruz, hem de alışveriş odaklı turist ziyaretçiler alıyoruz. Aslında bu sektör ciddi bir ticaret hacmi yaratıyor. Pek çok yabancı marka da AVM’ler sayesinde Türkiye’ye geldi. Kısacası AVM’ler hiç de öyle “tu kaka, öcü” yapılar değildir.
- Bir bölgede AVM yatırımı yapılmasına nasıl karar veriliyor?
- Bir alışveriş merkezinin metrekare yatırım maliyeti yaklaşık 800 dolar civarında. 100 bin metrekare inşaat alanlı bir AVM projesi düşündüğümüzde kaba hesap 80 milyon dolarlık bir yatırım gerektiriyor. Kimse bu ölçekteki bir yatırımı riske atmak istemez. İşte burada bizim gibi danışmanlık hizmeti veren şirketler önem kazanıyor. Bir arazinin üzerine AVM yapma ya da yapmama kararını doğru bir şekilde vermek için varız. Proje geliştirme hizmeti olarak adlandırdığımız işimizin bu bölümünde ciddi fizibilite çalışmaları yapıyoruz. Arsa aşamasında gerçekleştirdiğimiz bu çalışmada, demografik yapıyı inceleyerek işe başlıyoruz. Nüfus yapısından gelir seviyesine, eğitim düzeyinden çocuk sayısına, tüketim alışkanlıklarında yaşam biçimlerine kadar pek çok detayı araştırıyoruz. Geçmişte AVM yatırımcıları danışman şirketlere gerekli önemi vermiyordu. Ancak ehil danışmanlar kullanmadıkları için sıkıntılar yaşayan projeler oldu. Anadolu’ya çıktığınız zaman AVM anlayışı da değişiyor aslında. İsminin önüne AVM ekleyen yerel marketler görürsünüz. Sincap AVM, Kavruk AVM gibi. Anadolu’da AVM tanımı o kadar değişmiş ki, 600 metrekarelik bir gıda markete bile AVM denilebiliyor. Anadolu’da hâlâ plansız başlanmış gerçek anlamındaki AVM yatırımlarına da rastlıyoruz.
- AVM’lerin hızla artması “bu kadar alışveriş merkezi fazla” düşüncesini yarattı. Bir taraftan da yeni projeler yaratılmaya devam ediyor. Yatırımcılar ölü yatırım yapmak istemeyeceğine göre, hızla artan AVM sayısı talebin olduğunu mu gösteriyor?
- AVM yatırımı sayısının son durumunu incelerken gene büyük şehirlerle Anadolu’yu ayrı değerlendirmek gerek. Büyük şehirlerde AVM sayısındaki artış, gerçekten dikkatli hareket edilecek seviyelere gelmiştir. Bu şehirlerde hâlâ AVM talebi var ancak artık yatırım için seçilecek lokasyonlara daha fazla özen gösterilmeli. Bu şehirlerin bazı bölgelerinde AVM yığılmalarının oluştuğunu görüyoruz. Bu, çok da istenilen bir durum değil. Örneğin şu anda Zincirlikuyu’da bir AVM yapılıyor, tam karşısında aynısından bir tane daha var. İki projenin yatırımcı firmaları ayrı, ama aynı danışmanlık şirketini kullanıyorlar. Buna ben de şaşırıyorum. Son birkaç yıl içerisinde açılan bazı AVM’lerin istenen verimlilikte çalışmaması hem perakende sektörünü hem danışmanlık şirketlerini, hem de yatırımcıyı daha dikkatli olmaya itmeli. İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir, Bursa AVM verimliliği anlamında seçimlerine dikkat edecek illerimizin başında. Yerel belediyelere görev düşüyor. Projelere ruhsat verirken, deneyimli danışmanlık şirketlerinden hizmet almaları gerektiğini düşünüyorum. Dikkat ederseniz, son birkaç yıldır Ankara ve İstanbul’da AVM yoğunluğuna müşteri çekebilmek adına “Alışveriş Festivalleri” düzenleniyor.
- Bu durum, ileride AVM’lerin ölü yatırıma dönüşmesine sebep olmaz mı?
- Hiçbir AVM yer verdiği markaların tabelasını indirtmek istemez. Hiçbir yatırımcı alışveriş merkezinin ölü yatırıma dönüşmesini de istemez. Bu nedenle verimlilik sıkıntısı yaşayan AVM’ler o işi kendi içlerinde çözümlemek için değişik yöntemler izler. Son yıllarda mevcut AVM’lerin işletmesi daha önem kazandı. İki rakip AVM’yi aynı danışmanlık şirketinin kiralaması veya işletmesi kadar yanlış bir durum olamaz. Mağaza, “iş yapmazsam en kötü buradan çıkarım” diyor. 100 bin dolarlık mağaza yatırımını riske edebiliyor, ama yatırımcının riski 80 milyon dolar ve riske edilemez. Mesela Camialtı Tersanesi’nin AVM yapılması konuşuluyor. “Cami de yapılacak” deniyor, çok yanlış bir karar! AVM veya camiye karşı değilim, buradan böyle bir anlam da çıkmasın. Diyorlar ki, Dubai gibi yapılacakmış. Dubai’nin yapıya ihtiyacı var, çünkü orası bir çöl, kökleşmiş bir yapılaşması, kültür mirası binaları yok. İstanbul zaten tarih. Yerel yönetimler kaynak yaratmak için böyle şeylere izin veriyorlar ama altyapısı, yol eksikliği, demografik yapısı düşünülünce yanlış yapıyorlar.
- Biraz rakamlarla konuşursak, 31 Mayıs’tan sonra ne kadar insan AVM’lerden elini ayağını çekti?
- Her AVM kendini kollamak zorundadır, bu yüzden müşteri giriş sayılarında sağlıklı rakamların dile getirildiğini sanmıyorum. Cirolarda bir kayıp olduğu ortaya çıktı. Bu, etki tepki olayıdır, perakende sektörü ciddi şekilde darbe yedi. Ancak iş, mağazaları kapatma boyutuna gelmedi. Bir de Gezi Parkı eylemleri boyunca, insanlar sokaktan keyif almaya başladı. Parklara gidip insanlarla birebir iletişime geçmeyi tercih ettiler. Sabahın ilk saatlerine kadar orada olmak, özellikle gençlerin çok hoşuna gitti. Bence cirolardaki bu gerileme biraz da buna da bağlı.
 
Cumhuriyet Portal
14 Temmuz 2013

14 Temmuz 2013 Pazar

'Öfke'nin Yasası - OKTAY EKİNCİ.

Gezi Direnişi’nin gündemi değiştirdiğine; kamuoyunun dikkatini iktidarın polemiklerinden asıl tartışılması gereken sorunlara çektiğine çok değindik.
Nitekim egemen siyasiler buna öyle kızdılar ki direnişin etkin katılımcılarından TMMOB ve bağlı odaların yetkilerini “bir gece yarısı torba yasa”ya eklenen maddelerle tırpanladılar.
TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, bu “acil!” düzenlemenin amaçları için özetle diyor ki:
- Ülke talanına karşı çıkan TMMOB’yi işlevsizleştirmek.
- Kamu kaynaklarının yağmasını kolaylaştırmak.
- Yerel yönetimler ve meslek odalarının anayasal hak, yetki ve görevlerini ellerinden almak.
- Mimari projeleri fikir ve sanat eserleri yasası kapsamından çıkarmak.
Yani yeni(!) yasaya göre, çevreyi ve kenti tahrip edecek siyasi rant projelerine artık dava açamayacak; ülkenin doğa ve kültür zenginliklerinin yağmalanmasına yargının “dur” demesini sağlayamayacak; talan amaçlı yatırımlara iktidarın desteğini engelleyemeyecek; çıkar amaçlı olmayan mimari projeleri korumak için “sanat eseri” olduklarını ileri süremeyecekler...
Örnekler
Çevre ve kültür değerlerinin talanına karşı yıllardır kesintisiz hukuk mücadelesi veren TMMOB ve bağlı odaların son zamanlarda durdurdukları kimi yağma projelerinden bazılarını anımsayalım:
Eğer ilgili meslek odalarının açtıkları davalar olmasaydı, sözgelimi binyılların çarşı geleneğine sahip bu ülkeye, “size alışveriş kültürünü öğretmeye geliyoruz!” diyerek göz koyanların “Dubai Kuleleri” çoktan “Boğaziçi sırtları”nda yükselmiş;
“Liman hizmeti” adına deniz kıyısının parsellendiği “Galata-Port”un rant binaları çoktan yapılmıştı...
Kentlerin bağrında kazık gibi yükselecek çok sayıda gökdelenle birlikte sayısız yağma projesinin “yargı denetimi”yle engellendiği örneklere, son olarak “Gezi Parkı”nın da kurtarılması eklendiğinde, yasa değişikliğinin“öfke”nin ürünü olduğu ortada değil mi?
Öte yandan yine TMMOB ve odaların “mali” açıdan bakanlığa bağlı kılınması da bu gibi davalar için gerekli parasal kaynaklardan ve harcama yetkilerinden yoksun kılınmaları anlamına geliyor... yani deniyor ki;“mimarlık, şehircilik ve mühendisliğin toplum çıkarına yükümlülüklerini bundan böyle yerine getiremeyeceksiniz.”
Oysa şu “değiştirilmek” istenen 12 Eylül Anayasası bile meslek odaları için açıkça diyor ki: “Mesleğin toplumsal sorumluluklarını da üstleneceksiniz.”
DDK raporu
Cumhurbaşkanı ilk günlerinde Devlet Denetleme Kurulu’ndan (DDK) bir inceleme raporu istemiş; kurul ise hazırladığı raporda, meslek odalarının“siyasi davranarak” iktidar projelerini engellemesinden yakınmıştı.
İnsan şimdi düşünüyor; DDK’nin o raporuyla, şimdiki acil yasa değişikliği arasındaki “uyum!” acaba sadece rastlantı mıdır?
Yanıtını, böylesi bir “intikam yasası”nın bile Çankaya’dan onaylanıp onaylanmayacağını gördüğümüzde öğreneceğiz...
Oktay Ekinci

14 Temmuz 2013 - Cumhuriyet